Arama Sonucu
"" için 3790 öge bulundu
- Kendini Türk Gibi Hisseden Ve Türkçe Şiirler Yazan İrlandalı Şair Mangan
Nurten B. AKSOY * İrlanda’nın başkenti ve aynı zamanda en büyük şehri olan Dublin, tarihi ve doğal özellikleriyle ünlü bir kent. Kentin merkezindeki Saint Stephen Meydanı, hem İrlandalıların hem de turistlerin büyük ilgisini çeken güzelliklere sahip yemyeşil bir meydan. İşte bu meydanının ortasında bir şairin heykeli var. Bu heykel, İrlanda ulusal marşının yazarı James Clarence Mangan’ın heykeli. İrlanda’da doğup, orada yaşama veda eden bu şair ünlü ‘Oxford Antologie English Verse’ adlı antolojide İrlandalı şairler arasında değil, ‘Türk Şairler’ başlığı altında yer alır. Ayrıca Hayat Tarih Mecmuasının 1968 yılında çıkan ikinci sayısında “İrlanda’nın Türk Şairi” olarak Mangan’dan bahsedilir. İşte biz de Türkçeye meraklı bu İrlandalı şairi tanıtalım istedik. Karaman Ah Karaman En acımasızı Erzurum’dan geldi bölüklerin, Uhbar sarayının kubbesinden indiler, Beni senden, vatanımdan söküp kopardılar, Karaman! Sen, öz vatanım, dağlık yurdum, Karaman, Hayatta ve ölümde ruhumun ocağı, Karaman, Ah Karaman! Bil ki Karaman, On kız kardeşimden hiçbiri Hemşehrilerini benim kadar sevmedi. Karaman, Ah Karaman! İrlanda ile hiçbir benzerliği olmayan, binlerce kilometre uzaklıktaki Türkiye’yi hiç görmemiş olmasına rağmen sanki Anadolu’da özellikle Karaman’da yaşamış bir Türk şairi gibidir ve İrlanda’nın Edgar Allen Poe’si olarak kabul edilir Mangan. Çok zeki ve çalışkan olan Mangan 1 Mayıs 1803’te Dublin’de doğar, 20 Haziran 1849’da yine aynı kentte yaşama veda eden, fakir bir ailenin çocuğudur. Latin, İspanyol, Fransız ve Alman dillerini öğrenir, babasına parasal açıdan yük olmamak için öğrenimini yarıda bırakıp bir kütüphanede çevirmen olarak çalışmaya başlar. Türkiye’ye ve Türkçeye neden ilgi duyduğu ise bir sırdır aslında. Yazdıklarından çıkartılabilenlere göre; Türk insanına ve Anadolu’ya derin bir sevgi besler. Belki İrlanda’nın yer yer Boğaz’ı hatırlatan görselliği, belki İrlandalılarda görmeyi arzuladığı bağımsızlık tutkusu, belki de Müslümanlık onu etkiler. Türkçe şiirlerine bakınca Mangan’ın İrlandalı okura seslendiğini düşünmek oldukça zordur. Çünkü sadece Türk tarihini ve coğrafyasını bilenlerin anlamlandırabileceği dizeler yazar. Hatta şiirlerini kendisini ‘Türk hissederek’ kaleme aldığı söylenir. ‘Three Khalenders’ (Üç Kalender) şiirini okuyunca onun Türkiye’yi hiç görmediğine de inanası gelmez insanın: Kuşlar gibi neşeli uçtuk Biz: Emrah, Osman, Perizat Güldük, şakalaştık ve seyrettik Şarap, güller, neş’e… Türkü söyledik Bütün unvanlardan vazgeçtik. Manga'nın boş vakitlerini İrlanda şapkasını başına geçirip uzun yürüyüşler yapmakla geçirdiği, bu gezintiler sırasında eline geçen lügatlardan yararlanarak Latince, Almanca ve Türkçe öğrendiği, yine bir yakınına ‘Türkçe ve Türk şiiriyle Almanca bir tercüme sayesinde tanıştığını’ anlattığı rivayet edilir. Hangi Türk şairlerinden etkilendiği bilinmese de bu tercümeden sonra çalıştığı kütüphanedeki görevini ihmal etmek pahasına hemen bütün gününü Türkçe öğrenmeye ve Türkiye’yle ilgili kitaplar okumaya ayırdığı gerçektir. Öyle ki bir ara işten ayrılıp sadece Türkçe çalışmaya vakit ayırmak isteğine dahi kapılır. University Magazin’de Türkiye üzerine yazı yazmaya başlaması da bu dönemdedir. Türk şiiri üzerine çalışmanın zorluğunu anlatmaya çalışır okuyucularına: “Türk edebiyatını anlamak çok zor. Türkçe gramer okumakla, küçük izahları dinlemekle olacak iş değil bu. O bilgiyle Osmanlıcayı yazıp okuyamazsınız. İşi ciddi tutmak, uzun bir süre için kendi memleketinizi unutmanız gerekiyor. Adeta yeminli bir Müslüman gibi olmalısınız. Osmanlıyı, Türk şiirini anlamak ancak böyle mümkün. Yani Avrupalılığın bütün eskimiş paçavralarından kurtulmak onları rüzgâra savurmak gerek.” “Nihayet kafes çöküyor, demirler dağılacak yakında Elveda gaileli dünya, günahlarla haşır neşir dünya Ruhum Allah’ın sükûnet ülkesinde dinlenecek artık…” Bu dizeler Mangan’ın kendini Türkiyeli saydığı duygularının en güzel kanıtıdır belki de. Ve Mangan yoksulluk içinde öldüğünde yastığının altında bulunan gazelin İngiliz şiir tekniğine uymayan, Türk kafiye anlayışına bağlı kalarak yazıldığı görülür. “Bu hana ve bu handan Kaç seyyah geldi geçti Kaç kervan kefenlenip gitti Herkes geldi, herkes gitti Kimse bilmedi neden geldiğini Nereye gittiğini…” James Clarence Mangan ölümünden önce kendi ifadesiyle ‘deneme niteliğinde’ Türkçe şiirler yazmaya başlar. Ancak kelime dağarcığının azlığından yakınır hep. Ciddiye aldığı bu hevesi sonucunda Osmanlı şairlerine özgü bir divan oluşturacak kadar Türkçe eser bırakır arkasında. Döneminde bedava gezi ve tantanalı ağırlamadan yararlanmak, Osmanlı sarayından bahşiş koparmak için eser üreten tipte sanatçılardan olmamış, bizden habersiz, bir Türk gibi, kendisini bizim yerimize koyarak yazmış bir şairdir. İrlandalı aydınlardan Peter Hird, Mangan’la ilgili düşüncelerini: “Şüphe yok ki, Mangan’ın kendisini bir Türk yerine koyarak yazdığı eserler, İngiliz okuyucusunu şaşırtır. Çünkü bu şiirlerinde Mangan, İrlandalı vatandaşlarına değil, Türk dostlarına hitap etmektedir. Bu bakımdan da okuyucusunu Türk Tarihini biliyor kabul etmiş, Türkiye tarihine ait çeşitli telmihler yapmıştır. Mangan’ın yazdıklarını yazabilmek, hissettiklerini hissedebilmek ve onun gibi düşünebilmek için kesinlikle bir Türk olmak gerekir…” şeklinde dile getirir. Bir şairin gitmediği, yaşamadığı yerlerle ilgili şiir yazması olağandır. Edebiyat Tarihimizde bunun çok ve başarılı örnekleri de vardır; fakat bir toplumun değerlerini sahiplenerek, o değerler içinden ortaya başarılı şiirler koymak oldukça güçtür. Bu güçlüğü kilometrelerce uzaktan, yıllar öncesinden aşabilmiş bir örnektir İrlandalı Mangan. Ölüm hakkındaki düşüncesi, ölüm algısı da bir İrlandalı gibi değil, tipik bir Doğulu Müslüman ve özellikle de Türk gibidir. “Şimdi kervan yola çıkıyor Meçhul bir ülkeye doğru Ruhum artık Allah’ın asude yurdunda dinlenecek…” dizelerinin Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiirindeki duygulara benzediği görülebilir. Mangan, sıradan bir empatiyle sadece kendisini Türk yerine koymakla kalmaz, Türkçeyi de anadilinin yerine koyar. Ama ne yazık ki Türkiye onu pek tanımaz; hiçbir eseri Türkçeye çevrilmemiştir. Avrupa’nın öbür ucunda bizden habersiz, bizi anlamaya, anlatmaya çalışan bir şair olarak kalmıştır Mangan…
- SORUNLAR ALTINDA ÖĞRETMEN OLMAK!
Prof. Dr. İbrahim Ortaş * Eğitimdir ki, bir ulusu ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır, ya da bir ulusu esaret ve sefalete terk eder. Mustafa Kemal ATATÜRK İnsanın Tarım ile Öğrenmeye Başlaması ve Bilgi Aktarımı Süreci İnsan, tarımla uğraşmaya başlamadan öncesinden doğadan öğrendiklerini sonraki kuşaklara aktarma ihtiyacı hissetmiştir. Öncelikle aile içinde, annenin yavrularına gıdaya ulaşmayı öğretmesiyle başlayan bu süreç, zamanla mesleklerin babadan oğula aktarıldığı bir bilgi paylaşımı şekline dönüşmüştür. Yazının icadı ve matbaanın geliştirilmesi, bilginin aktarılmasını yaygınlaştırmış, sanayi devrimiyle gelişen teknolojik araçlar (kalem, daktilo, bilgisayar gibi) sayesinde bilginin sistematik bir şekilde üretilmesi ve aktarılması mümkün hale gelmiştir. Ancak bu süreçte bazı toplumlar temel bilimleri, felsefi sorgulamayı, soyut düşünmeyi ve analitik yaklaşımları önemseyerek gelişmişken, öğrenme becerilerini geliştiremeyen toplumlar geride kalmıştır. Bilginin teknolojiye dönüşmesi ve metalaşması, sosyal eşitsizliklerin artmasına ve zengin-yoksul arasındaki uçurumun derinleşmesine yol açmıştır. Ancak bu durumun, eğitimin ve öğretimin amaçladığı veya desteklediği bir sonuç olmadığı açıktır. Eğitim ve öğretimin temel amacı, bireyleri çok yönlü bir şekilde donatarak toplumun gelişimine katkı sağlamaktır. Eğitim ve Öğretmenin Rolü Gelişmiş ülkelerin başarısında, okul ortamı kadar öğretmenlerin bilgi birikimi ve deneyimleri de önemli bir rol oynamaktadır. Eğitim sisteminin en önemli aktörü olan öğretmenler, öğrencilerin farkındalıklarını artırmak, bilgi, görgü ve anlayış kazandırmak için çalışmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Köy Enstitüleri modeli, ülkenin kalkınma hedeflerine ulaşması için nitelikli insan gücü yetiştirme açısından önemli bir girişimdir. Ancak bu model, iç ve dış müdahaleler nedeniyle uygulamadan kaldırılmıştır. Öğretmenlik, bir iş kapısı değil, adanmışlık gerektiren bir meslektir. Öğretmenler, öğrencilerine daha fazla bilgi aktarabilmek için kendilerini sürekli geliştirir. Ancak son yıllarda ekonomik zorluklar ve liyakate dayalı olmayan uygulamalar, öğretmenlerin motivasyonlarını olumsuz etkilemekte ve tükenmişlik hissi yaratmaktadır. Eğitim sistemindeki en önemli aktör ve role model elbette ki öğretmendir. Cumhuriyetin ilk yılarındaki eğitimin ve Köy Enstitülerinden yetiştirilen eğitimin yetiştirdiği eğitimcinin tak ve nihai amacı; öğrencilerin farkındalığını artıracak bilgi, görgü ve anlayış kazandırmaktı. Hiç bir öğretmen, hoca, bilgin, bencillik yapıp bilgisini saklamaz, bilgisini öğrenmek isteyenlere ile paylaşır. Öğretmenlik bir iş kapısı değil, bir yaşam anlayışı olarak tam bir meslek adanmışlığıdır. Öğretmen işe değil, okula içtenlikle gider. Öğretmenlik heves ve yardım etme tutkusu ile yapılan bir meslek olarak zamana bakılmaksızın sürekli yapılırdı. Bizler ilkokulda ve ortaokulda etütlerde ve ödevlerimizi gece dahi çoğu zaman öğretmenlerin kontrolünde yapardık. Öğretmen için yaşları ne olursa olsun öğrenmek isteyenlere bir şeyler öğretmek, onları nitelik eğitim vererek onların evrensellik düzeyinde gelişmişliğini sağlamaktır. Bunun için maaşının yetersizliğine rağmen, okumak ve kendilerini geliştirerek öğrendiklerini öğrencilerine daha fazla bilgi aktarmaktadırlar. Bu yolda çoğu zaman maddiyat ile ölçülemeyecek büyük bir gururla ve huzurla yapmaktadırlar. Ancak son yıllarda çok sık basına yansıyan araştırma sonuçlar ekonomik zorluklar yanında liyakate uygun olmayan durumlar nedeniyle hevesiz, moralsiz ve tükenmişlik duyguları yaşadığı görülmektedir. Öğrencilerin Kültürel ve Akademik Yetersizlikleri, Üniversiteye Kadar Taşınan Bir Sorun Olarak Karşımıza Çıkmaktadır. Mevcut durumda geleceğin bilim ve teknoloji üretimi yapacak bir insan potansiyeli sağlayamadık. Çok sayıda nitelikli insanımızı beyin göçüne maruz kaldı. Bu bağlamda nitelikli öğretmen eksikliği yanında yetiştirilen nitelikli insanın ülkemizde tutulması sorunu aşikâr. Dünyanın gelişindeki en belirgin tecrübesi olan nitelikli başta fen okur-yazarlığı ve eğitimi modelinin günün koşullarına uygun olarak yenden düzenlenmesi, öğrencilerin öncelikle el becerileri ve zihinsel motor gelişim sağlıklı tamamlanması, sonrada temel bilgileri başta ekoloji ve tarih bilgisi kazandırmalı. Sonrada insanın soyut düşünme becerileri gelişimine bağlı olarak sosyal analiz becerisi, felsefi dünya görüşünün oluşumuna ortam sağlanmalı. Dışarıdan müdahale değil, kişinin kendisinin kendisi olması için insani değerler, erdemlilik eğitimi yanında mantık, felsefe ve diyalog gibi ders ve sosyal ortam hazırlanmalı. Hemen her ülkede seçkin liselerin tercih edilmesinde sanırım yaratılan ortam etkili olmaktadır. Türkiye’nin mevcut eğitim kalitesi Ortaöğretim Sınav sonuçları, ÖSYM, PISA ve KPSS sınav sonuçları hepimizin bilgisi dâhilinde. Günümüzde üniversiteye gelen öğrencilerin ciddi kültürel yetersizlikler yanında temel bilimlerden yetersi geldiği çok aşikâr. Hiçbir kitap, gazete okumamış ve okuma alışkanlığı olmayan, not tutamayan öğrencilerin kalemsiz deftersiz cep telefonları ile sınıflara gelmesi akademik çevrelerde en çok konuşulan durumlardandır. Sorumluk duygusu taşıyan bir öğretici olarak ülkem adına üzüntü duymadan edemiyorum. Eğitim ve Öğretme Yetiştirme Modeli Yeniden Düzenlenmeli Eğer bir toplumun geleceği nitelikli insan yetiştirilmesine bağlıysa, eğitime ve öğretmene yapılan yatırım önceliklendirilmelidir. Ülkemizin uzun ve kısa vadeli hedefleri belirlenerek bu hedeflere uygun bir eğitim felsefesi oluşturulmalı, öğretmenler için lisansüstü eğitim zorunlu hale getirilmelidir. Eğitim sisteminde öğretmenlerin saygınlığı artırılmalı, maaşları iyileştirilmeli ve sürekli eğitimle mesleki gelişimlerine destek olunmalıdır. Eğitimde Reform ve Öğretmenlerin Desteklenmesi Öğretmenlik mesleği her şeyin üzerinde ülkenin öncüleri olarak her yönden iyi eğitilmeli ve sürekli eğitim içinde zinde olmaları sağlanmalı. Meslek saygınlığı için öğretmenin toplumdaki saygınlığının niteliğini yükseltmek gerekir. Öğretmenlere sözde değil, önce içten olarak “bana bir kelime öğretene minnettarım” diyen anlayışı benimseyen ülke olarak öğretmenin maaşı, toplumda en üst düzeyde saygınlık sağlanmalı. Çok önemsediğimiz Finlandiya eğitim modelindeki gibi öğretmenlerin lisansüstü eğitime tabi tutulması. Türkiye’nin eğitim sistemini amaca uygun yeni bir felsefi model oluşturmak için ülkenin uzun ve kısa süreli amacını belirleyerek eğitimde o doğrultuda yönlendirmesi gerekiyor. Bu duygu ve düşüncelerle, tüm öğretmenlerin bu anlamlı gününü kutluyor, şahsımın gelişiminde emeği olan öğretmenlerime en derin saygılarımı sunuyorum. 24 Kasım 2024, Adana
- Öğretmenim
Aydın ÖZYAR * "İyi Adamlar" * ŞENOL YAZICI Şimdi sonbahar. Birazdan göçmen kuşlar da geçer, gökyüzünü "v"lerle doldurup geçerler. Bir sonraki yıl döneceklerini bilmek bile kesmez sizi, sevdikleriniz, bildikleriniz yoktur artık, yalnız kalmış gibi duyumsar, hüzünlenirsiniz. Sonbahar, ayva sarı nar kırmızı... bolluk ve bereket mevsimi değildir sadece, yaprak dökümüdür aynı zamanda... Çevremdeki tanıdığımız, bildiğimiz kim varsa; tanrının bir lütfu, hazır kıta seçmediğimiz akrabalarımız, ilk seçimlerimiz olan aşklarımız, dünya emekle oldurduğumuz yoldaşlarımız, yokluktan yarattığımız arkadaşlarımız, külüne muhtaç olduğumuz komşularımız, velhasıl güvendiğimiz dağlar yıkılıyor, aşına olan ne varsa bir bir eksiliyor, hiç dönmeyeceklerini bildiğimiz sonsuz bir yolculuğa çıkıyorlar. Yaş aldıkça her ölenle bir parçamızın eksildiğini daha çok hissettiren bir üşüme alıyor. Elimizde değildir, git gide çoğalan yalnızlığımız donduruyor. Hele "iyi insanların" kaybı yok mu? Yaşar Kemal, İnce Mehmed'de der ya; "O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler, " okurken burnunuzun direği sızlar, aynen öyle. iYİ ADAM deyişi kadar kişiye özel, görece bir ifade görmedim. Aslında " Siz nasıl bilirsiniz bilmem, ama o kişi benim için iyidir, " denilmek istenir de neden herkesin kabul etmesi gerektiği düşünülür ve niçin musalla taşındaymışız gibi ağız birliği ile "iyi biliriz" denilmesi istenir onu anlamam. İnançları ve alışkanlıkları çok kurcalamamak gerek. * 3 Kasımda Bilal Hoca Çaykara'dan da yakını olan Aydın Özyar'ın öldüğünü, cenazesinin 5 Kasımda kalkacağı İzmir'e gidip gidemeyeceğimizi sordu. Aydın Özyar tanıdık birinden öte ömrüm için "milyon taşı" gibi çok anlamlı biriydi. Sağlığında bir türlü denk getirip gidip göremediğim ÖZYAR'ı şimdi sonsuzluğa uğurlayacaktım. Orda bulunmayı isterdim. Ne var ki birkaç gündür doktorlarla uğraşıyordum, daha da uğraşacak gibiydim. Hükümetin gururla anlattığı sağlık uygulamaları sonunda semeresini vermiş, bazı doktorlara hiç, bazılarına ise ancak olağanüstü bir emekle ulaşabilir olmuştuk. . "Bilemiyorum , bir bakmam gerek, ama gitmeyi isterim," dedim. Metroda kullanılmadığından artık sislenen anılar arasından, siyah beyaz fotoğrafları, öğretmen okulu yıllarını seçmeye çalıştım. Belki de ömrümün en güzel yıllarıydı o yıllar. Sınavla girdiğim okulda yatılı okuyordum. Her öğün sıcacık yemeğimiz ayağımıza geliyor, o dönemde bile kaloriferle ısıtılan koca binalarda hem eğitim görüyor, hem de barınıyorduk. Her yıl giysilerimiz bile, çamaşırlarımıza değin yenileniyordu. Devlet o devir ne güzel devletmiş. Sizi bilmem ama , benim tüm muhalif halime karşın, devlet denince gayri ihtiyari önümü iliklemem işte o günlerde gördüğüm özendendir, yoksa ben devletin iyi ve namuslu yurttaşının daha iyi yaşaması için kurgulanan çok güçlü bir organizasyon olduğuna inananlardanım. Bu sonraki uygulamaları hiç anlayamayacağım, yetiştirip istihdam etmek, ondan yararlanmak yerine" giderlerse gitsinler" demeyi, yuvadan atmayı yani. Kemerkaya'daki Erkek Öğretmen Okulu denizin kıyısında gösterişli, Rumlardan kalma, ama sağlam , güzel bir taş binaydı. Bilenler bilir, yol geçene kadar deniz, alt bahçesinin dibine vururmuş. Kocaman ön bahçesinde binbir çeşit ağaç vardı. Küçük Atatürk büstünün yer aldığı minik havuzda kırmızı balıklar yüzerdi. Akşamları zorunlu etüt saatlerinde nöbetçi öğretmenlerin gözetiminde zorunlu ders çalışıyor, okul işliklerinde, çok zengin kütüphanesinde ya da donanımlı spor salonunda kendini geliştirme imkanı isteyen buluyordu. Kİ o dönem Trabzon kırsalının kitabı, Ayvasıl pazarında seyyarcının sattığı Hayber Kalesi Cengi sanan, değil keman, kostel kemencesi bile tanımayan çocuklarından olan ben, sınıfımın en çalışkanlarından olmuş, piyano çalmaya başlamış, özel ilgi duyduğum sporda ikinci yıl elit cimnastık takım kaptanı olmayı başarmıştım. 19 Mayıslarda çıktığımız türbinleri dolduran hayranlarım beni adımla çağırıyorlardı, Şenol ya da Ali Kemal kadar değilse de epey ünlüydüm. Üç yıl rüya gibi geçmişti. Neler olmadı ki o arada. Hele katıldığımız bir boykot deneyimi vardı ki ülkemin sonraki 20 yılını götürecek siyasi olayların ve olaylara bakışın resmiydi. Boykot için yürüdüğümüz sahilden polisin önünden kaçarken yitirdiğim tek ayakkabıya ağlayarak döndüğümüz gece bizi bahçedeki at kestanesinin altına toplayan sonradan Cemal Süreya'nın eşi Zühal Tekkanat'ın götürdüğü Hatay Lokantasında "şair arkadaş" olarak tanıyacağım Mustafa Okan Baba'nın "Sizi aç köpekler..."diye bağıran sesi hala kulaklarımdadır. Kısa süre sonra onun yerine Aydın Özyar yeni müdür olarak atanmıştı, nasıl da sevinmiştim. * O sonbahar hüzünden de öteydi. Ülkenin kıyametiydi. Deprem bütün Marmara'yı vurmuş, insanlar dört bir yana çil yavrusu gibi dağılmıştı. Biz de yıkılan evimizden ne kurtarabilmişsek onla İzmir'de soluğu almıştık. Bu ülkenin büyük bölümünün hasreti olan bu güneş şehrinde bizim ruh halimiz zemheriydi . Güneş masmavi gökyüzünde altın bir sini gibi dönü p dursa da içim üşüyordu. Sırtımdan belime iğneler akar, Hiçbir şey bıraktığımız yerde değildir artık, Terkedilmiş, cami avlusu çocuklarıyız. Bir okyanus ortasında tek gibidir ömrün. Üşürüz… Hep üşürüz diye zikrettiğimiz günlerdi. Ardı ardına oluşan de p remin cehenneme çevirdiği Marmara'dan katarlar halinde kaçtığımız, tebdili mekanda rehavet vardır deyip yollara düştüğümüz günlerdi.. Tedirgindim, Ankara'nın memurluğum boyunca bana muamelesini bilmemden dolayı kaygılıydım, ama karakış yaklaşırken çadırda küçük çocuklarla daha fazla kalamazdık. Bulabildiğim tanıdık isme umarsız gittim. Kaygılandığım gibi olmadı. Çok tuhaf bir şey bu. Sadece dünyaya bakışım nedeniyle, yani baştacı ettiğimiz demokrasi getirisi, iktidarda olan A Partisinin yandaşı bir çakal da olsa kutsanırken, daha dün iktidarda olan B partisi, hatta ülkenin kuruluş felsefesine sahip milyonlarca kişi tu kaka oluyor, işe alınmıyor, hakkı olanlar teslim edilmiyor, nerdeyse fırından ekmek de alamayacak dende lanetleniyor, nasıl iş bu? Buna nasıl olur da demokrasi denir de ayrı bir konu? Gördüğüm bu ülkede demokrasi sorunların temeli, ülkeyi kırk parça yapan bizzat o. İşte öyle, bugüne değin kendimi bir gariban mülteci, en çok yeni gelen bir Balkan göçmeni gibi görebildiğim ülkemde ilk kez, o gün, hakkım olan konularda olmaz sözcüğünü duymak istemeyen onurlu bir Türk yurttaşı muamelesi görecektim bakanlıkta... Yıllarca uğraşsam olmazdı. Daracık bir sonbahar günü, 28 Ekim'de o yarım günlük mesai saatinde Edebiyat öğretmenlerine kapalı olan İzmir'e Türkçe öğretmeni olarak kararname çıkartıp gitmiştim. Ankara'daki ağabeyin elini omzunda hisseden her ergen çocuk gibi gururlu ve çalımlı... Geride dünya kadar ölü ve bir virane bıraksak da biz postu kurtarmıştık ya... Ne var ki insan gittiği yere kendini de götürüyor. Biz yorgun, yıkılmış sözcüğün tam anlamıyla bir depremzedeydik. O halde cennete gitsek huzur bulamazdık. Her tatil koşarak geldiğimiz Ege kıyıları şimdi hiç de öyle bayram yeri gibi gözükmüyordu. Gündüz bir güneş ülkesi olan Bornova, akşam olunca, aydınlığını, güneşini ilk gördüğü çöpe atıyor, simsiyah, kasvet ve iç acıtan hüzün yüklü giysilerini giyiyor, solgun ve yetersiz lambalar aydınlanamayan caddeler, portakal , mandalina bahçeleri felaket yalnızlık kokuyordu. İnsanlar, günahlarını almamalı, nazik ve güler yüzlüydü, ama o kadar... Seni, kirli, sorunlu, hasta... kabul etmeye niyetli bir kalenderlik ve anlayış, elbette psikolojimden, göremiyordum. Ne yapsam kurtulamadığım halim aynen böyleydi; zemheri. Cemre düşmez dağlarıma, Nevruzlar başka tanrıların çocukları, Artık bir lokma, bir hırka, bir de sen değil hayat, Kimsesizlik giyneğimiz Üşürüz hep üşürüz. Muhtaç ama onurlu insan, sorunlu insandır. Onların akılsız olanlarına suç işlerken, yozlaşırken ya da birilerine tetikçi olup kullanılırken rastlayabileceğiniz gibi, akıllı ama arkasızlıktan çıkar kapı, yol bulamayanlarını parklarda kendilerini jiletlerken görürsünüz. İzmir'de çok tanıdık vardı, ama yakın dost, çat kapı gideceğimiz , ben üşüyorum deyip "hoşt başka kapıya demeyecek ," sarılabileceğiniz tek insanımız yoktu. Ankara'dan referansım olan "ağabeyin" beni emanet ettiği insanlar da hiç de benim dilimden konuşmuyorlar, beni güya seviyorlar, ama severken dövüyorlardı. Hele müdürüm olan arkadaş... Yanımda, Atatürkçü öğretmenlerine veryansın ediyordu, ben de duyarlı halimle kendime alıyor, iyice yaralanıyordum. Artık emindim bu ruh halimle bu adamla bir saat bile çalışamazdım. Sonunda isyan ettim, "Ben sizden değilim, " dedim. Bana evini fahiş bir fiyatla veri p komşu ya p maya çalışan müdür o kadar şaşırdı ki ikram ettiği çayın p arasını bile vermeden ayrıldı yanımdan. Geçmiş deneylerimden bilirdim: Eğer ki arkan olmadığı çok belliyse, devleti, hükümeti, yöneticiyi... kahvede bile olsa, eleştirirsen Sivas'ta, Adapazarı'nda bana yaptıkları gibi seni cezalandırırlar. Haklılıklarını artırmak için yeni suçlar da yaratabilirler sana. Ne var ki arkanda adamın var diye sanırlarsa hele bunu haklı bir nedenle yaparsan seni memnun kalacağın, tabi susacağın bir yere getirebilirler. Artık bekleyecektim. Sen misin öyle diyen, çok geçmedi, birkaç gün sonra beni alıp Bornova Anadolu Lisesine verdiler. İstesem, yırtsam kendimi gidemezdim, her şeyden önce sınavla öğretmen alan bir okuldu. O zaman anladım ki Ankara'daki büyük ağabeyin gerçekten eli güçlüydü İzmir'de, sonradan öğrenecektim ; hatırlı akrabaları vardı ve İzmir'in ileri gelen işadamlarından, otogarı da yapan Mehmet Niyazoğlu akrabasıydı. Yani ben onların rastlantısal da olsa yakını olarak biliniyordum. .. Sağolsun böyle bir onura kavuşmuştum ve bu onuru Öğretmen Okulları Genel Müdürü olan öğretmenim Aydın ÖZYAR'a borçluydum. * Aydın Özyar'ı uzun yıllar ne görmüş ne duymuştum. Tam 27 yıl olmuştu okuldan ayrılalı, belki ben tanırdım ama onun beni anımsayacağını hiç sanmıyordum. Hayat öyle bir şeydir, birileri bir dönem hayatınıza girer, rolünü öğrencidir, öğretmendir, komşudur, arkadaştır... oynar, sonra bazen sessizce, hiç iz bırakmadan, bazen gürültüyle, yani iz bırakarak kaybolur. 1999' baharında Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim üyesi olan Şengül Sugertin "Senin bir öğretmeninle tanıştım," demeseydi haberim de olmayacaktı Aydın ÖZYAR'in öğretmen okulları genel müdürü olduğundan. Deprem olduğunda bir süre bütün yoksunluklarına karşın Yalova'dan ayrılmak istemedim bir zaman. Oraya karşı hiçbir yere duymadığım bir bağlılık duyuyordum. İlk kitaplarım orda yayımlanmıştı, gazetelerde yazmaya orda başlamıştım, daha önce neydim bilmiyorum ama şimdi ilk kez eylemli olarak hayatın içinde yer alıyordum. Dahası komik gelecek size ama okul müdürü, belediye başkanı, milletvekili, valiyle... ilk kez ömrümün bu döneminde dişe diş kavgalara tutuşmuş, çok dayak yemiş ama yenilmemiş, yılmamış bir gururu da taşıyordum. Ne var ki kış koşulları kapıya dayanınca bu koşullarda küçük çocuklarla burada yaşanamayacağını düşünüp tayin istemeye karar verdim. Ankara'daki arkadaşlarımı arayıp yardım istedim, kısa bir bekleyişten sonra ilk olumlu haberi Yüksek Öğretmen'de öğretim üyesi olan Şengül Sugertin'den alacaktım. Öğretmen okulları genel müdürü olan Aydın Özyar bana her türlü yardımı yapacaktı. Bu arada MKE'de müdür olan halamın oğlu Ali'de o zamanın bakanlarından Eyüp Aşık'ın depremzedelere ev verdiğini söylüyor, görüşmeye gitmem için başımın etini yiyordu. Ben de hangi birine ev yetiştireceklerini düşünüp içimden olmaz diyordum ama gittiğimde o görüşmeyi de yapma kararlılığıyla telefonla bütün randevularımı ayarlayıp yola çıktım. Eyüp Aşık'la görüşmemiz tahmin ettiğim gibi tuhaf geçti. Bakan bize özetle "böyle saçma bir habere nasıl inanırsınız" dedi. Beni makamında kabul eden öğretmenim Aydın ÖZYAR'sa otuz yıl önceye göre çok değişmemişti, belki birkaç kır saç , hepsi o. Yalnız anımsadığım Aydın Özyar daha ciddi , daha sert gözükmeye çalışan hatlara sahipti , bu ise durmuş oturmuş bir insanın dinginliğini taşıyordu yüzünde. Sahi,43 yaşında bir öğrenci 57-58 yaşındaki öğretmeniyle ne konuşur? Hal hatır sorduk, kitaplarımdan birini verdim, memnun kaldı, daha da konu bulamadım. O zaman işte o bugün bile utandığım baltalığı yaptım: "Hatırlar mısınız bilmem ama siz beni okulun son günlerinde sigara içtim diye fana dövmüştünüz?" dedim ama söz ağzımdan çıkmadan çok ayı ettiğimi, hatta tüm umudumu budamış olabileceğimi fark edip utandım, pişman oldum ama geç kalmıştım. Umduğum olmadı: Büyük bir kalenderlikle, hep ciddi durmaktan bir gülümseme acemisi gibi duran yüzüne acemi bir tebessüm oturtarak ; "Anımsamıyorum, ama öğrenciler bizim çocuklarımızdır, şimdi sigara içerken görsem seni gene döverdim," deyince ikimiz birden güldük. Başıma ne işler açacağını bilmeden günde dört beş paket içtiğim günlerdi. Bazen kurtulmak istiyor ama beceremiyordum. "Keşke," derken yürekten demiştim. İnsan bakar kör ya da kendi davasının hem davacısı hem savcısı olunca böyle oluyor: Aydın Özyar'ı ancak 27 sene sonra anlamış ve orda affetmiştim. " Şimdi bırakalım geçmişle uğraşmayı da sen buraya gelmek istersin yoksa başka bir yer mİ? Ankara'nın soğuk , kasvetli günleriydi. "Gelsem ne yaparım ki burda?" " Yanıma alabilirim seni?" demesin mi? Bu itimadına duygulandım, gözlerim yaşardı. Ne var ki sadece ben değildim ki, neyimiz varsa kaybettiğimiz bu depremin etkilerini onların üstünden silmem gerekti. Buraya gelirken kardeşlerim ve arkadaşlarımın olduğu Ankara' diyordum ama şimdi, nereye giderdim ki? Benim karar veremediğimi anlamış gibi: "İzmir'e gitmek istemez misin?" dedi. Ben de B planım oymuş gibi; "Olur !" dedim, hemen. Biz çaylarımızı içerken memura talimat vermiş, kararnamem hazırlanıp bir örneği elime verilmişti. Çiğli'deki öğretmen okuluna verilmiştim. Oradan çıkıp İzmir'e geçtik o gün. Çiğli'deki öğretmen okulu cehennemin dibinde emanet bir okuldaydı. Aile sevmemişti tepelerdeki okulu. İyi de nasıl olacaktı ki? Düşün düşün buldum. Sorun değildi; Ankara'da ağbim vardı. Çekinerek telefon ettim, o ciddi adam, hoş görüyle karşıladı beni. Hatta sıkıldığımı fark edip teselli bile etti. "Öyle düşüneceğinizi bilmeliydim, ama onlar yakında yapılacak kendi okullarına yola inecekler, belki de lojmanın bile olur diye verdim seni oraya," dedi. Ardında ekledi: "Şimdi nereyi istersin?" "Beni Bornova'ya verir misiniz ?" "Oldu bil, kararnamen Bornova'ya yazılacak?" Bornova'ya verildim.... ve orda Aydın Özyar'ın doktor olan oğlunun o günlerde öldüğünü öğrendim, bana hiç bir şey belli etmemişti oysa. Sonra başlangıçta anlattıklarımı yaşadım, baktım olmuyor, çoluk çocuk da mutsuz, geri dönmeye karar verdim. Utandım Aydın Özyar'ı arayamadım. O dönemin DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel'i tanırdım. Ona telefon ettim, ezilip büzülerek anlattığım derdime olumlu yaklaştı. Ertesi gün Ankara'ya gittim bu kez dönüş kararnamesini de elden aldım. Aydın Özyar'a da kısa bir mektup yazdım. " Öğretmenim, İzmir'de yaşamayı beceremedim, geriye dönüyorum. Her şey için teşekkürler. Saygılarımla" Bir ay sonra Bursa'daydık. Hep aklımdaydı ama bir türlü Sevgili Öğretmenim Aydın Özyar'ın gidip elini öpmek kısmet olmadı. Dergi tüm zamanımı çalıyor, etkinliklerde ömrüm geçiyor, bir türlü o zamanı yaratamadım ... Dürüst olmak gerekirse hiç biri değil, en çok utancımdan fırsat yaratamadım. Yerin aydınlık olsun öğretmenim. * AYDIN ÖZYAR KİMDİR? 1940 yılında Trabzon - Çaykara'da doğdu. İlköğrenimini Çaykara'da, Orta öğrenimini Erzurum ve Trabzon Öğretmen Okullarında, Yükseköğrenimini İstanbul'da tamamladı. Yozgat, Erzurum ve Trabzon Öğretmen Okullarında matematik öğretmenliği ve yöneticilik görevinde bulundu.1975-1995 Yılları arasında; Bakanlık müfettişliği ve Başmüfettişliği yaptı. 1995 yılında atandığı İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü görevinde iken 1996 yılında MEB Öğretmen Yetiştirme ve Eğitim Genel Müdürlüğüne getirildi. Genel Müdürlük görevini 7 yıl yürüttükten sonra, kendi isteği ile 2004 yılında emekli oldu. Özyar, Milli Eğitim Vakfı Denetleme Kurulu Başkanlığı ile Ege Karadeniz Dernekleri Federasyonu Genel Başkanlığı yapmıştı.
- Trabzon'un Tarihi Eğitim Yapıları
*Trabzon Erkek Öğretmen Okulu taşındığı Rumlardan kalma bina. 1900'lü yılların ilk yarısında dibine vuran deniz, sonra sahil doldurulup yol geçince uzakta kaldı ALİ YAŞAR KARADENİZ * Trabzon Erkek Öğretmen Okulu Ortaokuldan sonra öğretmen lisesini kazananlar mezun olunca öğretmen oluyordu. Binanın Tarihçesi, Kemerkaya Rum Koleji Dönemi:Kanunî Anadolu Lisesi binasında eğitim öğretim faaliyetleri sanıldığının aksine 1900’lü yıllarda değil çok daha önceleri, 17. yüzyılda başladı. Okul ilk olarak 1682 (veya 1630) yılında, Budapeşte’deki Atina Akademisi’nden müdür olarak gelen Kiminiti tarafından kuruldu. Önceleri ruhani liderler yetiştiren okul, ilerleyen yıllarda öğretmenlerin eğitimi üzerine yoğunlaştı ve tüm Balkan bölgesindeki Yunan okullarının öğretmen ihtiyacını karşılamaya başladı; din adamı, tarihçi, bilim adamı, yazar ve tüccarlar yetiştirdi. Çeşitli nedenlerden dolayı binada eğitime zaman zaman ara verildi. İlerleyen yıllarda kullanılamaz duruma gelen bina 1898’de yıktırıldı. Birkaç zengin Rum tüccar ve halktan toplanan 15.000 altın lira ile devrin önemli mimarı Mimar Kakudilis tarafından yeniden yapıldı. “Frontistrion” (kolej) adıyla 15 Eylül 1902’de açılışı yapılan bina, Kurtuluş Savaşı yıllarına kadar varlığını Kemerkaya Rum Koleji olarak sürdürdü. Asırlar boyunca Yunan kültürünün yayılma amacına hizmet etmiş olan bu okul, Sümela Manastırı ile eşdeğer kabul edilmişti. Yunanlıların, işgal ettikleri yerlerdeki Türk okullarını kapatmaları üzerine mukabil Samsun ve Trabzon’daki Rum okulları da kapatıldı. Kurtuluş Savaşı yıllarında bina, askerî amaçlı kullanıldı. Cumhuriyetin kurulması ile 1923-1924 öğretim yılında, Zağnos’taki eski Rüştiye binasında öğretimine devam eden “Trabzon Dâr-ul-Muallimîn” (Öğretmen Okulu) burayı sahiplendi ve kısa sürede binaya taşındı. Öğretmen Okulu’nun buraya taşınmasında Trabzon’lu eğitimci Mustafa Reşîd TARAKÇIOĞLU (1892- 1969)’nun büyük gayretleri olmuş ve kendisi Mareşal Fevzi Çakmak tarafından da tebrik edilmiştir. Öğretmen Okulu Dönemi: Dâr-ul-Muallimîn bu yeni binasında, 3 Kasım 1923 tarihinde Kazım Karabekir Paşa ve 16 Eylül 1924 tarihinde de Gazi Mustafa Kemal tarafından ziyaret edilir. Atatürk okulun hatıra defterine şunları yazar: “Yeni nesil, en büyük cumhuriyetçilik dersini bugünkü öğretmenler topluluğundan ve onların yetiştireceği öğretmenlerden alacaktır.” 1924-25 öğretim yılında “Dâr-ul-Muallimîn” beş yıla çıkarılır ve adı “Muallim Mektebi” olarak değiştirilir. - Eski Rum Koleji , yeni Muallim Mektebi,1931- 1933-1934 öğretim yılında, Trabzon Lisesi binası çökme tehlikesi gösterir. Bu bakımdan, önce lisenin orta kısmı, sonra da tamamı bu binaya taşınır. Böylece iki okul, aynı binada eğitim vermeye başlar. Ortaya çıkan sıkışıklıktan, Muallim Mektebi, İstanbul Haydarpaşa Lisesi Öğretmen Bölümü ile birleştirilir ve İstanbul’a taşınır. Böylece, Trabzon Muallim Mektebi 17 yıl sonra kapanmış olur. Artık binamızda sadece, Trabzon Lisesi vardır. Binada 1935-1940 yılları arasında hizmet veren Trabzon Lisesi, 1940-1941 öğretim yılında, yeniden yapılan ve hâlen hizmet veren binasına taşındı. Aynı yıl Kemerkaya Mahallesindeki binamızda, “Kemerkaya Orta Mektebi” açıldı ve bu mektep, 1949 yılına kadar tam 9 öğretim yılı hizmet verdi. 5 Kasım 1949 tarihinde yeniden açılan okulumuzun adı artık “Trabzon Erkek Öğretmen Okulu”dur. Adı farklı olsa da bu dönemde kız öğrenciler de okula kabul edilmiş ve okul Haziran 1950’de, on bir mezun vermiştir. Parasız yatılı ve gündüzlü olarak hizmet veren okul, kısa zamanda Trabzon’un en güzide eğitim kurumlarından biri olmuştur. Okulun 1969-1970 eğitim-öğretim yılına kadar üç yıl olan eğitim süresi, bu tarihten itibaren dört yıla çıkarılmıştır. 1975-1976 eğitim-öğretim yılına kadar Türk Milli Eğitimine nitelikli öğretmenler yetiştiren okul, bu tarihten itibaren “Öğretmen Lisesi”ne dönüştürülmüştür. 1978 yılına kadar Trabzon Öğretmen Lisesi olarak hizmet veren binamız, bu tarihten itibaren bir daha açılmamak üzere kapatılmıştır. Böylece 1890 yılında başlayan bu eğitim öğretim faaliyeti, 88 yıl sonra, 1978 yılında sona ermiş oldu. * Mustafa Reşit TARAKÇIOĞLU (1892-1969), Türk siyasetçi. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu mezunudur. Çeşitli okullarda öğretmenlik, müdürlük, il milli eğitim müdürlüğü, milli eğitim bakanlığı müşavirliği, Trabzon Milletvekilliği(1946-1960), TBMM Millî Eğitim Komisyonu Başkanlığı (1950-1958) yapmıştır. Trabzon Milletvekili Mustafa Reşit TARAKÇIOĞLU ve 28 arkadaşının verdiği teklifin, Türkiye Büyük Millet Meclisinde 20 Mayıs 1955 tarih ve 6594 sayılı kanunla kabul edilmesi ile Karadeniz Teknik Üniversitesi , Türkiye Cumhuriyeti’nin en eski dördüncü, İstanbul ve Ankara illeri dışında kurulan ilk üniversitedir. * ARAŞTIRMA, DERLEME: ALİ YAŞAR KARADENİZ KAYNAK:İNTERNET
- Trabzon Yazarlar Derneği 0lağan Genel Kurulu Yapıldı
maviADA * Trabzon yazarlar Derneği olağan Genel kurulu 24. 11.2024 Tarihinde Trabzon Dernekleri Federasyonu Trabzon Temsilciliğinde yapıldı. Yeniden Başkanlığa seçilen Mustafa Durmuş bir teşekkür konuşması yaptı. Durmuş: " Bizlere yeniden Trabzon Yazarlar Derneği Genel Başkanlığı Görevini layık gören üyelerimize çok teşekkür ederiz. Yeni yonetimimizle daha güzel hizmetlere adım atacağız. Bizleri yalnız bırakmayan tüm üyelerimize teşekkür ederim , " dedi. EKLEYEN: Süleyman REİS
- BEKLENEN
ŞEVKET TERZİ * tutsağın oldum yine neylesem çaresi yok aklım sende seni andım seni düşündün yine sevdam bahar renginde gecemi ışıtacak beklediğim yolcusun sen on dokuz treninde
- Filistin Direniş Edebiyatında Bir Nefer
Gassan Kanafani (1936-1972). Bir halk baskı ve eziyet altında kalarak travma yaşadığında, edebiyat o halkın ses sahibi olmasını ve benliklerinin güçlenmesini sağlar, yaşanılan travmaya evrensel bir yankı kazandırır. Filistin edebiyatı, hele de onun direniş edebiyatı söz konusu olduğunda bu durum daha da geçerlidir. Filistinli yazarlar da halklarının acılarını ve kederlerini dile dökmeye çalışmış, edebiyat yoluyla umut aşılayan ve estetik açıdan zengin eserleriyle dikkat çekerler. Nekbe öncesi ve sonrası yitirilmiş vatana duyulan sevgi Filistin edebiyatı, İslam öncesi dönemde de örnekler vermiş Arap edebiyatının bir parçası olarak, Arapçanın ve uzun soluklu edebi üretiminin hikayesiyle irtibat halindedir. Bununla birlikte müstakil Filistin direniş şiirinin ilk ayak sesleri Filistin’deki İngiliz mandası sürecinde (1918-1948) duyulmuştur. Özellikle de 1936-39 devrimi sırasında yazılan bu direniş şiirleri İngilizlerin Filistin halkı üzerinde yarattığı yıkımın yasını tutar. Bu dönemde İbrahim Tukan, Abdurrahim Mahmud ve Ebu Selma el-Kermi gibi şairler yaşamını yitiren Filistinlilerin anısına şiirler yazdılar; o dönem bir Arap yurdu olan Filistin’e doğru ağır ağır gelmekte olan ve birkaç yıl içinde Siyonizm’e dönüşecek tehlikenin yasını tuttular. İsrail’in tarihi Filistin topraklarının yüzde 78’ini sömürgeleştirdiği ve 1948 Nekbesi (Büyük Felaket) olarak anılan olay, bu tarihten çok daha önce 1930’lu ve 1940’lı yıllarda şairler eliyle tasvir edilmişti. Filistin şiiri Filistin vatanı için yazılıyordu; başkaldırıyordu ve kapıda olduğunu sezdiği tehlikeyi, Filistinlilerin 1948’den sonra yaşayacağı sürgünü, yoksulluğu ve cefayı aktarıyordu. Direniş Filistinlilerin 1960’larda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) eliyle başkaldırışı, Filistin direniş şiirinde bir dönüm noktasını temsil ediyordu. Filistinli şairler artık “İsrail” olarak adlandırılan topraklardan ve mülteci kamplarında sürgün olarak yaşadıkları komşu ülkelerden ses vererek, Filistinlilerin mülksüzleştirilmesine ve İsrail işgaline karşı çıkan direniş dalgasında bütünleştiler. Bu dönem, 1972’de İsrail tarafından katledilen büyük romancı Gassan Kanafani ve büyük Filistinli şairler Mahmud Derviş, Semih el-Kasım, Fedva Tukan da dahil olmak üzere Filistinli şair ve romancıların dikkate değer şiirleri ve edebi üretimleriyle doludur. Kanafani’nin Güneşteki Adamlar ve Hayfa’ya Dönüş gibi romanları, Filistinli mültecilerin vatanlarına duydukları hasrete ve acılarına dair manzaralar sunar. Bu yazarlar Filistin edebiyatını devrimcileştirmiş ve vatanlarının sömürgeleştirilmesine karşı çıkan direniş edebiyatına açık katkılar sunmuşlardır. Bu önemli isimlerden özellikle Mahmud Derviş, Filistin’de ve Arap dünyasında Filistin şiirinin en büyük ve popüler sembolü haline gelmiştir. Yeni sesler Bu dönem, aynı zamanda Arap edebiyatında edebi biçim ve içerik bakımından yeniliklerin görüldüğü, Beyrut, Bağdat ve Kahire gibi başkentlerdeki yenilikçi hareketlerle de kesişir. Edebiyat, bu hareketlerde ideolojileri ve dogmaları aşarak daha derin estetik ve insani kaygılardan söz açar, kökleri bir yer ve zamanla mukayyet olsa da insanlık durumunun trajik varoluşunu ve koşullarını işler. Derviş’in yaşadığı Beyrut, 1970’ler ve 1980’lerde Filistin edebiyatının en parlak örneklerinin görüldüğü yerlerden biri haline gelir. Derviş, İsrail’in Beyrut’u bombalamasını konu alan Unutuşun Hafızası (Memory for Forgetfulness) gibi bazı önemli edebî eserlerini FKÖ’nün Beyrut’tan çekilmek zorunda kaldığı 1982’de kaleme almıştır ve Filistinlileri direniş için yüreklendirmiştir: Parçalanmış bedenlerimiz, adlarımızdır kuşat delilikle kuşatmanı gittiler sevdiklerin, gittiler ya var olacaksın ya da olmayacaksın. Derviş, 2008’deki vefatına kadar Filistin edebiyatının zenginliği içinde en güçlü ses oldu ve ardında olağanüstü bir direniş kaydı ve güzellik bıraktı. Yeni bir kuşak Modern Filistin edebiyatı kapsayıcı, çeşitliliğe sahip bir edebiyattır. Sadece Filistin’de yaşayanları değil, Arap dünyasındaki ya da Batı’daki diasporayı da kuşatır. Filistin edebiyatından İngilizceye ve diğer dillere dikkate değer çeviriler yapılmıştır. Murid Bergûsi’nin Ramallah’ı Gördüm (I Saw Ramallah) (1997) ya da Raja Shehadeh’nin 2008 Orwell Ödülü’nü kazanan Filistin Yürüyüşleri (Palestinian Walks) bu çevirilerin birer örneğidir. Ayrıca, son yirmi yılda Filistinli yazarların İngilizce kaleme aldıkları yeni eserler, Filistin’in durumuna sanatsal bağlılıkları sebebiyle de önemlidir. Bu yeni nesil ve İngilizce yazılmış Filistin kurmacaları arasında Susan Abulhawa’nın Cenin’de Her Sabah (Mornings in Jenin) adlı romanı, Isabella Hammad’ın ilk romanı Parizyen (The Parisian) ve ikinci romanı Enter Ghost yer alıyor. Bu romanlar, tarihi ve modern Filistin’i, vatanlarının ıstırabını duyan insanların toplumsal ve bireysel düzeyde karşılaştıkları zorlukları ele alıyor. Ben de kendi kitabım Bir Yokluk Haritası: Nekbe Üzerine Filistin Yazıları Antolojisi ’nde (A Map of Absence: An Anthology of Palestinian Writing on the Nakba) Filistin edebiyatını, özellikle de Nekbe hakkındaki yazıları ele aldım. Kitap, farklı edebi duyarlılıkları ve yerellikleri temsil eden yaklaşık 50 Filistinli yazarın yazılarını içeriyor. Bu yazılarda, Filistinlilerin Nakba’dan önceki hayatlarını göstermeye yönelik güçlü bir arzu var. Ghada Karmi bunun iyi bir örneği. Ailesiyle birlikte 1948’de Kudüs’ten çıkarılan Karmi’nin hatıratı Fatıma’nın Peşinde (In Search of Fatima) mülksüzleştirmenin ve sürgünün hesaplanamaz bedeline odaklanan olağanüstü bir kitap. İbrahim Nasrallah’ın Beyaz Atlar Zamanı (Time of White Horses) ve Celile Kralı’nın Fenerleri (The Lanterns the King of Galilee) adlı romanları da henüz Filistin 1948’de Siyonist güçler tarafından dönülemez biçimde parçalanmadan önce farklı iktidarlar altında, mesela Osmanlı İmparatorluğu ve ondan sonraki İngiliz Mandası döneminde Filistin’de nasıl bir yaşam olduğunu konu ediniyor. Filistin’de yaşam güvenliydi, topraktan elde edilen hasılat bereket getiriyordu; Hayfa ve Akka gibi güzel Akdeniz şehirlerinde zeytinlerin toplandığı, halka açık konserlerin ve performansların sergilendiği, her mevsimde değişen çeşit çeşit faaliyetlerle zenginleşen kültürel bir hayat vardı. 1948’deki Nekbe tüm bunları değiştirdi. İsrail’in Filistinlilerle ilgili anlatısı, bu halkın sesini, medeniliğini ve eylemliliğini reddeden bir anlatı halini aldı. Filistin edebiyatı, İsrail işgalinin süreğen baskısı ve giderek artan gaddarlığı karşısında yaratıcılıkları ve yaşama iradeleriyle, şiirleri, romanları, resimleri ve müzikleri aracılığıyla parıldamaya devam eden bir halkın olağanüstü hikayesini betimliyor. *Bu yazı, Enes Ateş tarafından Atef Alshaer’in The Conversation ’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir. Filistin'in hiç ateş etmemiş 'komandosu': Gassan Kanafani Gassan Kanafani, Filistinlilerin kurtuluş mücadelesinin sol sosyalizmden geçtiğine inanıyordu. Edebiyatçı, gazeteci ve sanatçı kimliğiyle sahip olduğu etki alanı, onu Mossad'ın hedefi haline getirdi. Lübnan gazetesi The Daily Star'ın "Hiç ateş etmemiş bir komando" diye nitelediği Kanafani'nin portresi... DUVAR - Ölümü kadar hayatı da, Filistin'in yakın dönem tarihinin bir yansıması olan, halkının ulusal kurtuluşu ve evlerine geri dönebilmesi için çözümün sosyalizmden geçtiğine inanan Filistinli bir Hristiyan: Gassan Kanafani. Henüz 36 yaşındayken Mossad tarafından katledilen Kanafani, sosyalist bir Filistin için sanatı, edebiyatı, teoriyi ve örgütlenmeyi kısa hayatına sığdırdı ve halkının sonsuz saygı duyduğu biri olarak yaşadı. Gerek tarihsel ve kültürel bağlar, gerek mesafe, gerekse kimi benzerlikler nedeniyle Filistin, Türkiye solu açısından dünyanın diğer bölgelerindeki sosyalist mücadeleler arasında daha yakın bir noktada durmakta. Geçmişte Türkiye'den pek çok devrimci, enternasyonalist dayanışma başta olmak üzere çeşitli nedenlerle bölgeye gitti. Bu devrimcilerin büyük bir çoğunluğu kitlesel ve diğer örgütlere göre daha büyük olduğu gerekçesiyle Ebu Cihat ve Yaser Arafat gibi liderleriyle tanınan Filistin Kurtuluş Örgütü'ne (FKÖ) katıldı. Ancak George Habaş, Leyla Halid ve Wadie Haddad'ların bulunduğu Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'yle (FHKC) kurulan ilişkiler çoğunlukla katılım düzeyinde değil, diyalog ve iletişim seviyesindeydi. Oysa bölgeye özellikle 1970'lerde giden kimi Türkiyeli devrimciler, FKÖ'nün esnek ideolojik çizgisinden rahatsız oldukları ve kendilerini FHKC'ye daha yakın hissettiklerini dile getirmekteydi. FHKC parti programını Marksist-Leninist bir bakış açısıyla kaleme alan Kanafani gibilerin bu ideolojik netlikte payı büyüktü. MİSYONER OKULLARINDAN MÜLTECİ KAMPLARINA Kanafani'nin hayatı, Birleşik Krallık'ın Filistin Mandası'ndaki liman kenti Akka kentinde başlıyor. 1936 yılında orta sınıf Hristiyan bir Filistinli ailede dünyaya gelen Kanafani, Fransız Katolik misyoner okulunda eğitim gördü. Ancak doğduğu topraklarda sadece 13 yaşına kadar yaşayabildi. Bu sürenin huzurlu geçtiğini söylemek hayli güç; avukat babası Birleşik Krallık'ın Filistin politikalarına ve Yahudi yerleşimcilerin bölgeye gelmesine karşı duruşu nedeniyle birkaç kez cezaevine girmişti. 1948'deki savaş sonrasında pek çok Filistinli mülteci gibi zor günlerin kapıda olduğunun farkında olan Kanafani ailesi de önce Lübnan'ın, ardından da Suriye'nin başkenti Şam'ın yolunu tuttu. Kanafani için toplumsal kaygılar varoluşsal nedenlerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle kendi emeğini ve yeteneklerini halkı için harcamaya çok erken yaşlarda başladı ve okulunu bitirdikten sonra bölgedeki binlerce Filistinli mültecinin ilk sanat öğretmeni oldu. Arap edebiyatı üzerine çalışmalar yaptığı Şam Üniversitesi'nde FHKC'nin kurucularından olan ancak o dönem Arap milliyetçisi ve Nasırcı bir çizgiyi takip eden George Habaş ile tanıştı. 1956 yılında Kuveyt'e gitti ve çeşitli gazetelerde editörlük yaptı. Burada özellikle Rus edebiyatıyla ilgilenme fırsatı buldu. Habaş'ın daveti üzerine Lübnan'ın başkenti Beyrut'a gidip bir yandan gazeteci olarak çalışmaya devam etti, bir yandan da roman yazıp edebiyat üzerine çalıştı. 'MARKSİST FİKİRLERİ 'HAVALI' HALE GETİRDİ' Kanafani'nin sosyalizme Kuveyt'te başlayan ilgisi Lübnan'da da devam eder. Başta Arap milliyetçisi ve Cemal Abdülnasır'ın görüşlerine paralel gazetelerde çalışsa da son durağı FHKC'nin yayın organı El Hedef olur. Bu önemli bir değişimdi çünkü FHKC diğer Filistin soluna göre Nasırcı Arap yönetimleriyle daha mesafeli bir ilişki kuruyordu ve bu yönetimleri, 'Askeri küçük burjuva devletleri' olarak tanımlıyordu. El Hedef'in Kanafani'yle birlikte değişimi aslında FHKC'nin Marksist Leninist bir çizgide değişimini gösteriyordu. Arap millyetçiliğinden sıyrılıp Marksizm ve Leninizm'de sorunların çözümlerini arayarak atılım yapan FHKC, yayın organı El Hedef'te belki bundan daha büyük bir sıçrama yapmıştı. Gazete hakkında Filistin direniş tarihini yakından tanıyan Lübnanlı Prof. Esad Ebu Halil şöyle diyor: "El Hedef kendinden önceki ve sonraki diğer gazetelere benzemiyordu. Dünya devrimci basınına damgasını vuracaktı. Kanafani, Filistin Devrimi'nin en muhteşem posterlerinden bazılarını Beyrut'taki El Hedef ofisinde tasarladı ve üretti. Lübnan Komünist Partisi'nin sıkıcı basınının aksine Arap devrimci Marksist fikirleri 'havalı' ve çağına uygun bir hale getirdi. Filistin'in kurtuluşu için sanatı, edebiyat ve bilgiyle birleştirdi." POSTER TASARIMLARINDA ÇIĞIR Ebu Halil, Kanafani'nin gazetenin şeffaflığına ayrıca özen gösterdiğini, El Hedef'e yapılan mali yardımların sürekli yayınlandığını ve bunların arasında çoğu zaman Batı'da yaşayan Filistinli öğrenciler ile Filistin mülteci kamplarından yoksulların bağışlarının yer aldığını söylüyor. Kanafani'yle birlikte El Hedef gazetesi ve FHKC özellikle poster konusunda özgün bir tasarım kültürü oluşturmayı başardı. Kanafani'nin tasarımları dünyadaki diğer sosyalist hareketlere de ilham kaynağı oldu. Arap harfleriyle 'Filistin' sözcüğüne yaptığı, Filistin haritasını da içeren tasarım en sıra dışı görsel eserlerinden biri. FHKC'nin sözcüsü ve politbüro üyesi olana Kanafani, sık sık FHKC için de tasarımlar yaptı. Bunlar zamanla dünyada 'Filistin' denilince akıllara gelen görseller haline geldi. İÇ SAVAŞ' MI YOKSA HAK MÜCADELESİ Mİ? Gerek iyi derecede İngilizce ve Fransızcası gerekse FHKC sözcüsü olması nedeniyle Kanafani, sık sık Batılı gazetecilerin sorularını yanıtlardı. Kanafani'nin Avustralyalı gazeteci Richard Carleton'la yaptığı ünlü söyleşi hakkında Ebu Halil, "Ana akım batılı bakış açısına sahip bir gazeteciye karşı durduğu noktadan hiç vazgeçmiyor" diyor. Gerçekten de söyleşiye başlarken sarf ettiği şu sözler Kanafani'nin tarihsel materyalizmi nasıl özümsediğini gözler önüne seriyor: " Ben dünya tarihin, zayıf insanların güçlü insanlarla savaşından ibaret olduğundan eminim. Doğru bir davaya inanan zayıf insanlarla, gücünü zayıfı yok etmek için kullanan güçlü insanların çatışması." Söz konusu röportajda, Carleton'un sorusunda geçen 'iç savaş' ifadelerini duyunca Kanafani, "Bu bir iç savaş değil. Bir halk, senin de Karl Hüseyin'in Arap pasaportu var diye savunduğun faşist bir hükümete karşı kendini koruyor" ifadeleriyle gazetecinin cümlesi yarıda kesiyor. Carleton bunun üzerinde " O zaman çatışma" demesiyle beraber Kanafani sabırla, tekrar "Bu bir çatışma da değil. Adalet için savaşan bir özgürlük hareketi" cevabını veriyor. Carleton'ın " Her ne denirse densin o zaman " sözleri üzerine anlaşılmadığını hisseden Kanafani, daha sonra ünlenecek cevabını veriyor: "Bu 'her neyse' değil. Tüm sorun işte tam burada başlıyor. Bu, senin tüm sorularını sorabilmene yarıyor. Bu tam olarak sorunun başladığı yer. Bu ayrımcılığa uğramış bir halkın, hakları uğruna savaşması. Tüm hikâye bu. Eğer iç savaş dersen o zaman senin soruların gerekçeli hale gelecek. Eğer çatışma dersen neler olup bittiği bir sürpriz olacak." KILIÇLAR VE BOYUNLAR ARASINDA 'BARIŞ' OLUR MU? Kanafani de diğer pek çok FHKC temsilcisi gibi 'Doğulu radikallere akıl veren ve böylece 'barış' yolu gösterdiğine inanan' ana akım Batılı düşünceyi tanıyor ve bu düşünceye nasıl yanıt verilmesi gerektiğini biliyordu. Bu anlamda söyleşinin son kısmı en dikkat çekiyor. Gazetecinin 'İsrail ile savaşmamak için neden konuşma ve görüşmeye karşı olduklarına' dair soruya Kanafani, "Böyle bir konuşma kılıçlar ve boyunlar arasında yapılacaktır" cevabını verse de, Carleton yanıttan tatmin olmaz ve " Ama görüşmede kılıç ve silahlar olmayacak" der. Bunun üzerine sert bakışlarını da esirgemeyen Kanafani, "Taraflar arasındaki acıların, sefaletin bitmesi için görüşme" sorusu üzerine "Kimin acıları, sefaleti ve yıkımını önlemek için? Ülkelerinden kamplara atılan, açlık içinde yaşayan, 20 yıldır öldürülen, hatta 'Filistinli' ismini dahi kullanmaları yasaklanan Filistinliler için mi?" sorusuyla karşılık verir. Ardından Carleton 'Belki böylesinin daha iyi' olduğunu söyler, Kanafani'yse "Belki senin için öyle ama bizim için durum böyle değil. Bizim için ülkemizi özgürleştirmek, onura, saygıya, insan haklarına sahip olmak hayatın kendisi kadar aslidir" yanıtıyla ana akım Batılı görüşle Ortadoğu gerçekliği arasında keskin bir çizgi çeker. HİÇ ATEŞ ETMEMİŞ BİR KOMANDO Temmuz 1972'de Kanafani, arabasının kaportasına yerleştirilen 3 kilo plastik patlayıcının patlaması sonucunda 17 yaşındaki yeğeni Lamees Najim'le birlikte hayatını kaybeder. İsrail istihbaratı Mossad saldırıyı üstlenir. Mossad, aynı yıl Japon Kızıl Ordusu üyeleri tarafından Aviv Lod Havalimanı'na yapılan saldırıya misilleme olarak Kanafani'yi öldüürdüklerini açıklar. Japon Kızıl Ordusu'nun FHKC'yle ilişkileri olsa da Kanafani'nin olayda somut bir rolü yoktu. Lod Havalimanı saldırısı Kanafani'yi öldürmek için İsrail için bir 'bahane' olmuştu. Çünkü o sıradan bir FHKC lideri değildi. Edebiyatçı, gazeteci ve sanatçı kimliğiyle pek çok noktaya ve insana ulaşabiliyordu. Etki alanının genişliği açısından, İsrail'de daha büyük bir 'tehdit' olarak yorumlanması şaşırtıcı değil. Tam da bu yüzden Kanafani ölünce tarihten silinecek insanlardan değildi. Net ideolojisi, Filistin ve Arap edebiyatına yaptığı katkılarla arkasında sağlam bir örgüt mirası, onlarca roman, tiyatro oyunu, bilimsel çalışma ve direniş mirası bıraktı. Bugün FHKC için Kanafani, önderlik görevini manevi anlamda sürdürüyor. Ölümünü takip eden günlerde Lübnan gazetesi The Daily Star, Kanafani için şöyle yazacaktı: "Hiç ateş etmemiş bir komandoydu, silahı tükenmez kalemi, mekânıysa gazete sayfalarıydı." Kavel Alpaslan kalpaslan@gazeteduvar.com.tr Filistinli yazar Gassan Kanafani'nin Hayfa'ya Dönüş öyküsü Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı Edward Said, sürgün üzerine yorumunda, "daha çok günümüz dünyasında, sürgünde olduğunuzu, yuvanızın aslında pek de uzakta olmadığını hatırlatan birçok şeyle birlikte yaşamaktan, çağdaş günlük hayatın normal akışının sizi eski yerinizle sürekli ona ulaşacak gibi olduğunuz ama bir türlü ulaşamadığınız bir temas halinde tutmasından kaynaklanır. Bu yüzden sürgün bir arada kalma durumundadır, ne iyi ortamıyla tamamen birleşebilir ne de eskisinden tamamen kopabilir, ne bağlanmışlıkları tamdır ne de kopmuşlukları, bir düzeyde nostaljik ve duygusalsa bir başka düzeyde becerikli bir taklitçi ya da gizlice toplum dışına atılmış bile tetikte durulması gereken bir tehdit çıkar ortaya; fazla rahat ve güvenlikli olma tehlikesi" olarak ifade eder. E. Said'in temelde, sürgüne dair söyledikleri sürgünün arada sıkışıp kalmışlığına ve temasına ışık tutar. İktidarı tedirgin etme aracı olarak edebiyat: Gassan Kanafani Gassan Kanafani, hem bir sürgün olarak hem de topraklarına duyduğu özlemle, iç dünyasındaki boşluğu yazıyla ve politik tutumla düzene koymaya yönelik çaba göstermiştir. Kanafani, tarihsel döngünün getirdiği sömürge bir ulusun mevzilerinde yaşaması; yazdıklarıyla kendi toplumunu, politik tutumuyla da sömürgeci İsrail'i hedefe oturtmuştur. Edward Said'in "köksüz insan" ifadesi, Gassan Kanafani'de de geniş yer tutar, geleceğin belirsizliğinin doğurduğu sonuçlar çoğunluktadır. Geçmişin yüzü ve hatalarıyla toplumsal hafızayı diri tutmayı yeğler. Eserlerindeki bu eleştiri ve hafıza yaratma güdüsü, onun geleceğe yönelik çıkarımlarındaki sonuçsuzluğunu ve tıkanmalarını da açığa çıkarır. Hem evinde olmamayı hem evinden kovulmayı hem de evine dönememe gerçeği, Gassan Kanafani'nin sıkışmışlığına dair "köksüz insan" tezahürünün hayaletini sıklıkla gösterir. Filistin'deki köklerine dair keşif, sürgündeki krizle birleşerek derin kırılmalar yaratır. Gassan Kanafani'de kırılmalar derinleştikçe krizler de artarak ortaya çıkar. Ruhları hikayeler yoluyla kaydederken aslında eleştiriler yönelttiği sadece Filistin halkı değil, ta kendisidir. Holostkot sonrası sanatta ortaya çıkan "temsil krizi"ni Kanafani, felaketin dile yükleyeceği yıkımın farkında olarak, yıkımın ve felaketlerin insanları nasıl dilsiz bıraktığını, dili nasıl felç ettiğinin bilinciyle eserlerini tarihsel-toplumsal varoluş rayında yürütür.Bu dilsizliği, kendi siyasal bilinç ve sınırlarıyla yüzleştirerek anlatır eserlerinde. Kanafani, Filistin halkının dönüm noktalarını, kayıplarını, bir arada kalamamalarını ve sürgün hallerini çarpıcı ve insani zayıflıklarıyla birlikte anlatır.Dünyaya seslerini duyurmasından çok, Filistinlilerin birbirlerinin sesini duymamasına eleştiriler yöneltir. Özellikle anavatanlarını terk etmelerinin nasıl bir Filistin ve nasıl bir Filistinli insan tipi yarattığına sıklıkla değinir eserlerinde. Hayfa'dan Filistinlilerin sürülmesi 1947 yılında BM Bölme Planı'nın devreye girmesiyle birlikte, İsrail önerilen yerlerin bir parçası olarak Hayfa kentini seçti.Bu kararın akabinde Filistinli Arapların ciddi protestoların sonucunda ölen ve yaralananlar oldu. Bununla birlikte Araplar ve Yahudiler arasında ciddi çatışmalar meydana geldi.Yaşanan kaos nedeniyle Arap komitesi devreye girerek halkı sükunete davet etti, evlerini terk etmemeleri, uyanık davranmaları, sakin olmaları konusunda uyarılarda bulundu. Fakat komitenin bu uyarısı baskılar nedeniyle boşa çıktı, binlerce Arap, mahallelerini ve evlerini terk etti. Kasım ayında yaşanan bu olaylardan sonra, Yahudi milisler aralık ayında Hayfa'daki Arap kalabalığına bomba atmasıyla altı kişi hayatını kaybederken 42 kişi de yaralandı.Yaşanan bombalı saldırıyı başka saldırılar da takip etti. Yahudiler, Araplara yönelik büyük saldırılar gerçekleştirdi, Arap nüfusu 62 binden 5-6 bin sevilerine kadar indi. Bazı kaynaklara göre ise, Yahudilerin çoğunluğu Arapların kalıp hayatlarına devam etmelerini, dükkanlarını işletmelerini isterken, milliyetçi Yahudilerin baskıları ve Arap liderlerin telkinleri nedeniyle Arapların bir anda Hayfa'yı terk ettiklerini belirtirler. Gassan Kanafani'nin Filistin'in Çocukları Hayfa'ya Dönüş ve Diğer Hikayeler adlı kitapta, kendi yaşamına ve Filistin halkına mercek tutar. İktidarsızlık hissiyle dolup taşmış bir halkın, tarihsel yazgısını geçmişin hatalarında arayarak yeniden ayağa kalkmasını salık verir yazdıklarında. Merkezde halkının hatalarını kendi duygularının bilinciyle verir mesajı. Hayfa'ya Dönüş öyküsü, tam bu noktada Filistinlilere yönelik ciddi eleştiriler barındırırken, Filistinlilerin şahsi duygu durumlarına da iner. Karakterler arası duygularla, mekanı ve nesneleri konuşturma biçimiyle bugün Filistinlilerin neden bu halde olduklarına dair çerçeve çizer.Yazarın Filistin halkına yönelttiği eleştiriler, yazgısını kabul edişlerinin arkasındaki yazgılarından kopuşu da sabitler geçmişe ve geleceğe. Hayfa'ya Dönüş öyküsü, Filistinlilerin Hayfa'yı terk etmelerini ve yerleşim yerlerine İsrail'in kurulmasından sonra yerleştirilen Yahudileri ele alır. Hayfa'ya Dönüş, yıllar önce terk ettikleri Hayfa'ya İsrail'in 1969 yılında turistik geziye izin vermesiyle binlerce Filistinlinin evlerini ziyaret etmek için dönerler. Sait ve Safiye de onların arasındadır. Hayfa'dan gittiklerinde, 5 aylık çocukları Haldun'u yanlarına alamazlar. Hem onu görme hem de evlerini görme umuduyla yola çıkarlar Sait ve Safiye. Arabayla yola çıktıkları ilk andan itibaren, geçmişin o baskın duygusunu yanlarına alırlar. Artık arabada sadece onlar yoktur, Hayfa'dan gitmek zorunda kaldıkları o günün acısı ve geri dönmenin verdiği duyguların yansıması da var: Direksiyon, her zamankinden daha fazla terlemeye başlayan avuçlarının arasında ağırlaştı. Karısına, 'Ben bu Hayfa'yı biliyorum ama o beni tanımayı reddediyor' diyesi geldi. Ancak fikrini değiştirdi. Geldikleri ev, şehir, sokaklar, caddeler, ağaçlar, duvarlar kapılar vs. artık onların değil, ve onlar artık yabancı. Onların ülkeleri değil. Eski evlerinin kapısına geldiklerinde ve içeriye girdiklerinde artık nesneler onların geçmişini bir bir önlerine serer: Sait parmağını zile götürdü ve Safi ye'ye sessizce: 'Zili değiştirmişler' dedi. Bir an için sustu, sonra ekledi: 'İsmi de. Doğal olarak.' Uzun süren bir bilinç kaybından sonra kendine gelen biri gibi nesneleri, kimi zaman bölük pörçük, kimi zaman hep bir anda yeniden keşfederek etrafına baktı. Oturma odasına vardıklarında, eskiden kullandığı beşli sandalye takımından iki tane kaldığını gördü. Diğer üç sandalye yeniydi ve hem kaba hem de diğer mobilyalarla uyumsuz görünüyordu. Odanın ortasında, rengi biraz solmuş olsa da aynı işlemeli masa duruyordu. Masanın üzerindeki cam vazonun yerine ahşap bir vazo konmuştu ve içinde bir demet tavus kuşu tüyü vardı. Eskiden onlardan yedi tane olduğunu biliyordu. Oturduğu yerden tüyleri saymaya çalıştı ama yapamadı, bunun üzerine ayağa kalktı vazonun daha yakınına gitti ve tüyleri birer birer saydı. Sadece beş tüy vardı. Onları, bir zamanlar anılarının kol gezdiği eski evlerinde karşılayan kişi ise soykırım mağduru Polonyalı bir Yahudi. Kapıdan girer girmez kadın, uzun süredir onları beklediklerini söyler. Sait ve Safiye meraklı ve acılı gözlerle etrafı seyretmeye devam ederler. İkisinin içindeki eksik ve korkakça bekleyen şey, oğulları Haldun'u sormaktı. Bir türlü soramıyorlardı. Sonunda Sait, vazonun içindeki diğer iki tüyün nerede olduğunu sormasıyla, oğulları Haldun'un yaşadığına dair durum da açığa çıkar. Adı Haldun değil, Dov'dur artık. Bu durum, Sait'in hafızasını vatanını terk etmenin ağır gerçeğiyle sarsar. Vatansızlığın sureti evladındaki var ile yok arasındaki hisle iyice belirir: Hiçbir şeyi terk etmemeliydik. Ne Haldun'u, ne evi, ne de Hayfa'yı! Hayfa'nın sokaklarında araba sürerken hissettiğim o korkunç duygunun aynısını sen de hissetmedin mi? Hayfa'yı biliyormuşum gibi hissettim ama şehir beni tanımayı reddetti. Aynı duyguyu bu evde, burada, kendi evimizde de hissettim. Bunu hayal edebiliyor musun? Evimizin bizi tanımayı reddedeceğini? Bunu hissetmiyor musun? Eminim Haldun'la da aynı şey olacak. Göreceksin! Gassan Kanafani'nin Hayfa'ya Dönüş'te anlattığı Sait, Safiye ve Haldun'un hikayesi, tüm Filistinlilerin hikayesidir. Evlatsızlık, aynı zamanda vatansızlıkla eşdeğerdir. Haldun, yeni adıyla Dov, yani Sait ile Safiye'nin oğulları artık bir İsrail askeridir. Vatansızlık başka vatandır Dov'la. Karı-koca, geçmişi geçmişte bırakmadan gerçeğe yönelmenin yarattığı ahlaki yıkımla karşı karşıya kalırlar. Sait ve Safiye, birer Filistinli olarak değil, insani duyguların ve düşüncelerin yönelttiği ahlaki bir yargıyla karşılaşırlar. Kendi üzerine düşünme, ahlaki sorguları kendi üzerlerinde yanıtlamak aynı hizada vatansızlığı da önlerine getirir. İmtiyazlar ve girdaplar arasında sıkışıp kalan bir insanlık dramı. Kanafani'nin çocukluk yıllarında mülteci olması, öykünün kenar yerlerine sızdığı açıkça görülür. Ülkeyi terk etmenin yanlışlığı Kanafani'nin bütün eserlerinde vücut bulur. Öykünün ilerleyen dilimlerinde Sait, Safiye ve Dov karşı karşıya geldiğinde, Filistin ve Filistin halkına dair en önemli tıkanmayı ve çıkmazı Dov'un ağzından söyletir Kanafani: Hayfa'yı terk etmemeliydiniz. Madem bu mümkün değildi, bedeli ne olursa olsun bir bebeği beşiğinde terk etmemeliydiniz. Bu da mümkün olmadıysa, geri dönmeye çalışmaktan asla vazgeçmemeliydiniz. Bunun da mı mümkün olmadığını söylüyorsunuz? Yirmi yıl geçti! Yirmi yıl! Bu kadar zamandır oğlunu geri almak için ne yaptın? Yerinde olsam, sırf bunun için silah kuşanırdım. Bundan daha güçlü bir istek olabilir mi? Hepiniz zayıfsınız! Zayıf! Geçmişe dönüklüğün ve tutukluğun ağır zincirleriyle bağlısınız! Sakın bana yirmi yılı ağlayarak geçirdiğinizi söylemeyin! Gözyaşları eksik olanı ya da kaybedileni geri getirmez. Gözyaşları mucize yaratmaz! Dünyanın bütün gözyaşları birleşse de, içinde, kayıp çocuklarını arayan bir anne-baba olan küçük bir sandalı taşıyamaz. Demek yirmi yılını ağlayarak geçirdin. Şimdi bana bunu mu söylüyorsun? Senin sersem, kırık dökük silahın bu mu? Kanafani, eserlerinde bireyleri tarihsel birer özneye dönüştürerek küçük bir aynanın içine yüzyıllık bir yüzleşmeyle baş başa bırakır. Etik-politik vurgular, bireyler yoluyla Filistin tarihine ve yıkımına not düşürür. Kanafani'deki imge, "terk etme" unsurlarıyla inşa ederken anlatılarını, bakışa hafızayı yönelterek koca bir suçun nerede olduğunu gösterir böylelikle. 1. Edward Said, Entelektüel (Sürgün, Marjinal, Yabancı) Syf. 51 2. Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları Syf. 172 3. Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları Syf.185 4. Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları Syf.186 5. Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları Syf.198 6. Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları Syf.211 *Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. GASSAN KANAFANİ * DERLEME Kaynak: İnternet * EKLEYEN:Yusuf AKSOY
- maviADA Öğretmenler Günü Yazıları
2024 Öğretmenler Günü de artık geride kaldı... Gelecek ÖĞRETMENLER GÜNÜNE kadar sağlıkla güzellikle huzurla kalın.
- ÖĞRETMENİM CANIM BENİM
Nurten B. AKSOY * Bir öğretmenler günü daha geldi ve geçti. Bugün yine hepimiz sevgi pıtırcığı olduk, güzel sözcüklerle, mesajlarla, telefonlarla, çiçeklerle kutladık birbirimizi... Sosyal medyada sevgi gösterileri yaptık, özellikle pek sayın devlet büyüklerimiz ekranlarda, öğretmenleri yere göğe sığdıramadılar, ne kadar fedakar olduğumuzdan filan bahsettiler. Ama kimse sözleşmeli, ücretli ve atanamayan öğretmenlerden söz etmedi, birkaç istisna dışında. Sanırım ilk kez 1981 yılında "Askeri bir emirle" kutlanmaya başlanmıştı 'Öğretmenler Günü'. Çocuklara, öğretmenlerine çiçek götürmeleri öğretilmişti önceleri, içi boş, kof şiirler eşliğinde. Zamanla o çiçekler, kimi okullarda minik, kimi yerlerde ise değeri öğretmeni ezecek kadar büyük hediyelere dönüşmüştü. Öğretmenliğimin son yıllarında çalıştığım özel okullarda, öğretmenler gününde niyeyse öğretmenler belli etmeden birbirlerine gelen hediyeleri süzerlerdi, "kime daha çok hediye geldi" diye. Sanki o hediyeler "sevilen öğretmen" olmanın bir göstergesiymiş gibi. Belki de veliler, benim çocuğum daha çok sevilsin diye alıyorlardı o hediyeleri öğretmenlere, kim bilir? Neyse bu kadar anlamlı bir günde bu kadar acımasız şeyler yazacağıma ben yine yıllar öncesine gideyim... İlk öğretmenler gününü Fatsa'da yeni tayin olduğum Bolaman Lisesinde kutlamıştık, o güzel gönüllü çocukların bahçelerinden toplayıp getirdikleri çiçeklerle. Sonraki yıllarda da çalıştığım her okulda kutladık, kimi zaman içimizden geldiğince neşeyle, kimi zaman da idarenin emriyle... Öğretmenlik yaptığım 33 yıl boyunca Sağmalcılar Lisesi, Fatsa Bolaman Lisesi, Fatsa Ticaret Lisesi, Antalya Gazi Lisesi, M.N Çakallıklı Anadolu Lisesi, Akdeniz Koleji, Envar Koleji, İstanbul Efdal Koleji ve Cent Kolejinde olmak üzere binlerce öğrenci okuttum, yetişmelerine katkıda bulundum. Yıllar sonra pek çok öğrencimle yeniden buluştuk, görüştük. Sosyal medya üzerinden haberleşiyoruz ve ben yıllar sonra geriye dönüp baktığımda bir zamanlar bazen tatlı sert, bazen acımasız ama yüreği hep sevgi dolu bir öğretmen olarak öğrencilerim tarafından unutulmadığımı görüyorum ve bunca yıllık yaşamımda kazandığım en büyük servetin bu sevgi olduğunu düşünüyorum... Şimdi sizlerle bu güzel öğrencilerimin bazılarından gelen birkaç mesajı paylaşmak istiyorum... Ama yanlış anlaşılmasın, bunları "ben ne kadar iyi öğretmendim" diye övünmek için değil, VEFA'nın ne kadar değerli olduğunu anlatmak için paylaşıyorum. Çünkü VEFA biz öğretmenlerin en büyük hediyesi... DİLRÜBA ŞAHİN-CENT KOLEJİ Yanlış hatırlamıyorsam 2008-2009 öğretim yılını birlikte geçirmiştik pek sevgili hocam. O dönemler bizim lisedeki ilk yılımızdı, hani böyle garip bir havamızın olduğu bir anda, üç yaş falan büyüdüğümüzü sanıp bu hissimizi kontrol edemediğimiz zamanlara denk geliyor. Bu yüzden ilk dersimiz, o fırtınalı hallerimizin vermiş olduğu dersi kaynatma çabamız ve sizin hışmınıza uğrayıp o çabamızın suya düşmesiyle başlamıştı. Görür görmez ilk anda göze çarpan o anaçlığınız, sıcaklığınız bizi böyle düşündürtmüştü, ama tam tersi olduğunu çabuk öğrendik. Ama ondan sonrası o kadar güzeldi ki "uçan kuşlar, martılar" eşliğinde senenin en keyifli derslerini işledik. O kadar keyifliydi ki hala sınıf toplantılarımızda konuşmaktan kendimizi alamıyoruz. Bana gelince o dönem lisedeki yılların en karmaşık ve sıkıntı dolu olanıydı... En yakın arkadaşlarımla inanılmaz sorunlar yaşayıp kendimi bir anda tek başıma bulduğum, kendimi tanıma senesiydi. İşte o zamanlarda özellikle siz nöbetçiyken yanınıza gelirdim. Hatırlarsınız belki, akıp giden bir kitap sohbeti yapardınız benimle. Anlattığınız kitapların hepsini okumak isterdim duyduğum ilk anda. Nitekim ilk anda olmasa da zamana yayıp, okumaya başladım hepsini. Gözümü kapadım çevremde olanlara; çünkü öyle derinden, sessizce işlediniz ki içime kendi başına olayların üstesinden gelmenin nasıl bir zafer olduğunu... Hele bir tanesi bana hayatımın en kıymetli dostunu kattı "Kumral Ada Mavi Tuna" Buket Uzuner'in içime en çok isleyen kitabı, benim hala en özel kitabımdır. Şimdi aradan geçen onca zamanda birbirimizden habersiz bazen ufak karşılaşmalarla, sosyal medyadan takiplerle yolumuz kesişse de bana kendime sahip çıkmayı bin bir çeşit kitapla öğretip, esas en yakınımı tanıştırdınız. Bunlar ne bir övgü ne de o yılların karşılığı; ama gönülden dile, kaleme ancak bu kadarı döküldü... UĞURCAN ERDEM-CENT KOLEJİ 2008-2009 yılları arasında Cent Koleji'nde okuduğum süre zarfında bana edebiyat dersini sevdiren öğretmenim olarak yaşamıma girdiniz. Siz bana edebiyat dersini güler yüzle ve anne şefkatiyle yaklaşarak sevmeyi öğrettiniz. Sizinle hala görüşüyor olup ufak sohbetler yapmak benim için çok büyük bir keyif. Okul hayatımdaki yaşam deneyimimde rol aldığınız için çok mutluyum ve çok teşekkür ederim... DÖNDÜ ÖZDEMİR-BOLAMAN LİSESİ Edebiyat dersini sevmemdeki en büyük etken sızın sevginiz oldu, sizi nasıl sevdiysem edebiyat dersini de öyle sevdim. İyiydi de dersim... Öğrencilik hayatım boyunca çok öğretmenlerim oldu, hepsi de iyiydi, bizlere emek verdiler sağ olsunlar. Ama yıllarca ben hep sizi merak etmişimdir... Ne yapıyor, nerede, bir daha görmek kısmet olur mu... diye. Oldu da şükürler olsun. Çok ama çok mutlu oldum o görüştüğümüz gün hocam... İLYAS EKİZOĞLU-ÇAKALLIKLI ANADOLU LİSESİ Hocam siz bana Türkçeyi öğrettiniz. her şeyin ayrı yazıldığını sayenizde kavradım. Biliyorsunuz Almancada tam tersidir hep bitiştirilir kelimeler... Sonra sizi ebeveyn olarak hep örnek görmüşümdür. Mesafeli ancak sevgi dolu yapınız sadece öğrencilerinize değil çocuklarınıza da bireysel özgüven kazandırıyordu. Yanılmıyorsam ben 97-99 arasında öğrencinizdim. Hatta Çakallıklı'dan Akdeniz kolejine neredeyse beraber geçiş yaptık. Almanya'dan geldiğimden Türkçe öğrenmek için özel ders alıyordum sizden. Sizin evinizde kendimi hep bir Anadolu çocuğu olarak hissediyordum. Malum eviniz, evinizde beslediğiniz kültür, öz mü öz Türk kültürü idi. Ayrımcılıktan uzak, cumhuriyetimizi özümseyen, aydın bir Türk evi... Ailemdeki kültür çatışması ve ebeveynlerimdeki yozlaşmayı bugün irdelediğimde, siz belki benim Türk kimliğimi en güçlü belirleyen etkensiniz... Atatürk'ü anlatmaktan çok onu anlayıp sorgulatmayı tercih eden ender öğretmenlerimden biri olarak sizi hep saygı ve sevgiyle anıyorum... BÜLENT OTUR-GAZİ LİSESİ 1985 yılı Eylül ayıydı. Lise 2. Sınıfta kaldığım o yıl tasdiknamemi alarak evimize yakın olan Gazi Lisesine bir hafta geç olarak kaydımı yaptırmıştım. Okuluma çok çabuk alışmama rağmen yine de içimde bir kuşku vardı. Acaba öğretmenlerim bana (sınıfta kalmış bir öğrenci olduğum için) haylaz veya tembel olduğumu düşünerek kötü ya da sevgisiz davranırlar mı, diye çok endişeleniyordum. İlk hafta geçip ikinci haftaya girdiğimizde her sınıfın bir sınıf öğretmeni olduğunu öğrendim. Bizim sınıfımızın danışman ya da sınıf öğretmeninin kim olduğunu merak ederken Edebiyat dersine gelen öğretmenimiz sınıfa dönerek bu yıl aramıza bazı arkadaşlar katıldı diyerek beni ve diğer yeni arkadaşlarımızı sınıfa tanıttı. Biz de tek tek kalkarak geldiğimiz okulu ve nereli olduğumuzu söyledik. İlk tanışmamız böyle olmuştu Nurten Bengi Aksoy hocamız ile… Bir sonraki hafta yine edebiyat dersimizden sonra Nurten Hocam beni ders sonunda yanına çağırarak benimle konuşmak istediğini, öğlen arası öğretmenler odasına gelmemi söyledi. Ben de mesele ne hocam, diyebildim sadece. Korkmuştum açıkçası. Tembel bir öğrencisin, sınıfın huzurunu bozma mı diyecekti yoksa? Öğlen arası zamanı çok zor geldi ve sonunda öğretmenler odasına gittim ve hocam beni karşısına alarak bundan böyle bizim sınıfın öğrencilerinden beni “disiplin kurulu üyesi” seçtiğini açıkladı. Çok şaşırmış, düşündüklerimden dolayı bir o kadar utanmış ve onur da duymuştum. Bana dikkat etmem gerekenleri izah etti. Çok kibar ve bir o kadar da yönetici idi. İnsan hayatında bazı dönüm noktaları vardır. Bunlar insanın ileriki hayatını çok etkiler. Nurten Hocam verdiği o kararla; benim daha düzgün giyinmemi, insanlara daha nazik davranmamı, detaylara özen göstermemi, saygılı davranmamı, sorumluluk almamı, arkadaşlarımla iyi geçinmemi ve seçildiğim görevin hayat içinde ne kadar önemli olduğu sorumluluğunu öğretti. Bugün 45 yaşımda bir yüksek mühendisim. Bunda Nurten hocamın payı bulunduğunu çok iyi biliyorum. Hala onun bana verdiği görevi idrak ederek yaşıyorum. Saygılarımla... HATİCE ŞENLİK SAĞMALCILAR LİSESİ Hocam sizi her zaman sevimli güler yüzünüzle anacağım Asla emeğiniz ödenmez. Sağmalcılar lisesi ikinci sınıfta öğrencinizdim. Zor yıllardı Eyüp lisesinden gelmiştim, okula yabancı olmamdan dolayı biraz çekingen biraz da vasat bir öğrenciydim ama siz her zaman pozitif güzel enerjinizle güzel anılar bıraktınız bende. Hiç unutmam okulun son günleriydi mezun olacaktık, komşunun bahçesinden çiçekler toplayıp buket yapıp size getirmiştim. O günde sınıfla Adalar gezimiz vardı. Sizin elinizde çiçek buketi bütün sınıf Adalara gittik eğlendik. Çiçekler bütün gün buketin içinde solmuş kurumuştu ama siz o çiçekleri bir kenara bırakmak yerine evinize götürmüştünüz. Ömrünüz hep güzelliklerle geçsin iyi ki sizi tanıdım iyi ki öğretmenim oldunuz. Saygılar sevgiler...
- Bir Zamanlar Ben de Öğretmendim
NURTEN B. AKSOY * Henüz altın günlerinin, okey ya da benzeri oyun günlerinin olmadığı 1960'lı 70'li yıllar. Yani eskiden, çok eskiden annelerimizin kabul günleri olurdu; onlarca çeşit pasta, börek ve yiyeceğin yapılmadığı, annelerin dertleşip sohbet etmek için toplandığı, sadece bir çeşit börekle anne kurabiyesinin çayla birlikte ikram edildiği mütevazı kabul günleri... Mahalledeki bütün teyzeler örgülerini dantellerini alıp gelir, akşamüstü okuldan çıkan biz çocuklar da dahil olurduk bu günlere. Keyifli, eğlenceli, sıcacık samimi günlerdi bu kabul günleri ve nedense o günlerde eve gelen yaramaz misafir çocuklarını oyalama görevi hep bana düşerdi, çoğuyla aynı yaşta olmama rağmen. Bana biçilen bu rolü büyük bir heyecanla benimser, çok bilmiş bir edayla misafir çocukları etrafıma oturtup başlardım onlara masallar ya da hayali öyküler anlatmaya. Evin içine huzurlu bir sessizlik çöker, misafir anneler gülümseyerek çaylarını yudumlarlardı. Demek ki bazı meslekler insanın alnına kâl u belâda yazılıyor. Oysa ben o zamanlar ne öğretmen olmayı ne de üniversitede okumayı hayal ederdim. O yıllarda adet olduğu üzere liseyi bitirecek, hanım hanımcık evde oturup hayırlı bir kısmet bekleyecektim. Ama nasip işte... Ortaokul, lise derken kendimi üniversiteden mezun olurken bulmuş, farkında bile olmadan çiçeği burnunda bir öğretmen olmuştum. Yıl 1977, ortalık toz duman. Her yerde kavga gürültü, kan, gözyaşı var. Bilmediğim bir şehirde ve o kargaşa günlerinde öğretmenliği göze alamadığımdan İstanbul'da Başbakanlık Arşivinde arşivist olarak göreve başladım; ama gönlümün bir kenarında hep o çocukluğumda oyun olarak yaptığım öğretmenlik hayali vardı. Ve bir gün, arşivde eşi çalışan bir öğretmen arkadaştan, hiç beklemediğim bir anda, beklemediğim bir haber aldım. İstanbul'un o yıllarda ücra bir köşesindeki Sağmalcılar Lisesinde edebiyat öğretmenine ihtiyaç varmış ve benim bu görevi kabul etmem isteniyordu. Tabii bu teklifi sevinerek kabul ettim ve haftanın iki yarım günü edebiyat derslerine girmek üzere Milli Eğitim Müdürlüğünün kararıyla çalıştığım kurum tarafından görevlendirildim. Büyük bir heyecan ve coşkuyla başladım görevime. Sağmalcılar Lisesi, genellikle Bulgaristan göçmeni ailelerin çocuklarının olduğu bir okuldu. Zamanla benden bir kaç yaş küçük; ama bana göre bir kaç beden büyük, iri yarı öğrencilerimle birbirimize alışmaya çalıştık. İlk günler kendi küçük; ama burnu Kafdağı'ndaki bu öğretmeni pek de kabullenmek istemeyen öğrencilerim bir zaman sonra bana kol kanat germeye, derslerimi zevkle dinlemeye başladılar. Arşivdeki tek düze, sıkıcı görevimden sonra öylesine heyecan verici geliyordu ki öğretmenlik, koşulları çok iyi olmasına rağmen arşivden istifa edip, bir şekilde atandığım bu lisede, 12 Eylül öncesinin o zor günlerinde kadrolu öğretmen olarak çalışmaya başladım. Bazen öldürülen bir öğretmen arkadaşımıza gözyaşı dökerken bazen de silahların gölgesinde girdik derslere... Sonra birden ortalık süt liman oluverdi. Askeri yönetim iş başına geçti ve bir rotasyon rüzgarıyla İstanbul'dan hiç bilmediğim bir şehre Ordu'ya tayinim çıktı. O yıllarda öyle herkesin binip, gideceğiniz şehre sizi bir iki saatte uçuran uçaklarımız yoktu henüz, tabii duble yollarımız da. Bir elimde tayin kararnamem bir elimde valizim, yirmi iki saatlik zorlu bir otobüs yolculuğundan sonra vardım Ordu'ya. Ordu; şirin bir sahil şehri; ama kuş uçmaz kervan geçmez, adı o dönemde korku ile anılan dağ ilçeleri de var. Ya oralara verirlerse beni, diyerek korku içinde, o zamanlar atama işlerine de bakan valinin huzuruna çıktım. Ya o yıllardaki yöneticiler daha merhametliydi, ya da vali bey karşısında bir serçe gibi heyecandan titreyen kız çocuğuna acımış mıydı, bilmiyorum, "Yalnız mı kalacaksın kızım sen burada" diye sordu bana. Evet cevabım üstüne de "O zaman seni çok şirin, çok güzel bir okula göndereceğim" dedi gülümseyerek ve böylece Bolaman Lisesine atandım. Bolaman; o yılların kurtarılmış bölgelerinden "Terzi Fikri" lakaplı belediye başkanıyla ünlü Fatsa'nın küçük bir beldesi. Bir avuç nüfusuyla, 10-15 kişilik sınıfların olduğu lisesiyle, fındık bahçeleriyle ve hırçın mı hırçın deniziyle cennetten bir köşe. Küçücük bir evde yalnız başlayan, sonra dünya tatlısı ev arkadaşlarımla, birbirinden güzel Karadenizli öğrencilerim ve dostlarımla, hiç unutmadığım anılarımla yaşamımda iz bırakan öğretmenliğimin en güzel yılları... Sonra Antalya'da 21 yıl devam edip İstanbul'da veda ettiğim güzel mesleğim. 33 yıl hep severek yaptığım, öğrencilerimle gurur duyduğum, anılarımla avunduğum kutsal mesleğim... Ne çabuk geçmiş onca yıl, fotoğraflara baktıkça şaşırıyorum. İyi ki bu mesleği seçmişim, iyi ki öğretmen olmuşum, iyi ki bunca güzel insanı biriktirmişim. Ama şimdilerde içi tamamen boşaltılmış ve kirli siyasete alet edilmiş eğitim sistemini gördükçe içim sızlıyor. Özellikle çaresizlikle yaşamaya çalıştığımız şu zor günlerde asgari ücretle çalışan özel okul öğretmenlerini, okullarından ve eğitimden uzak kalan atanmayan öğretmenleri, emekli maaşıyla market market dolaşan emekli öğretmenlerimizi ve öğretmensiz öğrencileri düşündükçe çok ama çok üzülüyorum. İşte bütün bu koşullarda anlamını iyice yitirmiş bir öğretmenler gününü daha idrak ediyoruz. Yüreğim buruk mu buruk, umutlarım kırık mı kırık. Kutlu olsun mu bilemiyorum… Tek avuntum elimde kalan fotoğraflarım ve uzaklardan seslerini duyduğum öğrencilerimle öğretmen arkadaşlarım... Her şeye rağmen KUTLU OLSUN diyelim...
- ÖĞRETMEN
Zeki Sarıhan / Günaydınla açılır göğün yedi kapısı. Kara bulutlar rahmet yağdırır. Bütün zamanların yalvacı. Havarisi sevginin. Özgürlük anıtlarının mimarı. Karanlık köylerde ışık. Bilgesi meclislerin. Sıcak bir gülücük gül yüzlü çocuklara. Dalım Kız Balım Oğul’a Kampüsleri okul yapan. Terazisi adaletin. Eşitlik dağıtan yargıç. Onunla ısınır sınıflar, Karatahtalarda kasımpatılar açar, Dile gelir kitaplar, Alın teri sevinir. Emeği en yüce değer yapar. İyilik tohumu eken rençper Tonguç Babası’yla birlikte Hasanoğlan’da. Yabani fidanlara bereket aşılar. Güneşli bahar günlerinde Sevgi saçar gönül tarlalarına. Hasadını kendi güzünde toplar. Bir eli Özgür’ün elinde diğer eli Berfin’in Birlikte oynar Ayşe ile Berivan. Ana dillerinin sıcaklığı ile okşar saçlarını. Türküleri bir ana öğretir bir de o. Okulun duvarı yıkılır altında kalır Çiçek diye sayıklar son nefesinde. Tebeşirler öğrencilerin kokusunu çizer. Onunla güler çocukların gözleri. Yurdun hüzünlü ırmakları O çizince coşkun akarlar. Dağlar, ovalar onunla vatan olur. Hint’ten, Çin’den, Afrika’dan Bütün halklar doluşur sınıfın penceresine. Sevgiden örülmüş bir çelenk takarlar Gönüllerinden onun başına. Dokuz köyden kovulmuş. Heybesi bilimle dolu gezer. Sabırdan yontulmuş heykel. Geçmişi geleceğe ilmik ilmik bağlayan. Sıdıka Avar Munzur Dağlarında. Fatsa Dumlupınar Okulunda Muvahhide Bayrıman. Atıyla Zap Suyu’na giden müfettiş Çalıkuşusu Zeyniler köyünün, Taşa tutulan “kahpe” Muallime Ateşe verilen Kayseri Alemdar Sineması’nda TÖS’lü Güneş Öğretmen. Mefkûreci Muallim. Ülkücü Öğretmen. Öğretmen… (Kasım 2011)
- Sevgili Öğretmenim
FADİME Y. KAROĞLU * Sevgili Öğretmenim Canım Babam, Yine Kasım günlerinden Elli sekizde hem de. Yedek Subay Okulundan Hatırat açmış arkadaşlarına, İnci gibi harfleriye Bir de önsöz sıralamış Ders niteliğinde! Yazdığın, yaşadığın Öğrenip, Öğrettiğin İnsanın en inceliginde Özlemle anıyorum Güzel ruhunu Sevgili öğretmenim Tüm benliğimle!
- ÖĞRETMENİN KANATLARI
-Eleğini hiç asmayan meslek emekçileri- Öğretmenin kanatları Kaç ana şefkatinde Kaç baba sevgisinde Okşayan, esirgeyen Sevgiyi önceleyen kanatlar Öğretmenin kanatları Aklın önderliğinde Bilimin aydınlığında Düşünen, düşündüren Öğreten kanatlar Öğretmenin kanatları Her mevsimde, her yaşta Sıcakta, soğukta, yağmurda, karda Siper olan kanatlar Öğretmenin kanatları Dolan, boşalan, Uçan, uçuran, Sığınılan, güvenilen Kucaklayan adanmış kanatlar. Fuat ÖZGEN
- Nerede O Öğretmenler
ZEKİ SARIHAN * Türkiye’de öğretmenler, iki nitelikleriyle tanınırdı? Birincisi öğrencilerini hayata hazırlamak için gösterdikleri özveri, ikincisi ise kapitalist düzene muhalefet etmeleri. Şimdi artık kimsenin yazmadığı ve itibar da etmediği antolojiler dolusu öğretmenlik şiirleri, öğretmenlerin bu iki özelliğine övgülerle doludur. “Kapitalizm karşıtlığı” dediğimiz olgu, başlangıçta feodal değerlere karşıt ve bilim savuculuğu iken daha sonra bu özellik TÖS ve TÖB-Der dönemlerinde kaderini emekçilerin kaderiyle birleştirme biçimini almıştır. Şimdi soran sorana: Nereye gitti bu öğretmenler? Niçin ortalıkta görünmüyorlar? Yer yarıldı da yerin dibine mi girdiler? Azalan ve nerdeyse kaybolduğu sanılan öğretmen tipi, emekten yana, düzene muhalefet eden öğretmenlerdir. Öğretmenlerin sendikalaşma rakamları da bunu doğruluyor. Tek Parti döneminde öğretmenlerin örgütlenmesi yasaklandığı için o dönem öğretmenlerinin siyasi eğilimini gösteren veriler yoktur. Gene de çoğunluk olarak devletin resmî ideolojisi olan Kemalizm’i savunduklarını varsayabiliriz. 1946’dan sonra Çok Partili hayata geçildiğinde Öğretmen dernekleri yeniden kurulmuştur. Bunlardan bir üst kuruluş olan Türkiye Öğretmen Dernekleri Millî Federasyonunun Demokrat Parti yandaşı olması ilginçtir. Ancak Köy Enstitü mezunlarının bölge bölge kurduğu Köy Öğretmen Dernekleri iktidara muhaliftir. DEVRİMCİLEŞMER DÖNEMİ 1960 sonrası bütün emekçi ve orta sınıflar gibi Öğretmenler de solculaştı. Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu, 1968’de TÖS’le birleşti ve TÖS siyasi hayata ağırlığını koydu. 186.348 öğretmenin bulunduğu 1970’te TÖS’ün üye sayısı 72.000 idi. (Yüzde 38) TÖS, 1969’da önderlik yaptığı Büyük Öğretmen Boykotuna, üye sayısı 30.000’i bulan İlk-Sen’i de katmıştı. Aynı tarihlerde Milliyetçi Türk Öğretmen Sendikası, çeşitli yerlerde şubeler açmış da olsa üye sayısının TÖS’le karşılaştırılamayacak kadar az olduğu biliniyor. 1977-1978 öğretim yılında, Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü Kamu Yönetimi Lisans Üstü Uzmanlık Programına devam ederken, kentleşme dersi için yaptığımız bir anket çalışması, Ankara Öğretmenlerinin yüzde 60’nın örgütsüz olduğu, yüzde 26’sının TÖB-DER’e, ancak yüzde 1’niin Ülkü-Bir ve Öğret-Bir derneklerine üye olduğu görülmüştür. Araştırmada öğretmenlere hangi gazeteyi aldıkları da sorulmuş ve şu tablo ortaya çıkmıştır. (Yüzde olarak) Cumhuriyet 38, Milliyet 33, Hürriyet 11, Günaydın 2, Tercüman 2, Politika 1, Vatan 1, Diğer 2, hiçbiri 5, yanıtsız 5. (“Ankara Öğretmenleri”, Öğretmen Dünyası, Sayı 2, Şubat 1980, s. 22-27) Bu bilgiler, 12 Eylül 1980 öncesi öğretmenlerin önemli ölçüde muhalif tutumlarını koruduğunu gösteriyor. Öğretmenlerin ideolojik-siyasi eğilimleriyle ilgili 14 yıl sonra yapılan bir araştırma da 1991 yılında bu muhalif tutumun hâlâ sürmekte olduğunu gösteriyor. Bu araştırmaya göre öğretmenlerin yüzde 47’si sosyal demokrat, yüzde 17’si merkez sağ (ANAP, Doğru Yol çizgisi), 12’sinin sosyalist, 7’sinin “Hareketçi”, 7’sinin dinci, 5’inin “renksiz” olduğu, 5’ninin eğiliminin ise bilinemediği ortaya çıkmıştır. Genele bakıldığında öğretmenlerin yüzde 60’nın sosyal demokrasi ve onun solunda yer aldığı, yüzde 31’ini ise merkez sağ ve onun da sağında olan gruplar içinde olduğu görülüyor. Milliyetçi ve dinci eğilimlerin yüzde 7’şer bir dilimi kapsayarak öğretmenlerin içinde küçük birer grup olduğu anlaşılıyor. (Öğretmen Dünyası, Sayı 142, Ekim 1991) DURUM NASIL TERSİNE DÖNDÜ Öğretmenlerin bugünkü siyasi eğilimlerini, üyesi oldukları sendikalardan çıkarabiliriz. Mayıs ayında açıklanan son verilere göre öğretmen sayımız 925.500’dür. Bunların yüzde 73’üne denk gelen 701.848 öğretmen sendikalıdır. Şimdi de öğretmenlerin sendikalara göre dağılımlarına bakalım: Hükümet yanlısı sağcı Eğitim-Bir Sen yüzde 42. Milliyetçi Öğretmenler Derneğinin ve Sendikasının mirası üzerinde yürüyen Türk-Eğitim-Sen 19, (İkisi toplamı Yüzde 61) Sol gelenekten (TÖS ve TÖB-DER’den) gelen iki sendikadan Eğitim-Sen 8, Eğitim-İş ise yüzde 5 gibi küçük paylara sahiptir. (İkisinin toplamı Yüzde 13. Diğer 21 sendikanın payı yaklaşık yüzde 1’dir.) Nasıl olmuştur da 1960’lar, yetmişler, hatta 90’larda çoğunluk olan devrimci-demokrat öğretmenler küçük bir azınlığa düşmüş, milliyetçilik ve sağcılık yükselmiştir? Halkçı-devrimci öğretmenler nereye gitmiştir? Bunların bir kısmının emekli olduğunu ve öldüğünü söylesek de aynı oranda sağ kesimden de kayıplar olduğuna göre bu, kitlesel bir saf değiştirmeyi gösteriyor. Geçmişte toprak işgalleri yapan, fındık, tütün, üzüm, pamuk için meydanları dolduran köylülerimiz, 15-16 Haziranları yaratan işçilerimiz, büyük kentlerde sosyal demokratları Belediye Başkanlıklarına getiren kentliler şimdi nerede ise, öğretmenler de oradadır… Bu toptan bir sağa kayışın ifadesidir. Nedeni ise ayrıca kafa yormaya değer. (26 Ekim 2018) Grafik: Öğretmen Dünyası’nın Ekim 1991 tarihli sayısının kapağından Diğer yazılar için: zekisarihan.com
- Anamur'da İlginç Bir Okul
ZEKİ SARIHAN * Daha önce çeşitli nedenlerle dört kez gittiğim Anamur’a bu kez 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı vesilesiyle bir konferans vermek için Anamur Kültür Derneği tarafından davet edildim. Bunu fırsat bilerek ailece birkaç günlük bir tatil yapmaya da karar verdik. Kardeşim Ayhan, eşi Rahime ile birlikte kışları Anamur’da oturuyorlar. Onlarda yatıp kalkacaktık. Anamur aydınlarından tanışlarımız çıktı. Bir kısmıyla orada tanıştık. 24 Nisan günü Anamur Belediyesi toplantı salonunda, ilgili 100 kişilik bir topluluğa “Millî Hâkimiyetin Neresindeyiz” konulu konuşmamı yaptım. Götürdüğüm kitapları izleyiciler adeta kapıştılar. Köyleriyle birlikte 67.000 nüfusa sahip, Türkiye’nin en güney topraklarını uluşturan, yerli yazlıkçıların giderek arttığı, Anamur'da muz, çilek seralarını, portakal bahçelerini gördük. İri mayhoş dutundan tattık. Anamuryum harabelerini ve Mamure Kalesini yeniden gezdik. Ankara'dan epey ucuz pazarını iki kez dolaştık. Kayadan bir duvar gibi görünen, dağ keçilerinin dolaştığı yamaçlarının dibinden akan berrak derelerinde piknik yaptık. Yalçın Torosların eteklerinde, Mersin'in merkeze en uzak bu sakin ilçesinde görülecek başka şeyler de var. Arkadaşlar, beni bunlardan biri olan, merkeze yakın Güleç köyünde eski ilkokul binasında 2018'de açılmış Özel Eğitim Kurs Merkezine götürdüler. 8,5 dönümlük bir arsa üzerinde kurulu merkezin eski lojmanında köyün 8 okul öncesi çağındaki çocuğu öğleye kadar eğitiliyor. Fakat merkezin asıl işi engelli yetişkinleri eğitip onlara çeşitli beceriler kazandırması.Anamur Halk Eğitim Merkezine bağlı bu merkeze şu sıralarda, yaşları 20 ile 50 arası 20 öğrenci sabah 9.00’da servisle Anamur’dan getiriliyor, 14.15'te evlerine bırakılıyor.İçlerinde otistik, down sendromlu, zekâ geriliği, kas hastası olanlar var. Başlarında 24 yıllık öğretmen Mahmut Gazi Özsoy, usta öğreticiler Hakan Küçük Derya, Rukiye Çelebi, Neslihan Karadağ, Mustafa Talay, Yardımcı personel Fatma Ataş, özürlü yetişkinlere çeşitli el ve zihin becerileri kazandırmaya çalışıyor. Öğretmenler odasında bu bilgileri aldıktan sonra, birer atölye gibi çalışan iki sınıfı gezdik. Usta yetiştiriciler başlarında kimi boyama, kimi resim yapıyor, kimi küçük tezgâhlarda bir şeyler dokuyor. El ürünü eşyalar rafları dolduruyor. Bunlar merkeze gelir getirme amacıyla halk eğitim sergisinde satılıyormuş. Anamur’da özürlü insan sayısının Türkiye ortalamasının üstüne olduğunu söyleyen Özsoy, bunun başlıca nedeninin kapalı bir havza özelliği taşıyan Anamur’da akraba evliliklerinin çokluğuna bağlıyor. Öğrencilerle de kısa sohbetler yapıyoruz. Konuştuklarımız çok çocuklu ailelerden. Daha sonra okulun bahçesini gezdik. Taşlık bir alan düzlenmiş. Buraya üzüm, zeytin, avokado fidanları dikilmiş. Üstü naylonla kaplı bir uzun mekânda gübre içinde solucanlar kaynıyor. Öğretmen Osman Gazi Özsoy, okulun su sıkıntısı çektiğini söylüyor. Bunun için geniş bir sarnıç kazdırmış, buraya yakındaki dereden su aktarılacakmış. Merkez bu bakımdan bir Özel Eğitim Köy Enstitüsünü andırıyor. Ülke çapında ne yazık ki yaygın değilmiş. Ülkemizde hiçbir yurttaşın kaderine terk edilmemesi için bu merkezler hızlı yaygınlaşmalı. Bu merkezler, ev halkını kısmen rahatlatma açısından da önemli bir işleve sahip olmalı. (28 Nisan 2023)
- Köy Öğretmeni
/ İNSANSAN EBEDİYETİN YOKMUŞ * On altı yaşıma altı ay kala Sivas’ta göreve başlamış öğretmen ve marangozun hatası okul müdürüydüm. İlk maaşımla siyah bir gözlük, Sivas’ın yaz sıcağında fazla gelen, ama bana dünya güzeli gözüken siyah kaşe bir ceket, ispanyol paça ama içine zor girdiğim daracık bir pantolon almış, gömleğin önünü açmış, onca zaman üç numaraya mahkum edilmiş saçlarımı hasretle beklediği özgürlüğüne bırakıp uzatmış, fotoğrafçıda zafer saydığım halin bir resmini çektirmiştim. Ne güvenli, ne mağrurdum ama o an. Dükkân camlarını bir seviyordum ki… Bir de geçtikten sonra bir şey unutmuş muyum gibi yapıp beni süzen kızların yakaladığım bakışlarını… Belki de kimisi, bu garip yaratık da ne diyordu, ama bir de bana sor... Tıpkı yurtdışından gelen ilk işçiler gibiydik. Ya da Harlem'in arka sokaklarından yıldızı parlayarak öne çıkan zenci genci... Bazılarımız ilk maaşlarını o güne kadar bir Almancılarda gördüğümüz teyplere ya da bond tipi çantalara monte edilmiş pikaplara, kırkbeşlik plaklara yatırmış, elinde dolaşıyor, her fırsatta da açıp Yurdaer Doğulu’nun moda müziği Şehnaz Tangoyu dinliyordu, ömrü tangoyla geçmiş gibi değilse de artık hiçbir oyun havasına bakmadan Tango ya da valsle yaşayacak gibi… Savunmaya gerek yok, hepimiz sonradan görmelere dönmüştük. Öğrenmenin en iyi yollarından biri de taklitse öğrenecektik işte... Mutluydum, artık saçımı üç numara kestirmek, şapka takmak, sigaramı saklamak zorunda değildim. İstediğim gibi giyinmek için param da vardı. Kimse ne paçama, ne saçıma ne kolyeme bir şey diyemezdi… Sanıyordum... Bu başka bir hakaye: Ne bilelim bu ülkede devlet dahil herkesin tek vazifesi ötekinin inancına, düşüncesine, kılığına kıyafetine hatta nefes alıp vermesine ayar çekmektir ve her vatandaş ta bu mahalle baskısını olduracak müthiş sihrin gönüllü bekçisidir. Acıklı, hatta dehşet verici bir biçimde öğrenmemize daha vardı... 70'li yılların kaosu henüz mutfakta kotarılıyordu, hele bir fırına verilsin... Sonuçta yaşı en büyüğü 20lere yeni girmiş, taze ergenlerdik... Sonra kura çektik bir büyük salonda… Divrik'in yakın olduğu bilenlerce söylenen bir köyüne verilmiştim. İlçeye gittiğimde, kurayla çektiğim, atandığım köyde öğretmen ihtiyacı olmadığı ortaya çıkacak, beni uzak bir köye göndereceklerdi. Anlamadığım bir şey olmuştu ya da çok anlaşılır bir şey: Yurdum hali kendini resmediyordu. Saçım kılığım başıma bela oluyor, beni sevimsiz gösteriyor diye aklıma gelse de gerçek daha basitti: Beni alıp torpilli birine yer açmışlardı. Benim gibi kuşkucu, sorgulayan ya da hayatı kitaplardaki bir adil düzen sananları ya da zor öğrenenleri bile anında ikna eden, zihnini açan kocaman harfli bir alfabeyi gözüne sokuyordu İçimde bir dünya cam kırıldı… Şangır şangır, her biri bir yerime, karaciğer. mide…deyip saplanan dünya cam…Hissetsem de okulumu çalmalarına bir şey diyemedim. Yapabileceğim bir şey yoktu. Olsa da ne ne yapacağımı ne de nasıl yapılacağını biliyordum. Parmak kadar bir çocuk ve yabancıydım. Bir ay sonra huzursuz, hep isyan olsam da o zorlama okuluma ulaşmak için güçlükle bulduğum bir traktörün sırtında dağ yollarındaydım. Kaplumbağa kadar yavaş giden traktörün römorkunda kaç kişiydik şimdi anımsamıyorum, ama balık istifi üst üste yığılmıştık. Hepsi de dünyanın en araziye uyan, görünmeyi sevmeyen renklerinden yapılmış eski giysilerine bürünmüş şapkalı, nikotinden sararmış sakallı, posbıyıklı, kavruk insanlardı. Herhalde kente inmenin onuruna bolca dökündükleri tür tür kolonyalara, ağır bir ter kokusu da ekleniyordu. Anlamakta zorlandığım bir yöresellikle, bazen de hiç kavrayamadığım sözcüklerle, ama bana değmeyen bir dille durmadan konuşuyorlardı. Ben uzaydan düşmüş, dünya dışı bir yaratık gibi aralarındaydım, ama sanki hiç yoktum. Bozuk yollarda kaplumbağalığı bırakıp oransız tekerlerinin üstünde şaha kalkmış ata dönen motorda EMİR KUSTURİCA’nın özellikle yerleştirdiği bir model gibi ilgisiz ama ilginç duruyordum. Çevremdekilerle iletişim kuramayacağımı fark etmiş, çekildiğim köşemde kenarlıklara sımsıkı tutunarak içime dönmüştüm. Şimdi, yaşadıklarıma buradan bakınca iyice inanıyordum ki, yönetmeni manyak, çılgın bir filmdi bu. O yönetmeni bir yakalasam… diyemeyecek kadar çaresiz düşmüş, değil yarın, az sonra indi inecek gecede ne yapacağımı bilmeden kaderime teslim olmuş, şimdi dünyanın tavanına yakın olduğuna hükmettiğim bir yerden, Tecer dağlarının üstünden gidiyorduk. Ne kadar gittik bilmiyorum, ne kadar yükseldik dağın üstünde… Gün geceye teslim oldu, dört yanımız zifir zindan bir geceyle perde gibi örtüldü. Sonra gökyüzü lacivert bir aydınlıkla içten içe yandı yandı… Ardından ateşböcekleri kadar çok yıldız döküldü üstümüze… Evet, burada gece gündüzüne uymayacak dende muhteşemdi… Traktörün sağlam tek farının deldiği gecede zaman zaman çıplak, zaman zaman bodur ağaçların kapladığı arazilerden geçtik. Bir ırmak içinden ilerledik. Sonra solgun ışıkların belli belirsiz aydınlattığı toprakla bir evlerin arasından geçip birinin önünde durduk. Bir anda boşaldı römork, onca insan karanlığın içinde gürültülü konuşmalarla kayboldu, bir ben ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmeden yerimde kalakaldım. Yok emindim, böyle bir senaryoyu o manyak yönetmen de yazamazdı. Önünde durduğumuz yer şimdi daha belirgindi, dar kapısından sızan ışıkta incik, boncukla, top top kumaşlarla, daha doğrusu aklınıza gelecek her şeyle dolu raflar gözüküyordu. Benzetemesem de galiba bir bakkal dükkânıydı. İçerden sürücüyle birlik salt bıyık gözüken bir yüzle sahibi çıktı ve beni görünce irkildi. Kendine ait olduğu belli olan kasaları, teneke kutuları aşağı indirirken bir yandan bana bakıyordu. Bense hala ne yapacağımı bilemeden oturuyordum. Son kutuyu da aldı adam, dükkâna bıraktı, dönüp sürücünün parasını verdi. “Sen inmeyecek misin Yezit? “ dedi bana, hiç beklemediğim bir rahatlıkla. Yezit! Anlamıştım… Hüseyin’i katledenleri kastediyordu. Aslında beni iğneliyordu ama o seslenişte bir şaka, bir insani taraf var diye düşünmüştüm… İyi düşünmekten başka da şansım yoktu ki… “Benim adım Hüseyin, Yezit değil,” diyebildim. Posbıyıkları neşeyle oynadı, sonra gürültülü bir biçimde güldü. “ İnsene o zaman Hüseyin,” dedi ,”Kerbela’nı buldun işte...” Tutunabileceğim tek o vardı, inmek için kımıldadım. Saatlerdir aynı durumda kalan uyuşan bacaklarım zorlandı. Gene de yan korkulukları aşarak inmeye çalıştım. Bir yandan da ocağımla tüpümü kenara almaya çalışıyordum. Tam o anda bir çatırtıyla olan oldu. İnerken zorlanan dar pantolonum, arkasından başlayarak bir bacağım boyunca dizime kadar söküldü Daha aşağılayıcısı ve kötüsü olamazdı. Bana okulda öğretilen her şeye sövdüm. Onlara inanan kendi aklıma da… Her gün tıraş olacakmışız, öğrenciye, çevremize örnek olmak için ütülü, kravatlı elbiseli olacakmışız… Burada şayaktan bir iş tulumu gerekliydi yaşamak için. Elbise değil… Bakkalı bir gülme aldı, neden sonra; “Geç içeri” diye dükkânı gösterdi bana, bakkal.” Geç pantolonunu da çıkar…” Kuzu kuzu dediğini yaptım, olay yönetme yeteneği vardı adamın ya da şu an benim yerime karara veren sevdiğim oluyordu.. Tezgâhımsı bir şeyin ardında sığınıp pantolonumu çıkardım. Bakkal aldı, kayboldu… Sonra elinde eski, yamalı, ama temiz bir pantolona benzer, içinde kaybolduğum bir şeyle geri geldi. “Nereye gidiyorsun,” dedi. “ Herhalde öğretmensin…” Zaman zaman çok düzgünleşen bir konuşması vardı. Gittiğim köyün adını söyleyince; “Uzak değil buraya, ama şimdi gidemezsin, sabah gidersin… Belki geçen bir traktör olur ona da eşyalarını veririz. “ Ne yapacağım şimdi, der gibi yüzüne baktığımı görünce, “Burada kalırsın,” dedi. *** O gece orda kaldım, bakkalın hemen yanındaki konuk odasında. Sabah da herhalde karısının eliyle ancak kaba saba dikebildiği pantolonumu giydim, kavurma ve çaydan oluşan kahvaltımı yaptım. Bakkalın geçen bir motorcuyu durdurup söylemesi üzerine eşyalarımı koyup çok uzak olmayan köyüme, dere yatağı boyunca, bostanların arasından yöneldik. Muhtarı bulmam zor olmadı. Ama ne ben ilgilendiriyordum onu ne de okul kavramı. O kadarla bitmiyordu, daha büyük düş kırıklığı beni bekliyordu. Okul diye bir bina yoktu. Boş bir evin odasından tek göz bir sınıf yapmışlardı. Okula dair tek işaret duvarlardan birine alt alta çakılı katranla boyanmış tahtalar, önüne dizilmiş ilkel yöntemlerle yapılmış sıralar vardı. Hepsi buydu. Ben etrafta işime yarayacak bir şeyler aranırken muhtar ortadan kayboldu. Bir daha da gözükmedi… Ne kadar kaldım orada bilmiyorum. Evin önünde dolanıp durdum, ördükçe ördüm, kahırlandıkça kahırlandım. Neden sonra bir motor sesi duydum, kapıya çıktım. Sabah beni getiren motorcu geri dönüyordu. Elimle işaret ettim durdu. Geldiği yere dönüyordu. Şaşkın bakışları altında eşyalarımı götürüp yerleştirdim, sonra da bindim… Dönüp köye bir daha bakmadım. Derslerde öğretilen çok şey aklıma geliyordu, burada hiç işime yaramayan çok şey. En çok Tonguçlar, Yüceller; onların mücadelesi... Bir dirençsizliğime kızıyordum, bir devletin aldırışsızlığına, kötü ev sahipliğine... Aşağı köye varınca ocağı, tenceremi bakkala hatıra bıraktım, araba bulacağım en yakın yeri sordum… Niye diye sormadı bakkal, eşyaları aldı... Yolu tarif etti. Şu ırmağı aş, şu dağı geç, şu yola ulaş, sonra şu köye varırsın, sonra… Hiç bilmeyen biri için iyi bir harıtaydı. “Beş altı saat yürümen gerekecek, “ dedi. “Cürek Maden Sitesinde bulabilirsin… Belki yollarda da bir Almancıya ya da bir motora denk gelirsin. ” Kalktım, elini sıkıp sarılıp öptüm. “ Anlaşıldı. Sen Kerbela’da kalmayacak Hüseyinlerdensin…" Hüseyin ölüyordu. Bense kaçıyordum. İçim doldu. Bakkalı ve köyü geride bırakan ırmak yatağını aşınca ağlamaya başladım. Ağladıkça açılıyordum. Bir süre sonra bağıra bağıra şarkı söylüyordum. Dağlardan tepelerden o hiç bilmediğim yollardan tesadüfen rastladığım birkaç kişiye sorarak üç saat sonra Cürek’e vardım. Oradan da minibüsle Divriği’ye ulaştığımda geceydi. Hemen otobüse binip gitmeyi düşündüm önce. Sonra aybaşına bir iki gün olduğunu anımsadım, bekleyip maaşımı alabilirdim. Param yetecek miydi? Hadi oteli idare edebilirdim o kadar. Peki yiyecek? Babamdan bana kalan tek armağan kolumdaki saatti.Bir saatçiye girdim, sattım. Az bir para verdiler eski saate… Ama yetti ve aybaşını buldum. Maaşımı almaya gittiğimde ilköğretim müdürü de ordaydı. Kapıdan girince en sıcak gülüşünü takınıp bana bakmasına hiç aldırış etmedim, selam bile vermedim. O da bir şeyleri çözdüğümü hissetmiş olmalı ki, anında karardı ve bakmaz oldu. Bir ara kaymakama çıkıp her şeyi anlatmayı düşündüm. Sonra kapıldığım umutsuzlukla vazgeçtim. Gitsem ne olurdu? Kurada çıkan okulumu elimden aldılar, beni dağlara sürdüler mi? O da biri gidecek, diyecekti bana... Belki de huylanacaklar, maaşımı elimden alacaklar, adamların her emre hazır jandarmaları var, kim bilir belki buna da yetkileri vardır. Maaşımı aldım giden ilk otobüsle önce Divriği’den sonra da Sivas’tan bir daha kazayla bile yolum düşmemesi umuduyla ebediyen ayrıldım. Oysa insan mısın, ebediyetin yoktur... Bilmiyordum. * devamını okumak isterseniz buraya tıklayın * *
- ASKERLİK NEDİR?
OKUL ANILARI * SÜLEYMAN REİS Dört tekerli küçük bir jiple geliyor, askerin esas duruşta ve asker selamıyla açtığı kapıdan iniyor, elindeki büyükçe yassı siyah çantası ile öğretmenler odasının yolunu tutuyordu. Bir sandalye çekip oturduktan ve kısa bir sohbetten sonra doğrudan bakışlarını çevirdiği her hangi bir öğretmene “Sen askerlik yaptın mı?” diye soruyor, “Hayır yapmadım.” cevabı gelirse “Sen hiç bilmezsin.” diyor, bir diğerine askerlik yapıp yapmadığını soruyordu. “Askerlik yaptım.” cevabı gelirse bu sefer de “Kısa dönem mi, uzun dönem mi?” diye soruyor “Kısa dönem” diye cevap gelirse sen de bilmezsin diyordu. Uzun dönem askerlik yapan birine denk gelirse “O zaman sen söyle bakalım askerlik nedir?” diye soruyordu. Tugay komutanlığınca liselerdeki askerlik derslerini doldurmak üzere Valilik onayı ile görevlendirilmiş muvazzaf subaylardan bir binbaşı idi. Orta boyun biraz üzerinde, yapılı, geniş omuzlu, kumral saçlı, kahverengi gözlü, ütülü şık tören elbisesi, kokartlı ve yıldızlı düzgün kasketi, siyah parlak ayakkabıları ile oldukça şık bir görüntü sergiliyordu. Genç, genç olduğu kadar da dinamik bir kadromuz vardı. Kadronun genç olmasından ötürü olsa gerek binbaşı her seferinde “Sen askerlik nedir bilir misin? Sen bilmezsin. Sen hiç bilmezsin.” biçimindeki soruları sormayı ve konuşmayı sürdürüyordu. Bu diyalog pek değişmeden haftalarca böylece sürüp gitmişti. Günlerden bir gün bu kez bir öğretmen “Binbaşım, askerlik nedir?” diye sordu. Biraz yüksek bir sesle binbaşı “Askerlik nedir, sen nasıl bilmezin.” diye çıkışmıştı ki öğretmen, “Gerçekten bilmiyorum ve cevabını sizden öğrenmek için doğruluğuna soruyorum.” demişti. Bu sefer binbaşı daha sakin ve mülâyim bir sesle, “Asakir..Şeyy..Dur bakayım..” diye mırıldanıyor, bir taraftan da siyah çantasını karıştırıyordu. “Asakiri Mansu..” Çantayı biraz boşaltmış, çıkardıklarını tekrar çantasına koyduktan sonra, “Şimdi bulamadım, haftaya getiririm” diye cevap vermişti. Haftalar birbirini kovalamış, aradan epey bir zaman geçmiş, artık herkes binbaşıya epeyce alışmıştı. Binbaşı da daha sevecen, daha ahenkli olmaya gayret ediyor, sorularını artık kimseyi incitmemeye özen göstererek soruyordu. Adeta bizden biri olmuştu. Aramızdaki sevgi, saygı, hoşgörü had safhaya ulaşmıştı. Yazılı yoklamalar, not defterlerinin tanzimi, kanaat not cetvellerinin doldurulması ve onayları konularındaki yardımlaşma ve diyaloğumuz sürüp gidiyordu. Okulların sona ermesine yakın bir hafta sonuydu. Dersler bitmiş, Bayrak töreni yapılacaktı. Öğrenciler bir taraftan yavaş yavaş toplanıyorlardı. Binbaşı bana, “Komutu ben vereyim, olur mu.” demişti. Ben de, “Hay hay, buyurun.” demiştim. Binbaşının rahat, hazır ol, dikkat komutlarını takiben İstiklâl Marşı söylenmeye başlanmıştı ki oldukça yaşlı birisi eğile kalka, dura yürüye sağ tarafımızdan geçiyordu. Bu yaşlı amca, her gün öğleye yakın bir saatte komşu köyden gelir, camide öğle namazını kıldıktan sonra sokaklarda dolanır, yerde gördüğü kâğıt parçalarını eğilip alır, biraz baktıktan sonra ya cebine koyar ya da uygun bir yere atardı. Aynı hareketleri devam ettirerek derenin kenarına gider, biraz oturduktan sonra abdest tazeleyip yine eğile kalka, dura yürüye camiye varır, ikindi namazını kıldıktan sonra evinin yolunu tutardı. İstiklâl Marşı söylenirken yanımızdan geçmekte olan kişi işte bu yaşlı amcaydı. Hizamızı on on beş metre geçmişti ki tören bitti. Rahat komutuyla birlikte Binbaşı “Bre adam İstiklâl Marşı söylenirken yürünmez, bilmiyor musun, yoksa sen askerlik de mi yapmadın?” diye bağırdı. Yere eğilmiş yaşlı adam istifini hiç bozmadan, omuzunun üzerinden bakarken, kendinden beklenmeyen dirayetli ve yüksek bir sesle “Kafkas Cephelerinde benim gözlerimi barut dumanları doldururken sen daha anandan doğmamıştın. Bana askerliği sen mi öğreteceksin.” diye karşılık verdi. Dünya durmuş, nefesler tutulmuş, ortalık buz kesmişti. Herkes şaşkına dönmüş, ne olup bittiğini ve ne olacağını anlamaya çalışıyordu. Koca kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Binbaşı donmuş, adeta taş kesilmiş, rengi bembeyaz olmuştu. Göğüs kafesi hızla inip kalkıyordu. Hemen ardından yüz rengi birden kırmızıya döndü. Ya bir şey söylemek istemiyor ya da söylenecek söz bulamıyordu. Bir tarafta binbaşı, öbür tarafta bütün gözlerin üzerine çevrildiği yaşlı amca donmuş resim gibi olduğu yerde çakılı duruyordu. Böyle sonsuza kadar durulamazdı. Bir şey yapmak gerekiyordu. “Paydos” diye bir ses yükseldi. Dünya yeniden dönmeye, öğrenciler kaynaşmaya başladı. Binbaşı ise kalabalığa karışmıştı ve jipine doğru gidiyordu. Süleyman REİS Trabzon, 21 Nisan 2020
- Öğretmen Bir Yazardan İki Kitap
NOKTA & PARMAĞIMDA İZİ YÜREĞİMDE SIZI Bu yıl tanıtacağımız öğretmen yazarımız Zühtü Akyıldız. Tarih öğretmenliği yapan Zühtü Akyıldız 1959 doğumlu ve 1979 Trabzon Fatih Eğitim Enstitüsü mezunu. Biri ŞİİR olmak üzere iki kitabı var.
- ÖĞRETMENLER GÜNÜ
Öğretmen dostlarıma sevgilerimle iletirim. Uğur ÖZIŞIK * JAPONYA'DA ÖĞRETMENLER GÜNÜ YOKTUR* Bir gün Japon meslektaşım hocam Yamamoto’ya sordum: – Japonya’da Öğretmenler Günü kutlandığında, siz nasıl kutlarsınız? Soruma şaşırarak cevap verdi: – Öğretmenler günümüz yok. Cevabını duyunca ona inansam mı inanmasam mı bilemedim. Aklımdan şöyle bir düşünce geçti: “Ekonominin, bilimin, teknolojinin gelişmiş olduğu bir ülke neden hocaya, işine bu kadar saygısızlık ediyor?” ★★ *Bir keresinde, işten sonra Yamamoto beni evine davet etti. Okuldan uzakta yaşadığı için metroya bindik. Akşam “yoğun saatlerde” metro vagonları aşırı kalabalıktı. Bir şekilde gizlice içeri girdikten sonra korkuluğu sıkıca kavrayarak ayağa kalktım. Aniden yanımda oturan yaşlı bana yol verdi. Bir yaşlının bu kadar saygılı tavrını anlamadığım için önerilerini kabul edemedim ama ısrarcıydı, oturmak zorunda kaldım. Metrodan indikten sonra yaşlı adamın davranışını Yamamoto’dan açıklamasını istedim. Yamamoto gülümseyerek öğretmen rozetimi işaret etti ve şöyle dedi: – Bu yaşlı adam senin öğretmen olduğunu gördü ve statüne duyduğu saygının bir göstergesi olarak koltuğundan vazgeçti. Öğretmen Yamamoto'ya ilk gidişim olduğu için elim boş gitmek utanç vericiydi, ben de bir hediye almaya karar verdim. Yamamoto ile düşüncelerimi paylaştım, bana destek oldu ve ileride indirimli fiyatlarla mal alabileceğim bir öğretmen mağazası olduğunu söyledi. Yine duygularımı tutamadım: – Ayrıcalıklar sadece öğretmenlere mi veriliyor? Diye sordum. Sözlerimi onaylayan Yamamoto şunları söyledi: – Japonya’da öğretmen en saygı duyulan meslek, en saygı duyulan kişidir. Japon girişimciler dükkanlarına öğretmenler geldiğinde çok mutlu oluyorlar, bunu kendileri için büyük bir onur olarak görüyorlar. *Japonya’da kaldığım süre boyunca, Japonların öğretmenlere ne kadar saygı duyduğunu defalarca gördüm. Metroda kendilerine ayrılmış koltuklar var, onlar için ayrı dükkanlar açılıyor, öğretmenler hiçbir ulaşım türü için bilet kuyruğuna girmiyor. Bu nedenle Japon öğretmenlerin hayatlarının her günü onların,öğretmen gününe ihtiyaçları yoktur. ★★ DERLEME: Uğur ÖZIŞIK Kaynak: iNTERNET
- Öğretmen Duyşen
Dünyanın En Güzel Öykülerinden Biri ÖĞRETMEN DUYŞEN / 25 Sayfa ,Tekmili Birden * resme TIKLAYIN * Bu PAZAR harika bir armağan okuyun PİŞMAN OLMAYACAKSINIZ... / resme TIKLAYIN 06.12.2020