top of page
Rahim GÜR

Emekçi Kadınlarımıza Andaç

Güncelleme tarihi: 7 Mar 2021


EMEKÇİ OLDUĞUNU BİLMEZDİ…

*


Doğmuştu, büyümüştü, çalışmazsa ne karnı doyacaktı ne de Nazilli basmasından işliği, donu, kara lastiği olacaktı. Yaşamak, eşit çalışmaya. Hiç kitap okumadan bilenlerdendi.

Bir gözü görmeyen, bir kulağı duymayan yoksul anadan doğdu. Babası topraksız kır emekçisi, yapı işçisiydi. Babası öldüğünde üç yaşında, kardeşi üç aylık, ağası on, abası on bir yaşındaydı. Bir göz Kapadokya evinde, ahırlı samanlıklı yaşamaya başladılar. Topraksız, salt kol gücüne dayanan bir yaşamları oldu. Dul anası kocaya gitmedi “…Çocuklarıma babalık tokadı vurdurmam!...”diyerek. İş yaramazken evde görevi tavuğa danaya göz kulak olmaktı. Abası okula gönderilmedi, kendisi de; yoksul, öksüz ve de kız olduklarından. Erkeklere özgüydü okul, önlük, kalem, defter. Belediyede muhasipti dayısı, hatırına yazmayıverdiler okula. Anasının donuna yapışıp ekin tarlalarında, harmanlarda, bağ bahçe işlerinde çalıştı. Hamur yoğurdu ekmek açtı. Az beslendi, çok çalıştı, havadan sudan olsa gerek dal gibi sivrilip gül gibi görümlendi. Abası on sekizine varmadan gelin oldu komşunun kır yoksulu oğluna. Ağası dalgacı çıktı, az çalıştı, çok yedi. Küçüğünü okula saldılar yarım bırakıp kaçtı. Geçim yükünü anasıyla omuzladı. ‘…Anası kadın olarak ne biliyorsa…’ ile yetinmedi, konudan komşudan iğne tutmasını, el işini öğrendi boş kaldıkça.

Boyuna posuna, çalışkanlığına, görümüne imrenen, eline ekmek tutuşturmayan akrabaları, komşuları dünürcü oldular arka arkaya. İşi zora dökmek de vardı işin içinde. Komşunun iti daladı günlerden bir gün, kasaba hastanesine gitti geldi Kuduz aşısına. Yüzünü anımsamadığı teyze oğluyla göz göze geldiler köprübaşında. İyi de ‘…solcu… Komünist diyorlardı ona. Nasıl bir şeydi ki o dedikleri?... Eli yüzü düzgün biriydi… Uzak bir yerlerde öğretmen diyorlardı.. Teyzesi de pek yukardan atıyordu hani...” Teyzesi diz ağrılarından iş göremiyor deseler de, kaçırılmak korkusundan hizmetçiliğe gönderdiler onu. Bir yaz boyu dillerini bilmedikleri büyükçe bir köyde birlikte yaşarken olanak buldukça konuşarak ısınıverdiler birbirlerine. “Ben de senin gibi emekçi bir insanım, çalışıp karnımı doyuruyorum sencileyin. Yoksulluğuma katlanırsan, yaşadıklarımızdan yakınmazsan birlikte bir yaşam kuralım. Dört ay düşün kendince, kimseden akıl sorma, sen onlardan akıllısın. Dört ay sonra gelirim, seni alır giderim…” demişti.

Beşinci ayın sonunda gelmişti sözünü tutarak, düştün peşine gözü karalığına, inancına güvenerek. Kimsenin karışamadığı, iki kişilik, yoksul ama sıcak bir evin olmuştu doğunun uzak bir köyünde. Mutluydu kendince de, okuma yazma bilmemenin utancını söyleyemiyordu. Her yeri karların kapladığı bir gece döktü içini. Sabah uyandığında masa olarak kullandıkları eski okul sırasının üzerinde yeni defter, kalem, silgi vardı. Üçünü de gizlice koklayıp ağlamıştı gizlice. Dayançla, bir oyun oynarcasına başladığı abece savaşını otuz gün sonra kazandı. Duvarda asılı tabaka büyüklüğündeki radyoyu, defteri, kalemi, ‘Nasrettin Hoca Fıkraları’nı çok sevdi. İki ay sürdü mutlu günleri ama okuma yazmayı,12 Mart balyozunu, eşinin korkulacak biri olmadığını da öğrendi. Teyzesi trafik kazsında ölmüş, anası da yaralanmıştı. Aklı ve özlemi doğuda, bedeni teyze evinde kaynına, görümcesine, yaşlı ebeye bakarak geçti bir sürem. Kayınbaba ikinci evliliğini yapınca yeniden eski günlerine dönemedi, tedirgin ortamdan, eşinden kaygılanırken yakınmadı anne olmanın yükünden. Tuz gölünün kıyıcığında iki göz toprak damlı eve kurdu göçebeliğini. İlk oğlunu doğurdu, ölü yüzünü öpüp koydu mezara. Düzene girdi yaşamı, arka arkaya üç kız doğurdu, yakınlarının ‘…kız doğuramadın…’ horlamalarına sessizce direnmesini de bildi. Elektriksiz, yolsuz, susuz, bakkalsız köylerde yaşamadan da yakınmadı. Eşinin dernek, sendika, toplantı, eylem, yazma, okuma çabalarından yakınmadan, kolaylaştırarak yaşadı. Başarılarından, sevilmesinden, aranan bir öğretmen olmasından da övünmedi. Ülkenin geçtiği zor günleri, sıkıntıları, saldırıları, dövmeler, öldürmeleri, asmaları anlayabildiğinden yasını birlikte tuttu, eşini avutmasını da bildi. Yaslı, acılı, dayanılmaz günlerden adlar seçti kızlarına. Yetmeyen aylıktan dolayı yakınmaktansa ekip dikmeyi denedi soluklanmak için. İş bulsa çalışmayı da düşündü, kadınların ev işlerinin dışında çalışmasının ayıplandığı yerlerden sıkıldı.

Kasabada yaşamayı öğrendi, çocuğunu doktora, okula, götürmeyi, eşini çantasında ekmek bıçağıyla izleyip korumasını yaşam dayatması olarak öğrenmek zorunda kaldı. 12 Eylül’de sokağa çıkmamayı, saklananları korumayı, hapishane ziyaretlerini, üç yılda dört ev değiştirmeyi, polis baskınlarını, jandarma aramalarını, sekiz yaşındaki kızına aldığı gazeteden dolayı sövülmesinin acısını içine atmayı, duvarına yazılan sövgü sözlerini kireçle kapatmayı, beş çocukla dul kalan ablanın çığlıklarını paylaşmayı sindirdi küçücük yüreğine. Erkek kardeşlerine iş bulmanın sevincini yaşamadan kapısına dayanan sürgünü duyumsayıp ‘…Kuzguna leş gagalatmamak…’ için doğduğu topraklara sürgün yaşamayı yeğlemeyi de.

Kendi toprağına, yağmuruna, havasına uymayan batı kasabasında mevsimlik tarım işçiliğiyle kan verdi beş horantalı evine. Küçükmenderes ovasının tarlalarında elli derece sıcakta, yağmurda, soğukta çalışmayı, aldığı gündelikle üç kızını, eşinin eğitimine can suyu vermeyi görev saydı övünmedi. Yoksul insanlar erken olgunlaşırmış, kızlarını da erken olgunlaştırdı tarım işlerinin zorluğunu yaşatarak. Yatılı liselerin, üniversitelerin kapılarında dolaştı yıllarca, azık çekti yurtların, öğrenci evlerinin yalnızlığına. Umut, sevgi, dayanca, direnç taşıdı çocuklarına. Sınav geceleri uyumadan sabahlamayı, sonuç öğrenmek için telefon beklemeyi öğrendi. Kazanılan her okuldan umutlu, biten her okuldan mutlu olmayı öğrendi. Çocuklarını iyi yerlerde görünce sevindi sevinmesine de gösteriş yapmaktan arlandı. Düğünü, derneği, kıtalar arası gurbeti gördü, torun sevdi. Anaç bir kartalın kanatlarınca genişti kolları, yavrularını korumada üstüne yoktu. Gözden, dizden, ciğerden, kan basıncından hasta olsa da sakladı hastalığını çocuklarından, bir eşi bildi derdin.

Onun elinin ekmeğe ulaştığı yıllarda insanlar sendikadan, dernekten, sigortadan, Bağ kur’dan kaçarlardı öcüden korkarcasına. Çok istemesine karşın hiç bir sosyal güvenlik kurumuna almadılar onu ev kadını, gündelikçi tarım işçisi olduğundan. Televizyondan, gazeteden mi imrenirdi bilmez ama eşinin her eylemine gönüllü destek verirdi. Meydanlarda bağırdı, kuru gevrek yedi, ücret fişi yaktı, hastane kapılarında bağırdı. Geçtiğimiz kışta dizlerini döverek Tekel işçisi kadınların direnişlerinde ağladı. Televizyonda tek sevdiği diziydi ‘ Hanımın Çiftliği’; çapa yapan, pamuk toplayan, işsiz kalan, zorla evlendirilen kadınlara ağladı gizlice.

Emekçi kadın olduğunu bile bilmezdi; yaşamın acı tokatlarını yiyerek öğrendi. Dünyanın her yerinde kendisi gibilerin alın teriyle kurulan zenginlikleri tanıdı. Kendisinin aç kalmamak için alın teri dökmesinin yeterli olmadığını, daha iyi bir yaşam kurmak için birlikte savaşımın gereğini tarlalarda, işletmelerde, çapada, üretimde, derimde terleye üşüye sezerek öğrendiğinden dayanışmada öncü olmayı, gündelik diretmelerinde sözcü, arkadaşına arka olmayı da ilke edindi.

Anlattığım emekçi kadın aranızda yaşıyor, emekçi olduğunu bilmiyordu, kitaptan okumadan yaşayarak öğrendi. Sigortasız, maaşsız, yeşil kartsız da olsa yaşıyor. Papatya, çullar sultanı olamadı, yılın kadını da seçilemediğinden görselde göremediniz/göremeyeceksiniz de. Sevgisi, saygısı YÜREĞİMİZDEDİR.


5 Mart 2018

&

19 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page