top of page
Yazarın fotoğrafıTarık BUĞRA

087956'IN SIFIRI



Tarık BUĞRA

*

Fatih taraflarında -amca derim- bir uzak akrabam otu­rur. Hali vakti yerindedir. Üstelik bir radyosu, küçücük, be­bek yastığı gibi bir kedisi ve on altı, on yedi yaşlarında da bir kızı vardır: Kumral saçlı, taptaze, kadife tenli, iri, yeşil gözlü, canlı, cana yakın bir şey. Adı da İclâl.


Bana gelince, ben işte böyle, yirmi üç yaşımda, bütün varlığı ve avuntusu sık saçlar, sağlam dişler ve kırmızı bol, kocaman düğümlü kravatı olan, pansiyoner bir tıp talebesiyim. Akraba canlısıyım; bu yüzden de sık sık amcamlara ta­şınırım.

Bu ziyaretlerimden birisinde ve yılbaşından bir hafta ka­dar önceydi; söz döndü, dolaştı, şans meselesine geldi. Ben;

Hiç şansım yoktur benim” dedim. İclâl;

“Benim de” dedi.

Şanssızlığımız bize dünyanın en tatlı şeyini, sitemle karı­şık övünmeyi veriyordu. Ve bu, tabiatiyle, yengeye vız geli­yordu. O;

“Ne biliyorsunuz denediniz mi?” diye sordu ve “Or­taklaşa bir bilet alın yılbaşı için,” dedi.

Ben, lâf olsun diye, hakkınız var der demez, İclâl’in öbür odaya fırlayıp yepyeni bir on liralıkla dönmesi bir oldu.

İclal’le biz, daha sonra, amca yatmaya çekilince, büyük ikra­miye ile neler yapılabileceğini uzun uzun konuştuk: Ben, iç hastalıkları ihtisasından ve bir röntgen makinesinden söz ediyordum; İclâl ise, küçük bir bahçe, üç oda, bir mutfak, havagazı ve banyodan dem vuruyordu. Ne tatlı şey!

Amma bunun için bir on lira da benim katmam gerekti. Oysa ayın bilmem şu kadarıydı, kırmızı renkli havale kâğıdının gelmesine daha uzun, upuzun günler vardı. Ve zavallı pansiyoner talebe için aşçı borca işliyordu.

On lirayı nereden bulmalı?

Borç arkadaştan alınır; ama gel gör ki, arkadaşların en kabadayısı, kahvemizin garsonuna takmaya başlamamış olan!

Adam sende, diyorum. Bu derde daha çok katlanmak­ta.. ve yoktan yere artırmakta ne mâna var? Alırım bir yarım bilet ve “İşte senin payın" diye, veririm iki yüz elli bin lirayı, olur biter.

Hem bu işi hemen, yarın yapmalı; İclâlciğin yepyeni ve cana yakın on lirasına, sevgiliden gelen ilk resme bakar gibi bakıp bakıp da içimin eridiği yetmezmiş gibi, bir de bu sıkın­tıyı artırmakta ne mâna var sanki?

Ertesi günü, hemen, bir yarım bilet alınacaktı, ama...

Ayın yirmi dokuzu demeden, o yepyeni, o sevgiliden ge­len ilk resme benzeyen on liralık da, birtakım hesaplar ve umutlarla gitti.

Bunlarla beraber ben hâlâ avutabiliyordum kendimi: Şimdi artık, kırmızı renkli havâle kâğıdı gelene kadar amcala­ra gidilmeyecek, sonra da İclâlciğe; “Biletimize amorti çıktı, al on lira” diye sırıtılacak!

Tut ki, borç almışım!

Ama benim kalleş, benim gaddar şansım bu kadarcık dürüstlüğe olsun imkân bırakır mı?

Yılın son günü pis ve uğursuz bir havada Bayezit Mey­danı'nında, havuzun etrafında, bir arkadaşla, bomboş ceplerle ve ezik ve yenik ve toplum tarafından horlanmış. dolaşır­ken. Bilime, politikaya, sanata, hele hele paraya, yâni eko­nomik kaderlere dair felsefeler yürütürken. bu şans bende iken başka ne olsun? İclâl ’le ve annesiyle burun buruna geli­verdik.

Çarşıdan dönüyorlarmış. Şey almışlar.. Sonra şey de al­mışlar...

Niçin onlara uğramıyormuşum ve;

“Biletimizin numarası kaç?

Hey ya Rabbi! Beride bilime dair, politikaya dair, sanata dair, alınyazısına dair bunca muamma durup dururken baş­ka bir şey kalmadı da, biletimizin numarası mı dert oldu? Salladım bir rakam

“87956.”

Ve İclâl, söylediğim numarayı, önemle saygıyla, ciddi­yetle yazdı, sonra da bu işin bana verdiği azap yetmezmiş gibi;

- "Hadi bize gidelim; çekilişi radyodan dinleriz. değil mi anne?" dedi.

Artık annesi de ısrar ediyordu. Ben son bir umutla, arka­daşıma baktım. Ama nerede? O budala, tabii İclâl gibi bir kı­zın karşısında olduğu için, dişlerimi gıcırdatan bir centilmen­likle çekip gitti. Arkasından "Hey budala, beni işkenceye gö­türüyorlar; arkadaşlık bu mudur, kurtarsana’’ diye bağırmak istiyordum. Bağıramadım elbette.

Yolda 87956’nın her rakamı bir çekiç olmuş, ta beyni­min içine vurup duruyordu:

Alınyazım bu benim işte, şansım bu. Yüz binlerce sayının içinde, sanki başkası yokmuş gibi 87956 dedirtecek bana tabii!

87956!..

Ne ahenk; ne kompozisyon; ne mimari! Beş yüz bin lira buna çıkmayacak da gidip elin budala, şapşal rakamlarına mı çıkacak?

Birdenbire ve can havliyle, İclâl’e;

“Kaç yazdın numarayı?” diye soruyorum.

O çoktan ezberlemiş bile

      -“87956.”

“Yanlış" diyorum.

“Neden? Sen öyle demedin mi?”

“Hayır. ”

“Aaa.. vallahi 87956 dedin; hâlâ kulağımda."

Haklı kızcağız; unutulur mu hiç? Bir mısra gibi ahenkli lâ- net! Ama ne olursa olsun diretmek, bu korkunç surette çeki­ci rakamı değiştirmek, sonuna bir on üç, evet, on üç takmak lâzım. Boş ama... dirensem "çıkar da bak bakalım bilete” di­yebilir. Alınyazısı değiştirilemez ki!

Evde İclâl ; “Sahi, biletin numarası 87956 değil mi?" diye sordu. Artık her şey vız geliyordu bana:

"Yok, canım; mahsus söyledim onu... seni kızdırayım diye. Elbette 87956. Bundan daha güzel olur mu ki, 87956 olmasın” dedim.

Radyo kazanan numaraları okumaya başladı:

Bin lira, beş bin lira, on bin lira kazananlar! Arada sırada kalbim hoplamakla beraber, bu küçük şanslardan korkmu­yorum ve eceli bekler gibi, beş yüz bin lirayı bekliyorum ben: Bana o çarpacak, buna, İclâl kadar ben de eminim.

Sonunda sıra bizim beş yüz bin liraya geldi. Spiker bir yığın mavaldan sonra:

“Evet, muhterem dinleyiciler;  evet, evet;  işte tarihi an. Şimdi sizlere yılın rakamından birler hânesini söylüyorum: Altı!..”

Ve kimsenin akıl edemeyeceği gevezeliklere devam edi­yor:

“Şimdi onlar hânesindeki sayıyı, yâni sondan bir önce­ki sayıyı söylüyorum: Beş! Demek ki, beş yüz bin lirayı ala­cak biletin sonu 56 oluyor. Elli altı dedim de aklıma geldi: Galatasaray’da bir arkadaşımız vardı; 56 Ali. Muzip, zeki, cin gibi bir çocuktu 56 Ali. 56 Ali bir gün... ”

Şu spiker de aman ne hoşsohbet şey öyle!

“Yüzler dokuz! Şimdi biletin sonu 956 etti. Aziz dinle­yiciler, inşallah 956 yılını da böyle sağlıkla, mutlulukla...!

İclâl ’le göz göze geliyoruz:

Yeşil ve tertemiz, taptaze gözlerde üç oda, bir mutfak, banyo dairesi, havagazı, bahçe, bahçede çamlar, çamların ardında masmavi deniz... off Allahım... ne spiker!

“...7956!..”

Amca da, yenge de... hattâ kedi bile... şöyle bir doğrul­dular. Ve İclâl rüyalaşmış, İclâl ballaşmış, bana gülümsüyor : Ev... Sonra Abant'a, hattâ Finlandiya’ya gidilebilir her se­ne...

Ve spiker... Esprili, hoşsohbet, radyofonik spiker, kahro­lası spiker...

Söyle artık şu sekiz’i de bitsin bu işkence!

Ama neden onu bekleyecekmişim sanki? Amca, yenge, kedi... hepsi, her şey vız gelir bana; ama İclâl’i bir an önce, yarım saniye olsun, önce, kaderi çizilmiş bir hayat için bir başka hayat kadar sürükleyici ümitten çekip kurtarmalıyım. Bu ümit şu spikerin gevezelikleri boyunca sürüp büsbütün yıkıcı olmamalı: “Erenköy’deki köşk... çamlar... mavi ufuk... Abant... bunların hepsi lâf... hepsi lâf” diye bağırmalıyım.

Ama geciktim ve spiker... sekiz’i de söyledi. Bitkin, yıkıl­mış ve nâmütenahi melûl bir sesle;

“Çıktı, değil mi?” diye inledim.

Kime sorduğumu bilmiyordum. Dünya bomboştu. Bu buz renkli ve sınırsız boşluğun kilometrelerce, kilometrelerce ötesinde, çam ağaçlarına, hattâ çamların altındaki bir çift şezlonga varıncaya kadar belli olan bir köşk görünüyor, baş­ka hiçbir şey görünmüyordu. Amcam, bir asır sonra;

“İnşallah” dedi.

Ona boş gözlerle, aptal aptal baktım. Açıkladı:

“Yüz binler rakamı sıfır çıkarsa..."

Birden bire kendime geldim ve;

“Çıkmayacak” diye bağırdım. Fazla bağırmış olmalıy­dım; yenge;

“Ne oluyorsun öyle?” dedi. Amca da;

“Neden?" diye sordu.

Hüzünle;

“Çünkü" dedim, “büyü bozuldu.”

Üçü birden;

“Ne büyüsü?” dediler. Aynı derin üzüntü ile;

“Kedi” dedim, “Kedi minderden kalktı ve kapıya doğru gitti."

Gülümsemeye bile vakit bulamadılar ve spikerlerin en sevimlisi son rakamı da söyledi: Bilmem kaçmış!

Buzlar dağılmıştı artık. Ama İclâl bir parça üzgündü Ve ben, içimdeki ferahlıktan hiç değilse yarısını ona vermeden yapamazdım. Bir hamlede yanına gittim; iradeye dair, çalış­maya ve hak etmeye dair bir uzun nutuk çektim ve nutkun bal gibi aşk ilânı olduğunu -sonralara doğru- değil yenge, değil amca, hattâ İclâl bile, hattâ hattâ ben bile anladım.


***

Süleyman Tarık Buğra, Türk gazeteci ve roman, hikâye, oyun ve fıkra yazarı. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının tanınmış yazarlarındandır. Çok yönlü bir yazar olan Buğra, özellikle romanlarıyla tanınır. Küçük Ağa adlı romanıyla tanınmıştır.

1991'de Devlet Sanatçısı unvanı almıştır.


Doğum tarihi: 2 Eylül 1918, Akşehir

303 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


1/706
bottom of page