top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Yalnızlık Harfleri Kirletmektir

    Kartalın dikleşmeye başlayan tüyleri ve seğirmeleri içinde coşup kabarmaya başlayan öfkesinin habercisiydi. Kara adam daha kara çocukken ilk kez Kartalkayası’ndaki kartal yuvasına, yuvadaki henüz kırılmamış kartal yumurtasına baktığında gökyüzünü yırtarak gelen kartalın kendisine bağırdığında keşfetmiş korkudan nefesi kesilmişti. Şimdi kocaman kara adam olmuştu da yine de korkmuştu. Korkma diye azarladı kara adamı kartal. Korkularınız bu hale getirdi insanlığınızı. Korku canavardır,.. deyip sanki daha sonra açıklarım dercesine cümleyi virgülle kesti. Gözkapaklarını aralayıp kara çocuk gözlerini Gelinkayası’na ve Kartalkayası’na çevirdi. Kartalkayası’nda yerle gök arasında uçurumda bir kartal yumurtası belirdi. Yumurtadan çok üzeri haritalanmış bir yerküreydi. Bak dedi kara adam kara çocuk diliyle zaten bakmakta olan kartala. Küçülmüş bir dünya var orada. Kartal kara adamın yumurtaya dünya demesini beğendi. Öfkesini biraz geriye itip erteledi. Sadece yumurtaya değil uçuruma da baksana diyerek kanadıyla yüzünü perdeledi. Terledi. Ürperdi. Öfkesinin arasından sıyrılıp gelen sitem diliyle reva mıydı sırf uçsun diye uçuruma bırakılmak? Kolay mıdır uçurumda kanatsız bir dünya olmak, uçuruma uç olup da uçamamak? Kolay mıdır insan dilinde çalı çırpı olan ölü ağaç parmaklarının arasında bulunmak? Kolay mıdır çalıya çırpıya sığınıp da çaresizliğinden, zavallılığından utanmak? Kolay mıdır yuva denen derme çatmanın yıkıldı yıkılacak, bozuldu bozulacak çatırtılarını dinleyip rüzgâra yalvarmak? Durdu kartal. İçinden incecik hıçkırıklar duyuldu. Kara çocuğun gözlerini ıslatmamak için içine ağlıyordu. Hıçkırığının ritmiyle titreyen kanadını kara adamın ellerine sürdü kartal. Önce dedi karanlıktı dünyam. Karanlıktım karanlığın içinde. Karanlığın içinde karanlık olmak evrene dokunmaktır. Her şeyi sarmaktır. Göze muhtaç olmamaktır. Bak dedi yine kartal. Bir tüy kopardı kanadından. Bir damla gözyaşı aldı kara çocuğun gözünden. Damla tüyü ıslatmadı. Kendini kurutmadı. Damlayı Pavel’in deresine bıraktı. Minicik dalgalar kanatlandı. Derenin kıyılarını okşadı. Damla dere olup denize aktı. Görebiliyor musun damlayı dedi kartal. Cevabı dinlemeden denizde adamla olmak deniz içi deniz olmaktır. Deniz olmaksa bütün kıyılara sarılıp kucaklaşmak, okşamak, okşanmaktır. Dokunmaktır dedi yeniden. Kanadındaki en uç tüyle kara adamın göbek çukuruna dokundu. Senin kendi kendine bitişik yazıyı öğrenmen, harfleri hep bitiştirmen nedendir diye sordu. Kara adam sustu cevap veremediğinden. Ah kara adam ah dedi kartal. Atıldın evreninden. Koparıldın anadilinden. Harfleri birleştirmen dokunmanın diliyle sevişmek istediğinden… Fırçalarını neden kuruttun dedi durup dururken. Dilinde aracı istemediğinden… Sen daha altı yaşındayken yaşıtın Kara Kadriye’ye süt dolu memeler çizdin de neden azar işittin öğretmeninden dedi. Yuvadan atıldın daha memeden kesilmeden. Sustu. Derin bir iç çekti. Sen dedi bitişik yazdın da harfleri onları tek tek ayırdı sistemin makineleri. Kara adam dalmış içindeki kocaman boşluğu ve papatya sarısının görünmezlere karıştığı daha kocaman boşluğu göğün yırtığının ötesini düşünüyordu. Düşündükçe hem içinin hem dışının boşluğu büyüyordu. Bir tünel kazsam içimden diye geçirdi içinden. Papatya Sarısı’nı saran boşluğu ve içimdeki boşluğu iki yalnız harfçesine birleştirsem bir hece olur mu? İçim kesik kum saçlara dokunur mu? İçim tanrı mavisi gözlerine düşüp harflerini kesmeden hecesini bölmeden okunur mu? Sarının papatyaları boşluğumu doldurur mu? Her iki boşluğu birleştirsem sonsuzluk olunur mu diyecekken kartalın göz kapakları ve kanatları titredi. Kara adamın içinden geçirdiği bütün harfleri yarı belinden kesti. Kara adamın kara ayaklarını göstererek ve kendi ayaklarını işaret ederek yerden kesilmemişse ayaklar gökyüzü neye yarar? Neye yarar kanatlar dedi. Bak dedi kanadının işaret diliyle. Çevir yüzünü gökyüzüne. Papatya Sarısı’nın gidip çektiği yırtığın ve kendini gizlediği görünmezlik perdesinin üstüne bir perde daha gerdi. Kara çocuğun gözlerinden kendi hafızasından perdeye ışıklar yansıttı. Kartal bunu daha önce de yapmıştı. Kara adam hatırladı. Daha çocukken de oynadığı kartallara, diğer kuşlara, bulutlara hatta yıldızlara oynattığı gökyüzü filmi, gökyüzü sinemasıydı. O zamanlar kartal kara çocuğun kanatlı atıydı. Bütün filmlerin çekildiği yer ya Gelinkayası ya da Kartalkayası’ydı. Filmin esas kızı her zaman yüzünü ezberinden sildiği kara saçlı anasıydı. Kara adamın bu dağılışına, geçmiş toplayışına kızdı kartal. Geçmişi ne toplayabilir ne de sıra koyabilirsin kara adam. Anlar canlı yaşanır da ölüdür anılar. Her biri bir yerden, her biri bir zamandan üşüşerek gelir acılar. İnsanı şekilsiz parçalarlar. Her anı parçasıyla, her acı yarısıyla kendilerini çoğaltır insanlar. Bir türlü kendilerini toparlayamazlar. Kendilerini azaltamazlar. Şimdi perdeye bak, izle filmi dedi. Zaman filmde de gerçekte de akşamaltıydı. Kara çocuğun lâfıydı bu akşamaltı. Kara çocuk insansız dağ yalnızlıklarında altına serdiği küflü gri çula akşam, üstüne örttüğü karakeçilerin kıllarından dokunmuş eski kara çula gece derdi oldum olası. Hatta altım akşamüstüm gece, atlar bilmiyor sobelemece diye türküler bile söylemişti korkusundan ve yalnızlığından. * Dağ çalgılarının müziğiyle başladı film. Ağaçların uğultusu –ki kara çocuk ormanın horlaması, ormanın ağlaması da diyordu bu sese. – pınarların şırıltısı, rüzgârın kıvranışı, yarasaların karanlığı yırtışı, doru beygirin sıkça hapşırışı, yılanın çayırı yarışı, sansarların yayılışı, alıcı kuşların haykırışı, tilkilerin, çakalların ve kurtların uluyuşu daha birçok çalgı ve zaman zaman bunların hepsini bastıran kara çocuğun çocuk kalbinin çırpınışının ortak müziğiydi bu. Tanımadığı bir adamdı filmin kahramanı. Kartal filmi sona doğru hızla sardı. Bir odada saçı sakalı karışmış bir adam geçebileceği kadar bir tünel kazmaktaydı. Adam tüneli kazdıkça çıkan toprak odasını daraltmaktaydı. Adama nerdeyse yer kalmamaktaydı. Kartal adamı fazla yormadı. Yardım etmiş olmalı ki tünel anîden dışarıya açıldı. İlkönce gözlerine düşen ışık adamı yabancı saydı. İnsanlar, dağlar, evler, fabrikalar adamı yabancı saydı. Adam dağ, taş, dere, tepe dolaştı. Gövdesi gittikçe ağırlaştı. Ayakları gittikçe cansızlaştı. Artık bir adım bile atacak takati kalmamıştı. Durdu. Aşılanmış, aslından farklılaşmış bir zeytin ağacına yaslandı. Gözlerinin alabildiğince boşluğa baktı. Dünya gözlerine sığdırabildiği kadardı. Gözlerini kapatıp yalnızca kendine ait olan karanlığına sarıldı. Dudaklarını titreterek araladı. Ne kadar kaldıysa o kadar gücüyle haykırdı. Neredesin dört duvar? Sendeyken dışım dardı şimdi içim duvar, şimdi içim dar! Kartalın gökyüzü sinemasının perdesi insanın hatta her canlının içini acıtacak şekilde yavaştan kapandı. Perdeye tek tek harfler sıralandı. YA L N I Z L I K İ N S A N I N İ Ç İ K A D A R D I R! İ N S A N I N İ Ç İ Y A L N I Z L I K K A D A R D I R! Diye sahipsiz iki cümle yazdı. Filmi bitirip perdeyi silen kartal hiçbir ışığı açmadı. Kara adamın kırı görülemeyen saçlarını okşadı. Bak şu geceye kara adam deyip gözkapaklarını araladı. Ne görüyorsun diye sordu. Hiçbir şey göremiyorum dedi kara adam. Sustu kartal. Gökyüzü aniden şavkırdı. Her yer Papatya Sarısı’nın iğnesi düşse yere batmayacak kadar kalabalıktı. Gökyüzü kurumuş bulut ölüleri, rüzgâr kadavraları, martı gagaları, kartal tüyleri, yıldız cesetleri, ses cenazeleri, yeryüzü yapraksız ağaçlar, yanmış taşlar, kapkara topraklar, deniz çürümüş damlalar, soluksuz denizkızları, büzülmüş denizyıldızları, küflenmiş inci taneleri, incire dönmüş denizkestaneleriyle doluydu. Tekrar kapattı kartal sinemasının ışıklarını. Yeniden okşadı kara adamın kır saçlarını. Kara adam anladım dedi kartala. Daha önce çok duyduğu yalnızlık içindeki kalabalıktır diyecekken kartal yalnızlık içini dolu tutmaktır evlat dedi. Yalnızlık içinde mahpus evi kurmak kendini daraltmaktır. Yalnızlık ölü zaman yutmaktır. Yalnızlık içinde cesetler taşımaktır. Yalnızlık ölülere toplu mezar olmaktır. Yalnızlık kendine karanlık olmak kendin için geceler çoğaltmaktır. Yalnızlık ölülerinle yaşayıp taze zaman öldürmek kendini tüketmektir. Yeniden kısa kısa sahneler koydu filmden. Bak dedi adam çıkıyor tünelden. Kendince kurtuluyor esirliğinden. Adamın dışarıdaki yalnızlığından ve çaresizliğinden sahneler gösterdi. Durdu. Peynir toplayan fare sürülerini ve güneş, ses, harf, ezgi toplayan fareyi gösterdi. Ölü balık toplayan martı sürülerini, topal martı kayasını, topal martının bir metrelik de olsa uçma sevdasını, gökyüzünün, denizin derinini, uçmanın bütün inceliklerini keşfe çıkan bilge martıyı da gösterdi. Dinle dedi. İyi dinle. Özgürlük, özgürlük olur mu kurtulamazsan bencilliğinden, geçmişinden, kendinden, kendine köleliğinden? Adamın dört duvar arasında hapis olduğu sahneyi, bileklerindeki zinciri yeniden gösterdi. Özgürlük, özgürlük olur mu bir şeyden değil bir şey için özgürleşmezsen dedi ve yeniden sustu. İşte böyle evlât dedi bir süre sonra. Yalnızlık yaşanacak onca güzelliği reddedip içindeki yaşantı ölülerine kendini teslim etmek, esir etmektir. Kanadını şefkatle uzatıp kara adamın kalem parmaklarını okşayarak yalnızlık şimdinden öncesiyle harfleri kirletmektir evlât dedi. Şefkatle kara adamın palet elini okşayarak yalnızlık eskimiş yaralarını yeniden yaralayarak, kanatarak renklerine damlatıp çürütmektir evlât dedi. Her heceyi, her kelimeyi incecik dinleyen kara adamın içi gecede mumcasına gülümsedi. Bu bir mumluk gülümseme bütün karanlığı gündüzledi. İçindeki geçmişinden kalan bütün harfleri ve renkleri Pavel Deresi’nde ak defter, ak tuval olana kadar temizledi. Yüzünü Papatya Sarısı’nın gidip çektiği göğün dikişli yüzüne çevirdi. Bunların hepsini sana bir bir anlatacağım Papatya Sarı’m diyerek kendi kendine söz verdi.

  • Çağımdan Tiksiniyor muyum?

    Saint-Exupéry ölmeden önce "çağımdan tiksiniyorum" demiş!.. Camus ise benimsemediği bu düşünce için "Bu somurtkan, bir deri bir kemik dünyadan kaçmak da insanı sarabilir zaman zaman. Ama bu çağ bizim çağımızdır. Kendi kendimizden tiksinerek de yaşayamayız. Bu derece aşağıya düşmesi, değerlerini aşırılığa götürmesinden olduğu kadar kusurlarının yüceliğindendir de. Biz bu değerlerin en köklüsü için savaşacağız." Oktay Akbal'sa "Bu çağ bizim çağımızdır, oysa bu çağdan tiksiniyoruz!.." diyerek Saint - Exupery'nin sözü ile Camus'unkini birleştirmeyi tercih ediyor... Oktay Akbal (Konumuz Edebiyat Çağın Tiksintisi) Çağımızla ilgili bu düşünceler doğrultusunda elbette bizim de diyeceklerimiz var. Bu bir tür bırakıp gitme isteği ya da kaçma isteği değildir.Arkana bakmadan bu çağdan uzaklaşma beklentisi hiç değildir. Şu olabilir mi?Başka çağlarda varolma isteği gibi. Bu daha çok ilerisi için mi yoksa; geriye, çocukluğumuza dönmek gibi mi? Derin iç sıkıntımızın kaynağı , bulunduğumuz durumdan hoşnut olmama, daha iyisini isteme hakkı mıdır? Hızla değişen dünyaya ayak uyduramama sancısı mıdır? Ne o, nebu? Şu an yaşadığımız toplum düzeni aslında bir’ ‘‘insan icadı, tasarımı’ değil midir? İktidar savaşları, yolsuzluklar, şiddet, duyarsızlıkların yer aldığı bu ortam bizlerin iç sıkıntılarının kaynağıdır. Bakın ne diyor : Henry Miller-‘’Yengeç Dönencesi’ ’adlı eserinde. ‘’ Akıntıya kapılmış, dümensiz bir gemi. Anahtarı olmayan bir delik. Haz, hüzün, hezeyan. Zamanın çarkında, medeniyetin kokuşmuş sularında sürüklenen, çivisi çıkmış bir dünya burası. Birileri tüller, kadifeler içindeyken diğerleri balçıklara gömülmüş debelenmekte. Zaman geçip gidiyor. Ne dün var ne yarın.’’Yine karamsar bir tablo. Her gün doğumunda nahoş olan haberler, olaylar zorla bilincimize dikte ettiriliyorsa ruh sağlığımızı nasıl koruyabilirdik? Uyumsuzluk burada başlıyor. Oysa insan mutlu olmayı ne çok ister! Kendini kaybetmiş, kendini arayan amaçsız bir toplum olduk. Her şeyi kabullenen bir toplum. Sadece yaşadığımız çağın insanlarının tasarımı hayat. Peki, bu tasarımı beğenmedik değiştirelim diyemez miyiz? Sevmek, ne güzel bir sözcük! Sevgi çiçekleri ekelim çölleşen yüreklere. Temmuzda kar zemheride nar gerçek olamaz mı? Her şeye, tüm kirliliğe karşın, çağımızı sevmek, daha güzele taşımak elimizdedir. ‘’Hayat üç bölümdür: Dünyayı değiştireceğini sandığın, dünyanın değişmeyeceğine inandığın ve dünyanın seni değiştirdiğine emin olduğun.’’ der Jean Paul Sartre. Her durumda, her koşulda değişime uğrayabileceğimiz gerçeğinden korkmamalıyız, ürkmemeliyiz. Yeter ki, ne istediğimizi bilelim. Neyi değiştirmek istediğimizden emin olalım. Nelerden hoşlanıyoruz. Uğraşlarımızın dışında hobilerimiz var mı? Arkadaşlarımızla bir araya geliyor muyuz? Doğayla baş başa kalıyor muyuz? Hayata nasıl bakıyorsak yansıması da o yöndedir. Yaşama sevinci tıpırtılarını alabilecek o kadar çok şey var ki... Yeter ki görmesini bilelim. Sevelim, sevilelim, çok olalım. Kusurların olması daha iyi bir gelecek için duyumsamamızı ve düşünmemizi sağlar. Değişim için bundan iyi sebep mi olur?

  • Alafranga Züppeden Alafranga Haine

    Türk romanından batılılaşma sorunsalı dolayısıyla alafranga züppe tipinin önemli bir yer tuttuğunu ve çeşitli yazarların bu tipe ilgi duyduğunu gördük. Ama Tanzimat romanındaki Felâtun ve Bihruz beylerle, Peyami Safa ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1920’lerdeki romanlarında sergilenen alafranga züppeler arasında büyük fark vardır. Bu tipin geçirdiği evreleri izlemek için adı geçen yazarlarımızın yaptıklarına bir göz atmak, yeni alafranga tipin özelliklerini ve batılılaşmanın kazandığı yeni anlamı araştırmak ilginç bazı saptamalara yol açmaktadır. Bu bakımdan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şıpsevdi’si (1911) Ahmet Mithat ve Recaizade Ekrem ile Peyami Safa ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu arasında bir köprü sayılabilir, çünkü Meftun Bey eski züppe tipinin bir devamı olduğu kadar1920’lerdekilerin de ilk örneğidir. Şıpsevdi’yi incelerken Meftun’u Felâtun ve Bihruz’dan farklı bir züppe oluğunu görüşmüştük. Felâtun ve Bihruz alafrangalığı gösteriş olarak uygulayan ve bu yüzden servetlerini aptalca tüketen züppelerdi. Meftun’un ise tüketecek serveti yoktur, o çıkarı için türlü kurnazlıklar düşünen ve para konusunda dolaplar çeviren bir madrabazdır. İşte bu Meftun iki bakımdan Felâtun ve Bihruz’dan ayrılır: a) Ahlak açısından; b) Ekomonik düzen karşısındaki tutumu ile. Felâtun ve Bihruz yerleşmiş ahlâk kurallarına karşı çıkan kişiler değilken, Meftun modern zihniyeti benimseyerek aşk, namus, hırsızlık gibi konularda yeni fikirler besler ve ahlaksızlığı çıkar için geçerli bir yol saymak için alafrangalığı bahane eder. Kız kardeşinin namusunu kirletmesi kendi planlarına uygun düştüğünden işine gelir. Daha sonra çevirdiği dolaplara alet edilebilmek için eniştesinin başka bir kadın tarafından baştan çıkarılmasını sağlar ve kadına âşık olup intihar eden kıskanç Mahir’in bu hareketini geri kafalılığına ve aptallığına verir. Meftuna göre insan sevdiği kadının başkasıyla ilişkisi olduğunu duyarsa boş vermeli. Meftun Batılılaşayım derken ahlâkça yozlaşmıştır. Ama onu Felâtun ve Bihruz çizgisinin dışına çıkaran daha çok ekonomik düzen karşısındaki tutumudur, çünkü ticaret dünyasında dönen dolapları, sömürü düzenini kavramıştır ve başkalarını aldatarak servete konmanın yollarını arar. Giyim kuşama verdiği önemin yalnızca caka satmak için olduğunu sanmamalı; alafrangalığı, ticaret çevrelerinde iş yapabilmek için gerekli sayar. Türklerin yapabileceği işleri “neden Frenkler’in ellerine bırakalım da faydalansınlar” (s.252) diyerek kayınpederinden sermaye koparmak umudu ile dil dökerken şunları söyler: Niçin olursa olsun şimdi bir insan bir “sosyete” (şirket) ve makama (büroya) gitse redingotunun hangi makastan çıktığına, yakalığın biçimine, boyunbağının şekil ve rengine bakıyorlar. İşte bu birkaç şey mahiyeti tayine miyar (ölçü) addolunuyor. (..) geçinmek için âlemin gidişine uymaktan başka çare yok. (1946 baskısı, s. 313) Şıpsevdi’de alafrangalık, ilk kez, para tüketiminin nedeni değil, para kazanmanın bir koşulu halini alıyor. Züppelerin ticaret burjuvazisiyle az çok özdeşleştirilmesi yolunda ilk adımdır bu. Meftun kişiliğinin bu yönleriyle eski züppelerden ayrılır ve 1920’lerdeki romanların züppelerine yolu açmış olur. Peyami Safa ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1920’lerde yazdıkları romanlardaki alafranga züppe artık toplumda az rastlanan alay konusu bir adam değildir, Batılılaşmış bir zümredir. Kurtuluş Savaşı yıllarında geçen Sözde Kızlar’da (gazetede tefrikası 1922) Şişli’nin alafranga çevresine örnek olarak sunulan roman kişileri, sefaret müsteşarı merhum Nafi Beyin ailesi ve dostlarıdır. Zamanlarını çay davetlerinde, “aniverserler”de, “partidöplezirler”de geçiren bu insanlar kutsal bir şey tanımazlar. Anadolu’daki savaşa karşı ilgisiz, yalnızca eğlenmek ve sevişmek için yaşarlar. Bu ailenin oğlu, alafranga züppenin en korkunç örneği, İstanbul’da Cerrahpaşa diye bir yer olduğunu bilmeyen, ama Viyana’nın bütün sokaklarını tanıyan Behiç, Felâtun ve Bihruz’a hiç benzemez. Yazar onu Mebrure’nin gözüyle şöyle anlatır bize: Gazetelerde karikatürü yapılan asrî genç bu muydu? Hayır, gerçi kıyafet o kıyafet, tuvalet o tuvaletti, gerçi söz söyleyişi, yürüyüşü, bakışı, bütün halleri o hallerdi, fakat züppe ismi verilen gülünç Türk genci bu değildi; çünkü Behiç, ne yaptığını bilmeyen, budala, tecrübesiz bir insan olmak şöyle dursun, etrafında herkesin zaaflarını çok iyi anlamış, herkesi gülünç ve manasız görebilmiş, kendi arzularına göre yaşamanın sırrını keşfetmiş bir mahlûktu. Kendi aklına göre yaşamasını, iyi yaşamasını biliyor, harikulade zeki. Bu genç adam, bir karikatür, gülünç bir insan değil, belki şaşkın ve tehlikeli zekâsı ile korkunç ve zararlı bir mahlûktu.(s.72) Anlatılan bu genç Tanzimat züppelerinden ne kadar farklı. O da halkına yabancılaşmış bir züppedir ama Tanzimat züppeleri gibi gülünç, beceriksiz bir taklitçi olmak şöyle dursun zeki ve sevimli, ama bencil ve ahlâksız karakteriyle, gayrimeşru çocuğunu boğup gömecek kadar acımasız, tehlikeli bir adamdır. Peyami Safa da Ahmet Mithat gibi alafranga züppenin karşısına olumlu bir tip koyar: Fahri. Behiç, Felâtun’a ne kadar benzerse, Fahri de Rakım’a o kadar benzer. Rakım’ın hesaplılığı ve ölçülülüğü yerine Fahri’de duygusallık hâkimdir. Para işlerinden habersiz, utangaç, yurtsever, temiz ve fakir bir Türk gencidir. Fahrinin bir özelliği de İslami değerlere bağlılığıdır. Mahşer’de (1924) yozlaşmış zümrenin başka bir yönüne parmak basılır. Bunlar hem ahlâkça çürümüşlerdir hem de milleti sülük gibi emip sömüren vurgunculardır. İş adamı ve tüccar Mahir Bey ile milletvekili Alâeddin Bey (Muazzez’in peşinde olan kötü adam) “el ele vermişler levazımın ambarını iki büyük fare gibi” yutmakta, yolsuzluklarla büyük paralar vurmaktadırlar. Tüccarla bürokratın işbirliğine dayanan bu işlerde Almanların da yer aldığı olur. Mahir Bey işlerini yürütmek için güzel karısını ona buna peşkeş çekmekte sakınca görmez, çünkü “iş ve para adamıdır” o. Tek değildir elbet, “yaz mevsimini Büyükada’da, kışı Beyoğlu’nda ve geceleri (Sirkal Doryan) da geçiren bu vurguncu sınıf için Nihat’a şunları söyletir yazar: Vatanları yok, vicdanları yok, Allah’a da, güzelliğe de fazilete de inanmıyorlar… Çanakkale’de gözlerimin önünde kafaları futbol topu gibi koparak havaya fırlayan Türk gençleri bunlar için mi can verdiler? Tevekkeli değil, ordu, ahali açlıktan, hastalıktan kırılıyor. İki milyon kilometre murabba arazinin mahsullerini İstanbul’da üç beş yüz kişi yiyor.. Biz mebus Alâeddin Bey için mi harp ettik (s. 97- 98). İttihat ve Terakki, dayanabileceği bir taban oluşturmak için bir milli burjuvazi yaratmaya kalkıştıktan sonradır ki ticaret alanında Türkler daha fazla faaliyet göstermeye başlamışlardı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, İttihat ve Terakki hükümeti, güttüğü bu politika gereği, özellikle orduyla ilgili birçok taahhüt işlerini Türklere vermek suretiyle burjuva bir zümreyi devlet eliyle zengin etmiş oldu. Fakat savaş sırasında vurgunculukla, karaborsacılıkla el ele giden bu ticaret, üzerine, halkın ve aydın yazarların nefretini çeken, saray çevresinin eski paşalarından farklı, bir savaş zengini zümresi yarattı. Batılılaşmanın zamanla çok daha yaygınlaştığı 20. yüzyılın başlarında apartmanlarda Avrupa tarzı bir yaşam sürdüren bu zümre Türk-İslam geleneklerinden tümüyle uzaklaşmış, köklerinden kopmuş bir zümreydi. İşte Peyami Safa ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun nefretle yerdikleri bu yeni tip alafranga, para için her şeyi yapabilen vurguncu veya işbirlikçi adamdır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak’ındaki Seniha’dan, Müslümanlıktan ve Türklükten nefret eden babası Servet Beyden, Çanakkale Savaşı sırasında yükünü tutan tüccarlardan burada tekrar söz edecek değilim. Sodom ve Gomore’de anlatılan mütareke döneminin İstanbul’unda ise Batı hayranı Türkler, kadını ve erkeğiyle alafranga züppe tipinin vardığı son aşamayı sergilerler. Türk kızları ve kadınları düşman subaylarıyla aşk serüvenleri yaşamak için çırpınırlarken, çıkarlarını emperyalist İtilaf Devletlerinin zaferine bağlamış erkekler de her tür rezilliğe hazırdırlar. İçlerinde eşcinsel İngiliz subaylarıyla yatıp kalkan ve onların himayesinde kumarhane işleterek para yapanlar mı ararsınız (Felâtun ise parasını hileli kumarda yiyordu); bir İngiliz subayına pezevenklik edenini mi ararsınız hepsi var bu toplumda. Yazar bütün toplumun iğrençliğini yansıtmak için panoramik bir roman biçimi kullanır. Kiralık Konak’da olduğu gibi bu yapıtta da bir Türk kızı (Leylâ) romanın kadın kahramanıdır. İngiliz terbiye ve kültürü ile yetişmiş, züppe, şımarık, bilinçsiz bir kızdır Leyla. İngiliz subayı Jackson Read ile gezip tozar ve bu ilişkisi yüzünden dile düşmekle övünür. Kiralık Konak’taki Servet Bey’i andıran babası, çıkarına uygun bulduğu için bu Jackson Read’i evinin gediklisi haline sokan, her işi yabancılarla olan “Düyunu Umumiye’nin eski yüksek memurlarından Sami Bey adında bir alafranga emekli tipi”dir. Yazar onu Tanzimatın sonucu olarak görür. “Sami Bey, Tanzimat devrinin meydana attığı o biçim alafranga Türklerdendir ki Türk’ten başka her milletin gücüne inanırlar ve Türkiye’ye ait meselelerin mutlaka başkaları tarafından halledilebileceği fikrindedirler”. Kiralık Konak’taki Hakkı Celis’in yerini Sodom ve Gomore’de Necdet alır. Necdet’in yüreği Anadolu’da savaşanlarla çarpar ama Leylâ’ya tutkunluğu ve iradesizliği yüzünden kendini Leylâ’nın çevresinden kurtarıp bir türlü Anadolu’ya geçemez. Ancak romanın sonlarına doğru yurt sevgisi Necdet’in silkinip kendisine gelmesini sağlar ve Leylâ’nın büyüsü bu sevgi karşısında bozulur, yenik düşer. Bu romanda da, yazar, emperyalizme karşı savaşarak doğacak yeni bir ulusa bağlamıştır umudunu. Bilir ki İstanbul’daki bu çirkefi temizleyecek olanlar, emperyalist güçlere karşı kurtuluş savaşı verenlerdir. Bu “zafer Osmanlı saltanatının tarihine ait değildir. Anadolu’nun içinden yepyeni bir millet doğmuştur. Bu milletin, sarayının kafesleri arkasında titreyen aciz ve korku heyulasıyla, bu milletin, Babıâli denilen viranede uluyan yıllanmış baykuşlarla hiçbir ilgisi yoktur.” (s. 326). Leylâ’nın çevresi içinde Anadolu’daki zaferi heyecan ve coşkuyla karşılayan tek kişidir Necdet. Öbürleri bu olaya dehşet ve korkuyla bakarlar, inanmak bile istemezler. Sami Bey İngilizlerin buna müsaade etmeyecekleri, yeni önlemler alacakları umudundadır. Sodom ve Gomore’de anlatılan Batı hayranı zümre, iğrençliğin son aşamasına varmıştır. Emperyalist devletlere göbeğinden bağlı bu Türkler, alafrangalığa heveslenen komik insanlar değil, ahlaksız savaş zenginleri de değil, düşmanla işbirliği yapan, Türk ordusunun zaferine öfkelenen vatan hainleridir. Ancak Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Batı-Doğu sorunu karşısındaki tutumu Peyami Safa’nınkinden farklı. Sözünü ettiğimiz iki romanında da, sevdiği kadın yüzünden, yozlaşmış zümrenin bir parçası olma yolundaki genç erkek de sonunda seçimini yapar. Ama bu seçimde Doğu’nun manevi değerlerine, Türk-Osmanlı kültürüne ve geleneklerine yönelmez. Sevdiği kadına sırtını çevirirken yepyeni bir şeye gönül verdiği için yapar bunu. Seçim, güzel ama manen çürümüş bir kadınla yurt sevgisi arasındadır. Karaosmanoğlu’nun kahramanları hep, bireyci, çıkarcı, yozlaşmış insanlar arasında ‘yalnız’ kişilerdir. Ancak kendilerini bir bütünün (ulusun) parçası olarak görebildikleri zaman aşk tutkularından ve kişisel mutsuzluklarından kurtulurlar. 1920’lerin romanında yazarın alafranga zümre karşısındaki tutumu da Tanzimat yazarlarınınkinden başka. Ahmet Mithat ve Recaizade Ekrem züppe tipini alaya alırken gerçek Batılıya ve Batı uygarlığına karşı saygılıdırlar. Batı’dan nefret yerine, şu ya da bu yönlerine hayranlıkları gözlemlenir. Oysa Birinci Dünya Savaşı, İstanbul’un işgali ve Kurtuluş Savaşı, sonraki yazarlarımızda milliyetçiliği bilemiş ve onları Batı hayranı zümreye karşı olduğu kadar Batı’nın kendisine karşı da kin ve nefretle doldurmuştur. İlk züppelerle 1920’lerdekiler arasındaki farkı toparlayacak olursak, diyebiliriz ki, Felâtun ve Bihruz aptal, cahil ve gülünçtürler; sonrakiler okumuş, zeki ve tehlikeli. Birinciler alafrangalık uğruna servetlerini batıran mirasyedilerdir; ötekiler alafrangalığı servet yapma yolunda kullanırlar. Birinciler alay konusudurlar çünkü “olmak istedikleri” ile “oldukları” arasındaki farktan güldürü doğar; ikinciler ise gülünç değillerdir, çünkü olmak istedikleri gibi olmuşlardır. Bundan ötürü Ahmet Mithat, Recaizade Ekrem ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’da anlatım yolu mizahtır ve kahramanlarına gülerek bakar, onlara acırlar. Peyami Safa ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nda mizah yerine acı bir yergi görürüz; yansıttıkları sömürücü, alafranga kokuşmuş zümreye tiksinti ve nefretle bakar, onlara değil savaşan, sömürülen millete acırlar. Bütün züppeler arasında ortak tek nokta Türkleri ve Türklerle ilgili her şeyi hor görmeleridir. Başka bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı kapitalizmine kapılarını açtığı ve bir Türk ticaret burjuvazisinden yoksun olduğu günlere ait ilk züppe tipi etkin bir ekonomik işlev yüklenmez; tüketim ekonomisinin akıntısına kapılmış komik bir budala olarak, israf ve borç politikasıyla çıkar karşımıza. 1920’lerin romanlarında ise, İttihat ve Terakkinin bir Türk burjuvazisi yaratma çabalarıyla yeşeren ve Birinci Dünya Savaşında savaş zengini olan vurguncu bir alafranga zümre buluruz. Savaş sonunda İttihat ve Terakki hükümeti dağılıp gidince, çıkarını, bu kere, emperyalist İtilaf Devletlerinin işbirlikçisi olmakta gören bu zümrede, Batı hayranlığı nihayet vatan hainliğine dönüşür. Böylece, budala ve zavallı Felâtunlar ile Bihruzlar elli yıl içinde, ahlaksızlık, dolandırıcılık, vurgunculuk aşamalarından geçerek işbirlikçi vatan hainliğine dek vardırırlar işi.

  • GÜNLERDEN

    22 Mayıs 1994, hastanede Ölüm düşüncesi. Şiirini yazmak isterdim ama olmadı, başaramadım. İğreti bir düşünce bu. Dünya görüşü bağlamında, üzerime oturmuyor. Kullanılınca geri yuvasına dönmesi gereken bir araç. İnsanın kendi acısına ortak çıkamayışı ne kötü. On bir aydır kendimle boğuşuyorum. Yaşadıklarımızı unutamıyorum. Acı, yırtıcı bir hayvana dönüştü içimde; baş edemiyorum. İşte bundan düşünüyorum ölümü: içimdeki yırtılmayı onaramadım, büyüyor yırtık, genişliyor, yaşadığım her anı ve tüm dünyayı sürüklüyor ardından. Dikiş tutmuyor. Öyleyse ölüme (mi) kalıyor meydan; ya ben neciyim? Ölümün oyuncağı mı? Yoksa o mu benim oyuncağım? Sürekli bir şeyleri erteliyorum. Ölümü de. Hep... Sabah görüşmemizde doktor, “Bugün nasılsınız bakalım?” dedi. “İyi görünüyorsunuz” diye ekledi. Boynumu büktüm. “Daha iyiyim, artık düzenli uyuyorum. Verdiğiniz ilaçlar iyi geldi. Ama beynimde kamaşmalar oluyor. Hiçbir şeyi ayrıntılı düşünemiyorum. Hep erteliyorum düşüncelerimi.” “Düşünmeye çalışın, ertelemeyin” dedi Doktor. Haklı. Ertelemek çözüm değil: Ölüm de olsa, dirim de olsa, artık tavrımı belirlemeliyim. Ertelediklerimin yeri boş kalmıyor; acı dolduruyor boşluğu hemen. Ama nasıl başaracağım? Buraya niçin kapadım kendimi? Belki Tanrı’nın da böyle bir hücresi vardır; o mutlak yalnızlığını kendisiyle paylaşıyordur... Ve böylelikle erteleyebiliyordur sonunu... “Tanrı adına” yapmışlardı her şeyi. Yaktılar. Yok ettiler. “Tanrı adına” yapmadıkları kalmadı; daha da yapacaklar. Bunları da mı Tanrı yaratmıştı gerçekten? İnanılır gibi değil. 13 Ağustos 1999, Turgutreis-Bodrum Eğitim, insanları “çağdaş insan” yapabilir; bunu yaparken teknolojik, biyolojik, sosyolojik, tarihsel, ekonomik vb. Bilgiler ile donatabilir. Böylelikle “çağdaş insan”ın bilmesi gereken her türlü bilgi yüklenebilir; ama “uygar insan” olabilmek için bunlar yeterli değildir. Uygar insan’ı yaratacak olan, bilimin yanında, hattâ önünde, sanattır. Çünkü sanat, insanı sürüden ayırıp yetkinleştirir, seçikleştirir. Sanat, insandaki birey olma isteğini ve bilincini geliştirir, insan onurunu ayakta tutar. “Çağdaş insan”ı sanatla besleyip olgunlaştırabildiğimiz ölçüde “uygar insan”a yaklaşılacaktır. Turgutreis’te de “maganda”lar gördüm: Otomobilleri, cep telefonları, paraları, her şeyleri var ama “uygar” değiller. Ortaçağ’dan çıkıp gelmişlerdir. Giyimleri ve donanımları “çağdaş”tır ama, dili kullanmaları, davranışları, anlatımları, ilgi duydukları konular hiç de uygarca değil. Çağ dışı kalmış, modern görünümlü canavarlar. Uygarlık= bilim + sanat + eğitim. Formül bu, ama bunlardan biri ya da ikisi eksikse, ne yaparsan yap; uygar olunmadığı gibi “adam” da olunamıyor. Bunların anladığı ve bildiği sanat ise, her alandaki “arabesk” ürünlerden oluşuyor. Özellikle müzikte. O kadar. 27 Eylül 2005, “İntihal” mi desem; “metinlerarası ilişki” mi? Çapsızlığını çok iyi bildiğim bir zavallı, kendini bilmez, herkesi kendisi gibi sanıyor besbelli ki yapabilmiş bunu. Nasıl olsa herkes yapıyor, üstelik yapanlar ödüllendiriliyor diye düşünmüş olabilir ama, bu onu kurtaramaz. Hikmet Çetinkaya’nın, Cumhuriyet Gazetesinde 25 Kasım 2001 günü yayımlanan “Öğretmenim...” başlıklı yazısını almış, sözümona bir “şiir” yazmış, hem de bir öğretmen dergisinde yayımlatmış. O zamandır, Hikmet Çetinkaya’nın yazısı ile bu “şiir” üniversite öğrencilerinin elinde dolaşıyor. Türk Dili ve Edebiyatı derslerinde öğretmenlerine soruyorlarmış, “Şiir bu yöntemle mi yazılır?” Tabii, bana ulaştırıldı. 1981’den beri “intihal”ciler ve hırsızlarla uğraşırım ya, ondan. Okudum ve hiç şaşırmadım. Mart 2002’den beri kendisini izliyorum. Kuşkulandığım başka “şiir”leri de var. Bu adam, ortaklaşa çıkardıkları derginin yönetimini üstlenmiş olanlardan birisi; düzenledikleri öykü yarışmasında “seçici kurul üyesi” hem de. Tü tü tü, nazar değmesin! Ne öyküler, ne şiirler döktürüyordur yarışmaya gelen öyküleri okudukça... Belki şiirleri de okuyordur; mutfakta ya! Şimdi, bir dokunsam elimde kalacak. Bıktım bunlardan. Hırsızlığın da, intihalin de “raconu” vardı eskiden; ayağa düşürdüler. Tamamı yayımlanırsa fazla yer kaplar dergide. Birkaç alıntıyla yetineceğim. (Sakin ol, sinirlerini bozma. Bu güncenin yayımlanmasından sonra, bir ay içinde andığım öykü yarışmasının seçici kurul üyeliğinden ve dergi yönetiminden çekilmezse, adını açıklarsın; şimdi gerekli değil. Yayımlarsın bu günceyi, anlatırsın düş kırıklığını. Yayımlanan dergiyi kendisine postalarsın. Sağlam olsun. Okur nasıl olsa. Bekle. Ayrılmazsa... O zaman gereğini düşünür ve yaparsın. Şimdi alıntıyı / çalıntıyı, intihal’i, her neyse işte, adını başkaları koysun, örneklemekle yetinmelisin. Öyle yapayım, peki.) Hikmet Çetinkaya’nın yazısından bazı tümceleri aktarayım ilkin: “Kış bahçelere vurmuş, dışarıda rüzgârın ıslığı gülümseyen bir gülü anımsatıyor... / Sen, o kış bahçelerinde hüzünlüsündür öğretmenim!.. / Belki iç çekişen çocukların dolaşıyor çevrende, belki de uykularının derinliğinde zırhlı bir yürekle el elesin!.. / Biliyorum yalnızsın öğretmenim, Toroslar’ın eteğinde bir dağ köyünde, Rize’de çay bahçeleriyle örülmüş bir beldede... / Gözlerin, kirpiklerin ve ellerin ‘sevda nöbetlerinde’yken kendi yazgılarınla avunuyorsun, kar altında uzun bir yolculuğa çıkmış, beyaz gecelerde sevgili özlemi çekiyorsun!... / Umudun umutsuzluğa dönüştüğü kaç mevsim yaşadın biliyorum ama gözlerinde topladığın hüznün ormanında yitik zamanları sakladığını artık göremiyorum!.. / Vurgun yemiş gibisin öğretmenim!.. / Martılar denizin üzerinde kanat çırparken sen Kızılırmak kıyılarında dolaşıyor, İdil’de çocuklarla çamurlu yollarda yürüyorsun!.. / Suskunluğun kilidini kırmak, allı-yeşilli uçurtmaları Ağrı Dağı eteklerinde gökyüzüne salıvermek, Bafa Gölü kıyılarında dolaşıp bir akşam Serçin’de balıkçılarla konuşmak senin görevlerinden biriydi öğretmenim!.. / Bilmem kaç yıl oldu seni oralarda görmeyeli... kaç yıl!.. / Edirne’de bir akşamüstü bir çay bahçesinde uzun uzun konuşmuştuk seninle!.. / Yaşama ilişkin ne varsa kavgaya, barışa, aşka, sevgiye, özgürlüğe ilişkin ne varsa, evet ne varsa tartışmıştık o gün seninle!.. /.../ gözlerinde uslanmak bilmeyen bir çocuktun ne çabuk unuttun öğretmenim!.. / Sen öğrettin bana sevdayı, sen öğrettin ülkemi sevmeyi bana!.. /.../ yine başın dik, yine onurluydun öğretmenim!.. ” Yazı böyle uzayıp gidiyor. Şimdi gelelim, “şiir”e: “... Sen o kış bahçelerinde hüzünlüsündür öğretmenim /.../ Biliyorum yalnızsın bir dağ köyünde / Ya da yeşillikler içinde bir kasabada / Gözlerin buğulu / Ellerin üşümüş / Kirpiklerin nöbetteyken / Yazgınla avunuyorsun / Kar gölgelerinde yolculuğa çıkmış / Beyaz gecelerde sevdanın özlemini çekiyorsun. / Umutsuzluğun umuda dönüştüğü / Kaç mevsimi var hayatın / Gözlerinde topladığın hüznün bahçelerinde / Yitik zamanları sakladığını göremiyorum / Kış önünde vurgun yemiş gibisin öğretmenim / Martılar kıyıları yalarken / Sen küçük derelerin bozbulanık suları gibisin / Köyün çamurlu yollarında / Ağzın suskun / Gem vurulmuş yüreğine / Oysa Toroslar’da ya da Ağrı’da / Uçurtmaların iplerini koyversen / Göğe değen dağlarında / Mavilikler selamlar seni / Seyhan kıyılarında dolaşıp akşam / Balık tutanları seyretsen Mersin’de / Kaç mevsimi geçirdin yollarda ömrünün / kaç kez yolculuklara el salladın otobüs koltuklarında / Kaç kez özlemle bekledi umudun çocukları seni / Uzun konuşmalarımız olmuştu seninle / Güzel şeylerden dem vurarak / Yaşama dair ne varsa yüreğimizde atan / Hepsini ama hepsini söylemiştik / Gözlerinde uslanmayan çocukluk / Ne çabuk unuttun bizleri / Oysa / Sen öğretmiştin bu sevdayı / Sen öğretmiştin bize ülkeyi kendimizden çok sevmeyi / Birer yağız delikanlıydık / Acılarla yoğrulmuş / Sevdalarımız vardı / Tüm bunlara rağmen / Yine başın dik, yine onurluydun...” İşte böyle sürüp gidiyor; “36 Kısım Tekmili Birden...” Tabii, bu adam tek değil; var böyleleri. Nâzım’dan, Ahmed Arif’ten, Neruda’dan, ötekinden, berikinden çalıp çırparak “şiir” yazanlar, kitap yapanlar, hattâ ödül kazananlar... Zamanım olsa, tek tek atacağım tiftiklerini, ama... Neyse. Şimdi, bu “şair”den eylem bekliyorum. Bir: ortaklaşa çıkardıkları derginin yönetiminden; iki: seçici kurul üyeliğinden çekilecek. Aksi halde, Hikmet Çetinkaya’nın yazısı ile bu uyduruk “şiir”in tamamını yayımlayıp “şair”in adını açıklayacağım. * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * *

  • ŞAŞIRTMA GECESİ

    maviADA Sanat Ödülleri 2013 Öykü 2.si * Hava erken kararmıştı. O gecenin bambaşka olacağını gösteren hiçbir ipucu yoktu. Giriş kapılarının önüne dayanmışlardı ki, yan komşularının balkonda oturduklarını gördüler. Sofra kurulmuş, burun delikleri et kokusunu dost tutmuştu. “Bu saatte,” dedi Yıldız Hanım. “Mangal sefası ha! Yazlığın kusuru da bu, işte… Bugüne kadar bir pişirimlik aşımız, kaygısız başımız vardı. Yazın tadını çıkarıyorduk ne güzel. Bu kiracılar da nerden çıktı şimdi? İkiz evde yaşamanın da bu sakıncası var.” “Dur hele hanım,” diye çıkıştı kocası. “Daha dün bir, bugün iki… Belki iyi insanlardır. Hem kimi kimseleri de yok, baksana…” ”Görürüz.” Tam içeri girmek üzerelerken, kiracı hanımın sesi duyuldu: “İyi geceler komşu. Gördüğünüz gibi yemeğe yeni oturuyoruz. Buyurun bizlere katılın da soframız şenlensin. Bu saatte yatacak değilsiniz herhalde.” Kocasından da destek geldi. “Evet, bekliyoruz.” Yıldız Hanım bu çağrıya kulak asmasa da, kocası Tahsin Bey, “Kaç gündür buradalar. Daha bir hoş geldiniz bile demedik. Çağrılarını geri çevirirsek ayıp olur,” dedi. “Rakının kokusunu alınca dayanamadın besbelli,” dese de Yıldız hanım da uydu kocasına. Kendi giriş kapılarını bırakıp onlarınkine yöneldiler. Onları gören yeni kiracılar, balkon merdivenlerinden indiler. Yarı yola kadar gelip karşıladılar konuklarını. Ayaküstü tokalaşırken, “Ne iyi ettiniz de geldiniz. İnsanlar, en iyi, yemek masasında tanışır, kaynaşırmış. Buyurun. Hem yer içer, hem de söyleşiriz,” dedi Hamdi Bey. Havaya renk katmak da Tahsin Bey‟e düştü: “Yoksulun kısmeti ayağına gelirmiş diye buna denir, işte.” “Gönlümüz varsıl olsun yeter,” dedi Nadide Hanım. “Boğazımızdan inecek iki lokma değil mi?” “Doğru söylüyorsunuz,” dedi Yıldız Hanım. “Yeter ki tatlı yensin, tatlı konuşulsun.” Oturunca gördüler ki, oturdukları sofra konuştukları gibi pek alçakgönüllü değil. Kömür ızgarasında yeni pişmiş etle, burma rakısından tutun da; taze kavrulmuş Datça bademli mezesinden, midye tavasına kadar ne ararsan hepsi var. Geriye, buna uygun bir hava yaratmak kalıyordu. Bu da zor olmadı. Konu konuyu açtı. Sohbet koyulaştı. Alkol kana karışınca da bakışlar değişmekte gecikmedi. Önyargısız yakınlaşmalar, tedirginliğin yönünü dostluğa çeviriverdi. Bu da herkesten çok Yıldız Hanım‟a yaradı. İçindeki kuşkular eridi. Sökükleri dikilmeye, yaraları onarılmaya başladı. Ayrıntılı tanışma faslı da arkadan geldi. “Ben,” dedi Nadide Hanım. “Tahsin Bey‟i gördüm bir yerde. Gözüm ısırıyor. Ama ne zaman, nerede karşılaştığımızı belleğimin kuytu derinliklerinden bulup çıkartamıyorum bir türlü.” Oysa Tahsin Bey onu yakından görür görmez tanımıştı. “Yanılmıyorsunuz, aradan yıllar geçti,” dedi. “Hiç unutmam, bir Cuma günüydü. Bana telefon edip kurumunuz için çok sayıda kitap istemiştiniz. Ben de üç dört büyük paketi arabama koymuş getirmiştim size. Öğle yemeğinden sonraydı. Salona gelen arkadaşlarınız kitapları birer ikişer kapışıp çaylarını içmeye başlamıştı ki, benim yanıma yaklaşan siz oldunuz. „Kitapları siz mi getirdiniz?‟ diye sordunuz. Benim, „Evet,‟ demem üzerine de: „Yazar!‟ diye kekelediniz. „Tahsin Oktay Bey! Kendisi neden gelmedi?‟ Ne diyeceğimi şaşırdım. „O, benim,‟ desem siz mahcup olacaksınız. „Onun işi çıktı gelemedi, beni yolladı,‟ desem ben yalancı konumuna düşeceğim. Dondum. Susmayı yeğledim.” “Aynen öyle olmuştu gerçekten de,” diye haykırdı Nadide Hanım büyük bir şaşkınlıkla. “Hiç unutur muyum, yerin dibine geçtiğim o anı…Hey Tanrım! Şuna bakın hele. Nereden nereye?” “Görüyorsunuz ya dünya ne kadar küçük,” dedi Hamdi Bey. “Birer yudum rakı alalım da, şaşkınlığımızla pekişen tanışıklığımız yerini kalıcı dostluklara bıraksın.” Konukları Tahsin Bey‟in önüne tepeleme doldurulmuş yemek tabağını sürdü. “Niçin zahmet ediyorsunuz?” “Olur mu? Elimize yapışmıyor ya, komşu!” Sağlığa ve şerefe kaldırdılar kadehlerini. Yeme içme faslı, kendi doğal akışında yürüyordu ki, Yıldız Hanım‟ın gözü, pencere kenarında duran bir romana takıldı. “Bakıyorum,” dedi. “Dinlence, izlence demiyor, kitap okuyabiliyorsunuz.” “Evet,” diye yanıtladı Hamdi Bey. “Nadide olsun, ben olayım okumadan duramayız. İkimiz de Kemal Fuat hastasıyız. Siz gelmeden önce onun en beğendiğimiz Çalıntı Kimlikler adlı eserinden sayfalar okuduk. Yazar, yaşlılığı öyle güzel işlemiş ki, gözyaşlarımızı tutamadık.” Yıldız Hanım, o satırları biz de dinlemek isterdik doğrusu,” deyince, Nadide Hanım aldı kitabı eline, açtı, buldu o yeri, başladı okumaya: … Bayramlar, seyranlar gelip geçmiş, kapısını çalan, hatırını soran çıkmamıştı. “Yavrularım, canım ciğerlerim, varlarım yoklarım, yaşam sığınaklarım,” dediği oğulları yoktu ortalıklarda. Varlık içinde darlığa mı düşmüşlerdi? Kayıp mı olmuşlardı işin aşın ardında? Öyle bile olsa, şunun şurasında kaç adımlık yerdeydi ki ikisi de? Üfleseler solukları buraya ulaşırdı. İsteseler, yakını daha da yakına çekip analarını yanlarına alamazlar mıydı? Onların bu aymazlığına konu komşu da parmak ısırıyor, ileri geri konuşmaktan geri durmuyordu. “Daha dün, gurk tavuğun civcivleri gibi analarının arkasında dolaştıklarını ne tez unuttular? Bunlar nasıl evlat böyle; insanın anası, toprak kadar elinin altında, gün ışığı kadar gözbebeklerinde olması gerekmez mi?” diyerek Anaca’nın iki hayırsız oğluna veryansın ediyorlardı. Eltisi bile dayanamamış, “Okuyanlar, sağır bir Tanrı’nın çocukları mı olup çıkıyorlar yoksa?” diye dert yanmıştı. …. “İşte bu son cümle bize çok dokundu. Sizler de en az bizim yaşımızda olduğunuza göre, benzer yaşanmışlıklara tanıklık etmiş, belki de yaşamış olabilirsiniz.” “Ne dersin Yıldız, evlatlar böyle hayırsız mı oluyor? ” diye sordu kocası Tahsin Bey. Ev sahipleri, bu sorunun doğrudan Yıldız Hanım‟a yöneltilmesini anlamlı bulsalar da susmayı yeğlediler. Ortalığın sessizliğini bozmaksa Yıldız Hanım‟a düştü. “Bütün evlatlar böyle mi bilmem ama, okumuş kısmının yürek bağları çabuk kopuyor. Padişahlar gibi önce yakınlarına kıyıyorlar." “Bir dakika!” diye haykırdı Hamdi Bey. “Bu cümlenin tıpkısı okuduğumuz romanda da var. Bunu nereden bilebilirsiniz ki siz?” Soru havada asılı kaldı. Diz boyu şaşkınlıktı aralarında gezinen. Kimse ne diyeceğini bilemiyor, büyümüş gözlerle birbirine bakıyordu ki, ortalığı yatıştırmak Tahsin Bey‟e düştü. Beyninde, ”Kitabı okuyan mı yoksa yazan mı olmak daha uygun düşerdi?” sorusu biçimlenmiş olsa da, “Görüyorsunuz ya, içmeden açılamıyor insan. Benim hanıma bir duble rakı daha verirseniz, eminim romanı baştan sona ezberden okur,” diye şakaya vurdu. “Durun hele, Tahsin Bey,” diye ünledi Hamdi Bey. “Nadide Hanım kitabınızı aldığına göre, siz de bir yazarsınız. Ne yazıyorsunuz? Roman mı, öykü mü, şiir mi?” “Bizimkisi yazarlık sayılmaz canım. Bir zamanlar okullar için yardımcı ders kitapları yazmıştık da.” “Nasıl yani? Tekil değil de çoğul muydunuz?” “Evet. Eşimle birlikte.” “İyi ama sorduk soruşturduk, buralarda sizin yazar olduğunuzu bilen yok.” “Haklı sayılırlar. Bizim yazarlığımız yıllar önceydi çünkü.” “İki oğlunuzdan birine bir bavul dolusu karalama roman taslağı verdiğiniz doğru mu?” “Bu da ne demek oluyor şimdi? Yıldız! Hamdi Bey‟in ne dediğini duydun mu, canım? Bugünlerde „böcek kulak‟ modası var ama siz ondan da ileri gitmiş, saklı gizli neyimiz varsa öğrenmişsiniz. Gel de şaşırma!” Konu açılmışken, bir soru da ben soracağım dedi Nadide Hanım. “Geçenlerde yazar Kemal Fuat‟a, o sizin yinelediğiniz, „Okumuşların yürek bağları çabuk mu kopuyor ki, Padişahlar gibi önce kendi yakınlarına kıyıyorlar…‟ sözünü yinelediğimde hiçbir tepki vermedi. Belli ki bu satırları ilk kez duyuyordu. Bundan cesaretle, “Babanız ne iş yapar, o da yazar mı?” diye sordum. Gariptir, “Siz de kim oluyorsunuz?” diye tersledi beni. Ben de dayanamadım. “Kemal Fuat, sizin gerçek adınız mı? Soyadınızın Oktay olduğunu duymuştum da,” deyince yüzüme sert sert baktı. Asık bir suratla, ”Fazla ileri gidiyorsunuz,” dedi. Bir kez daha şaşırdı Tahsin Bey. “Durun hele. Sizin dilinizin ucunda bir şey değil, daha fazlası var ...” diyordu ki, duruma el koyan Yıldız Hanım oldu: “Yazın bu güzel gecesinde küçük iltifatlar... Birkaç yudum rakı… Gözün alamadığı cırcırböcekleri… Ve karanlığın arkasına sığınmış deniz varken, soru üstüne soru yağıyor. Gel de şaşırma! Bir yanda sıcak etle baharatı bol salata… Öte yanda beyaz peynirle kavun. Bir de yeni yüzler, almış seni gerilere sürükler. Gel de şaşırma! Şimdi kalkıp gitme zamanı desem olmaz; yakışık almaz. Burnumuzda hanımeli, yasemin kokusu, kirpiklerimize konmuşken bir iki çiğ damlası, gel de bardağı taşırma!” Gözlerinde çözüm arayan bir gülümsemeyle, buz çıtırtılı rakı kadehine sarıldı. “Şaşırma yetimizi yitirdiğimiz zaman, şaşacak bir şey kalmaz,” dedi Nadide Hanım. “Biz, sizin yanı başınızdaki ikiz daireyi boşuna kiralamadık. İstedik ki, bu Nazım kadar coşkulu, Aragon kadar hüzünlü, Borges kadar yaralı yazarın yanında olalım. Gönlümüze taht kurmuş olmakla kalmasın, gözümüzün de önünde olsun. Ona, çok ünlenen, adı var kendi yok bir lakapla değil, asıl adıyla seslenelim.” “Gerçekten de şaşmamak elde değil,” derken, Tahsin Bey‟in gözlerinde, suçüstü yakalanmış bir çocuğun ezikliği okunuyordu sanki. “Bir insan kaç kişidir? Bazen bir, çoğu zaman birden fazla…Öyle olduğu için de insan kendinden hem çok uzak hem de fazla yakın. Birbirine karşıt duygular arasında gidip gelirken hem azalabiliyor, hem çoğalabiliyor. İki yaşamı birden üstlenebiliyor yani. Birisini kendisi için, ötekini başkaları için yaşayabiliyor. Ancak nasıl olursa olsun, gördüğünüz gibi, kişinin yolu sonunda kendisine çıkıyor,” diye betimledi duygularını. Bunu söylerken sesindeki genişlik, davranışlarındaki rahatlık gözden kaçmamıştı. Geçmişin birikiminden fışkıran bu derin bilgeliğin hoşgörüsüne sığınarak, “Şaşkınlık, insanın en temiz hali olmalı. Biz, karı koca olarak, Kemal Fuat‟ı okurlarına bıraktık. Tahsin Oktay, bir sürelik de olsa, bize kalsın yeter,” diye takıldı Hamdi Bey. Gün ağarmak üzereydi… Ortalığı kaplayan derin sessizlikte sustu yazar. O susunca, herkes sustu, ev bile. Yüzüne vuran ışıklı bir şaşkınlıkla Yıldız Hanım‟ın kadifemsi sesi duyuldu o anda. “Bizim ailenin çoğu gizlerini bildiğinize göre, bilmediğiniz bir gerçeği de ben açıklayayım bari. Bu çok beğendiğinizi söylediğiniz Çalıntı Kimlikler kitabı var ya! Onun basılması için Tahsin‟in kapısını çalmadığı yayınevi kalmadı. Hepsinden de geri çevrildi. Gariptir, sonunda aynı eseri Kemal Fuat adıyla gören yayınevleri paylaşamaz oldular.” “Hayret! Oğlunuz nasıl izin verdi buna?” sorusu yanıtsız kaldı Nadide Hanım‟ın. Oralı olmadı Tahsin Bey. Konuyu değiştirmek istercesine, “Bakın hele,” dedi. ”Ne iyi ettiniz de bizi masanıza çağırdınız, kendinizden saydınız. Hep yaz yaz olmuyor. Konuşmak da gerekiyor. Dertleşmek, insanın derdini dindiriyor. Dinlendiriyor. Bu gece, siz şaşırdınız, bizi de şaşırttınız. Bu iyi bir şey olsa gerek. Umarım bundan böyle de, şaşkınlıklarımızın ucu hep iyiye çıkar.” Hamdi Bey hoşnut görünüyordu. Yüzündeki gülücükle, “Sahipleri köpeklerine, eşler ve komşular da birbirlerine benzermiş. Bu geceyi yaşamasaydık, anlayamayacaktık birbirimize geç kaldığımızı. Dinlemiş dinlenmiş, konuşmuş anlaşmış olmak, ne güzel böyle. Artık meraktan çatlamayacak, uykulardan uyanmayacak, karanlıklarda kaybolmayacağız. Gülüşlerimiz, kenarda köşede unutulmayacak. Aklımızı aşmayacak düşündüklerimiz,” diye saydı döktü. Yeni komşuların şaşkınlıklarına sığmıyordu kendine gelişleri. Denizden imbat, imbattan martı, martıdan dostluk, dostluktan gece yaptıkları… Hepsini kitaba sarıp kıvandıkları… “Size doyum olmayacak nasıl olsa. İyisi mi bize izin verin,” diyerek ayağa kalktı Yıldız Hanım. “Ne iyi oldu. Ömrümüzü bozdurmadan, bu geceyi alıp kendimizin yaptık. Yaşama yeniden başlamasak da, saatlerin nabzını ne güzel tuttuk. Ancak kafamı kurcalayan küçük bir ayrıntı kaldı. Burada bulunmanız bir rastlantı olmadığına göre, izimizi nasıl sürdüğünüzü öğrenebilir miyim?” diye sordu. “Sözüm ona yazar olan oğlunuz,” dedi Nadide Hanım. “Bizim hayırsızın can ciğer arkadaşıydı bir zamanlar. İçtikleri su ayrı gitmezdi. Kulağımıza kar suyu ta o günlerde kaçmıştı. Sonrasını da size anlattık sayılır.” Gecenin sabaha değdiği yerde, gün ışığına çıkmayan hiçbir giz kalmamış gibiydi. El sıkıştılar. Tahsin Beyler, sokak lambasının baygın ışığı altında evlerine girerlerken, “Tahsin‟im,” dedi Yıldız Hanım. “Görüyorsun ya, şu insanları…” “Evet,” dedi kocası. “Tanımadıkça uzak, tanıdıkça yakın…“

  • Dünyanın Avareleri

    I. Söyle bana, yıldız, kanatları nurdan, Göster, uçuşunla, ateş saçaraktan, Gecenin hangi tarafında mağaran? Kanadını nerde kapatacaksın? II. Ey saz benizli yolcu, ay, söyle bana, Kuş uçmaz kervan geçmez sema yolunda; Gündüzün, gecenin hangi kovuğunda Dinlenmek için gidip yatacaksın? III. Macera peşinde sürten yorgun rüzgar, Bir serserisin ki her yerden koğarlar, Sığınacağın gizli bir yuvan mı var, Üzerinde bir dalın, bir dalganın? * Çeviren: Orhan Veli * Percy Bysshe Shelley / 1792- 1822 İNGİLİZ ŞAİR Zengin bir toprak ağasının oğlu olan Oxford Üniversitesi'nde okurken yayınlattığı " Ateizmin Gerekliliği" adlı yazıyla okuldan atılan, babası tarafından da dışlanan SHELLEY, tam bir idealist romantiktir. Her çeşit haksızlığa karşı şiddetli bir kin duyan ve ideoloji konusunda kesin bir uzlaşmazlık içine giren Shelley çeşitli mitinglerde konuşmalar yaptı; hükümetin kovuşturmalarından kaçmak için sürekli olarak adres değiştirdi. Ardından, siyasal kışkırtıcılara yardım etmek amacıyla İrlanda’ya gitti. Daha sonra, Londra’ya geri döndü, bir hancının kızı olan on altı yaşındaki Harriet Westbrook’u kaçırdı ve “baba baskısından kurtarmak” amacıyla onunla İskoçya’da evlendi. Thomas De Qu-incey’in “insan çılgınlığının kurbanı olmuş bir melek” olarak gördüğü Shelley, 1814’te karısını terk etti, dostu ateist rahip, yazar William Godwin’in kızı Mary’yi kaçırdı ve onunla birlikte önce Fransa’ya, sonra da İsviçre’ye gitti. İsviçre’de, Lord Byron ile yakınlık kurdu. Karısının ölümü üzerine sonradan Frekeştayn'ı yazacak olan Godwin’in kızı Mary Shelley'le evlendi. Bu arada Byron’ın metresi Claire Clairmont’la da ilişki kurdu. 1822’de bindiği tekne (Ariel] La Spezia körfezini geçerken battı, cesedi kumsalda bulunarak dostu Byron’ın da hazır bulunduğu bir törenle yakıldı. Bozguncu düşünceleri nedeniyle çağdaşları taralından anlaşılamayan ve değer verilmeyen Shelley, ölümünden elli yıl sonra büyük İngiliz ozanlarından biri olarak kabul edildi ve lirik ozanlar arasında ön sırayı aldı. Üstün bir zekâsı, olağanüstü bir düşgücü bulunan ve tam anlamıyla bir bireyselci olarak adlandırılabilecek Shelley sürekli olarak, ulaşamadığı için üzüntü duyduğu gizemli bir idealin peşinden koşmuştur. Keskin duyarlılığı, derinden etkileyici dizelerinde acıyı dile getirir. Panteizm yanlısı olan Shelley, doğayla bütünleşerek içini onun gizleriyle doldurmuş, onu kendimize göre duyarlı kılmak için güçlü ve içe işleyici imgeler yaratmıştır. Sonraki yıllarda bu özelliğiyle simgeci ozanları etkilemiştir.

  • DİLİMİZDE TÜY BİTTİ…

    İdlip’te olayların kızışması üzerine önceki akşam yeni bir yazı kaleme almak için bilgisayar başına oturduğumda, yeni acı haberi aldım. Gece boyu haber kanallarından olayın doğrusunu ve ayrıntılarını öğrenmeye çalıştım. Sabah oldu, felaketin boyutu büyüdü. Gene mutsuz bir akşama ulaştık. Bütün yurttaşlar, ülkemizin yönetimi ve geleceğimizle ilgilenmek zorundayız. Görüşlerimizi dile getirmek de en doğal hakkımızdır. Yeni bir yazı yazmak yerine beş yıl önce paylaştığım yazıyı yeniden paylaşmanın en doğrusu olduğunu düşündüm. Daha başka yazılarımda da konuya kaç kez değinmiştim. Söyleye söyleye dilimizde tüy bitti... (28 Şubat 2020) * NE İŞİN VAR SURİYE’DE, IRAK’TA? Suriye’nin ve Irak’ın iç işlerine karışmayı iş edinen iktidara bu soruyu doğrudan doğruya sormak zorundayız: “Irak’ta ve Suriye’de ne işin var?” Bu soruyu ancak milletlerin barış içinde bir arada, her milletin kendi vatanında hür ve bağımsız yaşamasını isteyenler sorabilir. Bu soruyu sorabilen insanlardır ki kendi yurtlarının bağımsızlığını ve milletlerinin özgür yaşamasını güvence altına alabilirler. Yoksa kendileri de kuvvetli bir devletin koltukları altına sığınmayı, zillet içinde yaşamayı kabul ediyorlar demektir. Çünkü sen kendin için ne istiyorsan, başkaları için de onu istemek zorundasın. Suriye’de rejim muhaliflerini eğitirken, onlara silah ve cephane yardımı yaparken, Irak’ta bir üs peşinde koşar ve o memleketin topraklarını bombalarken empati denen bir şey yapmıyorsun demektir. Yarın ülkede senin iktidarına karşı ayaklanan gruplara büyük devletler ve komşuların silah yardımı yaparlar, hatta senin iktidarını yıkmak için uçaklarını Türkiye üzerinde gezdirir, keşif yapar, topraklarını bombalarsa ne cevap vereceksin? Zararın neresinden dönülse kârdır. Bu saatte hükümetin derhal yapması gereken şey, güney sınırlarının ötesindeki bütün askerî ve sivil elemanlarını geri çekmek, bu bölgede çarpışan emperyalist ülkelerin ve mezhepçi güçlerin herhangi birisinin yanında yer almaktan kesin olarak vazgeçmektir. Türkiye bu badireden başını ABD’nin çektiği Koalisyon Güçlerinin veya Rusya’nın yanında yer alarak çıkamaz. Birini veya ötekinin tarafını tutmak Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almak olur. Bunun olumsuz etkileri uzun yıllar devam edecektir. Unutmamak gerekir ki el atına binen çabuk iner. 1914’te böyle bir elin atına bindirilen Türkiye, o attan feci bir şekilde düşmüş, her tarafı yara bere içinde kalmıştı. Benzer bir kaderi başka bir elin atına binen Yunanistan 1922’de yaşamıştı. Bu savaşa Türkiye bütçesinden harcanacak para ile hastaneler, okullar, yollar mı yapılmaz? Emeğin ücreti yükseltilerek refah düzeyi mi artırılmaz? Parklar, bahçeler, bilim ve sanat merkezleri mi açılmaz? Türkiye yönetiminin ister ABD’nin gücüne dayanarak, ister kendi elinde tuttuğu ekonomik ve askeri güçlerle Irak ve Suriye’den bir şeyler koparma, o topraklarda söz sahibi olma hevesi, çağ dışı İslamcı ve milliyetçi fanatizminden kaynaklanıyor. Bu kullanma süresi çoktan dolmuş olması gereken görüşlerin ülkede iç barışı sağlamaktan da ne kadar uzak olduğu görülüyor. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi çoktan “Yurtta savaş, dünyada savaş” ilkesine dönmüş bulunuyor. İktidar sahipleri, savaş politikalarıyla kaldırdıkları taşın kendi ayaklarına düşeceğini hesaplayamıyor olabilirler. Fakat savaş politikaları yalnız onlara değil, bütün bir milleti maddi ve manevi büyük kayıplara uğratacaktır. Türkiye tarihinde yer edecek bu kara leke gelecek kuşakları utandıracaktır. Bu nedenle ülkeye demokratik bir halk iktidarının ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkıyor. Böyle bir iktidara kavuşuncaya kadar yapılacak şey, yönetimi bu konuda sıkıştırmak ve hiçbir vicdana sığmaması gereken savaşçı politikalarından vazgeçirmek için çalışmaktır. Eli kulağındaki dünya savaşından ABD’nin yanında yer alarak mı, yoksa bir kısım muhalefetimizin önerdiği gibi Rusya’nın yanında yer alarak mı kazançlı çıkarız? Hiç birinin. 1960’larda savunduğumuz “Ne Amerika Ne Rusya” sözü günümüzde de geçerliliğini koruyor. (10 Aralık 2015

  • Yaz Üzüntüsü

    Sen ey, o uykulu savaşçı, kumlar üstünde, Yorgun bir su ısıtıyor güneş saçlarında Ve bir günlük yakarak düşman yanağında, Karıştırıyor bir aşk içkisini gözyaşıyla. Duruk sessizliği ak yalımın, üzüntü içinde Dedirtti, ey benim ürkek öpüşlerim, sana: "Tek bir mumya olmayacağız seninle asla Bu mutlu palmiyeler altında, eski çölde." Ama ılık bir nehirdir işte saçların, Ürküsüz boğmak orda bize tebelleş ruhu Ve bulmak o Yokluğu senin tanımadığın. Akan düzgünü tadacağım gözkapağından, Verebiliyor mu diye ezik yüreğime Duygusuzluğunu gökyüzünün ve taşların Çeviri: İlhan BERK * Stephane Mallarme / Sembolizm akımının öncüsü Fransız şair Stéphane Mallarmé 18 Mart 1842'de Paris'te doğdu, 9 Eylül 1898'de Paris yakınlarındaki Valvins'de yaşamını yitirdi. Ortaöğrenimini yatılı olarak Sens Lisesi'nde yaptı. Edgar Allen Poe'yu anlamak için İngilizce öğrendi. 1863'te İngiltere'ye gitti ve İngilizce öğretimi dalında yeterlik belgesi aldı. Fransa'ya döndükten sonra öğretmenliğe başladı. Bir süre Besançon ve Avignon'da yaşamını sürdürdüyse de 1871'de Paris'e döndü, 1895'te öğretmenlikten emekli oldu. Yapıtlarında seçkin ve karmaşık anlatımı kullanan Mallarmé, şiirin gizem dolu olması gerektiğini savundu. Şiirlerini Art Libre'de yayımladı. Bir ara La Dernière Mode adlı dergi çıkardı. Paul Verlaine'in ölümünden sonra "şairler prensi" olarak anılan kapalı şiirin ustası Stéphane Mallarmé'yi Sartre, Fransız şairlerin en büyüğü olarak nitelemiştir. Mallarmé'ye göre kapalılık ve anlaşılmazlık şiirin özüdür.

  • Gök Öyle Mavi

    Gök öyle mavi, öyle durgun, Damlar üzerinde! Yeşil bir dal sallana dursun, Damlar üzerinde! Ürpertip gökyüzünü birden, Bir çan tın tın eder. Bir kuştur şu ağaçta öten; Türküsünü söyler. İşte hayat! aç gözünü gör; Bak ne kadar sade. Her günkü sâkin gürültüdür, Şehirden gelmekte. Ey sen ki durmadan ağlarsın, Döversin dizini; Gel söyle bakalım ne yaptın, N'ettin gençliğini? * Çeviri: Cahit Sıtkı Tarancı Paul Verlaine / 30 Mart 1844 - 8 Ocak 1896 Fransız şiirinin önde gelen şairleri arasındadır. Yirmi yaşına kadar subay olan babasının disiplinli yaşam anlayışı içinde yaşadı; ancak daha sonra özgür başıboş bir yaşamı benimsedi. Düzenli bir öğrenim görmedi, lise yaşamından sonra memuriyete başladı. Bir ara Fransa ve İngiltere'de öğretmenlik yaptıysa da bu görevlerini sürdüremedi. 1871'de Paris'e gidip, Parnasçılarla tanıştı. Bir süre sonra bu akımdan ayrılıp sembolist şiirler yazmaya başladı. 1872'de eşini terkederek Arthur Rimbaud ile yaşamaya başladı. Birlikte Londra ve Brüksel gezileri yaptılar. Aralarında çıkan bir tartışma sonrası Rimbaud'u silahla yaraladı. Bunun üzerine iki yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hayatının sonuna kadar içki ve uyuşturucudan kendisini kurtaramadı fakat dikkate değer eserler yarattı. Verlaine, şiirde hayal dünyasına, doğanın yarı aydınlık, renkli görünümüne yöneldi. Fransız şiirine o güne kadar rastlanmayan yeni bir hava, canlılık ve bir musiki getirdi.

  • Pantolonlu Bulut

    Düşünceniz Sünepe beyninizde yatar ya miskin miskin Yağ bağlamış bir uşak yatar gibi pis bir yatakta Çileden çıkararak kanlı paçavralarıyla yüreğimin Alaya alacağım onu, hınzır ve hayta Ne gönlüme tek bir ak düştü, Ne ihtiyar bir sevecenlik başımda! Tuttu bütün dünyayı sesim, o korkunç gümbürtü; Yakışıklı yürürüm şimdi Yirmi iki yaşımda. Siz çıtkırıldımlar! Kemanlara geçirenler sevdayı. Siz geçiren hamhalatlar dümbeleklere. Derinizi kolaysa tersyüz edin benim gibi, Ortada baştan aşağı dudaklar kalsın bir kere! Gelin de görün – Melekler takımında görevli bir hanım var salonda, Keten gibi düzgün. Ahçı nasıl çevirirse yemek kitabını Dudaklar çeviriyor yollu yordamlı o da. İsterseniz Ben çılgına dönerim tenden, -ya da renk değiştiren bir gök gibi ufukta- isterseniz öyle çıtkırıldım olurum öyle incelirim ki çıkarım insanlıktan, dönerim pantolonlu bir buluta! İnanıyorum çiçekler içindeki bir Nis’e! Yine herkes benim yüzümde tafra sahibi, Bir hastane gibi köhne erkekler de, Yıpranmış kadınlar da bir atasözü gibi. maviADA Dergileri * YAZ 2019 Sayı:33 Dergiyi Okumak İsterseniz Buraya TIKLAYIN

  • AŞKA ÖVGÜ

    Bu aydın gecede öyle mutluyum ki; Sonsuz bir hazzın yatağında saadetin Kaç kelime konuşulur bilmem, şamdanlar altında, Ama bir boğuşmadır başlar ışıklar kararınca Şimdi üzerime geliyor çıplak göğüsleriyle, Bir yanda sereserpe geceliği; Uyuyan gözkapaklarıma dayıyor dudaklarını, Aralık ağzından duyuyorum "uyuşuk" dediğini, Ne kadar kucaklaştık, ne kadar değişti kollarımız. Kimbilir kaç defa birleşti dudaklarımız. "Sakın dönmesin Venüs'ün aydınlığı karanlıklara, Gözlerimle buluruz biz aşkı yoksa... Helen'i çırılçıplak kaçırmadı mı Paris, Menelaus'un koynundan, Endymion'un çıplak bedeni değil mi Diana'yı kafesleyen." -Ya işte böyle bu hikâye, başlayıp biten. Kaderlerimiz birleşirken, bir yanda aşkla dolduruyorduk gözlerimizi Özlenen bir gece geliyordu üstümüze Ve ışıklar diyorduk bir daha dönmesin Tanrılar zincire vursunlar ikimizi Ki günışığı artık çözemesin. Şaşarım aşkın çılgınlığını zamana bağlayanlara Yağız atlar sürüp gidecek güneş, Toprak buğday arpadan, Sular yürüyecek çeşmelere Balıklar kuru derelerde yüzecek Yüceliği bilininceye değin aşkın. Varken elimizde bir fırsat, durdurmayın meyvasını hayatın. Bakarsın kuruyan çiçeklerin yaprakları düşer. Ve saplarından sepet örerler, Bugün geniş havasını alıyoruz aşkların Yarın bizi de kapatacak kader. Gerçi bütün sevgini veriyorsan da Gene de az veriyorsun sayılır. Bu acılarımı değiştirmem mümkün değil. Onunla sona erecek ömrüm, Ama böyle geceler yaşatsak bana her daim Yıllar boyunca uzar gider yaşamam. Birçok geceler sürsem böyle Tanrı olurum ben de zaman içinde. Çeviri: M.T.KARAMUSTAFAOĞLU Ezra POUND Ezɾa Weston Loomis Pound (30 Ekim 1885 - 1 Кasım 1972), ABD'li şaiɾ, çeviɾmen, deneme yazaɾı. Önce İmgeci şiiri kurar; devrin hemen hemen bütün ünlüleriyle tanışır, arkadaş olur , yerleştiği İtalya'da faşizm'le ilgilenir. Pound, faşizmi medeniyetin feneɾi ve öndeɾi olaɾak, sanatı hak ettiği yeɾe koyan biɾ akım olaɾak savunur,tepki alır. Uzakdoğu dinlerinden, yıldız fallarına kadar çok renkli ilgi alanı olan şair, Mussoloni'nin ölümümden sonra İtalya'da tutuklanır, ülkesi Amerika'da vatan hainliğinden idam cezasıyla yargılanır, Hemigway gibi eski arkadaşlarının araya girmesiyle deli olduğu teşhisiyle 13 yıl hapis yatarak çıkar. Döndüğü İtalya'da da 1972'de ölür. *

  • Güzelleme

    -YAŞAR KEMAL Rüyan, pınarlarda buğulanan nur, Sevgin sırma sırma dökülen şafak. Senin’çin ekini öpüyor yağmur, Tarlada senin’çin büyüyor başak. Çiçekli yaylası ve berrak sular; Gözlerinde duman duman arzular Menevşe kokulu saçına bahar Beyaz fecirlerden örtüyor duvak Dokuduğun gülle işlenmiş gölgen Umudunu iplik iplik eğirsen İnce, taze bir sabahla gerinen Çiğdem çiçekleri aşkına kundak Çiğlerle yıkıyor gün seherini Sabah gönderiyor davetlerini Senin’çin en leziz nimetlerini, Sofra sofra açan şu kardeş toprak * Yaşar Kemal * (1923 - 2015) Daha çok romanlarıyla bildiğimiz Yaşar Kemal'in de çoğu yazar gibi edebiyata başlaması şiirle oldu. Bu şiirlerde daha sonraları işleyecek olduğu temaların izini de bulabiliriz.

  • Cinayet Saati

    -GÜNAYDIN EZGİLERİ / ATTİLA İLHAN- haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu dört bıçak çekip vurdular dört kişi yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu deli cafer ismail tayfur ve şaşi maktulün onbeş yıllık arkadaşi üçü kamarot öteki aşçıbaşı dört bıçak çekip vurdular dört kişi cinayeti kör bir kayıkçı gördü ben gördüm kulaklarım gördü vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü hiç biriniz orada yoktunuz demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu on üç damla gözyaşını saydım allahına kitabına sövüp saydım şafak nabız gibi atıyordu sarhoştum kasimpaşa'daydim hiç biriniz orada yoktunuz haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi polis katilleri arıyordu deli cafer ismail tayfur ve şaşi üzerime yüklediler bu işi sarhoştum kasimpaşa'daydim vapuru onlar vurdu ben vurmadım cinayeti kör bir kayıkçı gördü ben vursam kendimi vuracaktım Sisler Bulvari - 1954 ATTİLA İLHAN 15 Haziran 1925' de İzmir'de doğdu. 10 Ekim 2005'te İstanbul'da öldü. Şair,yazar, senarist, aydın olarak Türk yazın ve düşünce yaşamına önemli katkıları oldu. Lise yıllarında bir kız arkadaşına yazıp verdiği Nazım Hikmet şiiri yüzünden, tutuklandı hapis yattı, hiçbir yerde okuyamaz kaydıyla okuldan atıldı, ancak yargıtay kararıyla İstanbul'da bir okula kayıt yaptırabildi. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Armağanı'nda Cebbaroğlu Mehemmed şiiriyle ikincilik ödülünü pek çok ünlü şairi geride bırakarak aldı. Hukuk fakültesine devam etti. Uzun yıllar Paris'te yaşadı. Şiirleri kadar toplumsal olaylara eğildiği, önermeler de getirdiği romanları ve gazete yazılarıyla da haklı bir ün kazandı.

  • Serseri

    Islak süpürgesiyle yağmur süpürür Döküntüsünü kırlarda söğütlerin. Tükür yaprakları rüzgâr, öbek öbek tükür! Ben de senin gibi bir serseriyim. Tembel yürüyüşlü mandalar gibi Sık ve mavi ormanlarda ağaçların da Gömüp dizlerine dek gövdelerini Böğürmeğe koyulmasını isterim. ... Rusya, ormanlar ülkesi Rusya'm benim! Ben seni çığırmış olan tek ozan, Nanelerle rezedelerle besledim O hayvanî hüznü şiirlerimden taşan. ... Çoktan solup gitti başımdaki çalılık çoktan, Şarkıların zindanında işte çürümekteyim. Gönül sürgününde değirmen taşını mısraların Döndür babam döndürmeğe mahkûm edildim. Ama sen gene korkma tükür deli rüzgâr Yapraklarla ört üstünü çimenlerin. Bak bana hâlâ "şair" diyorlar Oysa ben de senin gibi bir serseriyim. / Rusya'nın Ryazan bölgesinde Konstantinovo (bugün Yesenino) köyünde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak 1895'te doğdu. Dokuz yaşındayken şiir yazmaya başladı. 1912'de düzeltmen olarak çalıştığı yayınevi tarafından Moskova'ya gönderildi. Ertesi yıl Moskova Devlet Üniversitesinde dışardan öğrenci olarak katıldı ve bir buçuk yıl boyunca orada çalıştı. 1915'te Alexander Blok, Sergei Gorodetsky, Nikolai Klyuev ve Andrey Bely gibi şairlerle tanışmak için St. Petersburg'a gitti. Alexander Blok'tan şairlik kariyeri açısından büyük destek aldı. 1916-1917'de, askere çağrıldı. I. Dünya Savaşının patlak vermesinden sonra devrimin daha iyi bir yaşam sağlayacağına inandı ve Ekim Devrimini destekledi. Fakat daha sonra Bolşevizmin kurallarını kritize ederek bunları şiirlerine yansıttı. Ağustos 1917'de, daha sonra Vsevolod Meyerhold'un eşi olan aktris Zinaida Raikh ile evlendi. Eylül 1918'de kendi yayınevini kurdu. 1921'in sonuna doğru ressam Gheorghi Yakulov'i ziyaret ettiği sırada, 44 yaşında olan dansçı Isadora Duncan ile tanıştı. 1922 yılında evlendiler. Birlikte Avrupa ve Amerika seyahatleri yaptılar. Yesenin'in içki sorunu; onu otel ve lokanta gibi yerlerde taşkınlık yapmasına sebep oldu. Mayıs 1923'de Duncan'den ayrılıp Moskova'ya döndü. 1924'te Tavern Moscow ve Confessions of a Hooligan, 1925'te ise Desolate and Pale Moonlight ve The Black Man'i yayınladı. Sergei Yesenin, psikolojik bir rahatsızlık yaşadı ve bir ay akıl hastanesinde kaldı. Noel için hastaneden çıkarıldıktan birkaç gün sonra, 27 Aralık 1925'te İngiltere Oteli'ndeki odasında kendini asarak intihar etti. Cesedinin yanında, intiharından bir gün önce bileklerini kesip kendi kanıyla Mayakovski'ye yazdığı veda şiiri bulundu. Sergei Yesenin, Moskova'nın Vagankovskoye mezarlığına defnedildi. Rusya'nın en popüler şairlerinden birisi olması ve cenazesi için devlet töreni düzenlenmesine rağmen Josef Stalin ve Nikita Khrushchev'in başkanlığı esnasında, eserlerinin büyük bölümü Kremlin tarafından yasaklandı. Nikolay Bukharin'in Yesenin'i eleştirisi, önemli şekilde yasaklamaya katkıda bulundu. Eserleri yeniden ancak 1966'da yayınlandı. BUKHARİN'E ne mi oldu? Devrimden sonra önemli görevler aldı, Pravda'yı yönetti... ve STALİN'in korumasına rağmen Buharin tutuklandı,STALİN araya girince salıverildi. 1934 yılında İzvestiya'nın editörlüğüne atandı ama 1937 yılında Sovyet devletini devirmeye çalışmak suçuyla tekrar tutuklandı. Mart 1938'de yargılandı ve NKVD tarafından Moskovada kurşuna dizilerek idam edildi. YESENİN'in Eserleri The Scarlet of the Dawn (1910) The high waters have licked (1910) The Birch Tree (1913) Autumn (1914) The Bitch (1915) I'll glance in the field (1917) I left the native home (1918) Hooligan (1919) Hooligan's Confession (1920) I am the last poet of the village (1920) Prayer for the First Forty Days of the Dead (1920) I don't pity, don't call, don't cry (1921) Pugachev (1921) One joy I have left (1923) Anneden mektup - П и с ь м о о т м а т е р и (1924) Tavern Moscow (1924) Confessions of a Hooligan (1924) Lenin - Л е н и н (1924) Desolate and Pale Moonlight (1925) Kara adam - Ч ё р н ы й ч е л о в е к (1925) To Kachalov's Dog (1925) Elveda dostum benim, Elveda - Д о с в и д а н ь я , д р у г м о й , д о с в и д а н ь я (1925) * KAYNAK:ANTOLOJİ.COM

  • GÜNAYDIN EZGİLERİ

    *Her sabaha bir demet *Damlalar bir göle dönüştü... şimdi ne kadar çoklar. *Mart soğuklarına karşı koymanın öteki yolu *Türk ve dünya edebiyatının seçkin ÖRNEKLERİNDEN iz bırakan şiirler / şairler. ( Hepsini görmek için)

  • Şiir Neden Bu Kadar Ürkütücü

    Terry Eagleton'ın the Times'ın Edebiyat Eki'nde 'How to Read a Poem?' ('Bir Şiir Nasıl Okunmalı?') başlıklı bir yazısı yayımlandı. Derginin 'sunuş' yazısında bildirildiğine göre, Eagleton'ın bu konudaki yazıları devam edecek. Şiirden neden bu kadar korkulduğu ve neden bu kertede yanlış anlaşıldığına ilişkin yazısına Eagleton, 'şiir[in] bütün edebi sanatların en ürkütücüsü' olduğunu belirterek başlıyor ve edebiyat öğrencilerinin bile, şiirden çok romanı tercih ettiklerini öne sürüyor. Bu neden böyle? Eagleton'ın deyişiyle, şiir neden 'edebiyat balosunun kötü perisi' oldu? Yine onun gibi söylersek, niçin 'öğrenciler arasında iyi şiir eleştirisi {...] ender rastlanır hale geldi'? Eagleton'a göre, bunun nedeni, 'şiirin, insan dilinin bütün imkanlarını kullanıyor olması'dır ve bu, bizim gündelik hayatımızda sıklıkla yaptığımız bir şey değildir. Ama, dilin ritmine ilişkin imkanların gündelik hayatta işe yaradığı durumlar da var. Eagleton, 1950 yılında yapılan Amerikan başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti adayı general Eisenhower'in kampanyasının 'I Like Ike' sloganıyla yürütülmesinin, seçmenler üzerinde ne kertede olumlu bir etki yaptığının, XX.yüzyılın en büyük edebiyat eleştirmenlerinden Roman Jacobson tarafından analiz edilişine de dikkati çekiyor. Gerçekten de öyle: Daha önce de Anthony Easthope'un 'Poetry as Discourse'undan yararlanarak, Jacobson'un bu analizinden söz etmiştim. Okurlarım, bu konuda daha ayrıntılı bir okuma yapmak isterlerse, 'Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar' (Yapı Kredi Yayınları, 2005) adlı kitabımdaki 'Şiir Dili ve Reklam Dili' başlıklı yazımıza bakabilirler. Şu kadarını söyleyeyim: 'Ike' Eisenhower'in kısaltılmışıdır ve Eagleton'un sözünü ettiği 'olumlu etki', 'I L[ike] [Ike]'deki tekrarlamanın sağladığı ritim duygusuna ilişkindir. Gündelik konuşma dili, elbette, Eagleton'ın da belirttiği gibi, dilin bütün imkanlarını kullanmaz. Ama şiir dilinin, sadece gündelik konuşma dilinin ya da 'standart dil'in imkanlarıyla yetinen ve ondan ötesine alışkın olmayanları ürkütmesi, anlaşılabilir bir şeydir. Standart dilin imkanlarını aşan kullanımlar, tedirgin edici, hatta ürkütücü olabilir çünkü... Şiirin 'ürkütücü' olmasının nedenlerinden biri de, şiir dilinin kapalı bir dil olmasıdır... Eagleton, haklı olarak, gündelik konuşmada dilin saydamlığından söz ediyor ve, 'oysa', diyor, 'şiir dili donuk, mat bir dildir; dil aracılığı ile anlama bakmak yerine, kelimelerin kendilerinde bir değer olarak lezzetine bakar.' Eagleton'ın o bildiğimiz şatafatlı üslubuyla dilegetirmek istediği, şiir dilinde kelimelerin gündelik konuşma dilinde atıfta bulundukları objelere göndermede bulunmayabilecekleri;- hatta belki de mesela Mallarmé'ın şiirinde olduğu gibi, hiçbir şeye gönderme yapmadan, sadece kendi kendilerine atıfta bulunabilecekleridir. Teknik deyimle, bu, şiirdeki kelimelerin öz-göndergesel ('self-referential') olmaları anlamına gelir... Şiir eleştirisi, dilin, gündelik konuşmada verili olmayan imkanlarını kullanan bir edebiyat türünün eleştirisi demektir. Eh, her babayiğidin bunun üstesinden gelmesini beklemek söz konusu olmadığı gibi, buna cesaret etmek de, Eagleton'ın söylediği gibi, 'ürkütücü' bir iştir... * ekleyen: Zeliha Aydoğmuş

  • Edebiyatta Tekelleşme

    Korsan Kitap mı Yazsam? / Anamalcı Düzene, Yayın Tekellerine ve Edebiyat Ağalarına Karşı Kimsesiz Yazar Ne yapar? "... Ne var ki bizde iletişim ortamı, burjuvazinin ya da siyasetin tekelindedir. İnsana saygılı bir basına gereksinmemiz önceliğimiz olmalı. Tarafsız kitle iletişim araçlarının özgürlüğünü desteklememiz gerekmekte. Bizi salt sömürülecek birer pazar gören basın ve iletişim araçlarıyla sesimizi, ürünümüzü, sanatımızı duyurma şansımız ne kadar olur ki? Karnımızın doymayacağı kapılara el açmak yerine yeni, özgün, alternatif duyuru ve tanıtımın koşullarını bulmalı ya da oldurmalıyız. Bunlardan biri, dahası ilki, belki de salt ülkemize özgü imece dergiler arkasız yazarın çıkış kapısı olabilir. …" Anamalcı Düzene, Yayın Tekellerine ve Edebiyat Ağalarına Her Dem Sermaye Yanlısı Yasaya Karşı Kimsesiz Yazar Ne yapar? Bir soru, üstüne bir kütüphane dolusu kitap yazılabilecek konumuzu anlatmaya yetebilir aslında: Marx’ın, Kapitalist ekonominin girdiği her yerde her şey alınıp satılacak bir metaya dönüverir, sözü ya da Ernst Fischer’in Sanatın Gerekliliği kitabında yazdığı, Sanat için, sanatın gelişmesi için elverişli bir ortam yaratmaz kapitalizm. Ortalama bir kapitalist sanata karşı bir gereksinme duyarsa, bu ya özel hayatını süslemek içindir ya da iyi bir yatırım yapmak için, deyişi isabetsiz bir varsayım mıydı? Anamalcı düzenin simgesi, hesap özeti, işletim, ayakbastı parası, ,... dahil düzenin garip meşruiyetini arkasına alıp en haramice yöntemlerle bizi tırtıklayan bir banka kitapta ne arıyor olabilir dersiniz, devletten, yani çaktırmadan bizim cebimizden alacağı vergi iadelerini saymazsak? Temel amacı her zaman para olsa da sunumu ve iktidarı yönünden çok farklılıklar gösterebilen tekelleşme, çoğu ülkede uygulamaları, serbest rekabeti ve fırsat eşitliğini yok etmesi nedeniyle yasal ve etik bulunmuyor. Ne var ki olmadığı ülke, yer almadığı bir alan yok. Kapitalist düzenin bir üretimi, belki de insanın engellenemeyen açgözlülüğünün demokrasiyi bile delik deşik eden yansıması olan tekel, hemen her alanda; ekonomi, siyaset, kültür, ahlâk da içinde… Önce kendi düşmanlarını yaratan, birilerini ötekileştiren, güçsüzleri teker teker emip yok eden, salt para, kazanç ve iktidar imansızlığıyla çalışan bir örgütlenme… Onu ilk algıladığımda üniversitedeydim. Devletimizin ekonomik tekelinin ürettiği dünyanın en kötü sigaralarını içmeye yeni başlamıştık. Kaçak sigaralar akıldışı fiyatlar, büyük cezalarla vaat edilmiş ülke gibi dururdu. Ayaklarını denetleyemediğimiz bir merdivene çıkmış, gökyüzüne bir avize takmaya çalışıyorduk. Gençtik, ama hiç çiçek açmayan baharlar gibiydik, öyle hüzün yüklüydük. Ezberlenmiş bir hüzündü bu. Başkaldırımız intihar yürüyüşüydü... Umutsuz şiirler, yazılar yazıyorduk. O yükseklikte, karşımızda bir ayna, ne kadar doğru dediğimizi ölçemeden, konuşuyor, ezberimizi seslendiriyorduk. Siyasî tekel bizi esir almıştı. Sistemi arkalayan karşı tekelse avantajını iyi kullanıyor, bizi tek tek, sözcüğün tam anlamıyla katlediyordu. Siyaset Tekelin Dışında mı? Son dünya savaşı sonrasında geçerli siyasî düzen, düşünce ve biçimlerin kaynağı, çerçevesi olan demokrasiyi gelişen büyük teknoloji evrenin her yerine çiçektozları gibi dağıttı. Bu her ne kadar insanlığın yararına, mutlak yönetimlerin sonunu hızlandırmışsa da, demokrasiyi güçsüzlük gören özellikle azgelişmiş ülkelerde bazı kuruluşlar, kendi politik çizgisinin egemenliği için yollar arayacak, bu da siyasette tekelleşmeyi getirecektir. Siyasette tekelleşme, işlerliği oldukça anlamlı olan kurumları geri çekilmeye zorlayarak toplumun nefes alma özgürlüğünü yok edebilir. Kimi ülkelerde bu tarz tekelleşmenin, iktidarı da yanına alıp, kitleleri sürülere çevirdiği, demokrasiyi tıkadığı, yeni tiranlar, dukalar yarattığı, seçim mekanizmasını da işlevsizleştirdiği çok görülen örneklerden. Günümüzde yaygınlaşan salt demokrasi olmadı. Kapitalizm dünyayı örümcek ağı gibi sararken, doymayan bir ihtirasla yeni pazarlar, satılabilecek yeni ürünler peşinde… Artık büyük ülkelerin gelişmiş kentlerinde, fabrikalarında ve işçinin alın terinde çıkarlarını aramakla yetinmiyor. Onu para kazanmak uğruna kutupları kirletirken, uzayda ozan tabakasını delerken, dünyayı zehirlerken görebileceğimiz gibi, kavramları, hatta hiç akla gelmeyen somut olmayanları da metalaştırarak satarken görürsünüz. Kısaca her şey artık ticaretin konusu: İnançlar, sevgiler, acılar, dostluklar gibi sanat da pazarda… Bu paranın tanrılaştırıldığı, çürümenin evrenselleştirildiği bir dönem. Edebiyat bunların içinde belki de en anlamlısı. Çünkü edebiyatın inandırma, inanç, ahlâk, toplum oluşturma özelliği var. Yazarların bu yeni düzende kabullendikleri rol asıl sarsıcı olan. Hangi tekel daha çok kazanır da beni de yanına alır, aklıyla insanlığa ihanet ediyoruz, farkında değiliz. Çürüme Çürüme salt Erbil Tuşalp'ın 12 Eylül sonrası yazılan kitabında anlatılanlar değildi. Çevremize bakınsak, çürümenin her türlüsünü aramadan görebiliriz. Kirli söylentilerle gölgelenmeyen çok az edebiyat yarışması var. Üç beş kuruş için uyduruk kalemleri Nobellik, ama hakkı yenmiş yazar gösteren ne çok dergi, gazete… Yeter ki parayı versin, herkes başımızın tacı; bakıyorsun çağdaşlık öğreten bir yayın organında çağın düşmanı kim varsa en gösterişli haliyle boy gösteriyor. Para için, ün için, iktidar için utanma duygumuzu yitirdik. Çok saygın isimlerce göklere çıkarılan, yüz binler satan kitaplar, altı ay sonra kimsenin anımsamadığı oluyor. Bilmem ne belediyesinin, bilmem hangi üniversitenin kıt kaynaklarından umulmadık harcamalarla yapılan adı göklere çıkarılan, içi tamtakır etkinlikler, festivaller düzenleniyor. Açlıktan nefesi kokan, ömründe kitap görmemiş, gereksinme listesinde en son sanatın yer aldığı izleyicilere bakıyorsun… Davetli sanatçılara sonra… Al gülüm ver gülüm, her yerde aynı isimleri görüyorsun. Bilmem ne kolonisi gibi çalışan, yontulmamış bir iktidar hevesiyle kazaen kurulmuş A derneği, B takımı… Ya da siyaset tekelinin bir uzantısı, bir eski zamanın olmaya özenmiş, özenmekle kalmış şair eskisi. Sanatta ne yapmış bu, diye bak, bir şey bulamazsın. Yozluğun dayanışmalı tekeli… Basın – iletişim araçları, yani dünyadan haber alma özgürlüğü, insana uymayanı ortaya koyandır. Bu da muhalifliği getirir. Ne var ki bizde iletişim ortamı, ya burjuvazinin tekelindedir ya ilkel siyasetin emrinde, en çok da egemen iktidarın... İnsana saygılı bir basına gereksinmemiz önceliğimiz olmalı. Tarafsız kitle iletişim araçlarının özgürlüğünü desteklememiz gerekmekte. Bizi salt sömürülecek birer pazar ya da beyni yıkanmaya aday saf gören basın ve iletişim araçlarıyla sesimizi, ürünümüzü, sanatımızı duyurma şansımız ne kadar olur ki? Karnımızın doymayacağı kapılara el açmak yerine yeni, özgün, alternatif duyuru ve tanıtımın koşulları bulmalıyız. Bunlardan biri de, belki de salt ülkemize özgü imece dergiler arkasız yazarın çıkış kapısı olabilir…mi? Umarsız mıyız? Evet olabilir, yol uzar, ama olur. Ticarî tekelleşmeden kabul görmeyen yazarın vazgeçilmezi olan imece dergilere önem vermeliyiz. Ekonomik bir hesabı olmayan, imece yaşayan bu dergilerde de toplumsal hastalıkların bir bölümünü görmek doğal. Doğalarından kaynaklı engeller, en büyük benim duruşu, biz olmazsak dünya dönmez, edebiyatı biz kurtardık tavrı hepsinde var. Profesyonel olmayışın argınlığını, imece yapılanmanın ekonomik açmazlarını, kurumlanamayışın çok başlılığını, arka aramanın kuralsızlığını taşısalar da işini en etik yapan özgün girişimler onlar gene de. Varlıkları bir şans. Onlarda tekelleşme yok mu, var tabi, hem de en keskini. Olması gereken de bu. Çünkü her dergi bir anlayış, kendine özgü bir gelenek oluşturma gayretidir. Bunlar yoksa neden çıksın ticarî hesabı olmayan, ama dünya emek, sıkıntı isteyen bir dergi? İşte onun tekel olma tavrını hoş gösteren de bu. Tekel bir çıkar savaşıdır, yani para kazanma mücadelesi… Sözünü ettiğimiz dergilerin parasal bir şansları yok zaten… Yalnız yazarın sığınabileceği bize özgü bir liman gibi duruyorlar hala. Başka türlü yazar okura nasıl ulaşacak, başardığıyla nasıl yüzleşecek? Tabi bir gazetenin eki bilmem ne kitaba bir sayfa ilân için birkaç kitap basım parası verecek gücünüz varsa sorun değil, ona yaslanın. Ki bu sadece reklâmdır, gereklidir, ama yazarın ilklerinden olan yazısıyla kabul görmek değildir. Bir çıkar birlikteliği, ötekilere yaşama hakkı tanımayan bir iktidar savaşı olan, kimi zaman toplumun güçlerini kullanarak kendini meşrulaştıran tekelleşme, öteki rol sahiplerini de zorlayacaktır günü gelince. Bu yolda en acımasız yöntemlerin, en etik dışı söylemlerin kullanıldığı, büyük bir kuralsızlığın egemen olduğu olur. Kimi zaman giderilmesi olanaksız yaralar açarak yerleşmeye çalışan tekelleşme, toplumsal kurumları dönüşümsüz bir biçimde yok ederken şiddeti egemen kılabilir. Bu da demokrasiyi kemirir. Ülkemizi 12 Eylül müdahalesine taşıyan süreci bu yönlü keskin bir örnek olarak anımsayabiliriz. O Bir Çıkar Birlikteliği Tekelleşme insanlığın yararına çalışan bir peygamberlik değil elbette. Ne var ki günümüz tekelleri, serbest rekabeti yok edip çok para kazanmak amacın da olsa da, çıkarcı yapısını insanlık yararına bir dinmiş gibi sunmayı, insanı kul yapmayı iyi biliyor. Bozuk sosyalizasyonun ürettiği yalnız insana oynuyor. Birlikte daha güçlü olunacağını iddia ediyor, aitlik vaat ediyorlar. İnsan doğasının güç ve iktidar düşkünlüğü, yalnız bireyin korunmasızlığı ve güçsüzlüğü çoğu kez aidiyetleri yaratandır. Oysa tekelleşme birliktelik değildir, egemen bir güç ve ona hizmet edenler vardır sadece. Sizi birey olarak hiç hesaba katmayan bir egemenliktir bu. Bu yapısıyla güçlendiği toplumlarda, etik değerleri hızlı bir değişime uğratan günümüz tekelleşmesi, ekonomi, siyaset medya üçlemesinde başladığında değerleri hızla eritirken, düşünceye, sanata, yazına sıçrayınca artık poetika, erdem birilerinin istediği, dayattığına dönüşüyor ve gerçek çürüme başlıyor. Yaygın iletişim ortamında ağır reklâm bombardımanına uğrayan bilinçsiz birey, karşı koyma yeteneğini yitirip piyona dönüyor. Teflon tava kullanmayan uygar değildir, bu partiye destek vermeyen, şu gazeteden başkasını okuyan vatan hainidir, mercimek yemeyen gelişemez, keçeye kılıç çalmayan, bizim gibi inanmayan kâfirdir… söylemleri yabancımız değil, örnekleri çoğaltabilirsiniz. Bir aşamadan sonra onun dediği yazıyı okur, onun önerdiği kitabı satın alır, ideallerini savunur olursunuz. Altyapısız, hele umarsız insan hızla değişir. Dünün toplumcusu, bugünün post modernisti kesilir, dünün solcusu, bugünün sağcısı, bugünün solcusu, yarının sermaye bekçisi olur erinçle. Kurgusunu, kitabını birilerinin özenle, cilalayarak hazırladığı ve sizin de ezberlediğiniz yeni bir dininiz vardır. Ne kadar ümmet olduğunuz kimsenin umurunda olmasa da cüzdanınızı onların emrine vermeniz çok anlamlıdır. Bu yeni tip aitlikte görünmeyen eşkıyalarca soyulurken kendinizi mutlu bile hissedebilirsiniz. Oysa nasıl ki küçük işletmeler, serbest piyasa ekonomisi, tekelleşmenin acımasızlığına engelse, anlayış ve ideoloji tekelini kıracak olan da kul olmayı yadsıyacak bireydir. TEKEL DE BİREY NEREYE DÜŞER? Çağımızın insanlığa en büyük armağanının, bireyin ordusu, surları, kaleleri, topları tüfekleri olmadan ya da İnce Mehmet tipi bir aykırılığa düşmeden kendini ifade edebilme yeteneği kazanmasıdır, diye düşünüyorum. Kuşkusuz bozuk kentleşme ve ahlâk erozyonu sonucu yalnızlaşan insanımızın kederi savunulamaz. Bireyin özgür ve özgün düşüncelerinin tektipleşmeye, sürüdeki herkes olmaya, o sonsuz huzura, kireçlenmiş ruha bir tavır olacağına inanırım. Direnen, güç ve çıkar birliğinin omurgasını kıracak olan bilinçli bireydir. Bireysel anlayışın üstünleşmesi demokrasinin en büyük ütopyası olmalı. Çünkü renkler ve ülküler bireyden çıkar, kitlelerden değil. Bu idealist düşünceler yaygınlaşıp, paylaşıldıkça, paydalarında buluşuldukça evrensel güzelliğe yaklaşılır. Son başarı için kitlelere, aydınlık düşünceler içinse bireye gereksinme vardır. İsa vardı diye Hıristiyanlık, Muhammet vardı diye Müslümanlık vardır. Sokrat vardı diye felsefe, Spartaküs vardı diye başkaldırı vazgeçilmezidir insanın. K.Marx vardı diye emekçi sınıfın hakları fark edilmiştir. Atatürk vardı diye, çağdaş Türkiye oluşmuş, azgelişmiş ülkelerin, gelişmişlerin oyuncağı olması kaçınılmaz kader olmaktan çıkmıştır. Toplumsal mücadeleyi ne kadar savunursak savunalım, aydınlanmada bireyin önemi görmezlikten gelinemez. Yazarın ise belki ilk adımı, belki vazgeçilmezidir kendi olmak, her şeye ve herkese karşı farklı düşüncelerini savunmak… O düşüncelerdir, egemen güce ilk tavır. Donkişot benzeri bir başkaldırı gibi gözükse de gerçekte daha büyük bir ideali yaratma gayretinin, yani bulamadığının yerine, daha evrensel olacağını savladığı bir din üretme gayretinin ilk adımıdır da… Yazar bu çıkışla ayağa kalkarken azgın insan nehrinde ötekilere, en çok da mazlumlara tutunulabilecek bir dal olma savındadır. Bu Kutsalllık Duygusal Bir kuralsızlık içinde gidiyormuşuz gibi dursa da, yazın dünyasının bir ekonomisi var. Başka türlü durmadan kurallarını ve beklentilerini yükselten dağıtım firmaları, irili ufaklı yaşam savaşı veren yayıncılar, karşılarında giderek devleşen, tekelleşen banka yayıncılığı, şu an içinde bulunduğumuz Tüyap ve benzeri pahalı dev organizasyonlar olan kitap fuarları nasıl yaşar, nasıl bir uyumla çalışır? Kuralsızlık bizde çok rastlansa da, ekonomi kuralsızlığı hiç af etmez. Az düşünsek para için yapılmayan / yapılamayacak sanatın, sanatı üretmeyenlerin ekmek kapısı olduğunu görmek zor değil… Kimisinin ise bol kazançlı işi… Kültürün politikası ise bir kültürsüzlük terörü… Basın tekelleri, kimi devlet desteği ile yayıncılığa, hatta satıcılığa, dağıtımcılığa… kısaca her alana el attılar. Elerinde bulunan iletişim araçları yoluyla, reklâm gücüyle dayattıkları kitaplar peynir ekmek gibi satılıyor. Ötekilerin hiç şansı yok. Yaşar Kemal çağını tamamlamış bir anlatıcı onlara göre, post modernist kim varsa o çağdaş roman yazarı… Yerli donanım yetmeyince uluslararası yayın tekellerinin bayatlamış kitaplarına sarılıyorlar dört el. Kısa sürede liste başı oluyor bastıkları… Bütün kitapçılarda birer 'çok satanlar' köşesi bulunuyor artık. Kaçı okunup bitiriliyor, kaçı adını hak ediyor o ayrı… Her taraf kitabı yayınlanmış köşe yazarlarıyla, öte yandan da ün kazanmış bütün yazarlara köşe açan gazetelerle dolu. Onlarda, doğal olarak nerden gelirlerse gelsinler, sermayenin, oku dediğini yinelemekten öte bir şey yapmıyorlar. Başlarına şıh sarığı geçirilmiş ama marifeti meçhul insanlar çoğu. Marangoz, ama adı var ya, kuyumcuya da ayar öğretiyor. Bir örnek, oynadığı role göre hayli yorgun bir başka değerimiz, bir gazetenin kitap ekinde "dergici-ül azam, dergiciler piri"… O demişse, kapanmış dergiler, çıkma söylentisi olanlar bile azizleşiyor. Bir sağ dergilerde, bir sol dergilerde artık kimsenin paylaşmadığı yazısına yer buldukça hümanizmanın doktoru kesiliyor. Bugün keşfettiğin bu hümanizma dün nerdeydi, diye kimse sormuyor. Belki de gereksiz. Asıl onlara o rolü verenlere sormalı. Niçin? Ellerine geçirdikleri köşelerde günüyle, ülkesinin nabzıyla hiçbir yanıyla örtüşmeyen yazılar yazıyorlar. Hiç yinelemedikleri, elli yıl önceden kalmış artık sislenmiş, yıpranmış dağarcıklarından ne geçerse ellerine, onu iktidarın büyük sarhoşluğunda güncel sosla kolajlayıp yazıyorlar. Taht verip taht alıyorlar. Kim bu ulu büyüklerimiz? Ne olmuş edebiyata katkıları, diye kimse sormuyor? Nazım Hikmet mi, Orhan Kemal mi, Kemal Tahir ‘mi, Sait Faik mi bu dostlar, hakkı yenmiş, şimdi itibar iadesi yapılıyor? Yaratıcı sanatta büyük değerlerimiz Yaşar Kemal ya da Nobelli yazarımız Orhan Pamuk bilirkişi olsa neyse. Ki onlar da gündelik siyasette bilirkişiliği yeğliyor, ayrı. Ah marangoz, diyesi geliyor insanın, Attila İlhan dışında hep hata mı yaparsın, diyesi… Tekelde Yazar Gerçekte belki de işimizin güzel yanlarını görmüyoruz. Benzer koşullarda yazarın, öteki sanatçılardan daha şanslı olduğu kesin. Satmasa da yazmasını engelleyecek bir güç yok. Beklenti para değildi ki zaten, daha çok okunmaktı, o olsa bari. Kitabı gereğince yapacak, tanıtacak, sonra satacak becerikli bir yayıncı bulabilse… Bulsa tekelmiş mekelmiş diye hiç bakmayacak da… nerde? Artık tekeller, yazdığına değil, 60’ların Almanya'sı gibi, dişine bakıyor, gözüne bakıyor… ünlü değilsen, kim okur seni diyerek, kitabını basmıyor, dağıtmıyor. Bırak kitabı, az çok okuru olan dergiyi de dağıtmıyor, üste para istiyor. Ünlü olup da satmayan kim var ki? Şarkıcı, politikacı, işadamı, mafya ya da derin devlet eskisi… Kim ne bulursa onu yazıyor ve satıyor da… Edebiyat mı? O, Edebiyattan kovulalı çok oldu, bize yeni yeni yansıyor. Bizim tekellerimiz de bize benziyor, kendimiz üretemeyiz, kopya ederiz, o da Batı’dan olacaktır tabi. Kapitalist edebiyatın başka umarı mı var sanki? Ne gerek var onca betimlemeye, tahlile, edebi karakterlere ve tutarlılıklar derdine… Ne gelirse aklına yaz işte. Yeter ki adın olsun, yeter ki reklâmın yapılsın, bak bakalım satar mı satmaz mı? Yazarın yazmak dışında ne olur derdi, okura ulaşmak değil mi? Değilmiş. Geçenlerde birçok ünlü yazarın konuk olduğu, niçin kitap okumuyoruz konusunun irdelendiği bir program izledim. Söz korsan kitaba geldi. Bir yoluyla tekelleşme yolundaki yayınevlerine kapağı atmış arkadaşlar, konuyu bırakıp korsanı tartıştılar uzun zaman. Kimse kitap fiyatlarındaki anormalliklerden, bir liraya mal olan kitabın on katına satıldığından, asgarî ücretle ortalama otuz kırk kitap alınabildiğinden, yayın, tanıtım, dağıtımın tekellerin elinde olmasından, küçük yayınevlerine ve sıra yazara yer kalmayışından, korsanın bile onlara yüz vermediğinden söz etmedi. Yazar bile sahibinin sesi olmuş. Bu işten para kazananlara, kültüre katkın var diye vergi iadesi veren devlet, yazarın bin bir güçlükle yaptığı kitabına, sözde onu korumak adına, denetim pulu için para istiyor. Sevgili şair Ecevit’imizin giderayak iyiliği bu. Önce her yazar boynunda yazarkasayla dolaşsın diye düşündüler, baktılar olmayacak, bandrol bulundu; dolaylı vergi… Olmayan kitap korsan kabul ediliyor. Kuşkusuz korsan kitap etik dışı, kuşkusuz hırsızlık, bizzat yayınevi tarafından el altından satılanları saymazsak… Hepsi değil ama bir bölümünün bunu yaptığı kesin. Bu ülkede değme matbaa tasarlanmış kitabı kusursuz dizemiyor, "ali okulu" mezunu arka mahalle korsanları 500 sayfalık özel cilt kitabı birebir taklit edecek, inanması zor. Sen kitapçıya 19,5 liraya sat, diye ver kitabı, öte yandan elim darda, diyerek sahafa, toptan alana 3- 5 liraya… İnternetten 9,5 liraya sat. Kelepir kitapçı dükkânları ne çabuk unutuldu? Ne oluyorsa esnaf erdeminden söz eden kitapçıya oluyor. Bu da başka bir hırsızlık tekeli. Hırsızlık da bana ne oluyor? Bu ülkenin kolluk güçleri yok mu? Kitap dediğin esrar gibi zuladan mı satılır, sanki? Hem paramı, kullansın diye yatırdığım bankanın, işletim adıyla benden kestiği yasadışı parayla yaptığı ve sattığı kitapların korsanlığı o bankayla yetkilileri bir de korsanları ilgilendirir, beni değil. Kara para aklama sürecinin bir parçası gibi de duran korsan kitapla mücadelede önceliği yetkililere bırakmak doğru bir adım olabilir örneğin. Bize bunu dert ettiren de düşünce tekeli... Onlar gibi düşünür oluyorsunuz. Beynimiz günün akşamına kadar iletişim araçlarınca yıkanıyor ya artık ezbere konuşuyoruz. Bu yayın tröstlerinin karşısında Guliver’in Devler Ülkesinde’ki haline dönmüşken daha çok yazdığımıza, kendi sorunlarımıza bakmamız gerekmez mi? Benim yazar olarak, ülkemdeki bütün sorunlardan haberdar olmam gerekli elbet. Ne var ki önceliğim kendi alanımda olmalı. Kendi işimi bilmiyor, iyi yapamıyorsam, dünyayı bilsem ne olacak? O Cephede Son Durum Peki bu cephede durum ne? Yazar, satmanın yükselişin başlangıcı olduğunun farkında. O zaman herkesin işaret ettiğine bakıyor. Ne demiş Batılı? Edebiyatta her şey yazılabilir. Bizim iç kırıcı bulduğumuz ya edep dediğimiz bu söz, hele sansür gözüyle düşünürsen bir düş gibi gözükse de, içerdiği anlam yönünden ürkütücü… Edebiyat o kadar kolay değil diyorsunuz değil mi şimdi? Kolay aslında, aybaşı sancılarını, üç beş iç gezinmesini, iki de ağza alınmayacak aşk maceranı yazdın mı, bir de tekelleşme elinden tutarsa Nobel bile alırsın. O da yetmezse mezhebine, hapishane anılarına, siyasetine yaslanır, bir başka tekelleşme üretir, yükselirsin. Düşünce yazısı mı diyorsun, ondan kolayı mı var? İki samimiyetsiz, burada ne işi var şimdi, dedirten yoksul sömüren cümle, birkaç 12 Eylül öncesi söylem, bir yazarla tanışıklığını, omzuna dokunmasını, seni sevmesini / sevmemesini, bir başka egemen anlayışın neresinde yer aldığını anlatır, biraz dedikodu, biraz siyaset yapar… bir eşsiz edebi yazı çıkarırsın ortaya. Doğrudur, edebiyatta her şey yazılabilir, sadece kullanılan biçim ve dil her şey olamaz. Bu dil, bu biçim, bu anlayışla bırakın batının işaretine bakan tekellerin gözüne girmeyi, ülkemiz çocuk edebiyatında örneklerini çok gördüğümüz taklit Harry Potterler bile yazamazsınız. Uzun cümle bile kuramayan bir edebiyat; kişisel anılarını, bunalımlarını, cinsel sorunlarını, aşktaki beceriksizliğini… tek malzeme gören, liseli öğrencinin günlüğü gibi aktaran bir edebiyat bu kadar olur. Edebiyat olmaz, ama tekel, ben satarım diyorsa, satar. Siz de büyük yazar olursunuz. Ben Nerdeyim? En iyi kendi yaşadığımızı bilmez miyiz? Karl Marx, insan doğanın talihsiz çocuğu, der ya, çok talihli bir insan olmadığımı düşünürüm. Gözümü açtığım 60 İhtilâli, kan gövdeyi götüren, siyasî tekelleşmenin kendini şiddeti de kullanarak kabul ettirmeye çalıştığı savaş alanında piyon olduğumuz 60 – 80 yılları, 12 Eylül açık faşizmi, sivili, askeri yığınla darbesi, hiç nefes aldırmayan ekonomik sorunları, bitmeyen iç çatışmaları, nerede duracağı bir türlü belirlenemeyen, yerini bulamayan kadını erkeği, genci, çocuğuyla talihsiz bir ülke olduğumuzu da… Tekeli ilk algılamamdan bu güne onca yıl geçti. Şimdi ne değişti? O kötü sigaraların üreticisi tekel, iyileştirilecek yerde, yabancı tekellerin çıkarına yok edildi. Siyasî tekelleşmeler iki kutuptan bin kutba çıktı. Ben, gene ayakları yere tam basmayan bir merdivenin üstünde gökyüzüne avize takmaya uğraşıyorum. Gene aynalara konuşuyorum, gene ne kadar doğru dediğimi ölçemiyorum. Uğruna savaştığımı sandığım halkım, gene bana çok uzak ve gene bir dağ gibi sessiz, gözlerine gözlerine bakıyorum, boşuna, bana gene yanlış yapıyorsun der gibi mi ne?… Ne var ki bir fark var gene de: Şimdi sesimde hüzün yok, kimsenin sesi değilim. Aldırmıyorum, çünkü bu kez bir tekelin ezberini yinelemiyor, ülkemin algıladığım gerçeğinden kendi sesimi bulmaya çalışıyorum. Ötekiler kimin umurunda, ben inandığımı söylüyorum. Yanlışsa sözüm, zamanın çöplüğünde erir gider. Ama ya doğruyu söylüyorsam?.. Bu ülkede edebiyatçının, yazıncının konu sıkıntısı çekmeyeceği ortada olması bir yana, onuru olan edebiyatçımızın tarihsel bir sorumluluğu da var. Onun bütün çıkarların ve beklentilerin üstünde özgürce yükselen sesi ümit edilen geleceği kuracak objektif, doğru, tarafsız tek sestir diye inanıyorum. Her şeyin yazılabilmesi bu açıdan çok önemli bir özgürlük ve ilk adımdır. Ne var ki edebiyatın içini boşaltmak, edebiyattan edebiyatı kovmak değil. Bu bakış açısında halkıyla, insanıyla ilişkilendirilmiş yazın eseri değerlidir, satmasa da, okunmasa da… Görülmüştür ki moda bakış açılarının ya da tekellerin ürettiği çok kitap, kısa sürede tarihin çöplüğünde yer alıyor; ancak nitelikli olan yarını kucaklar. Nietzsche Ağladığında en çok satan kitaplarından oldu, şimdi nerde? Ya Sofi'nin Dünyası... Tekelleşmenin satma gücünü kanıtlıyor bir tek. O zaman kendi çapında yayıncı belki az, ama iyiyi yapmaya gayret ederken, okura büyük iş düşüyor. Nasıl ki demokrasinin umulanı vermesi için bilinçli seçmen istiyor, iyi edebiyat da seçmeyi bilen okur bekliyor. Kolaya reklâma bakmayan iyi kitabı arayan, bir kitabı en ucuz nasıl alacağını yasal zeminde bilen tüketici bilinçli okur gerekli bize. Kuşkusuz okura yol gösteren iyi eleştirmen ve dergiler de önceliklerimiz arasında... O zaman eleştirmenlerin de kitap eleştirisi adıyla eş dost kitabını övmeyi ya da moda bakış açılarını gözlük olarak kullanmayı bırakıp, editörün işi olan nokta virgülle uğraşmayı öteye geçip yapısalcı değerlendirmelere başlamalarını bekliyoruz. Dergilerin de popüler olana aşkla hizmetin yerine nitelikli yazan, ama arkasızlıktan sesini duyuramayana açılması beklenen kuşkusuz… Korsan Kitap Yazmak Ne kadar yazsak da, konuşsak da, yazar kendi sesi olsa da her şeye karşın bir soru ortada kalacak biliyorum. Basım, Dağıtım ve Okura ulaşım nasıl olacak?.. Çünkü bu yön parayla gerçekleşebilecek bir süreç ve para, akıl gibi, yaratıcı güç gibi, hatta kimi coğrafyalara denk gelen elmas gibi masalsı bir biçimde arada bir yoksullara denk gelmiyor. Bir çıkış kapısı bulamıyorum. Çünkü vahşî kapitalizme görgüm, bilgim yetmiyor. Gene de bir yol aklıma gelmiyor değil, dağıtım, yayıncı, anlayış tekelini kırmak, direk okura ulaşmak bağlamında iyi bir çözüm gibi duruyor: Korsan Kitap mı Yazsam? * İstanbul Tüyap , Kasım 2009 maviADA Dergisi Kış 2010 21.sayı

  • SEN KAL

    Sen kal Sakın gitme Aralıksız yağıyor Yüreğimdeki kar yığınına Şaşkındır Göçmen kuşların arkada kalanına Uğur böceğindeki dileğe Gözleri uyku mahmuru ayıya Artık koca bir yalandır Gelecek tüm baharlara Anlatamam sensizliği Sen kal Sakın gitme Düğün dernek Avuçlarda kınaya İzmir'in Dağlarından kalk Afyon Kalesini geç Ağrı Dağına Çin Seddine varmadan Everest tepesinde yel Himalayalara Son seferdir bahsettiğim Çıkıncaya Açıklayamam gidişini Sen kal Sakın gitme Aşkın matematiği yok Yaz aylarına yakışır Sarıya Denizdeki tuza Maviye yangın kumsala Düdene, Kurşunluyu geç Suyun suyu öptüğü yer Manavgat Antalya'ya Anlatamam sensizliği Sen kal Sakın gitme Dökülecektir sonunda Güz vakti göreceğim Son yaprağa Konu çiğ düşmüş sabahlarsa Tümden öksüzlük Hepten yetimlik Eli böğründe kalmış bir zavallıdır artık Yaşama Açıklayamam gidişini Sen kal Sakın gitme İtalya'nın köy güzeli Bağbozumuna Pizza Kulesine Milano'da La Scala Venedik'te gondol sefasına Söyleyemem kimsesizliğimi Sen kal Sakın gitme Tüm yüreğimle isyan kesilsem Özgürlük heykeline vardığımda Haykırıp tüküremem Amerikan rüyası yalanına Dönüp dolaşıp geldiğimde yurduma Denk gelemem Kabus ve karabasanlara Geldi bak İki bin yirmi ikiye Yeni yıl coşkusuna Anlatamam sensizliği #zeliş

  • YIKINTI DÜNYA

    Kilitlensin kapıları sokakların ilkin ot bitmez taştan yurtlar çöksün sonra kapansın betondan duvarlarla sokaklara kilitli tüm kapılar kerpiçten sığınaklar aslına dönerken kopsun gök gökdelenlerin üstüne yer, yüzsüzleri gömsün en derinlerine kurtuluşa dek kurtulmasın kimse

  • ANI

    Seçkin yazarlarının yazdığı ANILAR, ANI yazmanın inceliklerini, özelliklerini bulacağınız, sayısız örnek okuyabileceğiniz... ANI sayfamızı görmenizi öneririz.

bottom of page