top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol  YAZICI

Yazmak Yüreğini Geri Almaktır

Güncelleme tarihi: 22 Eyl









Şenol YAZICI

*


-Yazmak, yürümek zor gelirken uçmak, gücünü keşfetmek, korkularını aşmak; yüreğini geri almak demektir.-


Zamanıdır.


Şimdi gün, zemherinin, yani, o büyük zulmün, bir kardelene yenilme günü. Artık bahardır ve yeniden başlamanın tam zamanıdır.


Kurtarılacak ülkeler beklese biraz, uğruna ölüme atılacağımız beyaz eldivenler öylece dursa... Yok ya, dursa...

Yüreğimizi geri alsak önce, ilk onu kurtarsak... En güvenilir dayanak noktası kendimizsek eğer, en doğru başlangıç da bu olmaz mı?










Bir ayna büyütsek içimizde, bizi bize çıplak gösteren, kusurlarımızı büyüten bir ayna… Dayanabilir miyiz, gördüğümüze?

Yazmak o işte; dev bir ayna.


Yazmak, durmadan yazmak, güçlü bir anlatım için kuşkusuz temel koşul. Ne var ki yazmak başkalarına anlatmaktan, yani öğretmekten öte, asıl yazanına yönelik eşsiz bir öğretmendir de...


Özenli yazma gayretleri sonunda dilimiz zenginleşecek, güzelleşecektir, kaçınılmaz olarak. Beynimizin ince kıvrımlarında yerleşmiş, ama kullanılmadığından farkına bile varmadığımız pek çok düşünceyi Amerika’yı keşfetmekten daha heyecanlı bir macerayla bulacak, kendimizi tanıyacağız. Bir atom profesörüyle boy ölçüşmeyeceğiz sonuçta; konumuz yaşamsa, gerçekte başka insanların bildiklerinin bizden pek de fazla olmadığını, sadece var olan yetilerimizin, gizemlerimizin bilincine varamadığımızı fark edeceğiz önce... Bu farkındalık bile özgüveni artıracaktır.


Kendinizi istenmeyen bir sokak kedisi gibi duyumsarken, birden yüreğinizin bir yanının bir W. Wolf ya da Picasso ya da Bach... olduğunu anlamak yeterince vurucu değil midir?

Kimse ilah değildir artık ya da siz ilahlardan birisiniz. Sadece, doğru yerde, doğru zamanda olamamışsınız bu güne değin. Hep aynı enlemlerde dolaşmaktan göğünüzün katlarını fark edememişsiniz.

Yazmak fark etmek işte.

Fark ettiğin içinizde saklı gizli silah, griye dönen ülkene renk verecek üçüncü kanat neden olmasın?


O zaman tozlanmış, paslanmaya yüz tutmuş o kanadı açıp yukarılardan, evreni gören bir yerden, tüm insanlığı duyumsayarak başka bir gözle neden bakmıyorsun dünyaya?

Sizi hiç hesaba katmadan dört yandan sel gibi akıp giden hayata, ben de varım, demenin zamanı gelip geçmedi mi?


Bugünden yazmaya başlayın. Başkalarının dayattıklarını mı, yoksa kendi seçiminizi mi yaşadığınızı anlamak için tam zamanı. Hiç zor değil göreceksiniz; kendinizi anlatın.

Günce tutmak bilinen en iyi yollardan biri, en kolayı da… Ne yazacağım sıkıntısı en aza iner. Her şey, nefes alıp vermek bile, yaşamak da anlatacak bir öykü değil midir?


Yaşamınıza tutacağınız aynada gördükleriniz şaşırtacaktır sizi. Önemsediğimiz çok şey kısa süre sonra akıl almaz derece de basit, uyduruk dayanılmaz gelecektir. Birileri yaşıyor, moda diye nelerin peşinde koştuğumuzu kendi yazdıklarımızda görecek, bize uyan yaşam tarzının ne olduğunu daha çok sorgulayacak, çevremizde ne çok uydurma tanrı olduğunu fark etmeye başlayacağız.

Ya da hiç yakınmadan elimizdekilere şükretmek için daha bilinçli bir seçim yapacağız.

Neden saman çiğner gibi yaşam, neden tüm yaptıklarımdan erinçsiz oluyorum, diye sormadan, hiçbir zaman ötekinin gözünden kendimize bakmadan tüketmek de var ömrü.

Seçim kuşkusuz bizim.

Yanlış ya da doğru yaşadığımız her şeyin bizim seçimimiz olması en önemlisi.

Ergen bir insanın başkalarının istediğini yaşamak en zoru olsa gerek. Biri dayatıyor diye sevmek, biri ister diye gülmek, uymayana katlanmak; dahası gün olup bunları kendi ilkenizmiş gibi savunmaya başlamak en kötüsü olsa gerek. Başkalarının istediğini yaşamak; zaman zaman kaçınılmaz, insan yapısına uygun bir tür kolaycılık, yatkınlık olsa da, kimi alanlarda kendi özel cephelerimizi açamaz mıyız? İlk adımı attığımızda, ilk cepheyi açtığımızda, artık bir sanatçıyız. Ve bilirsiniz sanat, sıradanlığa karşı koyan, yeniyi yaratandır.

Andre Malraux; sanatçı, dünyayı yansıtan kişi değil, dünyaya rakip kişidir, der.

Siz de yaşamın sıra gidişine karşı koyup özel bir an, özel bir akış yarattığınızda farkına varmadan bir kahramanlığa adım attınız demektir. Sizi kul yapanların ya da yaşamın da korktuğu budur. Belki de sizin de korktuğunuz da. Haklısınız. Farklı olup sıra bir yaşamı yaşamak daha bir korkunçtur. Varsayın ki, siz varoşta bir mahalle bakkalısınız ve Mozart’ın dehasına sahipsiniz; bulsanız keman elinizde bülbül olup şakıyacak, ne yapardınız?

Sadece komik olursunuz ve işte o zaman çatlarsınız. Çevrenizi değiştiremezseniz, çatlarsınız.

Bunu fark etmekten mi korkuyorsunuz? Ya da öteki hali?..

Siz aslında elinizdekini en iyisinden bir faraş sanıyor, ama kemancı zannedilmekten mutlu, havayı bozmaktan mı korkuyordunuz?


Katı doktrinlerin, inançların sanatı sevmeyişinin altında sanatın bu yanı, kişiyi sürüden ayırıp sorgulayan birey yapan yanı yatıyor olsa gerek.


Keskin kuralları olan her öğreti, insanı inancın sürüsü yapma derdindedir. Kilitlendiği amaca ulaşmak için takınması gereken tavır da bu belki. Çoğu kez bunda toplum yararı da görülebilir. Öyle ya, kendini sorgulayan, denetleyebilen, bir başına bırakılmaya gelen ve düzgün kalan insan da çok fazla değil. İyi de, toplumun yararı uğruna herkesi ortak standartlarda saymak, esnemeyecek kalıplara yerleştirmek; bireye saygı duymamak değil de nedir? Bir yönlü istemleri uyuyorsa da, diğer yönlü katlanmak zorunda kalmayacak mı kişi? İstemediğine katlan, istemediğin yaşama, istemediğin partiye... Toplumculuk oynamanın gereği, ideolojilerin ya da inançların zoruyla birey haklarını yitirenlerden söz etmeme gerek var mı? Sokrat’ı çoğunluk adına ölüme mahkûm edenler mi haklıydı sizce? Yüzyıllar sonra hakkınızın teslimi ne işe yarayacak?

Ve biz, Sokrat değiliz, sadece yaşama alanlarını korumaya çalışan sıra bir insanız, beş yıl sonra kimse adımızı bile anmaz.


O zaman, bizi hesaba katmayan yapılanmaya başlangıçta, hayır, diyebilmek için önce kendimizi tanısak mı? Oturup yazsak mı hikayemizi...


Kalabalıkların ve çoklukların her zaman haklı olduğunu sanmıyorsunuz değil mi? Yoksa devir, herkesin gözünün kör olduğu yerde sen de gözünü kör et… devri mi?

İnsana yakışan, doğru olanı görmek, apaydınlık görmek ve gördüğünü anlatabilmektir. Sağlıklı toplumun temel ilkesi de, binlerce kişinin arasında salt bir kişi görüyorsa, oturup gözüne mil çekmek yerine, onun gördüğünü paylaşmak olmalı. Belki de Galile’nin, Dekart’ın insanlığı bin yıl ötelere sıçratan düşüncelerinin, İskender’e, ”Gölge etme başka ihsan istemem,” diyen yürekli filozofun hamurundan sizde de var, farkında değilsiniz. Filmlerde ağlayıp alkışlamak, mezar taşlarından kahramanlar yaratmak yerine, beynimizi karıştırıp içinizdeki devi uyandırmanın zamanı gelmedi mi? Başardığınızda ne denli güzel olacağınızı biliyor musunuz? Ne kadar özel?..

Ben yeni model bir süpürge sanıyordum, ne var ki kemancı sanılmak hoşuma gitti, utandım diyemedim, hem desem onca insanın bilgisizliğini, körlüğünü yüzüne vurmuş olacaktım... diyebildiğinizi, kendinize gülebildiğinizi düşünün...


Bütün yapılacak kendinizi keşfetmek; içinizin raflarında, sandıklarında ellerinizi dolaştırıp insanlığın binlerce yıllık deneyimlerinin birikimini yakalamak, açığa çıkarmak ve yansıtmak yaşama... Okumaya en büyük kitap olan kendinizden başlamak yani... Böylece aydınlık yüzünüz kendi kimliğiniz, özgüveninizle olağanüstü bir insan olarak dikildiğinizde ayaklarınız üstünde, sizi kimse kullanamaz artık. Hiç kimse. Bu da zor değil. Bugünden başlayalım. İşe gitmek için bindiğimiz araçtan, yolumuza çıkan çiçek çiçek kiraz dalına değin anlatmaya başlayalım yaşamımızı.


Biten aşkları, ölecek gibi olmaları yazalım.

Göreceksiniz kusursuz kişiler, sevdalar yok insan yaşamında, olmamış. Olsa ihanet su gibi vazgeçilmez olur muydu? Bir bakın yazdıklarınıza, geçmişinize. Siz kaç kez denediniz ihaneti? Hep kusursuz ilişkilerden, öpüşen yüreklerden dem vurup kimsenin üstüne düşeni yapmadığını göreceksiniz. En sevdiğinizi, en önemlisini en çok kırdığınızı fark edeceksiniz. Bir araba almak için düşündüğünüz, uğraştığınız kadar evliliğinizi kurarken düşündünüz mü? Yazsaydınız bir kenara, görürdünüz şimdi. Boşluklarda dolaşırken bir ömür harcadığınız uyduruk insanları anlatmış mıydınız?

O zaman bugün başlayın yazmaya.


Dün kutsal sayılan bugün değersizleşmiş görkemli söylemler adına yitip gitmiş arkadaşları, inandıklarını bir kalemde yadsıyan, kendi yanlışlarını örtmek için size kara çalanları anlatın. Boynunuza sarılıp öperken ezberlediği sevda türkülerini söyleyen, sırtınızı döndüğünüzde bir başkasına aynını yineleyenlere harcadığınız güzelim duygularınızı anlatın. Öpücüklerinizle prens, prenses yaptığınız, sonra da taptığınız insanların öykülerin bitiminde bir kurbağa bile olmayı beceremeyişlerini, sınanmış insanların kahramanlığını, sınanmamış kahramanların acınacak zavallılığını anlatın. Ayırtına varmadığınız, denk geldiğinizde sizi gülümseten, insanmış bu, Tanrı razı olsun, dedirtenleri, insan olmaktan mutsuz kılanları da anlatın. Çürümelerden söz edip çürüyecek hiçbir şeyi kalmayanları yazın. Bakın, neler bildiğinize kendiniz de şaşacaksınız.

Yeter ki, kendinizle konuşmaya başlayın. Hayat dışarıdadır doğru, ama kılavuz içinizde...


Neyin yanlış neyin doğru olduğunu hiç kimse, hele hele” kendi bahçesinde dal olamayıp bizim bahçemizde ağaçlık taslayanlar”* anlatmasın, biz bulalım. Önemli değil, on yıl sonra, otuz yıl sonra bulalım. Hiç bulmadan ölenlerin sayısına şaşarsınız. Bulun ve duyurun yere göğe: Bu yaşam benim, ben yarattım, dişimle tırnağımla, peki, siz kimsiniz; hiç emek vermeden boynuma tasma vurmaya uğraşanlar, diye bir sorun.


Bırakın kurtaracağımız ülkeler biraz daha beklesin. Bırakalım uğruna ölüme atılacağımız beyaz eldivenler öylece dursun. Değmediklerini fark etmemiz biraz daha geçe kalsın. Önce yüreğimizi geri alalım. Önce onu kurtaralım. Bırakın buzdolabınız, yatınız katınız, bilmem ne marka arabanız olmasın. Yaşlandıkça makyaja gereksinmemiz artması gibi, eksildikçe insani değerlerimiz bunlara da ilgimiz artmıyor mu?


Eksilen yanlarımızı anlatalım.


Bırakalım dursun zaman. Gözlerinde siz varmışsınız gibi öyle bakın insanlara. Bakın, içlerindeki çocuğu görün. En güçlü duranların, en büyük sahtekârlar olduğunu fark edeceksiniz. Onlar sizden biri. Tutun o çocuğun elinden. Dokunun ona. Göğsünüze çekin bastırın. Yüksekten düşüyormuşsunuz gibi, sanki karşı konulmaz bir deniz tutmasının başındaymışsınız gibi içiniz kalksın. Tıpkı sizin gibi, belki bin yıldır sığınacak yeri olmadı onun da.

Hadi görün yazdığınızdan, karşılaştırın dünkü ve bugünkü sizi.


Hiçbir acınız ilk değildir aslında. Hiçbir aşk sonsuza değin yaşamayı beceremez. Hiçbir sevda ölümsüz değildir. Bunu bin kez yaşadınız, hep öleceğinizi sandınız, yenisine dek. O zaman, kendi seçimini yaşamak değil midir as’lolan? Keşke bir de hep doğru olanları seçme şansımız olsa. Olsun, yaşamda her şey ölümlüyse hatalar da ölür, unutulur. Bir ölümsüz olan insan onurudur.


Ve insan onurlu doğmaz, onurlu olmayı öğrenir.

O zaman önce kendin ol. Kendimize karşı olanı yaratmalı, içimizde devrimi yapmalı, yüreğimizi geri almalı ve insan olmalıyız.

En zoru bu mu dersin? Belki bu yüzden kendini anlatmak onca zordur.


Hadi, zamanı geldi; silkeleyin tozlarını ve açın üçüncü kanadınızı.

Dünya renk görsün…


Hadi başla bir yerden; önce en büyük hikayeden, kendinden başla...


19 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page