top of page

O Güzel İnsanlar da Gittiler...

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2020

Yeni yılın ilk haftası bitmek üzere, kış mevsiminin tam ortası... karanlık, soğuk ve umutsuz günler yaşıyoruz. Güzel bir haber duyar mıyız diye beklerken üst üste aldığımız kötü haberlerle adeta yaşam mücadelesi veriyoruz; sözün kısası acılar hiç bitmiyor...


İşte bugün Türk sinemasının efsane ismi, Hababam Sınıfının Mahmut hocası Münir Özkul'un kaybına üzülürken, Bir İstanbul sevdalısının, mimar, yazar Aydın Boysan'ın da ölüm haberini duyduk. Bir yanda babalarının kurşunlarıyla hayata veda eden iki minik yavru, diğer yanda neredeyse bir asrı bulan yaşamlarına veda eden iki koca çınar... İşte karanlık ve ölüm kadar soğuk bir gün daha... Ölümün ne yaşı var, ne zamanı...


Günün birinde bir çığlıkla geldiğimiz dünyadan yine günün birinde, hiç haberimiz olmadan çekip gideceğiz, arkamızda gözü yaşlı sevgililer, ağıtlar bırakarak. Her ne kadar Cahit Sıtkı; "Yaş otuz beş yolun yarısı eder" dese de bu hesabın tutmadığını hepimiz biliyoruz. Yetmiş yaşına kadar yaşayacağını zanneden Tarancı, ne yazık ki kırk altı yaşında hayata veda edivermiş. Yani yaşam ne bizim istediğimiz, düşündüğümüz gibi ne de planladığımız gibi gidiyor. Lafın özü ne doğmak elimizde, ne de ölmek... Tıpkı şairin şiirde dediği gibi ...


"Yaş otuz beş! yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider."


Hayatın acı bir gerçeği olan ölümü aslında çok iyi bildiğimiz halde bilmezden geliyoruz ta ki yanı başımıza gelene kadar... Zaten ölüm kendini hiç unutturmuyor ki... Bir bakıyorsunuz bir maden göçüğünde, bir bakıyorsunuz bir trafik kazasında, bazen bir hastane odasında, bazen sıcacık yatağınızda ya da sokak ortasında... ama hep yanı başımızda...


Gençlik yıllarında bir ölüm haberi duyduğumuzda (bugün de olduğu gibi) hemen yaşını sorardık ölen kişinin. Ellili veya altmışlı yaşlarındaysa "eh, az da yaşamamış" derdik. Oysa şimdi aynı yaşlarda ölenlere; "vah vah, daha gençmiş" diyerek hayıflanıyoruz. Çünkü ömür göreceli bir kavram; zamana göre, kişiye göre değişiyor ha bire...

Madem ki ölüm bu kadar yanı başımızda, böylesine yakın bize, öyleyse kalan ömrümüzü niye heba ediyoruz ki... Şöyle bir düşündüğümüzde ömrümüzün en güzel günlerini hep bir şeyleri kovalayarak, ya da birileri için yaşayarak geçirdiğimizi fark ediyoruz; işimiz, ailemiz, tutkularımız, hırslarımız en güzel yıllarımızı alıp gidiyor elimizden. Tam kendimize geliyor sıra, biraz da kendimiz için yaşayalım derken veda vakti gelip çatıyor...


Yeni bir yıla başladık madem, hayata bakışımıza da yaşamımıza da yenilik getirsek olmaz mı ? Örneğin geçmişteki öfkelerimizi, kırgınlıklarımızı unutmaya çalışsak, "birileri ne der ki" düşüncesini silip atsak kafamızdan, gülümsemeyi, "günaydın" demeyi, selam vermeyi öğrensek yeniden. Empati yapabilsek kızıp öfkelenmeden önce, hırslarımızı, kinlerimizi bir yana bıraksak...

Diyeceksiniz ki "bunca olumsuzluk, çirkinlik yaşanırken; bunca kötü insan ortalarda kol gezerken nasıl olacak o dediğin?" Marifet orada değil mi zaten...her şeye rağmen hayata gülümseyerek bakabilmekte ya da en azından hayattan vazgeçmemekte değil mi marifet...

Belki de bu dediklerime en güzel örnek olarak bugün kaybettiğimiz iki güzel insanı verebiliriz. Aydın Boysan, otuz beş yaşında yabancı dil öğrenmiş, altmış bir yaşında gazetelerde yazmaya başlamış, altmış üç yaşında ilk kitabı çıkmış ve seksen beş yaşına kadar otuz kitap yazmış, hayata sımsıkı sarılmış, neşe dolu bir insandı. “Rakıyla yetmiş senedir, eşimle altmış senedir evliyim. Demek ki evlenme kararını almak için on yıl kafayı çekmek gerekiyormuş.” diyerek kendiyle dalga geçen, hayata gülümseyen bir insan...


Münir Özkul'un ise beyaz perdede canlandırdığı tipleri hepimiz anımsarız. Mahmut hoca, Yaşar usta, turşucu Kazım ve diğerleri...O tıpkı yaşamındaki gibi üstlendiği rollerde de hep sevecen, vakur bir aile babasını canlandırır. Fakirdir ama evini geçindirir. Hakkı olmayana el uzatmaz, başka bir haksızlık gördüğünde de müdahale eder. O haylaz öğrencilerinin babaca öğretmeni, filmlerini izleyen herkesin hocası ve manevi babasıdır! Her ikisini de sevgi ve rahmetle anıyoruz


Öyleyse yarından tezi yok, yaşama yeniden dört elle sarılmayı, yaşamdan zevk almayı deneyelim... Mesela; önce kendimizi severek, kendimize selam vererek başlayalım güne, bindiğimiz otobüsün şoförüne selam verelim, gördüğümüz apartman veya sokak komşumuza gülümseyelim, ayağımıza sürtünen kedinin başını okşayalım, sararan yaprakları, düşen yağmur damlalarını seyredelim yürürken, martılara ya da kuşlara el sallayalım...film izleyelim, kitap okuyalım...

Belki de tüm kötülüklere, kötü insanlara rağmen hayatın hâlâ ne kadar güzel ve yaşanılası olduğunu fark ediveririz kim bilir...


"Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında."


Mademki ölüm hepimizin başında, hem de yanı başında; öyleyse o saltanatı musalla taşına bırakmayalım, yaşarken sürelim...

38 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/685
bottom of page