top of page
Yazarın fotoğrafıNurten B. AKSOY

Hasretinden Prangalar Eskiten Bir Şair: Ahmed Arif

Güncelleme tarihi: 3 gün önce

Nurten B. AKSOY

*

ADİLOŞ BEBE

Doğdun,

Üç gün aç tuttuk

Üç gün meme vermedik sana

Adiloş Bebem,

Hasta düşmeyesin diye,

Töremiz böyle diye,

Saldır şimdi memeye,

Saldır da büyü...

Bunlar,

Engerekler ve çıyanlardır,

Bunlar,

Aşımıza, ekmeğimize

Göz koyanlardır,

Tanı bunları,

Tanı da büyü...

Bu, namustur

Künyemize kazınmış,

Bu da sabır,

Ağulardan süzülmüş.

Sarıl bunlara

Sarıl da büyü...


Doğup büyüdüğü toprakları, Anadolu insanının acılı yaşamını dile getirdiği en güzel dizeleriyle tanıdık ilk Ahmed Arif'i gençlik yıllarımızda, ders kitaplarında yer almayan şiirlerini dilden dile, kulaktan kulağa mektuplardan öğrendik. Anadolu’nun şairidir Ahmed Arif; hasretin, sevdanın, dağların, umudun ve halkın şairdir.


“Emekliliğimden sonra Ankara’daki mütevazı evime çekildim. Gösteriş ve gürültüden uzak durmuşumdur hep, çünkü ben Doğuluyum. Az gelişmiş değil sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuyum. 1983’te anam Arife Önal’ı kaybettim. Okumamıştı ama… Pardon, okumamış yanlış oldu, okutulmamıştı; ama şirin bir kadındı.


Bir keresinde komşularıyla toplanmışlar muhabbet ediyorlar. Komşu kadınlar sürekli oğullarıyla övünüyorlarmış ‘Benim oğlum İzmir’e gitti doktor oldu, benim oğlum İstanbul’a gitti mühendis oldu, büyük oğlum Bursa’ya gitti mimar oldu.’ diye. Anam altta kalır mı, o da ‘Benim oğlum da Ankara’ya gitti komünist oldu.’ demiş. Garip anam ne bilsin, komünistliği de doktorluk, mühendislik gibi bir meslek zannediyor.”

Nasıl severim bir bilsen.

Köroğlu’yu,

Karayılan'ı,

Meçhul Askeri…

Sonra Pir Sultan’ı ve Bedrettin’i.

Sonra kalem yazmaz,

Bir nice sevda…

Bir bilsen,

Onlar beni nasıl severdi.


“Anlatılanlara göre, 1927 Nisan ayının 21. gününde doğmuşum, Diyarbakır’da, yazlık ve kışlık odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle dönemin tipik Diyarbakır evlerinden birinde. Asıl adım Ahmed Önal, öz anamın adı Sayre, Kürt’tür. İki yaşındayken kaybettim onu, kardeşimin doğumu sırasında. Beni büyüten, emziren, yedirip içiren, eğiten Arife anamdır. Babam; Kerküklü Arif Hikmet, Kürt değildir. Rivayete göre, babamın büyük babası Rumeli’den göçmüş buralara. Bu üçünü de çok severim, hayatta laf söyletmem onlara.”


İlkokulu Diyarbakır Siverek İlkokulu’nda, ortaokulu da Urfa’da okur. Liseyi ise yatılı olarak Afyon Lisesinde. "Bütün okul hayatımda tanıdığım en yetenekli, en yiğit, en mert, en bilgili adamlar o lisedeydi işte o yıllar. Yıl 1943 olmalı… Taş çatlasa 16–17 yaşındayım. Durmadan şiir yazıyorum. Bir dergi ‘Seçme Şiirler Demeti’ adıyla kuşe kâğıda basılıyor. Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif. Ben Neyzen Tevfik’in torunu yaşındayım tabii o zaman, hatta daha da küçük. Bir de 10 lira geliyor bana dergiden, telif hakkı. Düşünün babam bana ayda 5 lira gönderebiliyor. O yüzden 10 lira büyük paraydı o zaman için.” diye anlatır o günleri şair.


Gözlerim maviliğin ruhudur.

Fecirlerin tebessümü içer.

Berraklığında ilah çocukları uyur

Ve emer sükutu beyaz gölgeler...


Ahmed Arif 1951’de tutuklanır. Çok acılar çektikten sonra serbest kalır. Fakat 1952’de yeniden tutuklanır, yargılanır. İki yıl hapis ve sekiz ay da Urfa’da kamu gözetimi altında bulundurulma cezasına çarptırılır. 1955’te tahliye olur, cezaları bittikten sonra Ankara’ya döner ama sürekli polis gözetiminde olduğundan eğitimine devam edemez, çeşitli dergilerde yazılar yazar, değişik işlerde çalışır.


Haberin var mı taş duvar?

Demir kapı, kör pencere,

Yastığım, ranzam, zincirim,

Uğrunda ölümlere gidip geldiğim

Zulamdaki mahzun resim.

Görüşmecim yeşil soğan göndermiş

Karanfil kokuyor cıgaram

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin.


1967’de Aynur Hanım ile evlenir ve 1972’de oğlu Filinta dünyaya gelir. Evladına Filinta adını koyması pek çok şeyi anlatır. Bir söyleşide şöyle anlatır sevincini “Yaşamımda en büyük sevinci baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız tam iki yıl oğlumun nüfus kağıdını cebimde taşıdım. Cebimdeki sanki dünyanın en zengin cüzdanıydı. Oğlum olmuştu. Oğlum, dünyanın en güzel güvercini… Dünyanın en güçlü silahı.”


Terk etmedi sevdan beni,

Aç kaldım, susuz kaldım,

Hayın, karanlıktı gece,

Can garip, can suskun,

Can paramparça…

Ve ellerim kelepçede,

Tütünsüz, uykusuz kaldım,

Terk etmedi sevdan beni…

Yıllar içinde altmış kez basılan "Hasretinden Prangalar Eskittim” Ahmed Arif’in tek kitabıdır, şöyle anlatır şair kitabının öyküsünü: “Bunu anlatmak doğru mu bilmiyorum. Çok kişisel, çok duygusal bir şey, artık anı olmuş. Kitabımın adını ben ‘Dört Yanım Puşt Zulası’ koymuştum, ama kardeşim buna engel oldu. Bana ‘Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok, seni 15 yaşındaki çocuklar, kızlar taparcasına seviyorlar. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun. Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı bir şiirine bile verme, mısra olarak kalsın.’ Düşündüm, kardeşime hak verdim. Madem öyle, kitabımın adı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ olsun dedim.


“Sabah gözlerimi sana açarım, akşam uykularımı senden alırım. Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum. Böyleyken gene de şükretmem halime; hergelelik, açgözlülük eder, seni üzerim. Aklıma gelmez ki seni usandırır, sana gına getiririm. Sana dert, sana ağırlık sana sıkıntı olurum, nemsin be? Sevgili, dost, yâr, arkadaş…


Hepsi. En çok da en ilk de Leylâ’sın bana. Bir umudum, dünya gözüm, dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni… Ben cehennem çarklarından kurtuldum. Üşüyorum kapama gözlerini…” diye seslendiği Leyla Erbil'le Diyarbakır’a sürgüne gitmeden önce Ankara’da arkadaş toplantılarında tanışırlar. Leyla Erbil yirmi üç, Ahmet Arif ise yirmi yedi yaşındadır. Deli divane aşık olur Leyla'ya Ahmed Arif. Yazdığı yüzlerce mektupta anlatır bu aşkını; ama hiçbir zaman bu aşkına karşılık bulamaz. Leyla Erbil dostluk sınırını hiçbir zaman aşmaz, bu aşka karşılık vermez.


Leylim – leylim dünyamızın yarısı

Al yeşil bahar,

Yarısı kar olanda

Gene kavim kardaş, can cana düşman,

Gene yedi boğum akrep,

Sarı engerek,

Alnımızın aklığında puşt işi zulüm

Ve canım yarı geceler

Çift kanat kapılarına karşı darağaçları,

Mapusanede çeşme

Yandan akar olanda,

Gelmiş yoklamış ecel

Kaburgam arasından.

Yoklasın hele…

Bin yıl, bahar içre ömrünü sürsün

Seni doğuran ana…


Şiirlerinde hep ezilen insandan yana olan ve ezilenlerin kardeşliğine vurgu yapan şair Ankara'da yalnız yaşadığı evinde 2 Haziran 1991 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirir. Geriye “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı, çok sevdiği oğlu Filinta ve Leylasına yazdığı, sonradan kitaplaştırılan mektupları kalır.

Seni anlatabilmek seni.

İyi çocuklara, kahramanlara.

Seni anlatabilmek seni,

Namussuza, halden bilmeze,

Kahpe yalana.

Art arda kaç zemheri,

Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu

Dışarda gürül gürül akan bir dünya…

Bir ben uyumadım,

Kaç leylim bahar,

Hasretinden prangalar eskittim.

Saçlarına kan gülleri takayım,

Bir o yana

Bir bu yana…

Seni bağırabilsem seni,

Dipsiz kuyulara.

Akan yıldıza.

Bir kibrit çöpüne varana.

Okyanusun en ıssız dalgasına

Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,

Yitirmiş öpücükleri,

Payı yok, apansız inen akşamdan,

Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,

Seni anlatabilsem seni…

Yokluğun, cehennemin öbür adıdır

Üşüyorum, kapama gözlerini…

214 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page