top of page

Hikaye İçinde Hikaye

Güncelleme tarihi: 8 Ara 2020


Kolej yıllarında oda paylaştığım bir arkadaşım Nihat Genç’in “İyi Kocalar, Korkak Aşıklar” makalesini yollamış, keşke okusan da hakkında konuşsak demiş. Nihat Genç’i kendine yakın buluyormuş, bense kendisini Ekşi Sözlüğün sol frame’inden başka yerde görmediğimi itiraf edeyim. Hiçbir kitabını da okumadım, ama bu makalesini okudum.

Makalenin "Bu romanlar, kumpaslara ve ihanetlere karşı plansız, projesiz ve bir kasıt taşımayan; insan varlığımızı koruyan kalkanlar, insan yüreğimiz ve kabuğumuz oldu. Cesetlerinden köprü yapıp geçen Annibal orduları gibi…" kısmını okuyunca aklıma geçenlerde dinlediğim ve çok sevdiğim bir hikaye geldi. Hikayelerin, özellikle iyi yazılmış kitaplardaki hikayelerin insan yaşamı üzerindeki etkisini çok güzel anlatan bir hikaye bu. Hikaye içinde hikaye yani…


Muhammet Somali'de hayatının en güzel altı ayını yaşıyordu, sevdiği işi yapıyor ve yeni evlendiği karısına dinlemesi için kaset dolduruyordu. Yazdığı bir mektup yüzünden Somali Hükümeti tarafından müebbet hapse mahkum oluyor ve tek kişilik bir hücreye atılıyor. Hamam böcekleri dışında başka canlı görmeyen Muhammet, sekizinci ayın sonunda yan duvardan bir fısıltı duyuyor. Hapse atıldığı mektubu yazmasına neden olan doktorun da yan hücrede olduğunu anlıyor böylece. Doktor ona duvara vurarak kendi aralarında yarattıkları bir kodla konuşmayı öğretiyor. Günlerce aylarca duvara vurarak konuşuyor, birbirlerine fıkra, hikaye anlatıyorlar.


Doktor, Muhammet tutuklandıktan sonra içine birkaç eşya ve birkaç kitap koyduğu çantası ile hazır bekliyor; her an çalacak kapıyı, gelecek polisi… Ama hapiste eşyaları hatta gözlüğü bile ona verilmiyor.

Muhammet hapiste tek kişilik hücrede giderek delirmekten korkuyor, geceleri karabasan görüyor sürekli ve birkaç kere uyanıp doktorla konuşmak istiyor. Gece kaç kere olursa olsun, saat kaça olursa olsun doktor kalkıp onunla konuşuyor, onu sakinleştirmeye çalışıyor.


Muhammet en çok da karısına kızıyor, onu aramadığı, sormadığı için öfkeleniyor. Kadıncağızın arama sorma imkanı olmadığını bilmesine rağmen giderek içi bileniyor ona karşı. Karısının onu boşadığını sanıyor, zaten altı aydır evliydiler, zaten karısı çok gençti, zaten kocası hapse giren siyasi suçlulara baskı yapılıyordu kocalarını boşamaları için. Muhammet karısının dışarıda iyi bir hayat yaşadığını, belki tekrar evlendiğini düşünerek delirecek gibi oluyordu.


Ama ikinci yılın sonunda doktor iki yıldır giydiği giysilerini değiştirmek üzere hapishane müdürünün odasına çağrılıyor. Doktor çantasından giysilerini alırken kitaplarını görüyor ve müdürden alamayacağını bildiği halde kitaplarını almak için izin istiyor. Müdür ona bir kitap alması için izin veriyor ve o da kitapların en kalını olan Anna Karanina'yı alıyor, hücreye götürüyor.


Günlerce, aylarca duvardan duvara Anna Karanina okunuyor böylece. Kitap İngilizce; 800 sayfa, 350000 kelime, yaklaşık 2 milyon harf, her harf birkaç tıklama… (Dünyanın en zor okunan kitabı olmalı) Doktor bileği ve parmağının incinmemesi için elini çarşafı ile sarıyor ve kitabı okumaya (tıklamaya) başlıyor. Edebiyat tarihinin en iyi başlangıç cümlelerinden biri olan şu cümleyle; "Mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır."


Hikâyenin burasından sonrası Anna Karanina'nın Muhammet'in üstündeki etkisi hakkında. Muhammet’in Konta olan nefreti Anna, güzel siyah kadife elbisesiyle baloya gidip onunla dans ettiğinde başlar, çünkü kont askerdir ve üniforma giyiyordur. Muhammet de askeri bir hapishanededir.


Hikâye malum; Anna, Kont Vronski'ye aşık olur, kocasını aldatır, aşığından hamile kalır. Buraya kadarı olanlar o zamanlar soylular arasında yaşanan olağan işler, ama Anna sonra hiç yapılmamışı yapar ve sevmeden evlendiği kocasını ve küçük çocuğunu terk eder ve aşığıyla yaşamaya başlar.


Anna toplumdan afaroz edilir, Kont Vronski ise erkek olduğu için yaşamına hiçbir şey olmamış gibi devam eder, davetlere balolara gider Annasız. Anna sevdiği adam onu sevseydi, onu bu durumdan kurtarmaya uğraşırdı diye düşünür ve çok üzülür.

Muhammet de karısı için aynı şeyi düşündüğünden kendini Anna'da görür. Anna toplumun baskısı yüzünden yalnız ve acılar içinde kıvranırken Muhammet de hapiste yalnız ve acılar içindedir. Anna'nin çektiği kıskançlık acılarının aynısını Muhammet hücresinde çeker. Bu acılarla aklını kaybedeceğini düşünen Muhammet kendini 1800’lerde yazılmış kitabın kadın kahramanında işte böyle bulur.


Romanın 750. sayfasına gelindiğinde Anna Kont Vronski'le Moskova’da yaşamaya başlamıştır. Hava sıcaktır, Vronski annesini ziyarete gitmiştir. Anna Kont'un annesinden nefret eder, çünkü onun oğlunu genç bir kadınla evlendirmeye çalıştığını biliyordur. Anna bir yandan onsuz Vronski’nin hayatının kolaylaşacağını düşünür, bir yandan da Kontun da onun kadar acı çekmesini ister ve olaylar gelişir.


Birden, Vronski'yi ilk tanıdığı gün trenin altında kalıp ezilen adamı hatırlar, ne yapması gerektiğini anlamıştır artık. Raylara giden merdiveni koşar gibi iner. Trenin geçeceği yerin yakınında durup vagonların alt kısımlarına, zincir ve vidalara bakar. Ön ve arka tekerleklerin arasını tasarlamaya ve tam önünden geçeceği zamanı atlamaya çalışır. Trenin gölgesine ve kararmış traverslere bakarak, “evet tam ortasına atlayacağım, hem kendimden hem başkalarından kaçmış olacağım, ona cezasını vereceğim" diye düşünür.


Muhammet tıklamaları dinlerken Anna'nın intihar edeceğini anlar, ağlamaya başlar, ama gözyaşları sadece kendisi için değildir, bu sefer karısı için de ağlar. Onun da kim bilir ne kadar acı çekmiş olabileceğini düşünür ilk defa. Ayrılıklarının ikinci yılında kendini ilk kez karısının yerine koyar, onun için çok üzülür. İyi bir eş olabilmiş miydim ona, diye sorar kendine. O mektubu yazdığı ve eşini de bu duruma mahkum ettiği için ilk defa kendini suçlar. Evet kendisi hapisteydi ama dışarıda da karısı kim bilir neler çekiyordu. İlk defa kendine acımak yerine karısına acır ve böylece kendini çok daha iyi hisseder.


Tolstoy’un sihridir bu olay deniliyor. Kendisini herkesin yerine koymuş gibi yazar Tolstoy, olaylara değişik açılardan da bakmamızı sağlar. Kitaptaki karakterler de sürekli birbirlerini tartarlar ve birbirlerini daha iyi anlamaya çalışırlar.


Hikaye iyice uzadı ama dahası da var, yorulmadıysanız. Muhammet Somali'de siyasi rüzgarlar değişince, sekiz yıl sonra hapisten çıkar. İç savaş eskiden yasadığı şehri yerle bir etmiştir. Karısı çalıştığı bankanın müdürü tarafından Muhammed’i boşaması için baskıya uğramıştır ama kadın boşanmamıştır. O zaman müdür de kadını başka bir şehre sürmüştür. Muhammet çıktığında karısı Almanya’da göçmen kampında yaşamaktadır. Oraya yakın başka bir ülkede buluşmaları için on ay daha geçmesi gerekir.


Muhammet karısını görürü görmez tanır, karısı ona koşar, kucaklamak için kollarını açar ama Muhammet ona sadece elini uzatır sıkması için. Ona tam o anda ne olduğunu anlayabilmek için Muhammet tekrar kitaba döner ve kendini bu sefer Konstantin (Kostya) Dmitrich Levin'e benzetir.


O anda, Levin'in bütün kitap boyunca yaptığı gibi kendinden şüpheye düşer çünkü. Orada yıllarca kavuşmayı beklediği karısının karşısında ruhsuz, duygusuz kalır. Ama kitabın sonundaki Levin gibi o da her şeyin mükemmel olamayacağını bilahare anlar ve elindekilerle mutlu olması gerektiğine karar verir.


Hapisteyken yaşamadığı anlar ve yaşama kaldığı yerden devam edebilmesi için her şeyi tekrar öğrenmesi gerektiğine karar verir ve öyle de yapar. Tekrardan sevmeyi öğrenmesinin zaman alacağını, karısının sekiz sene tek başına yaşayan bir insanla tekrar beraber olabilmesi, yaşayabilmesi, anlaşabilmesi için çok çaba sarf etmesi gerektiğini anlar. Bunu bilmek onun karısıyla tekrar beraber yasamaya alışmalarına, birbirlerine tekrar aşık olmalarına yardım eder. Bunu da dünyasını zenginleştirdiği için Tolstoy'a borçlu olduğunu söyler.


Bu hikayeyi çevirirken internette Anna Karanina için ne yazılmış diye bir ara baktım. Bir sürü makale var, yazanların hemen hepsi de erkek. Acaba kadınlar Anna için ne düşünüyor diye sordum kendime. “Madam Bovary’yi, Kız Kardeşim Carrie’yi, Anna Karenina’yı” çok genç yaşta lise yıllarında okudum. Onların dünyası benimkinden çok uzaktı ve benim aklımda kendi hayatımın paralelindeki tek olgu, Anna’nın çocuğunu arkasında bırakmak zorunda kalışı ve çocuğunu görebilmek için yaptıkları ile kocasının katı davranışlarıydı.


Daha sonraları yaşım geçtikçe kendilerine çizilen yolda yürümek istemeyen her kadın kendini öldürmek zorundadır felsefesini kakalamak isteyen Avrupalı yazarlara diş bilediğimi hatırlıyorum. Çok genç yaşta bile Kont Vroski’nin işe yaramaz biri olduğunu hemen anlamış ve sırf aşık olduğu için çoluğunu çocuğunu bırakan Anna’ya kızmıştım. Aşk dediğin şeyin insanın başına bela açmaktan başka işe yaramadığını görmek için Anna Karanina’yı okumak gerekmiyordu ben büyürken. İnsanın etrafına bakması ve görmesi yetiyordu. Aşk için kendini oradan oraya atan kadın varsa etrafımızda sonu zaten iyi olmuyordu. Onlar aşk meşk derken, erkekler doktor mühendis oluyor hayata atılıyor para kazanıyor ve sonra kendilerine aşkla bağlı kadınları sepetliyorlardı. O zaman en iyisi okumak, onlar gibi doktor mühendis olmak aşk kapanına düşmemekti.


Nihat beyin bahsettiği “Kadının içinden patlaya patlaya fışkıran, akıl mantık, gelenek ve iradeyle durdurulamayan volkan” olayı kağıt üzerinde hoş durmakla birlikte bizler için lüksten başka bir şey değildi.mGene de Tolstoylara Flaubertlere, Dresierlere uzun yaz tatillerinin sıkıcı günlerini ve gecelerini doldurdukları ve başka dünyaları bize açıp aydınlattıkları için buradan teşekkür edelim…

25 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/685
bottom of page