Üç gün meme vermedik sana
Engerekler ve çıyanlardır,
Doğup büyüdüğü toprakları, Anadolu insanının acılı yaşamını dile getirdiği en güzel dizeleriyle tanıdık ilk Ahmed Arif'i gençlik yıllarımızda, ders kitaplarında yer almayan şiirlerini dilden dile, kulaktan kulağa mektuplardan öğrendik. Anadolu’nun şairidir Ahmed Arif; hasretin, sevdanın, dağların, umudun ve halkın şairdir.
“Emekliliğimden sonra Ankara’daki mütevazı evime çekildim. Gösteriş ve gürültüden uzak durmuşumdur hep, çünkü ben Doğuluyum. Az gelişmiş değil sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuyum. 1983’te anam Arife Önal’ı kaybettim. Okumamıştı ama… Pardon, okumamış yanlış oldu, okutulmamıştı; ama şirin bir kadındı.
Bir keresinde komşularıyla toplanmışlar muhabbet ediyorlar. Komşu kadınlar sürekli oğullarıyla övünüyorlarmış ‘Benim oğlum İzmir’e gitti doktor oldu, benim oğlum İstanbul’a gitti mühendis oldu, büyük oğlum Bursa’ya gitti mimar oldu.’ diye. Anam altta kalır mı, o da ‘Benim oğlum da Ankara’ya gitti komünist oldu.’ demiş. Garip anam ne bilsin, komünistliği de doktorluk, mühendislik gibi bir meslek zannediyor.”
Nasıl severim bir bilsen.
Sonra Pir Sultan’ı ve Bedrettin’i.
Onlar beni nasıl severdi.
“Anlatılanlara göre, 1927 Nisan ayının 21. gününde doğmuşum, Diyarbakır’da, yazlık ve kışlık odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle dönemin tipik Diyarbakır evlerinden birinde. Asıl adım Ahmed Önal, öz anamın adı Sayre, Kürt’tür. İki yaşındayken kaybettim onu, kardeşimin doğumu sırasında. Beni büyüten, emziren, yedirip içiren, eğiten Arife anamdır. Babam; Kerküklü Arif Hikmet, Kürt değildir. Rivayete göre, babamın büyük babası Rumeli’den göçmüş buralara. Bu üçünü de çok severim, hayatta laf söyletmem onlara.”
İlkokulu Diyarbakır Siverek İlkokulu’nda, ortaokulu da Urfa’da okur. Liseyi ise yatılı olarak Afyon Lisesinde. "Bütün okul hayatımda tanıdığım en yetenekli, en yiğit, en mert, en bilgili adamlar o lisedeydi işte o yıllar. Yıl 1943 olmalı… Taş çatlasa 16–17 yaşındayım. Durmadan şiir yazıyorum. Bir dergi ‘Seçme Şiirler Demeti’ adıyla kuşe kâğıda basılıyor. Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif. Ben Neyzen Tevfik’in torunu yaşındayım tabii o zaman, hatta daha da küçük. Bir de 10 lira geliyor bana dergiden, telif hakkı. Düşünün babam bana ayda 5 lira gönderebiliyor. O yüzden 10 lira büyük paraydı o zaman için.” diye anlatır o günleri şair.
Gözlerim maviliğin ruhudur.
Fecirlerin tebessümü içer.
Berraklığında ilah çocukları uyur
Ve emer sükutu beyaz gölgeler...
Ahmed Arif 1951’de tutuklanır. Çok acılar çektikten sonra serbest kalır. Fakat 1952’de yeniden tutuklanır, yargılanır. İki yıl hapis ve sekiz ay da Urfa’da kamu gözetimi altında bulundurulma cezasına çarptırılır. 1955’te tahliye olur, cezaları bittikten sonra Ankara’ya döner ama sürekli polis gözetiminde olduğundan eğitimine devam edemez, çeşitli dergilerde yazılar yazar, değişik işlerde çalışır.
Haberin var mı taş duvar?
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğrunda ölümlere gidip geldiğim
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin.
1967’de Aynur Hanım ile evlenir ve 1972’de oğlu Filinta dünyaya gelir. Evladına Filinta adını koyması pek çok şeyi anlatır. Bir söyleşide şöyle anlatır sevincini “Yaşamımda en büyük sevinci baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız tam iki yıl oğlumun nüfus kağıdını cebimde taşıdım. Cebimdeki sanki dünyanın en zengin cüzdanıydı. Oğlum olmuştu. Oğlum, dünyanın en güzel güvercini… Dünyanın en güçlü silahı.”
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Yıllar içinde altmış kez basılan "Hasretinden Prangalar Eskittim” Ahmed Arif’in tek kitabıdır, şöyle anlatır şair kitabının öyküsünü: “Bunu anlatmak doğru mu bilmiyorum. Çok kişisel, çok duygusal bir şey, artık anı olmuş. Kitabımın adını ben ‘Dört Yanım Puşt Zulası’ koymuştum, ama kardeşim buna engel oldu. Bana ‘Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok, seni 15 yaşındaki çocuklar, kızlar taparcasına seviyorlar. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun. Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı bir şiirine bile verme, mısra olarak kalsın.’ Düşündüm, kardeşime hak verdim. Madem öyle, kitabımın adı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ olsun dedim.
“Sabah gözlerimi sana açarım, akşam uykularımı senden alırım. Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum. Böyleyken gene de şükretmem halime; hergelelik, açgözlülük eder, seni üzerim. Aklıma gelmez ki seni usandırır, sana gına getiririm. Sana dert, sana ağırlık sana sıkıntı olurum, nemsin be? Sevgili, dost, yâr, arkadaş…
Hepsi. En çok da en ilk de Leylâ’sın bana. Bir umudum, dünya gözüm, dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni… Ben cehennem çarklarından kurtuldum. Üşüyorum kapama gözlerini…” diye seslendiği Leyla Erbil'le Diyarbakır’a sürgüne gitmeden önce Ankara’da arkadaş toplantılarında tanışırlar. Leyla Erbil yirmi üç, Ahmet Arif ise yirmi yedi yaşındadır. Deli divane aşık olur Leyla'ya Ahmed Arif. Yazdığı yüzlerce mektupta anlatır bu aşkını; ama hiçbir zaman bu aşkına karşılık bulamaz. Leyla Erbil dostluk sınırını hiçbir zaman aşmaz, bu aşka karşılık vermez.
Leylim – leylim dünyamızın yarısı
Gene kavim kardaş, can cana düşman,
Alnımızın aklığında puşt işi zulüm
Çift kanat kapılarına karşı darağaçları,
Bin yıl, bahar içre ömrünü sürsün
Şiirlerinde hep ezilen insandan yana olan ve ezilenlerin kardeşliğine vurgu yapan şair Ankara'da yalnız yaşadığı evinde 2 Haziran 1991 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirir. Geriye “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı, çok sevdiği oğlu Filinta ve Leylasına yazdığı, sonradan kitaplaştırılan mektupları kalır.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Namussuza, halden bilmeze,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
Dışarda gürül gürül akan bir dünya…
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir kibrit çöpüne varana.
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Yokluğun, cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini…