top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • Unutma Özgürlüğü

    Zeliha AYDOĞMUŞ * belki şiirleri yıkamak için bu yağmurlar iyice çitilemek asmak için islenmiş pencerelerimize çağırsınlar diye tutuksuz yargılanacak sabahları ve yarınları fırtınadan ayıklamak için güneşi belki karanlıktan ay ışığını peki ya bu dinmeyen rüzgar bu kış susmayan ahlar unutmayalım diye mi yediğimiz ayazı oysa unutmak özgürlüktü bazen olanları/olmayanları en çok olanlar mı olmayanlar mı üzer insanı desem, elbette olmayanlar çünkü olanlardır olmayanların cam kırıkları!

  • BAŞ GÖZ ÜSTÜNE

    Niyazi UYAR*   Edebiyatta herkesin tanıyıp ettiği aşk da vardır, gizli kapaklı buluşmalar da. Aşk olmasa ne üretim olur ne de güzellik. Hayatı güzelleştiren, aşktır. Aşk sevginin gözesidir, yani onun filizlenip boy verdiği yerdir. Aşkın tutkulusu platonik olanıdır. Platonik aşık aşkının duyulmasından korktuğundan yüreğinin ateşiyle yandıkça yanar, yandıkça kül olup gider. Edebi eserlerde yazar, odanın içine girmez, dışarıdan görüleni, hayal edileni anlatır geçer. Edebiyatta herkesin bildiği aşk da vardır, gizli kapaklı buluşmalar da. Aşk olmasa ne üretim olur ne de güzellik. Hayatı güzelleştiren, aşktır. Aşk sevginin gözesidir, yani onun filizlenip boy verdiği yerdir. Aşkın tutkulusu platoniktir. Platonik aşık aşkının duyulmasından korktuğundan, yüreğinin ateşiyle yandıkça yanar, yandıkça kül olup gider. Edebi eserlerde mesela yazar, odanın içine girmez, dışarıdan görüleni, hayal edileni anlatır geçer. Okur anlayacağını anlar, yaşanılanı hayalinde canlandırır, hatta öyle bir canlandırır, öyle bir canlandırır; yazarın önüne geçerek, ne sahnelere imza atar bir bilseniz! Evin içinde mutlu mutsuz bir aile yaşar değil mi, yani bir kadınla bir erkek, üremeye karşı değillerse bir de meyveleri. O meyveler, o erkekle, o kadının bir üründür, o meyveler neslin devamıdır. Bir erkekle bir kadının anlaşarak kurduğu aileyi bir müesseseye benzetebiliriz. Bir müessese iyi yönetilirse, başarılı olur, güzelliklere imza atar. Aile de aynen öyledir. Ailenin üyeleri birbirlerini birey olarak görürse ve gündelik yaşamlarında paylaşımcılık hakimse, harika güzelliklere vesile olurlar, hele onların meyveleri… Tadından yenmez... “İşte orada dur, fazla ileriye gitme derler. -Peki kim der? -Kim derse desin, belli mi olur, biri der işte, bak işine, yürü git der! -Başka ne derler mesela? -Derler ki, olur olmaz her şeye burnunu sokup durma. Yoksa burnun murnun kısar kapıya da çığrım çığrım çığırırsın sonra derler…”   Derler mi, derler! Yazmak insanın zihnini canlı tuttuğu gibi durmadan da yeni bir şeyler ürettirir, ürettirmekle kalmaz; kayadan kayaya, taştan taşa atlatır. İnsan beyni saniyeler içinde yüzlerce, akla hayale gelmeyecek şeyler üretir, sadece üretse iyi, bir bakmışsın, eskiye dönmüş onları yaşamaya bile başlamış!   Bundan beş ay önceydi galiba, bir can, “sen şiir yazmalısın “kıymetlim,” dedi, senin cümlelerin, bir şiirin imgeleri gibi, çağrışım yüklü!” İlk gençlik yıllarında yazdığım şiirlere aşkla sarılarak gözden geçirmeye başladım. Bu sırada kimden kimseden uzak, bir köşede, kâh kendi kendimle konuşarak, kâh içimden sesli sesli okuyarak titizlikle çalışıyordum. Kıymetliye yürekten bir selam olsun deyip ilk şiirimi sundum okurun beğenisine. O şiirden küçük bir kesit: "Sen dedi dost, Kıymetlisin, candan ötesin, Bozkırın yedivereni, Umudun, arzunun şairisin! Sen kıymetlisin dost! Sen, sevdayı, Kırkoluklu Çeşme’nin Kırk oluğuna, uğur ola deyip Adını fısıldıyorsun! Sonra Bozdağ’ın kekik kokulu, çam kokulu yamaçlarına, Boyuna haykırıyorsun !"  ...  Sonra bir gün bir başka can, “sen şiir değil de hikâye yazmalısın abim,” demez mi? Ben şiir mi, öykü mü diye oradan oraya savrulup dururken, bir başka can: “Öykülerde kadınla erkeği yan yana getirmemek lazım. İlk insandan beri, doğal yaşamın birer halkası olan karşı cinslerin teveccühleri, ateşle barut misalidir. Sonra, yüreğimi okşarcasına, onca birikimin var, gündemi takip edip duruyorsun. Önerim, deneme yaz, güncel konularda yaz!” Kaldım mı meyallahta, ne edeyim, nasıl yapayım, diye sanıp banarken, içimdeki “ben,” dile geldi: “Özü sözü ve kendi güzel olanla, devam dedi. Sen, yazıp ürettikçe, yazdıklarını paylaştıkça seni sevenler, müspet menfi bir şeyler demesinden daha doğal ne ola ki, sen ürünlerini paylaştıktan sonra, onlar senden çıkmış olmuyor mu, buna sebep herkesin bir şeyler deme hakkı olmuyor mu? Mesela Nazım Hikmet, Bursa Cezaevi’nde Orhan Kemal’e ne demişti?” “Orhan, sen şiir değil, roman yazmalısın,” buna sebep Orhan Kemal roman yazmaya başlamış ve edebiyatımızın en büyük romancılarından biri olmuştur? Buraya nereden geldim, anlatayım. Ben düşünce yazılarını, söz oyunlarını severim, edebi metinlerde yazarken, baştan kurguladığım konuya çok fazla müdahalede bulunmam, oysa düşünce yazılarımda… Çünkü düşünce yazılarım ben oluyor, onlarla beni anlatıyorum, onlar benim ürünüm oluyor! Ben, beni anlatmayı sevmiyorum. Çünkü okur, her yazılanı ben yaşamışım zannediyor. YANDIK GİTTİ. Yarattığım kahramanlarla sanki aşk yaşamışım. Ve böyle olabileceğine eline kalem alıp yazanlar olunca canım sıkılıyor. Ben bir şeyler yazarken bir taraftan da YouTube’da         n müzik dinlerim. Müzik dinlerken sıklıkla bildirimler düşer, önüme! Birden, "Pat," diye bir bildirim düştü. Tıkladım: “Dam üstünde un eler, Tombul tombul … … baş kaldırmış, Kavuşmuyor düğmeler.” Tepeden tırnağa, şey… ne tepeden tırnağa, bu üç nokta olan yerlere ne yazılıyor diye sorma! Şey işte ya neyse ne boş ver geç, yazıyor işte bir şeyler! Ben o türküyü yakan kadar özgür değilim. Durdum, düşündüm, hadi dedim bir araştırma yapayım bakalım buna benzer başka türküler, şarkılar var mı? Arama motoruna türkülerimizdeki ŞEYLER yazıp arattım: Ohoooo… “Sıra sıra karpuzlar, Karpuz … kızlar, … ısırdım, Altın dişlerim sızılar!” Başka, “Kabak pişti tuz ister, Ana benim gönlüm … ister!” Daha neler neler, insan yazmaya cesaret edemiyor. “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur!” Nasıl bir görüntüye seyran olur samanlık? Boş ver dinle geç, düşünme, hiçbir şey de sorma, ben bir şey bilmiyorum; bakma sen yazdıklarıma. Yazan insanın başına ne geldiğini, en iyi yazarlar bilir. Boş ver canım, hiçbir şey sorma dedik ya bir şey bilmiyorum ben, dedik ya! Başka, “Ar gelir Osman Aga ar gelir, Safiye’me de … dar gelir!” Sonra, “Karacaoğlan der ki, işin doğrusu, Gökte melek, yerde Hüma yavrusu, Söyleyeyim ben sana sözün doğrusu, … koynuna girmeye geldim!” “Eminem Eminem, Çakır Eminem, … altı bilem ne yani…” Başka, “Kiremitte buz musun, Gelin misin kız mısın!” Diye devam edip gider, kim bilir buraya yazmaya yüreğimin yetmediği onlarca, belki yüzlercesini buluruz. Türkülerimizdeki bu ayıp(!) ögeler, hatta pornografik ögeler müziğin ritmi ile kaybolup gitmekte. Belki de dizeler müziğin volümü ile hiç duyulmaz, anlaşılmaz... Türküler, hayatın kendisidir, yani hayat hakikatidir, belki de yaşanmışlıkların bir aşığın sazında, sözünde vücut bulmasıdır, onlar ağızdan ağza yayılıp giderken, kimse ne var acaba ne demek istiyor, manası nedir diye açıklamaya çalışmaz; çalışmadığı gibi gerek de duymaz zaten. Tekrar ediyorum, “aman ha, aman ha!” Sonra siyasal İslamcılar mal bulmuş mağribi gibi ortalığı beri baktırır, yasak getirir türkülerimize. Biz bu yasaklardan çok çektik. Geçmiş zaman içinde BİZİM RADYO diye kısa dalga üzerinden yayın yapan bu radyoyu dinlemeyi yasaklamıştı siyasal iktidar. Yasaklamakla kalmamış, o radyonun yayın yaptığı yeri aramaya başlamış. Bir aklı evvel o radyonun Bursa’daki Ulu çınar ağaçlarının birinin içinden yayın yaptığını söylenince, Bursa’daki onlarca tarihi çınar ağacına kıymışlar. Bu bir şehir efsanesi midir, doğru mudur, eğri midir bilmem, anlatılır işte. Yasaklar gelişimin, değişimin önünde yıllardan beri çelikten bir duvar gibi durmaya devam etmekte. O yasak, bu yasak diyerek, toplumun önüne barikat kuran orta çağ zihniyeti “Zeki, Metin’in Devekuşu Kabare’sine “Yasaklar” adı altında bir oyunun konusu olmuştur. Yani buna sebep Niyazi Uyar olarak ben, türkülerdeki cinsellik” ihtiva edenlerden ne bahsetmiş olayım ne de siz duymuş olun. Bakın bir Muhafazakâr Kalem’in geçmiş yıllarda dile getirdiği “Türkülerdeki erotizmin, kadını aşağıladığını bu türkülerin yasaklanması gerektiğini yazmış- güya- bu kalem kadın haklarını savunurmuş gibi.  Bu kalemin yazdığı bir algı mıdır diye siz düşünekoyun, aslında o, büyük bir projenin, içindedir belki de. Bereket ki o Muhafazakâr Kalem’in yazdıkları güme gitti, çünkü o tarihlerde koalisyon ortakları birbirlerine düşmeye başlamıştı. Bu aydın’ın(!) söyledikleri dikkate alınsaydı belki yüzlerce türkümüz, şarkımız yasaklanmış olacaktı.   Türkülerimiz neyi çağrıştırırsa çağrıştırsın, her daim çalınıp söylensin, ozanlarımız aşka gelerek türküler yakmaya devam etsin, hem nasıl yakarlarsa yaksınlar! Ben aşığın yüreğinde mayalanan dizelerin ne ayıbında ne günahındayım. İnsanların yaşları kemale erse de ermese de öküz altında buzağı aramasının maddi bir temeli olduğuna inanmışımdır öteden beri! Ne demiş şair?   “Onlar dilimin tuzu biberi / hilesiz hurdasız / çırılçıplak! / Dişisi dişi/ Erkeği erkek! Başka ne demiş Şair, “Altlarında imza yok; ama içlerinde yürek var / Cennet misali sevişen, / Cehennemler gibi dövüşen!” “Sen şiir yaz,” diyen kıymetliye bir bahar günü selam gönderirken Bozdağ’ın eteklerinden, “sen öykü yazmalısın,” diyen dosta da bu bahar gününde “baş göz üstüne dost,” diyerek selamlıyorum. Sonra “birikimlerini, tecrübelerini denemelerle, günlükler ve söyleşilerle yaz,” diyen ustaya da “baş göz üstüne can, tamamdır,” diyerek devam ediyorum yoluma yordamıma ve uyarına geldiği gibi de yazmaya. Bunlar güzel olanlar, ya bir de, “Boş ver canım, emekliğini yaşa, sana ne sen ne karışırsın insanların hayatına, açlığına tokluğuna, ezilmişliğine… gününü gün et, gir oyna, çık oyna; bak işine gücüne,” diyenler. Onların dediklerine mi? Hiç ehemmiyet vermiyorum…     Baş göz üstüne hayat, baş göz üstüne gelecek, baş göz üstüne insanlık; karınca kaderince üretmeye devam!

  • On Binlerin Dönüşü ve Trabzon

    ANABASİS * Xenophon Süleyman REİS ANABSİS'de Trapesus’a varış şu cümlelerle başlıyor: Buradan sonra, iki günde yedi parasang yol giderek Trapezus’tan denize vardılar. Burası Sinope’nin kolonisi idi. Pontos Eukseinos kenarında ve Kohlar’ın memleketinde kurulmuştu. Helenler burada, Kohlar’ın köylerinde 30 gün dinlendiler. Ve buradan Kohlar’ın memleketini yağmaladılar. Trapesuslular onlara satılık yiyecek arz ettiler. Onları şehre aldılar ve sığır, un, şarap gibi hediyeler verdiler. Komşularla dostluk ahdetmeleri için aracılık yaptılar. Bunlardan da dostluk hediyesi olarak sığırlar geldi.(Anabasis s 151) Bölgemizle ilgili bilinen bu en eski yazılı kaynakta orijinal anlamıyla ifade bulmuş olan PONTOS kavramı günümüz yorumlarına açıklık getirecek nitelikte olması bakımından oldukça önemlidir. Her nedense, bugün, Pontos denince Rum, Rum denince de akla Egenin karşı kıyısı gelmektedir. Eğer biraz dikkat edilecek olursa, bu kavramdan böyle bir anlam çıkmamaktadır. Zira, Xenophon, kurucularını belirtmeden, açık ve net bir ifadeyle; ‘Trapesus Kohların memleketinde ve Pontos Eukseinos kenarında’, yani, ‘Karadeniz kenarında kurulmuş bir şehirdir ‘demektedir. Pontos sözü Karadeniz’in mitolojik adıdır. Coğrafi bir kavramdır ve tek başına Karadeniz anlamına gelir. Zamanla, Sinop’tan Karadeniz’in doğusundaki kıvrımın ortalarına kadar olan sahanın siyasi adı olmuştur. Helence değildir. Helenler bu mitolojik Pontos adına Eukseinos sözünü eklemek suretiyle Karadeniz’i PONTOS EUKSEİNOS olarak ifade etmişlerdir. Eukseinos sözü misafirperver anlamına gelir. Bu, kimilerince Karadeniz’in, kimilerince de yerel kavimlerin haşin karakterini anlatmak için kullanılmış ironik bir ifadedir. Bu paragrafta üzerinde durulması gereken bir diğer husus, Burası Sinope’nin kolonisi idi ifadesidir. Sinope merkez olmak üzere Amisos, Kotyora, Kerasus ve Trapesus Sinope’ye bağlı birer kolonidirler. Koloni kurma faaliyetleri ilk M.Ö. 750-650 yıları arsında başlamış, ancak sınırlı sayıda kalmıştır. -Salihli SARD'ta başlayan Onbinlerin Yürüyüşü gene aynı yörede sona erecektir- Koloni kurma çalışmalarının ikinci evresi M.Ö.650-550 yılları arasıdır. Bu dönemde onlarla, belki de yüzlerle ifade edilecek sayıda koloni kurulmuştur. Küçük küçük şehirler, şehir devletleri ve milletler Akdeniz’in dört bir yanında, Sicilya, Kıbrıs, Rodos, Girit başta olmak üzere birçok adada; Adriyatik ve Ege Denizi kıyılarında, Tekirdağ, Marmara, Karadeniz sahillerinde, Azak Denizinin iç ve en uç noktalarında sayısız koloni kurmuşlardır. Trabzon'da, kısaca özetlenen bu muazzam geniş coğrafyada kurulmuş olan yüzlerce koloniden biridir. Onu, İtalya, Fransa, İspanya, Libya, Mısır, Suriye ve Karadeniz sahillerinde kurulu diğer kolonilerden farklı kılan her hangi bir özelliği ve ayrıcalığı yoktur. Henüz Helen birliğinin kurulmamış olduğu bu dönemlerde en büyüğü dört beş bin kişiden oluşan bir kent devletinin veya bir toplumun denizaşırı uzak yerleri iskân edip oralarda yeni şehirler kurması; tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlayacak iş gücünü oraya aktarması, ticaret ve denizcilik faaliyetlerini gereği gibi yürütebilmesi için eleman ayırması, orada güvenliği sağlayacak bir güç oluşturması, sayısal olarak, akla ve mantığa çok da uygun bir görüş değildir. Sadece Miletliler’in 90 kolonisi olduğu bilinmektedir. Milet, Menderes ırmağı ağzında kurulmuş bir Anadolu kentidir. Tüm Miletliler; yaşlı-genç, kadın-çocuk bu 90 koloniye paylaştırılacak olsa koloni başına ancak 30-40 kişi düşer. Koloniler, sanılmakta olduğu gibi denizaşırı ülkelerden gelip iskân edilen yerler değil, aksine, yerleşik nüfusu yoğun ve ekonomik potansiyeli yüksek olan yerlerde, yerel egemenlerin vergi karşılığı, uzak diyarlardan gelmiş gemici ve tüccarlara tanıdığı imtiyaz sonucu kurulmuş bir ticari sistemin adıdır. Tek cümleyle, kolonilerin kuruluş nedeni, siyasi hâkimiyet değil, ticari faaliyettir. Kitabın sondan ikinci paragrafının sonlarında, Büyük Kralın (ki bu Pers İmparatorudur) şehirlerinden geçmiş olduğumuz valilerin adları şunlardır(s 277) diyor. Bunlardan bir tanesi de Kapadokya’da Mitradet’dir. Bu Mitradetler, bu tespitin yapıldığı tarihten yaklaşık 100 yıl sonra, Pontos Krallığını kuracaklardır. Belli ki Mitradetler bu bölgenin yerli ve saygın bir ailesidirler. Komana, Pontos Krallığının, özellikle ekonomik anlamda, önemli bir şehridir ifadesi, daha önce Pers asilzadesi olarak verilen Mitradetler’in Kuman asıllı oldukları varsayımını akla getirmektedir. Tokat şehrinin dokuz kilometre yakınında ve halen arkeolojik çalışmaların sürdürülmekte olduğu Komana’nın antik bir Kuman şehri olduğu belirlenmiştir. Mitradet’in valisi olduğu bölge Pers İmparatorluğunun 19. Satraplığıdır. Bilindiği üzere Pers İmparatorluğu satraplık düzeni ile yönetilirdi. Satraplık bir çeşit eyalet, Satraplar da genişletilmiş yetkilere sahip bir çeşit eyalet valisidir. İskender’in meşhur Asya seferi esnasında bu satraplık anlaşma yolu ile İskender hâkimiyetini kabul etmiş ve İskender orduları bu bölgede Sinop’tan doğuya geçmemiştir. İskender’in ölümünü takibeden dönemde muazzam imparatorluğu generalleri arasında paylaşılırken Mitradet Hanedanından olan Satrap, Kapadokya’nın bir bölümünü de içerisine alan bu sahada Pontos Krallığını kurmuştur(M Ö 298-63). İlk başkentleri Amasya’dır. Amasya vadisindeki kaya mezarları ilk dört Pontos Kralına aittir. Daha sonra, Sinop fethedilince başkent oraya taşınmıştır. Pontos Kralı V1. Mitraded’in Anadolu’yu işgal etmeye kalkışan Romalılara karşı verdiği kanlı ve çetin mücadele insanlık tarihinin mühim hadiselerindendir. Roma’yı can düşmanı bilmiş, onlarla yaptığı uzun süreli savaşlarda müşkül duruma düşmüş ve damadı olan Ermeni kralına sığınmak zorunda kalmıştır. Giresun yakınlarında bir kaleye sakladığı ailesinin, Romalıların eline geçmemesi için, ölüm şeklini kendileri seçmek üzere katledilmelerini emretmiş olması tarihin en trajik hadiselerinden biridir. Ne acıdır ki, bugün hala bunlara, aslen Romalı anlamına gelen Rum demeye devam edilmektedir. " Mahmut Goloğlu’nun Pontos Krallığı ile ilgili kullandığı heyecan verici bir başlık vardır: ANADOLUNUN MİLLİ DEVLETİ PONTOS. Bu ifade, on cilt kitapla anlatılacak kadar anlam yüklü bir ifadedir. Bir hakikat tek bir çümleyle ancak bu kadar etkili anlatılabilir. Evet, Pontos Krallığı Anadolu evlatlarının kurduğu ve başka milletlerle hiçbir organik bağı olmayan Anadolu’nun gerçek milli devletidir. " Kitap şu cümlelerle bitmektedir: Karduklar, Skaylebler, Kaldieliler, Makronlar, Kohlar, Mosinekler ve koitler bağımsızdırlar ve kendi kanunlarına tabidirler. Paphlagonya’da Karylas, Bithynia’da Pharnobazos ve Avrupa Thrakia’sında Seurhes hükümdardı(S 277). Özellikle Trabzon çevresinde yerleşik Kafkas kökenli bu yerel kavimler, yabancı egemenlere boyun eğmeyen, hareketli, yerinde duramayan, vur kaça, talana meraklı kavimlerdir. Pontos Krallığını yıkan Roma düşmanlığını, Trabzon Krallığı dönemine kadar, yaklaşık 12 asır, hiç eksiltmeden, nesilden nesile aktarmak suretiyle yaşatmışlardır. Bir yandan da, asırlar boyunca Romanın ve devamında Bizans’ın korkulu rüyası olmayı sürdürmüşlerdir. Bir türlü denetim altına alınamayan bu kavimlere bu asi özelliklerinden ötürü, haydut- eşkıya anlamına gelen TZAN/SAN/ ÇAN denmiştir. Bu gün Samsun‘da yaşatılan CANİK adı merkezi otoritelerin mücadele ede ede batıya attığı bu asi kavimlerden gelmektedir. İlyas Karagöz’ün, Gaiadan Karadeniz Uşaklarına adlı çalışmasında haşin karakterli bu yerel kavimlerle ilgili Romalıların uygulamış oldukları ibret verici bir tespit vardır: ‘Çevredeki Romalıları yağmalamakla ve hırsızlıkla geçimlerini sağlarlardı. Çünkü onların memleketleri besi maddelerini üretecek nitelikte değildi. Bu nedenle, Roma imparatorluğu her yıl bunlara belli bir miktar parayı ödemekle yükümlü idi. Ödeme şartı ise, çevrelerini yağmalamama şartı idi. Ama bu insanlar atalarından miras kalmış yağmalama yemini gereğince yine de yağmalamaktan vazgeçmezlerdi. Ermeni ve Bizanslılara yaptıkları ani hücumlar kayıplara sebep olur, bu ani hücumlardan sonra yurtlarına çekilirlerdi. Rastlantı olarak, bir Roma askeri birliği ile karşılaştıklarında onlara saldırır, mağlup ederlerdi. Yaşadıkları yerlerin sağlamlığından boyunduruk altına alınamazlardı"( S 20). Bu arada, bölgedeki Roma hâkimiyetinin birkaç garnizon ve stratejik önemi nedeniyle elinde tutmaya çalıştığı Trabzon şehrinden ibaret olduğu bilinmelidir. Bizans döneminde de bu insanlar ne vergi verir ne de bir görev üslenirlerdi. Yine İlyas Karagöz’ün aynı adlı çalışmasında Jüstinyen’in, bu insanları kazanma adına yaptığı tarihi uygulama ile ilgili şöyle bir tespit vardır: ‘ Bizans İmparatoru Jüstinyen(518-527) bunlardan çok korktuğundan aklına şöyle bir çare gelir. Tzanlar’ın memleketi yolsuz, her tarafı uçurumlarla çevrilmiş, çoğunluğu ormanlarla kaplı olduğundan, önce bu insanlarla bağlantı kurabilmek için yollar yaptırılır, bu yolsuz yerlerle iletişim kurulur. Böylece bu vahşi, haşin, kendi içlerine dönük, dünyadan haberleri olmayan, kendi başlarına vahşi hayvanlar gibi yaşayan bu insanlarla ilişkiler kurulur. Dış dünya ve komşuları ile ilişkiler kurulduktan sonra yörede kiliseler, kaleler yaptırılır. Kalelere askeri kuvetler, kiliselere din adamları yerleştirilir. Böylece çok tanrılı bu insanlar Hıristiyanlaştırılır. Tanrıtanımaz bu insanlar Allah’a dua etmeye, Allah’ın rahmetine sığınmaya davet edilirler(S 21). Tabiri caizse, Roma ve Bizans’a dünyayı dar eden yöre halkının 1204 yılında Trabzon Krallığını kuran Komnenler’e hiç sorun çıkarmadıklarını görmekteyiz. Güneyde Gümüşhane bölgesi ve Termeye kadar olan sahil kesimi Komnenler’e sorunsuz itaat etmiştir. Paflogonya olarak bilinen Ortakaradeniz kesimi ise Komnen ordularına katılmak ve onlara her türlü yardımı sağlamak suretiyle Trabzon Krallığının hâkimiyetine girmiştir. Komanlarla ilgili kapsamlı bir araştırma yapmış olan İlyas Karagöz’e göre bunun nedeni, Komnenler’in Kastamonulu bir Koman aileden gelmelerindendir. Bizans İmparatorluğunu 21 hanedan yönetmiştir. Bunlardan iki hanedan orta ve güney Avrupa kökenli, diğer 19 hanedan ise Anadolu kökenlidir. Anadolu kökenli hanedanlardan biri de Komnen Hanedanıdır(1081-1185). İstanbul’da 1185 yılında çıkan büyük ayaklanmadan kaçan hanedan mensupları, 1204 yılında Katolik Latinlerin İstanbul’u işgal etmeleri nedeniyle İmparatorluğun çeşitli yerlerinde krallıklar kurmuşlardır. Bunlardan en çok bilinenleri İznik Krallığı, Trabzon Krallığı ve Adriyatik kıyılarında kurulmuş olan Epir Despotluğudur. İznik Krallığı daha sonra İstanbul’u geri almış, ancak Trabzon Krallığı kardeş krallık olarak varlığını 1461 yılına kadar sürdürmüştür. Bölge halkının Komnenlere itaat etme nedeni belki de, aynı soydan oldukları görüşü ile birlikte, yaklaşık 12 asır yüreklerinde taşıdıkları hasreti bitiren Komnenler’in, Mahmut Goloğlu’nun ifadesi ile ANADOLUNUN MİLLİ DEVLETİ PONTOS krallığını ihya etmiş olduğunu düşündüklerindendir Osmanlı döneminde de bölgede kısmi sakinlik devam etmiş, ancak, Paflagonya halkının Komnen ordusu ile sergilediği dayanışma ve yardımlaşma Osmanlı ordusuna gösterilmemiştir. Osmanlı’nın son dönemlerinde, yirminci yüzyılın başlarında bir hareketlenme görülmektedir. 2 Mayıs 1919 tarihinde Paris Konferansına, bu hareketlenme ile ilgili talepleri içeren bir Muhtıra sunan Trabzon Metropoliti Hırisantos’un ‘… (Müslüman-Hıristiyan)Ahalinin sarsılması mümkün olmayan arzuları dolaysıyla hiçbir yabancı boyunduruğuna girmemek de kesin konulardandır. ’(Cumhur ODABAŞOĞLU, Trabzon, Belgelerle Milli Mücadele Yılları 1919-1923, S 72) cümlesi yöre insanının özgürlük ve bağımsızlığına ne derece düşkün olduğunun açık bir göstergesidir. Xenophon’un bu kitaptaki son cümlelerinden anlaşılan o ki, bağımsız, egemenlerine boyun eğmemiş ve kendi kanunlarına tabi bu yerel kavimlerin yanı sıra Orta Karadeniz, Batı Karadeniz ve Avrupa Trakya’sında yerel hükümdarlar vardır. Yani, Trabzon’dan Avrupa Trakya’sına kadar olan bölgede hiçbir yabancı hâkimiyeti görülmemektedir. Daha da önemlisi, bölgenin bilinen en eski ve ilk yazılı kaynağını hazırlamış olan Xenophon’un bunca tespitleri arasında, değil Rum adında bir kavim, Rum’un R si dahi yoktur. Çünkü, Rum sözü etnik birlikteliği değil, çeşitli etnisiteye mensup bireylerin oluşturduğu siyasi veya dini birlikteliği ifade eder. Yani, Rum cemaatinin içinde her türlü etnik gruplar olduğu gibi bir hayli de Hıristiyan Türk vardır. Siyasi yönden Rum sözünün aslı RİM, ROM dur. Romalı anlamına gelir. Bugünkü şekliyle Rum, Müslüman Araplar’ın, Anadolu’yu işgallerinde bulunduran Roma’yı İfade etmek için Anadolu’ya verdikleri addır (Rum Suresi, M S 615, Bu tarih Pontos Krallığının kuruluşundan 913, yıkılışından ise 678 yıl sonraya tekabül eder). Nitekim, Türk-İslam tarihinde de Anadolu’nun adı yüzlerce yıl Rum ve Diyar-ı Rum olarak kullanılmıştır. Mevlana Anadolulu anlamında Rumi olarak anılmış, Yunus Emre; “Gezdim Diyar-ı Rumu, Yukarı illeri kamu” demiş, Anadolu şairlerine “Şuara-yı Rum” denmiş, Osmanlı ve Selçuklu sultanları ise “Selatin-i Rum” olarak ifade edilmiştir. Erzurum adı da, Anadolu Erzen’i anlamına gelen Erzen-i Rum’un kısaltılmış şekli olan Erz-i Rum terkibinden gelmektedir. İnanç ya da dini yönden Rum sözünün anlamı ise, Osmanlı Millet düzeninde Fener Ortodoks Patrikhanesine bağlı, Hıristiyanlığın Ortodoks Mezhebinden olan cemaatin adıdır. Kıbrıs’ta yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar da bu cemaate dâhildir. Mahmut Goloğlu’nun Kitabının adı Anadolunun Milli Devleti Pontos, Komnen Krallığının ilk ve tek tarihini yazmış olan Alman tarihçi Falmerayer’in kitabının adı ise Trabzon İmparatorluk Tarihi’dir. Xenophon’da olmayan; Goloğlu’nun Pontos Krallığı(M.Ö 298-63) için, Falmerayer’in de Trabzon Krallığı(1204-1461) için kullanmadığı RUM kavramını bu iki krallığa da ayrı ayrı yakıştırmak; eğer kasıtlı değilse, tek kelimeyle yetersizliktir. Çeşitli kavimlerden oluşmuş yöre insanı yüzlerce yıl bir arada yaşamış, aralarına katılmış olan diğer unsurlarla aynı potada karışa kaynaşa müşterek bir hamur oluşturmuştur. Bunları tek bir kavimmiş gibi görmek veya göstermek doğru değildir. Yöre insanın ortak niteliği Karadenizliliktir. Bu insanlar asırlarca dağlarda, ormanlarda yaşamayı göze almış; açlığa, yoksulluğa, sefalete dayanmış ama yabancı egemenlerin boyunduruğuna asla dayanamamıştır. Tarihi süreçte aralarına katılmış olan diğer unsurlarla birlikte genlerinde taşıdıkları bu özgürlük ve bağımsızlık aşkını başka bir millete duyulan hasret olarak anlamak vahim bir yanılgıdır.  Kaynak, ANABASİS, Altınpost Yayınları 2012                                                                                                                                                                                                                      Trabzon,14 Mart 2015 KİTAP HAKKINDA ÇOK ŞEY Günümüzden 2400 yıl önce yazılan Anabasis, Onbinlerin Dönüşü, Ksenophon Hakkında  Anabasis veya Onbinlerin Dönüşü  adlı eser, Helen tarihçi Ksenophon’un ünlü bir eseridir. Eser ilkçağ gezi yazıları içinde en önemli bir yer tutar. Anabasis, Heredot tarihi, Amasyalı Starabon’’un Seyahatnamesi ile birlikte dünyanın ilk gezi yazılarından biri olma özelliğini  de taşır. Ksenophon bu eserde anlatılan olayları bizzat yaşamış  ve eserini tarafından MÖ 400 yıllarında kaleme almıştır. Eser sadece günümüzde değil antik çağlarda da çok önemsenmiş, örneğin  Doğu seferine çıkan İskender’in bir çeşit pusulası olmuştur. Eser İlkçağda yazılmış en önemli gezi hatırat tarih türündeki eserlerden birisidir. Esere ad olan Anabasis kelimesi, Yunanca ’da  yukarıya doğru yükselme tırmanma anlamlarına gelir. Fakat kelimenin Arapçadan Yunancaya geçtiği  bu yüzden de Kılavuzsuz yolculuk anlamını da taşıdığını ileri sürenler vardır. Eser bu adı şimdiki Manisa Salihli'nin yakınlarındaki o zamanki SARD kentinden başlayarak Toroslara  kadar devam eden,  aksi yönde de  Mezopotamya’dan başlayarak tekrar Anadolu’ya tırmanan ama kayboldukları kılavuzsuz   yolculuktan almış olmalıdır. Bu büyük askeri hareket, kardeşi II. Artakserkses’i devirerek Pers tahtını ele geçirmeye çalışan Kyros'un, Sardes ve  Ege Bölgesindeki kentlerden paralı Helen askerleri toplayarak Pers Ülkesine  saldırmak için harekete geçmesi üzerine gerçekleşir.   Pers krallığının genç varisinin peşine takılan Helen askerleri arasında Ksenophon da vardır. Salihli Sard’tan yola çıkan ordu, İskenderun ve Belen geçidini aşarak Mezopotamya’ya girecek, yapılan savaşta Helen askerlerinin başındaki genç Pers prens ve genarel de ölecektir. Geri çekilen ve ülkelerine dönmek isteyen komutansız Helen paralı askerleri dönüş yolunda yollarını şaşıracaklar, batıya gitmek yerine kuzeye yürüyerek o günün Anadolu'sunda kaybolacaklardır. Eser bahsedilen seferin gerçekleştiği olayların  gün be gün tutulması  ile oluşmuştur. Orduya tarih yazarı olarak katılan Ksenophon’un bu  eserini  Heredotod’un yöntemi ile yazdığı anlaşılmaktadır.  Eser gezi ve tarih yazısı olmasının yanı sıra, liderlik, müthiş baskılar, kısıtlı zaman, belirsizliğin getirdiği yılgınlıklar ve telaş arasında  başarıya  ve hedefe ulaşmak için nelerin yapılması gerektiğini gösteren bir rehber olmak özelliği de taşır. Şaşkın, yılgın umutsuz, inancını ve umudunu kaybetmiş insanlara nasıl önderlik yapılacağını da göstermesi yönünden de  dikkat çekicidir.   Böylesi anlarda liderlik vasfı gösterilerek gerektiğinde acımasız ve kararlı davranmanın düzen ve intizamı sağlamasındaki rolünü,  kararsız kitleleri  itaat ve saygı  altına almanın önemini vurgulaması açısından  günümüze de hitap etmektedir. Anabasis adlı eserde Küçük Asya ülkeler, halkları ve halkların töreleriyle gelenekleri hakkında bilgi verilmektedir. Ksenophon olaylardan çıkardığı sonuçlara yararlı bilgiler ve öğütler de eklemeye çalışır. Anabasis; Ksenophon?un askerlik bilgi ve becerisini de ortaya koyan bir eserdir aynı zamanda. Bu eserin; Kyros?a katılmış olmasından dolayı Ksenophon?un yurttaşlarından özür dileme amaçlı yazılmış bir eser olduğu da söylenmektedir. Ksenophon; bu eserinde tarihin ilk savaş muhabirliğini yapmıştır.  Her olay ve geçilen her yer hakkında notlar düşülmüş,  bu yörelerin antik çağlardaki durumu hakkında çok değerli bilgiler bırakmıştır. Anabasis  yedi  farklı kitaptan oluşmakta ve Yunan Ordusunun belli bir rota çerçevesinde Karadeniz üzerinden ana vatana dönüşünü anlatmaktadır.   KISA  ÖZET VE KONUSU Her şey İ.Ö. 401 yılında başlar.  Pers prensi Kyros, ağabeyi kral Artakserkses'in yerine tahta oturmak istemektedir. Bunun için Ege kıyılarından  paralı Grek askerleri de toplar.  Emrindeki bu orduyla Lidya'nın Sardes kentinden yola çıkar.  Yazar Ksenophon da tarihçi olarak katılır. Fırat üzerinde Kunaksa'da yapılan savaşta Kyros ve generalleri öldürülen  paralı askerler bozguna uğrar, Yurtlarından 2400 km. uzakta, vahşi ve düşman bir ülkede   sağ kalan gönüllüler ve paralı askerler  ülkelerine dönmek isteler.  Sağ kalan askerlerin başına geçen Ksenophon, arta kalan "iki bin" kişi ile  evlerine dönmek üzere yola koyulur. Fakat onları garip bir talih beklemektedir. En az on bin kişiden geriye kalan iki bin kişi Sardes’e dönmek isterlerken yolunu şaşırıp Van gölü üstünden Karadeniz’e, herhalde ardından bugünkü Erzincan'a ya da Dersim'e ve Trabzon’a kadar ulaşır.  Bu fazladan yolculuk, Karadeniz’e ulaşmak dört aylarını almıştır. Öte yandan evlerine dönmek için hala çok uzun bir yol vardır. Karadeniz kıyısını izleyen askerler gittikleri her yerde başka kavimlerle, savaşmak yolculuğa dayanmak, açlık ile mücadele etmek,   direnmek zorundadır. Karadeniz'in sularına ulaştıklarında coşkuyla bağırmışlardır; Thalassa! Thalassa! Fakat evleri hala çokk uzaktır....   ON BİNLERİN GÜZERGÂHLARI Anabasis, olayların anlatıldığı dönem açısından Anadolu’nun tarihi coğrafyası, gelenekleri, yerel halkları ve yaşam koşulları hakkında önemli bilgiler verir. Kitapta anlatılanlara göre yolculuk Sardes’te başladıktan sonra ordu, Laodikeia (Denizli) yakınlarından Menderes Nehri’ni geçerek oradan Kelainai’ye (Afyon-Dinar), daha sonra da Peltai’ye (Denizli-Çivril) ulaşır. Ordunun yoluna devam ettiği 10 günlük yol güzergâhı hakkında yeterli bilgi yoktur. Daha sonra ordu İkonion’da (Konya) üç gün konakladıktan sonra, Tyana (Bor) yolundan Gülek Boğazı’nı aşarak Dağlık Kilikya üzerinden Tarsus’a, Myriandros’u (İskenderun civarı) geçip Beylan (Belen) geçidini aşıp Kuzey Suriye’ye varırlar. Gidiş yolculuğu, komutanlar, bölgeyi ve yolları iyi bilen rehberler eşliğinde sorunsuz geçecektir. Genç Prens ve  emrindeki askerler Güney Mezopotamya’da Fırat kenarında bulunan Kunaksa’da  Pers Kralının ordusuyla karşılaşır. Yapılan savaşta III. Kyros ve generalleri ölür,  Grekler mağlup olmuştur. Generaller ölünce birliklerin başına seçilen beş kişinin arasında Ksenephon’da vardır. Askerlerin morali bozuktur. Herkes eve nasıl dönecekleri konusunda kaygılıdır. Geldikleri yolları nasıl bulacaklarını tartışıp dururlar. Mağlup olan askerler yurtlarından 2400-2500 km. Uzakta kalmışlardır. Ksenephon ve askerlerin dönüşü  açlık, sefalet,  savaş ve didişmeye dönüşür. Sayıları iyice azalan askerler her gittikleri yerde yerli kuvvetler ile savaşmak zorunda kalırlar. Ksenephon ve askerlerinin  dönüşü çok trajik geçer. Kitapta Anadolu’nun bilinmeyen birçok küçük ülkesini, değişik halklar hakkında bilgi ve bu insanların değişik gelenekleri hakkında detaylı bilgiler buluruz. Geldikleri yere Ege kıyılarına ulaşmak umuduyla kuzeye doğru geri çekilmeyi düşünürken yollarını şaşırıp Karadeniz'e varırlar. Olasılıkla Bağdat’ın yukarısındaki bir yerden Dicle Nehri’nin doğusuna geçip, uzun bir süre nehrin doğu yakasını takip ederek Anadolu topraklarına ulaşırlar.   Ksenophon Hakkında Bilgi Ksenophon zengin ve seçkin bir aileden gelmekteydi. İ.Ö. 430 yılında Atina yakınlarında doğan Ksenophon genç yaşlarda ünlü filozof Sokrates’in öğrencileri arasındaydı. İÖ.404 yılında sona eren Peleponez Savaşının ardından İran Pers  Kralı Artakserkes’in kardeşi olan genç Kyros Ispartalı kuvvetler ve paralı askerlerin yardımıyla tahtı ele geçirmek amacıyla harekete geçmiş,  Ksenophon da Kyron’un düzenlediği bu seferlere İ.Ö. 401-400 katılmıştı.. İ.Ö.399’da memleketine dönen Ksenophon’a Atinalılar sürgün cezası vermiş, Ksenophon’da   Ispartalıların kendine verdiği ufak bir malikânede yaşamaya başlamıştı. 371 yılında savaş yüzünden malikânesinden ayrılmak zorunda kalmış,  Ksenophon’un sürgün cezası 364 te kaldırılmıştı. Ksenophon  İ.Ö.355te ölmüştü. 24.05.2016 AZÇOK OKUNANLAR * 24.05.2016 da maviADA'da yayınlanmış, o günden bugüne 106 ziyaretçi 2 beğeni almış . İlk yayınlanışı üzerinden 6 aydan daha fazla zaman geçen yazılar EYLÜL 2024'ten itibaren ÇOK OKUNANLAR değil AZÇOK OKUNANLAR adıyla duyurulacak kararı aldığımızdan o etiketi alan ilk yazımız oldu. Duyurulup GÜNCELLEDİĞİ tek bir günde 50 ziyaretçi, 2 beğeni daha alan yazı, OKUNANLAR adıyla etiketin ya da küçük bir imaj müdahalesinin "farkındalık" açısından ne kadar yararlı olacağını kanıtlayıp arşive kaldırılmıştır.

  • YAŞLI

    Fuat ÖZGEN * Hem geçmiş, hem gelecek Geçmiş tümüyle gerçek Sonrası bilinmez ne getirecek Uzun geçmiş, kısa gelecek Geleceğe ne sığdıracak Olursa ağrısız, yaşsız günler Yüzlerde açtırılacak güller Torunlarla genç Gençlere bilge Sevgi, hoşgörü Fazlaca öngörü Yaşarken kazanan Kazanırken yıpranan Anılarla avunan Bazen danışman Bazen yük Ama her zaman Aile tespihinde imame Sıranın önündeki büyük

  • İNSAN BU

    Şenol YAZICI * O hem cennet, hem cehennemdir.   İnsan sözünü ettiğimiz; tarihi yaratan, yazan o… Evreni yaşanılır kılan ya da onu bir cehenneme çeviren "EŞREF-İ MAHLÛKAT yani egemen yaratık; ECCE HOME. Yani hem en soylusu, hem en soysuzu olabilen... a-12 Onu cahil bırak, bir siyasete, bir kavrama köle yap; Haşhaşilere taş çıkarsın... Ona öğret, ahlak işle, kalbini ve beynini keşfetsin, kendini yok ederek seni ve tüm insanlığı kurtarsın... Öyle çelişki yumağı, öyle pragmatik...   Hem alçak, hem en soylu; hem kahraman, hem hain; hem Lükres Borjuva, hem Kraliçe Viktorya… Onda her şey, insanlığın tüm halleri var, der Montaigne; her insan, tüm özellikleri üstünde taşır. Onu her yönüyle ele almak, hem olanaksız, hem de gereksiz bir emek. Neye inanırsanız inanın, ister Darvin’e, ister yaratılış söylencesine, yaşayan türlerin içinde insan sezme, düşünme, anlatma ve yaratma yeteneğiyle en karmaşığı, ama en görkemlisi de; eşrefi mahlukat. b- 12. Bir milyon yıllık tarih, on bin yıllık uygarlık, kırk bin yıllık Home Sapiens; insan… Bu heybetine karşın denilebilir ki kelebekler de dahil türlerin en zayıfıdır da… Ortalama yetmiş yıllık ömrünün kesintisiz otuz yılını muhtaç yaşar. İlk yirmi yıl yaşama hazırlanır, son on yıl ölüme, arada yıkımlarla düşkün geçen zamanı da eklersek, yetmişlik bir ömürde hırpalanmamış elde ne kalırsa o, işte güçlü insan. Olgun İnsanı Tanrının yansıması sayan Tasavvuf düşüncesi bir yerde eksikti, insanda tanrısal güç yoktu. Ama kullanmayı bir başarabilse var olanlar, sınır tanımaz bir büyüklüğe ulaşabilecek güçlerin çekirdekleri olacak...   O hem cennet, hem cehennemdir. c-12 Onda zorla öğrendiği, ama iyi benimseyip uğruna dövüştüğü onursal değerler; sevgi dostluk, hümanizma, dürüstlük ve erdem vardır; onda hayvan yanından emanet, ama hala çok güçlü yarar, çıkar, kuşku, haset var; onda eğitimle kazanılmış değerler, yurtseverlik, sorumluluk var. Bu değerlerin çoğu birbiriyle kıyasıya çatışır da. Hep kendini düşünmesi ilkel "sağ kalma" içgüdüsünün sonucuyken, yiyeceğini başkasıyla paylaşırken gelişmiş, öğrenen ve uygardır da…   İnsanda bir başka yetenek daha var: Empati. Kendine başkasının gözüyle bakabilme, kendini başkasının yerine koyabilme gücü. Tek başına bu bile, bir insanın her insan olabilmesi ya da tüm insanlığı temsil etmesi değil midir? İnsan bu işte d-12  İnsan, aynı zamanda yaşadığı ortamla ve çevresindeki her şeyle, canlı cansız bakmadan yoğun ilişkiler kuran, anlayan, hisseden, müdahale eden, kavga eden ve onu açıklamaya çalışan bir canlı. Öte yandan başkalarıyla zorunlu ilişkiler kuran sevecen bir yaratık… Öyle böyle değil o; hep var olanı kullanmıyor, olmayanı yaratıyor ; sürekli düzenden geçinen değil, düzene katkıda bulunan, dünyayı evi bilen de o. İnsan, tüm bunları anda ve süreçte yaparken başta kendiyle, sonra çevresiyle çatışıyor, savaşıyor. Aynı yanılgılardan ve yenilgilerden bıktığından kendine ders alacağı bir tarih yaratır. Başlangıçta tek derdi, kendini ve soyunu yeni benzer felaketlerden korumakken, zaman içinde bu doğal dürtü onu yaşamı irdelemeye, anlamaya ve açıklamaya, hatta dünyayı güzelleştirmeye götürecektir. Kuşkusuz tıpkı yaşamak varolmak için gösterdiği olağanüstü gayreti bu konuda da sergileyecek, kendini açıklamak, meramını anlatmak, istediğini almak için yazı gibi üstün araçlar, gelişkin bir dil de olduracaktır.   Bütün bu kazanımla bugünkü dünyayı kuran kültürü oluşturacaktır.   İşte İNSAN.

  • Şemsi Bey

    Nazlı ERAY * 12 Temmuz 1982 Pazartesi günü, tüm gün yollarda dolaştım; hava gerilimliydi o gün. Bir an tozlu bir sıcak bastırıyor, sonra birdenbire gökyüzü yağmur yüklü bulutlarla doluveriyordu. Üstümde bollanmış kot pantolonum, sırtıma yapışmış uçuk mavi tişörtümle tüm gün dolandım tozlu sokaklarda. Yazacağım bir şeyi düşünüp duruyordum. Derken şimşekler çakmaya başladı, gökyüzü iyice karardı, rüzgâr saçımı birbirine kattı. Koşarak evime döndüm. Tam kapının zilini çalarken anlatamayacağım bir yağmur başladı, oracıkta sırılsıklam oldum. Tatile gidecektim, bir türlü gidemiyordum. Yengeç gibi yapışmıştım şu kente, o gün öğleden sonra bankadan para çekip evin aidatını da ödemem gerekiyordu. Nedense üşenmiş bankaya da gitmemiştim. Ben tam bunları düşünürken, kapıyı on yıldır ev işlerinde bana yardım eden Elif Bacı açtı. Elif Bacı’yı görür görmez öyle şaşırmış olmalıyım ki, kapının eşiğinde kalakaldım. On yıldır şalvarımsı uzun çiçekli donu, üzerinde kollu fanilası, başında geriye verev bağlanmış yemenisiyle bana kapıyı açan Elif Bacı’yı, üzerinde ipeğimsi bir kumaştan yapılmış beyaz farbelalı oda hizmetçisi giysisi, başında gene farbelalı, kolalı beyaz bir başlık, saçları arkaya düzenli bir topuz yapılmış görünce ağzım kurudu! Elif Bacı endişeli ve de güçlü bir sesle: “Hanımefendi geç kaldınız. Neredeydiniz? Beyefendi erken geldiler, meraktan deliye döndü, neyse şimdi balkonda viskisini içerken biraz yatıştı…”dedi. Aptallaşmıştım. Hangi Beyefendi? Evde viski de mi varmış? Neydi bu Elif Bacı’nın üzerindeki kılık? O an ok gibi beynimden geçti tüm bunlar. Yalnız yaşarım…Yazar dururum… Elif Bacı bana hep ismimle hitap eder… Böyle bir giysisi olduğunu da hiç bilmiyordum. Aslında önemli olan, “BEYEFENDİ” kimdi? Şöyle bir toparlandım. Uyuz kedi gibi ıslanmıştım. Saçlarım deli bir ekin tarlası gibi dağılmıştı. “Elif Bacı, nedir tüm bunlar? diye sordum. O gene çok ciddi, telâşlı ve ölçülü hâli ile: “Hanımefendi, Şemsi Bey’in toplantısı erken bitmiş. Geldi hemen sizi sordu. Ben de coiffeur’e gitmiş olabileceğinizi söyledim. Şemsi Bey, bu kadar geç kalmazdı…’ diye merak etti. İsviçre’den oğlunuz aradı. Şemsi Bey’le konuştular. Akşam misafir gelecekmiş. Aşçıbaşı sizin çok sevdiğiniz yemekleri yaptı. Istakozlar geç geldi ama tazeymişler. Meyva salatasına acaba konyak konmasını ister miydiniz, istemez miydiniz… diye çok düşündük. “…Ah hanımefendi ıslanmışsınız… “Şemsi Bey arabayı coiffeur’e gönderdi gelir gelmez, ama şoföre bugün oraya gelmediğinizi söylemişler…Beyefendi çok merak ettiler sizi, çok..” dedi. Yana çekilmiş yol veriyordu bana. “Herhalde aşçıbaşı ile sonra konuşursunuz. Bu gece giyeceğiniz elbiseyi seçerseniz ben ütülerim hemen onu. Ah, işte Şemsi Bey duydu geldiğinizi geliyorlar… Ben uşağa haber vereyim de arka odaların kepenklerini kapatsın. Fırtına çıkıyor,”dedi. Yan yan çekildi, gitti. Sevgili okurum, işte şu an gerçek öyküye giriyorum. Az önce okuduğun, eğlenesin diye yazılmış çerezdi! Dalıyorum öyküye ve senin için yeni bir başlığı atıyorum… Arkadaşımsın Değil mi? Gökyüzünün görünmediği bir sokakta, gece yarısını çoktan geçmiş bir zamanda, aşağıya doğru yürürken gördüm onu. Sidik kokulu duvarın dibinde, çakılmış gibi duruyordu. Onun da saçı sakalı birbirine karışmıştı, uğursuz görünümlü bir yüzü, birbirine yakın gariban bakışlı gözleri vardı. Benim üstüm başım kirliydi, korkuyordum ama, gene de boylu bosluydum. Bıyığım vardı, alnıma düşen saçımı arkaya attım, ona şöyle bir baktım Anladım ki cüce. Onun üstü başı benimkinden beterdi. Cigarası ağzında kurumuşu; bu yalnız cüce, bu insiz cinsiz sokağın bir köşesinde ellerini önüne kavuşturmuş duruyor; sanki sokağın amonyakiı havasını hem ürkerek hem sindirerek içine çekiyordu. Görmüştü beni. Yan yan, olduğu yerden kıpırdamadan bakıyordu. Hızla gittim yanına. Cebimdeki tornavidayı çıkarıp böğrüne dayayıverdim. Gözlerini devirdi, soluğu kesildi bir an korkudan. Gözlerinin ta içine baktım, tornavidayı az daha bastırdım. Fısıldadım kulağına: “Arkadaşımsın değil mi, lan?” O, dehşet içindeydi. Yayvan kulağıma hoş gelen, testi gibi bir sesle: “Tabii arkadaşınım. Arkadaşınım abi. Niçin kızdın da tornavida çektin? Has arkadaşınım ben senin,” dedi. Tepeden bakıyordum ona. Bu gece yarısı cücesi benden de yalnızdı anlaşılan. Dudağında kurumuş cigarası ayaklarının dibine düşüvermişti. ilkin azıcık çekip sonra gene böğrüne bastırdım tornavidayı: “Adın ne senin?” diye sordum. “Fazıl benim adım, ağabey.” dedi. “Benim adım da Ercüment, anladın mı?”dedim.Tanıttım kendimi ona. Fazıl: “Ercüment Abi, çek şu tornavidayı, ”diyordu. Yeni baştan: “Arkadaşımsın değil mi lan?”diye sordum. “Kuşkun mu var, Ercüment Abi? Has arkadaşınım ben senin,” dedi. Tornavidayı çektim böğründen, yan yana karayolunda yürümeye başladık. Uysaldı, kinci değildi; anlamıştım onu. “Fazıl,” dedim. “Efendim, Ercüment Abi,”dedi. “Sen beni kaç yıldır tanıyorsun?” diye sordum. “Üzülmez olur muyum! Üzüldüm. Sen de üzülmüştün, Ercüment Abi. 0 öldüğünde ikimiz yanıbaşındaydık.” dedi. “Ben de hiç evlenmedim, Fazıl,” dedim. “Evet, sen sanatçıydın. Çok duyguluydun,” dedi o. “Kemanım artık geride kaldı. Yıllardır görmedim onu.” dedim. Kara yolda sessiz yürüdük bir süre. “Niçin evlenmedin ki, abi? diye sordu bana. “Biliyorsun, Fazıl,”dedim “Biliyorum,” dedi. “Ben de seviyordum Hamdiye’yi,” dedim. Önüne bakıyordu o. Devam ediyordum anlatmaya. Bu hiç yaşamadığım olaylar sanki yüzlerce yıl içimde bir yerlere sıkışmış, şimdi tortulu bir turşu suyu gibi yol bulmuş akıyordu bağrımdan dışarıya. “Senden çok seviyordum onu… Ama o beni hiç görmezdi bile. Her gün köşkteki odama kapanır, saatlerce kemanımı çalardım. Ama Hamdiye duymazdı bile beni. Senden başkası yoktu onun için, Fazıl, ”dedim. O önüne bakıyordu. “Sen yakışıklıydın, Fazıl… Bıyıklarını parlatırdın. Nişanlanmıştın onunla bir mayıs günü. Ben kemanımla yapayalnızdım,” dedim. “Sen sanatçıydın, Ercüment Abi. İçine kapanıktın. Ama ne hoştun. Sarı benzin, kara saçların, tutkulu gözlerin vardı,” dedi Fazıl. “İşte iki paşazade kaldık, Fazıl,” dedim. “Evet,” dedi. Yavaş yavaş sabah oluyordu. Yollarda yürüyorduk. Bu ne idüğü belirsiz, boktan, nefesi kokan partal kılıklı cüce ve ben… “Üşüdün mü. Fazıl? Sabah yeli çıktı,”dedim. Değer veriyordum ona. Olmayanı yaşıyordu benimle. “Yok, üşümedim,” dedi. “Biliyorsun, boğazın hassastır, ”dedim. “Biliyorum… Annem hep ıhlamur kaynatırdı bana,” dedi. “Hamdiye’nin yakut renkli kadife, kışlık paltosunu hatırlıyor musun?” diye sordum ona. “Hatırlıyorum… Madeni düğmeleri vardı. Hamdiye o zamanlar hastalanmamıştı henüz. Ne güzeldi teni… Gözleri kor gibi yanardı. Ayakları iskarpinlerinin içinde ufacıktı… Dantel, örme eldivenler giyerdi, ”dedi. Baktım söken sabah ışığında yanımdaki, daha önce hiç görmediğim garip cücenin yüzüne: “Fazıl, söyle, sen de mi çok sevdin Hamdiye’yi?” diye sordum. Kesin bir sesle: “Hayır,” dedi, ”Ne yazık ki, sevmedim ben onu… Belki de onun beni çok sevdiğini bildiğim için… Bilmiyorum… Eski olaylar bunlar, acep yaşadım mı diye sorarım kendime bazen,” dedi. “Yaşadık Fazıl. Hepsini yaşadık… O görkemli sünnet düğününü, Miralay Ekrem Paşa köşkündeki ılık, yasemin kokulu yaz gecelerini, benim kemanımın sesini, Hamdiye’nin umutlarını ve acılarını hep yaşadık,” dedim. “Evet,” dedi o. Tornavidamı fırlattım, sabahın içine bir yere attım. Bir sabahçı kahvesine gelmiştik, iki paşazade girdik içeriye. Ayakçıya: “Yeğenime ve bana birer demli çay ver,” dedim. Geçmişim vardı. Yalnız değildim. Sabahın ışıklarına bakıyordum. O düşünceliydi. “Sen tırnaklarını yerdin değil mi, Ercüment Abi?” diye sordu. Kara, uzun tırnaklarıma baktım. “Evet, Fazıl,” dedim. Çaylarımızı içerken birer cigara yaktık… * Nazlı ERAY: (d. 28 Haziran 1945 [1] ; Ankara ), Türk yazardır . Arnavutköy Kız Koleji mezunu olup İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 3. sınıftan ayrıldı. [2] Yazın hayatına 16 yaşında yazdığı Mösyö Hristo isimli öyküyle başlamıştır, Gerçeküstücülük akımının niteliklerini taşıyan bu öykü çeşitli dünya antolojilerinde yer almaktadır. Kariyerinin sonraki dönemlerinde roman türüne ağırlık vermiştir. Büyülü Gerçekçilik akımının Türk Edebiyatı'ndaki temsilcilerindendir. Varlık dergisi, Cumhuriyet , Güneş , Radikal ve Akşam gazetelerinde çalışmıştır. Ayrıca aktif olarak siyaset ile de ilgilenmektedir. Eray, 39. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nın onur yazarı olarak belirlenmiştir. Eserleri: Ah Bayım Ah (Kitap,1975) Uyku İstasyonu Kız Öpme Kuyruğu Beyoğlunda Gezersin Ekmek Arası Rüya Arzu Sapağında İnecek Var Aşık Papağan Barı Aşk Artık Burada Oturmuyor [4] Ay Falcısı Deniz Kenarında Pazartesi Eski Gece Parçaları Pasifik Günleri El Yazması Rüyalar Yıldızlar Mektup Yazar Hazır Dünya Sis Kelebekleri Kapıyı Vurmadan Gir Düş İşleri Bülteni Kuş Kafesindeki Tenor Orphee Örümceğin Kitabı Geceyi Tanıdım Aşkı Giyinen Adam (roman dalında 2002 Yunus Nadi Ödülü'nü kazandı) Kayıp Gölgeler Kenti Farklı Rüyalar Sokağı İmparator Çay Bahçesi Marilyn - Venüs'ün Son Gecesi Gece Çiçeği İstanbul Frej Apartmanı Esrarı Aydaki Adam Tanpınar 2019

  • Bir Zamanlar 68'liler...

    | ODTÜ’nün DONLARI | * 68 kuşağı üzerine bugüne kadar pek çok kitap, makale yazıldı; belgeseller, diziler, filmler çekildi. Ama bir konunun üzerinde nedense pek durulmadı. Bu nedenle 68 kuşağı sanki hep eksik anlatılmış gibi geliyor bana. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya ve nicelerini gerçekten tanıdığınızı mı düşünüyorsunuz? Gelin onların pek bilinmeyen yönlerini yazayım, kararı siz verin… Arkadaşım dert yandı: “Oğluma yatarken hikaye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi. Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi? Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum. Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar. Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı. Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu. Sinan Cemgil meraklıydı; babasına-annesine hep sorular sordu. Onlar da oğullarının anlayacağı bir dille anlattılar. Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı öğrenci oldu. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca öğrendi. Arkadaşlarına Dante’den İtalyanca dizeler okurdu. Ünlü Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp herkesi güldürecek kadar espriliydi. ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı. Teorik derinliğiyle öğrenci liderlerinden oldu. ODTÜ’de “Hoca” deme adetini Sinan Cemgil başlattı. “Hoca” derlerdi arkadaşları bilgisinden ötürü. Köylüleri, toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla gittiği Nurhak Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldü. Sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru soğan çıktı. Yirmi yedi yaşındaydı. Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını vermişti. Oğlunun cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki meraklı köylülere seslendi: "Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekalı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar." Arkadaşım yakın tarihin bu acı olaylarını bilen biri. Üniversite öğrencilerine son yapılanlar arkadaşımı da korkutmuştu; nedeni biricik oğluydu. Oğlunun Sinan Cemgil’le aynı kaderi paylaşmasından korktu ve tarihsel gerçekleri anlatıp anlatmama kararsızlığına düştü. Ona Edip Cansever’in şirini okudum: “Utancı bilerek yaşamak korkunç/ Daha korkuncu da var: utancı bilerekten yaşatmak…” Şairdiler. Size 68’lileri Anlatmalıyım: Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz; “ Güneşi batmayan bir ada/Ben ne şuralıyım, ne buralıyım/Adalıyım… Adalıyım.” Eşi Gülten Çayan atletti; 400 metrede milli takım seviyesinde bir koşucuydu. Yakın arkadaşı erkekler 400 metre koşan atlet ise bugünün tanınmış gazetecisi Osman Saffet Arolat’tı. Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başladı. Şiir de yazdı. Tunceli Alevi Dedesi torunu Hüseyin Cevahir, Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi; “devrimci başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına. Dürbünlü silahla hedef alınarak öldürüldüğünde 26 yaşındaydı. İstanbul Hukuk'un efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı” Cihan yaşasaydı belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı. Öldürüldüğünde 25 yaşındaydı. Tunceli’de yakalanıp işkenceyle öldürülen İbrahim Kaypakkaya’nın elinden; Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat dergileri düşmezdi. Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı. ODTÜ’nün Donları 1971 darbesinde Sansaryan Han’daki işkenceler sırasında polisler önemli bir delil buldu; devrimcilerin hemen çoğunda aynı tip mavi ya da kırmızı külot vardı. Sordular; “bu donların anlamı ne; mavi ile kırmızının farkı ne; bunlar THKO’nun rütbeleri mi?” İşkencedeki sporcu gençler gülmemek için kendini zor tuttu, “bunlar” dediler; “ODTÜ Spor Kulübü’nün donları!” Futbolu severlerdi kuşkusuz… Devrimci Öğrenciler Birliği’nin tümü Beşiktaşlı’ydı. Çarşı’nın devrimciliği nereden geliyor sanıyorsunuz? 68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı. Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de… Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan platin çubukları nedeniyle erkenden koptu. Deniz Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı. Onun mizahçı yönü bilinmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı. Aşkı da yaşadılar doyasıya… Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray Doğan, sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi. O da 25 yaşındaydı. O kuşak 1 kişiyi bile öldürmedi; ama tam 43 can verdiler. Oysa… Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı onlar. Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar? Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı? Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz? Muhammed Ali, Joe Frazier’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz? Ya da hiç küfür etmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz Gezmiş ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü söylemez miydi: “ Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama/ Göklere erişti feryadım ahım/Bu da gelir bu da geçer ağlama…” Dillerindeki Şarkı; Imagine Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler. Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar. Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı yapmak sanıyorlardı. İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler. Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto Depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler. Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar. Tam bağımsızlık için “Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenleyip Samsun’dan Ankara’ya yürüdüler. Atatürk heykelleri tahrip edilmesin diye geceler boyu nöbet tuttular. 68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyle. Hippiler yok muydu? “Özel okullara hayır” yürüyüşünde, uzun saçlı genç üniversiteli, sarışın kız arkadaşıyla hem sarmaş dolaş yürüyor hem de slogan atıyordu. O hippi; Kızıldere katliamından tek sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’ydü. Hayalleri vardı; dillerinde ise John Lennon’un “Imagine” şarkısı... SBF’nin Dans Partileri Mahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlana resmi çizip altına “Ben İnsanım” yazıp, hakime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı. Resimden, edebiyattan gelmişlerdi. Ellerinden kitap düşmedi hiç. Nice yazarlar çıkarmaları boşuna değil. ODTÜ İnşaat’tan “Balık Memet” yani yazar Mehmet Eroğlu’nu okumayanınız var mı? Dans da ettiler: SBF yatılı öğrencilerinin Salı ve Cuma akşamları 18.45-20.00 arası dans partileri vardı. Carmina Burana’nın Türkiye’deki ilk bale gösteriminde harikalar yaratan balet Aydın Erol unutulabilir mi? Ya da; onca işkenceye rağmen cezaevinin soğuk koğuşunda bale yapan 20 yaşındaki balerin kız Ayşe Emel Mestçi? Anadolu türkülerini, Dadaloğlu’ndan Aşık Veysel’e şehre getiren 68’liler değil mi? Tiyatro da yaptılar; Uluslararası Üniversite Tiyatroları Festivali’nde üçüncü oldular. FKF ilk başkanı İzzet Polat Ararat’ın DTCF tiyatro bölümü öğrencisi olması tesadüf mü? ODTÜ Sosyalist Kültür Kulübü üyeleri Ali Artun ve Yılmaz Aysan’ın bugünün tanınmış sanat galerisi Nev’in sahipleri olması, o dönem birikiminin ürünü değil mi? Dağcılık kulüplerini üniversitelerde ilk kimler kurdu sanıyorsunuz? Türkiye’de bu sporun gelişiminde 68’li Fikret Gürbüz, Tuncer Gürdil, Uçmaz Sungur, Sönmez Targan ve nicelerinin katkıları unutulabilir mi? Ardı ardına şampiyon olan efsanevi İTÜ basketbol takımının temelini TMTF İkinci Başkanı Cavit Savcı atmadı mı? Maratoncu Mehmet Yurdadön ülkeye madalyalar kazandırmadı mı? ODTÜ’lü Ömer Gürcan cezaevine sokulmasaydı, idam edilen babası Fethi Gürcan gibi ülkemizi binicilikte birincilik kürsüsüne çıkarır mıydı? SBF’nin tanınmış milli güreşçileri Necati Sağır, Mustafa Aynur aynı zamanda THKP-C’li değil miydi? Bugün judo ve karate de madalya alanlar, bu sporun gelişmesinde büyük emeği olan Murat Özdabak’ı anımsar mı? Peki ya boksörler milli sporcu Taşkın Konuralp’in adını duymuş mudur? ODTÜ Motor Kulübü’nün kurucularından Tayfur Cinemre motosikletiyle kimleri taşımadı ki; Ulaş Bardakçı, Yusuf Aslan, Cihan Alptekin… Fenerbahçe takımında yelken yapan Taner Türkantöz Mahir Çayan’ın en yakın yoldaşıydı. Hangisini yazayım? 68 kuşağı bu özellikleriyle neden anlatılmaz? Oysa… Toplumsal bir gelecek hayali kuranlar bu mirası her yönüyle bilmelidir. Hala 68’li Bir Devrimci: Yaşar Yılmaz İstanbul Teknik Üniversitesi inşaat bölümü öğrencisiydi. İTÜ Öğrenci Birliği başkanlığını Harun Karadeniz’den sonra devraldı. Hakkari’ye “Zap Suyu üzerine Devrimci Gençlik Köprüsü” yapmaya giden 84 devrimciden biriydi. Deniz Gezmiş’in yakın yoldaşıydı. Devletin ceberut baskısından her 68’li gibi o da nasibini aldı: 1971 darbesinde Ziverbey Köşkü ve Harbiye’de ağır işkencelerden geçti. Yaşadıkları; 2,5 yıl cezaevi arkadaşlığı yaptığı Yılmaz Güney tarafından yazılan “Sanık” adlı öyküye konu oldu. Mahkemedeki savunmasını ise “Söz Sanığın” adlı kitabında kendi yazdı. Maltepe ve Selimiye cezaevlerinde 5,5 yıl yattı. Hapisten sonra hep “sakıncalı” oldu; ekmeğini taştan çıkardı. Sonra bir gün karar verdi; mühendisliği bıraktı; “ülkeme hizmet etmeliyim” diye düşündü. Anadolu topraklarını 2,5 yıl karış karış dolaştı. Unutulmaya yüz tutmuş, sahipsiz bırakılmış, 115 antik kentteki 119 antik tiyatroyu inceledi. “Anadolu Antik Tiyatroları” adıyla kitaplaştırdı. Bu çalışma Kültür Bakanlığı’nı heyecanlandırmadı. Fakat Avusturya Kültür Bakanlığı, Yaşar Yılmaz’ı Salzburg’taki Mozart Üniversitesi “Antik Çağda Akustik ve Ses Dağılımı” konusunda konuşma yapmaya çağırdı. Çünkü bugüne kadar bilinmeyen 2 önemli bulgu keşfetmişti. İlki sesin iletilmesiydi: Sahnedeki oyuncu, şarkıcı, konuşmacı ya da müzik aletinden çıkan sesin 20-25 bin kişilik açık hava tiyatrosunun en uzak basamaktaki izleyiciye kadar gidebilmesini, o dönemin mühendisleri orta yola “sırtlı koltuklar” yerleştirerek sağlamışlardı. Ses, koltuğun sırtlığına çarpıp yukarı basamağa kadar çıkabiliyordu. İkinci buluş ise bugüne kadar düşünüldüğü gibi ilk tiyatro Antik Yunan uygarlığı döneminde değil, Erken Dönem medeniyetleri döneminde yapılmıştı ve ilk açık hava tiyatroları taş değil ahşaptı. Hırsızların Peşinde Bir 68’li 68’li devrimci Yaşar Yılmaz antik tiyatrolar çalışmasını bitirdikten sonra köşesine mi çekildi. Hayır. 5 yıl önce, Anadolu’dan yağmalanan tarihi eserlerin ve kültürel varlıkların peşine düştü. ABD, İngiltere, Avusturya, Almanya, Danimarka, Rusya, ve Yunanistan’a gitti. Yüzlerce müze gezdi. Türkiye’den kaçırılan 40 bin eseri buldu ve fotoğraflarını çekerek belgeledi. Neler bulmadı ki: Paris Louvre Müzesi: Mağnesia'daki ünlü mermer tapınak kabartmaları, Asos'dan sökülen tapınak parçaları ve yüzlerce dev boyutlu mermer, bronz heykeller. Hitit, Urartu, Bizans, Selçuklu, Osmanlı eserleri. Londra British Museum: Ksantos'dan (Eşen-Antalya) Nereitler anıtı, Knidos'tan (Datça) 600 civarında büyük boy heykel, Mozeleum (Bodrum'daki ünlü, dünyanın 7. harikasının mermer süslemeleri ve heykelleri). New York Metropolitan Müzesi: Sardes'ten (Salihli) sütun ve diğer eserler, Bergama'dan büyük bronz heykel, Priyene, Milet ve Efes'ten heykeller, mermer lahitler, Kültepe'den (Kayseri) Sümer-Asur dönemi eserleri. Boston Müzesi: Asos eserleri Washngton Dumborton Oaks Müzesi: Antakya mozaikleri ve Bizans eserleri. Baltimore Müzesi: Antakya mozaik koleksiyonu. Chicago Sanat Müzesi: Selçuklu- Osmanlı eserleri. Chicago Üniversitesi Şark Eserleri Enstitüsü Müzesi: Alişar eserleri. Los Angeles Getty Villa : Burdur- Antalya yöresinden Kremna mermer kadın heykelleri.Viyana Ephesus Müzesi : 50 m'ye yakın mermer duvar frizleri Efes'ten giden binlerce eser. Berlin Alte Müzesi : Priyene, Milet'ten mermer heykeller. Berlin Pergamon (Bergama) Müzesi : Büyüktapınak, Milet ve Priyene'den tapınaklar, Zincirli'den Hitit tapınağı, Hattuşaş'dan heykeller, 33 metreye 14 metrelik dev boyutlu Milet pazaryeri giriş duvarı ve Selçuklu dönemi camilerine ait eserler. Tübingen Üniversite Müzesi: Antakya'dan heykel ve Troya eserleri. Danimarka Ulusal Müzesi: Troya eserleri. Kopenhag David Müzesi: Selçuklu eserleri, Konya'dan türbe sandukası, Cizre Camii'nin ünlü tokmağı başta olmak üzere 14 ve 16. yüzyıl çini koleksiyonu. Daha sırada 60 bin eser var. Yaşar Yılmaz çalışmalarını sürdürüyor. Evet, 68 kuşağı yazmakla bitmeyecek bir destandır. * Soner YALÇIN 09.03.2018 Odatv.com

  • Bir Zamanlar Kıbrıs

    Harekatın 50. Yılı * 1571'de Osmanlı egemenliğine giren Kıbrıs 300 yıl Türk yurdu oldu. 1878'de İngilizlere 50 yıllığına kiralandı. İngilizlerin eline geçen ada 1960'da bağımsızlığını kazandı. Mersin'e 65 km yakınlığıyla Anadolu'nun ayrılmaz bir p arçası ve çok büyük stratejik önemi de olan KIBRIS'ta harekâtın ilk ayağı Yunanistan Hükûmetinin desteğiyle yapılan 15 Temmuz 1974 darbesinin ardından düzenlendi. 14 Ağustos günü başlatılan ikinci harekâtla - Kuzey Lefkoşa da dâhil olmak üzere- adanın yüzde 37'sinin Türk kontrolüne geçmesiyle sonuçlandı. 140 bin ila 200 bin Rum , adanın kuzeyinden; 42 bin ila 65 bin Türk , adanın güneyinden göçmen oldu. Başbakan Bülent Ecevit , 20 Temmuz 1974 sabahı saat 06.10’da şu açıklamayı yapar: "Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs’a indirme ve çıkarma hareketi başlamış bulunuyor. Allah; milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin. Bu şekilde insanlığa ve barışa büyük bir hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışmaya yol açılmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için ve yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz." ...ve çıkartma başlar. 15 Ağustosta 1974'te ikinci harekatla son nokta konulur ve KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ kurulur. Artık Kıbrıs iki federe devletli bir yapıda geleceğini yapılandıracaktır. O iki federe devletten biri olan Kuzey Kıbrıs'ı şu ana değin bizden başka tanıyan başka bir devlet yok, ekonomik olarak anavatana bağımlı. Güney Kıbrıs kesimi ise AB üyesi oldu bile... BİR ZAMANLAR KIBRIS * Güneybatı Asya 'da bulunan ve Akdeniz 'deki Sicilya ve Sardinya 'dan sonra gelen üçüncü büyük adadır. Akadca  ve Hititçe : 𒀀𒆷𒅆𒅀 Alaşiya ;  Yunanca : Κύπρος, Kipros diye adlandırılır, Kıbrıs Cumhuriyeti , Birleşik Krallık 'a bağlı üs bölgeleri dışında de jure olarak adanın tamamını, fiilî olarak adanın %59'luk güney kesimini yönetir. 1974'ten beri de facto olarak ikiye bölünmüş olan adanın kuzeyinde yer alan %36'lık bölgesinde günümüzde yalnızca Türkiye tarafından tanınan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bulunur. Kuzeyinde 65 km mesafe ile Türkiye , doğusunda 112 km mesafe ile Suriye , 267 km ile İsrail , 162 km ile Lübnan ; güneyinde 418 km ile Mısır ; kuzeybatısında ise 965 km ile Yunanistan yer almaktadır. Ada, Akdeniz'in doğusunda 34,33 ve 35,41 Kuzey enlemleri ve 32,23 ve 34,55 Doğu boylamları arasında yer almaktadır. TARİH: Kıbrıs'a insanların yerleşiminin M.Ö. 10000 yıllarını bulduğu tahmin edilmektedir. Adanın güneyinde yapılan arkeolojik kazılar neticesinde ilk insan yerleşimcilerinin M.Ö. 9000 yıllarında bazı yapılar bıraktıkları görülmüş ve Cilalı Taş Devri döneminde buralara yerleştikleri anlaşılmıştır. M.Ö 1500'lü yıllara değin bağımsız yaşamışlar, sonra önce Mısır'ın ardından Hititlerin yönetimine geçmiştir. M.Ö 525'e kadar bir Mısır'ın bir çevredeki egemen güçler Fenikeliler, Asurlular etkisine giren Kıbrıs, bu kez Perslerin egemenliğini kabul etmek zorunda kaldılar. M.Ö 333' İskender'in Persleri yenmesiyle Helenleşen ada özerk olarak yaşamıştır. İskender'in ölümüyle önce ardıllarından Mısırın, sonra Roma'nın, ardılı Bizansların eline geçen Kıbrıs uzun bir süre de Arap-Bizans ortak yönetiminde kalmıştır. Haçlı seferleri sırasında 1191'de egemenliği el değiştiren Kıbrıs, sonradan Tapınak Şövalyelerine satıldı. Ardından geri verilen, Lüzinyan hanedanının 300 yıl yönettiği ada, Memlukluların, Cenevizlilerin de eline geçti. Kıbrıs 1571 yılında 60 bin askerlik güç ile Osmanlı İmparatorluğu tarafından ele geçirildi. Yeniçeriler 'in adaya yerleşmeleri ile Antik Çağ 'dan beri ilk kayda değer nüfus değişimi yapılmıştır. 1745-1814 döneminde, Müslüman Türk Kıbrıslılar, Kıbrıs adasında Hristiyan Rum Kıbrıslılara karşı çoğunluğu oluşturmaktaydı. 1878 yılında Osmanlı'dan 'Ruslara karşı yardım' vaadiyle yıllık yaklaşık 92.000 altın karşılığında ada Birleşik Krallık tarafından kiralandı. Daha sonra Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı ’na girmesi gerekçe gösterilerek Birleşik Krallık tarafından ilhak edildi. 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşması ’nın 21. Maddesi gereğince, Birleşik Krallık'a ilhakı tanındı. 1925 yılında Kıbrıs Crown Colony olarak ilan edildi ve adaya ilk Türkiye Cumhuriyeti konsolosu atandı. Ekim 1931'den itibaren Rumlar Enosis isteğiyle ayaklandı , Rumlar'ın Birleşik Krallık yönetimine karşı ayaklanması sonucu Birleşik Krallık'ın politikası sertleşti. Yunan ve Türk tarihinin okutması, iki ülkenin bayraklarının kullanılması ve Yunan ya da Türk ulusal kahramanlarının resimlerinin sergilenmesi yasaklandı. Ocak 1950 tarihinde Doğu Ortodoks Kilisesi, Kıbrıs Türk toplumunun boykot ettiği bir referandum düzenledi. Referandumun sonucunda, katılan halkın %90'ı Kıbrıs'ın Yunanistan ile birleşmesi düşüncesi olan enosis lehinde oy verdi. 1955'te Kıbrıslı Rumların kurduğu EOKA örgütü Birleşik Krallık kuvvetlerini adadan çıkarmak için silahlı eylemlere başladı. Bu zaman zarfında Kıbrıs Türkleri de silahlanmaya başladı ve Birleşik Krallık adanın tüm bölümünü kontrolde tutmakta zorlanıyordu. Bu tarihten itibaren TAKSİM isteğinde bulunan Türkler ile ENOSİS isteyen Rumlar birbirleri ile çatışmaya başladı. *Ada, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla bağımsızlık kazanmıştır. 1974'te Yunan darbesinin ardından Türk Silahlı Kuvvetleri 'nin gerçekleştirdiği harekât sonucu adanın kuzeyinde de facto olarak tek yanlı Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuş, bu devlet sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adını almıştır. 24 Nisan 2004 tarihinde Birleşmiş Milletler genel sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan birleşme planı adada referanduma sunulmuştur. Kuzey Kıbrıs plana %35'e karşı %65'le “evet” deyip kabul ederken, Güney Kıbrıs %25'e karşı %75 ile “hayır” deyip kabul etmemiştir. 1 Mayıs 2004 tarihinde adanın Rumlar tarafından yönetilen güney kesimi adanın tamamını temsilen, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla Avrupa Birliği 'ne katılmıştır. * ARKA PLAN Türkler ile Rumlar arasında ilk olaylar, Osmanlı İmparatorluğu 'nun adayı 1878 senesinde elli yıl olmak üzere kiralama antlaşmasıyla Birleşik Krallık'a bırakmasından sonra 1920'de kiralama süresinin dolmasına sekiz yıl kala başladı. Bu olaylar sadece siyasi kavgalar olmakla birlikte silahlı çatışmalar şeklinde olmamıştır. 1920 yılında Rumların, İngiltere'nin onayını almadan Yunanistan'a katılma plebisiti yapmak istemesi ve Birleşik Krallık yönetiminin buna izin vermemesi, Rumların önce Birleşik Krallık'ı adadan çıkarmaya yoğunlaşmasına sebep oldu. 1950'lerin sonuna kadar süren bağımsızlık hareketi, 1960 yılında uluslararası anlaşmalara dayanan bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasının yolunu açtı. Rumlar, Birleşik Krallık'ın adadan çekilmesiyle Türklerle birlikte ortak devlete razı olmadılar. Kıbrıs’ın tüm yönetimine kendileri el koyma yoluna gittiler, uluslararası anlaşmaları ve anayasayı çiğneyerek Türklere saldırılarda bulunmaya başladılar. Zürih ve Londra Antlaşması Zürih ve Londra Antlaşması, 11 Şubat 1959 tarihinde Birleşik Krallık, Türkiye ve Yunanistan devletleri; Kıbrıs'taki Rum ve Türk toplumları arasında imzalanan, bağımsız bir devlet olarak Kıbrıs halklarının durumunu belirleyen ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'nı onaylayan antlaşmadır. Rum tarafını Başpiskopos Makarios, Türk tarafını ise Fazıl Küçük temsil etmekteydi. Bunu takip eden 19 Şubat 1959 tarihli Londra Antlaşması ile Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsız bir devlet olarak 16 Ağustos 1960 tarihinde kurulması sağlanmış oldu. - TSK'ye ait bir M47 tankı, başkent Lefkoşa'da bulunan Sarayönü Meydanı'na giriyor.- Türü : Askeri Harekat Taraflar: • 40.000 TSK personeli • 150-180 adet M47 ve M48 Patton tankları, ürk Ordusu/ Kıbrıslı Türkler, • 12.000 Rum askeri, 40.000 (tam seferberlik)• 32-35 tank • Yunanistan : 2.000+ asker, Yunan Destekli Kıbrıslı Rum Yönetimi Tarih: 20 Temmuz-18 Ağustos 1974( 4 Hafta, 1 Gün) Bölge: Kıbrıs Adası, Akdeniz Kıbrıs 1960 Yılında Türk ve Rum Nufus Dağılımı* Sonuç: Türk Zaferi *Türkiye'nin 35.000-40.000 civarındaki askeri adanın kuzeyine yerleşti. Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ve Birleşmiş Milletler harekatı "işgal" olarak değerlendirdi. *Şubat 1975'te Amerika Birleşik Devletleri Türkiye'ye silah ambargosu koydu. *15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu. Kayıplar: TSK : 498 ölü ve 1.200 yaralı Kıbrıs T.Y. : 70 mücahit ölü, 270 sivil ölü, 803 kayıp sivil, 1.000 dolaylarında yaralı Toplam: 3.841 Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan: 4.000 ölü ve 12.000 yaralı Toplam: 16.000 Ayrıca 3 Avusturyalı asker öldü ve 24 Avusturyalı, 17 Fin, 4 Britanyalı ile 3 Kanadalı olmak üzere toplam 48 asker yaralandı ( UNFICYP ) Kıbrıs Harekâtı ( TSK kod adı: "Atilla Harekâtı", Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 'nde " Kıbrıs Barış Harekâtı ", Yunanca : Τουρκική εισβολή στην Κύπρο "Kıbrıs Türk İstilası"), 20 Temmuz 1974'te Başbakan Bülent Ecevit ’in emriyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs 'ta başlattığı askerî harekât. Harekâtın ilk ayağı Yunanistan Hükûmetinin desteğiyle yapılan 15 Temmuz 1974 darbesinin ardından düzenlendi. 14 Ağustos günü başlatılan ikinci harekâtla - Kuzey Lefkoşa da dâhil olmak üzere- adanın yüzde 37'sinin Türk kontrolüne geçmesiyle sonuçlandı. 140 bin ila 200 bin Rum , adanın kuzeyinden; 42 bin ila 65 bin Türk , adanın güneyinden göçmen oldu. Türkiye Cumhuriyeti ; harekâtın, Zürih ve Londra Antlaşması 'nın 4. maddesine istinaden düzenlendiğini savunmaktadır. Fakat Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi bu harekâtı işgal olarak değerlendirmektedir. 20 Temmuz 1974 tarihinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 353 sayılı kararında "Uluslararası güvenlik ve barış için ciddi tehlikeye yol açan ve bölge üzerinde olağanüstü infiale müsait bir ortam yarattığından Birleşmiş Milletler ciddi bir endişe duymaktadır. Tüm devletlerin Kıbrıs Cumhuriyeti'nin toprak bütünlüğüne saygı duyması gerekir. Yabancı askerî müdahaleye derhâl son verilmelidir." diyerek harekâta karşı olduğunu belirtti ve ateşkese çağırdı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 11 Mayıs 1984 tarihindeki 550 sayılı kararında ise durumu "işgal" olarak niteledi. Avrupa Konseyi Parlamentler Meclisi , 29 Temmuz 1974 tarihli 573 sayılı kararında birinci harekâtın uluslararası antlaşmalar çerçevesinde gerçekleştiğini belirtti. [40] [41] Birinci harekâtın antlaşmalar çerçevesinde yasal bir müdahale olarak değerlendirilmesi mümkündür ancak belli bir bölgede kontrol kurulmasını sağlayan ikinci harekât bu kapsamda değerlendirilmemektedir. [42] Uluslararası kuruluş kararlarının çoğu, oluşan durumu " yasa dışı istila" olarak tanımlamaktadır. Arka plan Türkler ile Rumlar arasında ilk olaylar, Osmanlı İmparatorluğu 'nun adayı 1878 senesinde elli yıl olmak üzere kiralama antlaşmasıyla Birleşik Krallık'a bırakmasından sonra 1920'de kiralama süresinin dolmasına sekiz yıl kala başladı. Bu olaylar sadece siyasi kavgalar olmakla birlikte silahlı çatışmalar şeklinde olmamıştır. 1920 yılında Rumların, İngiltere'nin onayını almadan Yunanistan'a katılma plebisiti yapmak istemesi ve Birleşik Krallık yönetiminin buna izin vermemesi, Rumların önce Birleşik Krallık'ı adadan çıkarmaya yoğunlaşmasına sebep oldu. 1950'lerin sonuna kadar süren bağımsızlık hareketi, 1960 yılında uluslararası anlaşmalara dayanan bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasının yolunu açtı. Rumlar, Birleşik Krallık'ın adadan çekilmesiyle Türklerle birlikte ortak devlete razı olmadılar. Kıbrıs’ın tüm yönetimine kendileri el koyma yoluna gittiler, uluslararası anlaşmaları ve anayasayı çiğneyerek Türklere saldırılarda bulunmaya başladılar. Zürih ve Londra Antlaşması 11 Şubat 1959 tarihinde Birleşik Krallık, Türkiye ve Yunanistan devletleri; Kıbrıs'taki Rum ve Türk toplumları arasında imzalanan, bağımsız bir devlet olarak Kıbrıs halklarının durumunu belirleyen ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'nı onaylayan antlaşmadır. Rum tarafını Başpiskopos Makarios, Türk tarafını ise Fazıl Küçük temsil etmekteydi. Bunu takip eden 19 Şubat 1959 tarihli Londra Antlaşması ile Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsız bir devlet olarak 16 Ağustos 1960 tarihinde kurulması sağlanmış oldu. 1963-1964 Olayları 1960 nüfus sayımına göre Kıbrıs'ın etnik haritası Kıbrıs'taki İngiliz egemenliği, 1960 yılına kadar adanın Londra-Zürih anlaşmaları uyarınca bağımsız bir devlet ilan edilmesine kadar sürdü. Anlaşma, cumhuriyetin iki gönülsüz topluluk arasında gerekli bir uzlaşma olarak görülmesine rağmen Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum toplulukları açısından Kıbrıs Cumhuriyeti'nin temelini oluşturdu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960 Anayasası, uygulamada yaşanan sorunlar sebebiyle yalnızca üç yıl geçerli kaldı. Kıbrıslı Rumlar, 1958'de İngilizlerin izin verdiği, 1960 anlaşmalarında ise incelemeye tabi tutulan ayrı Kıbrıslı Türk belediye meclislerine son vermek istedi. Kıbrıslı Rumların birçoğu belediyelerin taksim yolunda ilk aşamayı oluşturacağından korkmaktaydı. Kıbrıslı Rumlar, enosis (Yunanistan ile birleşme) isterken Kıbrıslı Türkler de adanın Yunanistan ve Türkiye arasında bölünmesini yani taksimi istemekteydi. Kıbrıslı Rum toplumu içindeki öfke, Türklere nüfus kayıtlarının öngördüğünden daha fazla devlet makamı verilmesi sebebiyle artmıştı. Nüfusun %18,3'ünü oluşturan Kıbrıs Türk topluluğuna kamudaki işlerin %30'u anayasa ile tahsis edilmişti. Ek olarak başkan yardımcılığı pozisyonu Türk nüfusuna ayrılmıştı ve hem başkan hem de başkan yardımcısı önemli konular üzerinde veto yetkisine sahipti. 1963-1974 A ralık 1963'te Cumhurbaşkanı Makarios, hükûmetin Kıbrıslı Türk yasa koyucular tarafından engellenmesinden sonra on üç anayasa değişikliği önerdi. Bu açmazlarından bıkan ve anayasanın enosisi engellediğine inanan Kıbrıslı Rumlar, 1960 Anayasası altında Kıbrıslı Türklere verilen hakların çok geniş olduğuna inanıyordu ve Akritas Planı 'nı tasarlamıştı. Plan, anayasada Kıbrıslı Rumlar lehine reform yapmaya, uluslararası toplumu değişikliklerin doğruluğu konusunda ikna etmeye ve planı kabul etmemeleri durumunda birkaç gün içinde Kıbrıslı Türkleri şiddetle bastırmaya yönelikti. [49] Anayasa değişiklikleri ile Türk toplumu, hükûmetteki etnik kotaları ayarlamak ve cumhurbaşkanı ile cumhurbaşkanı yardımcısının veto yetkisini iptal etmek de dâhil olmak üzere, azınlık olarak konumlarından vazgeçmiş olacaktı. [47] Bu değişiklikler, Türk tarafınca reddedildi ve Türk temsilcisi hükûmeti terk etti ancak bu terk edişin protesto mu yoksa ulusal muhafızların zoruyla mı olduğu konusunda anlaşmazlık bulunmaktadır. 1960 yılında anayasa dağıldı ve 21 Aralık 1963'te Kıbrıs Rum polisinin de rol oynadığı ve iki Kıbrıslı Türk'ün öldürüldüğü Kanlı Noel gibi toplumsal şiddet olayları yaşandı. Kıbrıs'ın bağımsızlığını sağlayan Zürih ve Londra Antlaşmaları 'nın garantörleri olan Türkiye, İngiltere ve Yunanistan; adaya General Peter Young komutasındaki bir NATO gücü göndermek istedi. Hem Başkan Makarios hem de Başkan Yardımcısı Dr. Küçük barış çağrısında bulundu ancak bunlar göz ardı edildi. Bu arada şiddetin alevlendiği bir hafta içinde, Türk ordusu birlikleri kışlalarından çıkmış ve adadaki en stratejik pozisyon olan Lefkoşa-Girne yolunda pozisyon aldı. Türk ordusu bu yolun kontrolünü 1974 yılına kadar elinde tuttu. Bu yol, Kıbrıs Barış Harekâtı esnasında önemli rol oynadı. 1963'ten Kıbrıs Barış Harekâtı'nın tarihi olan 20 Temmuz 1974'e kadar arasındaki dönemde yolu kullanmak isteyen Kıbrıslı Rumlara BM konvoylarının eşlik etmesi gerekmekteydi. Lefkoşa'nın kuzey banliyölerinde -kadın ve çocuklar da dâhil olmak üzere- 700 Türk rehine alındı. Şiddet olayları, 364 Türk ve 174 Kıbrıslı Rum'un ölmesine, 109 Kıbrıslı Türk veya karma köyün yıkılmasına ve 25.000-30.000 Kıbrıslı Türk'ün yerinden olmasına neden oldu. İngiliz Daily Telegraph olayları daha sonra "anti-Türk pogrom" olarak nitelendirdi. Olayların ardından Türkiye bir kez daha taksim fikrini öne çıkarttı. Özellikle Kıbrıslı Türk milislerin kontrolü altındaki bölgelerdeki yoğun çatışmalar ve anayasanın başarısızlığı, olası bir Türk müdahalesinin gerekçesi olarak öne çıkmaktaydı. ABD Başkanı Johnson, 5 Haziran 1964 tarihli ünlü mektubunda, ABD’nin olası bir istilaya karşı olduğunu ve Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesinin Sovyetler Birliği ile bir çatışmaya neden olması durumunda ABD'nin yardım etmeyeceğini belirtti. Bir ay sonra ABD Dışişleri Bakanı Dean Rusk tarafından hazırlanan bir plan çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye ile müzakereler başladı. Kriz, Kıbrıslı Türklerin ada yönetimine katılımının sona ermesine ve yönetimin meşruiyetini yitirdiğini iddia etmeleriyle sonuçlandı. Bu olayın niteliği hâlâ tartışmalıdır. Bazı bölgelerde Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerin seyahat etmelerini ve hükûmet binalarına girmelerini engellerken bazı Türkler, Kıbrıs Türk yönetiminin çağrılarına uyarak geri çekilmeyi reddetti ve Ulusal Muhafızlar tarafından engellenen, doğrudan Türkiye tarafından desteklenen Rumlarla çevrili alanlarda yaşamaya başladılar. Cumhuriyetin yapısı tek taraflı olarak Makarios tarafından değiştirildi ve Lefkoşa, UNFICYP birliklerinin konuşlandırılmasıyla Yeşil Hat ile bölündü. Türklerin seyahatleri ve temel ihtiyaçlara erişimi Rum kuvvetleri tarafından daha da kısıtlandı. Kıbrıslı Türklerin daha fazla seyahat özgürlüğü için bastırması ile 1967'de yeniden çatışmalar başladı. Daha önce olduğu gibi, Türkiye'nin Kıbrıs Türklerini olası etnik temizliğe karşı korumak için adaya müdahale edeceği tehdidine dek de durum çözülmedi. Türkiye'nin tehdidinin ardından Yunanistan'ın bazı askerî birliklerinin adadan uzaklaştırması, EOKA lideri Georgios Grivas’ın Kıbrıs’tan ayrılması ve Kıbrıs Hükûmetinin Türk nüfuslarının kaynaklarına erişimde bazı kısıtlamaları kaldırması için bir uzlaşmaya varıldı. 15 Temmuz 1974 Darbesi Harekât kararı Kıbrıs'ta bir darbe yapıldığı haberi, Lefkoşa 'da bulunan Türk Büyükelçiliğinin gönderdiği şifreli mesajla 15 Temmuz 1974 sabahı Türk Dışişleri tarafından öğrenildi. Kıbrıs'taki durumun Türkiye'nin bir askerî müdahalesini gerektirecek kadar ciddi olduğu değerlendirmesini yapan Türk Hükûmeti, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti Garanti Antlaşması'nın garantör devlet olarak Türkiye'ye verdiği müdahale hakkını kullanmadan önce diğer bir garantör devlet olan İngiltere'nin yetkilileriyle görüşerek birlikte hareket etmek üzere girişimde bulundu. İngiltere kabul etmezse Türkiye'nin yalnız başına hareket etmesi, görüşmeler sırasında Türk Silahlı Kuvvetlerinin hazırlık yapması kararlaştırıldı. Dışişleri yetkilileri, bu düşünce ve planlarını 16 Temmuz'da İngiltere ve ABD'nin Ankara büyükelçiliklerine bildirdi. 16 Temmuz 1974'te muhalefet partilerinin başkanlarıyla da üç saate yakın bir toplantı yapan başbakan Bülent Ecevit , ertesi gün konuyu müzakere için Londra 'ya gitti. Türkiye heyeti; İngiltere Başbakanı Harold Wilson , İngiltere Dışişleri Bakanı James Callaghan ve Kıbrıs meselesini görüşmek üzere Londra'ya gelen ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Joseph Sisco ile ayrı ayrı görüşmeler yaptı. İngiltere ve ABD, konuya Türkiye gibi yaklaşmamaktaydı. Bu arada Türkiye'de Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan ve Maliye Bakanı Deniz Baykal, muhalefet partilerinin başkanlarıyla bir toplantı yaptı. Toplantının sonunda tüm muhalefet parti başkanlarının, Hükûmetin kararlığını gördüğü ve destek verdiği ifade edilir. Türk heyeti, 18 Temmuz 1974 akşamı saat 20.30'da Londra'dan Ankara'ya hareket etti. Başbakan Bülent Ecevit , 19 Temmuz'da 02.00'de Ankara'ya varınca Genelkurmay Başkanlığında komutanlar ile bir toplantı yaptı. İngiltere'deki görüşmelerin aktarıldığı ve hazırlıkların gözden geçirildiği bu toplantıda başbakan Bülent Ecevit , harekâtın amacı ve adının "Barış Harekâtı" olduğunu belirtti. Genelkurmay'daki toplantının ardından Bakanlar Kurulu toplanıp oy birliği ile Kıbrıs'a müdahale kararı aldı. Bakanlar Kurulunun yazılı kararı, 19 Temmuz 1974 sabahı Genelkurmay Başkanlığına ulaştırıldı. (20 Temmuz 1974) 20 Temmuz 1974 sabahı Türk ordusu, adaya saat 06.05'ten itibaren havadan indirme ve denizden çıkarma yapmaya başladı. Kıbrıs'a ayak basan ilk Türk askerleri, paraşütçülerdi. Hava İndirme Tugayının 1. Paraşüt Taburu, Pınarbaşı'na; 2. Paraşüt Taburu ise Gönyeli'ye indi. İlk taburlar inerken ciddi bir ateşle karşılaşmadılar. Denizden çıkarma, Deniz Piyade Tugayına bağlı askerlerce Karaoğlanoğlu ( Pentemili ) Plajı'na yapıldı. Çıkarma harekâtı başlamadan önce Pladini Plajı'nın ilerisindeki dağlarda önceden belirlenen hedefler Türk jet uçakları tarafından bombalandı. İlk çıkarma aracı saat 08.50’de sahile kapak attı. Saat 11.15'te 3. Paraşüt Taburu, Pınarbaşı'na; 4. Paraşüt Taburu, Gönyeli'ye indi. 3 ve 4. taburlar, yoğun topçu ve havan ateşine tutuldular. Bu nedenle dağınık olarak inebilen taburlar bir hayli zor şartlarda toparlanabildiler. Komando Tugayı da 20 Temmuz 1974 sabahı harekete geçti. 1. Komando Taburu, saat 08.20'de Pınarbaşı'na indi. Onu 2. Komando Taburu ile Gönyeli'ye inen 3. Komando Taburu ve Hamitköy'e inen Nevşehir Komando Taburu takip etti. Tank ve zırhlı araçlarla takviyeli Yunan Alayı, hava kararmak üzereyken Kıbrıs Türk Alayına karşı taarruza başladı. Taarruz, Kıbrıs Türk Alayı tarafından geriye püskürtüldü. Diğer taraftan Rum Millî Muhafız Kuvvetleri, Girne Boğazı'na hâkim oldu ancak 1. Komando Taburu, Doğruyol Tepesi'ni ele geçirerek Girne Boğazı'nı kontrol altına aldı. Harekâtın ikinci günü Rumlar, havadan inen birliklerle denizden çıkan birliklerin birleşmesini engellemek ve bu birlikleri imha etmek üzere harekât düzenlendi. Ada topraklarında savaş sürerken haberleşme ve koordinasyon eksikliğinden dolayı Kocatepe muhribi , Türk uçaklarınca batırıldı ve 54 asker öldü. Kocatepe olayı üzerine Pakistan, seyyar bir hastane; İran seyyar hastane ve sağlık malzemesi gönderirken Libya, Türkiye’ye başta yedek parça olmak üzere her türlü yardımı yapmaya hazır olduğunu bildirmiş ve bu gelişmenin ardından Türkiye için gerekli yedek parça ihtiyacı, Libya tarafından karşılanmıştır. Dış baskıların artması neticesinde Türk Hükûmeti, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 353 sayılı kararını kabul ederek harekâtın üçüncü günü olan 22 Temmuz 1974 saat 17.00'den itibaren ateş kesmeye karar verdi ve bu karar Başbakan Bülent Ecevit tarafından saat 10.00'da düzenlenen basın toplantısında açıklandı. Karar açıklandığı sırada henüz Kıbrıs'ta havadan inen birlikler ile denizden çıkan birlikler birleşmiş bir durumda değildi, 17.00'ye kadar bunun gerçekleşmesi beklenmekteydi. 22 Temmuz günü 10.30'da Pladini Plajı'na varan Bora Özel Kuvveti, 3. Komando Taburu ile birlikte saat 17.00'de Girne'ye girdi. Çatışmalar üç dört saat daha devam etti. Küçük Kaymaklı köyü, Lefkoşa Sancağı Mücahitleri tarafından 18.30'da ele geçirildi. 22 Temmuz'dan 30 Temmuz'a kadar geçen süre içinde yaşanan ateşkes ihlalleri sonucunda Türk birlikleri, Yukarı ve Aşağı Dikmen (Dikomo), Kaynakköy (Sihari), Taşkent (Vuno), Akçiçek (Siskilip) bölgelerini ele geçirdiler ve ayrıca Lefkoşa Havaalanı çevresinde de ilerleme kaydettiler. Lefkoşa Havalimanı'nın durumu İngiltere ve Türkiye arasında bir krize yol açmıştır. İngiltere Başbakanı Harold Wilson ile Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Bülent Ecevit arasında havalimanının durumu üzerine sert bir telefon görüşmesi gerçekleşti ve Wilson, Türklerin havalimanına herhangi bir taarruzda bulunmaması konusunda tehditkâr bir tutum aldı. [67] 24 Temmuz 1974 tarihli Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplantısında Lefkoşa Havaalanı'nı kuvvet kullanmak suretiyle ele geçirmek için girişimde bulunmamayı kabul etti. [61] 2 ve 3. Türk Komando Taburları da Zeytinli istikametinde ilerlemeye başladı. 22 Temmuz'da 3. Paraşüt Taburunun taarruzu sonucu, Deliktepe 'nin ele geçirilmesiyle Türk birlikleri önce Girne’ye girdi, daha sonra da Lefkoşa’ya yöneldi. Ateşkes başlamadan Girne-Lefkoşa hattı birleşti. Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu müdahalesinin sonucunda Yunanistan 'daki cunta idaresi ve Kıbrıs Cumhuriyeti 'ndeki Nikos Sampson Hükûmeti görevini bıraktı. Yunanistan'da da askerî hükûmet, idareyi sivillere devretme kararı aldı ve yedi yıldır Fransa’da sürgünde bulunan Konstantin Karamanlis 'i hükûmeti kurması için Yunanistan'a çağrıldı. Konstantin Karamanlis'in 24 Temmuz 1974'te hükûmeti kurması ile Yunanistan'da 1967'den beri devam eden askerî rejim son buldu. KIBRIS ÇIKARTMASI GÜNLÜĞÜ 15 Temmuz: Kıbrıs 'ta Başpiskopos Makarios 'a karşı darbe yapıldı ve Nikos Sampson iktidarı ele geçirdi. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Bülent Ecevit , Afyon gezisini yarıda kesip Ankara 'ya döndü ve Güvenlik Kurulu ve Bakanlar Kurulu , olağanüstü toplantılar yaptı. 16 Temmuz: Makarios güvenliği için bir İngiliz helikopteriyle İngilizler tarafından Malta Adası'na götürüldü. Ankara'da Başbakan Bülent Ecevit, parti liderleriyle görüştü ve Yunanistan'daki darbenin doğuracağı sonuçlara karşı askerî tedbirlerin alınmaya başlandığını bildirdi. Ayrıca bu toplantıda Meclis, aynı hafta içinde perşembe günü toplanmak üzere toplantıya çağrıldı. Yunanistan'da askerî cunta, genel seferberlik kararı alındığını açıkladı. 17 Temmuz: Makarios; Birleşmiş Milletler 'i, Yunanistan'ı kınamaya çağırdı ve eş zamanlı olarak NATO yayımladığı bildiriyle Yunanistan'daki cunta yönetimini uyardı. Başbakan Bülent Ecevit ve beraberindeki heyet, Yunanistan'daki darbe konusunda görüşmeler için Londra'ya hareket etti. Nikos Sampson Kıbrıs'ta da hâkim olmaya başladı. Birçok devlet başkanı, soğukkanlı olmak gerektiği konusunda mesajlar yayımladı. 18 Temmuz: Ankara'da Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan ve Maliye Bakanı Deniz Baykal ile parti liderleri toplandı ve Meclisin olağanüstü toplantısının cumartesi gününe ertelenmesini kararlaştırdı. Dışişleri Bakanı Turan Güneş , Pekin gezisinden döndü. Londra'daki Türk heyeti, Başbakan Bülent Ecevit'in ABD Dışişleri Bakanı Dr. Henry Kissinger 'in temsilcisi Joseph Sisco ile görüşmesinin ve Savunma Bakanı Hasan Esat Işık 'ın İngiliz Dışişleri Bakanı James Callaghan 'la son kez görüşmesinin ardından geri döndü. Aynı gün Joseph Sisco , Atina 'ya gitti. 19 Temmuz: Joseph Sisco , Atina'dan sonra Türkiye 'ye hareket etti. Türk Deniz Kuvvetleri savaş gemileri Mersin 'den demir aldı. Joseph Sisco, gece de Ankara'da Başbakanlıkta görüşmelere devam etti. Türk ordusunun hazırlıkları tamamlandı. Mersin'de çıkarma gemilerine askerler bindirilmeye başlandı. Trakya'daki Türk ordusuna bağlı birlikler, Yunanistan sınırına doğru kaydırılmaya başlandı. Yunanistan'da darbeciler, Trakya sınırındaki köyleri boşaltma kararı aldı ve Atina radyosunda "Bir günde Konstantinopolis'teyiz." mesajları yayımlamaya başladı. 20 Temmuz: Sabah 5'te askerî Türk uçakları keşif uçuşlarını tamamladı ve asıl harekât için tekrar havalandı. Sabah 6'da Başbakan Bülent Ecevit radyodan yayımlanan mesajıyla çıkarmanın başladığını açıkladı. Sabah 8.30'da Türk askeri, Kıbrıs'a çıktı. NATO ve Birleşmiş Milletler, eş zamanlı toplantı yaptı fakat toplantı sonunda eylem kararı alınmadı. TBMM olağanüstü toplantısını yaptı. Çıkarmadan çok kısa süre önce Atina'ya ikinci kez gitmiş olan Joseph Sisco, akşam Ankara'ya döndü. 21 Temmuz: Birleşmiş Milletler 353 no.lu kararla " ateşkes " çağrısında bulundu. Yunan donanmasının Kıbrıs'a tekrar hareket etmesi durumunda vurulacağı Türkiye tarafından açıklandı. Nikos Sampson, Türkiye'nin uyarısının dikkate alınmayacağını basın yoluyla bildirdi. Başbakan Bülent Ecevit, Joseph Sisco'ya hedeflere varılmadan durulmayacağını söyledi. Joseph Sisco, Yunan cuntasındaki fikir ayrılıkları nedeniyle görüşmek için dahi muhatap bulamadığını söyledi. Türkiye'nin uyarılarına rağmen Kıbrıs'a hareket eden Yunan gemileri ve uçakları ile Baf ve Baf açıklarında muharebe edildiği Türk, Yunan ve diğer yayın kuruluşlarından duyuruldu. Bu haberleri Türk Genelkurmay Halkla İlişkiler Bürosu doğruladı. Türk birlikleri Kıbrıs 'ta Türklerin yaşadığı bölgelerde kontrolü ele geçirdi. İlerlemeye devam edildiği bildirildi. 22 Temmuz: Yunan cuntasının dağılmak üzere olduğu haberleri yayıldı fakat Atina haberleri resmî elden yalanladı. Yunanistan'da ve Türkiye'de Birleşmiş Milletler'in "ateşkes" çağrısını yerine getirme kararı alındı ve 17.00'de uygulanmaya başlandı. 23 Temmuz: Muharebeler sırasında batan Türk ve Yunan gemilerinden kurtulan denizcilerin gemiler tarafından ateşkes sırasında bulunduğu basında yer aldı. Yunan cuntası, iktidarı Karamanlis'e bırakma kararı aldı ve Klerides, Nikos Sampson'un yerine geçti. Özel TBMM toplantısında " Türk ordusu başarılı bir harekat düzenledi." açıklaması yapılarak harekât tebrik edildi. Cenevre Konferansı bir gün ertelendi. 24 Temmuz: Başbakan Bülent Ecevit, yeni Yunanistan Başbakanı Karamanlis'i tebrik etti. Birleşmiş Milletler, 354 sayılı kararında 353 no.lu kararındaki "ateşkes" çağrısına uyulmaya devam edilmesini istedi. 25 Temmuz: Cenevre'de üçlü konferans akşamüstü başladı. Yunanistan, ateşkesin görüşülmesini; Türkiye, adaya gelecek olan yeni yapının görüşülmesini istedi. Mavros, Türk ordusunun genişlemeyi durdurup 22 Temmuz'da varmış olduğu hatlara geri çekilmesini istedi. Türk heyeti bu teklifi reddetti ve görüşmelere ara verildi. Aynı gün ikili görüşmeler başladı. İkili görüşmelerden olan Dr. Kissinger'ın özel temsilcisi Baffum-Güneş ve Güneş-Callaghan görüşmeleri tamamlandı. Türk heyeti, konferansın devam etmesi yönünde fikirler yayımladı. Yunan heyetinin konferansa devam etmek istemediği gerekçesiyle Callaghan, Kissenger'ı müdahil olmaya çağırdı. 27 Temmuz: Kissenger'ın müdahalesiyle Yunan heyeti konferansı terk etmekten vazgeçtiğini duyurdu. Güneş- Callaghan , Güneş-Mavros ve Callaghan- Mavros -Güneş görüşmeleri yapıldı ve uzmanların (eksper) kabul edilir bir görüş hazırlayarak ertesi gün bakanlara sunmaları kararı alındı. 28 Temmuz: Uzmanların toplantıları sabah 7'ye kadar sürdü. Güneş, toplantının yapılacağı Birleşmiş Milletler Sarayı'na girerken "Hükûmetten yetki aldım. Eğer isteklerimiz kabul edilmezse çekileceğim." dedi. Başbakan Bülent Ecevit, Ankara'da verdiği demeçte "Güvenlik sorunları ve ateşkes birbirlerinden ayrılmaz." dedi. 16.00'da uzmanların eşliğinde üç bakan, gayriresmî toplantıya başladı. Gece yarısına doğru Başbakan Bülent Ecevit'in "Türk birliklerinin adadan çekilmesi" maddesine itiraz ettiği açıklandı. Ecevit, Karamanlis'e Ege'de buluşma önerisi getirdi. 29 Temmuz: Gece 3'te Mavros, Birleşmiş Milletler Sarayı'ndan ayrıldı. Yaptığı açıklamada "Artık her şey Ankara'ya bağlı, kabine toplantısı var. Kabul veya reddecekler." dedi. Bülent Ecevit "çekilme" maddesiyle ilgili tüm tekliflerin Kıbrıs Türklerinin güvenliğinin fiilen garanti edilemeyeceği gerekçesiyle kabul edilemeyeceğini açıkladı. İngiliz Dışişleri Bakanı, Cenevre görüşmelerinin sonuca bağlanmasını istedi ve sonuca bağlanmaması durumunda Londra'ya geri döneceğini bildirdi. Callaghan-Güneş görüşmesi ve teknik seviyede kısa bir toplantı yapıldı. 30 Temmuz: Çekilmeyle ilgili tekliflerde anlaşmaya varıldı ve " Cenevre Deklarasyonu " imzalandı. 1 Ağustos: Mavros, Türkiye'nin Cenevre Deklarasyonu'nu ihlal ederek adada askerî ilerleme yaptığını söyledi ve ikinci kez görüşmelere gitmeyeceğini duyurdu. 2 Ağustos: Güneş, Türk köylerindeki Rum işgalinin devam ettiğini, bu durumda ikinci görüşmelere gidemeyeceğini bildirdi. 8 Ağustos: Üçüncü devletlerin girişimleriyle ikinci Cenevre konferansı 19.00'da başladı. Türkiye ve Yunanistan'ın görüş ayrılıkları nedeniyle uzmanlar seviyesinde üç ayrı komite kuruldu. 9 Ağustos: Görüşlerdeki ayrılıklar nedeniyle ikinci konferansa devam edilemedi. İki görüşmeler olan Kissenger'ın temsilcisi Hartman -Güneş, Güneş-Callaghan, Callaghan-Mavros görüşmeleri düzenlendi. Klerides ve Denktaş, Cenevre'ye geldi. 10 Ağustos ; Kelerides, "Bu toplantı anayasal sorunları ele almaya yetkili değildir." dedi. Denktaş, "Türkiye'nin teklif ettiği coğrafi federasyon, tek çıkar yoldur." dedi. 11 Ağustos: Callaghan, Denktaş-Klerides görüşmesinin yinelenmesini istedi. Görüşme yapıldı fakat olumlu sonuç çıkmadı. Güneş-Hartman ile tekrar görüştü. Üç dışişleri bakanı arasında yemekli görüşme yapıldı, sonuçsuz kaldı. 12 Ağustos: Türkiye iki öneri açıkladı: Birincisi altı kantonlu ve ikincisi iki bölgeli. Öneriler Klerides'e ve Yunan heyetine yollandı. Kıbrıs'taki Türk birlikleri takviye edildi. Güneş-Callaghan ve Güneş-Hartman görüşmeleri yapıldı. Klerides ile Mavros bu teklifleri görüşmek üzere kırk sekiz saat süre istedi. Mavros, "Silah gölgesinde antlaşma imzalanmaz." dedi. 13 Ağustos ; Mavros'un açıklaması üzerine Türk heyeti, Yunanistan'ın süre isteğini reddetti. 14 Ağustos. 05.00'te Türkiye'nin ikinci harekâtı başladı. Türk ordusuna bağlı birlikler, başkent Lefkoşa'ya girdi. Yunanistan, NATO müttefiki iki ülke arasındaki çatışmayı NATO'nun durduramadığı gerekçesiyle NATO'nun askerî kanadından ayrıldığını açıkladı. 14 Ağustos: 4 farklı Türk köyünde katliamlar: Muratağa, Sandallar, Atlılar ve Taşkent . 15 Ağustos ; Yunanistan Başbakanı Karamanlis, ülkesinin Kıbrıslıların yardımına gidemeyeceğini açıkladı. Olayların sorumlusu olarak Yunan cuntası ve Türkiye'yi gösterdi. BİR ANEKDOT Kıbrıs Barış Harekatı'nın ikinci safhası "Ayşe tatile çıksın" parolasıyla başladı. Ayşe tatile çıksın" parolası dönemin Dışişleri Bakanı Turan Güneş tarafından Başbakan Bülent Ecevit'e söylenmiştir. Ayşe ismi Turan Güneş'in kızı Ayşe Güneş Ayata'dan gelmektedir. " Ayşe tatile çıksın" parolasının hikâyesi Akın Simav’ın “Turan Güneş’in Siyasal Kavgaları” adlı kitabında anlatılmıştır. İkinci Cenevre Konferansı'na gitmeden önce Başbakan Ecevit'le ikimiz konuşuyor ve hazırlıkları son bir kez daha gözden geçiriyorduk. Bu arada konferansın yarıda kalması olasılığı üzerinde de konuştuk. O zaman aramızda bir parola tespitine de karar verdik. Tam o sırada Orhan Birgit beni aradı. Kendisine, görüşmelerinin uzun sürebileceğini, o nedenle, çocuklarımın beni beklemeden tatile çıkmalarını istediğimi söyledim. Birgit'ten kendilerine yardımcı olmasını, Marmaris Tatil Köyü'nde yer ayırtıvermesini rica ettim. Ahizeyi kapattıktan sonra başbakan bana döndü ve dedi ki: 'Ben parolayı buldum.' ' "Nedir?' '"Ayşe tatile çıksın. Eğer işler kopma noktasına gelirse, burada işler uzayacak, Ayşe tatile çıksın de, ben anlarım... Böylece parolayı da karara bağlamıştık.''

  • GERÇEĞİN EFSANESİ

    İnsan Bedrettin * Yusuf ERBAY, TürAnlatı, Temmuz 2021,192 s. İmge Kitabevi yayınları "Eşi benzeri olmayan zamanlardan birinde, eşi benzeri olmayan bir “İnsan”ı anlatır bu kitap. Çok yönlü kişiliği, renkli hayat çizgisi ve alışılmadık başkaldırısıyla, yenilenlerin tarihinden günümüze ışık tutmayı başarabilen Şeyh Bedreddin’i anlatır.  Bedreddin, adaletli bir uygulama, çağına göre yenilenmiş bir hukuk, feodal yapıya ve kişisel egemenliğe karşı bir sistem istiyordu. Dünya görüşü çoğulcu, tasavvufa bakışı doğacı, zihniyet yapısı sorgulayıcıydı. Hayat algısı, hukuk, adalet ve eşitlik üzerine kuruluydu.  Bilmeyi arzuladı, bilmeye cüret etti, bilmeye yeltendi. Bildiğini herkesin önünde söylemeye cesaret etti, kendi doğrusunu sonuna kadar savundu. Meydan okuması gerekiyordu, meydan okudu. İsyan edilmesi gerekiyordu, isyan etti. Sonuna kadar bilip inandığının peşinden gitti. Bilinmedik bir kıyamdı Şeyhin kıyamı. Kim görmüştü o vakte kadar, ezilenden yana duran bir “devletlû” kişiyi?  Başkaldırısı özgündü, kendisi de özgün bir şahsiyetti. Anadolu’da dini motiflerle başına adam toplayıp başkaldıran diğer isyancılara benzemezdi. Bedreddin, daha sonra dünyada meydana gelecek büyük başkaldırıların habercisiydi. Henüz tarihçilerin net bir fotoğrafını çekemediği, resmini çizemediği bir yolda, yüz hatları tam belli olmayan bir portredir Bedreddin. Akıl ve bilginin ötesinde, belki de sezgiyle çizilecek bir portredir. Üstü ne kadar örtülse de, daha derinlere gömülmek istense de, vakti geldiğinde silkinip bütün yüzyılların ötesinden “buradayım” diyen bir efsanedir Bedreddin.  Kazananlar ve onların kulları kaypak kelimelerle örterler gerçeğin üstünü. Perdenin ardında olgunlaşan gerçek, saldırgan inançların tarihini uysallaştırır. Önyargılar evrilir gerçeğe doğru. Zaman, şaşmaz adaletiyle bir gün hakkı sahibine teslim eder.  Gizlenen efsaneleşir ve efsanelerde canlanır kaybedenlerin gerçeği. Kazananların tarihi varsa, kaybedenlerin efsanesi vardır.  Bedreddin der ki: Herkesin kendince bir onuru, bir değeri vardır.  Herkes kendi evinin, kendi vicdanının sultanıdır. Ben de halimce Bedreddinem." * YAZAR Doç. Dr. Yusuf Erbay (d. 30 Ağustos 1961, Trabzon ), Türk bürokrat. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 'nden 1986 yılında mezun oldu. İngiltere'de, The Victoria University of Manchester 'da Avrupa Topluluğu üzerine master yaptı. Çukurova Üniversitesi Yönetim ve Organizasyon Bölümünde Doktorasını tamamladı. 2000 yılında "Yönetim Bilimi Doçenti" unvanını aldı. Urla ve Banaz 'da Kaymakam vekilliği, Karaisalı ve Korgan kaymakamlıkları, İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü'nde Şube Müdürlüğü, Daire Başkanlığı ve Genel Müdür Yardımcılığı, Nevşehir Valiliği, TOBB Genel Sekreterliği yaptı. 2003-2008 yılları arasında Yalova Valiliği, 2008-2009 yılları arasında Merkez Valiliği yapmıştır. 2009 yılında tekrar Yalova Valiliğine atanmıştır. Bakanlar Kurulu’nca 18/8/2010 tarihinde alınan karar uyarınca merkez valiliğine atanmıştır. 2020 Yılında da emekli oldu. Halen İstinye Üniversitesinde Prof. olarak hizmet vermektedir. Yönetim Alanında kitapları olduğu gibi "Üç Gül Ömrü" adıyla bir şiir kitabı ve farklı bir yorumla, Bedrettin'in kendi yapıtlarından ve söyleyişlerinden yararlanarak özgün bir çalışmayla BEDRETTİN'in hayatını anlattığı "GERÇEĞİN EFSANESİ İnsan Bedrettin" adlı yapıtı da bulunmaktadır. * ÖZELLİĞİ:Bir kitap tanıtım yazısı için ilk; iki günde 100+1'i gördü. SUPER POSTA: Yayınlandıktan sonraki 2 günde 100+1 ziyaretçi gördü. ÇOK OKUNANLAR: 3. günde maviADA sayfalarında 112 ziyaretçi, 5 beğeni; ayrıca internet genelinde 94 ziyaretçi alarak...

  • Milliyetçilik

    Adorno; Milliyetçilik için "Aynı anda hem geçerliliğini yitirmiş hem de güncel olabilen şey" demişti. Kökenleri ve gelişimi: Millet kelimesi 13. Yüzyıldan beridir kullanılan ve Latince doğum anlamına gelen ‘nosci’ kelimesinden türemiştir. Esasında Milliyetçilik terimi de 18. Yüzyıl ve sonlarına doğru yani Fransız Devriminin hem öncesine kadar pek de kullanılmamıştır. Milliyetçilik fikri ilk olarak Fransız Devrim (1789) ile ortaya çıkmıştır.. Bu döneme kadar ülkeler, hakimiyet alanlarında prenslik, krallık olarak isimlendirilmişlerdi. Bu değişim süreci 1. ve 2. Dünya Savaşlarında yükseliş trendinin en tepe noktasına varmıştır. 1.Dünya Savaşının nedenleri arasında birçok küçük Avrupa ülkesinin birbirleriyle sürtüşmeleri yatmaktadır. 19.ve 20.Yüzyıl başlarında Milliyetçiliğin gelişmesi, birçok bölgede yeni toplumların inşasına neden olmuştur. TDK sözlüğünde ise:“Milliyetçilik, ulusçuluk, ya da nasyonalizm, kendilerini birleştiren dil, târih veya kültür bağlarından bir üst-yapı oluşturabilmiş sosyâl birikimlerin adı olan millet veya ulus olarak tanımlanan bir topluluğun, yaşama ve ilerleme ülküsü” olarak tanımlanmaktadır. Rosa Luxembourg da “Milliyetçilik burjuva demagogları tarafından çıkarcı bir şekilde manipüle edilen, ortak kültür üzerine oturmuş, gerçek birlik duygularını sömüren, ‘yanlış bilinç’ten başka bir şey değil demişti”. Milliyetçilik, gücünün asıl kaynağını kitleleri yönlendirmekten almaktadır. Sağ ve burjuva ideolojisinin önemli unsurlarındandır. Emperyalist içeriği içinde barındırmaktadır. Milliyetçilik sınıf uzlaşmacılığını getirmektedir. Halka hizmet etmemektedir. Sınıf bilincinin gelişmesini engellemektedir. Dünya emekçilerini ayrıştırmaktadır. Irkçılığa kadar uzanmaktadır. Milliyetçiliğin yeşerdiği toprak, egemen mülkiyet ve iktidar ilişkisiyle ilgilidir. Milliyetçilik, insanların kendi benzerleriyle bütünleşme yoluyla kendilerini güçlü ve huzurlu hissetmek için tarihten beri başvurdukları yollardan biridir. Bir sınıfın bir başka sınıfı sömürdüğünü gizlemeye yönelmektedir. Yalana dayalı bir resmi ideoloji yaratma ve yayma gayreti bulunmaktadır. Bilimsel değil tamamen ideolojik bir tutumu ortaya koymaktadır. Öteki'nin değerleri de milliyetçiliği var etmektedir. . Kendini en önemli, en büyük saymayı ortaya koymaktadır. Girişimciliği değil tamamen tepkisellliği de getirmektedir. Başkalarına ait farklılıklara hoşgörü gösterilmemektedir, fiziksel baskıya varan yaptırımlar da uygulanabilmektedir. Kendisine ait olanı savunmamayı, olmayanı da -sözde- istemeyi getirmektedir. Düsman eksilmez, imgelerini kurgulamak ve yaygınlaştırmak milliyetçiliğin neredeyse “olmazsa olmazı”dır. İçinde sürekli ikilik bulunmaktadır. İnsanları ayırarak, gruplayarak , sınıflandırırak ve bunu insanların kişilikleriyle değil de doğum yeri, kan bağına göre değerlendirmeyi getirmektedir. Milliyetçiliğin gücü, bir “kimlik duygusu ve aidiyet” yaratma yeteneğinden kaynaklanmaktadır. Bütün bu yanlış edimler toplamından kaynaklı olarak da, halkları birleştirmeyip ayrıştırmaktadır. İçinde gücün evrensel birleştiriciliği yer almamaktadır, aslolan bireyin kendisidir. Milliyetçilik güçle beslenmektedir. Bir düşünceyi neden-sonuç ilişkisiyle bağlamadan , şüphecilikten ve sorgulamadan uzak, körü körüne bağlanmayı getirmektedir. İçinde doğulan şartları olağanüstü görmeyi sunmaktadır. İnsanın iradesi ile seçemediğiyle övünmeyi getirmektedir. Mantığın yerine duygularla hareket etmeyi sağlamaktadır. İki ucu keskin bir kılıç gibi insana deli cesareti verebilmektedir. Aklı da daraltmaktadır. Sistemin maşası olup, yapılan katliamlara tetikçilik yapmayı getirmektedir. Adına can alınabilmektedir . İnsana insan olmayı unutturabilmektedir. İnsanı insanlıktan çıkarabilen fanatizmi de sunabilmektedir. Savaşların çıkmasında veya destek görmesinde yani toplumsal mobilizasyona etkisi bulunmaktadır. Yasamın merkezine ulusu alıp, ona göre hareket etmeyi getirmektedir. Dünya barışını da olumsuz etkileyebilmektedir. Devleti ve savaşı yücelterek kutsallaştırmaktadır. "Ya sev ya terk et" söylemini ortaya çıkarmaktadır. Tutumları da kavgayı beslemektedir. İnsanların hayatına mal olabilmektedir. Milliyetçilik çağrısıyla sağduyu yaratılması da hatanın en büyüğüdür. Sağduyu bilinçlenmeyi değil aksine uyutulmayı getirmektedir. Dünyada büyük bir çıkmaz durumudur. Ne yazık ki dünyadaki tüm soykırımlar milliyetçilik kisvesi altında yapılmıştır. Silah tüccarlarının da işine yaramaktadır. Milliyetçiliğin antitezi de karşı milliyetçilik değildir. Özgür düşünmeyi ve başkaldırıyı büyük ölçüde sakatlayabilmektedir. Hükümetlerin sizi, evladınızı ölüme göndermesi, önlem almaması, koruyamaması vs yapılan bütün hataların üstünü örtmesinde anahtar rol oynamaktadır. Hırsızlığın, yolsuzluğun ve rüşvetlerin üstünü örtebilmektedir. Milliyetçiliğin etkin olduğu sistemde eğitime, iş ve sosyal hayatlarıyla ilgili sorunlarını duyurmaya çabalayan kadınlar değil de kendisini hayırlı bir eş ve cefakâr bir anne rolüne adamış biat eden kadınlar ön plana çıkarılmaktadır. Milliyetçilik militarizmin ve geleneksel ataerkil kültürün büyük ölçüde benimsenmesi nedeniyle cinsiyetçi bir nitelik taşımaktadır. “Türk kadını….şöyledir böyledir, Yunan kadını…" Özgürlüğü değil boyun eğmeyi getirmektedir. Emek geri plana düşürülmektedir. Sömürü yaygınlaşmaktadır. Nice dayatmalar, baskılar da yer almaktadır. Ne zaman "ulusal bütünlüğü tehlikeye sokacak" bir olay gerçekleşse "dış mihraklar"dan söz edilmektedir. Bu da devletin ve toplumsal yaşamın her kademesinde milliyetçiliğin bir koruma kalkanı olarak işlev görmesini doğallaştırmaktadır. Milliyetçilik sistemi anti-demokratik örgütlenmeleri de ortaya çıkarmaktadır. Milliyetçi düşünce savunulduğunda "Kentlerimiz yıkılamaz, hafızamız silinemez!” sloganları sokaklarda yer almamaktadır . Ülkenin derelerine “Hes”ler kurulup dağı taşı açgözlülerce işgal edilirken ve milyarlarca yıllık doğal hayat, yani aslında insanın bir parçası yok edilirken:“Dereler kurutulamaz, tosbağalar öldürülemez!” diye haykırılamamaktadır. Sahiller işgal, ormanlar talan edilirken duyarsızlık ve sessizlik ön plana çıkmaktadır. Bu sistemde kişinin düşünmesine gerek görülmemektedir. Çünkü devlet onun yerine her şeyi önceden düşünmüş ve ona bütün bilgileri hazırlamıştır: “vatan sağ olsun”... " "Dünyanın toprağı hiç kimsenin değildir, üstündeki meyveler herkesindir" dünya toprakları tüm dünya insanlarının ortak malıdır. Teknoloji üretmek, insanlığa faydalı olmaktır önemli olan, ikilikten kurtulmanın yolu: Evrensel değerlere sahip bir dünya görüşüne sahip olmaktan geçmektedir.

  • AYVALIK'TA BİR YAZ GÜNÜ

    Şenol YAZICI * Siz nasıl hayal edersiniz bilmiyorum ama cennet bile bir süre sonra yeknesaklığa bağlar, tekdüzeliğe teslim olur, sıkılırsınız. Yazlıklar da öyle. Her gün papaz pilav yer mi? Gördüğüm herkes öyle dersem yanlış bir sanmak olabilir, ama en azından ben öyleyim. Her gün deniz, her gün su olur mu? Tatilin en iyisi on gün, hadi benden de al bir beş gün; daha fazlası işkence, ekonomisi bir yana sıkıntıdan bayıyor. Ki ben iki buçuk aydır buralardayım. Bir yılda okumadığım kadar kitap okudum, yazmadığım kadar yazı yazdım. Ayvalık sokaklarının neyi meşhur; arnavut kaldırımları, pardon Kozak granitleri, kaç parke var desen söylerim. Öyle bir günde Zeki Sarıhan telefon etti. Sonunda dün itibarıyla Ayvalık'a gelmişti. İstersem görüşebilirdik. "Ne diyorsun, sen?" dedim. Şaşırdı. İncineceğini hissettiğim için atak davrandım: "Çakala tavuk yer misin demişler..." diye ekledim. Bu kez anladı, güldü. Ne de olsa Sarıhan askerlik ya da meyhane arkadaşım değildi. Benden oldukça büyüktür. Epeydir tanışırız, parlak zihnini, duru anlatımını, isabetli yargılarını, benim ülkemde bir insan ne kadar tarafsız olabilir bilmiyorum ama tarafsız olmaya çalıştığını, biraz da dediğim dedik olduğunu bilsem de huyunu suyunu tam bilmem. "Hemen buluşalım," demesin mi? Birkaç gün önce Trabzon'daydı, ondan önce Ordu'da, daha önce Iğdır'da... Bu günlerde de 81. doğum gününü kutladı. "Olur," dedim. Enerjiye bak. Ben ona gitmiştim. bu kez ona düşerdi ama... Belli bir yaştan sonra hep huy oluyor insan. Önceki görüşmelerimizden en çetrefilli söylediklerimi kolayca anlamasından algı yavaşlığı olmadığını biliyordum ama, yine de önlemli olmaktan zarar gelmezdi. "Nasıl yapalım? " dedim. Yanıt aklındaymış zaten. "Çıktığın bir yer varsa oraya gelirim. Bu arada tanıdıklara da haber versek, bir grup oluştursak ya, " dedi. "Senin tanıdıklar, benim tanıdıklar..." İrkildim, bu ne acele diyecektim, demedim. Bu konuda zaten yaralıydım. Deneylerim bana burada o işin çok zor olacağını söylüyordu. Sosyal anlamda bir sorun yoktu, aksine başka yerlerden çok nazik ve uyumlu ilişkiler mümkündü. Ne var ki ortak hareket edecek bir grup, sıkı arkadaşlıklar ..işte o zordu. " Zor olacağını düşünüyorum ama gelince konuşuruz," dedim Sözleştik. Yazdığım yazıyı bıraktım, zamanından önce gittim Sarızeybek'e. Daha gelmediğini görünce neyi amaçladığını bilmesem de Zeki Sarıhan'ın gönlü de olsun, bir kaç kişi bulayım bari dedim. Önce İ. Gözaçan''a telefon ettim. Daha önce Sarıhan'ın evine Gözaçan'la gitmiş, çayını içmiştik. Belki gelmek isterdi. Sonra da emekli milli eğitim müfettişi Namık Hocaya telefon ettim. İlgi duyarsan gel dedim. O arada telefonum çaldı. Sarıhan arıyordu. "Elimi sallıyorum, "dedi. "Gör elimi." Şaka mı bu diyordum ki etrafıma bakınınca kalabalığın içinde, ileride sahibi görünmeyen bir kolun sallandığını gördüm. Yok , bu adam ömrünü boşa geçirmemişti; öğrendiğinden kendini yaratmıştı.. -Zeki Sarıhan - U. Özışık-İ. Adem- Şenol Yazıcı- İ. Gözaçan- N. K. Akgök- -Arka fonda bizim toplantımızdan habersiz masum insanlar vardı. Ayrıca Ayvalık gibi yerde gökyüzü ve deniz olmadan resim mi olur? Bu nedenle fona azıcık müdahale ettik.- Yanına gittiğimde p azar alışverişini de ya p ı p öyle geldiğini gördüm. Sonra Sarızeybek'in müdavimi olan arkadaşlardan U. Özışık, İ. Adem ve arkasından da davet ettiğim N. K. Akgök geldi. Bir zaman sonra gelen İ. Gözaçan'la tamamlanmıştık, nerdeyse kendimle gurur duyacaktım, olmaz dediğim grubun bir modeli oluşmuştu bile.. Herkes birbiriyle tanıştı, ardından bir duralama, bana mı öyle geldi bilmiyorum ama olağan olmayan, tuhaf bir sessizlik duyumsadım. Öner Yağcı bir devir Ulusal TV'de program ya p ıyordu. Bir programında kerhen konuk konuşmacı olarak beni de çağırmıştı. Niye kerhen dedim; o günlerde o gruba ve liderleri Perinçek'e karşı bir ön yargım vardı. Beni haklı çıkaran gelişmeler de oldu. Perinçek'in kanalında çay bile içememiş, çıkışta Programın bant kaydını dahi ancak parasıyla alabileceğimi öğrenmiş, Yağcı'ya ayıp olmasa bırakıp gitmeyi düşünmüştüm. Ayten Mutlu da vardı etkinlikte. Uydurma bir stüdyoya canlı yayına girmiştik, herkeste o isteksizliği, söze başlayamama halini algılamıştım. O hali görünce Öner'in " Hepimizin ortak bir geçmişten, zorlu bir devrimci mücadelenin içinden geçtiğimiz" üzerine söylediği bir sözü temel alarak farklı bir bakış açısıyla başlamıştım sözüme: "Ne işe yaradı ki ?" demiştim. Her ne kadar biz ağlasak da, üzüntümüzü, pişmanlığımızı dile getirsek de birilerinin laf etmesine asla katlanamadığımız, bizim kurusıkı, karşı tarafın sahici kurşunlarla kovboyculuk oynadığımız şanlı devrimci geçmişimiz, nerden aklıma geldiyse hakikaten ters eğitim etkisi yapmış, o zavallı stüdyoda bir an içinde olsa adrenaline tavan yaptırmış hepimize bir heyecan gelmişti. Öner ilk şok geçtikten sonra itiraz etmiş, Ayten Mutlu benden yana olmuştu bile. Sonra edindiğim bu yöntemi uzun yıllar yaptığım programlarda uyguladım. Aslında teknik basitti. Seslendiğiniz insanlarda genel bir ilgisizlik gözlerseniz daha iyi bir yöntem bulamıyorsanız onların tabularına dokunur gibi yapın. -Şenol Yazıcı, İ. Gözaçan, N. K. Akgök, Zeki Sarıhan, Uğur Özışık, İ. Adem- Bu toplantıda birileri de aynı şeyi yapamaz mıydı? Birileri derken kim vardı ki başka? Bu dünya nankördür. Yaşadığınız günce bir tanrı kulu çıkıp sizi övmez, belki öldükten sonra... Oysa bir bu konuda, rakiplerim de teslim ediyordu, önceden iyi konuşuyormuşum. Ne var ki o, o zamandı. Sonra Tanrı verdiğini geri almaya kalktı, fazla geldiğinden mi, yoksa azlığından mı bilmem ama beynim, durduk yere ameliyat istemişti ve olmuştum da. O günden bu yana bir program koordine etmemiştim. Denese miydim? Neden olmasın, bir başlangıç olurdu işte. Soru dilimin ucundaydı zaten. Atatürk'le ilgili ciddi araştırmaları vardı Zeki Sarıhan'ın, birkaçından Tarih Kurumundan da ödül almıştı yanılmıyorsam, ama sanki ulusalcı diye kategorize edilmek istemeyen bir tavrı da vardı. Eminim ki " Son dönem "ulusalcıların" trendi yükseldi, siz de Atatürk'le ilgili çalışmalarınızda bu yükselişi göz önünde bulunduruyor musunuz?" diye bir soru birazcık olsun tanıdığım küçük kitlemizin ilgilerini de düşünürsek ateşe benzin dökmek gibi bir etki yapardı ve en az bir saati kurtarırdı. İyi de Zeki Sarıhan'ın bu alandaki performansını hiç bilmiyordum ve üstüne üstlük sonuçta benim konuğum sayılırdı. Masayı eğlendireceğim diye onu harcayamazdım. Bu ciddi risk olurdu. " Hocam Atatürk'le ilgili çok sayıda ciddi kitaplar yazdı." dedim arkadaşlara . Ardından Sarıhan'a "Atatürk'le ilgili yeni bir kitap var mı?" diye sordum. "Üstünde çalıştığım bir kitap var, anıları..." "Orda şunu gördüm, " diye ekledi. Bir an duraladı, paketinden bir sigara daha yaktı. Grup da kendi aralarındaki muhabbeti bırakıp ona dönmüştü bile. Zeki Sarıhan'ı düşünmeme gerek olmadığı o an anladım, verilen pası iyi değerlendiriyordu. Yine de ben konuğuma bir jest daha yapayım dedim: " Atatürk zamanında yazılmış, "az bile yazmış" deyişi nedeniyle Atatürk'ün hoşgörüsüne önek gösterilen bir İngiliz istihbarat subayının yazdığı kitap vardı hani, 1932'e kadar ele alıyordu; BOZKURT muydu neydi adı? " Bundan iyi malzeme çıkardı ama Sarıhan pası bu kez almadı, hatta anımsayamadı o kitabı ya da anımsamak istemedi nedense. " Kimin kitabı bu?" Niyeyse içerledim, bu kadar ünlü kitabın sükse bulamayışına... " Siz kitaplarınızı hangi yazarlardan yararlanarak yazıyorsunuz, Yılmaz Özdil'le , Lord Kinros'a mı, onlar Ata'yı övmekten başka bir şey bilmezler ki ," diye de soramadım tabi. "Cromwell miydi neydi?" diyerek 1600'lü yıllarda İngiltere'de yaşamış siyasetçi ve asker adamın adını ağzımın içinde geveledim. " O değil," diye söylendi o ve bir kaç grup üyesi de. Ben de yeni anımsıyormuş gibi "Amstrong, " dedim. "Evet o." "Neydi fark ettiğiniz konu?" diye üsteledim. Dedim ya birinin yapması gerekliydi bu rolü, yoksa bir yapışkanı olmayan gruplar çabuk yıkılırdı. Hoca da ummadığımız bir şey söyledi: "1927, 1928 de Atatürk bu işi bırakacaktı." Eminim herkesin ağzı açık kalmıştır. Yok, hakkını teslim etmeli, Sarıhan bu işte benden daha iyiydi, insanları uyandırmak için cami duvarını kirletmekle kalmıyor, o duvarı yıkıyordu. Doğru mu anladım diye düşündüm. Atatürk Kurtuluş Savaşına 19 Mayıs 1919'da başlıyor, kuruluşu, meclisi, cumhuriyeti, temel kurumları oldurmayı ancak başarmış, şa p ka kılık kıyafet gibi birbirine benzeyen bir millet yaratmaya çabalıyor, daha harf inkılabını bile ya pmamış, geride asıl devrimler var, onlara sıra bile gelmemiş, TC cumhurbaşkanlığını, devrimleri, kan ve gözyaşı ile kurtarılan vatanı bırakacak... İyi de kime? Atatürk diye bir şey kalmazdı ki. Belki de 15 dakika bunu tartıştı grup. Eminim ki daha da tartışırlardı ama bugün Sarıhan'a konuk muamelesi ya pma günüydü. Konuyu değiştirmek için son döneminde İnönü ile neden küs olduğunu sordum. İlişkilerine değindik bir süre. Sarıhan benim taşıdığım paslarla yetinmedi, inisiyatifi ele aldı: "İnönü ile neden küstü Atatürk?" dedi. Küçük söyleşiden istenilen yanıtı alamayınca "Atatürk Orman Çiftliği yüzünden," dedi. Sonra Atatürk'ün Hindistan'dan gelen parayla bu örnek uygulamaları uygulamaya koyduğunu, İş bankasını kurmasını ve Atatürk Orman çiftliğini satın almasını anlattı. Kurtuluş Savaşı öncesinde türlü nedenlerle memleketin iç ve dış ticareti yabancılar ile Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklarının eline geçmişti . Atatürk her alanda olduğu gibi bu alanda da örnek olmak istiyordu. Yaptıklarıyla millete ticarette de başarılı olabileceklerini anlatmaya çalışıyordu. İş Bankası'nın kurulumu, Atatürk Orman Çiftliği projesi... gibi kimi girişimleri Hindistan'dan gelen p arayla bizzat yapmıştı. Bu kuruluşlar zamanın içinde çok da başarılı olmuş, amacına ulaşmıştı. Ne var ki "milletin parası" nın üzerinde kalması Atatürk'ü yoruyordu. Biliyorsunuz Mustafa Kemal Atatürk, 11 Haziran 1937'de Trabzon Atatürk Köşkü'nde vasiyetini yazmış, mal varlığını Türk milletine bağışlamış, 'Mal ve mülk bende ağırlık yapıyor. Bütün malımı, mülkümü milletime bağışlamaktan ferahlık duyuyorum. İnsanın asıl zenginliği manevi mirasındadır' diye söylemişti. Havanın sıcaklığını unutmuş, zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştik, pazardan buraya gelen arkadaşların marullarının yaprakları mahmurlamış, çoktan sandalyelere serilmişti. Akşam yaklaşıyordu. O sözü icat eden "İNSANı" en iyi bilenmiş: Gönül sohbet ister, çay bahane... Kimse sıcaktan yakınmadı, akşamı ettik, hala konu bitmedi... Tadı damağımızda kalan söyleşiyi bir sonraki buluşmada tamamlamaya sözleşip ayrıldık. * *ÇOK OKUNANLAR *SÜ P ER P OSTA 5 Günde Kendi sayfasında 108 ziyaretçi , 10 Beğeni,; İnternet Genelinde 135 ziyaretçi, Kendi sayfasında hiç yorum yok, Sosyal medyada 3 Yorum aldı . Bu özellikleriyle BİR İLK YAZI, SÜPER POSTA

  • UYANDIK

    Yusuf Aksoy * İlkin kuşlar varken gökyüzünde kimsesizlik denen fukaralık yoktu gülüşlerimizle ısınan evlerimizde sabah rengindeydi düşlerimiz ezgileri aynıydı türkülerimizin ekmek aynı topraklardaki başaklardan sofralardaki su aynı çeşmedendi kara kışta kapanırdı kilitsiz kapılarımız mayından beter sınırlar yoktu nefret, sahipsiz bir kötülüktü mülkiyet yokken, bayrak yokken bayramları bitimsiz sokakların çığlığında uyandık birden, çıplak bir gün ortasında kana bezendi kardelenler açan dağlar ceylan sessizliğinde arkadan vurulan güvercin ormanların, nehirlerin şah damarıydı Ahparig! zeytin dalı hala elinde Fırat, Dicle, Kızılırmak, Meriç, Menderes ve tüm ezgili nehir boylarında senin sevdiğin çiçekler bitecek *

  • HİKAYE

    Cahit KÜLEBİ * Senin dudakların pembe Ellerin beyaz, Al tut ellerimi bebek Tut biraz! Benim doğduğum köylerde Ceviz ağaçları yoktu, Ben bu yüzden serinliğe hasretim Okşa biraz! Benim doğduğum köylerde Buğday tarlaları yoktu, Dağıt saçlarını bebek Savur biraz! Benim doğduğum köyleri Akşamları eşkıyalar basardı. Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem Konuş biraz! Benim doğduğum köylerde Şimal rüzgarları eserdi, Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır Öp biraz! Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin! Benim doğduğum köyler de güzeldi, Sen de anlat doğduğun yerleri, Anlat biraz!

  • Tarık Akan

    Tahsin Tarık Üregül ya da sahne adıyla Tarık Akan (d. 13 Ekim 1949, İstanbul – ö. 16 Eylül 2016, İstanbul), Türk oyuncu, yapımcı, senarist ve yazardır. 1970 yılında Ses dergisinin düzenlediği oyunculuk yarışmasına katılarak birinci olan ve 1971'de Solan Bir Yaprak Gibi filmiyle oyunculuk kariyerine başlayan Tarık Akan, bir anda Yeşilçam devrinin en ünlü oyuncularından birisi hâline geldi. Daha sonra 1972'de Suçlu adlı filmde oynayan Akan, bu filmle 1973'te Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü aldı. Aynı yıl, Yeşilçam'ın en iyi duygusal filmlerinden birisi olarak bilinen Canım Kardeşim filminde Halit Akçatepe ile başrol oynadı. 1974'te Ertem Eğilmez'in yönettiği ve Rıfat Ilgaz'ın aynı adlı eserinden uyarlanan Hababam Sınıfı filminde "Damat Ferit" karakterini canlandırdı ve bu karakterle büyük bir popülerlik elde etti. Ardından Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (1975) adlı serinin ikinci filminde rol aldı. Film, Akan'ın oynadığı son Hababam Sınıfı ve serinin en çok hasılat yapan filmi oldu. Aynı yıl Gülşen Bubikoğlu ile oynadığı Ah Nerede adlı romantik komedi filminde büyük bir başarı daha elde etti. - 1975'te oynayacağı Ah Nerede adlı romantik komedi filmiyle büyük başarı elde edecek, salon filmlerinin en sahici oyuncusu olacaktı- 1970'li yıllarda oynadığı filmlerle adından sıkça söz ettiren Tarık Akan; boyu, giyinişi ve saç stili ile o yıllara damgasını vurarak Yeşilçam'ın büyük jönleri arasına adını yazdırdı. Yeşilçam'ın "cici çocuğu" olarak bilinen Akan, 1978 yılında gösterime giren Maden filminde Cüneyt Arkın ile beraber başrol oynadı. Bu süreçten sonra 70'li yıllardaki tarzından yavaş yavaş uzaklaşan ve artık bıyıklı ve sakallı olarak toplumsal ve politik filmlere yönelen Akan; 1978 yılında Zeki Ökten ve Yılmaz Güney ortaklığında yapılan, Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz ile başrolü paylaştığı Sürü filminde oynadı ve bu filmle büyük bir başarı daha yakalayıp toplumsal filmlerdeki maharetini de gösterdi. Sürü filmi daha sonra, 1979'da İsviçre'deki Locarno Uluslararası Film Festivali'nde Altın Leopar Ödülü'nü kazandı. O yıllarda hem düşünsel hem de eylemsel olarak Yılmaz Güney'den etkilenen Tarık Akan, Güney'in yazıp yönettiği filmlerde oynamaya devam etti. Akan, 1981 yılında Yılmaz Güney ve Şerif Gören'in yönettiği, hikâyesi ve senaryosu Yılmaz Güney'e ait olan Yol filmiyle çok büyük bir başarı daha elde etti ve dünyaya adını duyurdu. Yol filmi 1982 yılında Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü'nü kazandı ve Akan, "En İyi Erkek Oyuncu" kategorisinde aday oldu. -Tarık Akan'ın oynadığı son film- 1990 yılında başrolünü oynadığı Karartma Geceleri adlı film Yeşilçam'ın klasikleri arasında yer aldı. 1994 yapımı Yolcu filmi, 1995 yapımı Yılmaz Güney: Adana–Paris belgeseli, 2002–03 yapımı Koçum Benim dizisi, 2003 yapımı Vizontele Tuuba ve 2009 yapımı Deli Deli Olma filmi gibi başka önemli yapımlarda da görev aldı. Deli Deli Olma filminde, 1981'deki Altın Palmiyeli Yol filminde beraber rol aldıkları Şerif Sezer ile 28 yıl aranın ardından başrol oynadı. Sinema kariyerine yedi tane Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu Ödülü sığdıran ve bu alanda birinciliği elinde tutan Tarık Akan, akciğer kanseri nedeniyle 16 Eylül 2016 tarihinde İstanbul'da hayatını kaybetti. - 1973 Yapımı "Canım Kardeşim" Tarık Akan'ın arayış filmlerinden biri ve en önemlisidir desek yeri. Çünkü sinemada sonradan evrilecek olduğu toplumcu sanatçı rolünden ip uçları taşır ve çok da başarılı olur.- Hayatı Asıl adı, Tahsin Tarık Üregül olan oyuncu 13 Ekim 1949 tarihinde İstanbul'da bir abla ve bir ağabeyden sonra üçüncü çocuk olarak doğmuştur. Akan, bir dönem subay olan babası Yaşar Üregül'ün görevi nedeniyle Erzurum, Dumlu'da yaşamıştır. Babasının başka bir yere tayini üzere Kayseri'ye taşındılar ve Akan ilkokulunu da burada tamamladı. Babasının emekliliği üzerine İstanbul'a tekrar taşındılar ve Bakırköy'e yerleştiler. Bakırköy'e taşındıktan sonra ortaokul ve liseyi burada tamamlamıştır. Lise'yi bitirdikten sonra, Yıldız Teknik Üniversitesi'ne girdi ve burada makine mühendisliği bölümünü okudu. Sinemaya geçmeden önce Bakırköy'deki plajlarda can kurtaranlık yapmaya başladı. Aynı zamanda sokaklarda işportacılık da yapmaya başladı. Yıldız Teknik Üniversitesi'nde, Makina Mühendisliği okuduktan sonra Gazetecilik Yüksek Okulu'na girdi ve bu okuldan mezun oldu. 1969 yılından sonra, 1970 yılında Ses dergisinin düzenlediği Sinema Artist Yarışması adlı yarışmaya katılarak birinci oldu. Yarışmada birinci olduktan sonra 1971 yılında ilk kez Fatma Girik ile birlikte başrol oynadığı sinema filmi Solan Bir Yaprak Gibi ile oyunculuk kariyeri başlamış oldu. 1979 yılında askerlik görevini yedek subay olarak Denizli'de yaptı. Sinemacılığın kötü gittiği 1978-1981 yılları arasında ticari taksi alarak kiralama sistemi ile ticaret hayatına devam etti. Tarık Akan, 1980 yılında 12 Eylül Darbesi'nde 12 yıl hapis cezası ile yargılanmış ancak 2,5 ay hücre hapsi cezası almıştır. 7 Ağustos 1986 tarihinde Yasemin Erkut ile evlenmiştir. Bu evlilikten 1986 yılında Barış Zeki Üregül dünyaya gelmiştir. Ardından 1988 yılında ikiz olan Yaşar Özgür ile Özlem dünyaya gelmişlerdir. 1991 yılında Bakırköy'de olan Taş Mektep adlı ilkokulun ortaklarından birisi olmuştur. 1995 yılında Aziz Nesin'in vefatından sonra görevini devralan oğlu Ali Nesin'den Nesin Vakfı başkanlığını devralmıştır. 2002 yılında Anne Kafamda Bit Var isimli bir kitap çıkarmıştır. Kitabında 12 Eylül Darbesi'nden sonra yaşadıklarını kaleme almıştır. Yazları fırsat bulduğunda Bodrum, Akyarlar'da Manço kulüp yanında taştan bir Rum evini restore edip dostlarını da ağırladığı yazlık evinde kalmayı tercih etmiştir. Kariyeri 1970-1976: İlk yıllar, Büyük başarı ve Şöhret Tarık Akan 1970 yılında Ses dergisinin düzenlediği Sinema Artist Yarışması'na katılarak birinci olmuş, daha sonra oyunculuk kariyeri başlamıştır. Tarık Akan, 1971 yılında Mehmet Dinler'in yönettiği Fatma Girik ve Münir Özkul'un başrolleri paylaştığı Solan Bir Yaprak Gibi adlı filmde Murat karakterini canlandırarak Yeşilçam'a adımını atmıştır. 1972 yılında vizyona giren diğer filmi, Beyoğlu Güzeli adlı filmde Hülya Koçyiğit ile başrolde oynamıştır. Ertem Eğilmez ile ilk kez çalışırken, aynı zamanda 1970'li yıllarda kendisiyle eşleşmiş olan "Ferit" adlı karakteri oynadığı ilk filmidir. 1971 yılında Vefasız ve Melek mi, Şeytan mı? adlı filmlerde yer almıştır. 1972 yılında ise ilk olarak Sisli Hatıralar adlı filmde Türkân Şoray ile başrol oynamıştır. Ardından Azat Kuşu ve Kaderimin Oyunu adlı filmlerde oynamıştır. Aynı yıl ilk romantik-komedi filmi olan Mehmet Dinler'in yönettiği Suçlu adlı filmde Fatma Belgen ile başrol oynamıştır. İlk büyük başarısı bu filmle olmuştur. Filmde oynayan Akan, 1973 yılında Altın Portakal Film Festivali'nde En iyi Erkek Oyuncu ödülünü almıştır. Ardından Yeşilçam'ın büyük talep gören oyuncuları arasına girmiştir. -1972'de oynadığı Suçlu filmi ona ilk Altın Portakal'ını ve oyuncu itibarını da getirecekti - Yakışıklılığı, uzun boyu, giyim tarzı ve saç stiliyle aranan oyuncu haline gelmiş ve kısa zamanda büyük bir ilerleme kat etmiştir. Bu başarısının ardından Para, Aşkların En Güzeli ve Üç Sevgili adlı filmlerde oymamıştır. 1972 yılında Hülya Koçyiğit, Adile Naşit, Münir Özkul ve Hulusi Kentmen gibi büyük oyuncuların yer aldığı Sev Kardeşim adlı filmde oynamıştır. Aynı yıl Kemal Sunal ile birlikte oynadığı ve Sunal'ın ilk filmi olan Tatlı Dillim adlı filmde Filiz Akın ile başrol oynamıştır. Filmde Halit Akçatepe, Metin Akpınar, Zeki Alasya ve Münir Özkul gibi oyuncular da yer almıştır. 1972 yılında oynadığı son film olan Feryat adlı film ise Emel Sayın ile ilk defa başrol oynadığı film olmuştur. 1973 yılına gelindiğinde ilk olarak Yeryüzünde Bir Melek adlı filmde oynamıştır. Ardından Necla Nazır ile birlikte başrol oynadığı Umut Dünyası adlı filmde yer almıştır. Daha sonra Emel Sayın ile birlikte Yalancı Yarim adlı filmde başrol oynamıştır. 1973 yılında Halit Akçatepe ve dönemin çocuk oyuncusu olan Kahraman Kıral ile birlikte Canım Kardeşim adlı filmde başrol oynamıştır. Film Yeşilçam'ın klasikleri arasına girmiş ve en iyi dram filmlerinden birisi olmuştur. 1973 yılında son olarak Bebek Yüzlü adlı filmde oynamıştır. 1974 yılında vizyona giren Oh Olsun filminde Hale Soygazi ile birlikte başrol oynamıştır. Ardından Lütfi Ömer Akad'ın yönettiği Esir Hayat filminde Perihan Savaş ile başrol oynamıştır. Memleketim, Kanlı Deniz gibi filmlerde oynadıktan sonra, Mahçup Delikanlı ve Boşver Arkadaş adlı filmlerde boy göstermiştir. 1975 yılında Yeşilçam'ın en iyi filmlerinden birisi olarak gösterilen ve büyük oyuncu kadrosunun yer aldığı Mavi Boncuk adlı filmde yer almıştır. Filmdeki Emel Sayın'ı kaçırma sahnesi ise Yeşilçam'ın akılda kalan büyük sahnelerinden birisi olmuştur. Ardından Yeşilçam'ın gelmiş geçmiş en büyük komedi filmlerinden birisi olarak kabul edilen Hababam Sınıfı adlı filmde "Damat Ferit" adlı karakteri canlandırmıştır. Film 1975 yılında gişede hasılat rekoru kırmıştır. Film İmdb adlı internet sitesinde 9.5/10 alarak tarihin en yüksek puanlarından birini almış, büyük başarılara imza atmıştır. Filmdeki her karakter ve her sahne hafızalara kazınmıştır. Filmden Kel Mahmut, Hafize Ana, Güdük Necmi, Damat Ferit, Tulum Hayri, Hayta İsmail, Domdom Ali, Deli Bedri, Badi Ekrem ve Kemal Sunal ile özdeşleşmiş olan İnek Şaban gibi karakterler çıkmıştır. Hababam Sınıfı'nın ardından, Ateş Böceği adlı romantik-komedi filminde Necla Nazır ile başrol oynamış, film vizyona girdiğinde büyük başarı göstermiştir. Ardından, Çapkın Hırsız ve Gece Kuşu Zehra gibi filmlerde başrol oynamıştır. Bu filmlerin ardından 1975 yılında art arda üç romantik-komedi filminde oynamıştır. Delisin ve Evcilik Oyunu filmlerindeki büyük başarısından sonra Yeşilçam'ın bilinen en iyi romantik-komedi filmlerinden birisi olarak kabul edilen Ah Nerede adlı filmde Gülşen Bubikoğlu ile başrol oynamıştır. Film vizyona girdiği dönemde büyük bir hasılat elde etmiştir. 1976 yılında Yeşilçam sinemasının en kalabalık kadrolarından birisi olarak kabul edilen Bizim Aile adlı filmde rol almıştır. Film klasikler arasına adını yazdırmıştır ve en iyi Türk filmlerinden birisi olarak tarihe geçmiştir. Aynı yıl Gizli Kuvvet ve Cani adlı filmlerde oynamıştır. 70'li yıllarda Gülşen Bubikoğlu ile oynadığı romantik-komedi filmleri ile büyük sükse yapmıştır. Bubikoğlu ile Kader Bağlayınca adlı bir filmde daha oynamıştır. 1976 yılında son olarak Öyle Olsun ve Aşk Dediğin Laf Değildir adlı filmlerde rol almıştır. 1977-1989: Tarz değişimi ve Ödüller 1976 yılından sonra ciddi bir karar alarak değişme kararı almıştır. Oynadığı romantik-komedi filmleri ile büyük ün kazanmıştır. Romantik-komedi filmlerinin çizgisinden çıkıp daha ciddi filmlerde oynama kararı aldığında henüz 28 yaşındadır. 1977 yılından sonra bıyık bırakarak daha ağır rollerde oynamıştır. 1977 yılında az da olsa yine romantik-komedi ve komedi filmlerinde oynamıştır. Bunlardan ilki 1970'li yıllarda Gülşen Bubikoğlu ile birlikte oynadığı son romantik-komedi filmi Bizim Kız adlı film olmuştur. Aynı yıl Öztürk Serengil ve Robert Widmark ile bir komedi filminde rol almıştır. 1970'li yıllarda oynadığı son komedi filmi ve oynadığı son bıyıksız film Sevgili Dayım adlı film olmuştur. Bıyıklı olarak oynadığı ilk film Baraj adlı dram, gerilim filmi olmuştur. Ardından Nehir adlı filmde rol almıştır. 1978 yılında Şeref Sözü adlı Perihan Savaş ile oynadığı dram filmi vizyona girmiştir. Maden adlı filmde Cüneyt Arkın ile başrol oynamıştır. Film çok büyük başarı elde etmiştir. Yeşilçam tarihinin en iyi filmlerinden birisi olarak kabul edilmiştir. Bu büyük başarının ardından, Seninle Son Defa adlı filmde oynamıştır. Filmin bir bölümü Kıbrıs'ta çekilmiştir. Ardından Erden Kıral'ın ilk uzun metrajlı filmi olan Kanal adlı filmde oynamıştır. Filmin müzikleri, 1979 yılında Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Müzik Ödülü'nü almıştır. Bu filmden sonra, 1978 yılında çekimlerine başlanan ve 1979 yılında vizyona giren, Zeki Ökten'in en iyi filmlerinden birisi olarak bilinen Sürü adlı filmde Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz ile birlikte başrolleri paylaşmıştır. Sürü filmi büyük yankı uyandırmış ve Yeşilçam'ın en iyi filmleri arasına girmeyi başarmıştır. Film, 12 Ekim 2011 tarihinde düzenlenen Altın Portakal Film Festivali'nde Geç Gelen Altın Portakallar gecesinde En İyi Film ödülünü almıştır. Ödülün filmden 31 yıl sonra alınmasının nedeni ise, 12 Eylül Darbesi'nden dolayı 1980 yılında ödül gecenin düzenlenememesidir. 1978 yılında son olarak Lekeli Melek adlı filmde rol almıştır. 1979 yılına gelindiğinde, ilk olarak Atıf Yılmaz'ın yönettiği Adak adlı filmde Necla Nazır ile başrol oynamıştır. Ardından, Demiryol adlı filmde usta oyuncu Fikret Hakan ile birlikte başrol oynamıştır. Film, Altın Portakal Film Festivali'nde "En İyi Film", "En İyi Yönetmen" (Yavuz Özkan), "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu" (Sevda Tolga) ve "En İyi Erkek Oyuncu" (Fikret Hakan) dalında dört ödül alarak büyük başarı göstermiştir. 1980 yılında 12 Eylül Darbesi'nden dolayı Yeşilçam'da çok az film çekilmekteydi. Tarık Akan, bu nedenle bu yıl içerisinde hiçbir filmde rol almamıştır. 1981 yılında ilk olarak Müjde Ar ile başrol oynadığı Deli Kan adlı filmde oynamıştır. Filmin yönetmeni Atıf Yılmaz, filmi Zeyyat Selimoğlu'nun 1976 yılında yayınlanan Deprem adlı hikâye kitabından uyarlamıştır. Ardından, Herhangi Bir Kadın adlı filmde yer almıştır. Yılmaz Güney ve Şerif Gören'in birlikte yönetmenliğini üstlendiği Yeşilçam'ın gelmiş geçmiş en iyi filmlerinden birisi olan Yol adlı filmde Şerif Sezer ile birlikte başrol oynamıştır. Film, senaryo aşamasındayken adı Bayram olarak belirlenmiş, fakat sonradan değiştirilmiştir. Film 1982 yılında dünyanın en prestijli ödül törenlerinden birisi olarak kabul edilen Cannes Film Festivali'nde en büyük ödül olan Altın Palmiye'yi alarak Türkiye'ye bir ilki yaşatmıştır. Film dünya çapında gösterime girmiştir. Tarık Akan, Cannes'a "En İyi Erkek Oyuncu" dalında aday gösterilmiştir. Filmi, 1983 yılından sonra izlemek yasaklanmıştır. Fakat, 1999 yılında İmaj stüdyoları tarafından tekrar restore edilerek aynı yılın Şubat ayında gösterime girmiştir. 1982 yılında Nazmi Özer'in Arkadaşım adlı filminde oynamıştır. Daha sonra, Fatma Girik ile birlikte başrollerini paylaştığı Kaçak adlı filmde oynamıştır. Filmin ilk versiyonunu 1962 yılında Lütfi Ömer Akad, Üç Tekerlekli Bisiklet adıyla çekmiştir. 1983 yılında ilk olarak Derman adlı filmde Hülya Koçyiğit ile birlikte başrol oynamıştır. Ardından, Çocuklar Çiçektir:Kuduz ve Gecenin Sonu gibi filmlerde rol aldıktan sonra, Beyaz Ölüm adlı polisiye-suç filminde Ahu Tuğba ile başrol oynamıştır. 1984 yılında ilk olarak Zeki Ökten'in yönettiği Pehlivan adlı filmde oynamıştır. Akan, bu filmdeki performansı ile 21. Altın Portakal Film Festivali'nde "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü kazanmıştır. -1990 ya p ımı Rıfat ILGAZ'ın eserinden uyarlanan KARARTMA GECELERİ filmi bir çok ödül aldı, büyük sükse ya ptı- Sonra, oyuncu kadrosunda Ahu Tuğba, Nuri Alço, Diler Saraç ve Şemsi İnkaya gibi isimlerin bulunduğu Yosma adlı filmde oynamıştır. Ardından, Damga ve Kayıp Kızlar adlı filmlerde oynamıştır. 1984 senesinde oynadığı son film, 70'li yıllarda oynadığı her filmle olay olduğu partneri Gülşen Bubikoğlu ile birlikte Alev Alev filmiyle olmuştur. Filmin bir diğer başrol oyuncusu ise usta aktör Cüneyt Arkın olmuştur. 1985 yılında Muammer Özer'in yönettiği Bir Avuç Cennet adlı filmde Hale Soygazi ile birlikte başrol oynamıştır. Türkiye-İsveç ortak yapımı olan film yurt içi ve yurt dışında toplam beş ödül kazanmıştır. Bunlardan birisi "İsveç Göçmen Filmleri Festivali", Özel Ödülü'dür. Filmin ardından, 1985 yılında oynadığı ikinci film Kan adlı filmde "Haydar Ali" rolünü canlandırmıştır. Daha sonra, Hülya Avşar'la birlikte başrol oynadığı Tele Kızlar adlı filmde "Şahin" karakterini canlandırmıştır. 1985 yılında son olarak Son Darbe ve Paramparça adlı filmlerde oynamıştır. 1986 yılında Halkalı Köle, Adem ile Havva, Acı Dünya, Ses ve Kıskıvrak gibi filmlerde oynadıktan sonra, Erdal Özyağcılar ve Oya Aydoğan ile birlikte başrol oynadığı Beyoğlu'nun Arka Yakası adlı filmde oynamıştır. 1987 yılı içerisinde Yağmur Kaçakları, Skandal, Su Da Yanar gibi çeşitli filmlerde oynamıştır. Fakat aynı yıl oynadığı Çark adlı film çok büyük bir çıkış yapmıştır. İşçi sınıfının en örgütsüz ve en çok ezilen kesimlerinin yaşantısına ışık tutan özelliğiyle dönemin en dikkat çekici filmlerinden birisi olmuştur. 1987 yılında son olarak Kızımın Kanı adlı filmde oynamıştır. 1988 yılında sadece üç filmde rol almıştır. Bunlar El Kapıları, Dönüş ve Üçüncü Göz adlı filmlerdir. 1989 yılında İkili Oyunlar, İsa, Musa, Meryem, Leyla ile Mecnun ve Kimlik adlı filmlerde oynamıştır, bunlardan en çok ses getireni Meral Konrat ile birlikte oynadığı "İsa, Musa, Meryem" filmi olmuştur. 1990-2016 1990'lı yıllarda daha az sinema filmlerinde yer almıştır. 1990 yılında Bir Küçük Bulut, Devlerin Ölümü ve Berdel gibi filmlerde oynadıktan sonra aynı yıl oynadığı son film Karartma Geceli adlı filmde Nurseli İdiz ile birlikte başrol oynamıştır. Rıfat Ilgaz'ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan film 1991 senesinde senesinde yurt içinde ve yurt dışında birçok ödül almıştır. 1991 yılında Bir Kadın Düşmanı ve Uzun İnce Bir Yol adlı filmlerde oynadıktan sonra, aynı yıl oynadığı Siyabend ile Heco adlı, iki Kürt gencin aşk yaşamını anlatan filmde bir kez daha dikkatleri üzerine çekmiştir. 1992 yılında hiçbir filmde oynamamış, fakat ilk kez bir televizyon dizisinde rol almıştır. Taşların Sırrı adlı dizide "Kuray" adlı karakteri canlandırmıştır. Dizi Star TV'de yayımlanmıştır. 1993 yılında ise ne TV dizisinde ne de sinema filminde oynamamıştır. 1994 yılına gelindiğinde Yolcu ve Çözülmeler adlı iki sinema filminde oynamıştır. 1995 yılında ise beş yönetmene ait beş kısa filmden oluşan Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey adlı filmde rol almıştır. 1997 yılında Mektup filminde rol aldı. Aynı yıl yönetmen Yusuf Kurçenli ile ortak olarak Antika Talanı:Karun Hazinesi adlı belgesel yapımı gerçekleştirdi. 1999 yılında ilk olarak Hayal Kurma Oyunları adlı filmde Ayşegül Aldinç ile başrol oynamıştır. Ardından aynı sene oynadığı 1980 darbesinin bir aile üzerindeki etkisini anlatan Eylül Fırtınası adlı filmde Zara, Nejat İşler, Hazım Körmükçü, Kutay Özcan ve Deniz Türkali ile beraber oynamıştır. 2000 ve 2002 yılları arasında oyunculuğa ara veren Akan, 2002 yılında tekrar beyaz perdeye geri dönmüştür. İlk olarak Gülüm adlı filmde oynamış, daha sonra Abdülhamid Düşerken adlı, kadrosunda büyük oyuncuların yer aldığı ve Yeşilçam tarihinin 1 milyon doları aşan bütçesiyle o zamana kadar çekilmiş en pahalı filminde oynamıştır. Ardından 2002-2003 yılları arasında TRT 1'de yayımlanan gençlik dizisi Koçum Benim'de başrol oynamıştır. Koçum Benim adlı dizisi devam ederken, 2001 yılında çekilen Vizontele adında klasik olmuş olan filmin, 2004 yılında çekilen ikinci filmi Vizontele Tuuba adlı filmde "Güner Sernikli" adlı karakteri canlandırmıştır. Aynı yıl Koçum Benim adlı dizisi bittikten sonra Gece Yürüyüşü adlı televizyon dizisinde oynamış fakat dizi fazla sürmemiştir. 2006 yılında dördüncü televizyon dizisi olan Ahh İstanbul adlı dizide oynamıştır, fakat bu dizisi de fazla sürmemiştir. Oyunculuğa iki yıl ara veren Tarık Akan, 2009 yılında Şerif Sezer ile birlikte Yol filminin ardından Deli Deli Olma adlı sinema filminde oynamıştır. Film iyi bir hasılat elde etmiştir. Filmde Akan'ın gençliğini büyük oğlu Barış Zeki Üregül oynamıştır. Kişisel yaşamı 1986 yılında Yasemin Erkut ile evlenen oyuncunun aynı yıl Barış Zeki Üregül adlı oğlu dünyaya gelmiştir. İki yıl sonra, 1988 yılında Yaşar Özgür Üregül ve Özlem Üregül adındaki ikiz çocukları dünyaya gelmiştir. Oyuncu, evlendikten üç yıl sonra 1989 yılında boşanmıştır. 1990 yılında, Acun Günay ile birlikte yaşamaya başlamıştır ve birliktelikleri ölümüne kadar devam etmiştir. Akan'ın, ilk çocuğu olan Barış Zeki Üregül 2009 yılında Tarık Akan'ın da oynadığı "Deli Deli Olma" adlı filmde babasının gençliğini oynayarak oyunculuk hayatına atılmıştır. 8 Ekim 2009'da trafikte bir sürücünün saldırısına uğramıştır. Ölümü Tarık Akan; günde üç paketi aşkın, şekilde yoğun biçimde sigara tüketmekteydi. Akciğer kanseri olan Akan, yaklaşık 1.5 yıldır tedavisini İstanbul'da sürdürmekteyken 16 Eylül 2016 tarihinde hayatını kaybetti. Cenazesi için 18 Eylül 2016 tarihinde Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nda düzenlenen anma etkinliği sonrasında, Teşvikiye Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Bakırköy Mezarlığı'na defnedildi. Siyasi görüşü ve 1980 darbesi Tarık Akan, siyasi görüşünü şu ifadeler ile açıklamaktadır. "Sanatçı dediğin andan itibaren; dünyaya bakışı, yaşamı, görüşleri, her şeyi politiktir. Bu politik düşünce hiçbir zaman gerici, muhafazakâr, tutucu bir politika değildir." 1978 yılından itibaren Maden filmi ile sosyal mesaj içerikli filmlerde ağırlıklı rol almaya başladı. Özellikle, Yılmaz Güney'in projeleri olan Sürü ve Yol filmleri ile politik filmlerde oynayabileceğini göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yaşanan darbelere ilişkin "27 Mayıs ve 28 Şubat darbe değildir. Birincisi önümüzü açtı, yeni düşüncelerle tanışmamızı sağladı. Çünkü laik Cumhuriyet'ten uzaklaşmamızın önünü kapattı. 1971 darbe teşebbüsü ve 1980 Darbesi faşist darbelerdir. Türkiye'yi bugünkü noktaya taşıyan hareketler. 1980 son vuruştur emperyalizm için. TSK bu ülkenin her şeye rağmen en önemli kurumu." ifadelerinde bulunmuştur. 1979 yılında İzmir'de Nâzım Hikmet'in doğum yıl dönümüne katılmak ve Barış Derneği’ne üye olmak suçlarından yine yargılanır. Spor salonunda yapılan o doğum yıl dönümüne binlerce insan katılmışken bir tek Tarık Akan'a dava açılmıştır. 1987 yılında davadan beraat etmiştir. Tarık Akan, 1980 darbesinden sonra, Almanya'da yaptığı bir konuşma sonrası yurda dönüşünde tutuklandı ve 2,5 ay cezaevinde kaldıktan sonra 31 Mart 1982’de beraat etmiştir. 1999 seçimlerinde CHP, Bakırköy belediye başkan adaylığı teklif götürdü fakat Akan bunu kabul etmedi. 2009 yerel seçimleri'nde CHP tekrar Bakırköy'den adaylık teklif etse de Akan teklifi yine reddetti ve şu açıklamayı yaptı: Politika denen şey benim becerim dışında. O nedenle aktif siyaseti düşünmüyorum. CHP benim partim ama ben oyuncuyum. Filmimi çekerim, duygularımı, düşüncelerimi öyle de anlatırım. Polemiğe girmek istemiyorum ama Zülfü Livaneli CHP'den milletvekili oldu, bunu kaç kişi biliyor. Hiç sesi çıkmıyor. 2008 yılında Ergenekon davaları'nın rezalet olduğunu söylemiş ve 2012 yılında Ergenekon davasının duruşmasına katılmıştır. 2013 yılında yapılan Gezi Parkı protestoları destek vermek için protestolara katılmıştır. Kitap Tarık Akan 12 Eylül Darbesi'nin ardından Almanya'daki konuşmasından ötürü tutuklanarak cezaevinde kaldığı süreyi ve yargılama sürecini Anne Kafamda Bit Var isimli bir kitapla kaleme aldı. Dönemin önemli olaylarına da değindiği anı kitabı ilk kez 2002'de yayımlanmış ve daha sonra da onlarca yeni baskıları yapılmıştı. Kitabın bir bölümünde de Yol filminin yapım öyküsüne yer verilmiştir. * DERLEME KAYNAK: İnternet TASARIM ve DÜZENLEME: Aycan AYTORE

  • Bir ORHAN VELİ Öyküsü

    HOŞGÖR KÖFTECİSİ O kadar şair bilmişiz ki... başka hiçbir şey olmazmış gibi geliyor. Memuriyeti bile lüzumsuz bir ayrıntı. Bir de o saçma ölümü; çukura düşüp ölmesi, uydurulmuş sanki... Ona şiir ve GARİP akımı dışında başka hiç bir şey uymaz gibi, ötekiler şehir efsanesi... Adı bile... Fazla tiyatral... Oysa hepsi yalansız... Şiire, o kutsal metne "Süleyman Efendinin Nasırı"nı sokan, konuşur gibi dizeler kurgulayan, sanki acemilikten, ağzından öyle dökülmüş gibi başlayarak oldurduğu şiiriyle Türk şiirinin en tumturaklı ve aristokrat döneminde inanılmaz bir ayaktakımı(!) darbesine elebaşılık ederek GARİP akımını olduran adam o: ORHAN VELİ... Şimdi deseler ki, ya öyküleri?.. İnanır mıydınız? ÖYKÜLERİ DE VARMIŞ. Edebiyat denilince sanatlı söyleyişlerin anlaşıldığı bir dönemde oldurduğu öykü dili, şiir diliyle özünde aynı: Dupduru, gündelik yaşamdan alıntı, yalın bir Türkçe... İçindeki en sanatlı söyleyiş, yayına hazırlayanın eklemesi değilse "domuzuna güzel bir hava..." ya da "korkunç güzel kız...". Azıcık daha yaşasa öyküde de bir devrime kesin imza atardı sanki, dedirtir öyküler bunlar. Bir şey anlatmayışıyla, bir olay kurgulamayışıyla CEHOV... Toplumsal eşitsizliklere, zengin yoksul ayrımına ironili göndermeleriyle epey GORKİ...Ama ikisi de değil... "Benim için aşk, bir beyaz otomobildir," diyor, bir öyküsünün kişilerinden küçük burjuva bir kadın. Aynı öyküde, ama tehlikeli böyle şeyler de der, Orhan Veli: "İnsana sol diyorlar, komünist diyorlar..." diyerek dönemin siyasetinden ipuçları da verir. 1947-1950 yılları arasında Tanin, Seçilmiş Hikayeler ve Yaprak dergilerinde yayınlanan öyküleri toplayıp kitap yapmış Yapı Kredi yayınları... İyi de yapmış... Güzel adamlar galiba çoktan gitti... hissi bırakmaya yetmese de kitap hoş bir tat HOŞGÖR KÖFTECİSİ... Değer...

  • ORHAN KEMAL

    Dünyada Harp Vardı - I – - Sürgünler geldi, dediler. Zaten bekliyorduk. Koştuk cezaevinin taş merdiveni başına: Ben, Necati, Kosti, Bobi Niyazi. Dördümüz de hükümlüydük. Necati'yle Kosti bir gece Beyoğlu sinemasının gişesini soymağa kalkıp yakalanmaktan yedişer yıl yemişlerdi. Bobi Niyazi, aslında esrar satmak ama, "arkadaşlar matrağına cebime esrar koymuşlar, polisler kaçak çakmak taşı ararlarken enselediler, adımız esrarcılığa çıktı!" diyordu. Neyse, koştuk cezaevinin idareye çıkılan taş merdivenlerine. Bir başka İl'in cezaevinden bizim cezaevine sürgün edilenler, büyük demir kapıdan içeriye ikişer ikişer sokuluyorlardı. Ortadaki kalın, upuzun zincire bileklerinden sıkı sıkıya bağlı cezalılar yüzelli çifttiler, tamam üçyüz kişi! Yalın ayakları, paramparça üst başlarıyla mide bulandırıcıydılar. Saçları sakallarına karışmıştı. Her içeri giren çift, onları getiren candarmaların önünde duruyor, bileklerini bağlayan kelepçenin küçücük kilidi açılmadan önce, üç yüz sarı dosya arasından "Şahsi dosya" ları bulunuyor, bizim cezaevi idarecilerine teslim ediliyorlardı. Ağır ağır, ama gittikçe çoğalan, tehlikeli bir kalabalık birikiyordu cezaevi bahçesinde. Yalın ayaklı, partallar içinde aç bir kalabalık. Önce güneşin altında esneyip geriniyor, sonra da açlık ve uykusuzluklarını belirten gözleriyle çevreye bakınıyorlardı. Cezaevi avlusunun yüksek duvarları diplerinde mısır ekiliydi. Boy atmış mısırlar. Sürgünlerin bir anda bu mısırlara saldırdıklarını, çekirge bulutu çöküp kalkmış tarla gibi, mısırların temizleniverdiğini gördük. Ufak tefek, semiz bir kedi yavrusunu hatırlatan Bobi: -Yuuuuh, dedi. Yuh be. Bunlar benden de aç! O, aç olmaktan çok, açlıktan söz açıp üçün beşin yoluna bakma dümenindeydi. Görüşmecileri gelen tutuklulardan uçlandığı ekmek, zeytin, peynir, tereyağı, helva, ne bileyim yiyecek, giyeceği çabucak paraya çeviriverir, günün birinde dışarı çıkınca geçinebilmek için tutacağı işe para biriktirirdi. Sürgünler avluda gittikçe çoğalıyordu. Başgardiyan bir ara düdüğünü sert sert öttürdü, sonra da bağırdı: -Buraya gelin bakayım. İçtima! Ellerinde mısır koçanları, çöp tenekelerinden kapışılmış kuru ekmek, zeytin çekirdekleriyle sürgünler Başgardiyana da, düdüğüne de boş veriyorlardı. Zararlı tırtıllar, ya da sürüngenler gibiydiler. Çiğ mısır koçanlarını dişliyor, zeytin çekirdeklerini kırıp içlerini ağızlarına atıyorlardı. Dünyada harp vardı! Alman Nazilerinin motörlü birlikleri, tarihsel bir öfkeyle Avrupayı, ne Avrupası, bütün dünyayı bir yandan kuzeyin uçsuz bucaksız bozkırlarına öte yandan Atlantiğin, Akdeniz'in çivit maviliklerine sürüyorlardı. Dünyada harp vardı! Türkiye harbin dışındaydı ama, gene de dikenli kabuğuna olanca sinirliliğiyle çekilmiş korkunç bir alerji içinde, bekliyordu. Şeker beş yüz kırık beşe satılıyordu. Kesme şekerin topağı çeyreğe gidiyordu cezaevinde. Kilosunu beş yüz kırk beşe alan cezaevi karaborsacıları, böylelikle kiloyu sekiz, on hatta hatta on iki, on beş liraya getiriyorlardı. Dünyada harp vardı! Sınırlarımızın çok yakınlarından gelip geçiyordu motorlu araçların benzin kokulu homurtusu. Kötü haberler alıyordu dünyadan radyolar. Alman Nazileri, İtalyan Faşistleri, uzak doğuda Japonlar. Fırınlar dolusu yakılan insanların çığlıkları uçuşuyordu havada. Dünyada harp vardı! Bir ara Necati: -A... dedi. Bu sayın bay da kim? Güneşte kara bir su gibi parlayan rugan çizmeleri, bal renkli kumaştan külot pantolonu, pırıl pırıl lacivert ceketi, pantolonunun kumaşından kasketi, kara gözlüğüyle gerçekten de bir sayın bay, bir majeste. Belki de, Afrika'da kaplan avına çıkmış bir İngiliz lordu, sömürgelerdeki bitkilerini görmeğe gelmiş bir Belçika, bir Felemenk, bir ne bileyim Fransız, bir İtalyan sömürgeni! Bilekleri kelepçesizdi, ötekiler gibi zincire vurulmamıştı. Arkasından elleriyle Başgardiyanın yanına gitti, durdu, bir şeyler konuştular. Beyoğlu'ndaki sinema gişesinden uçlanacakları paralarla 936 Berlin olimpiyatlarına gitmeyi kurduğu halde felek yar olmayan Necati: -Peki ama, kim? dedi. Necati'nin suç ortağı Kosti attı: -Memur herhalde. Bobi kısa kesti: -Gider öğrenirim! Hep o besili kedi yavrusu haliyle bir koşu gitti. Terslenmiş, geri döndü: -Herifte çalım altıdan! -Yani ne? Mahkum mu? Memur mu? -Ne bileyim yahu. Azarlayışına bakarsan memur, sarı dosyasına bakarsan mahkum! Az sonra, ağarmış şakaklarıyla yanımızdan geçti, yüzümüze bile bakmadı. ( Dünyada Harp Vardı, 1963) * Kısaca ORHAN KEMAL 15 Eylül 1914’te Adana 2 Haziran 1970 Sofya Orhan Kemal, 15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. 2 Haziran 1970’te yaşamını yitirdi. Toplumsal gerçekçi roman ın usta kalemi, öykü ve roman yazarı. Asıl ismi Mehmet Raşit Öğütçü. İlk Büyük Millet Meclisi’nde Kastamonu Mebusu olan ve seçildiği Adalet Bakanlığı’ndan 3 gün sonra istifa ettirilip nerdeyse tüm İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan Abdülkadir Kemali Bey’in oğlu. Babasının, 1930’da Ahrar Fırkası’nı kurmak ve gazete çıkarmak yüzünden öldürülme korkusuyla Suriye’ye geçmesi üzerine, ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Bir süre Suriye ve Lübnan’da yaşadı. 1932’de Adana’ya döndü. İşçilik, dokumacılık, ambar memurluğu, katiplik yaptı. 1939’da ilk şiirlerini de yazdığı askerliği esnasında, komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla 5 yıl hapse mahkum oldu. Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yattı. Bursa Cezaevi’nde Nâzım Hikmet ‘le tanışması yaşamının ve yazarlığının dönüm noktası oldu. 1943’te salıverildikten sonra Adana’ya döndü. Amelelik, sebze nakliyeciliği, Adana Verem Savaş Derneği’nde katiplik yaptı. 1950’de İstanbul’a yerleşti, hayatını yazılarıyla kazandı. 1966’da bir lokantadaki konuşmasında komünizm propagandası yaptığı suçlamasıyla yargılandı, beraat etti. Yaşamının son döneminde Bulgaristan ve Romanya Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak, daha çok tedavi amacıyla Soyfa’ya gitti. 2 Haziran 1970’te Sofya’da hastanede beyin kanamasından öldü. İstanbul’da Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. * Bir insan ya insan olmalı, insanlar için canını vermeli ya da kalabalık etmemeli dünyamıza! Ben bunu bilir bunu söylerim. (Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde ) * Semihat KARADAĞLI TÜKENMEZ BİR KALEM * Orhan Kemal ( Mehmet Raşit Öğütçü ) 15 Eylül 1914 tarihinde Adana'nın Ceyhan ilçesinde dünyaya gelmiştir. Türk edebiyatının büyük ustaları arasında anılan yazar; roman, hikâye, oyun, şiir gibi farklı tarzlarda birçok esere imza atmış olsa da daha çok romancılık yönü ile tanınmıştır. İlk öykü kitabı Ekmek Kavgası ve Küçük Adamın Notları başlığı altında yayımladığı otobiyografik roman dizisiyle yaygın bir üne kavuşmuştur. Edebi hayatı 1960'lı yıllarda zirveye ulaştı. Adana'da toprak ve fabrika işçilerinin dünyasını, İstanbul'daki gecekondu mahallelerini, fabrika çevrelerini eserlerine yansıttı. Murtaza, Hanımın Çiftliği, 72. Koğuş adlı eserleri başyapıtlarındandır. Adanaspor'da futbol oynamıştır. Golcü Raşit olarak bilinmektedir. Babası, Çanakkale cephesinde, Dardanos'ta topçu teğmeni olan avukat Abdülkadir Kemali Bey, annesi ise rüştiye mezunu, iki yıl kadar memleketinde ilkokul öğretmenliği yapmış Adanalı Azime Hanım'dır. Çocukluğunun ilk yılları Adana’da geçmişir. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Adana’nın Fransız işgaline uğraması üzerine ailesi ile önce Niğde'ye, sonra Konya'ya taşınmıştır. Konya’da bulunduğu dönemde Kuvâ-yi Milliye hareketine karşı başlayan Delibaş isyanına tanık olmuştur. Kuvay-ı Milliye güçlerine katılmış olan babası; isyanın bastırılmasından sonra TBMM'ye Kastamonu milletvekili olarak girmiştir. Ankara'ya taşınan aile, 1923'te Adana'ya dönmüş, Ceyhan’da çiftçilikle uğraşmaya başlayan babası Toksöz gazetesini çıkarmıştır. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ardından pek çok gazete ile birlikte Toksöz de kapatılmış bu sebeple 11 ay tutuklu kalmıştır. 1930’da Adana'da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Abdülkadir Bey, Ahali adlı gazeteyi çıkarmıştır. Babasının aktif siyaset yaşamı içinde olmasına rağmen Orhan Kemal bu yıllarda siyaset ile ilgilenmemiştir. Abdülkadir Bey, Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kendini feshetmesinden sonra partisini kapatıp 1931 yılında Suriye'ye kaçmış bütün aile Beyrut'a yerleşmiştir. Orhan Kemal, ilk Büyük Millet Meclisi'nde Kastamonu Mebusu olan ve seçildiği Adalet Bakanlığı'ndan 3 gün sonra istifa ettirilip nerdeyse tüm İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanan Abdülkadir Kemali Bey'in oğlu. Babasının, 1930'da Ahrar Fırkası'nı kurmak ve gazete çıkarmak yüzünden öldürülme korkusuyla Suriye'ye geçmesi üzerine, ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Bir süre Suriye ve Lübnan'da yaşadı. 1932'de Adana'ya döndü. İşçilik, dokumacılık, ambar memurluğu, katiplik yaptı. Orhan Kemal, babasının yanına gitmesi sebebiyle orta öğrenimini yarıda bırakmış Beyrut'ta bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yapmıştır. Bir yıl sonra Türkiye'ye dönerek babaannesinin yanına yerleşmiş Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik ve kâtiplik yapmaya başlamıştır. Bu yaşadıkları Baba Evi, Avare Yıllar romanlarına hayat vermiştir. 1937'de çırçır fabrikasında işçi olarak çalışan Nuriye ile evlenmiş, dört çocuğu dünyaya gelmiştir. 1938'yılında Niğde’de askerliğini yaparken "Maksim Gorki ve Nâzım Hikmet kitapları okumak", "yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik" suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkûm edilmiş, cezasını çekmek üzere Kayseri Hapishanesi’ne gönderilmiştir. Kayseri Hapishanesi’nde yazdığı ilk şiiri “Duvarlar “ Reşat Kemal imzası ile Yedigün isimli dergide yayınlanmıştır. Sekiz yıllık sürgünün ardından 1939 yılında Adana'ya dönen babasının girişimi üzerine Orhan Kemal önce Adana Cezaevi'ne, sonra Bursa Cezaevi'ne nakledilmiştir. *** Nazım Hikmet İle Tanışması 1940'ta, Bursa Cezaevi'nde ünlü şair Nazım Hikmet ile tanışmış ve üç yıl oda arkadaşlığı yapmıştır. toplumcu görüşlerinden etkilenmiş kendisinden Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri almıştır. Hıfzı Topuz “Hava Kurşun Gibi Ağır” adlı “Nâzım Hikmet’i aşkları, acıları ve tutkularıyla anlatan romanında Orhan Kemal ile olan arkadaşlık ve dostluğunu şöyle anlatır. “ Bursa cezaevinde kalıyorlardı... Bir öğle vakti Orhan Kemal ve iki arkadaşı Nazım’ı yemeğe davet ettiler... Yemek maltızda pişirilmiş sucuklu yumurtaydı... Yemeği yediler karınlarını doyurdular... Nazım sordu; -”Siz bu yumurtaları ve sucuğu nereden alıyorsunuz?..” -”Hapishanenin bakkalından...” -”Kaç para veriyorsunuz ben de masrafa katılacağım... Bundan sonra size ortak olacağım... Borcumu aybaşında ödeyeceğim...” Orhan ve arkadaşları Nazım’ın bu sıcak girişiminden çok mutlu oldular... Nazım yine sordu; -”Siz nerede kalıyorsunuz?..” -”Aynı koğuşta...” -”Bana ayrı yer ayırmışlar... Yalnızlığı hiç sevmem... İdareden izin alıp ben de sizin koğuşunuza geçeceğim...” Türk şiirinin efsane ismi Nazım Hikmet’le, Türk öykü ve romanının usta ismi Orhan Kemal arasındaki dostluk böyle başladı... Orhan Kemal o yıllarda kendini “şair” sayıyor ve devrimci şiirler yazıyordu... Hapishane arkadaşları günün birinde Nazım’a Orhan Kemal'in şiirlerinden söz ettiler... Nazım; -”Okuyun da dinleyelim...” dedi... Orhan çekine çekine okumaya başladı... Daha ilk dörtlük bitmeden Nazım; -”Yeter kardeşim yeter...” dedi... Orhan Kemal bir başkasını okurken, Nazım yine sözünü keserek; -”Berbat...” dedi, “Bir başkası lütfen...” Orhan başka bir şiirini okumaya koyuldu... -”Rezalet!.. Kardeşim, bu laf ebeliklerine, bu hokkabazlıklara ne lüzum var... İçtenlik duymadığınız şeyleri niye yazıyorsunuz?..” Orhan buz gibi oldu... Bütün hevesi kırıldı... -”Sizin tahsiliniz nedir?..” -”Okuldan tasdikname aldım, yani atıldım...” -”Yabancı dil biliyor musunuz?..” -”Pek az Fransızca...” -”İlerletmek ister misiniz?..” -”Elbette...” -”Pekala öyleyse... Felsefe deyince ne anlıyorsunuz?..” Orhan aklında kalan tanımlamaları sıraladı... Bunun üzerine Nazım Hikmet; -”Sizinle yakından ilgilenmek istiyorum... Önce Fransızcayı ele alacağız... Sonra da öteki konuları, tahammülünüz var mı?..” -”Var...” -”Pekala bu iş oldu...” Böylece anlaştılar... Sabırlı ve hoşgörülü bir öğretmen gibi Orhan Kemal’le uğraşmaya başladı... Aradan birkaç ay geçti... Orhan, Nazım’dan azarı işittikten sonra şiiri bırakıp, düz yazı denemelerine girişti... Günün birinde onun, bir romana başlangıç olarak yazdığı bir yazıyı arkadaşları Nazım’a gösterdi... Nazım, Orhan’a döndü; -”Siz mi yazdınız bunu?..” -”Evet...” -”Birader neden söylemediniz bunları... Siz düzyazı yazın, düzyazı... Bir küçük hikaye deneyin, göreceksiniz ki başaracaksınız...” Böylece Orhan Kemal cezaevinde tam üç buçuk yıl Nazım’ın öğrencisi ve en yakın dostu oldu... Orhan Kemal’in Nazım’a Yazdığı Şiir 1943 güzünde Orhan Kemal, cezası bittiğinden, salıverilir. Nâzım Hikmet üç buçuk yıl birlikte yaşadığı bir baba, bir ağabey gibi sevdiği, bir meslektaş gibi eğittiği arkadaşının gidişiyle sarsılır: “Raşit çıkıyor. Elbette seviniyorum, hem de çok. Fakat içime ayrılığın hüznü düştü. Ondan bir insan, bir arkadaş, bir meslektaş olarak hiçbir şikâyetim olmadı. Ona ne kadar alıştığımı ve ne kadar onu sevdiğimi şimdi daha kuvvetle anlıyorum.” *** Orhan Kemal 26 Eylül 1943 tarihinde cezaevinden ayrılmazdan önce “Nazım Hikmet’e” bir şiir yazar. Ustası şiiri okuyunca ağlar: “ Sen Prometenin çığlıklarını Kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam Sen benim mavi gözlü arkadaşım Kabil değil unutmam seni 26 Eylül 1943 Seni yapayalnız bırakıp hapishanede Bir üçüncü mevki kompartımanda pupa yelken Koşacağım memlekete Tren bir güvercin gibi çırpınarak istasyona girecek Gözü yaşlı bir genç kadına beş senenin ardından Kocasını getirecek O dem ki boş verip istasyon halkına Yanaklarından öperken sevgilimi Sen neşeli mavi gözlerinle bakacaksın içimden Bana O dem ki yürekten her şey atılacak Ekmek, kin hasret, fakat nazım hikmet Sen şu kadar kilometre uzakta kalmama rağmen Aydınlık yüreğimin duvarına dayayıp sarı saçlı başını Batan bir yaz güneşi hüznüyle ağlatacaksın arkadaşını Günler geçecek ekmek derdi çökecek omuzlarıma Fabrika, makinalar tezgâhım Sana şeker kamışı, portakal yollayacağım Karım yün çorap örecek, her hafta mektup yazacağız Askere almazlarsa eğer Unutabilir miyim seni Tahtakurusu ayıkladığımız hapishane gecelerini Ve radyoda şark cephesinden haber beklediğimiz Müthiş anların küfürünü Radyonun yanındaki duvara Kurşun kalemiyle abus insan yüzleri çizmiştin Unutabilir miyim seni hiç? Hala beton malta boylarında duyuyorum Takunyaların sesini! Unutabilir miyim seni? Dünyayı ve insanlarımızı sevmeyi senden öğrendim Hikâye şiir yazmayı Ve erkekçe kavga etmeyi, senden!” *** Orhan Kemal’in tahliyesinden sonra Nâzım Hikmet bir yandan çeviri işini yürütürken, bir yandan da Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazmayı sürdürür. İlk Öyküleri 1940 yılında Bacaksız Orhan takma adı ile Yeni Edebiyat dergisinde çıkan Balık, onun yayımlanan ilk öyküsüdür. 1943 yılında İkdam gazetesinde "Asma Çubuğu" öyküsünde Orhan Kemal adını kullanmaya başlamıştır. Kalemi Panait Istrati ve Maksim Gorki öykülerinden etkilenmiştir. Hayatın içinden basit konuları, samimi bir dille anlatan yazıları okuyucular tarafından beğenilmiştir. 1943'te ceza evinden tahliye olunca Adana'ya dönmüş geçimini amelelik ve hamallık yaparak kazanmıştır. 1944 yılında doğan oğluna sevdiği dostu Nazım’ın adını vermiştir. Hapse girmesi nedeniyle tamamlayamadığı 35 günlük askerlik hizmetini tamamlamak üzere 1945 yazında askere çağrılmış Askerlik dönüşü kısa süreli işlerde çalışmıştır. Bu yıllarda hikâye yazmaya devam etmiş hikâyeleri edebiyat dergilerinde yayınlanmıştır. 1945 yılında yapılan ankette okurlar tarafından ‘en beğenilen hikâyeci’ seçilmiştir. İlk öykü kitabı Duygu 1948, ilk romanı Baba Evi 1949 yılında yayımlanmıştır. İstanbul’a Taşınması 1949'da babasını kaybettikten sonra çocuğuna babasının adını vermiş, doğumdan sonra ailesiyle İstanbul'a yerleşmiştir. Hayatının geri kalanında geçimini kitap, makale, film senaryosu yazarak sağlamıştır. 1952 yılında yayınladığı Murtaza ve Cemile romanları ile tanınmış 1954 yılında yazdığı Bereketli Topraklar Üzerinde isimli romanı ile topraksız tarım işçilerinin dramını hayatını kaleme almış, yine aynı yıl 72. Koğuş’u yazmaya başlamıştır. 1957' yılında dördüncü çocuğu Işık doğmuştur. 1958 yılında “Kardeş Payı” adlı öyküsü “Sait Faik Hikâye Armağanı” kazanmıştır. Yazdığı film senaryoları sansürden geri çevrildiği için “ İlhan F. Demir, Yıldız Okur” imzası ile kaleme almak zorunda kalmıştır. 1964 yılında “Devlet Kuşu” isimli romanından uyarlanan “İspinozlar” oyunu ile tiyatroya adım atmıştır. İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sahnelenen oyun iki buçuk ay sonra bilinmeyen bir nedenle kaldırılmıştır. 1965 yılında “Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl" adlı anı kitabını ve “Bir Filiz Vardı” adlı romanını yayınlamıştır. 1966'da "hücre çalışması ve komünizm propagandası" yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşı ile birlikte tutuklanmış bir ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılmıştır. 1967 yılında “72. Koğuş” isimli romanını oyunlaştırmıştır. Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından sahnelenen bu eser ile “Ankara Sanatseverler Derneği” tarafından en iyi oyun yazarı seçilmiştir. 1969 yılında Türk Dil Kurumu Ödülü'nü ve Sait Faik Hikâye Armağanı'nı Önce Ekmek adlı kitabı ile almıştır. 1970 yılında “Bulgar Yazarlar Birliği' kendisini Sofya’ya davet etmiştir. Bu daveti kabul ederek Sofya’ya giden yazar, aynı zamanda babaannesinin soyunun bulunduğu yerleri gezip not almak ve "93'ten Bu Yana" adıyla ailesinin hikâyesi için bilgi toplamak istemiştir. 2. Haziran 1970 tarihinde Sofya’da bulunduğu sırada geçirdiği beyin kanaması nedeniyle tedavi görmekte olduğu hastanede vefat etmiştir. Cenazesi 5 Haziran 1970'te yurda getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedilmiştir. Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü, Ayça Öztorun’la yaptığı söyleşide babası ile ilgili şunları anlatıyor: “Annemiz Nuriye Hanım oldukça emektar şefkat dolu bir insandı. Fatih’te küçücük bir evde otururduk. Bir açılır kapanır masamız, duvarda eski bir radyomuz vardı. Tek eğlencemiz oydu. Oturacak küçük bir oda ve çok küçük bir mutfak. Anneme, seksenli yaşlarına geldiğinde sormuştum “Anne, babamız parasız pulsuzdu. Düşüncelerini kağıda aktardığı için hapislere girip çıkmıştı. Babamla evlenmeden önce varsıl insanlar, sana evlilik teklifinde bulunmuşlar. Neden gittin babamı seçtin?” dedim. Annem şöyle bir durdu. Duygu dolu gözlerle bana baktı ve “Ben babanı çok sevdim” dedi. Annem, bence bu ailenin kahramanıydı. Annemin adı Nuriye. Babam Cemile adlı romanı annemden esinlenerek yazmış. Annem, babamız hapise girdiğinde bizim umutlarımızı kırmamış, “Okulunuzu okuyup bir yerlere geleceksiniz. Gerekirse emeğimle çalışır, sizi kimselere muhtaç etmeden okuturum” demişti.” Anısını yaşatmak için İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde, Cihangir semtinde Orhan Kemal Müzesi açılmış. 1972 yılından itibaren anısına “Orhan Kemal Roman Armağanı” roman yarışması düzenlenmektedir. Ayrıca Fatih Ordu Caddesi üzerinde adının verildiği bir kütüphane bulunmaktadır. KİTAPLARINDAN ALINTILAR Çukurova’nın yoksul ve topraksız köylüsünün hayatını anlatırken tasvirleri ile anı yaşarsınız. “Aliii!" "Hı?" "Pilav pişti oğlum." "Geliyorum ana" "Soğan da ister misin?" "Bak hele bak. Hastaya kar sorulur mu?" ... Pamuk Çukurova'nın bereketli topraklarından binler, on binlerce insanın çabası, alın teri emeğiyle elde edilen" Beyaz Altın" (Sayfa 63) ... Anca beraber kanca beraberdi sözde. Hani? Neredeydi? Demek düşmiye görmeliydi insan... (Sayfa 78 ) ... Çukurova'nın kızgın güneşi alabildiğine kavramıştı gene ortalığı..." .., İflahsızın Yusuf Bir insan ya insan olmalı, insanlar için canını vermeli, ya da kalabalık etmemeli dünyamıza! Ben bunu bilir bunu söylerim. (Sayfa 164 ) ... Çukurova’da bahar harikadır! Gök masmavi, kırmızı topraklar yemyeşildir! Çukurova’nın bereketli toprağına dört kilo çiğit at, seksen kilo kütlü, yani tohumlu pamuk versin! Çukurova insanına peygamberler, kitaplar dolusu sabır, tevekkül ve kanaat getirmiştir. Allah hakkı! Ölseler bile ne! Öte dünya vardır. Kuş gibi uçup gideceklerdir cenneti âlâya. Cenneti âlâda yağdan, baldan dağlar; sütten ırmaklar…” (sayfa: 186)’ Mal sahibine göre gördükleri iş, harmandan buğday demetlerini omuzlayıp omuzlayıp, harman makinesine koşturmaktan ibaretti. (sayfa- 220) ... " Böyle gelmiş ama böyle gider mi bilmem..." (Sayfa 230) ... Emekçiyim ben, köle değil! (sayfa- 111) ... Keşke o kuşların arasında olsaydı insan olacağına! Gözlerini yumdu. Ya da kanadı olsaydı insanların, kuş misali, uçsalardı, uçabilselerdi. (Sayfa 250 ) *** Samanyolu Söylencesi... Yıldızlar kaynaşıyordu gökte. Yedikardeşleri aradı, buldu. Kırık leğençeyi* aradı. Derken Samanyolu. Samanyolu'ndan aklı bir zamanlar nenesinin anlattığı Uğru Abbas'a gitti. Nenesinden duyduğuna göre Uğru Abbas hırsızdı. Bir kalbur saman çalmış, kaçarken samanlar saçılmış, gökteki samanyolunun esası buymuş. (Bereketli Topraklar Üzerinde) *** Okurlarına şöyle seslenir: Eşe Dosta Selam, İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir. "Beni çoğunlukla gündüzleri sokakta görürler. Ben devamlı bir yerlere giderim. Bir yerlere uğrar, bir yerlerden bir yerlere göçer dururum. Yıllardır her sabah, yaz demez, kış demez sabahın dördünde kalkarım yataktan. Ve sabah dokuza kadar yazımı yazarım. Sonra sokağa çıkarım. İkbal'e uğrar kahvemi içerim. Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. Bir yazı için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek. Ve halkın değişimini algılamak. Eskimemek için. Hatta değişimi yakalamak, bu değişimin dışına düşmemek gerekmektedir. Ve bunun ötesinde bir yazar olarak yaşamım günü gününe sürer gider. Her gün çalışmak, her gün yazmak, her gün boğuşmak gerekir ekmekle. Bu arada halktan yana olduğum için de çok güç bir fatura ödetirler." … "Bozuldu ağa bozuldu, dünya kökünden bozuldu. Üstüne bastığım toprak, ayaklarımın altından kayıyor sanki. Bu gün dünü arıyoruz, yarın da bu günü arayacağımızdan şüphen olmasın.” * İstediğin kadar büyük ol, geldiğin yer toprak, gideceğin yer gene toprak.” (Eskici ve Oğulları) *** Borç borç borç… O kadar oku, sonra gel elifi mertek belleyen birine köle ol! (Ekmek Kavgası ) *** "Ben senin büyüğün değil miyim? Ekmek veriyorum sana!" "Sen? Bana ekmek veriyorsun ha? Sen kimsin de bana ekmek vereceksin? Çalışıyorum ben, alnımın teriyle kazanıyorum onu ... Bana ekmek veriyormuş ... Ben çalışmayım da sen bana ekmek ver.. Ulan siz değil ekmek, günahınızı bile vermezsiniz bedavadan!" (Grev) *** Hiç bitmeyecek mi senin bu okuman? Muhsin usta gözlüğünü çıkardı, Camlarına hohladı, sildi, gözüne takarken: — Bitmeyecek, dedi. — Hiç mi? — Hiç. — Niyetin katip olmak mı yani? — Hayır. — Ya? — İnsan olmak! (Vukuat Var /Hanımın Çiftliği 1) Yazdıkları ile halkın içinden gelen insan olmanın en güzel değerlerini yazılarında bize ulaştıran değerli yazarımıza saygıyla… Kaynaklar: 1)- Orhan Kemal, Nâzım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl, 1965. 2)- Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’e Mahpushaneden Mektuplar, 1968. 3)- Nazım Hikmet, Asım Bezirci, Evrensel Kültür Kitaplığı, Şubat 1996. 4)- Orhan kemal internet sitesi 5)- Wikipedia Orhan kemal biyografi 6)- Yazarın kitapları * ARAŞTIRMA, DERLEME: Semihat KARADAĞLI

  • ORHAN KEMAL

    Semihat KARADAĞLI * "Bir insan ya insan olmalı, insanlar için canını vermeli ya da kalabalık etmemeli dünyamıza! Ben bunu bilir bunu söylerim." (Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde ) TÜKENMEZ BİR KALEM * Orhan Kemal ( Mehmet Raşit Öğütçü ) 15 Eylül 1914 tarihinde Adana'nın Ceyhan ilçesinde dünyaya gelmiştir. Türk edebiyatının büyük ustaları arasında anılan yazar; roman, hikâye, oyun, şiir gibi farklı tarzlarda birçok esere imza atmış olsa da daha çok romancılık yönü ile tanınmıştır. İlk öykü kitabı Ekmek Kavgası ve Küçük Adamın Notları başlığı altında yayımladığı otobiyografik roman dizisiyle yaygın bir üne kavuşmuştur. Edebi hayatı 1960'lı yıllarda zirveye ulaştı. Adana'da toprak ve fabrika işçilerinin dünyasını, İstanbul'daki gecekondu mahallelerini, fabrika çevrelerini eserlerine yansıttı. Murtaza, Hanımın Çiftliği, 72. Koğuş adlı eserleri başyapıtlarındandır. Adanaspor'da futbol oynamıştır. Golcü Raşit olarak bilinmektedir. Babası, Çanakkale cephesinde, Dardanos'ta topçu teğmeni olan avukat Abdülkadir Kemali Bey, annesi ise rüştiye mezunu, iki yıl kadar memleketinde ilkokul öğretmenliği yapmış Adanalı Azime Hanım'dır. Çocukluğunun ilk yılları Adana’da geçmişir. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Adana’nın Fransız işgaline uğraması üzerine ailesi ile önce Niğde'ye, sonra Konya'ya taşınmıştır. Konya’da bulunduğu dönemde Kuvâ-yi Milliye hareketine karşı başlayan Delibaş isyanına tanık olmuştur. Kuvay-ı Milliye güçlerine katılmış olan babası; isyanın bastırılmasından sonra TBMM'ye Kastamonu milletvekili olarak girmiştir. Ankara'ya taşınan aile, 1923'te Adana'ya dönmüş, Ceyhan’da çiftçilikle uğraşmaya başlayan babası Toksöz gazetesini çıkarmıştır. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ardından pek çok gazete ile birlikte Toksöz de kapatılmış bu sebeple 11 ay tutuklu kalmıştır. 1930’da Adana'da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Abdülkadir Bey, Ahali adlı gazeteyi çıkarmıştır. Babasının aktif siyaset yaşamı içinde olmasına rağmen Orhan Kemal bu yıllarda siyaset ile ilgilenmemiştir. Abdülkadir Bey, Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kendini feshetmesinden sonra partisini kapatıp 1931 yılında Suriye'ye kaçmış bütün aile Beyrut'a yerleşmiştir. Orhan Kemal, ilk Büyük Millet Meclisi'nde Kastamonu Mebusu olan ve seçildiği Adalet Bakanlığı'ndan 3 gün sonra istifa ettirilip nerdeyse tüm İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanan Abdülkadir Kemali Bey'in oğlu. Babasının, 1930'da Ahrar Fırkası'nı kurmak ve gazete çıkarmak yüzünden öldürülme korkusuyla Suriye'ye geçmesi üzerine, ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Bir süre Suriye ve Lübnan'da yaşadı. 1932'de Adana'ya döndü. İşçilik, dokumacılık, ambar memurluğu, katiplik yaptı. Orhan Kemal, babasının yanına gitmesi sebebiyle orta öğrenimini yarıda bırakmış Beyrut'ta bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yapmıştır. Bir yıl sonra Türkiye'ye dönerek babaannesinin yanına yerleşmiş Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik ve kâtiplik yapmaya başlamıştır. Bu yaşadıkları Baba Evi, Avare Yıllar romanlarına hayat vermiştir. 1937'de çırçır fabrikasında işçi olarak çalışan Nuriye ile evlenmiş, dört çocuğu dünyaya gelmiştir. 1938'yılında Niğde’de askerken "Gorki ve Nâzım Hikmet kitapları okumak", "yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik" suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkûm edilmiş, cezasını çekmek üzere Kayseri Hapishanesi’ne gönderilmiştir. Kayseri Hapishanesi’nde yazdığı ilk şiiri “Duvarlar “ Reşat Kemal imzası ile Yedigün isimli dergide yayınlanmıştır. Sekiz yıllık sürgünün ardından 1939 yılında Adana'ya dönen babasının girişimi üzerine Orhan Kemal önce Adana Cezaevi'ne, sonra Bursa Cezaevi'ne nakledilmiştir. *** Nazım Hikmet İle Tanışması 1940'ta, Bursa Cezaevi'nde ünlü şair Nazım Hikmet ile tanışmış ve üç yıl oda arkadaşlığı yapmıştır. toplumcu görüşlerinden etkilenmiş kendisinden Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri almıştır. Hıfzı Topuz “Hava Kurşun Gibi Ağır” adlı “Nâzım Hikmet’i aşkları, acıları ve tutkularıyla anlatan romanında Orhan Kemal ile olan arkadaşlık ve dostluğunu şöyle anlatır. “ Bursa cezaevinde kalıyorlardı... Bir öğle vakti Orhan Kemal ve iki arkadaşı Nazım’ı yemeğe davet ettiler... Yemek maltızda pişirilmiş sucuklu yumurtaydı... Yemeği yediler karınlarını doyurdular... Nazım sordu; -”Siz bu yumurtaları ve sucuğu nereden alıyorsunuz?..” -”Hapishanenin bakkalından...” -”Kaç para veriyorsunuz ben de masrafa katılacağım... Bundan sonra size ortak olacağım... Borcumu aybaşında ödeyeceğim...” Orhan ve arkadaşları Nazım’ın bu sıcak girişiminden çok mutlu oldular... Nazım yine sordu; -”Siz nerede kalıyorsunuz?..” -”Aynı koğuşta...” -”Bana ayrı yer ayırmışlar... Yalnızlığı hiç sevmem... İdareden izin alıp ben de sizin koğuşunuza geçeceğim...” Türk şiirinin efsane ismi Nazım Hikmet’le, Türk öykü ve romanının usta ismi Orhan Kemal arasındaki dostluk böyle başladı... Orhan Kemal o yıllarda kendini “şair” sayıyor ve devrimci şiirler yazıyordu... Hapishane arkadaşları günün birinde Nazım’a Orhan Kemal'in şiirlerinden söz ettiler... Nazım; -”Okuyun da dinleyelim...” dedi... Orhan çekine çekine okumaya başladı... Daha ilk dörtlük bitmeden Nazım; -”Yeter kardeşim yeter...” dedi... Orhan Kemal bir başkasını okurken, Nazım yine sözünü keserek; -”Berbat...” dedi, “Bir başkası lütfen...” Orhan başka bir şiirini okumaya koyuldu... -”Rezalet!.. Kardeşim, bu laf ebeliklerine, bu hokkabazlıklara ne lüzum var... İçtenlik duymadığınız şeyleri niye yazıyorsunuz?..” Orhan buz gibi oldu... Bütün hevesi kırıldı... -”Sizin tahsiliniz nedir?..” -”Okuldan tasdikname aldım, yani atıldım...” -”Yabancı dil biliyor musunuz?..” -”Pek az Fransızca...” -”İlerletmek ister misiniz?..” -”Elbette...” -”Pekala öyleyse... Felsefe deyince ne anlıyorsunuz?..” Orhan aklında kalan tanımlamaları sıraladı... Bunun üzerine Nazım Hikmet; -”Sizinle yakından ilgilenmek istiyorum... Önce Fransızcayı ele alacağız... Sonra da öteki konuları, tahammülünüz var mı?..” -”Var...” -”Pekala bu iş oldu...” Böylece anlaştılar... Sabırlı ve hoşgörülü bir öğretmen gibi Orhan Kemal’le uğraşmaya başladı... Aradan birkaç ay geçti... Orhan, Nazım’dan azarı işittikten sonra şiiri bırakıp, düz yazı denemelerine girişti... Günün birinde onun, bir romana başlangıç olarak yazdığı bir yazıyı arkadaşları Nazım’a gösterdi... Nazım, Orhan’a döndü; -”Siz mi yazdınız bunu?..” -”Evet...” -”Birader neden söylemediniz bunları... Siz düzyazı yazın, düzyazı... Bir küçük hikaye deneyin, göreceksiniz ki başaracaksınız...” Böylece Orhan Kemal cezaevinde tam üç buçuk yıl Nazım’ın öğrencisi ve en yakın dostu oldu... Orhan Kemal’in Nazım’a Yazdığı Şiir 1943 güzünde Orhan Kemal, cezası bittiğinden, salıverilir. Nâzım Hikmet üç buçuk yıl birlikte yaşadığı bir baba, bir ağabey gibi sevdiği, bir meslektaş gibi eğittiği arkadaşının gidişiyle sarsılır: “Raşit çıkıyor. Elbette seviniyorum, hem de çok. Fakat içime ayrılığın hüznü düştü. Ondan bir insan, bir arkadaş, bir meslektaş olarak hiçbir şikâyetim olmadı. Ona ne kadar alıştığımı ve ne kadar onu sevdiğimi şimdi daha kuvvetle anlıyorum.” *** Orhan Kemal 26 Eylül 1943 tarihinde cezaevinden ayrılmazdan önce “Nazım Hikmet’e” bir şiir yazar. Ustası şiiri okuyunca ağlar: “ Sen Prometenin çığlıklarını Kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam Sen benim mavi gözlü arkadaşım Kabil değil unutmam seni 26 Eylül 1943 Seni yapayalnız bırakıp hapishanede Bir üçüncü mevki kompartımanda pupa yelken Koşacağım memlekete Tren bir güvercin gibi çırpınarak istasyona girecek Gözü yaşlı bir genç kadına beş senenin ardından Kocasını getirecek O dem ki boş verip istasyon halkına Yanaklarından öperken sevgilimi Sen neşeli mavi gözlerinle bakacaksın içimden Bana O dem ki yürekten her şey atılacak Ekmek, kin hasret, fakat nazım hikmet Sen şu kadar kilometre uzakta kalmama rağmen Aydınlık yüreğimin duvarına dayayıp sarı saçlı başını Batan bir yaz güneşi hüznüyle ağlatacaksın arkadaşını Günler geçecek ekmek derdi çökecek omuzlarıma Fabrika, makinalar tezgâhım Sana şeker kamışı, portakal yollayacağım Karım yün çorap örecek, her hafta mektup yazacağız Askere almazlarsa eğer Unutabilir miyim seni Tahtakurusu ayıkladığımız hapishane gecelerini Ve radyoda şark cephesinden haber beklediğimiz Müthiş anların küfürünü Radyonun yanındaki duvara Kurşun kalemiyle abus insan yüzleri çizmiştin Unutabilir miyim seni hiç? Hala beton malta boylarında duyuyorum Takunyaların sesini! Unutabilir miyim seni? Dünyayı ve insanlarımızı sevmeyi senden öğrendim Hikâye şiir yazmayı Ve erkekçe kavga etmeyi, senden!” *** Orhan Kemal’in tahliyesinden sonra Nâzım Hikmet bir yandan çeviri işini yürütürken, bir yandan da Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazmayı sürdürür. İlk Öyküleri 1940 yılında Bacaksız Orhan takma adı ile Yeni Edebiyat dergisinde çıkan Balık, onun yayımlanan ilk öyküsüdür. 1943 yılında İkdam gazetesinde "Asma Çubuğu" öyküsünde Orhan Kemal adını kullanmaya başlamıştır. Kalemi Panait Istrati ve Maksim Gorki öykülerinden etkilenmiştir. Hayatın içinden basit konuları, samimi bir dille anlatan yazıları okuyucular tarafından beğenilmiştir. 1943'te ceza evinden tahliye olunca Adana'ya dönmüş geçimini amelelik ve hamallık yaparak kazanmıştır. 1944 yılında doğan oğluna sevdiği dostu Nazım’ın adını vermiştir. Hapse girmesi nedeniyle tamamlayamadığı 35 günlük askerlik hizmetini tamamlamak üzere 1945 yazında askere çağrılmış Askerlik dönüşü kısa süreli işlerde çalışmıştır. Bu yıllarda hikâye yazmaya devam etmiş hikâyeleri edebiyat dergilerinde yayınlanmıştır. 1945 yılında yapılan ankette okurlar tarafından ‘en beğenilen hikâyeci’ seçilmiştir. İlk öykü kitabı Duygu 1948, ilk romanı Baba Evi 1949 yılında yayımlanmıştır. İstanbul’a Taşınması 1949'da babasını kaybettikten sonra çocuğuna babasının adını vermiş, doğumdan sonra ailesiyle İstanbul'a yerleşmiştir. Hayatının geri kalanında geçimini kitap, makale, film senaryosu yazarak sağlamıştır. 1952 yılında yayınladığı Murtaza ve Cemile romanları ile tanınmış 1954 yılında yazdığı Bereketli Topraklar Üzerinde isimli romanı ile topraksız tarım işçilerinin dramını hayatını kaleme almış, yine aynı yıl 72. Koğuş’u yazmaya başlamıştır. 1957' yılında dördüncü çocuğu Işık doğmuştur. 1958 yılında “Kardeş Payı” adlı öyküsü “Sait Faik Hikâye Armağanı” kazanmıştır. Yazdığı film senaryoları sansürden geri çevrildiği için “ İlhan F. Demir, Yıldız Okur” imzası ile kaleme almak zorunda kalmıştır. 1964 yılında “Devlet Kuşu” isimli romanından uyarlanan “İspinozlar” oyunu ile tiyatroya adım atmıştır. İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sahnelenen oyun iki buçuk ay sonra bilinmeyen bir nedenle kaldırılmıştır. 1965 yılında “Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl" adlı anı kitabını ve “Bir Filiz Vardı” adlı romanını yayınlamıştır. 1966'da "hücre çalışması ve komünizm propagandası" yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşı ile birlikte tutuklanmış bir ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılmıştır. 1967 yılında “72. Koğuş” isimli romanını oyunlaştırmıştır. Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından sahnelenen bu eser ile “Ankara Sanatseverler Derneği” tarafından en iyi oyun yazarı seçilmiştir. 1969 yılında Türk Dil Kurumu Ödülü'nü ve Sait Faik Hikâye Armağanı'nı Önce Ekmek adlı kitabı ile almıştır. 1970 yılında “Bulgar Yazarlar Birliği' kendisini Sofya’ya davet etmiştir. Bu daveti kabul ederek Sofya’ya giden yazar, aynı zamanda babaannesinin soyunun bulunduğu yerleri gezip not almak ve "93'ten Bu Yana" adıyla ailesinin hikâyesi için bilgi toplamak istemiştir. 2. Haziran 1970 tarihinde Sofya’da bulunduğu sırada geçirdiği beyin kanaması nedeniyle tedavi görmekte olduğu hastanede vefat etmiştir. Cenazesi 5 Haziran 1970'te yurda getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedilmiştir. Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü, Ayça Öztorun’la yaptığı söyleşide babası ile ilgili şunları anlatıyor: “Annemiz Nuriye Hanım oldukça emektar şefkat dolu bir insandı. Fatih’te küçücük bir evde otururduk. Bir açılır kapanır masamız, duvarda eski bir radyomuz vardı. Tek eğlencemiz oydu. Oturacak küçük bir oda ve çok küçük bir mutfak. Anneme, seksenli yaşlarına geldiğinde sormuştum “Anne, babamız parasız pulsuzdu. Düşüncelerini kağıda aktardığı için hapislere girip çıkmıştı. Babamla evlenmeden önce varsıl insanlar, sana evlilik teklifinde bulunmuşlar. Neden gittin babamı seçtin?” dedim. Annem şöyle bir durdu. Duygu dolu gözlerle bana baktı ve “Ben babanı çok sevdim” dedi. Annem, bence bu ailenin kahramanıydı. Annemin adı Nuriye. Babam Cemile adlı romanı annemden esinlenerek yazmış. Annem, babamız hapise girdiğinde bizim umutlarımızı kırmamış, “Okulunuzu okuyup bir yerlere geleceksiniz. Gerekirse emeğimle çalışır, sizi kimselere muhtaç etmeden okuturum” demişti.” Anısını yaşatmak için İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde, Cihangir semtinde Orhan Kemal Müzesi açılmış. 1972 yılından itibaren anısına “Orhan Kemal Roman Armağanı” roman yarışması düzenlenmektedir. Ayrıca Fatih Ordu Caddesi üzerinde adının verildiği bir kütüphane bulunmaktadır. KİTAPLARINDAN ALINTILAR Çukurova’nın yoksul ve topraksız köylüsünün hayatını anlatırken tasvirleri ile anı yaşarsınız. “Aliii!" "Hı?" "Pilav pişti oğlum." "Geliyorum ana" "Soğan da ister misin?" "Bak hele bak. Hastaya kar sorulur mu?" ... Pamuk Çukurova'nın bereketli topraklarından binler, on binlerce insanın çabası, alın teri emeğiyle elde edilen" Beyaz Altın" (Sayfa 63) ... Anca beraber kanca beraberdi sözde. Hani? Neredeydi? Demek düşmiye görmeliydi insan... (Sayfa 78 ) ... Çukurova'nın kızgın güneşi alabildiğine kavramıştı gene ortalığı..." .., İflahsızın Yusuf Bir insan ya insan olmalı, insanlar için canını vermeli, ya da kalabalık etmemeli dünyamıza! Ben bunu bilir bunu söylerim. (Sayfa 164 ) ... Çukurova’da bahar harikadır! Gök masmavi, kırmızı topraklar yemyeşildir! Çukurova’nın bereketli toprağına dört kilo çiğit at, seksen kilo kütlü, yani tohumlu pamuk versin! Çukurova insanına peygamberler, kitaplar dolusu sabır, tevekkül ve kanaat getirmiştir. Allah hakkı! Ölseler bile ne! Öte dünya vardır. Kuş gibi uçup gideceklerdir cenneti âlâya. Cenneti âlâda yağdan, baldan dağlar; sütten ırmaklar…” (sayfa: 186)’ Mal sahibine göre gördükleri iş, harmandan buğday demetlerini omuzlayıp omuzlayıp, harman makinesine koşturmaktan ibaretti. (sayfa- 220) ... " Böyle gelmiş ama böyle gider mi bilmem..." (Sayfa 230) ... Emekçiyim ben, köle değil! (sayfa- 111) ... Keşke o kuşların arasında olsaydı insan olacağına! Gözlerini yumdu. Ya da kanadı olsaydı insanların, kuş misali, uçsalardı, uçabilselerdi. (Sayfa 250 ) *** Samanyolu Söylencesi... Yıldızlar kaynaşıyordu gökte. Yedikardeşleri aradı, buldu. Kırık leğençeyi* aradı. Derken Samanyolu. Samanyolu'ndan aklı bir zamanlar nenesinin anlattığı Uğru Abbas'a gitti. Nenesinden duyduğuna göre Uğru Abbas hırsızdı. Bir kalbur saman çalmış, kaçarken samanlar saçılmış, gökteki samanyolunun esası buymuş. (Bereketli Topraklar Üzerinde) *** Okurlarına şöyle seslenir: Eşe Dosta Selam, İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir. "Beni çoğunlukla gündüzleri sokakta görürler. Ben devamlı bir yerlere giderim. Bir yerlere uğrar, bir yerlerden bir yerlere göçer dururum. Yıllardır her sabah, yaz demez, kış demez sabahın dördünde kalkarım yataktan. Ve sabah dokuza kadar yazımı yazarım. Sonra sokağa çıkarım. İkbal'e uğrar kahvemi içerim. Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. Bir yazı için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek. Ve halkın değişimini algılamak. Eskimemek için. Hatta değişimi yakalamak, bu değişimin dışına düşmemek gerekmektedir. Ve bunun ötesinde bir yazar olarak yaşamım günü gününe sürer gider. Her gün çalışmak, her gün yazmak, her gün boğuşmak gerekir ekmekle. Bu arada halktan yana olduğum için de çok güç bir fatura ödetirler." … "Bozuldu ağa bozuldu, dünya kökünden bozuldu. Üstüne bastığım toprak, ayaklarımın altından kayıyor sanki. Bu gün dünü arıyoruz, yarın da bu günü arayacağımızdan şüphen olmasın.” * İstediğin kadar büyük ol, geldiğin yer toprak, gideceğin yer gene toprak.” (Eskici ve Oğulları) *** Borç borç borç… O kadar oku, sonra gel elifi mertek belleyen birine köle ol! (Ekmek Kavgası ) *** "Ben senin büyüğün değil miyim? Ekmek veriyorum sana!" "Sen? Bana ekmek veriyorsun ha? Sen kimsin de bana ekmek vereceksin? Çalışıyorum ben, alnımın teriyle kazanıyorum onu ... Bana ekmek veriyormuş ... Ben çalışmayım da sen bana ekmek ver.. Ulan siz değil ekmek, günahınızı bile vermezsiniz bedavadan!" (Grev) *** Hiç bitmeyecek mi senin bu okuman? Muhsin usta gözlüğünü çıkardı, Camlarına hohladı, sildi, gözüne takarken: — Bitmeyecek, dedi. — Hiç mi? — Hiç. — Niyetin katip olmak mı yani? — Hayır. — Ya? — İnsan olmak! (Vukuat Var /Hanımın Çiftliği 1) Yazdıkları ile halkın içinden gelen insan olmanın en güzel değerlerini yazılarında bize ulaştıran değerli yazarımıza saygıyla… Kaynaklar: 1)- Orhan Kemal, Nâzım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl, 1965. 2)- Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’e Mahpushaneden Mektuplar, 1968. 3)- Nazım Hikmet, Asım Bezirci, Evrensel Kültür Kitaplığı, Şubat 1996. 4)- Orhan kemal internet sitesi 5)- Wikipedia Orhan kemal biyografi 6)- Yazarın kitapları * ARAŞTIRMA, DERLEME: Semihat KARADAĞLI

  • BEREKETLİ TOPRAKLAR ÜZERİNDE ve ORHAN KEMAL

    “İnsan dediğin bir insan, ya canını vermeli insanlar için ya da gölge etmemeli dünyamıza!”. Tarihte öyle dönemler var ki yüzyıllara sığacak olaylar sanki küçücük bir zaman diliminde olup bitivermiştir. Ancak o kısa zaman parçalarında olan bitenler kazındıkları insanlık belleğinde kuşaktan kuşağa aktarılırken bıraktıkları derin izlerle yüzyıllara bedel olarak yaşar gider. Bu üç sözcüğü ilk kez bir arada öğrencilik yıllarımda duymuştum. 1980’lerin başıydı. Üniversitenin kültür merkezinde izlediğim filme aittiler. Sonra yıllarca aynı sözcüklerin izini yeniden sürdüm. Ta ki Deniz’lerin anısının en canlı tanığı Erdal Öz’ün kitabı “Gülünün solduğu Akşam”ın elime geçtiği zamana kadar… ​​Deniz Gezmiş’in savunma hazırlıkları yaptığı Mamak’taki hapishane odasını betimlerken yatağın köşesinde Orhan Kemal’in okunmaktan yıpranmış bir romanı vardı diyordu Erdal Öz. O roman “Bereketli Topraklar Üzerinde” idi. 1978-1979 yılında çekildiğini ancak daha sonra ortadan kaybolduğunu öğrendiğim uyarlaması şu aralar 28 yıl sonra yeniden vizyonda…Sinemaya can veren biraz da edebiyattı başta. Uyarlamalar sinemacının mesleğini sanat olarak kabul ettirebilmek için başvurduğu bir yol gibi görünse de aslında bunu kolaylaştıran çaba olmuştur. İkisini de severim ama bir tutmam. Bu yüzden filmini hiçbir yerde bulamasam da daha sonra romanını alıp okumuştum “Bereketli Topraklar Üzerinde”nin. Ülkemizde farklı çizgiden toplum sorunlarına eğilen ilk gerçekçi filmler 1964’te senaryosunu Vedat Türkali’nin yazdığı “Karanlıkta Uyananlar” (Ertem Göreç) ve Turgut Özakman’ın 1962’de yayınlanmış “Ocak” adlı tiyatro oyunundan Halit Refiğ tarafından uyarlanan “Gurbet Kuşları”ydı. Filmin diyaloglarını Orhan Kemal yazmıştı. Türkiye’de sinemacılar kuşağının öncüsü Lütfi Ö. Akad gösterilmektedir. Akad öncülüğünün yanı sıra kendini izleyen yeni sinemacılar kuşağıyla aynı dönem içerisinde önemli filmlere imzasını koyup edebiyatta köy ve kent sorunlarıyla başlayan toplumcu gerçekçilik çizgisini, içgöçü konu alan Gelin, Düğün ve Diyet üçlemesiyle sürdürmüştü. Bir yanda Lütfi Ö. Akad’la ve sonraki kuşaktan Yılmaz Güney gibi sıra dışı, toplumsal çelişki ve gerçeklikleri ortaya koyan özgün ve yaratıcılar dışında sinemamızın başarısında, diğer yandan da edebiyatın özellikle toplumcu romanın katkısıyla bir gelişim sağlandığını göz ardı edemeyiz. Birçok edebi yapıtın tanınmasında da yönetmenlerin rolleri küçümsenemez. Bu aşamadan sonra ancak toplumcu yazarlara ait bazı öykü ve romanlar filme çekilmeye başlanmıştı: Cemo (Kemal Bilbaşar), Halkalı Köle (Bekir Yıldız) ve Karartma Geceleri (Rıfat Ilgaz) bunlardan sadece birkaçıdır. Türkiye sinemasının ulusal ve uluslar arası başarısında da edebiyat ve sinemanın dayanışması göze çarpar. Ömer Kavur gelmiş geçmiş bütün nitelikli filmler sıralamasında “Anayurt Oteli” ile hala listelerin en üst sırasındadır. Berna Moran “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış”ta ezilmiş insanların romanı diye nitelediği dönemi incelerken Yusuf Atılgan’ın küçük bir Anadolu kasaba otelindeki katip Zebercet’inin hikayesini de ele alır. Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” romanında rastladığımız Irazca’sı, mücadeleci ve etkin ana karakteriyle Metin Erksan’ın filminde bir kere daha sevilmiştir. Necati Cumalı’nın bir öyküsünden uyarlanan “Susuz Yaz” ise yurt dışında ödül alarak sinemamızın adını sınırların dışına taşırmayı bilmiştir. Daha sonra çekilen Gizli Yüz, Salkım Hanımın Taneleri ve Mutluluk gibi filmlerin de hepsi birer uyarlamaydı. Türk sinemasına önemli katkılar sağlayan Orhan Kemal’in sinema diline aktarılmış romanları arasında Gurbet Kuşları, 72. Koğuş, Murtaza, Hanımın Çiftliği, Devlet Kuşu, El Kızı, Suçlu, Vukuat Var, Eskici Ve Oğulları yer alıyor. Yazar bazı filmlerin senaryolarının yanı sıra “Üç Arkadaş” adlı filmin bazı diyaloglarını yazmış, “Senaryo Tekniği” adında bir de inceleme kitabı yayınlamıştı. Bursa hapisliği Orhan Kemal’in yazarlık yaşamında bir dönüm noktası sayılır. 1938 yılında Askerlik görevini yaptığı sıralarda ceza yasasının 94. maddesine muhalefetten yargılanıp 5 yıl hüküm giymişti. 1938-1943 yılları arasında yattığı Bursa Ceza Evi, 1940’ta Nâzım Hikmet'in buraya nakledilmesiyle tanışmasına vesile olur. Nâzım ustanın toplumculuk anlayışından etkilenen Orhan Kemal, şiir yazmaktan düz yazıya geçip ülkemizin en iyi romancıları arasına katılır. Dergilerde ilk öyküleri bu dönemde çıkar. 1956 yılında kaleme aldığı “Nâzım Hikmet'le 3,5 Yıl” adlı kitapta da bu konuyla ilgili anılarını aktarır (Nazım da sinemanın her alanında emek vermiş, 1937’de “Güneşe Doğru” adlı filmi çekmişti)… Bereketli Topraklar Üzerinde eleştirmenler tarafından Orhan Kemal’in en iyi romanı gösterilmiştir. Moran’a göre, başarısının nedeni toplumsal gerçekliği doğru yansıtmasından kaynaklıydı. Belki edebiyat tutkumdan belki de sinema aşkımdan Erden Kıral’ın filmleri beni hep mıknatıs gibi çekmiştir. Yılmaz Güney’e de asistanlık yaparak adım attığı sinemada yönetmenliğe “Kanal” filmiyle başlamış, salt yönetmen olmanın ötesinde sinemanın senaryodan kameraya ilişkin her alanda başarı göstermeyi gerektiren bir dönemin, yeni sinemacılar döneminin temsilcisi olmuştu; hakkında “Çağdaş yaklaşımlarla, yalın anlatımıyla özellikle yurt dışında dikkat çekti” diyordu Agâh Özgüç. Önce “Kimse”yi, ardından sinemaya uyarladığı “O/Hakkari’de Bir Mevsim”i, bir çırpıda okuyup bitirmiştim. Ferit Edgü’nün yazdıkları yaşadığımız topraklarda insanları bugün hala aşamadığı o günkü koşullarda çatışmalarıyla çok iyi anlatıyordu çünkü. O öyküler mutlaka filme çekilmeliydi. Erden Kıral sinemanın önemli bir kuşağının temsilcisi olarak seçimlerini iyi yapmıştı. Hakkari’de Bir Mevsim haklı olarak ödül almıştı. Ayna, Av zamanı ve Mavi Sürgün de öyle. Bereketli Topraklar Üzerinde filmi ise o güne dek çekilen en iyi Orhan Kemal uyarlaması sayılmakta. Avrupa’da (Nantes ve Strasbourg) en iyi film seçildi. Filmde yıldız oyunculuk sistemi yok, örneğin Nur Sürer de bu ilk filminde Tuncel Kurtiz, Yaman Okay ve Erkan Yücel ile beraber rol almış. Başrolde tarım emekçileri görünüyor diyordu Erden Kıral. Bu yüzden film yarı belgesel nitelik taşır. Tuncel Kurtiz, Mahmut Tali Öngören ve Erden Kıral’ın senaryosunu birlikte yazdıkları filmde Köse Hasan, Pehlivan Ali ve İflâhsızın Yusuf’un çalışmak için Çukurova’ya gelişleri ve oradaki yaşantıları anlatılır. Önce bir fabrikada, ardından inşaatta, sonra da tarlalarda çok ağır koşullarda işçilik yapmaya başlarlar. Ancak basit bireysel dünyalarından koparak geldikleri kentte insanlık dışı üretim ve yaşam ilişkileri tüm çabalarına rağmen 3 arkadaşa kötü bir son hazırlar. İkisi hayatını kaybeder. Sadece birisi köyüne dönebilecektir: “Lakin denmez be Mıstık. İnsanlığa sığmaz be. Ne dersen, insan dediğin bir insan ya canını vermeli insanlar için, ya da gölge etmemeli dünyamıza!”. Orhan Kemal, daha sonra Bereketli Topraklar Üzerinde romanının bir nev’i devamı gibi olan “Gurbet Kuşları”nı kaleme almıştır. Bu defa üç arkadaştan hayatta kalanın oğlunun İstanbul’a gelişini anlatır. Aynı isimli filmle hiç ilgisi yoktur. Gurbet Kuşları adlı filmde ardı arkası kesilmeyen göç olayında büyük kentte tutunamayan ailelerden birinin geri dönüşü işlenirken bu romanda ise tüm engellere rağmen bir direniş anlatılır. Güç yaşama koşulları içinde halkın sıkıntıları dile gelmektedir. Bir dönem rom​​anıdır. 1940'lı yıllarda iktidara gelen DP yurt dışından alınan borçlarla yıkım-yapım işlerine girişmeyi kendine vazife edinmiştir. Bu nedenle Anadolu'dan İstanbul’a akın akın insan göç etmektedir. Ancak İstanbul’da herkese ekmek varsa da, bir yanda lüküs yapılar yükselirken bunların yaratıcıları olan köylüler kendilerine barınma için gecekondu yapma uğraşı vermek zorundadır. Orhan Kemal bu eserini 1953 yılında çektiği Altı Ölü Var (İpsala Cinayeti) filmine senaryosunu yazdığı Lütfi Ö. Akad’a adamıştır. Moran’ın, hakkında Fethi Naci’nin en iyi 10 Türk romanı arasında dediğini anımsattığı Bereketli Topraklar Üzerinde’den sonra onun devamı sayılan Gurbet Kuşları da önemli sayılan, kuzu postuna bürünmüş oy avcısı politikacıları çirkin yüzleriyle ortaya seren bir başyapıt. Yazar tüm eserlerinde olduğu gibi bu romanında da uyarıcı, yönlendirici ve gerçekçilik yolunu izlemiş, yaşadığı deneyim ve gözlemlerle halka daha iyi yaşamın olanaklarını anlatmak istemiştir. TV kanalları sinema sanatının düzeyli örneklerini göstermek yerine toplumcu gerçekçi filmleri göz ardı edip piyasa işi popüler kültür ürünlerini tekrar tekrar vermekte. Kartelci medya kendi çıkarlarına odaklanmıştır. Günümüzde feodal kültür kentlilerin popüler kültürü haline getirilip ters yüz edilerek halka sanatsal araçlarla; diziler ve filmlerle özümsetilmektedir. Orhan Kemal, içinde bulunduğumuz dönem adeta bir replikası olan Gurbet Kuşları romanını sanki bunu tekrar alaşağı etmek için yazmış, mutlaka okuyun, Bereketli Topraklar Üzerinde’nin hem romanını okuyun, hem Erden Kıral’a ait 1961 Anayasasının görece özgür ortamının bir ürünü, bir dönemin yasaklı ve zayi olan filmini de mutlaka izleyin. Katledilişlerinin 36.yıldönümlerinde Denizlerin antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı, demokratik ve gerçekten özgürlükçü mücadelelerinin ipuçlarını bulacaksınız. Doğum: 15 Eylül 1914, Adana, Osmanlı İmparatorluğu - ÖLÜM: 2 Haziran 1970, Sofya, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti

  • Türkiye'de Çocuğa Şiddet

    ve STK FARKINDALIĞI Üniversitede okuduğumda duymuştum; İngilizler çocukların eğitimi için dayak gereklidir, diyordu. Çok da şaşırmadık, çünkü o devir, biz de çocuklar için dayak üç vakit yemek gibi elzemdi. Zamanla tartışılır oldu. Yansımalarını görüyoruz, şiddet alışkanlığımızın kadınları ve tüm güçsüz yaratıkları da kapsayarak genişlediğini televizyon ve gazete haberlerinden anlamak mümkün. Narin Güran olayı fitili ateşledi. Çocuklara uygulanan şiddet ülkenin dört yanında sivil toplum örgütleri ve medyada bütün boyutlarıyla tartışılır oldu. * Diyarbakır'da Narin Güran için kadın hakları alanında çalışan örgütler öncülüğünde taziye çadırı kuruldu. GAZETE HABERİ ·           Yazan,Merve Kara-Kaşka ·         Unvan,BBC Türkçe ·         11 Eylül 202 4 Adalet Bakanlığı verileri Türkiye genelinde çocukların cinsel istismarına ilişkin soruşturma sayısının 2023'te sekiz yıl öncesinde göre iki katına çıktığını gösteriyor. Buna göre 2023'te başsavcılıklarda yürütülen 66 binden fazla soruşturmanın her birinde en az bir çocuk mağdurdu. Bakanlık, cinsel suçlara verilen cezaların artırılması gibi önlemlerle bu suçlara karşı  " titizlikle "  mücadele edildiğini söylüyor. BBC Türkçe çocuğa şiddetin, önlemlere rağmen, neden arttığını araştırdı. Türkiye İstatistik Kurumu'na (TÜİK) göre 2023 yılında güvenlik birimlerine giden veya götürülen mağdur 242 bin 875 çocuğun yüzde 12'ye yakını cinsel istismar nedeniyle mağdur oldu. Bu, yaklaşık 29 bin çocuğa denk geliyor. Bir çocuğun öldürüldüğü son vakada, 8 yaşındaki Narin Güran'ın cansız bedeni, kendisinden haber alınamayan 19 günün ardından, evinden yaklaşık 1,5 km uzaktaki bir dere kenarında bulundu. Narin'in ölümüne dair soru işaretlerinin devam eden soruşturmayla aydınlatılması umuluyor. Diğer yandan hak örgütleri geçmişte kamuoyunda tepki toplayan birçok benzer olay yaşandığını "ancak yargı süreçlerinde sonuç alınamadığını" savunuyor. Uluslararası Çocuk Merkezi (UÇM-ICC) uzmanlarının  BBC Türkçe  ile paylaştığı örneklerden birkaçı şunlar: "2016 yılında İzmir’de cinsel istismara maruz kalan 9 yaşındaki Y.K. Çocuk Koruma Kanunu’na aykırı biçimde mahkemeye çıkarılmış, fail ile karşılaşmanın stresi sonucunda kalp krizi geçirerek yaşamını yitirmişti. "13 yaşındaki N.Ç., 27 kişi tarafından cinsel istismara maruz kalmıştı. 2003 yılında başlayan ve 2014 yılına kadar süren dava sürecinde N.Ç. faillerle sayısız kez karşı karşıya getirilmişti. N.Ç.’nin istismara rıza gösterdiği kanaatine varılmış ve dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınmıştı." BBC Türkçe'nin görüştüğü uzmanlar, vakaların sayısının çok daha yüksek olabileceğini, "münferit" olmadıklarını ve Türkiye'de çocuk cinayetlerinin, kadın cinayetleri gibi "sistematik ve politik" olduğunu savunuyorlar.   Bildirilen on binlerce vakanın yüzde 85'inde mağdur kız çocukları Türkiye'de çocuğa şiddete ilişkin resmi veriler cinsel istismarla sınırlı. TÜİK verilerine göre geçen yıl cinsel istismar kurbanı olan yaklaşık 29 bin çocuğun yüzde 85'inden fazlasında mağdur kız çocuklarıydı. Adalet Bakanlığı verilerine göreyse, Türkiye genelinde başsavcılıkların çocukların cinsel istismarına ilişkin açtığı dosya sayısı 2015 ile 2023 arasında yaklaşık iki katına çıktı. 2023'te yürütülen 66 binden fazla soruşturmanın her birinde en az bir çocuk mağdurdu. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu'nun basına yansıyan haberlerden derlediği verilere göre, 2024 yılının ilk altı ayında en az 14 kız çocuğu ve 205 kadın erkekler tarafından katledildi. Uluslararası Çocuk Merkezi (UÇM) cinsel istismar vakalarının çocuklara yönelik şiddete dair "buzdağının görünen kısmı" olduğunu söylüyor. Çocuk hakları alanında çalışan dernek, çocuk istismarı ve çocuklara kötü muamelenin, cinsel istismar kadar, fiziksel ve kötü muameleyi, ihmalkâr davranışı, ticari veya başka amaçlı sömürüyü kapsadığının altını çiziyor. UÇM'den uzmanlar BBC Türkçe'ye, "Türkiye’de çocuğun güçsüzlüğü ve savunmasızlığı en çok çocuğu tanıyan aile üyeleri tarafından sömürülüyor (ensest) ve yaygınlığı çok fazla" değerlendirmesinde bulunuyorlar. "Rakamsal ve istatistiksel oran olarak aile içi hep göz ardı edilir ve gerçek oranların çok fazla olduğunu biliyoruz" diye ekliyorlar. Şiddet mi artıyor, farkındalık mı? Peki verilerdeki artış çocuğa şiddettin arttığını mı yoksa daha fazla bildirimin mi yapıldığı anlamına geliyor? BBC Türkçe'ye konuşan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu gönüllü avukatı İpek Bozkurt, "Hem veriler artıyor hem de görünürlük artıyor" diyor. Bozkurt'a göre, kadın hareketlerinin çalışmaları ve sosyal medya gibi faktörler şiddet gören kadınların birbirlerinden daha fazla haberdar olmasını sağlıyor. Uluslararası Çocuk Merkezi, özellikle aile içi istismarın "görünür hale gelmesinin" bu tezi destekler" nitelikte olduğunu vurguluyor. Diğer yandan şikayetlerin artmasında Adalet Bakanlığı'nın hukuki süreçlerde mağdurlara verdiği desteklerin artırmasının da etkili olabileceği belirtiliyor. 'Cezasızlık oranı ciddi biçimde arttı' Çocuklara yönelik cinsel istismar suçu Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 103. maddesiyle düzenleniyor. 2023 yılında Cumhuriyet başsavcılıklarında soruşturma evresinde karara bağlanan TCK 103’e ilişkin dosyaların yüzde 34’ünde kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildi. 2013’te bu oran yüzde 21'di. Buna göre 2023'te mahkemede karara bağlanan çocukların cinsel istismarı davalarında da 7 bin 88 sanık için mahkumiyet kararı verildi. 2013'te mahkumiyet kararı verilen sanık sayısı 13 bin 925 olmuştu. UÇM uzmanları, bu verilerle ilgili, "Özetle, elimizde daha fazla çocuğa yönelik cinsel istismar suçu vakası varken, daha az kovuşturma ve mahkumiyet kararı verilen, daha az sayıda sanık bulunuyor" yorumunda bulunuyorlar. "Bu demek oluyor ki çocuğa yönelik cinsel istismar suçu artarken, cezasızlık oranı da ciddi biçimde artmış durumda. Faillerin cezalandırılmadığı bir sistem ise her gün daha fazla vaka ve mağdur üretmeye mahkumdur" diye ekliyorlar. Çocukları korumak için hangi adımlar atıldı Adalet Bakanlığı, çocukların cinsel istismarı suçlarında "cezasızlığın arttığı" sonucunun çıkarılamayacağını savunuyor. Bakanlığın BBC Türkçe ile paylaştığı verilere göre, cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarla bağlantılı olarak bugün itibariyle 23 binden fazla tutuklu ve hükümlü cezaevlerinde. Bakanlık, bu suçlara verilen cezaların yasal düzenlemelerle artırıldığına da dikkat çekiyor. Örneğin, 2016'da yapılan mevzuat değişikliğiyle saldırıya uğrayan çocuğun 12 yaşından küçük olması durumunda, ceza alt sınırı uygulaması getirildi. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının süresi 30 yıl yerine 39 yıla çıkarıldı. 15 yaşını bitirmiş çocukların "cebir, tehdit ve hile olmaksızın cinsel ilişkiye girmesi halinde" sanığa verilecek ceza 6 aydan 2 yıla kadar hapis iken, 2 yıldan 5 yıla kadar hapis olacak şekilde artırıldı. Türkiye çocukları koruyan bazı uluslararası sözleşmelere de taraf. Birleşmiş Milletler'in Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi Türkiye'de 1995'ten bu yana yürürlükte. 54 maddeden oluşan anlaşma 18 yaş ve altındaki herkesin, eğitim, oyun oynama, beslenme, sağlık ve barınma, mahremiyet ve şiddet ile istismardan uzak olma hakkını güvence altına alıyor.     Çocuk ve Kadın Cinayetleri   Fikret BİLA Yayınlanma:  13 Eylül 2024 Cuma 08:20   Türkiye’nin gündemi 8 yaşındaki  Narin ’in öldürülmesi.Türkiye ayakta; bu cinayetin aydınlığa kavuşturulmasını ve Narin’in katili veya katilleri ile cinayete yardım ve yataklık yapan herkesin en ağır şekilde cezalandırılmasını istiyor.Kamuoyunun beklentisi bu cinayetin önceki birçok örnekte görüldüğü gibi üstünün kapatılmaması, dosyanın tozlu raflara kaldırılıp unutulmaması.Türkiye’de kadın ve çocuğun bir değeri yok.Özellikle feodal düzenin hüküm sürdüğü ailelerde çocuk ve kadının hakları diye bir kavram yok.Aile içi cinayetler maalesef bu nedenle çok fazla.Verilere bakalım.Çocuk Hakları Koruma Merkezi’nin (FİSA) 2023 Türkiye raporuna göre çocuk verileri şöyle:- Çocuk cinayetleri ve ev içi şiddet temelli cinayetlere şüpheli ölümler de eklendiğinde iki buçuk yılda en az 133 çocuk hayatını kaybetti.- 2022'de 37, 2023'te 15, 2024'ün ilk yarısında 17 şüpheli çocuk ölümü gerçekleşti.- Rapora göre 35 çocuk şiddet sonucu hayatını kaybetti.- Bu çocuklardan 7’si cinsiyet temelli şiddet, 9’u akran şiddeti, 15’i ev içi şiddet ve 5’i çocuk cinayetleri nedeniyle hayatını kaybetti.- Çocukların 45’i de iş cinayetlerine kurban gitti.Dikkati çeken bir bulgu da çocuklara şiddetin çoğunlukla aile içinden, tanıdıklarından gelmesi.Kadın cinayetlerinden de durum vahim.Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun raporuna göre 2023 yılında Türkiye’de 315 kadın öldürüldü. Öldürülen kadınların yüzde 31’i bıçaklanarak, yüzde 55 ise ateşli silahla vurularak öldürüldü.Bu rakamlar Türkiye’de silahlanma sorununu da gösteriyor. Ruhsatsız silah edinmenin kolaylığı bu sorunun esasını oluşturuyor.Ayrı raporda yer alan çarpıcı bir sonuç da kadınların en çok evli oldukları erkek tarafından, evlerinde öldürülmesi.2023 yılında öldürülen kadınların yüzde 41’i evli oldukları erkek tarafından öldürüldü. Evli olduğu erkek tarafından öldürülen kadınların yüzde 30’nun boşanma aşamasında olduğu da bir başka dikkat çekici sonuç.Öldürülme gerekçelerinin başında ise kadınların ayrılık, boşanma gibi özgür iradeleriyle aldıkları kararlar geliyor.Kadının kendi hayatıyla ilgili karar alma hak ve yetkisi yok.Kadınların öldürülmesinde “ cezasızlık ” da büyük etken.Rapora göre cezasızlık, suçlulara tekrar suç işleme cesareti veriyor.2023 yılında yaşanan kadın cinayetlerinden yüzde 10’unda faillerin adli sicil kayıtlarının olduğu görülüyor.Bunun anlamı cinayetlerin, başka bir suçtan suç kaydı olan, hüküm giymiş olan, cezaevinden izinli çıkmış olan failler tarafından gerçekleştirilmesi demek.Rapora göre öldürülen kadınların yakınları da hedef alınıyor.2023 yılında toplam 315 kadın cinayeti işlendi. Bu kadın cinayetlerinin 62’sinde kadınlar yakınlarıyla birlikte hedef alındı. Bunların 41’inde kadınlarla birlikte yakınları da öldürüldü. 21 olayda da kadınların yakınları yaralandı .Artık erkek şiddeti sadece kadınları değil, aynı zamanda kadınların korumak için mücadele eden yakınlarını da hedef alıyor.Verilerin ortaya koyduğu gibi kadınların ve çocukların yaşam haklarıyla ilgili bu ağır sorunu kadınların evde oturup çocuk doğurmasını savunan, kız çocuklarının ilkokuldan sonra okula gönderilmemesini destekleyen, en fazla imam hatip okuluna gitmelerini onaylayan bir iktidarın zihniyetiyle çözmek mümkün değil.Bu nedenle CHP’nin Türkiye’de kadın ve çocukların başta yaşam hakkı olmak üzere insan haklarını güvenceye alacak bir programı hazırlayıp, zaman kaybetmeden kamuoyuna sunması gerekiyor. Narin'in öldürülmesi pek çok kentte protesto edildi Narin Güran'ın öldürülmesi ülkenin pek çok kentinde kadın platformları ve emek demokrasi güçleri tarafından protesto edildi. 8 yaşındaki Narin Güran'ın 19 gün sonra cansız bedeninin bulunması üzerine pek çok kentte eylem düzenlendi. ARTVİN Artvin'in Hopa ilçesinde yurttaşlar hükümet konağı önünde toplandı. Hopalı ve Kemalpaşalı kadınlar kapalı yoldan yürüyüş yaparak Hopa meydanında  basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklamayı grup adına Seval Karabulut okudu. Karabulut, "Bu ülkede çocuklar tarikat ve cemaat yurtlarında istismara uğruyor. Denetimsiz tarikat yurtlarında can veriyor. Sokakta oynarken panzer altında hayatını kaybediyor. Kolluk güçleri tarafından vuruluyor. Sokak hayvanlarını öldürme yasasını çocukların güvenliğini bahane ederek meşrulaştırmaya çalışanlar Narin'e ne olduğunu gizliyor, faillerini aklamaya çalışıyor. Kutsal aile diyerek kadınları ve çocukları hapsetmeye çalıştığınız aileleriniz de şiddet ve istismar var. Kadınları ve çocukları değil aileyi koruyan politikalarınız Narin'e ne olduğunu gizleyemez! Bugün Narin'in isyanını kuşanmak; öldürülen, kaybedilen, yaşamları ellerinden alınan, gelecekleri cemaat ve tarikatlara teslim edilen çocuklar için hesap sormak demektir" dedi.  (   İZMİR İzmir Kadın Platformu Diyarbakır’ın Tavşantepe Köyü’nde 8 yaşındaki Narin Güran’ın cansız bedeninin bulunması üzerine eylem düzenledi. Alsancak Türkan Saylan Merkezi önünde ‘Failleri Korumayın, Aklamayın’ yazılı pankart arkasında bir araya gelen ekip ÖSYM binasının önüne yürüyerek basın açıklaması gerçekleştirdi. İzmir Kadın Platformu adına basın metnini Emine Akbaba okudu. Eylemde sık sık ‘Katil Hizbullah, İşbirlikçi AKP’, ‘Katillerden Hesabı Biz Soracağız’ ve ‘Çocuk Cinayetleri Politiktir’ sloganları atıldı. İZMİR BAROSU: BU DAVAYI TAKİP EDECEĞİZ Basın açıklamasından önce İzmir Yaşam Hakkı Savunucuları adına konuşmasını yapan Pınar Alp Asil, “Çocuklar için güvenli sokaklar adı altında çıkartılan kanlı yasayı oy birliğiyle onaylanan bu devletin meclisi, tecavüzcü cemaat ve tarikatlarıda aklayan meclisle aynı meclistir. Kendi sermayesi için dün çocukları bahane ederek hayvanların tecritçine ve katliamına yasa çıkaran bu devletin elinde Narin ve katledilen tüm çocuklarımızın kanı bulunmakta. Adaleti bizler sağlayacağız” dedi. İzmir Barosu adına konuşmasını yapan Zöhre Dalkıran ise “İzmir Barosu olarak susmayacağız. Bu katilerin korunmayıp yargılandığı bir yargı sistemini inşa edeceğiz. Çocuk dostu kentler, okullar yaratana kadar birlikte mücadeleye devam edeceğiz. Hem Narin’in hem başkaca yaşam hakkı elinden alınan, sömürülen, istismar edilen tüm çocukların davalarını, soruşturmalarını İzmir Barosu olarak takip edeceğimizin sözünü veriyoruz. Tüm sorumlular açıklanıp cezalandırılma kadar da Diyarbakır Borusuyla dayanışma içerisinde bu davayı takip edeceğiz” ifadelerini kullandı. Konuşmaların ardından basın açıklaması okundu.    “Milyonlarca insan Narin’e ne oldu, Narin nerede diye sordu. Kamuoyuna tek bir açıklama yapmayan Cumhuriyet Savcısı ve İçişleri Bakanlığı, Narin kaybolduktan 10 gün sonra yayın yasağı getirdi” diyerek sözlerine başlayan Akbaba, soruşturma sürecine değindi. Narin’in cenazesinde bir kadının ‘yalan konuşun’ dediği için erkekler tarafından şiddete uğradığını belirten Akbaba, “Amcanın ve ailenin Hizbullah, HÜDA-PAR ilişkisine dair tek bir açıklama yapılmadı” dedi. Akbaba ardından AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu’nun sözlerini hatırlattı ve “2018’de Rabia Naz’ın faillerini koruyanlar bugün aile-devlet-tarikat iş birliği ile Narin’in ölümüne neden oldu” ifadelerini kullandı. ‘NARİNE NE OLDU DİYE SORMAYA DEVAM EDECEĞİZ’ 2024-2025 eğitim öğretim yılının başlamasının ardından öğrencilerin yaşadığı sorunlara da değinen Akbaba, “Çocukları korumayan, istismarı aklayanlar aynı zamanda çocuk yoksulluğu çocuk açlığını da yok sayıyor.  Milyonlarca çocuk, bir öğün ücretsiz sağlıklı yemek hakkından, parasız bilimsel eğitim hakkından yoksun, tarikat ve cemaat karanlığına itiliyor. Başka Narinler olmasın, hiçbir çocuk okula aç gitmesin, istismara uğramasın, kaybolup katledilmesin diye mücadelemiz sürecek” ifadelerini kullandı. Narin’e ne olduğunun açığa çıkarılması, tüm faillerin cezalandırılması, gerçek adaletin sağlanması için sürecin takipçisi olacaklarını belirten Akbaba son olarak, “Narin’e ne oldu demeye devam edeceğiz. Kadınların ve çocukların yaşamlarını erkek devlet sistemine teslim etmeyeceğiz” dedi.   ESKİŞEHİR Eskişehir Emek ve Demokrasi Platformu, Diyarbakır'da katledilen Narin Güran için basın açıklaması gerçekleştirdi. "Çocuklar için güvenli dünya güvenli yaşam" diyerek öfkesini dile getiren Eskişehirliler, Narin için Adalet istedi. Eskişehir Emek ve Demokrasi Platformu'nun çağrısı ile Köprübaşı'nda bir araya gelen Eskişehirliler, sloganlar atarak buradan Ulus Anıtı'na yürüdü. Çevredekilerin de alkışlarla destek verdiği eylemde Eskişehirliler sık sık "Katil Hizbullah İş Birlikçi AKP", "Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek", "Çocuk Cinayetleri Politiktir", "Gülistan'dan Narine Hesap Sormaya" ve "Narin İçin Adalet İstiyoruz" sloganları attı. Kitle Ulus Anıtı'na geldiğinde kitle adına basın metnini Eğitim Sen Şube Kadın Sekreteri Evrim Sabur okudu. ÇOCUK CİNAYETLERİ POLİTİKTİR! Hem sokaklar hem de iktidarın her fırsatta dilinden düşürmediği kutsal aile masalının kadınlar ve çocuklar için güven vermediğini belirten Sabur, "Bizler biliyoruz ki dinci, gerici vakıf ve derneklerle işbirliği yapanlar her alanı piyasa ve tarikatlara teslim eden, MESEM'lerde çocukların hayatını hiçe sayarak gencecik bedenleri ölüme gönderenler, deprem sonrası kaybolan çocuklara kanatlı melek diyerek ölümü kutsallaştıran, 4+4+4 uygulaması ile okula başlama yaşının düşüren liselere devam ederken çocuk yaşta evliliğe vize veren yönetmelik değişiklikleri ile cezasızlığı kural yapanlar bugün bu cinayetlerin asıl sorumlusudur" diyen Sabur,  tam bu sebeplerden dolayı çocuk cinayetlerinin nereden gelirse gelsin politik olduğunu kaydetti. Sabur, bir tane bile çocuğun tırnağına zarar gelmemesi için mücadele etmekten vazgeçmeyeceklerinin altını çizdi   İSTANBUL Beylikdüzü Emek ve Demokrasi Güçleri, 8 yaşındaki Narin Güran’ın öldürülmesiyle ilgili Beylikdüzü Belediyesi Metrobüs durağında bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklamaya Emek Partisi (EMEP) Genel Başkanı Seyit Aslan da katıldı. Basın açıklamasında, Narin Güran’ın cansız bedeninin 19 günün ardından Diyarbakır’ın Bağlar ilçesindeki bir dere yatağında bulunduğu hatırlatıldı. Açıklamada, devletin çocukları koruyacak etkin mekanizmalar kurmadığı ve bu ihmallerin Narin’in ölümüne yol açtığını belirtildi. Yapılan açıklamada, olayın üzerinin basın yasaklarıyla örtülmeye çalışıldığı, kamuoyunun bilgilendirilmediği ve sorumluların cezalandırılmadığı vurgulandı. Narin’in ölümünün ardından yapılan “Melek oldu” söylemleri ve sahte gözyaşlarının ise çocukları koruyamayan sorumluları aklayamayacağı ifade edildi. Açıklamada, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, çocuk istismarı davalarında uygulanan cezasızlık politikaları ve çocukları cinsel istismardan koruyan Lanzarote Sözleşmesi’nin hedef alınması gibi uygulamaların failleri cesaretlendirdiği ve çocukları daha güvencesiz hale getirdiği ifade edildi. Beylikdüzü Emek ve Demokrasi Güçleri, çocukların korunması için mücadele etmeye devam edeceklerini belirterek, tüm halkı “Failleri değil, çocukları koruyun!” demek için mücadeleye çağırdı. SEYİT ASLAN: BU İKTİDARDAN VE SERMAYE DÜZENİNDEN KURTULMAK İÇİN MÜCADELE EDECEĞİZ Emek Partisi Genel Başkanı Seyit Aslan: "Narin'ler ölmesin, çocuklarımız istismara uğratılmasın, MESEM'lerde katledilmesin, okullarda açlıktan bayılmasın istiyorsak, hem Narin için adalet isteyeceğiz hem de çocuklarımızın geleceği için, bu iktidardan bu sermaye düzeninden kurtulmak için mücadele edeceğiz" Narin’in ölümüyle ilgili tüm sorumluların cezalandırılması gerektiği vurgulanarak, sürecin takipçisi olacaklarını duyurdular.  İKİTELLİ Küçükçekmece Atakent Mahallesi Muhtarlığı'nın çağrısıyla Atakent Ali İsmail Korkmaz Parkı'nda Atakent ve İkitelli'den kadınlar "Narin Güran için adalet" diyerek basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın açıklamasını Atakent mahalle muhtarı Özge Erdoğan Yeşilırmak okudu. Açıklamada, "Narin için adalet, herkes için adalet" , "katilleri değil çocukları koruyun" ve "katilleri aklama yargıla" sloganları atıldı. BALIKESİR Balıkesir Altınoluk Cumhuriyet Meydanı'nda toplanan kadın örgütleri "Narin İçin Adalet" istedi. Edremit Kadın platformunun çağrısı ile bir araya gelen kadın örgütleri Altınoluk Cumhuriyet Meydanında basın açıklaması yaptı.  Balıkesir'in Ayvalık, Balıkesir Merkez, Bandırma, Burhaniye, Edremit ve Gömeç ilçelerinde de Narin için eylem yapıldı. Ortak açıklamayı Edremit Kadın platformu adına Fadime Ünal okudu. "ÇOCUKLARI KORUYACAK ÖNLEMLERİ UYGALAMAYANLAR NARIN'İN ÖLÜMÜNDEN SORUMLU!" Yapılan açıklamada şu ifadeler kullanıldı: "Bu ülkede dört şey olmayacaksın: Kadın,çocuk,ağaç,sokak hayvanı" der büyük usta Yaşar Kemal. İçinden geçtiğimiz günler sürekli bu tespite uygun akıp gidiyor. Her gün kadın cinayetleri, her gün kayıp çocuklar, her gün orman yangınları, her gün sokak hayvanlarının katledilmesi, daha 3-4 gün önce doğasına sahip çıkan Reşit Kibar'ın doğa talancısı şirketlerin tetikçileri tarafından katledilmesi. Bir çürümenin, her gün biraz daha dibe vurmuşluğun ortasındayız. Narin'in ölümü bir kez daha gösterdi ki; Çocukları koruyacak mekanizmaların oluşturulması, etkin şekilde işletilmesi, çocukların güvenle büyüyebileceği bir yaşam için mücadeleyi sürdüreceğiz. Narin'in öldürülmesinde tüm sorumluların ortaya çıkartılması, cezalandırılması için sürecin takipçisi olacağız. Siyasi iktidar söylemleri ile canilere cesaret vermektedir. AKP'nin bir milletvekili açık açık Narin'in ailesini 40 yıldır tanıdıklarını, aynı partilerde daha önce çalıştıklarını itiraf ediyor.Neden soruşturmaya yayın yasağı getirildi? Narin bir köyün içerisinde ortak bir sessizlik ile devlet-tarikat- siyaset üçgeninde bir cinayete kurban mı gitti? Biz onları 'bir defadan bir şey olmaz' 'çocuğun da rızası vardır' söylemlerinden tanıyoruz. Leyla'nın da, Narin'in de, kaçırılıp, istismara uğrayan tüm çocuklarımızın da hesabını vereceksiniz. Koruduğunuz, kolladığınız kim ve ne varsa açığa çıkarana kadar mücadele edeceğiz. Bir gecede çıktığınız İstanbul Sözleşmesinden vazgeçmeyeceğiz. 6284'ün ve Lanzarotte anlaşmalarının etkin uygulanması için mücadelemizden geri durmayacağız. Açıklama sırasında, "Yasta değil isyandayız" , "Tarikatlar kapatılsın" , "Tarikat siyaset bu bir cinayet" , "Narin'in hesabı sorulacak" sloganları atıldı. Açıklama sonrası kadınlar oturma eylemi yaptılar. Eylem sırasında şiirler okundu, sloganlar atıldı.   MALATYA Malatya Demokratik Kadın Platformu, Narin Güran'ın cansız bedeninin bulunmasının ardından Emeksiz Üst Kavşağında bir basın açıklaması düzenlendi.   Çocukların karşı karşıya olduğu olası riskleri ve sorunları erken aşamada tespit edebilen ve önleyebilen bir sistemin henüz mevcut olmadığını dile getiren Seda Uçar, “İstismara uğrayan, kamuoyunda gündem olan, yaşam hakkı elinden alınan her çocuğun hikayesi, bize çocuk koruma sisteminin, çocuklara yönelik ve çocukları da ilgilendiren konulardaki politikaların eksiklerini, zayıflıklarını, yanlışlıklarını göstermekte, aynı zamanda çocukları koruyacak bir sistem için neler yapılması gerektiğini gösterdiğini tekrarlıyoruz” dedi. Uçar, çocukların erken yaşlardan itibaren kreş eğitiminden mahrum bırakılmadığı, hane içerisinde yeterli beslenme, sağlıklı ve güvenli barınma haklarının sağlandığı, eğitim ve sağlık hizmetlerinden faydalandığı bir sistemin inşa edilmesi gerekliliğinden bahsetti. “EĞİTİM SİSTEMİNDEKİ YANLIŞLIKLAR, ÇOCUKLARIN GELECEĞİNE ZARAR VERİYOR” Yoksulluk nedeniyle çocukların küçük yaşlardan itibaren güvencesiz iş kollarında çalışmak zorunda kalmalarının bedensel bütünlükleri açısından da büyük riskler taşıdığını söyleyen Uçar, “Eğitim sistemindeki yanlışlıklar çocukların geleceğine zarar vermektedir. Çocukların MESEM'lerde öğütülmesi engellenmeli, kontrol sisteminin bulunmadığı, eğitim pedagojisine uygun olmayan tarikat ve vakıflara bağlı eğitim kurumlarının kapatılması sağlanmalıdır. Madde kullanımı ve fuhuşun engellenmesi için her kim olursa olsun çıkar odakları ile gerçekçi mücadeleler edilmelidir”dedi. Son olarak Uçar, “Biz Malatya Demokratik Kadın Platformu olarak örgütlü olduğumuz her alanda çocukların haklarının korunması, etkili- çocukları koruyan çocuk koruma politikalarının hayata geçirilmesi, hak temelli, adil ve gerçekliği olan bir 'çocuk koruma sistemi' inşa edilmesi için çocukların haklarını ihlal eden ve geleceklerini karartan politikaların değiştirilmesi için sorumluluk almaya, mücadele etmeye devam edeceğiz” diyerek açıklamayı sonlandırdı. “OKULDA OLMASI GEREKEN BU ÇOCUĞUMUZ ŞU ANDA TOPRAK ALTINDA Açıklamanın ardından yeni eğitim-öğretim döneminin başlaması dolayısıyla konuşma yapan Eğitim-Sen Genel Mali Sekreteri Ramazan Gürbüz, “Bugün burada Narin çocuğumuzun tam da okulların açıldığı gün toprağa verilmesi hepimizin yüreklerini yaktı. Okulda olması gereken bu çocuğumuz şu anda toprak altında” dedi. “DEPREM BÖLGESİ İLLERDE ÇOCUKLAR, OKULDA TEMİZ İÇME SUYUNA ERİŞEMİYOR” Eğitim Sen olarak deprem sonrası eğitim-öğretimin hangi durumda olduğunu tespit etmek açısından deprem bölgesindeki illere gittiklerini ve kendisinin de Malatya'ya geldiğini söyleyen Gürbüz, “Parasız, nitelikli eğitim hakkı ne yazık ki ortadan kaldırılmış, kamusal eğitim niteliksiz hale getirilmiş, kamusal eğitim tasfiye edilerek özel eğitimin önü açılmış. Aynı zamanda okullarımızda çocuklarımızın içeceği temiz su yok. Sayın bakanlık yetkililerine ve bürokratlarına binlerce kez söylememize karşın çocuklarımız okulda temiz içme suyuna erişemiyor. Bir başka konu olarak çocuklar okullara aç gidiyor, beslenme çantaları boş. Derin yoksulluk bu halkın çocuklarının okulda aç kalmasına neden oluyor” dedi. Bu sorunlar karşısında yeterli bir mücadele sürdürülmediğinde çocukların yarın Narinler'e, MESEM'lerde çocuk işçilere, tarikatların yurtlarında yangınlarda kaybedilen çocuklar haline dönüşeceğini söyleyen Gürbüz, “Çocuklarımıza içme suyu, bir öğün yemek, servis sorunu, üniversite öğrencilerimizin barınma sorunu bunlar çözülmesi gereken kamusal haktır”dedi   ANKARA Ankara Kadın Platformu, 8 yaşındaki Narin Güran’ın öldürülmesini protesto etti. Narin’in tüm faillerinin yanı sıra, failleri koruyanların hakkında etkin bir soruşturma yürütülmesi gerektiğini belirten Sevinç Koçak, “Sorumluluk zincirinin açığa çıkartılarak yargılama sürecinin kutsal aile-tarikat-siyasal erk üçgeniyle gölgelenmeden adil ve şeffaf bir biçimde ilerletilmesini, çocuklara karşı işlenen her türlü suçta; tarikat, cemaat, bürokrat, her türlü kişi, kurum ve yapılarla ilgili cezasızlık politikasına derhal son verilmesini talep ediyoruz” dedi. Ankara Kadın Platformunun çağrısıyla kadınlar Kolej Metro önünde toplandı. Buradan yürüyüşe geçen kadınlar ‘Çocuk cinayetleri politiktir’, ‘Kaybedilen çocuklar isyanımızdır’, ‘Koruma,aklama, katilleri yargıla’ sloganları attı. Kadınların yürüyüşü polis tarafından engellendi. Kadinlar engelleme üzerine oturma eylemine başladı. Bekleyişin ardından kadinlar yürüyüşe devam etti. Sakarya Caddesinde yapılan açıklamada konuşan Sevinç Koçak, “Günlerdir ‘çok kapsamlı araştırma yapıyoruz’ diye açıklama yapanlar, ne hikmetse köyünden yalnızca 3 kilometre uzaklıkta olan bir çocuğu 19 gün boyunca bir türlü bulamadılar. Ama dün Narin için adalet isteyenleri darbetmekten, yürüyenlerin elindeki Narin fotoğrafını yırtmaktan da geri durmadılar. AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu sürecin en şeffaf açıklamasını yaptı: "Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var. Çünkü aile bizim dostlarımız. Konu çok hassas. Onları üzecek bir şey söylemek istemiyoruz. Aileyle benim 40 yıllık dostluğum var. Ailenin hemen hemen tüm bireylerini tanırız. Hizbullahçı olduğunu söyleyenler var ancak aile Refah Partisi geleneğinden gelen bir aile. Şu an AK Parti ilçe yönetiminde olan bir yeğenleri de var. Biz bu açıklamayı tüm kodlarıyla tanıyoruz” dedi.   Koçak şöyle devam etti: “Kadınları, LGBTİ+ları, çocukları, hayvanları hedef haline getirirken tarikatlarla çocuk koruma protokolü imzalayanları, tarikat yurtlarında çocuklar istismar edilirken failleri aklamak için torba yasaları gece yarısı apar topar geçirmeye çalışanları biliyoruz.  Çocuk istismarını evlilik adı altında meşrulaştırmaya çalışanların, kadın cinayetlerinde fail aklayanların İstanbul Sözleşmesi’nden neden korktuklarını da çok iyi biliyoruz. Küçük bir kız çocuğu olan Narin’in cenazesinde ellerinde bir bayrak gibi taşıdıkları gelinlikle, arkasına saklanmaya çalıştıkları kutsal aile kodlarını ve o kutsal ailelerde kaç kız çocuğunun istismar edildiğini, kaç kadının erkek şiddetine mahkûm edilmek istendiğini biliyoruz. ‘SORUMLULUK ZİNCİRİ AÇIĞA ÇIKARILSIN’ Narin’in tüm faillerinin yanı sıra, failleri koruyan milletvekilleri, bakanlar, mülki amirler hakkında etkin bir soruşturma yürütülmesi gerektiğini belirten Koçak, “Sorumluluk zincirinin açığa çıkartılarak yargılama sürecinin kutsal aile-tarikat-siyasal erk üçgeniyle gölgelenmeden adil ve şeffaf bir biçimde ilerletilmesini, 2016’dan bu yana her yıl kaç çocuğun kaybolduğunun ve bu çocukların akıbetlerinin düzenli olarak açıklanmasını,  çocuklara karşı işlenen her türlü suçta; tarikat, cemaat, bürokrat, her türlü kişi, kurum ve yapılarla ilgili cezasızlık politikasına derhal son verilmesini,Türk Medeni Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’nda çocuk istismarının önünü açan maddelerin çocuğun yüksek yararı gözetilerek acilen yeniden düzenlenmesini,Tarikat ve cemaatlerle yapılan çocuk koruma protokollerinin derhal iptal edilmesini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin CEDAW, Lanzarote ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ndeki tüm yükümlülüklerini yerine getirmesini, hukuksuz alınan kararın iptal edilerek İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülmesini acilen talep ediyoruz.Narin’i öldüren karanlığı yırtmak için ve her bir çocuk, kadın, LGBTİ+ güvende olana dek mücadeleden vazgeçmeyeceğimizi bir kez daha beyan ediyoruz” dedi.  AYDIN Aydın Kadın Dayanışma Platformu, “Çocuklar için güvenli bir dünya, Narin için adalet” talebiyle basın açıklaması gerçekleştirdi.  “Devlet uyuma katilleri koruma!” “Çocuk susar sen susma!” “ Çocuk cinayetleri politiktir!” sloganlarının eşlik ettiği Aydın Kent Meydanında gerçekleşen basın açıklamasını Platform Sözcüsü Eğitim Sen Aydın Şubesi Kadın Sekreteri Alev Karakaya okudu. Karakaya: “Birbirinden çelişkili açıklamalar, dosyada alınan gizlilik kararı, yayın yasakları bu süreçte devlet içerisinde bazı güçlerin bilinçli olarak failleri korumaya dönük adımlar attığını bizlere göstermektedir. Nitekim Narin’in cesedinin çok uzun günler sonra evinin bu kadar yakınında bulunması bu durumu doğrular niteliktedir” dedi. "İKTİDARIN POLİTİKALARI FAİLLERE GÜÇ VERİYOR" “Bizler Aydın Kadın Dayanışma Platformu bileşenleri olarak Narin’in ölümünü iktidarın çocuk düşmanı politikalarından ayrı görmüyoruz” diyerek sözlerine devam eden Karakaya: “İktidarın bu politikalarının faillere güç verdiğini biliyrotuz. Çocuğu koruyan güvencelerin uygulanmadığı, çocuk katillerinin cezasızlık ile korunduğu, çocuğa karşı şiddeti önleyici çalışmaların yapılmadığı, çocuk alanındaki kazanımların ortadan kaldırıldığı bu çocuk düşmanı düzende tek bir çocuğu daha kaybetmek istemiyoruz” dedi. Basın açıklamasının ardından meydanda oturma eylemi yapıldı.  ADANA Narin Güran’ın öldürülmesinin ardından Adana Kadın Platformu’nun çağrısıyla İnönü Parkı’nda bir araya gelen yurttaşlar, Atatürk Parkı’na yürüyerek adalet talep etti. Katillerin yargılanmasını isteyen protestocular, cinayetin arkasındaki toplumsal düzene de dikkat çekti. Yurttaşlar, “Narin’in Katledilme Sürecindeki Tüm Sorumlular Yargılansın” pankartı arkasında yürüyüşe geçti. “Kutsal Aile Değil, Güvenli Ortam”, “Artık Yeter, Cezasızlığa Son” dövizleri taşıyan yurttaşlar sık sık “Koruma, Aklama, Yargıla”, “Narin’in Hesabı Sorulacak” ve “Kadın Cinayetleri, Çocuk Cinayetleri Politiktir” sloganları atıldı. Çevredeki yurttaşlar da eyleme alkışlarla destek verdi. "TÜRKİYE, KAYIP ÇOCUKLAR ÜLKESİ OLMA GERÇEĞİNİ GİZLİYOR" Yürüyüşün ardından Atatürk Parkı’nda toplanan grup adına basın açıklamasını Belgin Işık okudu. Işık, Türkiye'nin çocuk hakları ihlallerine dikkat çekerek şunları söyledi: “Biliyoruz ki Narin ilk değil. Türkiye, kayıp çocuk vakalarında dünyada ilk sıralarda. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, 2008-2016 yılları arasında 104 bin 531 çocuk kayboldu. Ancak 2016’dan itibaren bu verilerin açıklanması durduruldu. Türkiye’nin kayıp çocuklar ülkesi olduğu gerçeği, veriler açıklanmayarak gizlenmek isteniyor.” "AİLE, ŞİDDETİN GİZLENME MERKEZİ HALİNE GELDİ" Açıklamada, iktidarın aileyi güçlendirme politikalarına karşı eleştiriler yönelten Işık, kadın ve çocukların aile içinde şiddete maruz kaldığını belirterek, “Aile içinde şüpheli kadın ölümleri, çocuk istismarı, erkek şiddeti ve kadın emeği sömürüsü hızla artıyor. Tüm bu şiddet türleri, aile denilen dört duvarın arasında gizlenmek isteniyor,” dedi. Narin Güran’ın cenazesinde tabutuna gelinlik örtülmesini de eleştiren Işık, “Karanlık, çağ dışı zihniyetinizi; kadınları ve çocukları, adına aile dediğiniz, şiddeti yeniden üretme ve gizleme merkezi olarak kullandığınız kurumlarınıza hapsetmenizi kabul etmiyoruz” diye konuştu. "CEZASIZLIK POLİTİKALARINDAN VAZGEÇİN!" Açıklamada İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının ve 6284 Sayılı Yasa’nın uygulanmamasının, kadın ve çocuk cinayetlerinin önünü açtığı vurgulandı. Faillerin cezalandırılmadığını belirten Işık, “Faillere ödül gibi cezalar veren, soruşturmaları etkin şekilde yürütmeyen erkek adaletin tüm temsilcileri bu cinayetten sorumludur” dedi. “HUKUK DEVREYE GİRENE KADAR MÜCADELEMİZ SÜRECEK” İşlenen cinayetlerde cezasızlık politikalarına son verilmesi çağrısında bulunan Işık, hukukun etkin bir şekilde işlemesi gerektiğini vurguladı. Işık, “Narin’in katledilmesi sürecindeki bütün sorumlular ortaya çıkarılana kadar ve çocuklarımızın güvenle yaşayacağı ortamlar yaratılana kadar mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz” ifadelerini kullandı.     KAYSERİ Kayseri Kadın Platformu, Diyarbakır’da katledilen Narin Güran için basın açıklaması gerçekleştirdi. “Çocuklarımızın geleceğini size teslim etmeyeceğiz” diyerek öfkesini dile getiren kadınlar, Narin için Adalet istedi. Kayseri Kadın Platformu adına açıklamayı okuyan Av. Eylem Sarıoğlu, “Diyarbakır’da 19 gündür kayıp olan 8 yaşındaki Narin Güran’ın cansız bedeni evlerinin yakınındaki derede bulundu. Üzgünüz, öfkeliyiz ama Narin için susmuyoruz, Narin için gerçek adalet istiyoruz. Yeni Narin’ler olmasın diye buradan haykırıyoruz: tüm sorumluların, katillerin peşini bırakmayacağız” dedi. “ÇOCUKLARIMIZI, GELECEĞİMİZİ SİZE TESLİM ETMEYECEĞİZ” Narin’in 19 günlük kayıp sürecinde ve öncesinde başına neler geldiğinin bütün yönleriyle açığa çıkarılması gerekmekteğine değinen Sarıoğlu, “Bizlere televizyonlarda, gazetelerde boy boy 'Narin’e çok yaklaştık', 'şöyle oldu, böyle oldu' diye bir sürü savsata izlettirildi. Oysa Narin’in cansız bedeni 19 gün sonra evine yakın bir derede bulundu. 19 gün boyunca ne yapıldı? Yetkililer o dereye hiç bakmamış mıydı? Bu gerçeklikten uzak 'bulundu' mesajlarını kabul etmiyoruz. Narin’in ölümüne neden olan akrabaları başta olmak üzere, sonrasında katillere yardım eden, koruyan, olayın açıkmasını engelleyen kim varsa hepsinin yargılanması ve varsa siyasi bağlantılarının açığa çıkarılması gerektiğini ifade ediyoruz” diye konuştu. Açıklamaya devam eden Sarıoğlu, “Çocuklar öldürülmesin diye, çocukları koruyacak mekanizmaların oluşturulması, etkin şekilde işletilmesi, çocukların güvenle büyüyebileceği bir yaşam için mücadeleyi sürdüreceğiz. Narin’in öldürülmesinde tüm sorumluların ortaya çıkarılması, cezalandırılması için sürecin takipçisi olacağız, tüm Kayseri halkınıda sürecin takipçisi olmaya devam ediyoruz. Çocuklarımızı, geleceğimizi size teslim etmeyeceğiz” ifadelerini kullandı.    ELAZIĞ Diyarbakır'da 8 yaşında Narin Güran'ın ölümü üzerine Elazığ Kadın Platformu'nun çağrısıyla Hozat garajında basın açıklaması gerçekleştirildi. Açıklamayı Elazığ Kadın Platformu adına okuyan Dilan Gültekin "Bu ülkede kötülük  bir çocuğu öldürüp çuvala koyacak düzeye ulaştı" dedi. Gültekin "Devlet, aile kutsaldır dedikçe kadınlar ölüyor, devlet aileyi korudukça çocuklar ölüyor. Narin'in ölümüne dair her süreci takip edeceğiz, gizlenen saklanan bir şey kalmamasını sağlayacağız" dedi. Narin Güran için bir araya gelen kitle sık sık "Narin için adalet" sloganları attı.    ANTEP Gaziantep Demokratik Kadın Platformu'nun çağrısıyla Balıklı meydanında açıklama düzenlendi.  Gaziantep Demokratik Kadın Platformu adına söz alan Gülfidan Özpolat: "Cezasızlık politikaları nedeniyle çocuk ve kadın mezarlığına dönen ülkemizde bir kız çocuğunu daha kötülüklerden ve ölümden koruyamadık. Yine isyanımızla ve yasımızla karşınızdayız" dedi.  Açıklamanın devamında Özpolat şu ifadeleri kullandı: "TÜİK’in verilerine göre 2008 ve 2016 yılları arasında tam 104 bin 531 çocuk kayboldu ve TÜİK 2016 yılından beri, tam 8 yıldır kayıp çocuklara dair veri açıklamayı bıraktı. Kaç çocuk bulundu, kaçı hala kayıp bilmiyoruz. "VERİLER GİZLENİYOR!" Yine İçişleri Bakanlığı 2019 verilerine göre Türkiye’de yılda ortalama 10 bin çocuk kayboluyor. Bu da günde yaklaşık 32 çocuğun kaybolduğu anlamına geliyor.  Yine ulaşılabilir TÜİK verilerine göre 2010-2014 yılları arasında mağdur çocuk oranının yüzde 76 artış gösterdiği görülüyor. Çocukların yaşadıkları kayıp, şiddet ve taciz gibi mağduriyetin faillerine baktığımızda, failler arasında ebeveynlerin, yakın akrabaların ve ya ailenin yakın tanıdıklarının önemli bir oranı oluşturduğunu görüyoruz. "İSTANBUL SÖZLEŞMESİ'NE YENİDEN İMZACI OLMAYI TALEP EDİYORUZ" İstanbul Sözleşmesi ile birlikte imzalanan, ‘Çocukların Cinsel Suistimal ve Cinsel İstismara Karşı Korunmasına İlişkin Lanzarote Sözleşmesi’nin etkin şekilde uygulanmasını, ayrıca İstanbul Sözleşmesi’ne yeniden imzacı olunarak gereğinin yerine getirilmesini talep ediyoruz Biz kadınlar; Narin’e ne olduğu açığa çıkarılıp sorumlular yargı önünde gereken cezayı alana kadar, kaybolan binlerce çocuğa gerçekte ne olduğunuöğrenene kadar, depremde kaybolan çocukların akıbetine dair şeffaf bilgiler edininceye kadar, katledilen, istismara uğrayan bütün kadın ve çocukların soruşturmaları tamamlanıp failler gerekli cezaları alana kadar ve bu ülkeyi katledilen kadınlar kaybolan çocuklar ülkesi olmaktan çıkarana kadar veçocukların hiçbir tehlike ve tehdide maruz kalmadan, gelecek kaygısı duymadan, sağlıklı ve güvenli bir ortamda çocukluklarını yaşayabilmesi için mücadelemizi sürdüreceğiz"    DERSİM Diyarbakır'da 8 yaşındaki Narin Güran'ın ölümü üzerine Dersim Emek ve Demokrasi Platformu, Seyit Rıza Meydanı'nda basın açıklaması yaptı. Açıklamada tüm hakikatin açığa çıkarılması gerektiği belirtildi. 'GÜLİSTAN'IN SORUŞTURMA SÜRECİ DE BENZER ŞEKİLDE İLERLEDİ' Açıklamada platform adına konuşan SES Şube Eş Başkanı Serap Kahraman, ilk günden Narin'in cesedinin bulunduğu güne kadar çokça ihmalin olduğunu belirtip, "Bu noktada, hatırlatmak isteriz ki 5 Ocak 2020 tarihinde Dersim'de kaybolan Gülistan Doku hâlâ bulunamamıştır. Gülistan'ın kaybolmasıyla ilgili soruşturma süreci de benzer bir şekilde, ihmallerle ve çelişkilerle dolu ilerlemiş, devletin failleri koruma politikası bir kez daha gözler önüne serilmiştir" diye konuştu.     'HER GÜN ORTALAMA 32 ÇOCUK KAYBOLUYOR' Türkiye'de her gün ortalama 32 çocuğun kaybolduğunu ancak bu çocukların akıbetlerinin yeterince araştırılmadığını söyleyen Kahraman "TÜİK'in son 8 yıldır kayıp çocuk verilerini dahi paylaşmaması, devletin bu alandaki sorumluluktan kaçındığını göstermektedir" dedi. 'GÜVENLİ BİR DÜNYA KURMA MÜCADELESİNE DEVAM EDECEĞİZ' Narin'in ölümünün ve Gülistan'ın kaybolmasının, toplumu derinden sarstığını söyleyen Kahraman "Ancak bu acı olaylar karşısında susmak, sadece bir başka Narin'in, bir başka Gülistan'ın da kurban edilmesine yol açacaktır. Bizler, Dersim Emek ve Demokrasi Platformu olarak, çocuklar ve genç kadınlar için yaşanılabilir ve güvenli bir dünya kurma mücadelesine kararlılıkla devam edeceğiz" dedi. 'TÜM HAKİKAT AÇIĞA ÇIKARILMALI' Kahraman, dosyaya dair şu talepleri sıraladı: "Narin Güran soruşturma dosyasındaki tüm hakikat açığa çıkarılmalı, sağlıklı bir soruşturma yürütülerek Narin'in katledilmesine giden süreçteki tüm ihmaller ve kasıt zincirinde yer alan kişiler hiçbir etki altında kalmadan tespit edilmeli, failler cezasız kalmamalıdır. En önemlisi de, tüm sorumlular hakkında gerekli yaptırımlar uygulanarak, kadınların ve çocukların hayatına kasteden anlayışın mahkum edilmesini sağlayacak bir yargılama sürecinin yürütülmesidir. Toplumu rahatsız eden cezasızlık algısının bertaraf edilmesini sağlayacak adımların atılmasıdır. Gülistan Doku soruşturmasının yeniden ele alınmasını, tarafsız, bağımsız ve adil bir soruşturmanın yürütülmesini ve Gülistan'ın bulunmasını istiyoruz."    ORDU Ordu'da Kadın Platformu çağrısıyla Narin Güran için yürüyüş yapıldı. 19 Eylül Ortaokulundan başlayan yürüyüş Sırrıpaşa Caddesi'nden Köprübaşı Ceren Özdemir Meydanı'nda tamamlandı.  Kadın Platformu Donem Sözcüsü Nilgün Yılmaz açıklamasında şunları söyledi: "ÇOCUKLARIMIZA YÖNELİK ŞİDDETE KARŞI SUSMUYORUZ!"   "Henüz küçücük yaşında, savunmasız bir çocuğun, Narin'in, katledilmesinden 19 gün sonra bir dereye atılmış bedenine rastladık. Bu insanlık dışı cinayet, hepimizin yüreğinde derin yaralar açtı. Türkiye’de son yıllarda artan çocuk ve kadın cinayetleri karşısında susmayacağız, susamayız! Narin gibi daha nice çocuğumuz, bu ülkenin karanlık yüzü olan şiddetin kurbanı oldu. Onları hatırlamadan, bu mücadeleyi sürdüremeyiz. Eylül, Leyla, Rabia Naz, Ceylin, Irmak, Özge, Müslüme... Bu isimler sadece birer sayı değil, her biri birer can, her biri yarım kalmış bir hayat, yaralı bir aile demektir. Çocuklarımızı koruyamayan bir toplum, geleceğini de koruyamaz. "KATLEDİLEN SADECE NARİN DEĞİL, KADIN VE ÇOCUK HAKLARIDIR!" Bu cinayetlerin arkasında sadece bir fail değil, yıllardır sürdürülen aile ve dinci gerici politikalar da bulunmaktadır. Çocuklarımızı ve kadınlarımızı korumaktan uzak, kadınları sadece anne ve eş rolüne hapseden ve toplumu kontrol etmek amacıyla dini araçsallaştıran bu politikalar, şiddeti körükleyen en büyük unsurlardır.  "İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE 6284 SAYILI YASA YAŞAM HAKKIDIR!" İktidarın kadın ve çocukları şiddete karşı koruyan İstanbul Sözleşmesi'nden çıkma kararı, bu ülkede yaşanan kadın ve çocuk cinayetlerinin artışına zemin hazırlamıştır. İstanbul Sözleşmesi, kadını ve çocuğu şiddete karşı koruma altına alan bir yaşam hakkı sözleşmesidir. Bu sözleşmeden çekilmek, şiddeti meşrulaştıran, failleri cesaretlendiren bir adım olmuştur. 6284 Sayılı Kanun ise şiddete uğrayan kadınların ve çocukların korunmasını sağlamak için hayati önem taşıyan bir yasadır. Ancak ne yazık ki, bu yasa yeterince etkin uygulanmamakta ve şiddete karşı koruma mekanizmaları zayıflatılmaktadır. Aileyi kutsayıp, kadını ve çocuğu görünmez kılmak isteyen bu politikalara karşı durmak zorundayız. Aileyi bir arada tutmanın yolu, bireylerinin özgürlüğüne ve güvenliğine sahip çıkmaktan geçer. Kadınları ve çocukları korumayan bir aile yapısı kutsal olamaz! "BİRLİKTE GÜÇLÜYÜZ Her geçen gün bir başka çocuğumuz, bir başka kadınımız şiddete kurban giderken, bu karanlığa karşı durmanın tek yolu birlik olmaktan geçiyor. Biz kadınlar, çocuklarımızın ve geleceğimizin güvende olduğu bir toplum yaratmak için mücadeleye devam edeceğiz.  Adaletin yerini bulduğu, kadının ve çocuğun korunmasının öncelik olduğu bir Türkiye için buradayız. Yaşamak ve yaşatmak bizim hakkımız! Şiddete karşı susmuyoruz, susmayacağız!    EDİRNE Edirne Kadın Platformu, Narin Güran’ın öldürülmesine tepki gösterdi. Platform adına basın açıklamasını okuyan Cemile Özeker, “Cezasızlık politikaları uygulanarak failleri değil Narinler'i, çocukları, kadınları ölmekten ve öldürülmekten koruyan bir adalet sistemi istiyoruz. Faillere ödül gibi cezalar veren kadınlara ve çocuklara yönelen şiddeti cezasız bırakan erkek adaletinin ve tüm temsilcileri bu cinayetten sorumludurlar” dedi. Edirne Kadın Platformu üyeleri, Saraçlar Caddesi’nde Diyarbakır’da kaybolduktan 19 gün sonra cansız bedenine ulaşılan Narin Güran’ın öldürülmesine ilişkin basın açıklaması yaptı. Platform adına açıklayı okuyan Cemile Özeker, Narin Güran’ı öldürenlerin cezalandırılmasını istedi. Özeker, şunları söyledi: "FAİLLERE ÖDÜL GİBİ CEZALAR VERENLER BU CİNAYETLERDEN SORUMLUDUR" ''Kadınlara ve çocuklara yönelik şiddeti cezasız bırakan faillerine ‘iyi hal’ adı altında ödül gibi cezalar veren erkek şiddeti ve cinayetlerini görmezden gelenlere çağrımızdır. Narin’in ölümlerine sebep olan faillerin nüfuzlu kişiler olup olmadığına bakılmaksızın iddiaların üzerine gidilerek cezasızlık politikaları dışında kalan bir adalet sisteminin uygulatılmasını, hukukun işletilmesini olaya müdahil olanlardan suçu ve ihmali bulunanlara gerekli olan cezanın verilmesini istiyoruz. Cezasızlık politikaları uygulanarak failleri değil Narinler'i, çocukları, kadınları ölmekten ve öldürülmekten koruyan bir adalet sistemi istiyoruz. Faillere ödül gibi cezalar veren kadınlara ve çocuklara yönelen şiddeti cezasız bırakan erkek adaletinin ve tüm temsilcileri bu cinayetten sorumludurlar.''        SAMSUN KESK Samsun Kadın Meclisi yaptığı yazılı basın açıklaması ile Diyarbakır'da 8 yaşındaki Narin'in katledilmesini kınadı. Çocuklar için güvenli bir dünya talebininin dile getirildiği açıklamayı KESK Samsun Kadın Meclisi adına, SES Samsun Şube Şekreteri Şule Alandağlı okudu. Açıklamada şu ifadeler kullanıldı: "HER GÜN ORTALAMA 32 ÇOCUK KAYBOLMAKTA" “Yine isyanımızla ve yasımızla karşınızdayız. Türkiye’de her gün ortalama 32 çocuk kaybolmakta ancak bu çocukların akıbetleri araştırılmamaktadır. TÜİK son 8 yıldır kayıp çocuk verilerini dahi paylaşmayarak bu şekilde veri açıklama yükümlülüğünü yerine getirmemekte, sorumluluktan kaçmakta ve bu ölümlerin faili haline gelmektedir. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi taraf devletlerin her çocuğun temel yaşama hakkına sahip olduğunu ve taraf devletlerin çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çalışmayı göstermek zorunda olduklarını söylemektedir. Ama çocuğu koruma çalışmalarının çocukların hakları ihlal edildiği zaman değil bu ihlaller yaşanmadan yapılması gerekmektedir. "NARİN, HAYATTAN KOPARILAN İLK ÇOCUK DEĞİL" Maalesef Türkiye’de devlet yetkilileri ve ilgili bakanlıklar ancak çocukların hakları ihlal edildiğinde, çocuklar kaybolduğunda veya çocuklar yaşamlarını yitirdiğinde yükselen baskı karşısında yalnızca anlık, işlevsel olmayan ve geçici tepki geliştirmektedir. Narin Güran hayattan koparılan ilk çocuk değil; Müslime Yağal, Leyla Akdemir ve daha nicelerinin arkasında benzer hikâyeler var. Değişen yıllar oldu ama kaderleri ve sonları aynı... Biz biliyor ve inanıyoruz ki bu çocukların öldürülmesinden sonra gerekli önleyici ve koruyucu önlemler alınmış olsaydı bugün Narin yaşıyor olacaktı.  "İKTİDARIN ÇOCUK DÜŞMANI POLİTİKALARINA KARŞI MÜCADELE EDECEĞİZ" Her kadın, çocuk istismarı ve cinayeti gibi Narin’in katledilmesi sadece kötülük olarak değerlendirilemez. Bu yaşanılanlar siyasal İslamcı politikaların toplumsal kültüre, ülke sosyolojisine yayılımının sonucudur. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının, etkin soruşturmaların yürütülmemesinin, tarikat ilişkilerinin sümen altı edilmesinin, patriyarka ve kutsal aile eleştirisinin susturulmasının ve en önemlisi de cezasızlık politikalarının sonucu. Çocuklarımızı ve geleceklerini kurtarmak ve korumak için bu zihniyete karşı hep birlikte mücadele etmek zorundayız. Ve şiddetten uzak, çocuklar için güvenli bir yaşam için sırtımızı birbirimize yaslamak zorundayız. Bizler; Narin’in faillerinin tespit edilip hak ettikleri cezayı almaları için dosyanın takipçisi olacağımıza, Çocuklar için yaşanılabilir ve güvenli bir dünya kurmak için iktidarın çocuk düşmanı, çocuğu hayattan koparan politikalarına karşı mücadele etmeye devam edeceğimize kamuoyu önünde söz veriyoruz. Narin Güran için adalet istiyoruz. Öfkeliyiz, susmuyoruz. Çünkü çocuklar ölürken susulmaz.”  (Samsun/EVRENSEL) ÇOCUK CİNAYETLERİ DERLEME KAYNAK: Internet

  • YETMEDİ

    Fuat ÖZGEN * Öğretmeniniz olduk çocuklar Eğittik, öğrettik Anlattık, aydınlattık Yetmedi Büyüğünüz olduk çocuklar Evlat saydık, torun saydık Üzerinize titredik Yetmedi Dağdan, taştan Kurttan, kuştan Koruduk, kolladık Yetmedi Sapıklardan, yobazlardan Tarikatlardan, cemaatlerden Cahillerden, yakınlardan Koruyamadık Yaptıklarımız, ettiklerimiz Eylemlerimiz, söylemlerimiz Yetmedi  Yetmiyor

bottom of page