top of page
Fikret Kemal Tekin

SUS...


Seni en çok ellerinden tanırdım dedi adam. Kadının dudak ucuna belli belirsiz telaşlı uçuk bir gülümseme oturdu. Bakışları soluktu. Buzlu bir camın ardındaki nesneleri tanımlamaya çalışan bakışlar astı ortaya. Canını acıtan anlar buzlu camda çözüldükçe bakışları derinleşiyordu. Kadın ellerini ve bakışlarını nereye koyacağını bilemedi. Tepsiye dizilen fincanlar mutfağa götürülürken, ikisi de ellerini birbirlerinin yüzünde kendilerinden izler ararken buldu. Tepsi geri geldiğinde eller ve bakışlar yine yerlerine kondu. Bir pişmanlık ve geç kalmış bir telaş derin sus boşluğunda kendine eşkâl arıyordu. Kadın Adamın tepeden tırnağa kendini özlediğini fark ettiğinde, özlendiğini bilmenin yadsımasıyla yanağındaki gamzeler birbirine değdi. Başını cama çevirdi. Adamın elleri gitti aldı gamzeleri yerinden. Kadın adamın eline baktı, adamın elleri titriyordu. Adam söküklerine dikiyordu kadının üşüyen ellerini titreyen parmaklarıyla… Kadın başını öne eğdi, kucağındaki yüzük parmağını sağ avucuna alırken sol gözü seyirdi. Balkona taşınan salon balkonda dumanlandı, fincanlar pencere pervazına ve orta sehpaya dizildi. Adam ellerini yerine koydu, balkona ucuz bir bakış astı. Belli Belirsiz sözcükler boşlukta hacimlerini doldurmaya zorlanıyordu.

Ben… Biz… Kanepeyi ortaladı, serçe parmağı ile gömlek yakasını genişletti. Kadın kaçamak bakış bıraktı adamın sıkıntılı yüzüne. Adam sol ayağındaki terliği çıkardı yeniden ayağına taktı. Kadının bakışları adamın gözlerine oturdu. Elleriyle ve mimikleriyle sessizliği parçalayan “ne” sorusunu sordu. Kaşlarını kaldırdı, başını sağa yatırdı. “Ne…”dedi mimikleriyle yeniden kadın… Şimdi, soluk benizli çiçekleriz senle biz vazoda seyirlik. El sürülmemiş zamanları eskitiyoruz… Kadın kaşlarını kaldırdı adamın ağzına. Sustu adam. Kadın aynı mimikle tekrarladı. “Ne…” Adam yekindi, kendini geri attı, kanepeden güç alırcasına döküldü kadına: Hep baharın konuşulduğu. Zorunlu bir buluşmada susuyoruz tükenen sözcüklerle farkında mısın?

Kadın yüzündeki mimiklerini topladı, Sus… Dedi usulca… Tam sözcükler adamın ağzından dökülecekti ki; yaramı sevme, dedi kadın… Adam içine patladı ilkin, sonra; Aklımdan geçenleri yutkunuyorsun, ayaklarımızın götürdüğü yere kadar gidiyoruz… Sus dedi kadın… Acını sevme… Birden bire olmadı her şey. Azar azar çekildim… Balkonda duman altı kahkahaları gösterirken kadına; Ne güzel Kahkahalaşıyor acılarımız… Sus dedi kadın Sus…

Hafiften başlayan yağmurun ıslattığı kaldırımları adımlarken sonuç alınamayan bir buluşmadan ayrılmanın tarifsiz duygularıyla yürüdü adam. Kara kuru çirkin olduğu söylenen şirin için dağlar delen Ferhat’ı, Diego için aşkının bedelini ağır ödeyen Frida’yı düşünüyordu adam. Sonra kendi ilişkilerini gözden geçirdi. Kendisinin hangisi olduğunu bilemedi. Aşk değilmiş bir varmış bir yokmuş ağızdan ağıza dolaşan çiklet misali, ıskalananın, iki kişi arasındaki uyum olduğunu düşünüyordu… Eskileri kurcaladıkça belki yeni farkına varıyordu. Bir mektubu daha çıkardı cebinden, dalgın ağır adımlarla yürüdü, iskelenin başında martılara ekmek atan çocukları ve yanından geçen kıvanç içinde el ele yürüyen ikinci baharlarını yaşayan çiftleri izledi bir süre. Bu kent ikinci baharını yaşayan çiftlerin, martılara ekmek atan çocukları izleyenlerin ve kırık dökük sözcüklerle yaşamı tamir edemeyen asık yüzlülerin kentiydi artık. Sus demişti… Yaramı sevme… Yaramı sevme… Sus… Sevmekle acımak arasında yaşanan anlarda gidip geliyordu adam. Martılar simide doymuş olmalıydılar ılık suların üzerine karınlarını koyup ısınıyorlardı. Adam sözcükleri sözcüklere dizerek iskeleden sahile yöneldi.

Kolay olmadığını düşünüyordu birlikte yaşanmış bir birlikteliğin birbirinden ayrılmasını İçinden neyi çıkarsa tarih oluyordu, hâtıra, anı oluyordu…

Adam fulya ağızlı sokaklara dokunsalar ağlayacak hüzünler istiflerken ne kadar kaçsa da anlaşılmasın içeriden konuştukları diye yüzünü kaçırıyordu. Sığınırken derin ve zorlu bir limana…


Gülün rengine kırmızısını vermiş kadın, dalgın ve derin bir sus boşluğunda çalkalanan gözleri teyellerinden havalanan bülbülün kanadına düşüyor. Radyoda nihavent bir makam… Kadının parmağından kanaviçesine damlıyor kan. Kuşlar ürkek uçuşa durmuş. Kadın harmanlamış anları belleğine bir bir söküyor…


Hekim oluyor kendine asmış omzuna ceketini “Ben kendimi gülün dibinde buldum”

Türküsüyle delikanlılığına yürüyor adam Kovalayıp İçindeki zorbayı adımladığı sokak aralarında kendine durmadan reçeteler yazıyor…


Denir ki suyun sesi sağaltıcıdır, en kanayan yaralarıyla adımlarken kıyıları Koşup yetişiyor ardından bilemediği kaçıncı kez yenilgisi geçmiş karşısına nanik ediyor.

Deniz uykuda, durgun, kımıltısız, kendi türküsünü söylüyor, martılar tembellik uçuşuna geçmişler. içindeki fırtınalara durmadan dalgakıranlar çekiyor adam…


Kadın teyellemiş adamın hüzünlerini kanaviçesine. Bir türküyle anemonlar açtırıyor

Dönmüş yüzünü denizden yana durmadan umut dikiyor…


Gurbette akşamların zor olduğunu düşünüyor adam. Ne fulya ağızlı sokaklar, ne yağmur yüklü bulutlar ne de akasya gülüşlü avlular… Değil değildi, Ah hep o türkü oldu müsebbibi, şimdi unutmak için dinliyordu adam…


“Senin de saçına karlar yağacak

Senin de gözlerine yaşlar dolacak

Pişman olacaksın günün birinde” Şarap içen üç adama tiz sesiyle tef çalarak bu şarkıyı söylüyordu çingene bir kız denizin başladığı yerde. Herkes bir yerinden kanıyor işte diye düşünürken bir sigara tüttürüyor, dudaklarına bastırıyor kırmızı güllü kanaviçeyi adam…



2017 Akçay

16 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page