top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

Zeki Sarıhan İzleğinde “AKPINAR’DA OKURKEN”

Güncelleme tarihi: 10 Kas 2023


Akpınar'da Okurken / Zeki Sarıhan

AKPINAR’DA OKURKEN

/

ZEKİ SARIHAN

/

Mayıs 2017, Lader Yayını

*

Ara vermek bazen güzel.

Epeydir uğramadığım posta kutum her yaz sonu gibi bu kez de dolu. Mektupların, dergilerin yanında bir de kitap var.


Yaşça hayli ileride olsa bile üniversite yıllarımız hemen hemen aynı döneme denk gelen, gözaltılar dahil, mekanlarımız ortak, kapılardan birbirinin izlerine basarak geçtiğimiz kişilerden Zeki Sarıhan adını zarfta okuyunca daha bir ilgiyle açtım.


Bir ders kitabı formatında basılmış AKPINAR’DA OKURKEN adlı kitabına bulduğum ilk çay ocağında göz attım.


240 sayfalık, büyük boy, normal kitap olsa 600 sayfalık kitap, en çok da o ders kitabı haliyle gözümü korkuttu birden. Toplum, siyaset ve çoğu romantik gençlik yanlışlarına savunma biçiminde yazılmış yazılardır, dedim içimden. Yorulursun, dedim. İncinir diye özgürce de bakamazsın dedim.


Kitabı kapattım çay söyledim kendime.


Zeki Sarıhan'ı tanımışsanız, toplumcu edebiyat yanlılarının aradığı modeldir, yapısalcı bakışa tıpatıp uyar; yaptığıyla söylediği birbiriyle örtüşen ender yazarlardandır. Bu da yazıda didaktizmi olduran yanlış anlamayı önlemeye yönelik açıklamayı çağırır, yani yaratıcı gücü 657’ye uygun devlet memuru yapar, özetle yaratıcılığı sınırlar.


Ve öyle de olmuştur. Türk edebiyatının felsefesi en sağlam, birikimi en çok yazarlarından biri olan Sarıhan tutarlı olmak uğruna yeteneğini göz göre göre perdeleyerek yaratıcı alanda deneme sınırlarını aşmamış, hep öğretmen kalmayı başarıp yüzlerce, araştırmacıya kaynak ve yardımcı olacak yazı türünü seçip, onlarca kitap yazmasına karşın kolayca başarabileceğini sandığım romanı, öyküyü seçmemiştir.


Oysa elimdeki kitapta da belirttiği gibi Sarıhan ilk yazı denemelerini çoğu yazar gibi şiirle yapmıştır. Demek o antik çağ filozofu Platon gibi felsefesi ve siyaseti uğruna şiiri feda edip düşünce alanına yönelmiş. Olsun, kuşkusuz ona da gereksinme vardı.


Çay bitti.


Sayfaların arasından önüme bir kart düşüyor. Sade bir kart… Bir kartını iliştirmiş Sarıhan kitaba. “Ulusal Eğitim Derneği Onursal Başkanı…” Hepsi bu mu? Öğretmen Dünyası Dergisini kurdu, yönetti otuz yıl, o derneği de o kurdu, yıllarca yönetti. Hapisler, sürgünler, kıyımlar dünyayı yaşadı, 36 kitap yazdı, ödüller aldı, ilkeli adam, kimse ona kıyak geçmez, hakkıyla aldı... ama kartvizit bu kadarcık. İlk kitabını bastıran çok kişinin YAZAR, ŞAİR, KAPORTACI… diye arkası önü unvan dolu kartlar bastırdığını düşününce…


Hadi Şenol, boynunun borcu, adam saymış seni, erinmemiş kitabını göndermiş, sen de okuyacaksın… diyor içimden bir ses şimdi.


Açtığım kitaptan rastgele bir sayfa çıkıyor önüme. Şaşırıyorum. Başka işi yok mu bu yazarın, derdi öteki dünyayla... Hep kıldığı namazlardan söz ediyor, kılmadıklarını küsuratıyla yazıyor andacına ve sonradan telafi ediyor. Oruç da öyle… Şaşkınlığım okudukça artıyor. Bir kezinde herkesi oruç tutmaya zorlamadıkları için öğretmenlere kızdığını da okuyunca kitaba kuşkuyla bakıyorum. Ne yani artık yeni bir moda mı var, bakmayın bu halimize biz eskiden ne kadar dini bütündük… diye mi yazacaklar? Müslümandın ya da Budist… senin bileceğin, bana ne ki? Dinin ilk gençlik etkilerini anlatan bir kitap desen anlardım. Kendin söylüyorsun, “…bu kitap gençlik psikolojisi hakkında da bilgi vermiş olacaktır…” İyi de gençlik din mi hep, işi gücü kıldığı namaz, tuttuğu oruç… mu?


Bir başka sayfada kız kardeşi Fatma’nın öğretmen okuluna gitme isteğine, başı açılacak diye karşı çıktığını anlatıyor. Şaka gibi geliyor bana. Bildiğim Zeki Sarıhan değil bu? Biraz daha bakıyorum, Fatma ile ilgili bölümü arayarak. Fatma öğretmen okuluna gönderilmeyişini içine sindiremiyor, resmen savaş vererek aşıyor annesinin, kardeşinin ve mahallenin baskısını, ebe okuluna gidiyor. Bitirip Zeki Sarıhan’a harçlık bile gönderiyor. Gerçi o harçlığı edindiği yeni düşüncelerle çevresiyle çatışan Zeki Sarıhan’ı hizaya sokmak için bazen baskı aracına döndürdüğü de olmuyor değil ama hep yanında oluyor.


Anlamak sevindiriyor beni. Sarıhan başladığı yeri anlatmak için eksik ve hatalı olan kendisi bile olsa kaçınmamış, yazmış. Bunda da öyle samimi öyle sahici ki, kendine batırıyor önce çuvaldızı. Kitabın başında altı çizilerek yazılanlar doğru teknik, bir çocukken öyle bakıyormuş dünyaya. Büyüdükçe vardığı yeri, gelişimini başka nasıl anlatacak? Aslında öyküleme tekniği bakımından çok başarılı, önce düğümleri, çatışmaya yol açacak noktaları diziyor. Sonra da onları aşma gayretlerini… ve kaçınılmaz olarak çatışma başlıyor.


Yok, böyle olmayacak, bu kitabı dikkatle okumalı, sonra da … Hala böyleyse yargım, bakarız artık...


O ruh haliyle 240 sayfalık, ama roman ya da düz anlatı değil, yer yer resmen bir küçük işletme kayıtları gibi özenle dizdiği hesap kitap listeleri fazla geliyor bana, yine inatla belgelediği derslerden aldığı notlarıyla yoruyor, ama belli, o günlerde öğrenmiş disiplini, planı... Matematiğim hep zayıftı diyor, bir de iyi olsaymış… diyerek lahavle çekerek okumayı sürdürüyorum.


Okudukça anlıyorsunuz, bir amaçla yapıyormuş bunu. Gösterdiği gelişmeleri sergilemek, yazdığına sahicilik katmak ya da o günlerde kendisine borç veren, yardım eden insanlara şükran belirtmek; yani kadirşinaslık; ama kitabı zorlamış, akışkanlığını kesmiş, daha az olamaz mıydı diye düşünüyorum. Bu kitap iyi bir kitap, belgelemek uğruna okunurluğu zorlanmamalıydı diye de…


Şimdi şaşıracaksınız, bir dikiş iğnesinin ya da gömlek balininin fiyatını kuruş kuruş işlediği ders kitabı büyüklüğündeki, bir cep kitabı olsa en az 600 sayfayı bulacak o kitabı, bir gecede giderek artan bir keyifle, anlatımdaki mantıksal duruluğa, dildeki yalınlığa, kurgulanmasındaki mükemmelliğe, bir insanın ancak sınırlarını zorlayarak ulaşabileceği kendi eylemine bakışındaki tarafsızlığa ve kitabın her satırına sinmiş sahici ve samimi olma gayretine hayran kalarak okudum, bitirdim.


Anı belge tarzındaki kitap kendi biçeminde kusursuz. Yine de bunu roman olarak yazsaymış diye düşünüyorum. Takılmışım... Aslında beğendiğim için öyle diyorum. Belgesellerin ya da anıların ömrü kısa, coğrafyası dar, oysa roman uzun ömürlü ve evrensel... Günlüğüne sadık kalmak ya da sahici olmak için çok öne çıkardığını düşündüğüm o listeleri, derslerden aldığı notları ya da gömlek balininin fiyatını kuruş kuruş işlediği, kıldığı ya da kılmadığı namazları dökümlediği listeleri… biraz azaltsın, benzer ve tekrarları çıkarsın, muhteşem bir roman kurgusuna sahip gerçekte… Yağ, tava, un… her şeye sahip, bir helvası kalmış.


Beni öyle etkiledi.


60'lı yıllar bu ülkenin kırılma noktalarından biridir. 1923 ve sonrası ya da 1950 seçimleri ve sonrası ya da 2002 ve sonrası neyse o da odur. Hemen hepsi bir dip dalgasıyla hayata geçmiş ve her biri bir kesimin iktidarını sonlandırırken, başka bir sınıfı, katmanı iktidara taşımış ya da aday yapmıştır ve konu iktidar olunca kaçınılmaz biçimde tarafları ve çatışmayı getirmiştir.


Bu dönemleri anlatan kitaplar da hep tepeden bakışla yazıldı, yani yükselen dip dalgasının gözünden değil… Cumhuriyeti tepedekiler yazdı, anlattı, savaştan evine dönen bir erin bakış açısı yok, evlatlarını yitiren kimsesiz kalan annelerin insani sitemi yok... 1950 çok partili siyaseti yazanlar da öyle, 2002 ve sonrasını da iktidar ve muhalefetin aydınları yazacak. Ya övecekler ya sövecekler. Yani olduran koşulların tabana vuruşunu gene anlamayacağız.


Çok roman yazıldı o süreç için. Ne var ki, benim yazdıklarım da dahil, hepsi birden ortaya çıkan romantik patlamaların yenilmeye mahkum kahramanlarının şanlı öyküsüydü. 1960’lı hatta 1970'li yılları, yani ülkeyi bir hallaç pamuğu gibi atan büyük depremi yaratan, o dip dalgasını, tümüyle tabandan gelen temel etkiyi, Anadolu gençliğini değiştirip olduran, sonra da o gençliği ciddi bir tehlike olarak algılayıp öncelikle devlete ve mahalleye ezdiren süreci bu bakış açısıyla anlatan çok kitap yoktur bu ülkede.


Zeki Sarıhan’ın kitabı bu boşluğa iyi gelebilirdi.


Zeki Sarıhan 1950 yıllarının kıt olanaklarla yaşama savaşı verildiği Fatsa’nın Beyceli köyünde doğuyor, baba yok, bir anne sağ kalan küçük çocuklarını hayatta tutmaya çalışıyor. Zor koşullara ve yoksulluğa karşı Tanrı ve din tek dayanaklarıdır. Yazarın kitabın başında kıldığı namazların ve oruçların hesabını neden yaptığını o zaman anlıyorsunuz.


1958’de Ladik Akpınar öğretmen okulunu kazanması gerek aile için gerekse Zeki Sarıhan için bir dönüm noktası olacaktır. Kitapta bu süreç yani 1958’le 1964 arasındaki okul yaşamı anlatılıyor.

Kuşkusuz bu denli basit değil. Bu kitabı sadece bir okul hikayesi olarak adlandırmak ciddi haksızlık olur. Gerçekte bugünün aklına sığmayacak olanaksızlıklar içinde hayata merhaba diyen bir köy çocuğunun öndersiz, rehbersiz ya da kendi yarattığı rehberlerle, eskisini yıkıp yeni bir kimlik, başka bir insan yaratma sürecini günün coğrafyasını, ülkenin siyasi atlasını fon olarak alıp tüm ayrıntılarıyla başarıyla resmediyor.


Zeki Sarıhan durmadan düşünüyor, bir çıkış kapısı bulmaya uğraşıyor. Düşündüklerinin kimisi çok ilginç ve doğru da… Uzun süre öğretmenlerin ekonomik ve sosyal yönden yoksul kesim olduğu savlanmıştı. Bunda doğru bir tespitten daha çok çoğu muhalif bu kesimi bir aşağılama, sindirme politikası da vardı. Z. Sarıhan da aynını hissedip daha o zamandan günlüğüne not düşüyor: Köy çocukları eğer yoksulsa ancak tarlada bağda yani üretimde kullanılırdı. Okumak pahalı bir işti ve ancak ekonomik gücü olan insanlar kentte çocuk okutabilirdi.

Doğru, zorunlu eğitimin olmadığı dönemde şehirdeki yoksul kesim de okumanın yatkınlık kadar zaman ve para isteyen bir iş olduğunu görüp çocuklarını en kestirmeden bir zanaata verip hayata hazırlamaya çalışırdı. Okuma yazma bilsinler yeterdi.


Bir başka sayfada artık kişisel kaderinin ülke kaderinden ayrılamayacağının bilincinde daha evrensel notlar alır genç öğretmen adayı: “Bütün terslik Ortadoğu’da çöllere yakın olmamızdan kaynaklanıyordu.” diye yazar günlüğüne Zeki Sarıhan.


Coğrafyayla ulusların derin bir bağı var.


Bir insanın yapısal özelliklerini ve aidiyetlerini iyi kötü diye ayırıp yeni ve mükemmel olanları oldurması hayranlık uyandıracak ya da kıskanılacak bir zorluktur, hele başkasının öyküsüyse. Ama sizin yaşadığınızsa bir de öteki yanı vardır bu zor işin, terk etmeye çalıştığınız aidiyetler yanlış da olsa sizi var eden koşulların ürünüdür, en yakınlarınızın ortak paylaşımı, yaşam kalkanıdır. Sizin bu yenileşme gayretinizi direk kendilerine karşı düşmanlık olarak alacaklardır. Baş edemeyip de sizi yolunuzdan döndüremezlerse yadırgadıkları yeni kazanımlarınıza korku ve kuşkuyla bakmaları, hatta düşmanlık duymaları doğaldır. Özetle artık çatışma kaçınılmazdır.


Zeki Sarıhan da önce ailenin umudu, takdir edilen başarılı bir öğrenciyken, giderek okuduğu kitaplar, denk gelen gençliğe gaz vermeyi birinci taktik sayan 60 İhtilali ve onun yarattığı görece özgürlük ortamı, ruhsal ve bedensel gelişimi köyünü aşmış, kentlileşmiş, gördüğü ya da sandığı yeni çözüm yolları nedeniyle, başta din, geleneksel bakış açıları, çözüm yolları… yani eski aidiyetlerini ya terk etmiş ya da terk hazırlığında olunca çatışma başlamıştır.


Çoğumuz o çatışmalardan yenik çıkıp kaçmak demeyeyim de uzaklaşmayı seçtik, dev bir ülkeyken küçük noktalara, adalara, en şanslılar kolonilere dönüşüp yalnızlaştık. Sarıhan’sa yaratılışla kendinde olan özelliklere dönemsel etki ve olanaklar eklenince aidiyetlerden kopmayı, büyük şehirlere kaçmayı düşünmüşse de belki ailesel bağlarının güçlülüğü nedeniyle var olanı yani önce kendi köyünü ve aidiyetlerini adam etmeye kalkar. İlk olarak da karşısında annesini ve giderek tüm ailesini bulur.


Kaçsaydı ne olurdu? Kaçanların hikayesi olurdu. Benzerlerini bulmayı, bir koloniye dahil olmayı başarsa bile bu kez değişen iklimde başkalaşan arkadaşlarına aykırı düşmemek için çırpınır dururdu. Ya saçına laf ederlerdi, ya da giyimine... Bazen yetmez bir sempatizan, bazen de çağını anlamayan eski tüfek... ya da küçük burjuva olurdu, bazen entel, bazen de köylü... Köydeki hadi akrabandı ya bu yeni mahallenin baskıcı keşişleri neydi?


İnsan bu çiğ süt emmiş.


Bunu hepimiz denedik, önce kendi yöremize borcumuzu ödeyecek, önce onları kurtaracak, sonra ülke genelinde başarıya gidecektik. Hemen hepimiz de ilk dayağımızı böylece kendi yöremizde kendi insanlarımızdan yedik.


En zorunu da yaşayacak Sarıhan; annesi Zeki Sarıhan’a aykırı düşünceleri nedeniyle haber salar: Artık köye gelmesin.


…ve sonunda, “ OKULUM BEN GELDİM,” diyor Zeki Sarıhan, sanki bir kurtuluş çığlığı... ya da dayak yediği raundun bittiğini, soluk alabileceğini haber veren gong, öğretmen olarak Konya’ya atanır. Kitap da orda biter.


Sonsözü o dönem öğretmeni olan İbrahim Belek’e ve kardeşi Fatma’ya ve Ayhan’a bırakıyor.

Hepsi bir başka pencereden anlatır Sarıhan’ı.


Fatma'nın yazdığı en ilginci: ”Sen her zaman radikal oldun, 'dediğim dedik, öttürdüğüm düdük' misali. Karşındakinin düşüncelerine saygı ile yaklaşmadın ….Sen okula gittin de değiştin, daha önce onlar gibiydin. Evde bıraktıklarımız olduğu yerde kaldı…”


Evet bunu göremedik, an geldi suçu evde bıraktıklarımızda aramaya başladık, hatta onlara düşman olduk, onlar da bize. Oysa kitapları ve eğitimleri yoktu. Bize bile bir gömlek fazla gelen 60 devrimi oralara değin uzanmamıştı. Köy dediğin ne, hele altmış yıl önce? Zaman farkı iki saat değil, yüz yıl… Göremedik Sarıhan…


Bu kitap da anlatılanlar sadece Sarıhan’ın kaderi değil, o döneme özgü bir kırılma noktasıdır ve benzeri etkilerle ülkenin bütün gençliği hatta tüm toplum bu süreçten nasibini alacaktır.


Kitapların bir başka sihri de belki budur: Evrende yalnız olmadığınızı anlarsınız. Herkes sizin kadar günahkâr, herkes sizin kadar masumdur.


Kitabı kapatırken gözlerim dolmuştu. Zeki Sarıhan’ın izleğinden gideceğim derken, kendi ayak izlerimde canım yanarak yürüdüğümü hissetmiştim. Çoğu kez sanki kendi kaderimi görüyormuşum gibi bazen içlenerek, bazı duygulanarak, bazen tevekkülle kabullenip bazen isyan ederek okudum kitabı. Ne çok birbirimize benziyorduk. Daha doğrusu o kuşak altmışla seksen arası kuşak, yani ölen, öldürülen beş bin kayıtlı dahil yüzbinlerce genç ne çok birbirine benziyordu.


Ateşin ortasına yemyeşil bir filiz olarak düşmüş, kuşkusuz yanarak ama kendilerini bir kahraman sanarak çıkmışlardı, diye başlamıştım, o günleri anlattığım SELAM SÖYLEYİN AY IŞIĞINA adlı kitabımda.


Selam söyleyin…


Eline diline aklına sağlık Zeki Sarıhan, ben beni bu kadar güzel anlatamazdım.


Bilirim, kutlarım dememi yeğlerdin, ben de son yıllara değin öyle dedim, öyle dedim diye de sürüldüm, itildim kakıldım. Onur saydım, benden başka kimsenin tasası olmayan dil için sürülmeyi...


Ama şimdi başka diyorum, karşımda dayatan bir zorbalık olmayınca...


Böyle bir emekle ortaya çıkan bir kitap için kutlarım yetmeyecek sanki: Tebrik ederim, eski de olsa daha içerikli.


Başlangıçtaki ön yargım için kusura bakma Zeki Sarıhan… Öğreneceğiz. Aynen senin gibi…

Biliyoruz ki artık bu hal bizim alın yazımızdır.


...ve mecburuz.

*

37 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page