top of page
Yazarın fotoğrafıNurten B. AKSOY

Lale Devri

Nurten B. AKSOY

*

Uzun, soğuk ve karanlık kış günlerinden sonra bahara kavuştuk nihayet. Yeşile duran ağaçlar, mor erguvanlar ve sarısıyla, siyahıyla, pembesiyle rengarenk laleler sardı bir anda dört bir yanımızı. Evet, özellikle de laleler… Yaklaşık on-on beş yıl öncesine kadar, İstanbul’un sembolü olan ve görmek için insanların yollara düşerek Emirgan’daki Lale Bahçesine gittiği o güzelim laleler…


Oysa son yıllarda nisan ayı geldi mi pek çok şehirde olduğu gibi ama özellikle İstanbul’da her yer laleyle doluyor. Parklar, bahçeler, yollar, refüjler, otoyolların kenarları, hatta umumi tuvaletlerin önü bile. Yani laleler o kadar göz önüne çıktı, o kadar ayağa düştü ki bir zamanlar koca bir devre ismini veren lale, adeta gözden düşmüş bir sevgiliye dönüşüverdi. Ama her şeye karşın biz laleleri yine de seviyoruz, onun için de şöyle bir hikayesini anlatalım istedik…


Anavatanı Pamir, Hindikuş ve Tanrı dağları olan lale; zambakgiller familyasından, Tulipa cinsini oluşturan ve süs bitkisi olarak yetiştirilen, soğanlı bir çiçektir. Tarihi kaynaklara bakıldığında lale motifine ilk olarak Orta Asya’da Uygurlar döneminde, bir mezardan çıkarılan ipek bir kumaş üzerinde rastlanır.


Lale ve lale kültürünün Anadolu’ya Türklerle birlikte geldiği söylenir. XII. yüzyıldan beri Anadolu Selçuklularına ait sanat eserlerinde ve sonrasında, lale motiflerine çok yer verilişi, Türklerin laleyi çok sevdiğinin en güzel kanıtıdır. Padişah II. Selim devrinden itibaren, İstanbul saray ve bahçelerini süslemek için imparatorluğun çeşitli bölgelerinden lale ve sümbül soğanları ısmarlandığı söylenir. Örneğin; Padişah II. Selim, Kırım’ın güneyindeki Kefe’den 300.000 adet lale soğanı ısmarlamıştır.


Türk çiçekçilik tarihiyle ilgili araştırmaları bulunan Turhan Baytop, “Lâle-i Rumi” denilen ve ayırıcı özelliklere sahip olan Osmanlı lalesinin Kefe’den getirilen bu lale soğanlarından elde edildiğini söyler. Osmanlıdaki bu lale merakı İstanbul’a gelen yabancıların da ilgisini çekmiştir. Örneğin Fransız devlet adamı ve şair Lamartin, hatıralarında, Topkapı Sarayı’nı gezerek Türklerin doğaya yakınlıklarını anlatırken; çiçeklerle, özellikle lalelerle süslü bahçelerden dolayı da göz zevkine ne kadar önem verdiklerini anlatır.


Bugün Avrupa ülkelerinde lale için kullanılan “tulip” veya “tulipe” kelimesinin öyküsünü Ogier Ghislain de Busbecq hatıratında şöyle anlatır: Adı geçen araştırmacı Anadolu topraklarında gezerken başına lale desenli tülbent örten bir kadın görür ve bunun ne olduğunu sormak için işaret ettiğinde, kadın tülbenti sorduğunu zannederek tülbent diye cevap verir. İşte bu yanlış anlaşılma lalenin Avrupa’da “tulip” ismiyle anılmasına sebep olur.


Lalenin Türkiye’den Avrupa’ya hangi tarihte götürüldüğü kesin olarak bilinmemekle birlikte Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Büyükelçisi Ogier Ghislain de Busbecq‘in, 1554 yılında İstanbul’dan Avusturya’da yaşayan dostu Carolus Clusius’a lale soğanları gönderdiği sanılmaktadır. Daha sonra Hollanda’ya giderek Leiden Üniversitesi’nde göreve başlayan Clusius, bu ülkede laleyi ilk yetiştiren ve lale endüstrisini kuran kişi olarak bilinmektedir. Ancak Avrupa’da lale merakının daha da önce başladığına dair kayıtlar da vardır.


B. Belon adlı bir Fransız hekim 1549’da çıktığı Yakın Doğu seyahati sırasında İstanbul’a da uğramış ve hatıratında, “kırmızı zambak” diye söz ettiği lale çiçeğinin soğanlarından edinmek için bir çok yabancının gemilerle İstanbul’a geldiğinden söz etmiştir. Bu yollarla Avrupa’ya özellikle de Hollanda’ya giden lale soğanlarından melezleme yoluyla yeni türler elde edilerek, oradaki lalecilik Osmanlı İmparatorluğu’na rakip bir durma gelmiş, hatta onu geçmiştir. Ne yazık ki zaman içinde lale, Osmanlı Devleti’ne Hollanda’dan getirilir olmuştur.


LALE DEVRİ (1718-1730)



Gelelim Osmanlı’da bir zevk ve sefa dönemi olarak bilinen, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayıp 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ile sona eren Lale Devri’ne. Padişah III. Ahmet ile sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa‘nın yönetiminde, “Zevk ve sefâ” devri olarak bilinen Lale Devri, adını o dönemde İstanbul’da yetiştirilen ve zamanla ünü dünyaya yayılan lale çiçeklerinden almıştır.


Pasarofça Anlaşmasıyla başlayan bu barış devri; Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın gayretleriyle çeşitli yenileşme ve imar çalışmalarının başladığı, ilk matbaanın kurulduğu, İstanbul’un eğlence yerleri ve lalelerle süslendiği bir modernleşme ve güzelleşme dönemidir. Evliya Çelebi, Seyahatnâme adlı eserinde o yıllarda Kâğıthâne’de bir lalezâr kurulduğunu ve burada “Kâğıthane Lalesi” denilen rengârenk bir lale türünün yetiştirildiğini anlatır.


Lale Devri’nde, lale çiçeği devre adını verecek kadar sevilmiş ve öylesine bir tutku haline gelmiş, lale soğanları öylesine astronomik fiyatlara satılır olmuştur ki Sadrazam Damat İbrahim Paşa bir lale borsası kurulmasını emretmiştir. Ama ne yazık ki bu modernleşme dönemi kısa sürmüş, 1730 yılında yapılan yeniliklere ve israfa karşı çıkan Patrona Halil ve adamlarınca çıkarılan bir isyan sonunda Lale Devri de lalenin saltanatı da sona ermiştir.


TERS LALE


Yurdumuzda “ağlayan gelin” olarak da adlandırılan, doğal bir şekilde Erzurum, Adıyaman ve Hakkari’de yetişen bir lale türünden yani ‘ters lale'den de bahsetmeden geçmeyelim. Lalenin tersine, çiçekleri yere doğru bakan bu bitkinin çiçeği değişik renkleriyle de çok estetik bir görünüm sergiler.


Şehirlerin çiçeklerle süslenmesi, güzelleştirilmesi tabii ki çok güzel bir hizmet. Ama gönül, bu çiçeklere harcanan paraların, çiçek dikme konusunda biraz tasarrufa gidilerek eğitime, sokak çocuklarına ya da etkileri yüreklerde açacak daha kalıcı hizmetlere harcanmasını istiyor. Bizden söylemesi...


99 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page