top of page
Murat Seven

karıa yolu, bafa gölü ve halil ağa

Güncelleme tarihi: 7 Ara 2020


Kovan yaylaya geldiğimizde akşam oluyordu.

Karşıda çok yakınımızda sarp dağların yeri belirsiz kuşu tek notalık şarkısını belli aralıklarla sessizliğe boşaltıyordu. Gu- guk..gu-guk.. Vadiyi zeytin ağaçlarının tek düze yeşili sarmıştı. Dağlara bakan evin üst üste yığılmış taşlardan oluşan duvarının önünde durduk. Bahçede, ağacın altındaki tahta masada bir çift, karşılıklı oturmuş yemek yiyordu. Bir kadın onların masasına bir şeyler bıraktıktan sonra bize yöneldi. Gürsel seslendi. -Teyze şu aşağıdaki düzlükte çadır kurabilir miyiz? Kadın kısa bir tereddüt geçirdi. Bakışında sanki bir güvensizlik, alaca karanlık bir kuşku dolaştı. İsteksizce... -Oluur.. Kuruun. -Peki sende yiyecek bir şeyler var mı? Sıcak yemek.. çay filan. Bezgin bezgin baktı. Masada oturan çifti işaret etti. -Sonuncuyu onlara verdim. Çadır kurmak için aşağıdaki düzlüğe yönelirken seslendi. -Tarhana çorbası yapsam olur mu? Yorgunluktan ölmüş sesim bir an canlandı. Gürsel'den önce konuştum. -Olur tabi. Duvara uzanan basamakları çıkıp bahçeye atladık. Kadın önümüzde yürürken konuşuyordu. -Ben de Söke'den yeni geldim.Söylemesi ayıp fare girmiş eve. Yatak döşek dışarı çıkarıp temizlik yaptım. Bir de elli kişilik bir gurup geldi onlara çay... Bi şeycik kalmadı. Ah bilseniz ne kadar yoruldum. İki yabancıyla selamlaştıktan sonra bahçedeki taşlara oturduk. O kuş yine ötmeye başladı. Gu-guk..gu-guk... Neyi anlatıyordu ki.. Ben ne anlarsam onu. Zamansızlığı... hiçliği... garipliği. Belki de yorgun bir iç çekişi. Yabancılardan erkek olanı İngilizce sordu. Okullarda on iki yıl İngilizce dersi gördüm ama şimdi bu adamın dilinde söyleyemem sorusunu... En azından kendi dilimle söyleyeyim. -Siz bu kuşa ne diyordunuz? Dilime hafif bir İngilizce sos katıp yanıtladım. Gurur duydum(!) tabi kendimle.. -Guguk bird. Doğrusu bu kuşun guguk kuşu olduğundan da emin değilim ya. Öyle deyiverdim işte. Aklımdan geçmedi değil, Jack Nicholson's film's name demek de. Ama konuyu derinleştirmenin ne gereği vardı ki. Sustum... Adam karısına döndü. Birlikte kendi dillerinde kuşun ötüşünü yansılayıp gülüştüler. Gürsel'in İngilizcesi kafa göz yarsa da benden daha iyi. Adamın karısıyla Karya yolunun zorluklarını konuştular bir süre. Ama İngilizceyi en iyi konuşan ev sahibemiz Hatice Hanımdı. Ara sıra tencereye eğdiği başını kaldırıp turistlere soruyordu. -Are you hungry. Gürsel, Hatice hanımın bizden ne kadar küçük olduğunu, artık teyze diyebileceğimiz insanların ne kadar azaldığı gerçeğini fark etmiş olmalı ki hitabından o ''teyze'' sözcüğünü kaldırarak, TRT spikeri gibi sordu. -Efendim nerede öğrendiniz İngilizceyi. Kadının sesinde yine o bezgin tını dolaştı. -Nereden olacak ki... Benim Türk'ten çok yabancı arkadaşım var. Allah Allah dedim kendi kendime Söke gibi bir yerde yabancı arkadaş bolluğu. Olacak şey değil. Sonra aklıma geldi. Belki yurt dışında kalmıştır, kim bilir? Bu kez ben sordum. -Burada korkmuyor musunuz? Sessizlikten, yalnızlıktan, geceden. Heyecansız donuk donuk konuştu. Yanıtı yine ''ki''li, yine karşıdaki dağlar kadar dikti. -Niye korkacakmışım ki. Ben sesten kaçıyorum zaten. Sessizliği seviyorum. İki saat oldu. Ortada yemek filan yok. -Tarhana da kalmamış bulgur da. Ben de patates yaptım diyerek iki tabağı önümüze bıraktı çok geçmeden. Kaşık ve birkaç kuru ekmek dilimini de getirdikten sonra turistleri göstererek. -Şunların yatağını serip de geleyim. Uykuları gelmiş dedi. Ömrümde böyle bir patates yemeği yemedim. Herhalde ben yapsam sonuç bu kadar feci olmazdı. Patatesler hiç pişmemişti. Suyu tatsız tuzsuzdu. Gerçi yemeği yaparken ipuçları vermişti Hatice. Ama yine de böylesini hiç beklemiyordum. -Ben yemeklere tuz katmam. Salçaya da... Ne bileyim ağzıma tuz değdiğinde yüzüm gözüm şişiyor. Kadının yemeğindeki ve sözlerindeki tuzsuzluğu çekip isminin önüne getiriyorum. Adını akıl defterime ''Tuzsuz Hatice'' olarak kaydediyorum. Gece oldu. Ortalık sessiz. Guguk kuşu uykuya varmış. Başka canlıların sesi duyuluyor ara sıra karanlıkta. Murat Ali, Hatice'nin amcasıymış. Az uzaktaki evde oturuyor. O geliyor ziyaretimize. Zaten epi topu iki ev var burada. Yüzü bir kayadan yontulmuş gibi Murat Ali'nin. Başında köşeli bir kasketi var. Dudaklarının üstünde kalın bıyıkları bembeyaz. Konuşurken küçük gözlerinden kıvılcımlar saçıyor. 1948 doğumlu olması sadece bedeninde gösteriyor kendini. Değilse çok genç. Ne çocuklarından ne torunlarından ne hastalıklarından söz ediyor o yaşa özgü insanların çoğunun yaptığı gibi. 27 Mayıs'tan, 12 Mart'tan, Eylül fırtınasından konuşuyoruz. Günümüzde yaşananlar hakkındaki görüşlerini de söylüyor. Lise mezunuymuş. -Sökeli yazar Samim Kocagöz'ü tanıyor musun? Gülümsüyor. -Tanımaz olur muyum hiç çok kitabını okudum. -O da geniş toprakların sahibiymiş ama öykülerinde, romanlarında tarım işçilerini anlatmış hep. Sıkıntılarını, çilelerini, mücadelelerini. Bu yönüyle biraz Tolstoy'a benzetirim onu. Kendi sınıfına ihanet etmiş. -Severim öyle adamları hocam. Hem de çook. Hatice'nin getirdiği açık ve soğuk çayları içtikten sonra noktalanıyor söyleşimiz. Kalkıyoruz. Aşağıdaki düzlükte zeytin ağaçlarının arasına çadırımızı kurarken Murat Ali de bize yardım ediyor. Sabah yola koyulmadan önce Hatice'ye benim kafamda nam-ı diğer Tuzsuz Hatice'ye borcumuzu soruyorum. -Valla bilmem ki pek bi şey de yapmadım ama... Hani çay filan da verdim ya... Yirmi mi desem... Hadi otuz olsun. Gülümseyerek parayı uzatıyorum.Şimdi aklımda sadece o zorlu yol var. Rampalar, üst üste nasıl bindiğine akıl erdiremediğim şapkalı kayalar. Ama anlamak için yürümek lazım. Her anlamda yürümek. Oturan insan sadece görmeden tanımadan yargılar biriktiriyor kafasında. Kemikleşmiş ön yargılar. Etrafı eflatun karabaş otlarının kokusu sarmış. Arılar vızıldıyor. Menzilimiz Bafa gölünün kıyısındaki Kapıkırı. İşte o gölün öyküsüne yürüyorum. Gölün tapusu Osmanlıdan beri üzerine kayıtlı, köylüye izinsiz tek balık bile tutturmayan Halil Ağa ve silahlı adamlarının öyküsüne... Göl insanlarına... Guguk kuşu sesini boşluğa yeniden boşaltmaya başlarken sırtımdaki çantanın hafiflediğini hisseder gibi oluyorum.

-karia yolu, kapıkırı köyü, bafa gölü-

Tepedeki pansiyonun restaurantından aşağıya Bafa gölünün dalgalı mavisine bakıyorum. Sular kıyıya vurur vurmaz bembeyaz köpürüyor. Gökyüzünde deniz kuşları... Masamızda methini bura insanından çok duyduğum yılan balığı... Rakı 35'lik olsun. Yorgunum. Dahasını içesim yok. İşletme sahibi yanımıza gelip oturuyor. Kısacık boyundan taşmış göbeğiyle durmadan zıplayan plastik bir top gibi.

-Kapıkırı'nın en eski pansiyonu benimki. Aşağı yukarı otuz yıl oluyor. Burasını işler büyüyünce genişlettim ama başıma dert aldım. Bu köy sit alanı çünkü. İzinsiz en ufak bir değişiklik yapamazsın. Mahkemeye verdiler. Sonuç iki yıl hapis, bir de para cezası... Dava yargıtayda... Şimdi erken seçim var ya görürsünüz oy için affedecekler... Bir ara göle döndüm yüzümü. Konuşmadan koptum. İçimden bir kayık göle açıldı gece yarısı.Yaşlı balıkçı sessizce kürekleri çekerken yüreğinin gümbürtüsünü duyuyordu sadece. Yanındaki çocuk bir oyuna vermişti kendini. Uykusunu açmak için elini gölün serinliğine batırıp batırıp çıkarıyordu. Kayık, ağları atacakları yere çok yaklaşmıştı. 'Ya' dedi balıkçı.''Ya Halil Ağa'nın adamlarına rastlarsak..Allah korusun''. Bir dua mırıldandı sonra. Gölün karanlığında bir deniz kuşu garip garip öttü. Oğluna fısıldadı. ''Hadi oğlum.Ellerini çıkar sudan. Oyun bitti geldik işte. Tam ağları suya atacaklardı ki silahlar patladı. İri bir sazan suyun yüzeyine sıçradı.Adam düştü. Çocuk ağlamaya başladı. Ben Nazım'ın sesini duydum o an.

''Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır. Ve gölde ipi kopmuş boş bir balıkçı kayığı bir kuş ölüsü gibi. suyun üstünde yüzüyor. Gidiyor suyun götürdüğü yere, gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.

İznik gölünde akşam oldu. Dağ başlarının kalın sesli sipahileri güneşin boynunu vurup kanını göle akıttılar.

Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır, bir sazan balığı yüzünden kaleye zincirlenen balıkçının kadını."


Düş perdem öylece kapandı. Masaya döndüm. Tabaktaki yılan balığından bir parçayı alıp ağzıma attım. Yağlı... midem bulandı. Adam, yanında oturan yol arkadaşım Gürsel'e yılan balıklarının öyküsünü anlatıyordu o sıra. Araya girdim. -Bafa gölünde 60'lı 70'li yıllarda bazı olaylar yaşanmıştı. Hatırlar mısın? Şaşırdı. -Hatırlamaz olur muyum hiç. Halil Ağa diye bir adam vardı. Kıyıdaki S.. köyünden.. Gölün tapusu onun. Hem de Osmanlı tapusu. Ondan habersiz Bafa gölünde kimse balık tutamazdı. Silahlı adamları dolaşırdı suda gece gündüz. Babamla korka korka balığa çıktığımız uykusuz gece yarılarını hiç unutmam. Neyse ki Bülent Ecevit son verdi bu zulme. Halil Ağa hapiste öldü. Sonra şöyle bir şey söyledi.Celladına aşk mı saklıydı bu sözlerde bilemedim. -Tamam Halil Ağa kötüydü kötü olmasına ama onun zamanında yılan balıklarıyla kaynardı göl. Şimdi ne oldu? Yılan balığının nesli tükeniyor. Hem artık Halil Ağa'yı hatırlayan da pek yok. Millet daha çok kazanmak derdinde. Giovanni Papin'in hastasına ''senin bu derdini iyileştiremem ama onu unutturacak daha güçlü bir dert veririm ancak.'' diyen deli doktoru geldi aklıma. Sonra başka bir göl kıyısından kopup gelmiş şair Metin Güven'in söylediği.. ''Unutmak iyidir. İnsan unutarak hatırlar yaşananları.''



Etiketler:

22 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page