top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

179.SOKAKTA CİNAYET



Niyazi UYAR*


Salihli’nin Sokak adları, İzmir’in sokak adları gibi numaralıdır: 150 Sokak, 45 Sokak, 180 Sokak, 195 sokak... Her sokağa ad vermek, nasıl bir ad vermek, hangi adı vermek… Sorun üstüne sorun açmaktır.

179 sokakta oturuyordu Atiye Zengin, toprak zengini, çiftlik sahibi bir aileye gelin gidiyorum diye ağzının suyunu akıta akıta sevindik delisi olmuş, sevincinden gözüne uyku bile girmez olmuş. Cemiyet başkanı kayınbaba şehrin ekâbirlerindendir, törenlerde protokol için ayrılan yere oturmasına sebep, keyiften dört köşedir.

Cemiyet başkanının iki oğlu, bir de kızı vardır. Atiye’nin kocası Cevdet evin büyük oğludur. Cevdet daha çok kazanmak için babasının ticaret anlayışını modası geçtiğini ticari faaliyetlere müdahale etmeye başlayarak, dümene geçip kısa zamanda şirketin ticaret hacmini genişletmiş kısa zamanda dikkatleri üstüne çekmiştir. Çek, senet, alacak verecek işlerinde teamüllerin dışına çıkıp kendince yollar izlemeye başlamıştır. İki yüz binlik şehirde adı en çok konuşulan iş insanı olmuştur. Akşam yemeklerini Seyran tepedeki şarkılı gazinoda yer, gönlünce eğlenir, arkadaşları bir an bile yalnız bırakmaz Cevdet ağabeylerini, her akşam eğlence, her akşam eğlence…


Cevdet, yüksekten uçtukça daha çok yükseleceğini düşünür, uçtukça uçar. Hesaplar şaşınca, evdeki hesap çarşıya uymamaya başlamış, önce çekleri karşılıksız çıkmaya başlar, sonra tefecilerden aldığı paraları ödeyemez olmuş ve üç ayda her şey ters yüz olmuştur. Dönümlerce tarla, çiftlik, gayrı menkuller… bir bir elden gitmiş, sonra oturduğu eve icra gelmesi üzerine Cemiyet başkanı, şehri terk ederek alıp başını gider. “Saray, saray,” denilen cemiyet başkanının evine icra gelmesi, bardağı taşıran son damladır, başkandan sonra eşi, oğlu, kızı da şehri terk etmişler ve “saray saray,” denilen evin bacası baykuşlara yuva olmuştur!


179 Sokak emekli sokağıdır. Günün hiçbir saatinde ses şamata olmaz, sakin şehrin hayat bulması, 179 sokakta kurulmuştur. Ne balkondan balkona ne camdan cama konuşan komşular ne sokakta top oynayan erkek çocuklar, ne de seksek oynayan kızlar. Çalışma saatinin başlangıcında dört beş kişi, bakımlı, intizamlı aynı saatlerde işlerine gidip gelir. Her gün on altı sularında, formalı bir kadın muhtemeldir hastane çalışanı elinde alışveriş poşetleriyle sokaktan geçer, 179 sokak ile 180 sokak arasında bağlantı yapan kısa bir sokağa sapar, sokağın sonunda yeni yapılmış apartmana girer. İki katlı, üç katlı, dört katlı apartmanların olduğu sokakta üç yeni apartman vardır. Geneli, kırk elli yıllık binalar için kentsel dönüşüm dedikleri rantsal dönüşümde evden ocaktan olmamak adına müteahhitlerle görüşmezler. Çoğu devlet memuru emeklisi olduğundan, ince eleyip sık dokur, “acaba müteahhit bizi dolandırır mı,” korkusunu yoğun yaşarlar. Kimi kimsesi olmayan vatandaşlar, işte böyle deprem güvenliği olmayan, yılların yorgun binalarında oturmaya devam eder.


Atiye’nin oturduğu bina Sağlık Mahallesi’nde Şüheda Caddesine yüz elli metrelik mesafededir. Atiye sarı saçlarını taramadan, at kuyruğu saçlarını bağından kurtarmadan sokağa çıkmaz. At kuyruğu saçlar, özgürlüğü eline alınca, hafif bir esintide, aheste aheste dalgalanır, dalgalandıkça, bakmayı bilen gözlerin yüreklerini oynatır. O, iki çocuk doğurmuş, yine de göğüsleri el değmemiş gibi dimdiktir.

Atkuyruğu saçlar, lekesiz ince yüzünü engelsiz ortaya çıkarmakta, allığı ile bir gonca gibi kızaran etli dudakları alev alev yanmaktadır adeta. Benzetmeler yapılan, adına öyküler yazılan, şiirler dizilen, adı güzel, kendi güzel Muhammet’e evlat olan Fatıma Ana gibi güzel, lakin onun sarışınıdır. O, o ihtişamlı günlerde her gün kuaförlere giderken bu sayıyı önce haftaya, sonra aya; sonrada da gitmez olmuş, kendi işini kendi görmeye başlamıştır. Gökten taş da yağsa, yiyecek ekmeği bile olmasa kendine olan saygısından ötürü, giyimine kuşamına her daim dikkat eder. O, giydiklerini yakıştırır, 179 Sokak’ın kadınlarından elli yıl öndedir. Anası,



“Ben çektim, o çekmesin, erkeğin güzeli çirkini olmaz, cüzdanı kabarık olsun,” yeter,” demiş, Cemiyet Başkanın büyük oğlu Cevdet’i çöp çatanların devşirmesiyle elde edip baş göz etmiştir Atiye’yle. Hoş Cevdet’in boyu posu yerindedir. Kaşı, gözü, burnu, ağzı uyum içindedir. Cevdet, lise okumamış, fakülte okumamıştır. O, babasından sonra kumandayı ele alacak, Atiye de hanım ağa olacaktır, nasıl olsa.

Koca apartmanda onlardan başka kimse yoktur. Cemiyet Başkanı ilçenin en güzel mahallelerinden birinde üstelik köşe bir arsaya dört katlı bir apartman yaptırmış, her çocuğu için bir daireyi hazır etmiştir. Dış cepheyi mermerle kaplatmış, bahçeye cins cins ağaçlar diktirmiş, balkonlara Aydın’dan şömine ustası getirtip şömine yaptırmış, projeyi İzmir’in ünlü mimarı Eylül Ilgın’a çizdirmiş. Odalar geniş tutulmuş yirmi beşer, salonlar ellişer, mutfaklar yine yirmi beşer metrekare…


Dört katlı, “saray mı, saray,” dedikleri binanın icradan satışı içten bile değilken, İzmirli Avukat Cansu Hanım’ın kıvrak zekâsı ile önlenmiştir. Atiye’nin Cansu Hanım’la yaptığı duygusal konuşma Cansu Hanım’ın, “Atiye Hanım, gelin aynanın karşısına geçelim,” diyerek aynanın karşısına geçerler. Atiye ile Cansu’nun benzerlikleri insanlar eşleriyle yaratılır, sözünü bir kez daha hakikat kılmıştır. Cansu Hanım, her ne pahasına olursa olsun, bu binayı, kendim adına, sizin adınıza, göreceksiniz, sattırmayacağım kararlılığı, “Tanrı’nın fakire eşeğini kaybettirip sonra buldurup sevindirmesi gibi sevindirmiştir. Hakikaten de binanın satışını önlemiştir Cansu Hanım!


Atiye dört katlı apartmanın bal yapan tek arısıdır. Cevdet, Jawa’nın Hindistan versiyonu motoruna biner mahalleden birileriyle göz göze gelememek için sabah sekizde sanayiye aylıkla çalıştığı parçacı dükkânına gider, dükkânı bir güzel siler süpürür, çayı demler, simitçiden simit, peynir alır, patron ile birlikte yaparlardı kahvaltılarını. Patron çocukluk arkadaşıdır, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Arkadaşının durumuna üzüldüğünden yanında iyi bir maaşla işe almıştır.

Cevdet’le Atiye evlidir, bir kez bile birlikte kahvaltı yapmamışlar. İhtişamlı günlerinde Cevdet, işyerinde çaycı kadının ona has hazırladığı kahvaltıyı yapmış, akşamları da Seyrantepe’deki gazinoya gidip Ukraynalı revü kızları ile gönül eğlendirmiştir. Hele bunlardan Roksan’a olan tarifsiz tutkusu…


Atiye koca evde bir başınadır. Kâh balkon çiçekleriyle oyalanır, kâh bahçe çiçekleriyle, bahçedeki ağaçlarla. Elindeki kuru çınar çubuğuyla çiçeklerin ağaçların topraklarını havalandırır, solucanları çubuğu ile ezer, kurumuş yaprakları koparır, eşelediği toprağa karıştırırdı. Su parası çok gelmesin diye pet şişelere doldurduğu su ile sular, çiçekleri, ağaçları. Koca koca ağaçların pet şişenin suyu ile kanması ne mümkündür. Bir damacana suyu versen bana mısın demezler. O ağaçları, çiçekleri sevip baktıkça, Cevdet öfkeye gelir, “bu senin ağaçlarını, çiçeklerini yolup atacağım! Kızım bunlara verdiğin su ile iki ay idare ederiz biz,” diyerek öfkesini dile getirir sık sık! Ona rağmen Atiye her ağacı, her çiçeği aşkla kucaklar, Cevdet’e diyemediği sevgi sözcüklerini onlara der. Bu sözlerin, cümlelerin binde birini Cevdet’e söylemiş olsaydı, vaziyet başka türlü olur muydu, olmaz mıydı… Bilinmez, Cevdet gibiler için sevgi, para pul demektir. Bir yalnızlığın panoramasıdır Atiye’nin yaşamı. O, insanlardan, eşinden göremediği yakınlığı, ağaçlarda, çiçeklerde bulmuş; buna sebep en iyi dostu, sırdaşı çiçeklerdir. O da Cevdet gibi mahalleden kimse ile bir kelimecik konuşmaz, bir hayalet gibi gider gelir.


Cemiyet Başkanı bahçe için İzmir’den peyzajcı getirmiş, onun mahir eliyle cennet gibi bir bahçe yaratmıştır 179 Sokakta. Salihli’nin havasına toprağına uygun olacak ağaçlar, çiçekler özenle seçilmiştir: Leylak, manolya, papaz eriği, Japon gülü, Şakira, limon, lükstürüm, taflan, ilkbaharda kıpkızıl çiçeğe duran nar ağacı…

Kışın yeterli yağış olmayınca Gediz Ovasına hayat olan Demirköprü Barajı’nın suyu kıt demektir. Su olmayınca hayat olmaz derler ya, su olmayınca, Ege’nin verimli toprakları çorak demektir. Gediz, çorak demektir. Atiye’nin bahçesindeki o güzelim ağaçlara bol su vermesi lazımdır. Öyle olmayınca güzelim ağaçlar kuruyacaktır.

Atiye’nin hayran hayran izlediği karşı komşusu Hatice Hanım, sabah altıda kalkar, balkonu bir güzel yıkar, balkon çiçeklerini tek tek sever, sulardı. Hatice Hanım’a özenen mahalledeki Ayşe ablası da yeşertmiştir balkonunu. Atiye, Hatice, Ayşe Hanım saat kurmuş gibi, hemen her gün aynı saatlerde kalkar çiçekleriyle oyalanırlar; sonra kahvaltı hazırlıklarına geçerlerdi. Atiye için Cevdet’in varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark yoktur. O eve ne zaman gelir ne zaman gider gider duymaz bile. Cevdet yatak odasına Atiye’nin yanına uğramadan salondaki koltuğa kıvrılıp yatar.

Günler böyle yek düze akıp giderken, yaz mevsimi yerini sonbahara bırakmak için yavaştan hazırlıklara başlamıştır. Günler kısalmaya başlayalı iki ayı geçmiştir. Köyün bilmişi Gök Münevver derdi ki, “avastos on beş dedi mi yaz pitti,” demek. Ağustosun on beşi geçmiş, eve isabet eden güneş ışınları mekân değişikliğini yapmıştır. Beş on gün sonra sonbahar başlayacaktır. Sonbahar, ayrılık mevsimidir, sonbahar hazan mevsimi, yaz ile kış arasındaki geçiş mevsimidir. Dalından kopan her yaprak, yavaş yavaş aşağı düşerken, itibardan düşen koltuklarına uçarak gelenlerin koltuktan düşmesi gibi itibardan düşmüştür. Altın sarısı yapraklar, yeşilini, yeşilin canlılığını kaybetmiş, yaşlılığın iniş merdivenleri gibi yavaş yavaş düşmektedir. Dalından kopan altın sarısı yapraklar tabiat kanunlarının tekabülü gereği Mevlevi dervişlerinin dönmesi gibi döne döne inmektedir. Belki de insan topraktan gelmiş, toprağa dönecektir, söyleminin hakikat olmasıdır; kim bilir?


Atiye, yalnızdır ecde, o sabah akşam hep yalnızdır. Parçacı arkadaşının yanında aylıkla çalışan Cevdet, lale devrinin ihtişamlı günlerine özlemle tekrar dirilmek, ayağa kalkmak için aç tavuğun kendini arpa ambarında görmesi gibi boş boş hayaller kurar; olmayacak duaya âmin demek gibi. O hep inşallah olacak, inşallah olacak, âmin çok âmin diye diye uyur kalırdı salondaki koltukta. Cevdet her şeyi hak etse bile Atiye’yi hak etmesi imkansızdır. O ne eski günleri ne de Atiye’yi hak edemeden Hak vaki olacaktır. Neydik, ne olduk, şahtık şah mat olduk, sözünün hakikatini yaşamaktadır.


Evlendi evleneli, hep gece yarısından sonra, bazen sabaha karşı gelen Cevdet, nereden icap etmişse etmiş, akşam yemeği zamanı eve gelesi tutmuş. 179 Sokak sakinleri Cevdet’le bir kelime konuşmamış bile olsalar onun bu saatlerde eve geldiğine tanık olmamıştır. Bu saatte gelmesi bir şeylere delalettir ama neye, kimsenin bunu bilmesi imkansızdır. Akşam olur olmaz inine giren mahlûkat gibi yatağına giren 179 sokağın ahalisi, bugün deve karnı yarılmış gibi evlerinin balkonunda, pencerelerindedir. Akşam ezanı okunmuş, sokağın tek müstakil evin tavukları tüneklerinde uykuya geçmiş, nedense tavukların yatışını kıskanan 179 Sokak sakinleri bugün bir ilke imza atmaktadır. Mahallenin yeşil gözlü, Amerikan tıraşlı sevimli çocuğu Emre paten öğrenmeye çalışmaktadır, sokak lambasının aydınlattığı yerlerde. Emre düşmeden ilerledikçe, annesi “aferin, aferin oğluşuma,” deyip alkış tutarken, sokağın kıl kuyruk sakini yerden bitme Ömer’i arabasını güvenli bir yere park etmek için sokağı muhasara altına almıştır. Yerden bitme Ömer’i sokağı gözetleye koysun, sonradan görme ayı irisine benzeyen doğuştan kapkara Timur’u, park yeri bulamadığından, dörtlülerini yakıp sokağın bir yerine bıraktığı arabasını boşalacak ilk yere park etmek tetiktedir.


Cemiyet başkanının evinde üç el silah patlar. Meraklı komşular camlarda, balkonlardadır. Hayret dolu bakışlarla birbirlerine “ne oldu ki,” sorularını mimiklerle sormaktadırlar, acaba ne oldu ki, acaba ne olmuştu ki? Üç el silah sesi, akşamın bu saatinde… Meraklı komşuların bir şey öğrenme ihtimali yoktur, “acaba ne oldu ki” sorusunun yanıtını, içlerinden biri polise ihbar ederse işte o zaman öğrenilebilir, ya da… Sorunun cevabını kudretli ilahi anlatıcı, verebilir hemen. Yatsı ezanı okunmak üzeredir, dininde, diyanetinde olan mahallenin inanmışları, abdestlerini evlerinde almış, camiye doğru giderken, mahalleyi alan bir siren sesi ve iki polis arabası 179 Sokak’a giriş yapınca mahallelinin meraklı bekleyişi artıkça artar. Polisler cemiyet başkanının evini elleriyle koymuş gibi ziline basar, fakat açılmaz kapı. Bir kez daha, bir kez daha basılır zile; yine açılmaz kapı. On dakika olmuş, hala bir netice yok, hala polisler eve girebilmiş değil; kapı önündedir, çelik kapı duvar olmuştur adeta.

Cemiyet başkanını hoyrat oğlu, cebi para görünce tekrar Seyrantepe’deki eğlence evine, yeniden Ukraynalı, uzatmalı sevgilisi Roksan ile düşüp kalkmaya başlamıştır. Roksan, parfüm kullanmaz, aynen parfüm banyosu yapmış gibi kokar. Bu koku ne menekşeye ne karanfile ne melisa çiçeğine benzer; bu kokuya doğada denk gelebilecek bir çiçek yoktur. Roksan bir yetmiş boylarında, Cevdet’le aynı boyda, dolgun vücudu, mavi gözleri, yeşil askılı bluzu, beyaz keten pantolonu ve pantolonun içinde fıkır fıkır oynayan, yalım yalım yanan basenleriyle, alımlı, gösterişli bir kadındır. Cevdet’le bir araya gelince gözü her daim Cevdet’in gözünde, eli Cevdet’in elindedir. Ara ara ıslak dudaklarını ısırdıkça Cevdet deli divaneye dönmektedir.

Roksan, Atiye’nin uzun boylusudur, ikisinin de ten rengi aynıdır, ikisini de gözleri mavidir, ikisinin de saçları sarıdır, ikisi de sarışındır. Cevdet, Atiye’nin tıpkısı Roksan’a yanıp yakılmasının sebebi hikmeti, esbabı mucibesi bu mudur acaba sorusunun cevabını her şeye olur olmaz cevabı olanlara bırakalım. Cemiyet başkanına evi ocağı terk ettiren Cevdet, tekrar Roksan’a dönmüştür. Ne derler Anadolu’da, “köpek bok yemekten vazgeçer mi?”


Cevdet’in Roksan’a gittiğini daha ilk günden fark eden Atiye, kadınlık gururu her gün daha çok içini acıtmaya başlayınca, mahpushane hayatı olan hayatı daha fazla sürdürmenin mümkün olmayacağını düşünmeye başlamıştır ikinci başlangıcın ilk gününde. Cevdet’i kendine bağlaması zaten imkansızdır, ilk günden ayrılığın tohumları atılmıştır yataklarına. Cevdet, ilk gün vahşi bir köpek gibi saldırmış, bir köpek gibi ısırılmadık yerini bırakmamış, Atiye yapma dedikçe maçoluğun en görgüsüzlüğünü sergilemiştir. Ayağı dışarı olan erkeğin en büyük yardımcısı Atiye’nin hemcinsleridir. Ne derlerdi?


“Bir kocasına sahip olamadı!”

Balkondan balkona laflayan yaşlı kadınlar, yolda belde birbirlerine merhaba diyen erkekler, kapı önlerinde dedikodunun belini kıran kadınlar:

“Ne oldu gı, bu adam neden çıktı, bir şe mi va?”

“Bilmiyom, va bi şe ki, bu adam bu saatte geldi!”

“Ne ola ki?”

“Heç bi fikrim yok, eyi bi şe değil; emme acaba ne ki?”

“Nolcak gonşula, adam evine bön erken gemiş, ne va bunda?”

“Orası öle de yine de bi şe olcak gibi!”

“Onun her gün Urus gızı ile gönül elendirdeni hekes biliyo!”

“Kim biliyo, ben bilmiyom!”

“Sen ne biliyon ki, sen aşam ne yedin, baken  onu biliyon mu?”

“Urus değil, gızım, Urus değil; Ukanyalı!”

“Neyse ne işte, gavır gızı işte; yuva yıkan urospunun biri işte!”

“Ayıp, ayıp gadın para gazanmak için gemiş, bakmasın bizim ekekle de! Aç tavık ambarı dele deye boşuna mı deyola?”


Eve erken gelen Cevdet, Atiye’ye Roksan’la mutlu olduğunu, aradan çekilmesini söyleyerek, “ayrılalım,” demiş. Atiye Cevdet’in dediklerine karşılık tek kelime etmez, dinler, dinler. Sonra balkona çıkar bir sigara yakar, mavi gözlerini kapatıp bir zaman öyle kalır. Sonra yatak odasına geçer, çeyiz sandığını açar ve... Bu esnada Cevdet’te balkona çıkmış, bir sigara da o yakmıştır. Atiye’ye ye Cemiyet başkanı kayınpederinin,

“Kızım, namusuna halel getirmek isteyen her kim olursa, al bunu alnı çatına çat diye yapıştır!”


Cemiyet başkanı, evin bodrumunda tabancanın nasıl kullanılacağını üç şarjör boşattırarak öğretmiştir. “Sakla kızım, inşallah kullanmak mecburiyetinde kalmasın, eğer mecbur olursan Allah yarattı deme, tekrar diyeyim, alnı çatına çat diye yapıştır!”

Atiye tabancanın ağzına mermiyi vermek için mekanizmayı çekip bırakır. Kurşun namludadır artık. Kararlı adımlarla, salona gider. Cevdet, sigarasını içmiş, salondaki çağla renkli tekli koltuğa oturmuş, Atiye’ye diyeceklerini bir kez daha kafasından geçirmektedir.


“Bana yar olmayanı, kimseye yar etmem, iki on yıldır evliyiz, ne zaman gün güneş gösterdin ki bana? Zehir ettin bana hayatı, senin gibi aşağılıkların yaşaması haram!”

“Dur Atiye, delirdin mi, şeytan doldurmuş olabilir!”

Şeytan değil, başkan baban doldurup vermişti!”

“Babam mı, babam mı verdi?”


Böyle diyerek, yerinden yavaşça doğrulan Cevdet, Atiye’ye doğru yavaş adımlarla yürümeye çalışırken, Atiye’nin gözünü kan bürümüştür.

“Baban doldurup verdi, namusuna halel getirecek kim şerefsiz olursa çekinmeden alnı çatından vur,” dedi.

“Yapma katil olursun, ver o silahı bana; elinden kaza maza çıkar, ver o silahı!”

“Katil olurum, öyle mi?”

“Katil ya!” Cevdet yaklaşmış, hamlesini yapıp silahı Atiye’nin elinden alacakken…

” Al o zaman, al o zaman!”


İki el ateş etmiş, Dakikasında yere yığılan Cevdet’e iki kurşun isabet etmiş, biri başına, öteki de göğsüne! Atiye Cevdet’i öldürdükten sonra polisi arayıp kendini ihbar eder. Bir kurşunu da kendine ayıran Atiye, tabancayı şakağına dayayıp çeker tetiği. Kurşun, beynini darmadağın etmiş, o da dakika içinde yere yığılıp kalmıştır.

Polis, kapıyı koç başı ile açıp doğru apartmanın üst katına çıkar. İki yüz kırk metrekarelik aile apartmanında onlardan başka oturan yoktur. Diğer katlar boştur. Üst katın salonunda kanlar içinde iki kişinin cansız bedenleri ile karşılaşır. Asayiş ekiplerin tecrübeli polis memuru, maktullerin nabızlarına bakar, kalp atışlarını dinler, ses alamaz.


Polis memuru Süleyman, telsizci polise ara merkezi durumu bildir. Onlar ne yapmamız gerektiğini söyler.


Anlı şanlı cemiyet başkanının aile apartmanından iki cenaze çıkar. Biri Atiye’nin, biri Cevdet’in!

 

                                                                               

 

 

 

 

Etiketler:

36 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page