top of page
Yazarın fotoğrafımaviADA

OKUMA YORGUNLUĞU

Güncelleme tarihi: 4 Şub 2021


Yazacaklarım yorgunluğumdan yakınma değil, gönül kırgınlığımın yansıması ve aynı kırgınlığı duyanlarla paylaşıp gönül onarma yazısıdır.


Yazının başlığını okuyup “ Metal Yorgunluk” sözü usunuza düşüyorsa, hoş görülen boyalı basından, izinli televizyon haberlerinden yeterince doymuşunuz demektir. Yazıyı okumasanız da olur. Yazdıklarım küçük yaşından beri dergi, kitap okumayı yaşama biçimi edinmişlere; yaşadıkları yerlerin kitaplıklarının nerede olduğunu bilenlere yöneliktir. Okuduklarından edindikleriyle yaşamına anlam katan, yaşamı sürdürmede karşılaştıkları sorunları çözerken okuduklarından edindiği aydınlanmayla çözüm üretenlere, yaşamdan değişik bir tadı alma derdinde olanlarla söylemekteyim. Birikmiş kırgınlıkları, okuduklarından incinmeleri, güvendiği yazarlardan, yazdıklarından düş kırıklığına uğrayanlarla bir gönül yıkama, gönülden biriken kara sulakları akıtıp yorgun yüreği onarma derdinde olanlarladır.


"Artık okumak istemiyorum, usandım saçma sapan kitaplardan” düşüncesine saplanıp kalan gönüldaşlarımın olduğunu kendimden çıkarsadıklarımdan biliyorum. Altmış yıla varmış alışkanlığım usuma sıklıkla takılmaya başladı. Başkalarında da var mı böylesi takıntılar? Böylesi takıntılara saplanmamızın nedenleri nelerdir sorusunu sizler de sorar oldunuz mu?


Öncelikle beni okuma sevdasına düşüren birkaç tümceyle sevdanın derininde gezinelim. Okuduğum ilk Türkçe kitap, yaşadığım çevreyi anlatıyordu ve kahramanlarının çoğunu tanıyordum. Kendimi de kahramanlardan birisi olarak duyumsadım. Yazarının tüm kitaplarını okuyarak kahramanlığımın izlerini aradım. Benzer kitaplarla ergen dönemimi geçirmekte zorlanmadım. Gülmeceyi ustasından okuyup insanların bin bir durumunu tanıyıp gülerken düşünmeyi öğrendim. Konuşmayı, sözleri düzgün dizmeyi o yıllarda öğrendiğimi sanıyorum.


John Stainback’i erken yaşlarda tanıdım, çelik kasalarda saklanan ülkemizde yasaklanmış kitaplarını bile bulup okumaktan korkmadım. Yasaklanan her şeyin ayrı bir gizemi olduğu düşüncesini yaşam boyu taşıdım. İlerleyen yıllarda John Stainback ADB- Vietnam savaşı için “ ABD bu savaşta haklıdır.” dediğinde ilk kırılmamı yaşarken sorgulama gereğini duydum. Boris Vivan, II. Paylaşım savaşı sırasında Rusya’dan Almanya’ya çavdar taşıyan trenleri görünce Fransız Komünist Partisi’nden istifa edince, yürekliliğin ve diklenmenin böylesine imrendim. Her güzel görünenin alkışlanmayacağını sezinledim.


Nobel Ödülü izleri olduğum süremde, Mihail Solohov’u tanıdım. Kitaplarını edinebilmek için beş gün el arabasıyla taş taşıdım yapılarda. Bir yaz ders çalışırcasına atlaslara baka baka okuyup imrendim. Çin Komünist Partisi “ Revizyonistlikle” suçlayınca ötekileri de okudum. Sovyetlerde yasaklanan yazarların başka ülkelerde yazdıklarından bulduklarımı okuyunca, siyasetlerin yazın üzerindeki etkilerini, baskıcı ve denetleyici olmaya çalıştıklarını anlayarak yeni bir çevren kazandım. Savaşlarla işbirliği yapan yazarların üzerine bir kırmızı çizgi çizmeyi de öğrendim. Her Nobel kazanan yazarın iyi kitaplar yazmadığını, başka nedenlerle de ödül verildiğini sezinlemede gecikmedim.


Yaşamımın on yılını on dört numara gaz lambası ışığına okumaya verdim. “Kavgam'dan, Das Kapital’den, Lenin’den, Stalin’den, Mao’dan, Enver Hoca’dan karışmış siyasal bilincimi Mustafa Kemal’in Söylevi” ile durultmayı başardım. Hiç birisinin Anadolu halkı ve gerçeği ile örtüşmediği gerçeğini gördüm. Siyasal okumalarımın hızı, yazınsal okumalarımın hızını geçmedi. Dünya yazınını kıta kıta, ülke ülke taradım. Türkiye, Ortadoğu, Kafkasya yazını ne den Güney Amerika yazınına akraba görünüyordu? Sömürgecilikle yazın arasında bir bağ mı vardı? Sürgit çözmeye çalıştığım karmaşık ilişkiler yumağındaki gizemi yaşlandıkça çözer oldum. Çözme çabalarım sürecek sanıyorum.


Dünya ülkeleri neden yöneticileri, diktatörleri, kralları, padişahları, sultanları ile değil de yazar ve ozanları ile anımsanıyor? Çok uluslu ve çok dilli bir ülkede Türk olduğunuzu söyleyince hemen yazar adlarını sorarlar? Koreli bir genç Mustafa Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Aziz Nesin’i anıyorsa nasıl düşünürsünüz? Arnavutça bilmem ama Sırp Savaşından kaçıp Türkiye’ye gelerek evlenmiş bayan öğretmenle “ İsmail Kadare” adının bağıyla tanış oldum. Dostluğumuz sürüyorsa bağımız yazının ve yazarın gücü müdür?


Yazımı dünya yazını ile başlatırken, dünya yazınına hayranlığımdan değil de evrenselden ulusala bakarak yorgunluk nedenlerimi sıralamak istedim. Dünyada olan bizde de mi oluyor? Yazın kuşuna dünyayı dolaştırdık, yorulmuştur belki. Ülkemizin ılıman sularına konduralım da soluklansın, duru derelerden, göllerden su içip bereketli toprağımızdan doyunsun artık.


Altmış yıllık okuma çizgimde ülkemin yazarları hiçbir zaman ikincil kalmadı. Başka ülke yazarlarını okurken de aralarında bir bağ, benzerlik, ortak duyguyu aramaktan uzak duramadım. Yurdumun her köşesinden köyleri anlatan yazarları okumaya özen gösterdiğimde gördüğüm; İnsanların adını değiştirirseniz yaşadıkları, yaşayamadıkları, umutları, ulaşabildikleri çok benzeşiyor. İşin temelinde üretim, tüketim, paylaşım var. Savaşlar her bölgenin insanına acımasız davranmıyor mu?


Okumaya tutkun yıllarımızda yazarlar, yayımcılar az mıydı bilemiyorum.? İki bağlamdan bakıyorum sorunun yanıtına. Yazarlar az yazıp öz yazarak, emek verdiği eylemlerini önemseyip, nicelden çok nitele mi değer veriyorlardı? Yayımcılar azdı belki. Anımsadığım yayınevleri de akçalı çıkardan çok yayımladığının niteline önem vererek okura saygılı mıydı? Geçmişin önemli yayınevlerini düşündüğümde, kendi yazarını ve okurunu yetiştirmekte okul görevini de yürüttüğüne inanıyorum. Kitap ederleri okurunu zorlamazdı. Öğrenciler, öğretmenler indirimlerle korunur, geleceğini hazırlamasına olanak verilirdi. Sınıf, okul, kasaba, kent kitaplıklarına önem verilirdi. Kuşağımın birçok okumuş yazmışı sobasız evlerinden kaçarak kitaplıkların sobalı, ısıtılmış salonlarında ders çalışarak okullarını bitirmişlerdir. Öğretmenlerimiz yatılı Köy Enstitülerinden, öğretmen okullarından edindiği deneyimleriyle sınıf ve okul kitaplığı oluşturmakta ustalaşmışlardı. Bir yumurta ederine onlarca kitap okuyabileceğimizi o yıllarda öğrendik. Giderek radyo yaşamımızda yer almaya başladı. Kasabalarda, kentlerde sinemayla ucundan kıyısından tanıştık ama okumamıza engel olamadı. Radyonun sesini kısarak okumayı ve ders çalışmayı deneyerek öğrendik. Şimdi de alışkanlığı sürdürenlerin olduğunu sanıyorum.


Televizyonun nasıl bir ahmak uyutan olduğunu anlamamızın uzun sürdüğüne inanıyorum. Okuma severlerimizin çoğunu görsel sunumları yaygınlaştıran araçların yaygınlaşmasıyla yitirdiğimiz acı bir gerçektir. Okumamak için uyduruk gerekçeler sıralayanların günde kaç saatini görsel araçlara ayırdığını araştırsak sanırım acı gerçekten yürek sıkıntısına düşeriz. Elektriğin, televizyonun, görsel yayınların çoğalmasının yanında kentlerde yaşamanın getirdiği yeni yaşama biçimi de kitabın önemini eritmeyi başardı. Bilişim, iletişim alanındaki gelişmeler, bilgisayarın yaygınlaşması yazarı, yayıncıyı, kitabı ve okuru yozlaştırdı kuşkusuz. Ayrıntılardan öze dönersek;


Geçmişten günümüze baktığımızda siyasal, dinsel, akçalı ilişkilerin, yazma, yayınlama, pazarlama, okuma üzerine kurduğu şeytansal üçgendir. Öyle bir şeytansı üçgen ki yazarı, yayıncıyı, kitabı, okuru suçlu olarak görmesidir. Erki karşısında silahsız bir askeri güç olarak algılamasıdır. Has okurlar yazarın, yayıncının, okurun suçlanarak hapishanelerle, sürgünlerle, akçalı cezalarla, linç edilmelerle, ülkeden kaçırmalarla nasıl korkutulduğunu çok iyi bilirler. Bir dönem bizim kuşak okuduğumuz kitaplardan, gazetelerden, dergilerden, yazdıklarımızdan dolayı, okullarından sürüldü, cezaevlerine düştü, okullarından atıldı. Topluma suçlu- sicili bozuk gösterilip işsiz, aşsız bırakılmadı mı?


Yaşanan siyasi boğuntuların cuntalı günlerinde kitaplar, dergiler, gazeteler suç öğesi olarak dillendirilerek gösterilmedi mi? Yapılan eylem yazmayı, okumayı kötülüklerin anası olarak göstererek insanlarla kitaplar arasındaki düşmanlaştırmayı kalıcı kılmaktır. Yazar, yayıncı, okur ayağını denk almalıydı. Yoksaaaaaa! Bütün bunlara karşın yazarın, yayıcının, okurun direnenlerinin varlığı kökten kazınamaz. Kazanan da direneler olmuştur ve olmayı sürdürecektir.


Ülkemiz bir bölük yazın erleri (Yazar), yayıncıları, pazarlayıcıları sıkıyı görünce siyasal ortamla uzlaşırken, uzlaşmayıp direnenleri önemsizleştirilerek, yok sayılarak unutturulmaya çalışılmıştır. Okurun en sıkıntılı dönemleridir böylesi dönemler. Yetmiş yıldır bu sıkıntı yaşanır ülkemizde. Her siyasal dönem kendi yazarını, yayınevini, kendi görüşündeki okurlarına göre yönlendirmekten kaçınmaz. İkici yeni akımı, cumhuriyet dönemi yazın kuşağını önemsizleştiren uzlaşmacı bir yol izledi. Sosyal gerçekçi akımın önünü askeri cuntalar dönemi keserken, Türk İslamcı dayatmalarla oluşturulan ortam 21. Yüzyıl başlarında yeni dünya düzeni ortamına dönüştürülerek okurun usu bulandırıldı. Post modernizmin, bilim kurgu soyutuyla, dinci, tarikatçı seçkiciliğiyle karmaşıklaşınca okur daha da şaşkınlaşıp, okuduğunu anlamayınca okumadan soğudu. İzlenen yayın izlenceleri, giderek yazınsal özünü yitiren serbest piyasacı bir yolu dayatınca; yazın alınıp satılır bir mal konumunda algılanıyor. Yazar, neyin beğenilip satılacağını, yayıncı ne kadara kazanacağını düşünmeye başlayınca, aldatmaca yaymaca ortamının desteğiyle “ çoksatar yazar- çoksatar kitap” özeğine varıldı.


Değerli kitap yayınladığına inandığınız yayınevleri birer birer kapanırken, ayakta durmaya çabalayanlar da yerli ve yabancı yazarların suya sabuna dokunmayan ürünlerine yönelerek günü kurtarma yolunu seçti. İkinci Paylaşım savaşından sonraki dönemde önemsenmemiş kitaplarını yayımlayarak düzenin yanında olduğunu duyumsatmıştır. Ödül olgusu amacından saptırılıp iç ve dış siyasaların yayılmacısı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Okur, “ödüllü” sözüne aldanarak okuduğundan düş kırgınlığı yaşamaktadır. Çeşitli gazete ve dergilerin, yayınevlerinin, gazete kitap eklerinin "çok satanlar" dizini artık önemsizleşmiştir. Okur kendine göre yazar ve kitap seçimi yapmak zorundadır. Nasıl olmasın ki? Çok ünlü bankaların çok ünlü yayınları arasında bir tek Köy Enstitüsü çıkışlı yazarın adını göremezsiniz. Bir dönemde çok satan kitapları yazan, okuma alışkanlığı vermeyi erek edinen, yazdıklarıyla sinemaya, tiyatroya da destek veren yazarların adını bile unutturmaya çalışmıyor muyuz? "Köy ve tezek kokan" kitapları kitaplığından atan yazarın yıldızlaştırıldığı ortamda kırk yaş ve altı okur “tezek kokan kitapları" okumuyor. Yaratılan ortamdan yararlanmaya çalışan bir öbek tanınmış yazar da akıma uyarak hiçbir nen(şey) anlatmayan, anlattığını sandığı öykü, roman, şiir yazarak yayıncıların kapısında kullaşıyor. Yazdıkları döneme baktığınızda ise bir iki kitabının okunur olduğunu, ötekilerin dolgu gereci olduğunu görünce yoruluyorsunuz.


Anadolu’nun her köşesinden özenci yazarlar gerçek yazının derdine düşmüşler. Yayıncılardan umudu keserek, akçalı giderlerini emekli aylığından karşılayıp kitap yayınlama inadında olanlara bir dokunun bin ah işitin. Merdiven altı, korsan yayıncılarınca dolandırılarak hastanelerin yoğun bakımına düşenleriyle arkadaş olun da gelin okumadan yorulmayın. Eline tutuşturulan kitabını kendisi bile tanıyamıyor.


Bilgisayar kolaylığından yararlanarak bencileyin yazarlığa özenen öbek ise ayrı bir kanamalı yanılgının içinde olduğunu sezinleyemiyor. 1919’da İzmir camilerinden hoparlörle miting çağrısı yaptıran… (…) savaşında topları patlatıp filleri ürküterek askerleri çiğneten… Yarattığı roman kahramanını karıştırarak yüz yanal ayrımına varamayan, Kanyonla kalyonu karıştırarak bir roman bitiren… Halkın anasından babasından dinleyerek ezberlediği eşkıyaları, efeleri, dadaşları, zakkoşları anlatarak roman yazmaya çabalayan… Aynı olayı kitabın değişik bölümlerinde aynen yineleyerek dolguculuk yapan… Bireyi öne çıkarma kaygısında kendisinin, ailesinin, dede ve ninesinin sır dökümünü yazan… Kadın hakları savunuculuğu yaparken, benliğinde gizlediği sapkınlıkları anlatan… Ünlü olma kaygısıyla bölücülük, dincilik, cumhuriyet ve devrimleri dönemine saldıran, Osmanlıya övgüler dizen… Geçmişin kalkışmalarına, toplumun iç kavgalarına, belirli coğrafyalara, siyasi dönemlere özgü dinlediklerini araştırmadan okumadan; kolaycıların saçma sapan, beklentili yazdıklarını okumak yormaz mı has okuru? Yüzlerce yazarın emekleri olan kitapların kitapçıların ucuzluk sepetinde, kaldırım sergilerinde yönünü SEKA’ya dönerek bekleştiğini gördükçe yazara, emeğe, kitaba kırılmayan, yorulmayan okur var mıdır?


Güvenerek gittiğiniz kent kitaplıklarının sergenlerinden, beğendiğiniz yazarların, yayınevlerinin kitaplarının usulca çekildiğine, yerine ucuz siyasa kitaplarının konulduğuna tanık oldukça yorulur has okur. Dergilerin, gazete yazın eklerinin kitap tanıtma yazılarının gerisindeki sen-ben, ahbap-çavuş ilişkilerinin olduğunu bilerek, tanık olarak, aldatılmaya çalışıldığınızı duyumsarsanız, yorulmakta haklısınız. Has okura sormak istediğim soru; okuduğunuzdan yazıklandığınız kitabın, okuyamayıp elinizden, gönlünüzden attığınız yazarların sayısı kaçtır?


Okumaya tutkuluysanız, yaşadığınız günlerin umutsuzluğundan- yaşama sevinci yakalamak umuduyla, kitapların sessizliğinde, gönlünüzü onarmaya çalışacağınız kitapların olması bir ilaçtır. İlacın iyisini de geçmişin deneyimlerinden yola çıkarak bulacak has okurun kendisidir. Yorulmamak için seçici olmak zorundayız. Okuma işi önemli bir zihinsel eylemdir. Her kitapla, yazarla, yayıneviyle yorup yaralamanın da anlamı yoktur. Değerliyi okuma dileğimle.




21 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page