top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

Aramızdan Bir Kimse

Güncelleme tarihi: 15 Şub 2022


Bir KİTAP, Bir YAZAR

Yaşasın Yenilenler

Öner Yağcı

*



/

Yasasın Yenilenler” ve Öner Yagcı


*

ÖNER YAĞCI,YAŞASIN YENİLENLER, Roman, Cumhuriyet kitapları, 2011,2.baskı

/

Öner YAĞCI:

1951 yılında Tokat Zile’de doğdu. Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünü bitirdi. 12 Mart döneminde 2 yıl tutuklu kaldı. Ağrı’da öğretmen olarak çalıştı. Öğretmen örgütü TÖB-DER’in Yöneticiliğine getirildi. 12 Eylül darbesi sonrası tutuklandı, 5 yıl hapiste kaldı. Kardelen romanıyla 1986’da, Turnalar’la 1988’de ödül aldı. Romanlarının yanında çok sayıda inceleme ve deneme kitapları yazdı.

Yazarın YAŞASIN YENİLENLER romanı 2011 yılında bütün kitaplarını yayımlayan Cumhuriyet kitaplarından çıktı.

*


YAŞASIN YENİLENLER

Yazar, 12 Eylül döneminde henüz öğretmenliğinin başındayken tutuklanıp TÖB-DER davası nedeniyle yargılandığı günlerde bir süre Mamak Askeri Cezaevi’nde kaldı. Yağcı’nın bu süreçte (1981) yazdığı ve dışarıya ulaştırmayı başardığı notlarından oluşan Yaşasın Yenilenler, sıcağı sıcağına, en can alıcı noktasından, hapishaneden ve bizzat kurbanın ağzından o dönemin tanıklığıdır. Otuz yıldır üzerinde belki de en çok söz üretilen 12 Eylül’ü, yazıldığı dönemi ve yazarın belki hâlâ atlatamadığı travmayı düşünürsek siyasî yönü baskın bir kitap olması doğal olan Yaşasın Yenilenler, hemen hemen dönem etkisindeki çoğu kitap gibi tez romanı olsa da klâsik romanın derin tatlarını da taşır. Bu yönüyle bakınca Yağcı’nın romanı, bizde uygulaması çoğu bir garabet olan, eleştirel gerçekçilikle hatta tüm akımlarla çorba yapılıp sahici olmayan kahramanlar yaratan, slogan edebiyatına dönen, hatta edebiyatsızlığın sığınması olan örneklerden farklı, gerçekte edebiyatı toplumsal bir ruh mühendisliği sayan toplumcu gerçekçiliğin geçe kalmış, ama iyi bir örneği…

*


“Toplumcu Gerçekçilik, kapitalist düzenin vahşîliğini, her şeye karşın geleceğe olan inanç ve iyimserliğin altını çizip anlatır. Öner YAĞCI’nın kitabında aynı dünya bakışı var, hemen hemen bütününde, en zor koşullarda bile umut aşılanır. Günlük gözlemler ve tutulan notlarla oluşturulan romanda kahramanların yaşadıklarını ve tepkilerini izlerken onların okul haline getirdikleri cezaevindeki yaşamlarını ve sol grubun mücadelesinden de bir kesiti görüyoruz… “


Tür özeliklerini, roman boyutunu bizzat Öner Yağcı’nın da katıldığı, emek verdiği bir okuma atölyesine döndürerek çözmeye çalıştığım Yaşasın Yenilenler, 12 Eylül sürecinin hapishane penceresinden anında gerçekleştirilen bir tür belgeseli, ama elbet taraflı tanıklığıdır. Bu tarz, dünya literatürüne Gorki’yle geçen tez üzerine kurulu Toplumcu Gerçekçi Edebiyatın bir örneğidir. Tek başına bu yönü bile romanı değerli kılmaya yeter.


Kitapta 12 Eylül’de geçici olarak konuldukları askeri cezaevinde yargılanmayı ve haklarındaki hükmü bekleyen bir grup sol kimlikli tutuklunun zorunlu birlikteliği farklı yaşam kanallarından öyküleştirilir. Bu eğitimli gençler, yazarın kaleminden ülkenin durumuna, içlerindeki derin kanamaya, 12 Eylül’e, ihtilâlcılara, cuntaya ve dünyaya hem sorgulayarak hem de büyük bir yenilmişlik hissiyle bakarlar.


Anımsamak tohumdur, deriz ya… Kitabı okudukça anımsar, yeniden kahrolursunuz.

*

Yaşasın Yenilenler, bir tür anı roman… Yazar kendi özelini ne kadar geri çekse de kaçınılmaz olarak izlerini taşımakta. Adından dolayı 12 Eylül öncesinde edebiyatta örneğini çok gördüğümüz, hemen her grubun kullandığı “gerçekçilik” adıyla bir dönem çok yükselen toplumcu gerçekçi edebiyatın, bizi çok etkileyen 1.döneminin etkisinde, çok rastlanan ideoloji yaratma atölyelerinden biri gibi görünse de, okudukça içinde klâsik edebiyatın seçkin örneklerini çağrıştıran tatlar da bulduğunuzu göreceksiniz. Bu yönüyle 2. Döneme daha yakın buldum ben kitabı.


Başlangıcında sanata ve yaratıcılığa önem vermeyen, bir kavga ve tez peşinde olan bu yazın akımı sonradan değişmiş, sanatsal öğelerle bezenerek çok seçkin örnekler vermişse de biz onu ilk dönemindeki haliyle benimseyerek, çoğu kez yazınsal çapsızlığı örtmenin gerekçesi ya da edebi slogan atmanın yolu gibi kullanmışız, akımın ikinci dönemini görmezlikten gelmişizdir. Akımın aslında da sanattan, zenginliklerinden arındırılmış bir hayat ve insan değerli değildir. Salt sosyalist olmakla değer kazansaydı bu akımın öncüleri Nobel alabilirler miydi? Toplumcu gerçekçilik, dünyayı ve insanı Marksist bir dünya görüşü doğrultusunda algılayan bir yazınsal akımdır. Toplumsal çatışmayı ve bu çatışmanın insan üzerindeki etkilerini yansıtır. Gorki’yi devlet adına konuşmak kolaycılığına düşmekle suçlayabilirsiniz, ama aynı akımın geliştiricileri Şolohov’a, tam zıddıyla Nobel’i alan Soljenitsin’e ne denilir?


Toplumcu Gerçekçilik, bir tez, savunma edebiyatı olarak ortaya çıkmış, zamanla zenginleşip insanı savunan biçimiyle tutunmuş ve yazın dünyasını derinden etikilemiştir. En karekteristik örnekleri kurucusu sayılan Gorki'de görülür. Kitaplarında kapitalist düzenin vahşîliği, her şeye karşın geleceğe olan inanç ve iyimserliğin altını çizip anlatır. Öner YAĞCI’nın kitabında aynı dünya bakışı var, hemen hemen bütününde, en zor koşullarda bile umut aşılanır. Günlük gözlemler ve tutulan notlarla oluşturulan romanda kahramanların yaşadıklarını ve tepkilerini izlerken onların okul haline getirdikleri cezaevindeki yaşamlarını ve sol grubun mücadelesinden de bir kesiti görüyoruz…


Hüküm giyip sevk edildiği Çanakkale Cezaevi’nde yazdığı Kardelen (1986)ve Turnalar’laödül alıp (1988) edebiyata yazar olarak katılan YAĞCI’nın yaşamının gerçeğinde de inandığı düşünceden taviz vermeden yazan bir yazarın ilk yapıtıyla son yapıtı arasındaki tutarlılığı göstermesi bakımından iyi bir örnektir kitap.

Nerelere taşımıyor sizi? Firdevsi’den, Attilâ İlhan’a, Nâzım’dan Freud’a, Hitchcock’tan Hemingway’a… okul okul gezdiriyor.


Anılardan yola çıkan bir romanın akışına kendini katmamak oldukça zor. Yağcı’nın bu romanında da tez romanlarının engelleri görülüyor. Adeta ırmağı tersine akıtıyor. Toplumcu gerçekçi edebiyatın temeli olsa da Gorki’yi de zorlayan bu yönü Öner Yağcı’ya sorduk:


Öner Yağcı: “Haklısınız, bu bilinmeyen okyanuslara bilinçli bir atlayıştır. Daha sonraki 68 Kuşağını anlatan romanımın adının Gökyüzüne Akan Irmak olması bu ters akışın göstergesi değil mi?”


O siyasî seçimini yaparken aynı zamanda sanatının da seçimini yapmıştı.

Yazarın kitaba müdahalesi özellikle 100. sayfadan sonra artıyor. 146. sayfada doktriner temellerini de oluşturuyor, Umut’un ağzından. Sanat müdahalecidir, diyor bir yerde. Sanat ideolojiye adam yaratır. Ana gibi Direnme Savaşı… gibi. Sorduğumuzda yanıtı düşüncemizi doğrular, seçimin rastlantısal değil bilinçle yapıldığını gösterir biçimdeydi.

Öner Yağcı: “Ana, Direnme Savaşı, Bitmeyen Kavga… gibi kitaplar bizim kuşağın önemli eğitmenlerinden oldular. Biz de onlar gibi mücadele etmekte olduğumuzu görünce onları öykünmekten daha doğal ne olabilirdi? Hâlâ da o görüşteyim. Küreselleşme de kendi postmodernizmiyle müdahale etmiyor mu sanata? Benim son yirmi yılım, görsellikle, iletişimin tüm modern olanaklarıyla da süren bu saldırıya karşı arayışla, bunu açığa çıkarma çabasıyla, bununla mücadeleyle geçti. Hangi sanat herhangi bir doktrinden pay almamış? İnsanlığın, insanın özgürleşmesi isteği de bir doktrindir ve bütün sanatların temelinde bu vardır.”

Hapishane insanı en çok olgunlaştıran yerlerden biri, hele tavuk hırsızlığından, tecavüzden değil de onurlu sayılabilecek bir suçtan düşmüşsen, hele hapishanede çoğunluğu sağlayabilecek hepsi üniversite mezunu aynı görüşten siyasi suçlu arkadaşların varsa… (s. 40) Bu aynı zamanda toplumcu gerçekçiliğin olmazsa olmazıdır da. Kolektivizm, bireyin yerini kitlelerin alması… Eleştirel gerçekçilikten ayrıldığı temel yön de budur…


Öner YAĞCI: “Elbette, o yüzden hapse girip çıkana saygıyla bakar bilinçaltımız, öğrenmiştir diyerek. Hele böylesine bir misyonla, öyle bir dönemde hapse düşmüşseniz… Hapishaneler, asker ocakları gibi birer okuldu. Yıllar geçmiş aradan ve düzen, hapishanelerin gelenekselleşmiş bu özelliğini silmek için yeni arayışlara girmiş. Silivri Cezaevi’ndeki uygulamalar, hücre sistemi, insanların yalnızlaştırılmaları bunun için. Hapishaneler ağırlaştırılmış artık, o işlevini de yitirmiş görünüyor. Şimdiki tutsakların işi çok çok daha zor. Hapishane geleneğinin halkaları koparılmış çünkü.”


Akımın temel tezi, insanın kendini geliştirirken dünyayı da değiştirebileceğine, bunu da kitlelerle işbirliğiyle yapabileceğine olan inançtır. İnsanın kendisinin efendisi olması hakkıdır ve bunun için savaşmalıdır. Uygulamada bir handikap olan, belki bizde yanlış algılanan sosyalizm üstünden kitleleri önemseyerek bireyi hiçlemek, ezberi de bu noktada başlamıştır ne yazık ki…

Hayal kurmanın güzelliğini de öğretir size hapishane… Elbet bu hayaller bazen çok insanî, en başta karşı cins üzerine sonra da kişinin birikimine göre kültürel olacaktır. Zorba’yla konuşur bir sayfada, öteki sayfada Tebli Gılgamış’la…


Öner Yağcı: “Öğrenirken öğretmek, öğretirken öğrenmek ilkesini benimseyince, elinizdeki roman da olsa bir şeyleri aktarmanın görev olduğu düşüncesi Gılgamış’tan Zorba’ya kadar tarihte ve coğrafyada geziye çıkarıyor insanı. Orda yapabilecekleriniz zaten sınırlı, altyapınızda ne varsa onu kullanıp çıkış kapıları arıyorsunuz. Bizim altyapımız da belli, biraz da okuduğumuz için, çok bildiğimiz için düşmüşüz hapse ve görevimiz bitmemiş, sürüyor.”


Sevgilisini gönderdiği sürgünden geri getiren ana tanrıçanın buyruğu kitaba utangaç bir erotizmi de taşır: “Haydi, öküzünü sür tarlama…” diye buyurur tanrıça… Buyuran bir tanrıça olunca, yeterli bir erotizmdir aslında. (s. 43)


Öner Yağcı’nın kitaplarında cinselliğe pek rastlamadım, bu aslında dönemin ürünü sanki. Romantik hayalî aşklar hep vardır ama cinsellik ancak kötü adamların iyi kızlara yaptığıdır, niye acaba, diye düşünüyorsunuz, tanrıça bile onla meşgulken? Toplumcu gerçekçilik romantizm taşısa da bireysel romantizme sadece yaklaşır, başkadır, erişilmeyeceğe değil, ayakları yere basana yönelir, aşk da öyle bir özellik taşımaz mı, aslında herkesin bir yoluyla eriştiği değil midir? Erişmek onu bitirse de… Peki bu yadsıma niye? Bu cinsellikten uzak duruşu sorduğumuzda dönem edebiyatını değerlendirmedi, kendi açısından açıkladı, Öner Yağcı.


Öner Yağcı: “Eksikliğimdir, diye düşünürdüm. Bir yandan da, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde ayyuka çıkmış, abartılmış bir cinselliğin edebiyatı kuşattığını görünce, bunun eksiklik değil bilinçli bir uzak durma olduğunu düşünmeye başladım. Olağanüstü gücüyle medya cinselliği yaşamın temeli haline getirmeye çalışıyorsa, bir yanlışlık vardı elbette burada. Bu tuzağa biz niye düşelim diye düşünmenin verdiği bir uzaklaşma bence. Bizde cinsellik özellikle o dönem sorunu çözmeye değil, kavgayı yozlaştırmaya yönelik olarak kullanıldı. Solcuları nasıl suçladıklarını anımsarsın. Belki bu yüzden kaçındık.”


Siyaseti işleyen kitaptan sert bir dil, slogana dönecek cümleler bekliyorsunuz. Oysa bazen en sıradan kavramlar bile evrensel bir dille zenginleşmiş. Yazarın öteki kitaplarını anımsıyorsunuz Kardelen’i, Gökyüzüne Akan Irmak’ı… O idealist romantizmi yüklenmiş dili benziyor: “Dağlara kekik ve menekşe kokularıyla renk renk çeşit çeşit otun saçıldığı o…” (s. 43)

İnsan olumlama toplumcu gerçekçi edebiyatın özelliği. Ama insanı olumlamanın bir yolu da karşıtı yani olumsuzu gösterme… En çok insanı tanırsınız hapishanede, çıplak insanı: Bencili, çıkarcısı, alçağı, haini… İyilik ve kötülük herkeste var, yüze vurum başka türlü bir şey ama. İyilik insanın aklıyla doğru orantılıdır derdim. Öner Yağcı ise inanç ve bilinçle doğru orantılı diyor, aslında aynı şey, sadece biri kozası biri ise ipeği… Hapishane insanı soyuyor sanki ruhunu gösteriyor, öyle mi, diye soruyorum.


Öner Yağcı: “Yeni doğmuş bir bebek gibi, çıplak… Hapishanede öyle duyumsuyor kendini insan. Öyle olunca da sanki röntgen makinesine bağlanmış gibi görülmeyen, bilinmeyen yanlar görülüp bilinebiliyor.”


Kitabın çok yerinde arka plânda kalan ama güçlü akıllı erdemli Anadolu kadınlarından izler bulursunuz. Konuştuğunuzda aklını bilgeliğini hemen algılayacağınız tam bir Osmanlı kadını olan Yağcı’nın annesini sık sık anımsadım kitabı okurken nedense… Anadolu kadını buysa korkunuz kaygınız azalır. Çünkü kadının toplumun, hele azgelişmiş toplumların insan yaratma atölyesi olduğunu düşünürüm. Kadın bir çizgiyi aşamamışsa o toplumun geleceğine umut bağlanamaz diyebilirim.

Anaların bu haline karşın sert otoriter baba, bozuk kişiliklerin, uyumsuzlukların sorumlusu gibi görünüyor kitapta. Bana kalsa iyide de ana sorumlu, kötüde de… Baba etken kimi açılardan, elbette, ama ruh atölyesi anne… Tıpkı toplumun ruh atölyesinin edebiyat olması gibi…

Babalar vazgeçilmezimiz olan, ama sadece güvenceler, militarist güç, ekonomik kaynak, yani dış cephe, yani sadece sistemin şablonu, annelerse daha ötesi başka bir şey… ruh yontma ustaları… yani sistemin ruhu… (s. 48)


Öner Yağcı: “Ben de öyle düşünüyorum. Yaşasın Yenilenler’de bunun tersi bir algılatma varsa yanlış yapmışım demektir. Aslolan annedir çocukta. Ben de öyle yaşadım ve annem hâlâ başımda taç. Bir fazla soluk alması bile beni mutlu ediyor, beni ben eden ilk o çünkü. İnsan kendi gerçeğini en iyi bilir, ben annemi öyle gördüm, öyle bildim, bizi var etmek için verdiği emeği anlatamam…”


Sadece anneye biçilen yer bir lâyıklıktan daha çok, var oluş hakkı gibi, bundan böyle düşündüm diyorum. Onların sorumluluklarının belki tartıya gelmeyen türden ama babadan çok olduğunu sadece ana diye bu denli yüceltmeyi anlamadığımı söylemek istedim…

Bu tip kitaplarda rastlanan saygı gören, yanıtları bilen, yol gösterici, bu kitapta da var; Erdem Ağabey’dir o da. Daha hoşgörülü daha filozof bakar olaylara. Kimi mahkûmların insanî zaaflarını, çirkinliklerini gördükçe aynı kategoride değerlendirilemeyecek dende zavallı ve alçak olduklarını düşünür ve onlara, seni buraya getirenler suçlu, der. Yani yanlış adamlar da vardır siyasette, adam gibi adamların yanında.


Öner Yağcı: “Aslında dönemin biraz da özelliğiydi. Herkes birine öğretmeyi görev bilirdi. Erdem Ağabey’e şunları da ekleyebiliriz. Hepsi zaman zaman birer Erdem olurlar. Umut, Günay Hoca, Zeynel Hoca, dışarıdaki bazı yakınlar da yol göstermeye çalışır, gençlere yeni gelenlere.”


İnsan en çok kendini tanır hapishanede, yanlışını doğrusunu görür. Kendini eleştirmeyi bağışlamayı öğrenir. (s. 51)

S. 64: “İnsanlar düşünceleri için dövüşmezlerse…” Üzerinde düşünmemiştim. Düşünmeden de dövüşüyormuşum. Yazara sormalı bunu da: Ötekiler de aynını yaparsa ne olur?


“Öner Yağcı: “Dövüşmek sözcüğü sert algılanabilir burada. Ama direnmenin de, düşünceyi savunmanın da anlatıldığı bir sözcük sonunda. Kavga sözcüğüyle aynı. İnsanlığın ilerlemesi, gelişmesi, özgürleşmesi, aydınlanması düşünceler uğruna sürdürülen dövüşlerin sonucudur. Ha, burada bağnazlık sözcüğüyle aktarılan ırkçı ya da dinci ya da başka nedenlerle yeni düşüncelerin önüne dikilen, egemen düzenlerle işbirliği yapan ideolojilerin, örgütlenmelerin çıkardıkları engelleri düşüncenin düşmanları olarak algılayınca tüm dünyadaki kavgaların zaten bunlarla yapıldığı bir gerçeklik. Böyle olunca, düşünce düşmanlarının yaptıklarıyla bizim dövüşümüzü aynılaştırmanın yanlış olduğunu söylerim.”


Akımın bir özelliğiydi bu. Öner Yağcı da inandıklarını seslendiriyor, onun kitabını yazıyor. Elbette doğrular için kavga vermek zorundasınız.

Bir devrimci kitapta el ele gezmek, aşk nasıl yüceltilir? Ama bu kitapta var, bizim isyan kitaplarımızın hepsinde kadın vardır, aslında… Toplumcu Gerçekçi edebiyatta bireysel kahramanlık olmadığı gibi aşk da ancak toplumsal idealizme hizmet ediyorsa anlamlıdır, ama biz onu da bir ölçüde kendimize uyarladık, kadına değer vermiyor gibi gözüksek de biz de aşksız hayat olmaz… Sadece cinsellik anlatılan değildir, platonik bir romantizm vardır… Doğru, dünyanın neresinde sofrasında öküzden sonra gelen için yan bakanı öldüren erkek vardır. Güzel milletiz, tüm çelişkilerimize rağmen, bakmayın.

Aslında devrimci hareket bizdeki uygulamada aşkı öldüren bir hareket oldu. O yönlü gelişemedik, hâlâ da emekleriz geliyor bana.


Öner Yağcı: “Doğru tabii… Yanlışı görmek de erdem. Keşke tek yanlışımız bu olsaydı. Kırk parçaya bölünmekten, bir kaşık suda fırtınalar koparıp birbirimizle mücadele etmekten başlayarak o kadar çok yanlışımız oldu ki…”


“Herkes yoksullaşmaya başka başka anlamlar yükler, başka pencerelerden bakar buna. Kimi sadece maddi şeyleri yitirmek olarak görür yoksullaşmayı. Ama asıl yoksullaşma bilgeler kaybolunca başlıyormuş… kaybolunca ortalığa ağı bir kargaşa çöker…” gibi derin anlamlar taşıyan bilge cümleler çok kitapta.


“Öner Yağcı: “Bence belkemiği bu. Anadolu’nun bilgelikler yatağı olması, en karanlık dönemlerde bile Anadolu insanına umut ve iyimserlik veren bir gerçeklik. Bu toprakların büyük ve sancılı devrimlerin yatağı olmasıyla ilgili yazdıklarımı şimdi okuyunca, iyi ki vurgulamışım bunu diye kendimi kutladığımı bile söyleyebilirim.”


İşte size muhteşem bir cümle daha, kitaptan, klâsik büyük edebiyatın tadında. Artık çok az yazarın kurmayı başarabildiği, kursa da ipin ucunu kaçırmadan sonuna değin götürebildiği: “Gün gelir devran döner havadan bizi saran bu kurt ve puşt izi çekildiğinde bu ağır ve büyük devrimlerin sarsıntılarıyla yorgun düşmüş olan bu toprakların insanları, … bilgece konuşmaya başladıkları günler geldiğinde, eminim ki o şimdi çok derinlerde kalmış uğultusunu bile ele vermeyecek kadar kıskanç yalnızlığını bırakıp gürül gürül akmaya başlayacaktır…”


Öner Yağcı: Buraya bile almak isterim o vurgulamayı. İnsanın insanlaşmasına büyük katkısı olmuş klâsikleri… ve bunu sürekli yinelemek boynumuza borçtur diye düşünüyorum.


Sayfa 77’de günümüz gerçeğine de göndermeler vardır. Tolstoy’un devri bitmiş, Rasputinler egemen olmuştur artık. Bu doğru bir tespit, yoz insanlar devri başlıyor, şarlatanlar ve benzerleri… ama Rasputin, üst düzey saray kadınlarıyla ilişkiye geçerek güç edinmiş biridir, bir cinsel yozlaşma simgesini, o kaygıları önceleyerek örneklememiz ilginç geliyor bana. Karşı olduğumuz düzeni özellikle cinsel yönden savunur gibiyiz?


“Öner Yağcı: “Sosyalizmin aynı zamanda bir ahlak olduğunu düşününce, onun gereği atılan adımlarda böyle sembolik ayrıntılar olabilir. Anadolu’nun değerlerinden sosyalizmle örtüşenleri belirlemekte belki de yanlışlık yapmışızdır. İyi niyetli bir savunma olarak kabul edilebilir bence.”


Sır ayrıntıda gizlidir. Yazarın bu süreci yaşadığını küçük ayrıntıları işlerken görürüz. 103. sayfadaki takvim bir yaşanmışlık göstergesi gelir bana…


Öner Yağcı: “Gerçekten de sonraki cezaevi yıllarında çok aramıştım o takvim yapraklarını. Hâlâ da zaman zaman aklıma gelir ve içim burkulur.”


104. sayfa: O ana değin dingin, dengeli, anlayan ve bilge olan Erdem, bu tip romanları şaşırtan müdahaleci aksi bir tipe döner…


Öner Yağcı: “Dönmesin mi? 6 Mayıs bir kırılma noktasıydı. Kapanmayan bir yara oldu. Deniz Gezmiş adının sonradan efsaneleşmesi bunun kanıtı değil mi? Bu kırılmanın yarattığı her tersliğin olağan olduğunu düşünürüm.”


Romanlar bağımsız yapılarına ne denli yaklaşırsa o denli büyür, ne var ki bu kitapta 130–133.sayfalar gibi bazı bölümler bağımsız yapıyı hayli zorluyor. Etkilendiği akımı örnekliyor.


Öner Yağcı: “Okuyunca şunu diyorum. O bölüm olmasaydı roman eksilmezdi. Ama bana öyle yama gibi duran, eklemlenmiş gibi de gelmedi. Bir zenginlik, bir çeşitlilik ve özellikle elli yıldır yanıtını aradığımız bir sorunun, ‘son iki yüz yıldır neden çağdaşlaşamıyoruz?’ sorusunun yanıtının özeti gibi bir saptama olmuş ve aykırı durmuyor diye düşünüyorum.”


Akımsal özelliklere sadakat kitaptaki kişilere yansır. Kişiler, kişilikler rasyonel gerçekteki kadar tutarlı gözükmüyor, inancı pekiştirirken sahicilik hissi azalıyor sanki. Özgür, çabuk adam olur bir romantik idealizmle, Erdem, hep babadır, Umut dengeli ve iyiye bayrak… 142. sayfada Yavuz kötü şairdir, Aydına açık bir düşmanlık hissediliyor, bu da o zamanki solun engeliydi… Yazarın yanıtı akımsal özellikleri önemsediğini gösteriyor. Emekçi kitleleri yüceltmeyi seçmiş.


Öner Yağcı: “Kişilerin sağlamlaştırılması yerine birçok kişinin kolektif olarak sağlamlaştırılması gerektiği, böylelikle yeni toplumun yaratılabileceği düşüncesi nedeniyle böyle bir seçme olmuş. Haklısınız elbette.”


S. 143: Bir sevda yeşerir kitapta, her şey kururken. Umut, öğretmen olan ölen eşi Emel’in kuzeni Elif’e ilgi duyar…


Öner Yağcı: “Demek ki aşkı yaşama isteği hiçbir yerde, hiçbir zaman sönmüyormuş.”


Yeni gelen bilge Sabri, bu ilişkiler içinde kendini eğitiyor… Komün düzenindeki birbirini eğitme hapiste de sürer. Aslında her hapislik bir mecburî komün düzenidir. Olgunlaşmanın nedeni de budur… Belki bu içini öldürmek, kendini öldürmek ve yeniden oldurmaktır da… Bu yüzden başka kitaplarda öğretici diyaloglar bu kitapta kambur yapmıyor, hatta oturuyor.

S. 154: Toplumun o zamanki sorunsalına ayna tutuyor roman.


Öner Yağcı: “Belki romanı genelden uzaklaştıran bir belirleme bu. Ama aynı zamanda döneme tanıklığı da içersin kastıyla yaşanan kimi olayları iyi ki not etmişim o günlerde.”


Kitapta insanlığın bütün büyük acılarına, örnek trajedilerine göndermeler vardır. 12 yaşındaki atom radyasyonuyla ölümle yaşayan Sadako Sasaki’nin öyküsü de yer alır… (s.159) Gündem de yakalanır, Lady Diana evlenir, kurucu meclis kurulur… Nötron bombasının üretim kararı Hiroşima’nın yıldönümünde alınır. (s.158). Nobelli Kavabata ve Bin Beyaz Turna… Öner Yağcı’nın daha sonraki kitaplarının habercisidir sanki 1981 hapishane günlükleri.


Öner Yağcı: “Bu beni çok etkilemiş olmalı. Birkaç yıl sonra Kardelen romanımda da işlemişim aynı konuyu. Sadako’ya, orada da yer vermişim, turnalar ikinci romanımın adı olmuş”


160-161. sayfalarda yazarın büyük edebiyat birikimi çok işe yarar, romanda şair ve yazarlar üzerine aydınlatıcı çok veri buluruz.


Öner Yağcı: “Klâsiklerin insanın insanlaşmasına büyük katkısı olduğu konusundaki düşüncelerimi yineliyorum. İnsanlığa erdem katmış her yazarın şairin geleceğe taşınması için elden gelenin yapılması gerektiğinin bir sonucudur bu. Yoksa oku, öğren, sende beklesin, neye yarar?”


165. sayfada Elif bir sırrını paylaşır Umut’la mektubunda… Umut’un ölen karısı Emel, kocasını Elif’e emanet etmiştir. Elif de önce vasiyet gereği sever Umut’u, zamanla aşkla… Kuşkusuz zorlama ve kitabın havasını yerli film düzeyine çekiyor, abartılı gözüküyor. Ama insanî duruyor. Umutsuzluğa karşı koymanın bir yolunun hayaller kurmak olduğunu söyler zaten yazar.


Öner Yağcı: “Zorlama olduğunu biliyorum. Ama yine de yanı başımda yaşanan bir sevgiydi ve hâlâ dede ve nine olarak o sevgiyi sürdüren o dostlarımı tanımaktan mutluyum. İyi ki yazmışım diyorum.”


Üzerinde çok tartışılmayan bir tabu olan Öztürkçecilik de başka bir boyutla yer alıyor kitapta… Öztürkçecilik bağnazlık, gericilik, ırkçılık kuşkusuyla küçük bir bölümde irdeleniyor önce. Sonra bilinen sol söylem devreye giriyor ve Öztürkçe savunulmaya başlanılıyor türlü örneklerle… (s.168)


Öner Yağcı: Dil her şeyin temeli. Bu gerçeği vurgulamak için sokuşturmuşum o konudaki düşüncemi de. Romanı eksiltiyorsa ne diyeyim, bilerek yapılan bir hatadır bu vurgulama.”


Bence eksiltmiyor, aksine çok yönlü bakışı ve tüm keşkelere karşın en iyisini seçme başarısını gösteriyor. Aynı şeyleri düşünüyorum. Devletle, seçkin sınıfla geniş halk kitleleri arasında iletişimi koparan Esperanto dil Osmanlıcadan kurtulmak için rasyonel çözümler üretmek doğru bir adımdı. Atatürk’ün eylemi dâhiceydi ve çözüm oldu. Ne var ki sonradan kantarın topuzu kaçırıldı.


Kitap günümüz koşullarını hazırlayan etmenler üzerinde durarak sürer ve biter. Sonsözü gene yazar söyler, 12 Eylül sonrası oluşan tabloyu çizer: S.196: “Hapisten çıkanlar çıkınca da işsiz güçsüz ve sürgündür… Bir toplumun en sağlıklı kesimi genci, yaşlısı toptan yok edilmiş, ölmüş, hasta, firarîdir…”

*

"Okuyucuya namuslu söz söylemek, halka doğruyu anlatmak, gerçeği anlatırken kimi zaman sert ama her zaman yürekli olmak, insanların yüreğine gelecek adına, kendi güçleri adına, geleceği biçimlendirmedeki yetenekleri adına güçlü inanç satmak. Bütün dünyada barış için mücadele etmek ve yazdıkları kanalıyla yazılarının ulaşabileceği her yerde barış savaşçıları yetiştirmek, insanları ilerlemek için duydukları soylu ve doğal isteklerinde birleştirmek. Sanat, insanların kafalarını ve yüreklerini etkileyecek büyük güce sahiptir. Bir insanın sanatçı tanımına hak kazanması için, bu gücü, insanların ruhunda güzeli yaratmaya yönelmesi, insanlığın iyiliğine yöneltmesi gerektiğine inanıyorum."

Evet, bu sözler bu alanın en iyilerinden ŞOLOHOV’un Toplumcu Gerçekçiliğe dair tanımı: Ona göre edebiyatın bir işlevi vardır. Öner Yağcı’da bunu en güzel biçimde yapıyor…


Daha nice kitaplara deyip katkılarından dolayı da teşekkür ediyorum. ▲


Şenol Yazıcı, 1 Ekim 2012, Bursa 21 Ekim 2012, 00:34 maviADA GÜZ 2012 sayısı YAZILAR: GÖRMEK İSTERSENİZ BURAYA TIKLAYIN

23 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page