top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • DENİZ HASRETİ

    Gözümde bir damla su deniz olup taşıyor, Çöllerde kalmış gibi yanıyor, yanıyorum. Bütün gemicilerin ruhu bende yaşıyor; Başımdaki gökleri bir deniz sanıyorum. Nasıl yaşayacağım ey deniz, senden uzak? Yanıp sönüyor gibi gözlerimde fenerin... Uyuyor mu limanda her gece sallanarak, Altından çivilerle çakılmış gemilerin? Sevmiyorum suyunda yıkanmamış rüzgârı; Dalgaların gözümde tütüyor mavi, yeşil... İçimi güldürmüyor sensiz ay ışıkları; Ufkundan yükselmeyen güneşler güneş değil! Bir gün nehirler gibi çağlayarak derinden Dağlardan, ormanlardan sana akacak mıyım? Ey deniz, şöyle bir gün sana bakacak mıyım, Elma bahçelerinden, fındık bahçelerinden...

  • Bir Sürgünün Anılarından

    Bursa ovasına yavaştan bahar iniyor. İki sürgün arkadaşız. Kirayla kaldığımız evden çıktık mı, çarşı karakoluyla Setbaşı arasındaki asfalt yol üzerinde tir tir titreyerek gidip geliyoruz. Çarşı karakoluna her akşam gidip oradaki defteri imzalıyorum. Bir akşam karakoldan çıktım. Arkadaşımın yanında birisi var. Yirmisinde var yok. İlkin, arkadaşımın bir tanıdığı sandım. “Kim bu?” gibilerden arkadaşıma göz işareti yaptım. O da tek omzunu kaldırıp dudağını büzerek işaretle “bilmem” dedi. Bizde de bir ürkeklik var. Yabancılarla konuşmaktan pek hoşlanmıyoruz. Neyin nesi olduğu belirsiz. Delikanlının, karşısındakinin ciğerini okumaya çalışan derin bir bakışı var. – Siz falanca değil misiniz? diye bana sordu. – Evet, dedim. Sonra arkadaşıma sordu. O da, – Evet… dedi. Buraya sürgün edilmişiz, bizim için de bisürü dedikodu çıkarılmış ya, bu delikanlı da bizi bir gizli örgütün şefleri sanıyor. Daha doğrusu onun gözünde, özellikle ben, Türkiye’ye dağılmış gizli çetelerin başıyım. Göğüsleri fişeklikle kaplı, bombalı komitacılar var buyruğumda. Ne diyorsam anlatamıyorum delikanlıya. – Tabii, diyor, sizin örgütünüz gizlidir. Siz yeraltı çalışması yaparsınız. Elbette, biz gizli çalışıyoruz diye açıklayacak değilsiniz ya… Ben de sizin örgütünüzde çalışmak istiyorum. Yemin üstüne yemin ediyorum: – Yok vallahi, billahi yok… Ne örgütü, ne yeraltısı bre kardeşim… Şu halimize baksana… Bitürlü inanmıyor. – Tabii, tabii… Elbet böyle giyineceksiniz ki, kimse sizden şüphe etmesin. Bir bela ki, anlatılır gibi değil… Sabah erkenden, çat kapı geliyor… Biz de, onun geldiği sırada ekmekleri çaya batırıp kahvaltı ediyoruz. Soruyor: – Para alıyorsunuz değil mi? – Ne parası? – Dışardan para gelmiyor mu? – Ne parası kardeşim? – Canım gizli örgütü yönetmek için… – Ne yediğimizi görmüyor musun? Parası olan böyle mi yer? – Tabii tabii… diyor, böyle görüneceksiniz ki başkaları anlamasın. Onu istemeyişimizin asıl nedeni başka. Söylemesi ayıp ama söyleyelim. Bu delikanlı bizim yiyeceklerimize de ortak oluyor. Maşallah çok da iştahlı. Bizim dört günde yemek için ayırdığımız zeytini bir kahvaltıda silip süpürüyor. Günlerden bigün Istanbul’dan biri geldi. Bir arkadaşımız bize, onunla bir paket yollamış. Paketi açtık ki, Allah… Bir kızarmış tavuk, bir kutu kuru baklava… Biz iştahla bunlara bakarken kapı çalındı. Ben tavukla baklavayı toparlayıp dolaba saklarken, ev sahibi kadın da kapıyı açtı. Oğlan merdivenden çıkıyor. – Merhaba! dedi. – Merhaba! dedik. Durdu, dikkatle baktı: – Sizde bişey var… dedi. – Ne var? – Bir haliniz var bugün. Nedir? – Yok vallahi bişey… – Var, var, benden saklıyorsunuz. – Kör olayım yok. – Siz bana güvenmiyorsunuz. Sizde bugün bir değişiklik var. Yok mok dedikse de yutmuyor.. Benim aklım, hep tavukla baklavada, ağzım sulanıp duruyor. Hay Allah, ne etsek de oğlanı başımızdan savsak?.. Belki onuncu kez, – Sizin benden sakladığınız bişey var! dedi. Gerçekten büyük bir gizli örgütün şefi pozunu takınarak, – Evet arkadaş, dedim, senden gizlediğimiz bişey var. Arkadaşım, gözleri büyümüş, bana baktı. – Ama bugün sana her şeyi açıklayacağız. Suratım asık, kaşlarım çatılmış, tok tok konuşuyorum: – Bugüne kadar sana gizli örgütümüzde görev veremedik. Çünkü şimdiye kadar örgütümüz seni kontrol ediyordu. Artık sana güveniyoruz. – Teşekkür ederim, dedi. Saçından tırnağa dikkat kesilmişti. – Sana şimdi bir zarf vereceğim. Bu zarfı, Yeşil Cami’nin avlusundaki çınar var ya… O çınarın oyuğuna bırakacaksın. Arkana bakmadan dönüp geleceksin. Sakın zarfı açayım, zarfı bıraktıktan sonra arkana bakayım deme… Şakaya gelmez ha… Bu, yeraltı örgütü. Bunun ucunda ölüm var. Sofadaki kitaplarımın arasından aldığım zarfa boş bir kâğıt koydum, kapadım, eline verdim. – Haydi, durma, marş!.. Bu iş, saniye işi… Zarfı aldı, uçtu. Biz hemen sofrayı kurduk, tavuğa, baklavaya yumulduk. Hayatımda böyle neşeli bir yemek yediğimi hatırlamıyorum. (Bir Sürgünün Anıları kitabından)

  • Devrimciler Korkmaz

    Uludağ’ın pusu, evlerin bacasından çıkan kömürün iğrenç dumanı ile birlikte şehrin üstüne abanmış nefes aldırmıyor, halk zehir soluyordu. Ne hikmetse, şehrin nefes borusu gündoğusundan esen rüzgâr da erken kesilmiş, bunaltıcı, insanı çıldırtan bir hava Bursa şehrini boğmak için, kinini, irinini kusmuştu. Okulun üst yanından devrimci grup, alt yanından milliyetçi grup büyük bir disiplin içinde Bursa Eğitim Enstitüsü’ne doğru yürüyüşe geçmişti. Devrimci grup: “Bağımsız Türkiye, Kahrolsun faşizm, kahrolsun Amerikan emperyalizmi… gibi sloganlar atarken, Milliyetçi grup: “Komünistler Moskova’ya, Kırım, Kerkük, Türkistan kan kan… diye öfkelerinin en büyüğü ile haykırıyordu. “Mavilim dediğim tek gamzelinin, aslında siyasi bir çizgisi yoktu. Kendini tam bağımsız Türkiye diyen grubun içinde bulmuştu. Gözümdeki kara gözlüğün üstünden bakan maviden kahveye çalan gözlerim yakıp yandırmış onu. Sonra da “bir türlü kurtaramadım, alamadım kendimi senden,” demişti. O, “aman anam duymasın ha derken, ben de aman arkadaşlarımın haberi olmasın diye halden hale girerken kutsal bir ibadetin icabını bir huşu içinde yerine getirmeye çalışıyorduk. Adını anarken yüreğimin çarpıntısı göğüs kafesimi çatlatacak gibi oluyordu. Başkan Kenan, “arkadaşlar, bizim ahlakımız devrimci ahlaktır, kız arkadaşlarımız devrimci bacılarımızdır, ahlaksız gözü affetmeyiz,” demişti. Emir demiri kıyık kıyık kıyarken sen ol da sevini yüreğine gömme! Okulun üst yanından devrimci grup, alt yanından milliyetçi grup yürüyüşüne devam ederken karşılıklı sloganlar, birbirine karışıyordu. “Faşizme geçit yok! “Komünistler Moskova’ya!” “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi!” “Milliyetçi Türkiye!” “Bağımsız Türkiye!” Sloganlar çarpışırken, yürüyüşümüz devam ediyordu. Polis giriş kapısına mevzilenmiş, tetikte bekliyordu. İki katlı, üç katlı Ortabağlar Mahallesi sakinleri az sonra başlayacak meydan savaşını izlemek için evlerinin balkonlarında kaş kaş olmuş seyir vaziyeti almışlardı. Diğer yandan balkondan balkona değerlendirmeler yapıyor, üzüntülerini dile getiriyorlardı. Özellikle kadınlar çok etkileniyor, çok üzülüyorlardı: “Yazık bu gençlere, anadan babadan uzak, güya okumaya gelmişler!” “Yazık tabi ki çok yazık, birbirlerini öldürmek istiyorlar!” “Yazık, çok yazık gözlerini kırpmadan birbirlerini öldürüyorlar!” “Bu gençleri bu hale getirenlerin Allah bin türlü belasını versin!” “Yukarıdakiler koltuk, bu çocuklar memleket derdinde!” “Polisin de gücü yetmiyor!” “Yeter mi, yirmi, otuz polisle olur mu bu iş, bin, iki bin genç var!” “Hepsi de zıpkın gibi, polis hayatta yakalayamaz!” “…” Maviliyle yan yana yürürken, dirseklerimiz, kollarımız birbirine temas edince bir hoş oluyordum. Sıcak nefesi yüzümde, dudaklarımdaydı. Göz göze geldiğimizde tek gamzesinin içinde kaybolup gidiyordum. O bağırış çağırış içinde kulağına: “Mavilim, Mavişelim, Tenhada buluşalım, (Mavilim!) Kurban olduğum Allah Tez gönder kavuşalım!” Diyen halk türküsünü mırıldanırdım sıkça. Çok severdi bu türküyü “hadi bir daha, bir daha” deyince sesinin sihri Ortabağlar’dan alır beni, Uludağ’ın yamacındaki ucu bucağı görünmez hem yemişinden, hem odunundan faydalandığımız kestane ağaçlarının altına bırakıveriyordu. “Hadi bir daha, hadi bir daha!” “Mavilim, Mavişelim, Tenhada buluşalım, (Mavilim!) Kurban olduğum Allah Tez gönder kavuşalım!” Hava çelik gibi buz kesiyordu adeta. Ağzımızdan çıkan buhar havada donuyor, buz zerrecikleri olarak parça parça yere düşüyordu. Bir mecburiyet yoksa insanlar dışarı çıkmadığından Hürriyet - Mesken minibüsleri boş gidip geliyordu. Okula doğru slogan ata ata yavaş yavaş ilerlemeye devam ediyorduk. Bağırmaktan boğazlarımız acımaya başlamıştı. Slogan atar gibi yapanları da acımasızca eleştiriyorduk. “Bağır bağır,” diye kızıyorduk. Bugün kararlıydık, okulu kurtaracak, -güya- işgali bitirecektik. Gökyüzünün grisi yavaş yavaş siyaha dönüyordu. Gruplar birbirine yaklaştıkça, heyecan daha çok artıyordu. “Kahrolsun faşizm!” “Komünistler Moskova'ya!” Okulun ana giriş kapısında karşılaştık. Polis, grupların önünü kesmiş, yürümelerine izin vermiyordu. Bu ara sloganların dozu da artıkça artıyordu. Slogan savaşını kazanan grup sanki karşı grubu yenmiş olacaktı. Grup liderleri, Sarper, Niyazi Şafak, Kenan arkadaşlarını sükûnete çağırırken, aniden patlayan üç el silah sesi gençleri öfkelendirmiş, kurt dumanlı havayı sever misali birilerinin atının alnına gün doğmuştu. Bu durum iki grubun birbirini boğazlamasının işaret fişeği olmuştu. Öyle bir atılmışlardı ki ileriye Uludağ’ın yamacından boşanan sel gibi. Timur’un askerleri ile Yıldırım’ın askerleri Ankara önlerinde bir savaşa tutuşmuş gibi, kafa, kol, bacak demeden vuruyorlardı birbirlerine. Bir silahtan çıkan kurşun Mavili’min şakağına isabet etmiş, oracığa yatırmıştı onu. Ana kuzusu Mavili, bir mecburiyetle siyasi grubun içinde bulunmuş, bir mecburiyetle de ara ara eylemlerin içinde yer almıştı. Artık yoktu, onun adı da eğitim enstitülerinin isimsiz şehitleri arasına yazılmıştı… … Okula gitmek istemiyordum, bir haftadır kimseyi gördüğüm yoktu, görmek de istemiyordum. Bir kararın eşiğindeydim. Evden çıkıyor, kimseye bir şey söylemeden, Setbaşı, Heykel, Altıparmak, Kültürpark… dolaşıyordum. Setbaşı köprüsünden derenin çeşit çeşit bitkilerine bakarken dalıp gittim. Bir zaman öyle kaldım, neden sonra kendimi rahatlamış hissettim. Yarın, teleferiğe binip Uludağ’a çıkacaktım. “Tamam, tamam Uludağ’a gitmek doğru bir karar, yarın Uludağ’a gideceğim!” Evimiz Uludağ’a yaslanıyordu. Teferrüç Mahallesi’nin son eviydi. Evin hemen arkasından çam ağaçları başlıyordu. Yakacağımızı Uludağ’ın kestane ağaçlarından karşılıyorduk. Uludağ hem nefes borumuz, hem yaşam kaynağımızdı. İbrahim, Pirağa ile birlikte kalıyorduk. Yarın teleferikle giderken el sallayacaktım onlara, teleferik hattı evimizin tam üstünden geçiyordu... “Tamam, yarın Uludağ’a…” Sarıalan’dan aktarmalı yolcularını alan teleferikle oteller bölgesine geldiğimde dağın zirvesinin biraz yukarıda olduğunu konuşulanlardan duydum, hiçbir şey görünmüyordu çünkü. Şehrin üstünü örten gri hava yerini kopkoyu bir sise bırakmıştı. Havanın soğuğu öyle bir çarpıyordu ki kırbaç gibi şaklıyordu insanın suratında. Soğuğun tesiri rüzgârla daha bir yakıcı oluyordu. Esen rüzgâra, soğuğa bana mısın demeden, hızlı adımlarla yukarıya doğru yürümeye başladım. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Sonra, rüzgârın soğuğu yetmezmiş gibi bir de tipi başlayınca göz gözü görmez olmuştu. Az önce ayrıldığım istasyon aşağıda kalmıştı. Tipi şiddetini artırdıkça, telaşım, korkum artmaya başladı. Nerden, hangi yönden geldiğimi şaşırmıştım. Tipiyi önüne katan rüzgar, “vuuu vuuu” diye türkü çağırıyordu. Güneş daha batmamış, fakat ortalığı zifiri bir karanlık kaplamıştı. İnsan önünü göremiyordu. “Ne yapacağım ben, ya sekiz on aç kurt inlerinden çıkıp avlanmaya çıkmışsa, ya hepsi aynı anda saldırırlarsa… Çevrede kendimi koruyacak, ne bir taş var, ne de bir sopa vardı! Bağırmaya, avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Korkuyordum, bu dağ başında, hiçbir iz yok, yol yok, gidebileceğin yeri gösteren en küçük bir işaret yok. Korkum da büyüdükçe büyüyor, o büyüdükçe kalbim duracak gibi oluyordu. Biraz sonra aç kurtlar tarafından paramparça olacağımı düşündükçe korkum titremeye döndü. “İmdatttt, imdatttttt, imdatttttttttt!” Sesim Uludağ’ın zirvesinde yankılanıyordu. Birden zıngadak diye bulunduğum yere çakıldım kaldım. Sanki aynada görmüş gibi oldum kendimi. Gözlerim kıpkızıl, korku bütün bedenimi esir almış, yüzüm ateş topuna dönmüş! Utandım kendimden, “devrimciler korkmaz, devrimciler teslim olmaz!” Mavili beş gün önce eğitim enstitüleri şehitleri tarihine ismi kazınmışken, ben korkudan it gibi titriyordum. Utandım kendimden, utandım Mavili’den, utandım Denizlerden… Bir zaman öylece kaldıktan sonra yamaca aşağı koşmaya başladım. İçimden de dua ediyordum, teleferik istasyonuna ulaşmayı diliyordum. Koştukça koştum; koştukça koştum. Ne kadar koştum, onca yağan tipiye aldırmadan istasyon önünde soğuğun tadına bakmak isteyenlerin konuşmalarını duyunca yavaşladım… … Üst yoldan devrimci grup, alt yoldan milliyetçi grup okula gidip gelmeye devam etti. Mümkün olduğunca ortalıkta görünmemeye çalıştım. Artık fırsat buldukça hem onun için, hem de kendim için ders çalışıyordum. Söz vermiştik birbirimize, ant içmiştik; çok iyi öğretmen olacaktık. Yüküm daha da artmıştı, iki kişilik ders çalışıyor, iki kişilik yaşamaya çalışıyordum. Verdim çalıştım, verdim çalıştım. Hem onun için, hem kendim için öğretmen oldum. Ve o günden sonra, sevginin kutsiyeti Uludağ’a, Teferrüç’ten, Sarıalan’a, zirveye kutsal aşkları taşıdı, dört mevsim! Tipili günlerde Uludağ’ın zirvesinde yankılan sesimi duyar gibi olurum…

  • AŞKIN ÖYKÜSÜ

    Koşmalarımın anlamı nedir diye suskunluğumu dinlerken bir tek benim duyduğum gazellerin birbirini okşadığı fısıltıyla aşk dedi biri ve tekrarladı -aşk- sahi neydi aşksız geçen zaman uğramadıklarımız değil mi güne sığmayıp geceye bıraktığımız sonra sabahı beklediğimiz döngüler yağmurda ıslanmadan yürümek vardiyalarda terini içine dökmek yazdığın şiirleri duvarlara okumak yola çıkmayacağın bavullara saklamak hani gamzesi de var saydığın kiraz dudaklı sevgilinin resimlerini akreple yelkovanın dansı gibi dolaştım durdum aynı mahcubiyetle yalnızlığına sürgün sokaklarda sokaklarda coştuğum bir gün saklı sessizliğimi bastıran sesiyle birden koştu geldi yeşil gözlü sevimli mi sevimli bir kedi misali yazdan saçlı, günbatımı heybetinde bir masal kahramanı gibi sevgili çok eski bir dost gibi göz göze geldik üstüm başım bayramlıkla doldu kalbimin sesi kaosun sesini bastırdı kelebekler yelpaze oldu adeta başımda oturdum yanına, patileriyle yüzümü sevdi ben de de onu sevdim ışığı bulmuş gibi ellerim ellerini tuttu saçlarını okşadım saçlarımı okşadı gülden narin elleriyle nasıl da şenlendi bir bilseniz küskün kalbim mahcup ve yorgun düşlerim nasıl da şenlendi gözleri gözlerimi alıyor hala öğle güneşi misali şımartılmayı tatmamış gülüşümüz aynalara sığmıyor

  • Ses

    Şenol YAZICI * Çocuklar, ırmakta yılanlar çıyanlar tarafından yenmiş bir kadın ölüsü bulmuştu. Dağçileklerinin hareli kırmızı, üzüm salkımı yemişlerinin ballanma zamanıydı. Ceplerini, kuşaklarını doldurmuşlardı, ama gözleri doymamıştı. Frenk üzümlerinin örümcek ağı olup sarıldığı ırmağın kıyısındaki ağaçların daha çok verdiğini hepsi bilirdi. Oraya indiler. Bayıltıcı bir kokuyla karşılaştılar önce. Sonra da onu gördüler. Bacakları dışarıda, yüzükoyun suya yatmış bir kadına benziyordu. Sanki suyunu içip doğrulup kalkacaktı. Ne yaptığını merak etmişler, çalıların arasına sinerek gözlemişlerdi. Sabrı tükenen Ermeni değirmencinin kıvırcık saçlı kara oğlu, bir taş atmıştı yanına. Bir yığın kurbağa, birkaç karatavuk cehennemi bir şamatayla kaçışmış, bacaklarını örten kırmızı giysinin içinden ne olduğu belirsiz bir yaratık dalgalanarak suya karışmıştı. “- Korkuluk gibi bir şey bu,“ demişti biri. “Ne kadar kötü kokuyor.” Burunlarını tutarak yaklaşmışlar, kımıldamadığını görünce ellerindeki sopalarla dürtmüşlerdi. Dokundukça yeri göğü tutmuştu koku. “- Kurtlanmış etleri parçalanıp dökülüyordu,” diye anlatacaklardı, sonradan. Kıvıl kıvıl kurt kaynıyordu. Sol elinin parmağında bakırdan yılan şeklinde bir yüzük vardı. Suyun içinde kalan kısmı kemiklerine değin kemirilmiş, kafatasından ayrılan uzun saçları nilüferlerin yapraklarına sarılmıştı. * Köyün yetişkin erkekleri, caminin önündeki küçük düzlükte, musalla taşının çevresinde ellerini önlerinde kavuşturmuş, başları yerde dikiliyordu. Kadını bulan çocuklar da oradaydı. Bir grup asker süngüleri takılı tüfekleriyle etraflarını almış bekliyordu. Jandarma komutanı hırsından bıyıklarını yiyor, elindeki kamçıyı vuracak yer arantısında sallayarak, adamların oluşturduğu halkanın içinde dolaşıyordu. İki gündür buradaydılar ve henüz kadının kim olduğunu bulamamışlardı. Komutan hışımla bağırdı çocuklara: - Ne işiniz vardı sizin ırmakta? Yaşları azıcık daha büyük olsa, onları suçlu diyerek falakaya yatırmaya hazırdı. Çocukların her yaptığında bir mantık olurmuş gibi soruyordu. "Çocuk bu,.." diye düşündü muhtar. Bıçak ağzı uçurumlara bir yaban gülü ya da kuş yumurtası için inerdi. Karatavuk yavrularının peşinde, karşı köyleri aşıp ormanlara düştükleri az mıydı? Ermeni değirmencinin oğlu, komutanın akla yakın bir gerekçe bulma derdinde olduğunun farkındaydı, ama ne diyeceğini bulamıyordu. Su almaya gittik, demeyi düşündüyse de vazgeçti, değirmenleri suyun yanında değil miydi? - Anderhana toplamaya gittik. - Anderhana? diye tekrarlamıştı asker. Muhtar açıkladı: -Çok lezzetlidir. En rahatları oydu. Jandarmadan çekinmiyormuş, padişahın bir temsilcisi de oymuş, tasası yokmuş gibi duruyordu. Musalla taşına dayanmış, ellerini ardına bağlamıştı. Gerçi komutan, ondan yana bakınca hemen toparlanıyordu, ama gene de çalımlıydı. - Çok lezzetli meyveleri olur. Mevsimi şimdi. İsterseniz alıp geleyim. Komutan ağız dolusu sövecekti, vazgeçti. Eliyle istemez diye işaret etti. Çocuğa döndü yeniden: - Sonra? - Sonra göle inelim, dedik. Orda çok yemiş veren ağaçlar vardır. Bir de balık olur. Dereden yavrulamaya gelirler, yakalarız diye… Jandarma işe yarayacak bir şey bulmuş gibi atıldı: - Doğru söyleyin, en son ne zaman gittiniz? Kadının ne zamandır orada olduğunu bulacaktı. - En son?.. Başını kaşıdı çocuk. - Gitmedik. Fındık ayı, yayla girdi araya. Fındıklar toplanalı çok olmuş, mısırlar kumul edilmiş, toprak insanoğlunun elinden yakasını bahara değin kurtarmıştı. İlk yağmurlar yağmış, ardından ilkbaharı andırır ılık, güneşli günler başlamıştı. Yazın sıcağına, olanca yeşilini kavrulmuş olarak bırakan toprak, her yıl oynanan oyuna yeniden kanmış, göveriyordu. Tarlalarda kalan fasulye taneleri bitlenmiş, kol atmış, soğan, sarımsak sıskaları filizlenip boylanmıştı. Alev rengine dönmüş çimenler, yer yer göz bebeği gibi dokunsan incinir, taze bir yeşille dalgalanıyordu. Yaz başında yükseklere, dumanlı dağların üstündeki yaylalara çıkanlar, geceleri dolduran inek böğürmeleri, çıngırak, kemençe sesleriyle dönüyorlardı. - Yani birkaç ay önce mi? - O zaman. Hatta sel olmuştu, balık tutamamıştık. Komutan çocuklarla bir yere varamayacağını baştan biliyordu ya görünür bir şeyler yapmalıydı. Onları gönderdi. Muhtara döndü: - Bu kadın kim muhtar? Gerekirse herkesi falakaya yatırırım bil. Gönder şimdi köylüleri, konuşup görüşsünler. Bana bir isim getirin. Bir ölü sessizliğinde dağılan köylüler, caminin ardına, komutanın görüş alanının dışına geçince, sanki uzun bir uykudan ayılmış gibi canlanıyor, değişiyor, yüksek sesle söylenmeye başlıyorlardı. Askerler de gelen sütü kaşıklamaya caminin mektebine gitti, ortada muhtarla jandarma komutanı yalnız kaldı. - İstiyorum, dedi komutan. Hem de hemen. Sesini biraz yumuşattı. - Falakaya ilk senden başlarım bak. Muhtarın tüyleri diken diken oldu. Canının acıyacağından daha çok, yitireceği itibarını düşünerek ürperdi. - Yapmazsın her halde komutanım. Komutan tıslayarak güldü. Başka türlü bu adamların dilinin çözülmeyeceğini düşünüyor, korkutucu gözükmeye çalışıyordu, - Görürsün. Şimdi köyün kadınlarını topla buraya. Önce seninkini getir. Muhtar ağzına gelen "hastır.." ı güçlükle engelledi. Onca peynir, tavuk, yağ taşıdığı komutanın ona kafayı taktığını seziyor, ama ne yapacağını bilemiyordu. - Benim köroğlu sizlere ömür. Ama ben olsam… Hışımla baktı subay. - Sana sormadım. Kadınları getir. Muhtar rahatsız oldu. İki gündür işinden gücünden alıkonulmaya, itilip kakılmaya katlanan bu adamlar, kadınlarının sorgulanmasından hoşlanmayacaklardı. Onları askerlerin ellerine teslim etmeye razı geldiğinden dolayı, muhtarı da ne yaparlardı, artık Allah bilir. Suskunluk bozulabilir, tatsız şeyler olabilirdi. Komutan delirmiş miydi, bunu düşünemiyor muydu? Başına geleceklerden endişelense de sürdürdü. - Üç köy iner o ırmağa, bir biz değil. Ayrıca dere içinden eğlenmeye de gelirler. Belki onlarla gelen biriydi. Bir de oralar denense… Doğruydu. Bulanlar buralı, diye kadının da olması gerekmiyordu hoş. Yine de subay kabullenmedi hemen. Musalla taşından kalkıp volta atmaya başladı. Mezarlığın kıyısında oturan, beyaz, iri dişlerini gösteren, anlamsız bir gülümsemeyle bakan çocuğu görünce öfkelendi. - Sen niye gitmedin velet? Yürü! Hiç aldırışsız oturan çocuk deli etti onu. Bağırdı: - Git, arkadaşlarınla oynasana! Çocuk, onu kızdırdığını anlayarak kalktı. - Ne biçim çocuk bu? Sanki… Muhtar güldü. - Çocuk değil o, ben yaşlarda var. Köse deriz. On üç, on dört yaşlarındaki bir çocuk gövdesine sahip Köse’yi kimsenin adam yerine koyduğu yoktu. Göğsü içeri göçük, sırtı hafiften kamburdu. Tüy adına nesi varsa beyaza yakın sarıydı. Dar alnının hemen ortasından başlayan saçları, hiç budanmayan gür çalılıklar gibi başını sarıyordu. Sakal çıkmayan köse yanakları, parlak mavi gözleri ona iyice bir çocuk görüntüsü veriyordu. Komutanın önünden geçerken gülümsemesini sürdürdü. - Sırıtma ulan, diye bağırdı komutan. Köse, elleriyle yüzünü kapatıp kaçtı. - Kimin nesi bu ucube? diye sordu muhtara. -Hiç kimsesi yok. Garip, yalnız, akıl fukarası. Gülmesi ondan. Hayatın sillesini yemiş. Ne boyu büyümüş, ne sakalı. Komutan askerleri toplayıp diğer köye geçti. Tüm gayretine karşın orda da bir bilgi edinemedi. Kadın, sanki ırmağa gökten düşmüştü, kimdi, belli değildi. Herkes ağız birliği etmiş, köylerinden hiç kimsenin eksik olmadığını söylüyorlardı. Rumlardan, Ermenilerden laf almak daha da zordu. Üstlerine gitmeye de gelmezdi. Hemen Rus ya da İngiliz konsolosluğu devreye girer, İstanbul’u bile ayağa kaldırırlardı. Sıkı emir vardı. Gayri Müslimler, bu tür sorunlarını kendi aralarında aşacak, kendi mahkemelerinde yargılanacaktı. Onların isteği olmadan işlerine karışılmayacaktı. Sonunda pes ettiler ki, çekip gittiler. Askerlerin karşı köydeki kilisenin önünde topladıkları kalabalığı dağıtıp dereye inen yola saptıklarını gören Kayış Ömer: -Gidiyorlar, dedi. -Sonunda, dedi muhtar. Rahatlamıştı. Ömer: -Gene gelmezlerse iyi. Yahu aradığımız şu Köse’nin yanındaki ne olduğu belirsiz kadın olmasın? -Zevzeklik etme, dedi muhtar hışımla. Başımıza iş çıkaracaksın, yok öyle biri... Hem o kaçıp gittiydi ya... Yaz ortasında duyulmuştu: Köse, deniz kıyısından bir köyden kimsesiz, sakat birini karı olarak alıp gelmişti. Meraklı kadınlar görmek için gitmiş, ama eli boş dönmüşlerdi. Kadın kapının aralığından şöyle bir görünmüştü o kadar, ne içeri çağırmış, ne yüzlerine bakmıştı. Kapıyı tutmaya çalışan elinin duruşundan belliydi ki çolaktı. Sadece gözlerini açıkta bırakan bir yaşmakla bağlıydı başı. O gözlerden biri de akmış bir beyazlıktı, kördü. Yüzü Arap gibi siyahtı. Gerçi Asiye, o siyahlığın kömür karası olduğunu söylemişse de, Asiye oldum olası iyi görmezdi. Her ne kadar Köse, nikâhlı olduklarını dese de Cinci Faik’e yeniden nikâh kıydırmaya zorlamışlardı onu. Kadının vekili de Köse’nin uzaktan akrabası Ömer olmuştu. Sonradan, vekili olduğu kadını görebilmek için sık sık Köse’nin evinin çevresinde dolaşmışsa da denk gelememiş, bir tek kez, o da uzaktan, biçimli uzun boyunu görebilmişti ancak. “- Asiye kimi gördü bilmem, benim gördüğüm kadın, ceylan gibi bir şeydi,” deyip dururdu. Ayına varmamıştı, evinin etrafında sözde avlayacak tavşan arayan Ömer’i gören Köse, ağlamaklı bir yüzle: “- Kaçtı gitti,” demişti. Perişandı, ağlayarak anlatmıştı. Kadın varken olanları, evin tamir ettiği öteberisini, onun için ırmaktan yumuşak yosunlar toplayıp yaptığı yatağı, uzun sohbetlerini anlatmıştı. Ömer, dinlerken Köse’nin derdinin, erkeklerdeki gibi bir kadın isteği değil, farklı bir şeyden, derin bir yalnızlıktan, kimsesizlikten kaynaklandığını hissetmişti. Muhtar işin ciddiyetini fark etmiş, Ömer'i sıkıştırıyordu. - Hadi oradan, dedi muhtar. O kadın gideli bir ay ya oldu ya olmadı, oysa ölü, yazdan beri orda. Kadın baktı ki, Köse’de erlik yok, çekti gitti. Adam gibi adamlar karı saklayamıyor, Köse kim? Sen bunu bir de, komutan burada karargah kurar. Falakaya da senin kıçından başlar. Ömer de durumu algılamış, konuyu açtığına pişman olmuştu: - Laf olsun işte benimkisi. - Dur bakayım, dedi muhtar. Nasıl geldiğini gören oldu mu? Yok. Nasıl gittiğini gören de... Dese miydik komutana? İyi de ne olduğu belirsiz bir karı yüzünden komutan herkesi falakaya yatırır ve de öldüreni bulmadan hayatta gitmez. Kesin birkaçımız sakat kalırız. Bırak, Köse’nin ağzını ara yeter. - Aradım, dedi Ömer. Kaçtı dediğinde aradım. Ağanın fındığını kolluyormuş, bir sabah gelmiş ki karı uçmuş. - Pek hırlı bir şey değilmiş galiba? Belki de milletin uydurması. - Ben de duydum. Köçekçe miymiş ne? Zilleri taktığında yer yerinden oynarmış. Öyle de güzelmiş. İyi de Köse’ninkinin gözü kör, kolu çolak, yüzü Arap... Köçeklik kim, o kim? Muhtar, nerden biliyorsun, der gibi baktı. - Gören kadınlar dedi. Görmek istedim doğrusunu istersen, ama göstermedi. Eh nikâh vekili değil miydim? Vekili olduğu malı görmeli insan. Muhtar bir tekme attı ona. Gülerek geri çekilen Ömer: - Görsem kaçmaz, Köse de yalnız kalmazdı şimdi. Sevabı var işte. Köse, şimdi, her akşam ya senin orda ya da benim ordadır. Ne güzel kurtulmuştuk ondan. Evine gidiyordu, kaç aydır. Şimdi ona bir karı bulmak boynumuzun borcu. Muhtar sinirlendi: - Akraban, sen bulursun artık. Zaten anlarsın bu işlerden. Kadından arta kalanları köyün dışındaki bir çukura atıp örttüler. Hoca bir iki dua okudu. Cemaatte kimse yoktu. Sadece Köse, arkadaki yaban güllerinin arasına sinmiş dua ediyordu. O günün akşamı Köse, bütün vadiyi, dağlardan denize kadar gören mezarlıkta saatlerce oturdu. Askerlerin köyden ayrılıp ırmağı geçişlerini, dere boyunda gözden kayboluşlarını izledi. Karanlık artıp karşıki dağlar birer gölgeye dönünce kalktı. Geçerken annesinin yeni kazılmış gibi taze toprakla örtülü mezarına göz attı. Yerinden oynamış, tahta baş ayağını eski yerine taktı. Ellerini açıp dua etti. Sonra da akasyaların, Hindistan ağaçlarının gölgelediği yoldan karanlıkta şekilsiz, ürkütücü bir yığın gibi duran eski bakımsız evine gitti. Evin otların, yosunların bürüdüğü hartama çatısı çökmüş, yerevine açılan fırının duvarı yarı yarıya yıkılmış, kuşlara, kertenkelelere yuva olmuştu. Bir taşın altına saklamış olduğu anahtarı bulup kapıyı açtı. Ağır kapı gıcırtılarla açılırken dışarıya yoğun bir küf, turşu kokusu yayıldı. Raftan aldığı ucu beyaz bir çemberle sarılmış değneği, reçine dolu bir kaba daldırdı. Aynı yerden aldığı çakmaktaşıyla tutuşturduğu kav yardımıyla yaktı. Eski evin dumandan simsiyah duvarları solgun ışığı yuttu önce, sonra şöyle böyle aydınlandı. Kısa sürede ağır kokunun yerini keskin bir reçine kokusu aldı. Köse, kararsız, pilekinin yanındaki tüylerini yitirmiş pöstekide oturdu bir süre. Duyduğu bir sesle doğruldu. Meşaleden sızan erimiş reçine yere şip şip diye damlıyordu. Teneke bir kutuyu sürdü altına. Çarıklarını çıkarıp odaya girdi. Pencerenin hemen yanında, setin üstünde oturan bir kadın karaltısına bakıp gülümsedi. - Geldim, çok bekledin mi? dedi. Başı, gözlerini açıkta bırakan başörtüsüyle sıkıca bağlı, beli peştamallı, çok zayıf bir kadına benziyordu. Işık yaklaşınca, örtünün altında kemikleri bile dağılmaya yüz tutmuş bir kuru kafa göründü. Gözyuvaları bir kuyu gibi karanlık ve boştu. Köse, bir süre önce annesinin mezarını açmış, dağılmış kemiklerinden arta kalan ne varsa çıkarmış, eve getirmişti. Pencerenin yanında duvara dayalı, neredeyse tavan kirişlerine değecek kadar uzun tüfeğini aldı. Yerevine döndü. Pilekinin başında oturup temizlemeye koyuldu. Tüfek ona Rusya’da çalışırken ölen babasından kalan tek hatıraydı. Eskiden insanlar kalkar, kıyı boyu yürüyerek ya da denizden gemilerle, Batum’a, Tiflis’e, Kırım’a çalışmaya giderdi. Yerleşirler, kıyılarda balıkçılık, tütün, mısır tarlalarında işçilik, yarıcılık yaparlardı. Liman, Rusya’dan gelen uzun boylu, samur kalpaklı, kaftanları dizlerine inen, sürmeli gözlü Çerkezler, yoksul Rus Kazakları, çekik gözlü Kırım Tatarları, pehlivan yapılı Gürcülerle dolardı. Bu insanlar tarım işçiliği bilmeyen, yük taşıyan, ağır işler gören, gemicilikten anlayan, kavgacı, içkici insanlardı. O zamanlar Köse’nin babası, karısını da alıp Batum’dan ileriye bir yere çalışmaya gitmişti. Köse, orada doğup büyümüştü. Renksiz saçından kaşından mı, Rusya’da doğmasına çok şey yakıştırdıklarından mı ne, Urus derlerdi ona. Ya Köse ya Urus, gerçek adını kendi bile unutmuştu. Köse pek anımsamıyordu Rusya’yı. Deniz kıyısında, dönecek babasını beklerken ayaklarının gömüldüğü yumuşacık kumları, açıklarda kelebekler gibi koşturan tekneleri, anasının küfle reçine arası kokusunu ve çalan kilise çanını anımsıyordu. Babası, bir gün çıktığı denizden geri gelmemişti. Annesi de onu alıp buraya dönmüştü. Harap evi onarmışlar, birkaç dönüm tarlalarıyla, fındıklarıyla geçinmeye çalışmışlardı. Bir süre sonra anne de öksürüklerle ciğerlerini kusa kusa ölmüştü. Götürüp sırttaki mezarlığa gömmüşlerdi. Köse, annesinin cenazesi götürülürken yoktu, hayvanlarını götürenlere yardım için yaylaya gitmişti. Geldiğinde yaşlı dayısı onu evine almış, annesinin Rusya’ya gittiğini, dönünceye değin onlarla kalacağını söylemişti. Bir şeyler olduğunu sezmiş, elinden kurtulup eve koşmuştu. Ev o güne değin hiç olmadığı dende ıssız gelmişti ona. Algıladığı yalnızlıktan ve çöken karanlıktan ürküp dönmüştü. Mezarlıktan geçerken gördüğü yeni mezarın annesinin olduğunu çok geçmeden öğrenecek, sonra da oradan ayrılmaz olacaktı. Fırsat bulduğu her zaman, soluğu orda alıyor, mezarın dibinde uluyarak ağlıyordu. Otları yolup mezarın içine doğru bir çukur açmıştı çocuk elleriyle. Bazen gece yarılarına değin o çukurda yatıyordu. “- Mezarı açıyor, çıkaracak kadını,” diyordu köylüler. Zorlayarak götürmüşler, dayısının kazan zincirine çözemeyeceği bir düğümle bağlamışlardı. Ayvasıl’daki kilisenin papazını, caminin derin hocasını, getirmişler, üç gün okutmuşlardı. Papazla hocanın ona faydası olmalı ki ağlamayı kesmişti. Düzeldiğini düşünüp çözmüşlerdi ipten. Çok zaman mezarlığa gitmemişti. Daha doğrusu gittiğini gören kimse yoktu. Ne var ki, çok geçmeden yeniden ağlamaya başlamıştı. Dayısının yaşlı karısı hastaydı. Köse'nin yeri göğü tutan ağlamalarından bıkınca, başka bir akrabasının yanına, oradan başka birine gönderilmişti. Bir yerde barınamayacak gibiydi. Biraz ayaklanıncaya değin damda, ahırda yatmasına izin vermişler, önüne de bir kap yemek koymuşlardı, ama hoşnut değillerdi. Evine dönmek isteyişine ses çıkarmamışlar, o da sevinerek dönmüştü. Artık gecelerin büyük bölümünü annesinin mezarının yanında geçirdiğini kimse görmeyecekti. Arada bir sevabına getirilip bırakılan bir kap yemek, bir parça ekmekle sürdürdü yaşamını. Bulamadığında meyvelerle, zibilankelerin filizlenen uçlarıyla doyurdu karnını. Köse, yabani ot gibi büyürken, ondan küçük çocuklar boylanıp gelip geçmişti onu. En kötüsü arkadaşları burma bıyık, sakal bırakmaya başladığında onun yüzünde tek bir sakal çıkmadı. Artık adı unutulmuş, Köse, diye anılıyordu. Urus denilmesi bile, Köse lakabı kadar zoruna gitmiyordu, ama kime anlatacaktı. Bir iki terslenmiş, hiddetlenmiş, arkadaşlarıyla girdiği kavgalardan yenik çıkınca yılmış, değiştiremeyeceği durumuna alıştırmıştı kendini. Artık ona sövülse de gülümsüyordu. Görülmese de, birkaç kişinin bir araya geldiği her yerde Köse vardı. Hiç öne çıkmaz, bir köşede anlatılanları can kulağıyla dinlerdi. Kimsenin sözünü kesmeden, söze katılmadan, yüzünde aptal bir sırıtmayla sağlıklı dişlerini göstererek, her ne yardım istense koşmaya hazır dururdu. Birini kızdıracak olsa yüzünden korku ve endişe dalgaları geçer, kısa boyu iyice küçülür, bir kedi yavrusu gibi sinerek yiyecek olduğu sopayı beklerdi. Kimi zaman, küçük çocuklar bahçesine zarar verir, evinin çatısındaki ince hartamaları uçurtma yapmak için söker, kedilerini dallara asarlardı. Başlangıçta derslerini vermeye kararlı, yüzü pancar gibi kırmızı, gözü dönmüş, dişlerini sıkarak üstlerine gitmişse de başa çıkamayacağını çabuk anlamıştı. Çocuklar ona karşı iş birliği yapıyordu. Birine dokunsa hepsi birden mısır kutularına soktukları çivileri ya da tava sapından bozma bıçaklarını sıyırıp üstüne yürüyorlardı.. Anne babalarına da şikâyet etmezdi onları. Etse kim onun yüzünden çocuğuna kızacaktı ki? Ondan sonra kinlenecek çocuklar da yakasını bir daha bırakmazdı. O zaman kiminle konuşurdu. Her şeye alışmıştı ama konuşacak biri olmayışına alışamıyordu. Evde bunalıyor, birini bulabilmek için aklını atıyor, birilerinin evine gidiyor, çoğu kez de kovuluyordu. Sonunda ona da çözüm buldu. Artık gülümseyen bir yüzle dolaşıyordu. Günün her hangi bir saatinde Köse’nin evinin yanından geçenler, içerden gelen konuşmalar, kahkahalar duyuyordu. Sanki Köse, bir yığın arkadaşını eve doldurmuş, sohbet ediyordu. Oysa kimse yoktu. İsli duvarlarla, etrafında dolaşan yemeklerle alıştırdığı köyün kedileriyle konuşuyordu. Biri evine gelse, onu azıcık dinlese, neyi varsa vermeye hazırdı, ama kimse gelmiyordu. Kırk yılda bir, süpürge bağlatmaya ya da başka bir işi düştüğü için gelen de kapıdan sesleniyor, içeri girmiyordu. Köse insana hasretti. Sonunda biri geldi. Köse’nin derin bir sessizlikte kaybolmuş evine ses geldi. İlkyazdı, fındıkların toplanmasına daha vardı. Bir gece toprak yerevinde oturmuş, dört yanında oynaşan kedileriyle konuşup süpürge bağlıyordu. Özenle kestiği süpürgeleri yan yana diziyor, demir tarakla tohumlarını ayıklıyor, saplarından sımsıkı bağlıyor, tarayıp dikiyordu. Tarlasının yarısını süpürge ekmişti. Kış boyu süpürge yapıyor, bir ekmeğe, bir tava pidesine dağıtıyordu. Bir miyavlama duyduğunu sanmıştı önce. Kedilerden biri dışarıda kalmış olmalı, diye düşünmüştü. Nasılsa eve girecek bir delik bulurdu. Bir süre sonra ses yeniden yükselmişti. Yerevinin eski bir bezle örtülü camsız penceresinden aşağı baktığında bir şey görememişti. Tarlaya dikili kendirler, süpürgeler rüzgârın önünde nazlı nazlı sallanıyordu. Sonra kapının tırmalanır gibi çalındığını duymuştu. Elinde sapları kestiği büyük bıçak kapıyı açmıştı. Dış budağın gölgesinin ileri geri oynadığı eşikte, ayırt etmekte zorlandığı bir yığın vardı. Korkmuştu, kapıyı kapatacaktı ki, inlemeyi duydu. Bir kadın sesine benziyordu. Köçekçeyi o zaman tanıdı. Birilerinden çok kötü dayak yemiş, yaralı, perişan haldeydi. O gece kendinden geçmiş halde yatmıştı kadın. Köse de ne yapacağını bilmeden başında oturmuştu. Ertesi gün kendine geldiğinde, ayağa kalkmaya çalışmış, ama bir çığlık atarak yere yıkılmıştı. Sağ ayağı kalça kemiğinden çıkık gibiydi. Kolunu da kullanamıyordu. Kopuk kopuk anlatmıştı. Oyuncuydu. İçkili, erkek eğlencelerinde oynardı. Karşı köylerden birileri, kadını eğlenceye götürmüşler, içerlerken her nedense birbirine düşmüşler, o arada onu da öldüresiye dövmüşlerdi. Kadın ellerinden zor kaçmış, ırmak boyu sürünmüş, buraya ulaşmıştı. Birileri duymasın istiyordu. Bulup öldüreceklerinden korkuyordu. Yalvarmıştı kimseye söylememesi için. Sonra yeniden bayılmıştı. Köse de korkmuştu. Kadını arayanlar kimlerse, ona da zarar verebilirdi. Ne var ki, yıllardır insansız evinin kavuştuğu bu şenliği ne pahasına olursa olsun bırakmayacak, koruyacaktı. Önce iyileşmeliydi. Düzelince, nasılsa dışarıda korktuğu birileri olduğu için gitmeyecek, hep onla kalacaktı. Köse de ne bulursa taşıyacak, kedilerinden daha iyi bakacaktı ona. Artık onun da evinde konuşacağı bir insanı olacaktı. Onu sağaltacaktı, ama nasıl yapacağını bilmiyordu. Kırıkçı Seher’in yaptıklarını gözünün önüne getirmeye çalışmıştı. Bir kezinde, köpekler tarafından kalçası çıkarılan bir kediyi yarı beline değin hamura yatırmış, bekletmiş, bir zaman sonra da çözmüştü. İyileşmişti kedi. Kazanla su kaynatmıştı. Kadını soymuş, eskiden fırında pide yapmak için kullanılan büyük hamur kabına yatırmış, sabunlu sıcak suyla bütün bedenini silmişti. Ağlamalarını inlemelerini duymazlıktan gelmişti. Bir iki bağıran kadın sonunda acıdan bayılmıştı. Bedeninin kendine normal gözükmeyen yerlerini çekiştirerek, bastırarak eski haline getirmeye uğraşmıştı, ama çarpık, kemiği derisini zorlayarak dışarı vurmuş kola bir şey yapamamıştı. Büyük bir külekte hazırladığı, mısır unundan hamuru, bulabildiği yumurtalarla karıştırarak bulamaç yapmış, başını dışarıda bırakarak tüm bedenine sıvamıştı. Sonra da annesinin eski yaşmaklarını toplayıp sarmıştı, kadının kırık çıkık olduğunu düşündüğü yerlerini. Günlerce öyle yatmıştı kadın. Bunları yaparken kadının bedenini merak ve ilgiyle incelemişti. İlk defa bir kadını çıplak görüyordu. Bir ara soyunmuş, yanına uzanmış onun bedeniyle kendininkini karşılaştırmıştı. Kadının biçimli yapısının yanında, içeri göçük, kaburgaları sayılan çelimsiz vücudunu çok çirkin bulmuştu. Onca yara bereye karşın teninin pürüzsüzlüğü, bacaklarının düzgünlüğü onu şaşırtsa da, en çok iri uçları siyah üzüm taneleri gibi kararmış göğüsleri ilgisini çekmişti. Göğüs uçlarıyla oynamış, kaygan tenini okşamıştı. Kadın, günler sonra kendine geldiği zaman, Köse yanı başında zon iskemlesinde sayıklıyordu. O ayılıncaya değin evden dışarı adım atmamıştı. Korkmamasını, iyileşeceğini söylemiş, sulu bir şeyler yapıp içirmeye uğraşmıştı. Haftalarca başında oturmuş, sıkılmasın diye, öyküler, masallar uydurmuştu onun için. Kadın da başından geçenleri anlatmıştı. Bu sefer anlattıkları biraz daha farklıydı. Köçekçe, eğlencelere çoğu yanında silahlı bir adamıyla giderdi, ama o gece yalnızdı. Akşamüstü onu deredeki evinden alan dört kişiyi önceki eğlencelerden tanıyordu. Güvenilir insanlar gibi gözüküyorlardı. Düzlüğe gelmişler, çalıp söylemeye, içmeye başlamışlardı. Köçekçe de kimi kalkıp oynuyor, kimi de yemekte eşlik ediyordu onlara. Her şey yolundayken, içlerinden biri sululaşmaya, kadının orasını burasını mıncıklamaya başlamıştı. Gitgide iyice azıtmış, kadının gömleğini yırtıp zorla çalıların ardına sürüklemeye kalkmıştı. Kadın çığlık çığlığa bağırmıştı bir umutla, ama kimse aldırmamıştı. Adam da susturmak için yüzüne vurmuştu. O arada nasıl olduysa adamın belindeki bıçağı eline geçirmiş, korkutmak için rasgele sallarken karnına saplamıştı. Arkadaşlarını o halde gören diğerleri de kadını döverek bu hale getirmişlerdi. Öldürmeye vurmuşlar, sonra da ırmağa atmışlardı. Suyun etkisiyle olsa gerek kendine gelince, karanlıkta ne yana gittiğini bilmeden sürünmüş, buraya gelmişti işte. Köse, bir şey anlatılacak kadar ciddiye alınmaktan mutlu, kendinden geçmiş dinliyordu. Söylediği her şeye inanıyor, arada bir onaylamak için şiddetle başını sallıyordu. “Köçekçeyse köçekçe,” diye düşünüyordu. “Herkes bir iş yapardı, iyi kötü. Bu en azından namusluydu ama...” “- Ben buradayken sana kimse dokunamaz,” demişti. “Kimseye demem, kimse de bulamaz. Bu köyün en namlı adamlarının vuramadığı aynayı iki yüz adımdan vurdum ben, biliyor musun? Bununla…” Kadına güven vermek için, duvara dayalı uzun tüfeği eline almıştı. Ağızdan dolma, uzun namlulu, ceviz ağacından işlemelerle süslü kocaman dipçiği olan bir Osmanlı tüfeğiydi. Doksan Üç Harbi’nde çok işe yarasa da artık rafları süsleyecek bir hatıra olmuşken, Köse’nin becerikli ellerinde şimdi de iş görüyordu. Ağızdan doldurulan tüfeği taşımakta güçlük çekiyordu, ama bir omuzladı mı uçan kuşu kaçırmazdı. Hem bu becerisinden hem de ne verilirse razı gelmesinden dolayı ağanın fındıklarının bekçisi oydu. Ona kalsa daha yatmalıydı, ne var ki kadın bunalmıştı. Sertleşip taş gibi olmuş undan kalıbı sökmüştü. Günlerdir yatan bedeni yara, pişik içindeydi. Tuzlu suyla, külsuyuyla temizlemişti kadının yaralarını. Birkaç gün sonra da ayağa kalkacak hale gelmiş, Köse’nin ısıtıp taşıdığı suyla kendi kendine yıkanmıştı. Yaralarının yerleri pembe pembe duruyordu, ama iyileşmişti. En azından kalçası düzelmişti. Bir kolu tutmuyor, bir gözü de akmış, kördü, ama buna da şükürdü. “- Biraz daha yatsaydın,” diyordu Köse. “Belki kolun da düzelirdi”. “- Çok çirkinim,” demişti, kadın ağlayarak. Köse’yse onun yaşamında gördüğü en güzel insan olduğunu düşünüyordu. Ne var ki, kadını üzeni de anlıyordu. Avutacak söz bulamıyor, boğazı düğümleniyordu. Kimi zaman küçük cep aynasını çolak eliyle güçlükle tutup kızıl saçlarını tarar, süslenmeye çalışırdı kadın. Yüzünde anlamsız bir beyaz derinlik gibi duran akmış gözüyle görmeye çalıştığını fark eder, içi sızlardı Köse’nin. Onun, kendisinin köse yanaklarına bakıp hissettiğine benzer, ama daha derin, hırpalayıcı bir şeyi yaşadığını seziyordu. Bir akşam eve döndüğünde, her bir yan tertemiz süpürülmüş, kara ateşte büyük tencereyle mısır ve patates pişirilmişti. Evdeki şenlik hoşuna gitmişti. Çekinerek: “-Hep kalsan ya, bu ev ses istiyor,” demişti. “-Ses?..” Kadın tekrarlamış, önce anlamamış, sonra gözleri dolarak ama anlayarak bakmıştı. Köçekçe o gece odasından çıkmış, yerevinde yatan Köse’nin ot yatağına fırından yeni çıkmış pideleri anımsatan bir sıcaklıkla girmişti. Yanında olmasından çok hoşlanmış olsa da elini sürmemişti ona Köse. Yaşamında kadın deneyimi olmayışı bir yana, doğru da bulmamıştı bunu. “-Yaptıkların için…” demişti kadın. “Niye uzağa kaçıyorsun?” Utancından kıvranıp zor konuşmuştu, Köse: “- Sen daha fazlasını yaptın bana. Konuşacak kimsem olmadı benim.” Söylerken gözleri dolmuştu. Kadın sevip okşamıştı başını. “- Şimdi var. Ben kör çolak, sen de… Böyle bulduk birbirini. İyi de erkek değil misin?” “- Nikâhlım değilsin, el süremem sana.” Sonra uyumuşlardı. Birkaç güne varmadan evdeki kadını fark etmişti köylüler. Köse, köylüye kentin oralardan bir yerden kimsesiz birini karı diye alıp geldiğini duyurmuş, camideki Cinci Faik hocaya da vekille -nikâh kıydırmıştı. Bir iki üstünde konuşulmuşsa da, bu bir gözü akmış, Arap yüzlü, kimseyle tek kelam etmeyen, evine gelenle görüşmeyen kadın, ancak Köse’ye yaraşır diyerek unutup gitmişlerdi. Köse, bir tavuk kesmişti, o akşam. Kadının parmağına anasından kalma, yılan şeklinde bakır bir yüzük takmış, sonra da yatağa girmişlerdi. Sabaha kadar evin kara duvarlarını aydınlatan yer ateşi sönmemişti. Yere göğe sığmıyordu Köse. Erkekti. O çopur, çelimsiz bedeni, dağ gibi bir erkeği saklıyordu. Yıkılmaya yüz tutmuş helâyı onarmış, komşulardan bir tencereyle bir tabak almıştı. Irmak kıyısından topladığı en yumuşak yosunlarla yeni bir yatak yapmıştı. Yüzü gülüyordu. Yaranmak, sevilmek için değil, adam gibi gülüyordu. Artık ortalara pek çıkmıyordu, ancak çıktığında hesaba katılması gereken bir edayla dolaşıyordu. Az değil, evli barklı bir adamdı o da. “- Yaşamda en güzel şey, iki yüz adımdan yüz parayı vurmak, ağa kadar fındığın olması değil. Bir insana, evde seni bekleyen bir sese sahip olmak, en güzeli,” diye söylemişti, Ömer’e. Birazcık evden ayrılsa özlüyordu. Her akşam eve büyük bir istekle koşuyor, kuru ekmek ne bulmuşlarsa yiyip uzun uzun konuşuyor, ardından yatağa giriyorlardı. Mutluydu, ne var ki, içinde bir kaygı gitgide büyüyordu. Kadının gideceğini düşünüyordu. Gidecek, birileri onun alıp götürecek, elinden alacaklar ya da bıçakladığı adamın arkadaşları gelip bulacak diye ödü kopuyordu. Gerçi ormanlarda ölen bir adamdan hiç söz edilmemişti, ama kadına, bir ölü bulundu, demişti. Yüzüne birazcık kömür karası sürüp kapanmasını, ola ki gelen olursa kapıyı bile açmamasını öğütlüyordu. Tanıyıp onu bulabilirlerdi. Korkuyordu işte. Bir akşam onu bulamamaktan korkuyordu. Korktuğu başına gelecekti. Yaz ortalarında bir geceydi. Günün doğması yakındı. Dağların dorukları, yıldızların solgun bir benek gibi durduğu göğün altında belli belirsiz çizgilerle titriyordu. Uzaklardan bir kemençe sesi geliyordu. Gece boyu ara ara çalmıştı. Tahsin Ağa’nın Giresun ehiliyle dikili fındıklığı, köyün ortak malı ormanın hemen dibinden başlıyor, Çatlının Kıran’ı, Güvercin Kayaları’nı içine alıp tatlı bir eğimle artık suyu iyice azalmış dereye uzanıyordu. Fındıklığın hemen ortasındaki yüksek çimenliğe dört direk üstüne bir kelif yapılmıştı. Üstü kızılağaç dallarıyla örtülü, her yanı açıktı. Fındıklık tabak gibi önündeydi. Ay varsa ocakların arasına giren kedi bile gözden kaçmazdı. Köse, kelifte oturmuş, uzun tüfeğini dizine yatırmış fındıklığı kolluyordu. Çakır aydınlık değilse, fındığı dallarıyla bile götürseler görme şansı yoktu. Gene de o, bekçi olduğundan bu yana tek gaga çalınmamıştı dalından. Hırsızlar onu, hele iki yüz adımdan hiç şaşmayan, bir ağacı kalbura çevirecek tüfeğini hesaba katıyorlardı. Zaman zaman tüfeğini kuşkulandığı yöne çevirir ateşlerdi. Geceyi parçalayan seslerle küçük bir top gibi patlardı silah. Görmesi gerekmezdi. Nişan aldığı her neyse kaçamazdı. Gez, göz, arpacık diye çöktü mü tetiğe, ertesi gün oradan geçenler ya bir yaban domuzu, ya da bir köpek ölüsüyle karşılaşırlardı. Barutu, saçması da ağadan olduğundan hiç sakınmadan ateş ederdi. O yüzden işi olan da o yöreden geçmezdi. Bir kezinde caminin önünden nişan almış, çeşmenin üstündeki bir incirin dalına takılı küçük aynayı, tek atışta paramparça etmişti. Herkes şaşkınlıktan dilini yutmuştu. Gerçi köyün sözü geçenlerinin yanında yaptığı bu gösterişten dolayı pişman olmuştu ya, sonradan işine de yaramış, ağanın kapısında fındık bekçisi olmuştu. Aynayı vurduğu zaman köyün en bıçağı kesenlerinin gözlerinde beliren şaşkınlığı anımsayınca neşelendi. Kapanan göz kapaklarını ovaladı. Kalkıp kulübesinden aşağı indi. Direğin dibindeki toprak testiyi alıp başına dikti. Tiril içliğine sızan sular ürpertti onu. Aşağılara baktı. Dikkat edince fark etmişti. Kemençe sesi durmuştu. Nereden geldiği, yön değiştiren rüzgârdan anlaşılmıyordu, ama Köse’nin kulakları keskindi. Uçansu’yun üstündeki düzlükte olmalıydılar. Kadın kahkahası, kalabalık erkek konuşmaları duymuştu. Sonra hepsi kesilmişti. Ancak bir silah mermisinin erişebileceği kadar uzak, ırmağın derinlerinde insan kolunun saramayacağı ağaçların arasındaki Uçansu’dan buraya ses gelmesi inanılmazdı. Rüzgârın oyunu da olabilirdi. Yel, zaman zaman öyle dalgalarla, girdaplarla alır taşırdı ki sesi, yanında konuşulan, dağları dolaşır döner gelirdi de, insan uzaklardan geliyor zannederdi. Her halde kadın oynatıyorlardı. Kim olduklarını düşündü. Dağların içindeyse Rum ya da Ermeni eşkıya olabilirdi. Daha yakındaki ırmaktaysa, ancak köyün bileği güçlüleri yapabilirdi böyle bir işi. Az da olsa başka köylerden, dere boyundan çıkıp ırmak içinde eğlenenler çıkardı, ancak ortalığın karıştığı şu günlerde pek akıl karı değildi. Hele kadın almak gelmek… Köçekçe oynatmak, beylerin, ağaların işiydi. Masrafını karşılayabilmek, getirdiğin kadına sahip çıkmak, birilerinin gecenin içinde çalacağı kurşuna göğüs gerebilmek gerekti. Şu dumanlı dağlara kadar kimsenin onun kadar bir köçekçeyi bilmediğini, tanımadığını düşündü; gururlandı. Bu geceden tezi yoktu. Eve gidecek, kümesteki tek horozu kesecek, görkemli bir bey sofrası hazırlayacaktı. Pilekide ateşi dağ gibi yakacaktı, sonra da ondan oynamasını isteyecekti. Oynar mıydı? Bir kere oynamak istemiş, Köse kızınca sinmişti. Farkındaydı, Köse’nin kedileri, annesini sevmesi gibi kadın da köçeği seviyordu. Evini özledi. Şimdi çıksa gitse, duyurmadan kapıyı açıp girse yanına, sokulsa sarılsa… Gerçi son günlerde artık eskisi gibi yanında yatmıyordu. Belki de oynamasına razı gelmedi, diye küsmüştü. Gidince, hadi oyna diyecekti, istediğin kadar oyna. Vahşi bir kuş ötüşü duydu. Herhalde aç bir yılan bir kuşun yuvasına girmişti. Irmaktan gelen ötüş uzadıkça uzadı. Tüfeğini aldı, bekçi kulübesinden ayrılıp evine doğru yürüdü. Yarı yola geldiğinde bile ırmaktan gelen kanat şakırtıları, ötüşler kesilmemişti. Sonra o kemençe, sonra kahkahalar, bağırmalar… Köse’nin içi sıkılıyordu. Kaç gündür sıcaktı. Gecenin serinliği baygın yaprakları diriltmeye yetmemişti. Dört yan çatır çatır kurumuş, kav kesmiş, ırmak minik bir sızıntıya, bir ıslaklığa dönmüştü. Yine de kızılcıkların ardında, büyük kayanın hemen dibindeki göl canlıydı. Suçullukları suyun içinde keyifli keyifli dolaşıyor, yumurtadan çıkan su sineklerini, kurbağa yavrularını sivri gagalarıyla topluyorlardı. Uykusundan edilen büyük kurbağalar, böcekler önlerinden hızla kaçıyordu. O saatte gölcüğün tek egemeni kuşlardı. Birden durgun göl fokurdamış, kaynamıştı. Kuşlardan biri suyun içine çekilmiş, deli gibi kanat çırpmaya başlamıştı. Kıyıya çıkmaya çalışıyordu. Bir ara bütün gücüyle havalanmayı denedi, yükseldi. Bir bacağını ağzına almış iri bir su yılanının gövdesi güneşin ilk ışıklarında bir kılıç gibi uzadı. Kuş, yılanın ağırlığıyla tüyleri dört yana savrularak suya düştü. Ayağı kopup yılanın ağzında kaldı. Kan kokusunu alan yılanlar birbirine dolanarak, çılgınca kanat çırparak kıyıya atılan kuşun peşinden fırladılar. Kuş kanlı bir tüy yumağı olmuş çırpına çırpına, peşindeki yılanlardan kurtulmaya çalışıyordu. Arayı epeyce açmıştı ki sürdüremedi, yığıldı kaldı. Derin soluklarla yatarken sazlıkların arasından süzülen bir başka yılan onu olduğu gibi kaptı, suyun içine sürükledi. Çırpınışları bitinceye değin suda sakladı. Sonra da bütün olarak yuttu. Uzun sürecek hazmı için bir nilüfer köküne dolanıp yattı. Güneş doğduğunda gölün üstü durgundu. Deminki kanlı kavgadan bir iki tüy, yağlı bir ıslaklık gibi duran birkaç kan damlası dışında hiçbir şey kalmamıştı.. Köse, evine ulaştığında ırmaktaki kuş ötüşleri de, dağdaki kemençenin sesi de kesilmişti. Gece, dümdüz bir dinginliğe teslim olmuş sabaha dönüyordu. Kapıyı açıp giremeyeceğine üzüldü. Kapı ancak içerden kargaburnu kaldırılarak açılırdı. Küçük pencereden o bile sığmazdı. Fındıkların, akasyaların içinden evine saptı. İçindeki sıkıntı artıyordu. O, bekçilikteyken kadına bir şey olacağını, eve gittiğinde bir canavar olmuş, onu yutmaya hazır yalnızlıkla karşılaşacağını sanıyordu. Geçmişte, iyi tanıdığı kimsesizliğe dayanmıştı, ama artık insanın tadını biliyordu, kaldıramazdı. Kapıdan içeri girip her şeyin yolunda olduğunu görünceye değin de sürüyordu korkusu. Yamaçtan evine sapan küçük patikaya girdiğinde yüreği duracaktı. Kapı açık geldi ona. Daha önceleri de öyle sanmış, yokuşu koşarak inmiş, sonradan gölgelerin kendine oynadığı oyuna eşikte oturup gülmüştü. Hızlı adımlarla ana yoldan evine indi. Kapı kapalıydı, sevindi. Çalmak için eliyle dokunduğunda ağır meşe kapı gıcırdayarak arkaya yaslandı. Yüreği çılgın gibi çarparak eve daldı. Çarıklarını çıkarmadan elinde tüfek odaları dolaştı. İçi ot dolu yer yatağı yayılmış, külsuyu ve sabun kokan tiril çarşaflar açılmadan baş ucuna konmuştu. Diğer odaya, evin hemen bitişiğindeki kapısı bir çuvalla örtülü helâya baktı. Yoktu. Kapının eşiğine çöküp ne yapacağını bilmeden ağlamaya başladı. Tarladan gelen bir hışırtıyla başını kaldırdığında gördü kadını. Mısırların arasından çıkıyordu. Dağınık saçları açıktı, entarisinin önü açılmış, bir göğsü hemen hemen dışarıdaydı. İlk anda sevindi onu bulduğuna, ama yerini en sevdiği kedisi öldürülmüş gibi bir duygu aldı çabucak. Evin önüne gelinceye değin fark etmedi onu kadın. Görünce de dondu, dizleri çözülmüş karşısına çöktü. Konuşmadan baktılar birbirine. Köse kalktı, içerden kadının Trabzon bezinden gömleğini getirdi, üstüne attı. - Biri geçer yoldan, dedi. Kadın konuşmadan giydi gömleği, topladı üstünü başını. Köse yere tek dizi üstüne oturmuş, tüfeğine dayanmıştı. Yüzüne bakmamaya çalışan kadından gözlerini ayırmıyordu. Öyle durdular. Ağacın birinden kalkan kargaların kanat sesleri dört yanı doldurdu. Bir yerlerde bir horoz öttü. Sonunda kadın başını ona çevirdi. Köse’nin mavi gözleri kararmış içten içe kaynıyordu. Yüzü kaskatıydı. Rengi sanki durmadan kızarıyordu. Bakışları karşılaşınca konuşmak zorunda kaldı. - Beni zorla götürdüler. Sen çıktıktan az sonra kapıyı çaldılar. Sen sandım, açtım. - Kadınlık iyi, dedi Köse. Hep bir isteyenin çıkar. Kadının bakışlarından söylediği anlamsız geldi, güldü. Sonra tüfeğin ucuyla dürttü onu. - Kalk! dedi. Tarlayı gösterdi. Kadın yürürken bir yandan ağlıyor, bir yandan anlatıyordu. - Dört kişiydiler, ne yapabilirdim? Anladığımca vurduğum adam ölmemiş, demiş birilerine. Sense öldü, demiştin. Duymazlıktan geldi, Köse. Ne diyebilirdi ki, gitmeni istemediğim için öyle dedim mi, diyecekti? - Kimdiler? diye sordu. - Tanımadım ki, yüzleri kapalıydı. - Artık oynamam, demiştin. - Bana dokunmadılar diyorum. - Nerden belli. Sonra dalgın dalgın yineledi. Bana artık oynamam, demiştin. - Ay halimdeyim, dedi kadın. O yüzden dokunmadılar, oynamadım da. Köse fındıklıkta duyduğu kemençe sesini, kahkahaları anımsıyordu. Onlarla çok mutlu olmalıydı kadın. Demek ki onu beğenmişler, körlüğüne, sakat koluna aldırmamışlardı. Artık niye dursun, niye katlansındı Köse’ye? Onun yanında hiç kahkaha atmış mıydı? Bir kez ağız dolusu güldüğünü bile anımsamıyordu. Adamları kıskandı Köse: - Gülmeni duydum. Benim yanımda hiç gülmezdin? - Oynamamı bile istemezdin. - Oynamak için gittin. Sen gittin, kimse zorlamadı. İçin çağırdı, güleceğin, oynayacağın yere çağırdı seni. Durup aydınlanan dağlara baktı. - İçindeki or..pu çağırdı seni. - Ben or..pu değilim, dedi kadın şiddetle. Bir insan yüzü görmeden, bir soluk almadan evde oturmak kolay mı? Ben oynadığım zaman… Köse onun nasıl dans ettiğini hiç bilmediğini düşündü. Bir gece kadın ateşin başında otururken birden kalkmış, eteğini beline sokup yalımların, gölgelerin duvara çizdiği bir iki dönüşte bulunmuştu ki, Köse başını dizlerinin arasına gömüp: - Sevmedim bunu, diye homurdanmıştı. Nasıl anlamamıştı? Kendisi nasıl süpürge bağlamayı, tüfeğiyle avlanmayı seviyordu, kadın da erkeklere oynamayı seviyordu. Kim bilir o oynarken, erkekler, ter içindeki kıvrak bedenine nasıl bakıyorlardı, ilgiyle, hayranlıkla? O da ne kadar mutlu oluyordu? - Köçekliği, oynamayı çok seviyorsun, değil mi? Yumuşayan sesine, geri gelen çocukluğuna ümitlendi kadın. Tek gözü, acıklı bir biçimde büyüye büyüye anlatmaya çalıştı. - Başka bir şey bilmedim ben, dedi. Annem de köçekçeydi. Sen, nasıl iyi süpürge bağladığında seversin kendini, öyle işte. İki yüz metre uzaktaki aynayı vurmakla övünürsen, öyle... Ben de izleyen kendinden geçtikçe övünürüm. Çağırsalar duramam. Durmam, açlığa dayanmak gibi bir şey. Oynamazsam ne işe yararım ben? - Kimdiler? Ermeni, Rum mu? Hoca, camide nikâhlarını kıydıktan sonra, ne zaman Köse, bir yere gitse, bir adam dolaşırdı evin çevresinde. Boylu poslu, çakır gözlü, bıçkın bakan bir adamdı. Çok bir zaman saklanmıştı ondan. Sonra bir gün kapıyı açıp, “- Kimsin sen?” demişti. “- Ben Ömer’im,” demişti adam. “Senin nikah vekilin.” Dese miydi şimdi, adamların biri akraban Ömer’di diye? Umut gibi sormuştu, Köse. Öyle olsa belki vazgeçecekti. Çevrede çoğalan Ermeni ve Rum eşkıyası olsa, belki bir daha yineleyemezler, en azından kimsenin haberi olmazdı. Ama köyden birileri varsa işin içinde, artık onları kimse durduramazdı. - Rumca konuşuyorlardı. Ama… Azıcık Rumca bilen herkes, onların Türk olduğunu anlardı. Başları poşularla bağlıydı. Karanlıkta yüzleri seçilmiyordu. İçki şişesi elden ele dolaşıp bitmeye dönünce ne poşu kaldı, ne de gizli saklı. Arada bir kullandıkları bozuk Rumcayı bir yana bırakıp Türkçe konuşmuşlardı. Başlarında Ömer vardı. İki de bir: - İşe bak, ağa da yok bu saltanat, bizim Köse evde köçekçe saklıyor, diyordu. Kadın başlangıçta çekingendi. Kırık kolundan, akmış gözünden utanıyordu. Bir iki ortada döndü. Sarhoş erkeklerin onun kusurlarına aldırış etmediğini fark edince rahatlamıştı. Bir ara oturup bir kadeh de o içmişti. Artık her şey eskisi gibiydi. Ayakları yere değmeden dans ediyordu. Diğerleri Uçansu’ya elini yüzünü yıkamaya gittiğinde, erkeklerin biriyle hemen ateşin başında yattı. Sırt üstü çimenlerin üstünde uzanırken ağlamıştı. “- O pis cüceye nasıl katlandım, Allah’ım?” diye mırıldanmıştı. O zavallı bedeniyle üstünde çırpınmalarını anımsıyordu. Kararlıydı. Yarından tezi yok çıkıp evine gidecekti. Nasılsa bıçakladığı adam ölmemişti. “- Bir yerin mi acıdı?” demişti, adam şaşkınlıkla. “- Yok, demişti. Yok, bir şey.” Onları tanıyordu, ama ele vermeye hiç niyeti yoktu. Kim oluyordu bu cüce, ona neydi? - Dön, dedi, kadına Köse. - Öldürecek misin beni? - Seni içimde öldürdüm. Yolu yok başka. Şahadet getir. - Delirdin mi sen? Bırak beni gideyim. Neyinim ben senin ki? - Karım. - Onu sen çıkardın, millete karşı öyle diyelim diye. - Andımız vardı, namusumdun. Yapmayacaktın. Dua et. - Boşa beni, diye yalvardı kadın. Üçten dokuza kadar şart et, boşa. Köse sıkıntıyla başını salladı. Gözleri yaş içindeydi. - Sen benim evimdeki sestin. Vermem seni. Dua et! Tüfeği doğrultmuştu. Dağların arasından doğan güne, gökyüzünde nazlı nazlı beliren maviliğe doğru ellerini kaldırdı kadın. Bildiği bütün duaları okuyordu. Ne var ki çok değildi bildikleri. İki eliyle yüzünü sıvazlamak için kaldırdığı anda vurdu onu. Sağ kürek kemiğinin altından girdi kurşun. Kadın, sırtından girip koca bir delik açarak göğsünden çıkan saçmaları yediği anda bir kütük gibi düştü. Çırpınmadı. Ayakları suyun dışında, belden yukarısı suyun içindeydi. Köse, hiç bakmadı, koca tüfeğini bir kavak kerestesi gibi ardında sürükleyerek uzaklaştı. Biraz önce bir suçulluğunun kopardığı bacağını yutan yılan, kirpi, bilcümle hayvan, suya karışan kanın kokusunu çabuk aldılar. Otların, dikenlerin arasından çıkıp ona yöneldiler. * kitap hakkında: (tıkla) PAZAR KİTAPLARI: AŞKARAYAN, Şenol Yazıcı, Öykü, ATP Yayın pazarlama, ADA KİTAP 2006 İSTANBUL

  • Körebe

    Bir ben mi, kahrolup, Bir ben mi yanıyorum, Bu kötücül, kokuşmuş hallere? Ne yazık! Taş çatlamalı, Dünya yanmalıydı utançtan! Varlığından Şüphesiz, Duyarlı, ferasetli, güzel insanlar Nereye saklanıp, sustular? Bu körebe oyununda Bir ben miyim sobelenen? Oysa Kalemler, Güzellikler, sevdalar yazmalıydı Acı yerine. Atılmalıydı Ağız dolusu kahkahalar Bu edebiyat Cumhuriyetinde!

  • Tamir Edilemez Hata

    İki genç kadın, gölgesi bulvara düşen küçük bir parkın yanında karşılaştılar. Karşı karşıya gelince önce hafif bir tereddüt geçirdiler, sonra birbirlerini tanıdıkla­rıma emin olarak kollarını açtılar: —Raymond! —Matilt!.. Aynı mahallenin çocuklarıydılar. Beraber oynamışlar, aynı okula gitmişler, bir çatı altında yıllarca beraber kalmışlardı. Sonra bütün okul arkadaşları gibi bu müş­terek hayatın tatlı anılarıyla dolu olarak kaderin çizdiği ayrı ayrı yollara yürüyüp gitmişlerdi. İkisi de otuz yaşlarında idi; fakat Raymond, göz kapaklarının uçlarından burun delikleri hizasında yanaklarına doğru uzanan kırışıklarıyla, gerdanım gölgeleyen bariz çukurla ve saçlarındaki tek tuk gümüş tellerle kırk yaşından fazla gösteriyor­du. Kılık kıyafeti de sıkıntı ve güçlüğün yıprattığı insanların çetin mücadelelerini yansıtan bir solgunluk ve perişanlık içindeydi. Elinde havı dökülmüş demode astra­gan bir çanta ve bunu tutan elinin başparmağında ufak bir eldiven deliği göze çar­pıyordu. Matilt, pırıl pırıl kıyafetiyle onun tamamen zıddıydı. Boynunda ince altın bir kordon, elinde son model bir çanta ve saçları üstünde tülbentle örülmüş, küçük şık bir şapka vardı. Parmaklarını yüksek kıratta yüzükler süslüyordu. Matilt, hiç çekinmeden tatlı bir içtenlikle, — Ne oldu sana, dedi, hasta mısın? Felaket mi geçirdin? Oysa okulda iken ne parlak hayaller kurardın, ne mutlu gelecekler düşünürdün. Raymond içini çekti: — Öyleydi, evet, öyle tatlı hayaller kurardım. Ama hayat, tatlı hayallerle değil, acı gerçeklerle dolu... Bir astsubayla evlendim. Güzel bir yuva kurduk, bir de çocu­ğumuz oldu. Ama vefasız çıktı, beni yüzüstü bıraktı. Ardından çocuğum öldü. Kı­sacası şansım kötü gitti, tek başıma bir şey başaramadım. Ama görüyorum ki sen mutlu olmuşsun; kıyafetin, bakışların bunu söylüyor. Senin hesabına sevindim. — Evet, ben hayaller kurmadım, kendimi hayatın normal akışına bıraktım. Karşıma bir adam çıktı, onunla evleniverdim. Kazancı iyi, bana ve çocuklarıma ba­kıyor, hiçbir şikâyetim yok. Canım, neye ayakta çene çalıyoruz böyle, gidip bir ye­re otursak ya... —Karşıki eczaneye bir reçete vermiştim, ilaçlarımın hazırlanmasını bekliyor­dum, parka girip beklemeye niyetlenmiştim, karşıma sen çıktın. —İlaçların hazırlanadursun, bir pastacıda oturup dertleşelim biraz, hadi gel. Eczanenin tam karşısında bir pastacıya girdiler, vitrinin yanında boş bir masa­ya oturdular. Derhâl eski günlerin anılarına dalıp tatlı tatlı konuşmaya başladılar. Raymond; yoksulluğunu, hastalığını, ilaçlarını unutmuştu. Zengin arkadaşının mut­luluğunu paylaşıyor, onunla beraber gülüp söylüyordu. Bu sırada caddeden, tam vitrinin önünden kibar giyimli bir adam geçiyordu. Matilt'i görünce durdu, şapkasını çıkararak genç kadını selamladı. Matilt, —Kocamın bir arkadaşı bu, dedi, bana bir dakika müsaade eder misin? —Hay hay. Dışarıya çıktı, ayaküstü konuşmaya daldılar. Bir dakika, beş dakika, on daki­ka... Konuşmaları bitmek bilmiyordu bir türlü. İçeriye girince arkadaşından özür di­ledi: —Kocama ait bir sorundu, dedi. Kendisi avukattır. Seni yalnız bıraktığım için affet beni. Raymond, saatine baktı: —Ben de, dedi, senden beş dakika izin istesem. İlaçlarım hazır olmuştur her hâlde. Parasını vermiştim, bir solukta gider gelirim. —Tabi, tabi, beklerim güzelim. Matilt yalnız kalınca, yiyip içtikleri şeylerin parasını vermeyi düşündü. Çantası­nı açtı, hayretle durdu. Evden çıkarken kocasından bin frank istediğim, bu parayı çan­tasına koyduğunu anımsıyordu. Çantanın içini alt üst etti. Mendil, pudriyer, ayna, ufak para cüzdanı, anahtarlık, hepsi yerli yerindeydi; ama bin franklık banknot yoktu. Istırap ve düşünceyle kalakalmıştı... Hatana gelen kötü şeyi kovmak ister gibi elini terleyen alnında gezdirdi. Demin kocasının arkadaşıyla dışarıda konuşurken acaba Raymond?... Hayır, hayır, Raymond böyle bir şey yapamazdı! Onu okuldan tanıyor­du, ailesini tanıyordu, karakterini biliyordu. Raymond bu kadar alçalamazdı, bir hır­sız olamazdı, hayır, hayır!.. Ama içine kurt düşmüştü bir kez... Raymond'un çantası orada, kendi çantasının yarımda duruyordu. Titreyen elini uzattı, çantayı alıp açtı, du­daklarından bir dehşet çığlığı fırladı. Bin franklık banknot oradaydı. O an için duyduğu acıyı, çarpıldığı derin hayal kırıldığım ömrü boyunca unut­mayacaktı. Bu kadına karşı beslediği sevgi, sonsuz güven birdenbire yıkılmıştı. Onun ta­rafından bu kadar haince, bu kadar küstahça dolandırılmış olmak pek ağrına gitti. Raymond'un bu denli adiliğe düştüğünü başkasından duysa kesinlikle inanmazdı. Parayı aldı, hesap pusulasını ödedi. Garsona, —Arkadaşım karşı eczaneye gitti, dedi. Çantası şu, dönünce kendisine verirsi­niz. Beni sorarsa acele bir işim çıktığım ve gitmek zorunda kaldığımı söylersiniz. —Başüstüne hanımefendi. Artık Raymond'un yüzüne bakacak hâli kalmamıştı, acele acele çıkıp gitti. Eve geldiği zaman, kocasını kendinden önce gelmiş buldu. Adam, gazetesini okuyordu. Karısına baktı: —Hayrola, dedi, yüzün solmuş, ellerin titriyor, canını sıkan bir olay mı geçti? Kadın şapkasını çıkarırken, —Sorma, dedi, çok kötü bir olay, asabım çok bozuk, sonra anlatırım... Adam gülümsedi: —Ben bilmem. Bugün sende bir anormallik var. Evden çıkarken de sinirliy­din. Benden bin frank istedin, parayı masanın üstünde unutup gitmişsin... Matilt ürperdi, bir adım geriledi, rengi daha fazla soldu: —Neee? dedi, ne diyorsun? —Bir şey dediğim yok. İşte bin frank orada duruyor. —Ah, Allah'ım, ne yaptım ben? Ne yaptım? Ne yaptım?... Guy de MAUPASSANT (Gi dö Mopasan)

  • Beni Öp  Sonra Doğur Beni

    şimdi utançtır tanelenen sarışın çocukların başaklarında. şimdi utançtır tanelenen sarışın çocukların başaklarında. ovadan gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan çeviriyor o küçücük güneşimizi. taşarak evlerden taraçalardan gelip sesime yerleşiyor. sesimin esnek baldıranı sesimin alaca baldıranı. ve kuşlara doğru fildişi rüzgarın tavrı. dağ güneş iskeleti. tahta heykeller arasında denizin yavrusu kocaman. kan görüyorum taş görüyorum bütün heykeller arasında karabasan ılık acemi – uykusuzluğun sütlü inciri – kovanlara sızmıyor. annem çok küçükken öldü beni öp, sonra doğur beni... * Cemal Süreya VİDEO'yu izlemeyi unutmayın.... TIKLAYIN

  • Bir Kentin Anatomisi: Bursa Üzerine

    (1) "Söz uçar yazı kalır."(Latin Atasözü) Çoğu zaman yazı yazma sürecine girdiğimde aklıma Aziz Nesin geliyor. Usta "hangi ortamda yazarsınız" sorusuna "Bu ortam, yazacağım yazı türüne göre değişir" diyor ve ekliyor: " Çok ciddi bir yazı yazacaksam odamın kapısını ve pencerelerini sıkı sıkı kapatırım."...Bende de bir yazı konusu ortaya çıktıktan sonra biraz yürüyüş iyi gelir. Çünkü gözlem ve sokaklar insana iyi fikir verir.Feridun Andaç'ın bu latin darbımeseli ile aynı başlıkta bir kitabı vardı. Yazar ve şairlerle söyleşiler içeriyor. Yazarların yazım süreçleri farklı mutlaka. Sessiz bir ortamda üretime odaklanmak gerekir. Aziz Nesin gibi müzikle de odaklanabilir farklı ortamlarda da yaratılabilir ama yalnızlık mutlaka şart: Yazar yalnızlığı denilen...Gezerken yazı yazamazsınız ama bana iyi fikir veriyor. Tek eksiğim var: Aşırı unutkanlık. Ne yaptımsa halledemediğim. Yaşlanıyorum... Artık fotoğraf makinesi yanımızda. Cep telefonunu alırken "nasıl olsun" diyen satıcıya basit olsun fotoğraf çekeyim müzik dinleyebileyim yeter demiştim. Üniversite yıllarında walkman elimden düşmezdi şimdi bu aletlerle her şey mümkün.. Ötekilerin pabucu dama atıldı. Herkesin elinin altında vizör var...İstediği görüntüyü cebinde taşıdığı bu aletle ölümsüzleştirebiliyor (Oysa biz bir kamerayı tutmak için 4 yılımızı vermiştik)...Şimdi çektiklerime bakıp bakıp yazdığım oluyor... Roland Barthes, "Şehirler bir yazıdır, gezenler ise bir okur."Bursa sokaklarında zaman zaman geziyorum, dönüp dolaşıp aynı yerlerde... İnsan alıştığı yerlerden kolay kopmuyor, kopamıyor. Ne kadar uzaklaşabilirsiniz neyi bırakabilirsiniz... Can Yücel ne diyordu . Değil bu şehirden gitmek, İki sokak öteye taşınamıyorum. Alıp götürsem gelmez ki… Öyle ama sahip olduğum aman aman hiçbir şey yok halbuki. Aristo bir şehir orada yaşayana güven ve mutluluk sunsun yeter diyor. Ya Hasan Hüseyin. Şöyle diyordu şiirinde: Bu kenti sevdim dedim Benim olsun demedim ki Sevdim dedimse akşam kızıllığını Gönlüm gibi akıp giden şu çayı Şu ormanı şu denizi şu dağı Benim olsun demedim ki Vuruldumsa gözlerinin gül bahçesine Yürek çizen şimşeklerse kaçamak bakışları İşte buna sevmek derler dedimse Aynı şeyler mi? İnsan gerçek varolan güzellikleri aramaz onların yansıtmış olduğu soyut ama öznel olan güzellikleri arar o yüzden bir kentte olan ne varsa insanda şiirle yazıyla sanatla yaşar...Ünlü yontucu (Rodin), bir insanın ruhunu okumak için yüzüne bakmak yeterli demiş. Yeter mi gerçekten...M. Şerif Onaran da. "Bir kentin ruhu varsa, o kenti şiirinde, yazısında yeniden kuran edebiyatçılar olduğu için vardır." diyordu. His meselesi; sanatçı öyle kolay hissedebiliyorsa öyledir demek ki... Ya bir kentin onun yüzü yok mu peki! İlk bakışla okunacak bir yüzü...Nazım Usta demiyor muydu "iki şey vardır ancak ölümle unutulur anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü." Nereden buraya geldim...Bursa'da doğdum Bursa'da büyüdüm ve belki de bu kentte öleceğim. Bir kentin merkezi daima o kentin kalbidir diyordu bir yerde...Öyleyse ben bu şehrin en önemli, telafisi olmayan bir organında yaşadım. Bazen Attila İlhan'ın, Can Yücel'in belki birçok insanın onlar gibi kendine yönelttiği soruya karşılık arıyorum: Bu kentten kaçıp gitmek istiyor muyum, burayı seviyor muydum? " Bazen anam araya girer "Daha iyi yer mi bulacaksın"diye. Ona göre yer, O "yer" diyor. Çünkü onun benim gibi bakmadığını biliyorum ama zaman zaman onun da sitem ettiğini biliyorum. O zaman buna karşılık aklıma hep şu replik geliveriyor: "İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz bilirizki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası Dünya'nın en güzel yeridir. Ama Dünya'nın en güzel yerini sevmezsen, orası Dünya'nın en güzel yeri değildir." Diderot, "Bedeni üldürenden değil ruhu öldürenden korkunuz." demiş Aristo, "Ruhun güzelliği bedenin güzelliği kadar çabuk görünmez." Biz görmüşüz bir kere. Bir uygarlık başka bir uygarlıkça yokedilmek tehdidiyle karşı karşıya.. Nietzsche'nin büyük sözlerinden... Demiryolu grevcilerine hitaben "Bir uygarlığın imha edilmesine karşı mücadele ediyorsunuz" diyordu Pierre Bourdieu. Çünkü toplum hakkında kanaatlar eylemlerle dile gelebilir. Herkes bu kültürel yozlaşmaya karşı eleştirel bir tavır gösterebilmelidir.... Basit değil. Binlerce yıllık tarihten, bir geçmişten, kültürel birikimden söz etmek istiyorum, ilk yerleşimlerin kurulmasından ve yazının bulunuşundan bu yana yazılan binlerce yıllık bir tarihten...Bursa'dan söz etmek istiyorum.. (2) Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar; Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed; Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed, Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr; Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr; (Tevfik Fikret) Aldous Huxley, “Cesur Yeni Dünya” adlı romanda bir distopya (olumsuz ütopya) tasarlar. Romanda gelecekte her şeyin alınıp satıldığı insanların tüketim kölesine dönüştürüldüğü toplum yapısını anlatır. Makineler gibi insanlarında programlandığı bir toplum tasavvuru. Yöneticilerin kölelere köleliklerini sevdirdikleri ve itaatkarlığa zor kullanmadan boyun eğdirdikleri geleceğe dair bir toplum yapısı. Roman 1932 de kaleme alınmıştı. Günümüzden 500 yıl sonrasını tasavvur eden bir kehanetti. Çok değil.2000'li yıllarda yaşıyoruz. Peki farklı mı? "Kitleleri kırlardan nefret etmeye şartlandırıyoruz, aynı zamanda onları sevmeye şartlandırıyoruz. Tüm doğa sporlarının gelişmiş aletlerle yapılmasını sağlıyoruz. Böylece hem endüstriyel ürünler, hem de ulaşım tüketiyorlar." diyor romanda...Her şey gibi doğa da metalaştırılmıştır. Francis Bacon, "Bilgi güçtür" diyeli yine neredeyse 500 yıl geçmiş.Binlerce yıllık tarihten bir geçmişten, kültürel birikimden sonra günümüzde varolduğumuz ve yaşadığımız süreç Post Modern Toplum olarak adlandırılıyor. Yani bilgi ve uzay çağı. Artık mağara resimlerinden ve atların hızıyla yetindiği zamandan çok farklı bir dünyadayız. Ahmet Hamdi Tanpınar "Hiç kimse değişime karşı değildir, yeter ki ucu kendisine dokunmasın."der. İnsan "hız" kavramının etkisinde bilginin kontrolünü kaybetmiş halde. Her şey çok çabuk değişiyor.İnsanlar bilgiye her zaman önem vermişlerdi. Eski toplumlar bilgeliği her zaman el üstünde tuttular. Günümüzde krallardan çok filozofların adlarını biliriz. Hatta hristiyanlık ona yücelik atfetti kutsallaştırdı tabi dinsel bilgelik olarak: Hagia Sophia (Aya Sofya) gibi anıtlaştırdı. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir diyordu Heraklitos. Çünkü değişmeyen dogmalara karşı toplumu hızla dönüştüren bilimsel fikirler yanyana savaşım veriyor. Yani "Fikirlerin çatışması değişimin başlangıdır." Emre Kongar'ın bir kitabında yazıyordu sanırım "Üniversite Üzerine..." idi adı... "Görülmeye ve duyulmaya değmeyen gerçeklere karşı 'gözlerini kapamak ve kulaklarını tıkamak' kesin inançlının özel bir yeteneğidir ve bu onun eşsiz cesaret ve azminin kaynağıdır."diyen ve en liberal tezler ileri süren sivil toplumun sözcülüğünü yapan Eric Hoffler, "Tarihte büyük eser yaratan kişiler, hep büyük şehirlerde ortaya çıkmışlardı. Yaratıcı kişiler köyde, ormanda, kırda, dağ başlarında ortaya çıkmıyorlardı. Nasıl çıksın ki, yabancı şeylerin hoş karşılanmadığı ortamda ne yaratılabilir ki? İnsan şehirde insanlığını bulmuştur. Şehir olmaksızın insan da bir şey değildir. Ancak ne var ki insanı kokuşturan, dejenere eden de şehirdir. Eğer biz şehirlerimizi yaşayabilir ve yaşanabilir durumda devam ettiremezsek bazı büyük ulusların ölümünü görebiliriz" diyordu. Tarihçi Henri Pirenne'e göreyse sivil toplum dediğimiz sadece idari siyasal değil dinsel otoritenin üzerine inşa ediliyordu. (Ortaçağ Kentleri). Bu kitapta Pirenne: "Gerçekten, 6.Yy'ın başlangıcından itibaren civitas sözcüğü, piskoposluğun merkezi anlamını kazanmıştır. Kilise, temelinin dayandığı imparatorluktan sonra varlığını sürdürürken, Roma kentlerinin varlığının korunmasına büyük ölçüde katkıda bulunmuştur. Her kent çevresindeki kutsal alanın pazarı, o yöredeki büyük toprak sahiplerinin kışlık barınağı ve uygun bir yerde kurulmuşsa , Akdeniz kıyılarına yakınlığı oranında gelişmiş bir ticaret merkeziydi." demektedir. Peki farklı mı? Yazıdan sonraki zaman dilimi günümüzden 5 bin yıl önceki upuzun evredir. Öncekinin ise milyonlarca yıl sürdüğü tahmin ediliyor. İnsanın bırakalım alet edevat yapmasını bir taşı yontabilecek aşamaya geçmesi bile binlerce yıla tekabül ediyor.Yazının icadıyla tarihli dönemler başlamıştır: Sırasıyla antik dönem, Paleolitik Çağ (Eski -Yontma- Taş), Neolitik Çağ (Yeni -Cilalı- Taş), Kalkolitik Çağ (Bakır Taş), Tunç Çağı ve Demir Çağı'dır. Neolitik devir yani taş döneminin son evresi "neolitik devrim" olarak adlandırılıyordu. Bakır madeninin bilhassa tunç ve demirin keşfi gelişme sürecini hızlandırmış yazının başlattığı kültürel gelişme ilk uygarlıkların ortaya çıkışını sağlamıştır. Kağıdın bulunması ve matbaanın icadı ise endüstriyel devrimden Yazılı tarih insanın bedensel evriminden kültürel evrime tam olarak geçtiği zamanı (çağ) kapsar.Yani kültürel devrelerden her biri bir taşa şekil verip onu kullanmakla eşdeğer. Avcılık ve besi toplayıcılığı insana ilişkin bildiğimiz tek ekonomik etkinliktir. Ya kentleşmeye ilişkin olan kültürel evrim... Saydığım bütün evreler taşın, sonra madenlerin işlenmesinden ibaret. İklimlerin ısınması hayvanların evcilleştirilmesi kültürel gelişmenin birer halkasıydı. Mağaralarda barınan yüksek tepe güvenli kayalıklarda ev kuran insanın düzlük yerlere inmesi için binlerce yıl geçmesi gerekti. Çünkü insanın yaşaması için aşağılar hiç tekin değildi. Soğuk ve zor söz konusu idi. Peki farklı mı? Sanırım Coğrafyanın insan karakterini tayin ettiğine ilişkin değerlendirme İbn Haldun'a aitti. Napolyon’un da benzer bir sözü vardır:“Coğrafya ülkelerin kaderini belirler!” şeklinde. "Tek korktuğum düşman doğadır." demesi de bu sözleri iklim ve yer şartlarından başarısız olduğu bir seferden sonra sarfettiğini düşündürüyor. Kısaca özetlersek, o upuzun zaman dilimi olan paleolitik çağda insanlar henüz binlerce yıllık bilgi ve kültürel birikimden yoksun olarak mağaralarda yaşamak ve avcılık toplayıcılıkla yetinmek zorundaydı Bir sonraki neolitik çağda ise köyler kurup üretime geçebildiler... Kalkolitik dönemde üretimde uzmanlaşıp toplumsal gelişmelerle tanıştılar. Tunç çağı ise ilerlemenin başlangıç noktası oldu Karmaşık toplumsal yapılara ulaşması bu sayede oldu. İnsanlığın ilerlemesinin doruk noktası ise demir çağının başlamasıdır. Jean-Jacques Rousseau, "Kentiyapılar oluşturur, ancak bu yapıları yapan yurttaşlardır" demiyor muydu. Yaşadığım kent Bursa bu insanlık gelişim evrelerinde hangi aşamalardan geçmişti, Bursa'nın tarihi nerede başlıyor ve hangi izlerde yaşıyor ve şimdi bu izler (buluntular) ne hallerdedir? Buna yanıt arıyordum... (3) Taşlar değil, yapılan işler anıtları meydana getirir. (J.T.Motley) Maddeye yaratıcı gibi yaklaşmak sanatı özgür kılmakla mümkün...Sanırım yine Emre Kongar'a ait ifadeydi. Üniversite okuduğum yıllardaki bir kitaptan..O yıllarda yakın bir komşumuz vardı Adam benim de doğduğum aynı kenar bir mahalleden çıkıyor NASA'da çalışıyor. Yerel gazetelerden birinde röportajı çıkıyor. "Bilim adamı olmaya nasıl karar verdiniz?" diye sormuşlar. Not almışım şöyle diyordu: Bilim adamı olmaya yönlenmem, üniversite okuduğum ortamın getirdiği bir sonuçtur. Yoksa hiç kimse bilim adamı olacak diye dünyaya gelmez". Oysa çağdaş insan değerlerini insan onuruna saygı sevgiyi eğitimde eşitlik, özgürlük, üretken ve yapıcı tartışma ortamını savunan insanları toplum olarak anlayabildik mi, Server Tanilli gibi bir aydının çektiği acıları unutmak mümkün mü? İşte Mir İşte Uluslararası Uzay Üssü... Binlerce yıl mağaralarda yaşayan insanlık bilmediği yerlere ulaşma cesareti gösterebilir miydi adım bile atamazdı herhalde. Günümüzde bu cesareti gösteren bilim insanları belki de milyonlarca yıl sonra yeryüzü dışında da yaşam ortamı yaratmayı başardılar. Binlerce yıl sonra insanın en temel gereksinimi sayılan barınma sorunu tam olarak çözülmemişken günümüzde bazı araştırmacılar kentlere ilişkin olarak "küresel köy" ifadesini kullanıyorlar. Onlara göre ulus, devlet gibi kavramlar yerine zihinsel ve mekansal dönüşüm merkezleri olarak kentler ön plana çıkmaktadır. H.Spenser de gibi bireyci, işlevsel ve salt ekonomik açıdan ele alınan kentleşme olgusu halbuki M.Faucault'un deyişiyle "biyo-iktidar" yoluyla yani iletişim ve bilgi ağlarıyla kontrol edilebilir hale geliyordu. El oğlu uzaylarda yaşam alanları yaratmışken... Bir şeyin tabu olması için anlaşılması değil anlaşılmaması şarttır diyordu Kemal Tahir. Karl Marx da, "Görünen gerçek olsaydı bilimlere gerek kalmazdı." Eğer bilgi olmasaydı artık yapay uydular nasıl gerçek olabilirdi. Tarihçi Fernand Braudel Uygarlıkların Grameri isimli bir kitap yazar ve şöyle der: "Yollar neredeyse şehirler oradadır." Ne yazık ki bir uygarlık gelişim ölçüsü olan nesneler bizde hala salt bir politika malzemesi sayılabiliyor. Düne kadar karşı çıktıkları olguları bugün büyük bir iştahla savunabiliyorlar... Düşünmeden, acımadan, utanmadan yüksek kaleler kurmuşlar dört yanıma. Umutsuzluk içinde böyle hep bir şey düşünmez oldum alınyazımdan başka. Dışarıda görülecek bir sürü işim vardı ben nasıl sezmedim kaleler kuruldu da. Ses seda işitmedim çalışan işçilerden habersiz kapadılar beni dünyanın dışına. Böyle sesleniyor C.Kavafis. Yüksek yüksek tepelerden kaya ve ağaç oyuklarından düzlüklere inip yerleşik yaşama geçen insanlık neden yeni baştan etrafına duvar ördükleri kaleler, şehirler kurdu. İklimler değişip yeni bitkiler, yeni hayvanlar, yeni eşyalar, yeni evler ortaya çıktıkça insanlık doğaya daha kolay uyum sağlayıp kontrol altına alma olanağına kavuştu. Ama kendi çevresine de duvarlar örmeye başladı. Yaklaşık 20 büyük uygarlığa beşik olan Anadolu için; Anadolu mozayiği deyimini kullanıyor Veli Sevin de (Anadolu Arkeolojisi). Coğrafyası farklı , doğal kaynakları farklı uygarlıklar inşa ede ede bugünlere ulaşmış renkli bir tablodur Anadolu... Ne yazık ki altını bulup işleyen ve parayı icat eden coğrafyada da bununla birlikte büyük kale kentler (sitadel), zengin ticari koloniler, bey sarayları kuran insanlar süs eşyalarını ve silahları da keşfetmişti... Halil inalcık (Devleti Aliye) Bursa'nın 15 ve 16. yy da Ortadoğu'nun en önemli ticaret ve sanayi merkezlerinden biri olduğunu belirtiyor (S.268) Ancak ipekli dokumacılık gelişmesine rağmen bunu sürdüremediğini belirtiyor: Geçmiş zamanlardan kalan aydınlık İpek gecelerine iner sel gibi. Yıldızların koynunda erir aydınlık Yeşil rengi bir darbımesel gibi. İlhan Geçer'in bu şiirinde kalan mısra şimdi: İpek ve yeşil...Her ikisini de çoktan unuttuk halbuki. İki vefalı dost gibi terkettiler bizi. Gelelim ipek tenli yeşil dokulu Bursa'ma. Nerede... Uygarlıklar mozayiğinin zümrüt yeşil coğrafyası. Yaşamsal izler, ilk gerçek buluntular Bursa'dan çok uzakta ve geç neolitik çağa aitlerdi. İznik Gölü batı kenarında Ilıpınar höyüğünde ve Yenişehir ovası Menteşehöyükte yapılan kazılar 8 bin yıl öncesine işaret ediyordu. Göçebe çiftçi ve yerli balıkçı kültürlerini belgeleyen izlerdi bunlar. Her biri bir su kenarında deniz kıyısına yakın kurulmuşlardı. Basit, sade... Hitit beyleri, Frig (Phryg),Urartu ve Lidya krallıkları kurulmuş sırayla. Antik çağların merkezi devletleri de kimi zaman dost kimi zaman istilacı olmuşlar birbirlerine sonrakiler gibi. Antik çağın bitimi Yunan kolonilerinin ve göçmen kavimlerin (Bithynia) )dağılması ve dinsel çatışmaların üzerine kurulan Roma-Bizans devleti ile kapanıyor. Osmanlı beylerinin ılgar boylarının kuvvetiyle kurduğu Osmanlı Devleti tarih sahnesinde yerini alıyor... bizanslı bir duvar osmanlı bir çınar dağların etekleri tutuşmuş yanar ha yanar sebillerde su ocaklarda kül say ki bir yürektir yarası derin kanar ha kanar Hüseyin Yurttaş "Bursa düşleri"nde geçmişin izlerini arıyor. Her şiirde olduğu gibi şaire hem daüssıla hem hüzün veriyor bugünkü Bursa... Bursa'da iki nitelik iç içe geçmişti. Biri uzun zaman bir beylik merkezi olarak öbürü dinsel, söylencesel ve mistik olarak yönetsel ve mekansal özellikleri iç içe barındırıyordu. Tıpkı antik dönem höyüklerinde olduğu gibi o nedenle Bursa'da da bugün geçmişinin izlerinde bu kültürlerin yaratımları iç içe yaşar. Bir köşede bir Yunan sunağı öte yanda Bitinya mezarı Bizans'a ait bir kilise ve sur Osmanlı yapısı cami ve türbe hep beraberdir. Tabii günümüzün kah beton ve camdan yapılarıyla kah sonradan görme taşlarla asıl kimliği iğdiş edilip de birbirine karışarak... Eskiden tüccarlar ve soylu sınıflar kentin merkezinde yaşarmış şimdi tersi. Aklıma Balibey geliyor, bu yüzden şu repliği hiç unutmam. Belphégor'un Hayaleti'nde dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Louvre Sarayı'nın Mısır uygarlığı galerisinin girişine yapılan cam piramitten geçerken şöyle diyordu Müfettiş Verlac (Michel Serrault) : "Buraya ne yapmışlar böyle Disneyland gibi olmuş Birgün burası Amerika gibi olacak."O yüzden (Cafeler- AVM'ler dikerek üstelik) yıkım ve sürgünler (yani gentrifikasyon) sur diplerindeki kent yoksullarına yazgı olmamalı. Elbette tarihsel mekanlar ile barınma hakkı ikisi de korunabilirlerdi. Tarihçiler her taşın bir ruhu vardır der. Ve surlar... Surlar boyunca yürürseniz siz de göreceksiniz... Eski Bursa'nın hallerini... Düşünmeden, acımadan, utanmadan kocaman yüksek duvarlar ördüler dört yanıma. Ve şimdi oturuyorum böyle yoksun her umuttan. Beynimi kemiriyor bu yazgı, hep bu var aklımda; oysa yapacak bunca şey vardı dışarda. Ah, önceden farketmedim örülürken duvarlar. Ama ne duvarcının gürültüsü, ne başka ses. Sezdirmeden, beni dünyanın dışında bıraktılar. (Constantino Kavafis) TAMER UYSAL

  • İlgisiz Bilgililer, Bilgisiz İlgililer…

    “Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir.” Yukarıdaki söz Celal Yalınız’a ait. Celal Yalınız nam ı diğer “Sakallı Celal” halk filozofu diye bilinir. Diyalektik tanığı insanlar bilir. Yaşamı boyunca hiç kitap yazmamıştır ancak birçok deyişi en duayen muhabbetlerin vazgeçilmez sözlerindendir. Benzetmek ne kadar doğru olur bilmem ama kinik filozof Diyojen’e (Diogenes) benzetirim ve her ikisini de çok severim. Araştırmacı Yazar Orhan Karaveli hakkında bir kitap yazmıştır: “Bir Bilinmeyen Ünlü’nün Yaşam Öyküsü: Sakallı Celal” … Yıllarca kentleşme konusunda da Mübeccel Kıray, Ruşen Keleş, İlhan Tekeli ve yabancı kaynakları (David Harvey, Henri Levebvre, Lewis Mumford vs.) okudum, okurum. Herhangi bir konuda kitap türünde belli referanslar dışında pek ayrım yapmıyorum. Bilgi hazneme değer katacak her şeyi okurum. Zaman zaman da kendi adıma kentleşme konusunu kaleme alıyorum. Limbus için (Cennet Cehennem arası, Cehennemin başı) şöyle der Dante Alighieri: “Ama şunu bilmelisin ki, bunlara gelinceye dek, hiçbir insan ruhu kurtarılmış değildir.” Dante Allegri'nin bunlara gelinceye dekten kastı “ilahi Komedya”sında saydıkları bu güzel sözü söyleyen Sokrates’ten, öğrencilerinden Platon, Aristo) ve sofistlerden bazıları, bunlardan sözederek, “Sen ki, bilime ve her sanata şeref veriyorsun, söyle bana diğerlerinden ayrı bulundurulacak kadar şan ve şeref sahibi olan bu ruhlar kimlerdir?” (Oda Yayınları, 7.Basım, s.18) demişti. Onların iyi birer yurttaş olmaları yanı sıra insanlık adına kattıkları büyük değerler vardı çünkü. Değil mi ki kentlilik bilinci ve iyi bir yurttaş olmanın gereği yaşadığınız çevreye değer vermektir. Ve bu konuda bilinçli birer yurttaş olarak hayatı, yaşadığımız çevreyi ve koşulları sorgulamak da gerekti. Hasan Ertürk ile Neslihan Sam’ın birlikte yayınladıkları “Kent Ekonomisi” kitabı bu alanda okuduğum en değerli kaynaklardan birisi. Yıllar önce bu kitabı alırken de uzun yıllar tanış olduğumuz kitabevi sahibi bayan ”o ders kitabı ama” demişti bana "olsun" demiştim. Kitapta Hasan Hoca kenti, sosyal, kültürel ve ticari faaliyetlerin yoğun olduğu yer diye tanımlamış. Kent adına yapılanları bu tür akademik kaynaklarla karşılaştırarak değerlendirmeye çalışıyorum. Bu pazar da özellikle havanın güzelliğini fırsat bilip annemin rahatsızlığına iyi gelir ümidiyle kendimizi dışarı attık. Bursa’da olduğumuz zaman Altıparmak’ta bir büfenin önüne konmuş banklarda oturuyoruz. Adı halk arasında “Arap Parkı” diye bilinir. Körfez ülkelerindeki savaştan önce gelip Bursa’da ev kiralayan Arapların sevdikleri bir yer olmasından dolayı adı böyle kalmıştı. (Yıllar yıllar önce ise burada şimdiki banka şubesinin olduğu yerde bir kahvehane ve bir akaryakıt istasyonu bulunuyordu.) Annem kalabalığı ve konuşmayı seven bir insandır. Oradan da Kültür Park'a geçmeye karar verdik. Pazar günü tahmin ettiğimiz gibi park hıncahınç kalabalıktı. Tatili ve güzel havayı fırsat bilen parka gelmişti. Süs erikleri, yalancı manolyalar çiçeklerini pembe pembe açmıştı. Kırmızı, eflatun, sarı, beyaz, fare kulakları, şeytan arabaları, hindibalar, ballıbabalarlarla beraber insanlar da yemyeşil çimenliklere yayılmışlardı. Güzellikler ve çirkinlikler aynı tabloda: Koşuşturan çocuklar fotoğraf çekilenler vs. Parkta dikkatimi çeken ilk şey kalabalık dışında araç yoğunluğu oldu. Bu kadar çocuk ve dolaştırılan sahipli hayvanlar arasında yadırgadım. Yayalara parkı ücretsiz yapan belediye girişlerde her araçtan ücret keserek bu dolaşımı teşvik etmiyor muydu?”. Park dışı trafik ise felaket. Her geçen gün kalabalık ve kentiçi trafik giderek yoğunlaşıyor. Park olma şansını yitirmiş AVM dolu meydanlar, gereksiz ya da boş yere kentsel dönüşüm adı altında yıkılarak yeniden inşa edilen ve gökyüzüne yükselen devasa yapılar... Bursa’da son yıllarda gereksiz gördüğüm projelerin yanı sıra bunu göç ile plansız kentleşme, sonuçta sosyal ve ekonomik koşulların tetiklediği bir manzara olarak görüyorum. Çocuklara, engellilere ve yaşlılara hitap etmeyen bir kentte “kentlilik bilinci’nden sözedilebilir mi?” Hani nerede oyun alanları, bisiklet parkurları, koşu pistleri vs. Yaşlı Anamın halini göze alarak yaşlı birinin yorulup oturabileceği banklar… Belediye o kadar ekstrem konularla ilgileniyor ki mesela “Süt Emzirme Kabinleri”. Sanırsınız belediyeler Avrupa’nın en çağdaş şehirlerinden biri yapmak için her şeyi yapıyor. Büyükşehir’in (Bursa’da) belli başlı icraatları; Olimpik Stadyum, Skypark, skatepark vs … Bursa’yı iyi bildiğini zanneden yıllarca Basın biriminde görev yapmış yazmış çizmiş ve bizzat açılışlarda Belediye Başkanına kurdele kesmek için tepside makas tutmuş bir karakter olarak (FSM Bulvarı, Doğu Batı Yakın Çevre Yolu, Zoo Park, Zafer Plaza, Şehir kütüphanesi anımsadıklarım ki FSM Bulvarı 1998’de ilk görev aldığım açılış töreni idi) Bursa’daki olumlu olumsuz değişmeleri yakından takip edip değerlendirebiliyorum da… Bursa’daki kitap fuarı düzenlenen yer misal görev aldığım dönemde yapılmıştır. Yeşil kuşak oluşturmak amacıyla yapılıp bugün Bursa’lıların nefes almasını sağlayan ender köşelerden Botanik park projesi de öyle… Sonra Bursa’ya yapılan gelmiş geçmiş en önemli yatırım (bana göre sosyal projedir) Bursaray adı verilen hafif raylı sistem de öyle. Ve bir sürü otopark… O günlerden bu güne bu anlamda ciddi yatırım yok. Saydığımız ekstrem yatırımlar dışında… Bana kalırsa hepsi “beyaz film sendromu” yani hastalığı ölü doğmuş kısır ve gereksiz yatırımlardır. Otopark sorunu bu trafik karmaşasında büyük sorun. Hasan Hoca da detaylarıyla benim hastalık dediğim diğer konularda da çözümler sunmuş. Dünya’dan örnekler göstererek (Örneğin Singapur’daki trafikte kart uygulaması, İngiltere’deki girişi yasaklı bölgeler uygulaması vergiler vs.) Ancak bizim belediyeler ne yapıyor yıllardır yasal olarak hukuk nezdinde mahkum edilmesine rağmen (Örneğin Mersin’de) Sokaklarda, caddelerde otopark yapan araçlardan para topluyor, Aynı şey mi? Araç kullanımını teşvik ediyor aslında: “Ayrıca yolların genişletilmesi, park yeri gibi tamamlayıcı yatırımlara talebi arttırırken, daha çok araç kullanımına da neden olabilmektedir.”diyor kitapta da (Güncellenmiş 3.Baskı, s. 239). Hatırlar mısınız bilmem eskiden tek plaka çift plaka vb uygulamalar yapılırdı trafikte. Bursa’ya ana arterlerden girişte büyük bir hava kirliliği ile karşılaşıyorsunuz. Kentin üstünde kabus gibi bir kirlilik, bir karanlık… 1950’lerden sonra Amerikancı liberal işbirlikçilerin siyasal karar alma süreçlerinde etkili olmasından bu yana Türkiye'de demiryollarının sökülerek karayollarının teşvik edilmesiyle birlikte reklamla da özendirilen otomobil sayısı ve akaryakıt bağımlılığı artmıştır. Oysa bunlar ülke ve toplum yararına kullanılması sınırlı ve planlı tutulması gereken araçlardı. Herkes köyüne sokağına yol istiyor diyerek bahane eden, topu topu o zamandan bu yana yapılan 30 km lik demiryolu ağıyla yetinen… Yapılanlar (sözde estetik adına) kaş yapayım derken göz çıkarmaktı. Günümüzde tarihi doğal güzellikleriyle her şeye rağmen en çok göç alan Bursa kaybedilmiş kentlerimizden birisidir. Ne yazık ki sorumlusu büyük ve metropol olmuş bir kentte hala kentlilik bilincine erişememiş yöneticilerle onları sorgulama niteliğine henüz erişememiş yapılanlarla yetinen bireylerdir. Uzun zamandır da izleyip görüyoruz. Ne demişti yine Sakallı Celal, başka bir sözünde o da yanlış mı? “Türkiye’de aydın geçinenler Doğu'ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar.” * TAMER UYSAL KİMDİR? 1965'de Bursa'da doğdu. İlk, orta, lise tahsilini Bursa'da yaptı. Çınar Lisesi'ni bitirdi. 1988 yılında Ege Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu şimdiki adıyla İletişim Fakültesi'nden mezun oldu. Uludağ Üniversitesi'nde çalıştı, liselerde öğretmenlik yaptı. Bursa Büyükşehir Belediyesi'nde Basın ve Halkla İlişkiler biriminde görev yaptı. Belediyedeki görevinden 2015'te baskılar ve siyasi uyuşmazlık gibi nedenlerden dolayı ayrılmak zorunda kaldı. Ayrıca Anadolu Üniversitesi İktisat Bölümü mezunudur. Türkiye çapında bazı dergilerde yayımlanmış, yazı ve şiirleriyle yayımlanmamış şiirleri vardır. Bursa'daki bazı yerel radyolarda (radyo mix, radyo press ...) 1995-2000 arası kültür-sanat ağırlıklı programlar yapan Uysal, Ticaret gazetesinde çeşitli konularda zaman zaman konuk yazar olarak yazılar kaleme aldı. Türkiye çapında yazı ve şiirleri; Aykırı Sanat, İmgelem, Yoğunluk, Amigra, Güney Kültür Sanat, Lacivert Sanat, Şehir Kültür Sanat, Öner Sanat, Olay vs. gibi basılı dergi ve gazetelerde yayımlandı. Bunun yanında birçok e-dergiye de metin vermekte.

  • ADA'dan Herkese Armağan

    -ADA 1.SAYI, KIŞ 2019- Zaman dediğin Arap atı, beş yıl olmuş basılı maviADA'ya ara verip Internet'e geçeli. Dokuz ay da dolmuş, ADA günlüklerinin tarihi başlayalı... Resim haline gelince ürkütücü ama maviADA, kürekler siya siya diyerek cankurtaransız bir denize açılalı tam 17 yıl olmuş. 2002 Kasım'ında ilk sayısıyla Şenol Yazıcı'nın rehberliğinde boy vermek cüretini göstermiş... Cahil cesaretiydi belki, belki de o yılların ülke kültür tarihimizde köprüden önceki son çıkış olduğunu görmenin dehşetiyle yüklenilen adrenalin... Bir deli cesaret işte... Haksız da değilmişiz, bü ülke tarihi son 17 yılı nasıl anar, totalde ne eder bilemeyiz ama çağdaş kültür yönünden bakarsak kültür vandalizmi olarak anılacak...Birileri için yüzyılın öcü, birileri için onarılmaz bir yıkım, birileri için yerelle evrenselin nihayet barışması ...ya da açılım olsa da adı, ne derseniz deyin, artık kitapsızların hükmü geçiyor, diplomalar tu kaka... İşte öyle günlerde Bursa'dan yeşeren cılız fidan kimsesizliğin uçurumundan KimseSİZ olup dev bir ağaca döndü. Bir araya gelen, gelmeyi bilen onca insanın harçlıklarından ayırdıkları sınırlı paralarla yükselen, bir devir ülke literatürüne adını yazdırmayı başaran, Yaşar Kemal'den, Cengiz Aytmatov'a, Zülfü Livaneli'den Can Dündar'a... ünlü ünsüz çok kişinin resmigeçitini düzenleyen maviADA yaşlandı... Destek verenlerin dermanı azaldı, yönetenlerin şevki kırıldı ve basılı dergiye ara verdi. Kültür sanatta yaşlanmak umur görmek, bilge olmak olabilir, ama bu başka iklimlerde ya da eski Türkiye'de öyleydi, 2014 zaten kitabın devrinin bittiğinin de ilan tarihi değil miydi? Kolay mı aşka ara vermek, kolay mı öldüm, örtün üstümü demek?... maviADA internetten müze oldu, tüm sayılarıyla, yeniden sayfalarını yazanlara açtı, sergi oldu... Tam beş yıldır , yayınladığı 3000'i geçkin yazıyla yazana çizene bir umut, mutlu bir gülümseme oldu. Sonra yeniden dellendi. 2019'da dergilerin esamesinin okunmadığı, çok uluslu yazar ve yayıcılarının tekelindeki yazın ve sanat dünyasında ADA ile boy gösterdi. İnadına kendi baharını yarattı. Kimin umurunda diyeceksiniz, demeyin... Orda yer alan yüzlerce yazarın çok umurundaydı. İlk yazıları yayınlananların sevinçlerini okyanus ötesinden bile hissedebilirsiniz. Uzun öykü, Kurtuluş destanı da değil elbet. Yaşandı ve yaşanıyor... Bu ülke ayrıntısıyla ve küçük şeyleriyle daha bir güzeldir, bakmayı bilirseniz. Aslolan yaşamaksa... Güzeldi. Emeğine değdi. Siz deyin o 17 yılın saflığına biz diyelim yıldönümünün onuruna az sayıda basıldığından çok az kişiye ulaşan ADA KIŞ 2019'u okurlarımıza armağan etmeyi düşündük. Basıp destek veren üyelerimize ulaştırmayı isterdik ama, iktidarın demesine göre yok, ama muhalefetin ve bakkal Mahmut'un demesine göre ekonomik kriz varmış. İyisi mi, isteyen istediğini yapsın, indirip. Biz evhamlı milletiz, böyle bakıp da veda busesi demeyin sakın, biz de o akıl ne gezer... İsteyen kahve köşelerinde zaman öldürebilir, isteyen bir türlü dirilemeyen turizmin sezon sonu kampanyalarına yazdan kalma menülere itiraz etmeden yalnızlık öldürmeye koşabilir. Bizim hayattan anladığımız buydu. Okumak ve düşünmek...bildiğimiz tek iş. Hele hep birlikte olursa... İmece türkülerin eşsiz tadını düşünün ve hayal edin... Birlikte okuyan, birlikte düşünen ve üreten bir ülke... Ondan zaten adımız, ütopyamız maviADA... Olursa... Olmazsa canımız sağolsun... Umalım seversiniz armağanımızı. Görüşürüz. -derginin tamamını indirmek için lütfen resme tıklayın- *

  • Işık Delileri

    Niçin maviADA? Hani derler ya; kararan gün, kararıp kalmaz... Karanlıktan yorulduk da ondan demek yetmez mi. Avuntu mu? Olsun, canın bittiği yerde, ruhun dirilmek için umuda ihtiyacı yok mu?.. Ondan değil midir dualar? ​ Allah kimselerin başına vermesin, o ruh haline girmeyin bir kez, baharları zemheri sanır, çakır güneşin altında ışık delisi olursunuz. O zaman en çok umuda ihtiyacınız vardır. Gerçeğiniz ne olursa olsun, umuda... Hem artık gerçek mi yaşadığınız, emin misiniz? ​ Biz çok zamandır Platon'un dediği gibi algılıyoruz: Nesneler ya da yaşadığınız değildir gerçek olan, onlar sanrıdır; asıl gerçek ideallerdir; ütopyadır. Onlar kolayına değişmez... Edebiyatın, sanatın asıl işlevi bu değil mi? İnsana umut yelkeni takmak, ÜTOPYALAR yaratmak. ​ Sahi biz ne sanıyorduk: Edebiyat güncel ideolojide taraf ve bir yanın borazanıdır, değil mi? Ya solcu ya sağcı ya dinci ya hemşerici ya partici ya mezhepçi... Bizden olanlar ne yapsa iyi, ötekiler tu kaka. Ehveni şer olan da rüzgara, modaya göre yelken açandı ancak...Popüler olanın dümen suyunda vira vira... ​ Boşuna inkar, hepimiz bir şey adına en azından bir devir öyleydik. ​ Vardığımız yer de sonuç da burda... Krallar çıplak, lafla peynir gemileri yürüyor. ​ Artık BİZ, SİZDEN değiliz, demeye karar verdik, bir tarafımız varsa o da İNSAN... Cürmümüz ne mi? Biz de başarırız demedik ki deneriz dedik. Herkes kullanmasa da akıl, vicdan, adalet duygusu vardır; ya uyanırsa... Ya göl maya tutarsa?.. ​ Büyük işler sizin olsun; bizim işimiz zemheride güneşi getirmek, yapamasak da hayal ettirmek... Var ya hani, gökyüzünü maviye boyayanlar; onlardanız işte... ​ Olamaz mı? ​ Denemeden anlaşılmaz. O şiiri bilir misiniz? ... İntiharına bir başkaldırıdır bahar, Çığlık çığlığa dalar kış denizlerine çiçek gemileri ve kırık kanatlı kuşlar… ​ Zalimin saltanatı var de, Hadi yeniden dene, Kardelene fısıldayan mı var: Altı üstü bir metre kar… ​ Bir çiçek ol buzun altında, Senin de Allah'ın var. Sapla kalbine hayatı ve aşkı, Çık! Üstü güneş, üstü bahar… ... ​ Akıl ya... Yazanın bahçesi bu kadarcık; onun kardeleni, bahar savaşçısı kitapları, düşünceleri, değil mi?.. Nereden bilsin, fukara? Ne oluyorsa? Güzel güzel yenilmeye alışmış, hatta teslim olmuş, tek derdi ayhali sancılarından muzdaripken, birden ateşli bir savaşçıya dönme hali ne oluyorsa? Bu şizofren med-cezir ne?.. Oysa çok basit: Karanlık çok uzadı, zemheri çok uzadı. Kedi anlamadı, biz de anlamadık, ama çok köşeye sıkıştırdık, oysa annen demişti, köşeye sıkışan kedi arslana döner... ​ Galiba buna EDEBİYAT diyorlar. Haksızlığa muhalif, mazluma kardeş olma haleti ruhiyesi... Şiir ve has edebiyat sihirli bir jargondur… diye söze başlasam diyorum, diyorum da mart kedisi gibi bir ayakkabı eskisi yiyeceğim de geliyor aklıma. Öyle ya, edebiyatın, sanatın zamanı mı? Tek bir güzellik gören mi var? Ya gözlerimiz bozuldu ya da ruhumuz… Dünyanın çivisi çıktı, derdi eskiler, daha da beteri var sanki. Kapıda bekliyor. ​ Varsa cesaretin aç bak... Böyle giderse yazın mayonu zor giyersin diyor içim. Niye mi? Her şeyi de diyeceksin... Dışarıdaki karı görmüyor musun? Ya mevsim ne? Hani avutan pastırma yazları... Edebiyat, sanat böyle zamanda yapılır mı? Siz, birkaç Don Kişot kalkın, cebinizdeki son birikimleri tüketerek iş, ekmek, gelecek kaygısı içinde boğulan, ama her biri on ekmek ederi yabancı sigaraları, dilini döndürüp de adını diyemediği içkileri içmekten, son model arabaları kullanmaktan vazgeçemeyen bu ülkede sanat yapın. ​ Gülerler buna… Ama başka yerden… Gene de umudu öldürme. Tarih hep örnektir. Bilmiyorsan baksana kardelene... 12.-13. Yüzyıl, Anadolu’nun, Moğol istilaları, iç kargaşalar, yerel isyanlarla delirdiği bir zamandır. Selçuklu yönetimi uyruğu Türkmenleri adam etmek için Moğollardan askeri yardım ister; hatırlarsınız vezir Sadettin Köpek’i... Yaşam kaygısı içindeki insanlar çaresiz, korku içindedir. Gariptir, en büyük mutasavvıflar, günümüze kadar hükmünü sürdüren kimi düşünür ve şairler de aynı dönemde ortaya çıkar, örneğin Yunus Emre bu çağdandır. 15. Yüzyılda Şeyh Bedrettin’i de yaratan Fetret devrinin karanlığı değil midir? Zor, aklı çalıştırır derler. Ondandır her karanlık GÜNEŞİ doğurur… ​ Olmuyorsa resmini yaparız, o da umuttur. ​ Seviyorsanız siz de gelin... Ama... Lütfen, hizmet beklemeden, aksine kendinize ve arkadaşlarınıza EMEK vermeye varsanız... Biliyorsunuz; SEVGİ EMEKTİR... ​ ​ maviADA Grup Adına Şenol Yazıcı

  • MUTLU YILLAR

    Adettendir, yılbaşı gelmeden muhasebe yapılır. Belki sorunları bitirip temiz bir sayfa açmak istenir de ondan. Biz de o dileklerle öyle yapalım. Biliyoruz, bu günlerde farklı farklı sayfalardan, kimi Güneş Ülkesi , kimi maviADA, kimi de Mavi Işık... olarak ortaya çıkışımızdan siz de yoruldunuz, biz de... Görüntüye bakarak mahkum etmeden , sabırla beklediğiniz için açıklama farz oldu. 12.000 kişilik sayfa üyelerimizden bu fetret devrinde sabırsızlanıp gidenlerin sayısı 500'ü bulmaz. Bu 500'ün içinde daha önce maviADA'nın dostluğunu görmüş, kitabını, etkinliğini tanıtmış, hatta onda yazarlık aşamasına gelmiş, ama bu gününde ortada gözükmeyen ya bize ilgisi azalmış ya da artık başka ilgileri oluşan, ama sonuçta beklediğimiz tavrı sergilemeyen bizim sildiğimiz kişiler de var. Yani kaybımız çok değil. Teşekkür ederiz. Aslında bizim seçimimiz ya da suçumuz değildi bu. Daha büyük ideal ve planlamayla başlamıştık. Bir WEB sayfası almış, daha üst hedefler koymuştuk. Ne var ki tam uygulama hazırlığındayken Facebook maviADA adımızı değiştirmeye bizi mecbur etti, maviIŞIK olduk. Sayfa sahibinin bir kişi adı olması gerektiğinde ısrar eden Facebook'u, dergilerin imece ortaklıklar olduğuna hala ikna edemedik. Her ne kadar web sayfamızdan yayın yapacaksak da duyurular için sosyal ağlara gereksinme olduğunu elbette görüyoruz. Ne var ki, yine bizim seçimimiz olan maviIŞIK güzel bir ad olsa da hem bize dayatılmasından hoşlanmadık, hem de maviADA üstünde olmaz göründü. Onu öylece bir anıMÜZEye çevirip yeni bir yapılanmaya gitmek o günün bakışında doğru gözükmüştü. Kabrini yapıp mezar taşını ondan koyduk. GÜNEŞ ÜLKESİni yapılandırdık. Radikal bir karardı, ama dediğimiz gibi FACEBOOK'un faşistçe bulduğumuz dayatmasını kabul edemezdik. Etmedik de ama bizim isyanımız güya da kaldı. Şimdi facebookla görüşüp çözmeye uğraşıyoruz. Bizi taklit eden adı maviADA olan çok sayfa var, onlara dokunmadılar, bizim kişi sayımızın çokluğu dikkatlerini çekmiş görünüyor, büyük bir işletme sanıyorlar. Galiba reklam ya da benzeri bir beklenti var. Yakında bir yoluyla kimi açılardan paralıya dönerse şaşmamalı. Ne var ki biz maviADA’yı terk etmişsek de o etmedi. Edebiyat, sanat tıpkı hayat gibi, tıpkı ülkeler gibi bir gelenek sürdürücüsüdür… Ha dediğinizde başka bir şeye dönüşemez, inkar ederek yeniyi kurgulayamazsınız. Bir kere GÜNEŞ ÜLKESİni üreten maviADAydı, kopmaz bağları vardı. Değişen biçimseldi, anlayış değil; 2002'den bugüne değin ne yaptıysa aynını yapacaktı: Yenilere okul olacak, yol gösterecekti. Arkasız, reklamsız olanlara olanaklarını sunacaktı. Çağdaş vizyonlu insandan başka bir taraf gütmeyecek, çok sesliliğe önem verecek, temel ilkelere uyan herkese ayrımsız açık olacaktı. Onun gözünde Nobel alanla hayatından bir resmi bir estetikle sunan aynı değerdeydi. Üstüne üstlük internet olanaklarıyla, sayfa para derdi gütmeden herkese göre bir yeri artık kolay bulabilirdi. Yani basılı maviADA'dan tek farkı biçimsel ve daha özgürlükçü tavrıydı. Ayrıca sizler, yani okurumuz, yazarımız yani 14 yılda kazanılan temel kitlemiz oradaydı. Ama kolay, yormayan pratik çözüm yolunu da henüz üretemedik. Bu sebeple de buluncaya değin iletişimi koparmadan sürdürmeyi seçtik. Olan buydu. Kusura bakmayın. Ümit ediyoruz, en kısa zamanda bulacağız. O zaman bizi aradığınızda tek bir sayfadan bulacaksınız. Birazcık daha sabır ve anlayış bekliyoruz. MUTLU YILLAR DİLERİZ. GÜZEL KALIN * Sorunlarımızın bir bölümünü şimdiden aştık. Üye olduğunuz sayfa Facebookça silinebilir, o durumda lütfen küsmeyin, kalabalık olan sayfalarımıza geçiniz. maviADA & GÜNEŞ ÜLKESİ

  • ADA Yeniden Doğdu

    Demiş ya Yunus; "Her dem yeni doğarız bizden kim usanası" Sonunda sözümüzü tutabildik. ADA'yı onca yıldan sonra basılı olarak da yayınladık. Yeniden başlıyoruz. Görmediniz mi hala? O zaman beklemeniz gerekecek. Belki dünyayı kurtarmış, sorunları çözmüş, ekonomiyi düzlüğe çıkarmış gibi... yapanların inandırıcılığı kalmadığından çok gürültü yapmadık, ama duyurmuş, İnternetten çağrımızı yapmıştık, ilgili durup adreslerini gönderenlere, armağan olarak postaladık, onlar görmüşlerdir. İlgiliyseniz azıcık bekleyin. Biliyorsunuz, katılım sayfalarımızda var, katılan yazarlar, çıkacak basılı dergide yer alacaklardı. Planlıyorduk geçen yıldan bu yana. ADA GÜNLÜKLERİ’ne katılan yazıların gündeme uyan, nitelikli olanlarını seçip dergi yapmayı düşünüyorduk. Birkaç kez duyurmamız, söz vermemize karşın bir türlü denk gelmedi. Nitelikli yazıları onurlandıracak, hem de yenilere de bir kapı açacaktık. Olmadı. Yanıtlanması gereken çok soru vardı. Önce yılda kaç kez olmalı...ya yanıt bulamadık, bir kez yeterli miydi? Ayrıca kağıt fiyatlarının böyle arttığı zamanda o kalınlıktaki bir seçkiyi nasıl finanse edecektik? Edinmek isteyen yazar, okur pahalı bulmayacak mıydı? Postanın bir mektuba 2 Lira aldığı yerde, salt gönderi maliyeti 5 -10 lirayı bulacak bir ürünü ne yapacaktık? İnsanlar yazılarım yayınlansın, dergi de adreslerine gelsin istiyordu ama konu elini taşın altına koymaya gelince farklı düşünüyordu. Ayrıca duyulunca katılmak isteyen yenilere nasıl yer açacaktık? Öte yandan yılda bir kez olacak dergi, unutulmayı nasıl aşacak, gündemi nasıl yakalayacaktı? En önemlisi yardım beklediğimiz Şenol Yazıcı çok sıcak bakmıyordu. "Yazar şair olmanın yolu dergilerden geçer, okur yaratırsın. Okuru olmayan yazar mı olur, kavimsiz peygamber gibi... Ama yer verip isim yaptığın da ilk seni gagalar, gelişen egosuyla. İnsan nankör, eti ağır, taşınmıyor," diyordu. Yanıtlar tatmin etmeyince de projemizi erteledik durduk. Bu kez gözümüzü kararttık. Bir yerden başlayalım, istim yolda gelir nasılsa, gereksinmelere göre biçimlenir, ona göre yol alırız dedik. Baktık ki katılım, ilgi fazla; sayfaları, çıkış sıklığını artırır, yeni katılımlara da açarız dergiyi, olmazsa azaltırız. Baktık ki yazarın okurun böyle bir beklentisi yok, yumurta küfesi değil ya, bırakırız diye düşündük. Kuşkusuz bu arada İnternette yayımlıyorsunuz zaten, dergiye ne gerek var, diyenler de çıkacaktır. Belki salt beni korkutan kara bir gelecek varsayımı: Gün gelecek kahvaltıda çayımızı içerken alıp da keyifle okuduğumuz gazeteler, dergiler olmayacak. Belki kitap diye de bir şey kalmayacak. Yazarlar gene olacak, küresel sermaye gene onların üzerinden para kazanmaya çalışacak, ama kitap, gazete gündemden kalkacak. Onun yerini parayı bastırıp üye olduğumuz kanallardan ya da internetten okuyacağımız gazeteler, dergiler, kitaplar alacak. Elbette istediğini dayatacak sana oku diye... Yani kara bir gelecek varsayımı… 2000'lerin başlarında doğanlar, yani teknolojiye mecbur yetişen yeni kuşak okuma ihtiyaçlarını zaten tabletlerden, cep telefonlarından ve bilgisayarlardan sağlarken, kağıt kokusunu seven biz milenyum öncesi yılların gençleri, eski alışkanlıklarımızdan vazgeçmemekte direniyoruz. Ama öteki yanı da var. Yazar şair olmak isteyen yeni kuşak da ancak kağıda kitaba geçerse yazısı mertebe kazandım sayıyor haklı olarak. Dost sohbetlerinde de gündeme geliyor, neden basılı yapmıyorsunuz da, yazı kağıtta olur da... yazar dediğin peygamberler gibidir, kitapsız olmaz da... İyi işte hepinizin, hepimizin istediği oldu. ADA önünüzde... Hadi bakalım ne kadar sahip çıkacak, ne kadar elinden tutacaksınız. Bu dergiyi yaparken en büyük desteği aldığımız, dergimizin adını da koyan, maviADA'nın eşsiz arşivini de bize açan Şenol Yazıcı, "imece dergiler arkaik dönemlerin ürünü, günümüzde imece yok ki, dergisi olsun, kendinize güvenin, kendinize göre bir şey yapın..." demişti. Doğru mu yanlış mı göreceğiz ama biz de öyle yaptık, nicelik olarak maviADA'nın yanında çok küçük duracak ama nitelik olarak onun ruhunu taşıyan, sıkıştırılmış yazılarla aslında büyük boyutlu bir dergi olan ADA'yı kucağımıza aldık... Zamanlama olarak da her mevsim başını hedefledik. Yazımız, paramız, moralimiz olursa yaparız, yeter ki sahip çıkın yazdığınıza, eserinize... Olmazsa siz sağ biz selamet... Biz de aynen sizin gibi hem gün boyu halimizden şikayet eder, ama değiştirmek için kılımızı bile kıpırdatmayız, hepsi o. Yani sahip çıkmadınız yazdığınıza, eserinize diye kıyamet kopmaz. ADA'da dergi mezarlığına eklenir. Öteki türlü olursa ayda bir de çıkar, 100 sayfa nitelikli yazıyla da çıkar, yeter ki isteyin. Meramımız bir işe yaramak. Olursa ne ala... Evet; internet hep elimizin altında, istediğimiz an istediğimiz her şeye hemen ulaşabiliyoruz. Tanıtım, bilgi için korkunç bir olanak. Ancak kağıt gibisi var mı? Basılı bir dergiyi beklemenin heyecanını yaşamak, okumayı elinde hissederek, kağıt kokusunu duyarak yapmak, bunun yanında yazmayı sevenleri ve yazmak isteyenleri yüreklendirmek gibi nedenlerle ayda ya da üç ayda bir çıkan dergilerin yarar sağlayacağına ve yaptığımızın bu anlamda da bir hizmet olduğunu düşünüyoruz. Tabii bu işi yaparken kaygılarımız da var. Hepimizin bildiği gibi ülkemizin ve doğal olarak insanımızın içinde olduğu ekonomik sıkıntı kaygılarımızdan biri. Çünkü yarının ne olacağını pek bilmiyoruz, bu da bizde yaptığımız işte verdiğimiz sözü tutabilir miyiz endişesi yaratmıyor değil. Bir başka endişemiz ise; okumaya karşı bunca olumsuz söylemin üst hükumet erkanınca seslendirildiği bir ülkede ve İnternet'in bunca yaygın olduğu edebiyat dünyasında ilgi nasıl olur? Sözü uzatmaya gerek yok, İnternet ve dijital çağın alıp yürüdüğü bir dönemde basılı dergi yapmanın zorluğunu elbette biliyoruz ve ne yazık ki zorumuza giden bu yargı doğru, ama bunu bilmeye karşın şu dünyada; bize ait, tanıdık, bildik fazla bir şey kalmayan bu ülkede, nefes alacak bir alan yaratmaya çalışmak amacımız. Yalnız olmadığımızı duyurmak, ötekini bulmak, gerekirse benzerini yaratmak... Hepimiz biliyoruz ki dergiler sosyal bir aidiyettir de, benzerlerini yaratır, yalnızlığa bir delik açar. Biz de bu işe kalkışırken giderek yabancılaştığımız yurdumuzda duyumsadığımız yalnızlığı kırmak ve BİZ olmak istedik. Benzerlerimizin de olduğu bir ada yaratmaktı derdimiz. Çünkü ADA Günlüklerine yazan ya da yazacak olan herkesin benzer biçimde kendini yalnız hissettiğini, paylaşacak insan bulamadığını, paylaşmadıkça da kendini bile unuttuğunu düşünüyoruz. Sonuçta insanız ve birbirimize benzeriz. Sizlerin de BİZ gibi olduğunuza inanıyoruz ve omuz vermenizi bekliyoruz. Yanıldık mı? Yoksa siz çoktan o şıklık ve zarafet yarışında olduğumuz günleri, kitap, sinema, siyaset konuştuğumuz; büyüğe saygı, küçüğe sevgi bildiğimiz, herkesin birbirine benzediği günleri çoktan unutmuş, komşusuna öteki diye bakan, atı alıp Üsküdar'ı geçenlerdenseniz, yok kardeşim, istemiyoruz, katkını da yazını da... Ne Arabın yüzü, ne Şamın şekeri... git kendi dünyanda (ne kendi dünyası, dünya sizin zaten) yaşa, beni de lütfen rahat bırak diyorsanız... Yani hal öyleyse sıkıntı yok, bir daha ADA'yı göremezsiniz olur biter. Marifet iltifata tabidir der ya büyüklerimiz. Hep hayalimdi, edebiyat fakültesinde okuduğum günlerden bu yana, ama olmadı, bu ilk. Acemi dergicinin mukaddimesi de böyle olur. Edebiyat yapmadan, sade, sahici... Ama sanırım meramımı anlattım. Maksat da o değil miydi? Yanlış anlamaların önüne geçmek için özetleyelim. ADA herkese açık, ama maviADA geleneğini, okuruna /yazarına okul olmayı, ADA GÜNLÜKLERİnde yer alan yazarları ve Sanat Edebiyat ustalarını temel olarak görüyor. Elbette bir iklimimiz ütopyalarımız, ülkülerimiz var, biz size farklılığınızdan dolayı saygı duyarız, ama siz de bu ADA'da yaşayanların size benzemeye mecbur olmadığını bilerek, saygı duyarsanız buyurun gelin. Size de yer açarız. *İnternet ADA Günlüklerinde ayrımsız herkes yer alır. Kitabınızı çalışmalarınızı tanıtabilirsiniz. ADA'da ise en iyi yazınız ancak yer alır, çünkü 100 sayfalık aşure çorbası değil bu, nitelikli olmazsa ne işi var ? Ortalık zaten öyle doldurma dergilerle dolu. Tanıtmak için dergi, kitap göndermek isteyenlere de adresimiz hazır: Posta Kutusu: 21 Kadıköy / İstanbul *İnternette ve dergide yer almanın yolu E-MAİL adreslerinizden geçiyor, sayfamıza girdiğinizde göreceksiniz, telefonu açtığınızda karşınıza çıkar. Facebookta sayfalarımız var. Olmadı buraya da yazalım. adamavi@gmail.com *Bir fiyatı yok çünkü ücretsiz, yazısı yayınlanan kişinin Kadıköy'e, ya da temsilcilerimizin olduğu Bursa'ya, Yalova'ya yolu düşerse dergisini alır, çay bile içer. Aksi durumda dergi ayağıma gelsin diyen gönlünden kopanlar ADA'ya omuz vermeli. Akıl da vicdan da bunu gerektirir herhalde. Bir sayfa reklama tonla para alınan bu piyasada biz bir sigara parasına itibar gösteriyoruz, aileden sayıyoruz. * Bu dayanışmada yer almak isteyen ya da zekatını bir kültür sanat edebiyat ortamının filizlenmesi için kullanmak isteyenlere posta çeki hesabımızı da verelim: 157 875 81 Bizi bilgilendirirseniz işimiz kolaylaşır. Son söz olarak, bana olmazı olur gösteren, yazma ve yapma cesaretimi artıran Şenol Yazıcı'ya, maviADA dergisine ve ilk çağrıma hemen olumlu yanıt vererek beni yüreklendiren yazar Fadime Y. Karoğlu'na, Aycan Aytore'ye, yüreklendirici bir yaklaşım sergileyerek ilk dergiyi isteyen Zeki Sarıhan'a ve daha birkaç kişiye sonsuz teşekkürler... Bana da dünya gerekmiyor hoş, bir ADA'ya kaç kişi sığar ki? Bahara görüşürüz.... diyecektim ama belli mi olur sizin tavrınız. Ola ki görüşemezsek mahşer de görüşürüz. Hadi sağlıkla kalın. * *ADA ruhunu daha iyi anlamak isterseniz, önceki dergilerin aşağıdaki manifestolarını okuyabilirsiniz

  • Geçti O Dans Günleri

    Geçti o dans günleri, gel Kulağına bir şarkı söyliyeyim Geçti o ipek atlas giyim; Bir taşa çömel, Sarınsın gövden Pis bir paçavrayı; Götürüyorum altın bir kapta Güneş'i ben. Gümüş bir çantaya koydum Ay'ı. Bir düzenbazsa eden seni en çok memnun Bir de soğuk bir kitabe Altında bir yerlerde bir tepe Gibi uyuyan çocuklarıysa onun Ne gelir ki elden? Şakıdım dosdoğru, oku bildiğin belayı; Götürüyorum altın bir kapta Güneş'i ben. Gümüş bir çantaya koydum Ay'ı. Günlerce bunu düşündüm. Bırakır öğleden sonra Numarasını bir kenara Bastonuna yaslanmış bir adam, Şakıyabilir, şakır da ayırt etmeden Yatırana dek yaşlıyı bakireyi. Götürüyorum altın bir kapta Güneş'i ben. Gümüş bir çantaya koydum Ay'ı. William Butler YEATS Çeviren: Osman TUĞLU William Butler YEATS 20. Yüzyılın önemli isimlerinden biri olan William Butler YEATS 13 Haziran 1865, 28 Ocak 1939 tarihleri arasında yaşamış İrlandalı oyun yazarı ve şairdir. Abbey Tiyatrosu'nun kurucularından biri olmasının ynında İrlanda edebiyatının rönesans sürecinin öncülerinden biridir.1923 yılında Nobel Edebiyat ödülünü almaya hak kazanmış İrlanda'nın bilinen lirik şairlerinden biridir. William Butler YEATS'ın ''Those Dancing Days Are Gone'' şiiri, Carla Bruni'nin 2007 yılında çıkardığı No Promises albümünde yer almıştır. Eserleri Şiir: 1886 Mosada 1889 The Wanderings of Oisin and Other Poems 1891 John Sherman and Dhoya 1892 The Countess Kathleen and Various Legends and Lyrics 1894 The Land of Heart's Desire 1895 Poems 1897 The Secret Rose 1899 The Wind Among the Reeds 1900 The Shadowy Waters 1902 Cathleen in Houlihan 1903 In the Seven Woods 1910 The Green Helmet and Other Poems 1912 The Cutting of an Agate 1913 Poems Written in Discouragement 1914 Responsibilities 1917 The Wild Swans at Coole 1921 Michael Robartes and the Dancer 1921 Four Plays for Dancers 1924 The Cat and the Moon 1927 October Blast 1928 The Tower 1929 The Winding Stair 1933 The Winding Stair and Other Poems 1934 Collected Plays 1935 A Full Moon in March 1938 New Poems Düz Yazı : 1888 Fairy and Folk Tales of the Irish Peasantry 1891 Representative Irish Tales 1892 Irish Faerie Tales 1893 The Celtic Twilight (Kelt Şafağı) 1907 Discoveries 1903 Ideas of Good and Evil 1916 Reveries Over Childhood and Youth 1918 Per Amica Silentia Lunae 1921 Four Years 1925 A Vision 1926 Estrangement 1926 Autobiographies

  • Romantik Bir Şair / William WORDSWORTH

    Bir Bulut Gibi Yalnız Dolaştım Bir bulut gibi yalnız dolaştım Vadiler, tepeler üzerinde süzülen, Ve bir kalabalıkla karşılaştım Bir sürü altın nergisle birden; Gölün kıyısında, ağaçların dibinde, Meltemle, kıpır kıpır dans eden. Saman yolunda göz kırpıp Işıldayan yıldızlar gibi, körfez Hattı boyunca uzayıp Gidiyorlardı bitimsiz, aralıksız. İlk bakışta sayıları on bin kadardı, Neşeyle sallanıp duruyorlardı. ''Şiir; güçlü duyguların doğaçlama akışıdır ve kaynağını o duygunun huzur içinde hatırlanmasından alır.” der ve ekler WORDSWORTH; ''Şiiri şairin duyguları oluşturur.'' İngiliz Edebiyatında Romantik akımın kurucularındandır. Hayallerin en önemli güç olduğuna inanan ve doğayı ilham kaynağı kabul eden şair Wordsworth'a göre insan hayatı üç bölümdür. Çocukluk: Her şeyin mükemmel olduğu dönem Ergenlik: Sahip olduğumuz en değerli şeyleri unuttuğumuz dönem Yaşlılık: Bir kriz dönemidir. Görüş yetimizde daralma olur. Bu dönemi geçiren bir şairin doğaya yönelimi artar. Görme yetisi doğayla bütünleşir. 7 Nisan 1770 yılında Birleşik Krallık'ta doğan William WORDSWORTH, yine Birleşik Krallık'ta 23 Nisan 1850 yılında ölmüştür. İngiliz Edebiyatının en tanınmış isimlerinden biridir. Eserlerinde doğa sevgisine ağırlık veren ve imgelerinde bolca kullanan WORDSWORTH, İngiltere'de romantizm akımının öncülerinden biri olarak bilinmektedir. Daffodils adıyla bilinen, asıl adı I Wandered Lonely as A Cloud olan şiirinde şair, papatyaları Sanayi Devrimindeki insanlara benzetir. William Wordsworth'un oldukça ses getiren, ününü sağlayan ve ölümünden sonra yayınlanan bir diğer eserinin adı Prelude'dür... Bu kitabı bir çeşit uzun otobiyografik şiirden oluşmaktadır. WORDSWORTH ve Coleridge şiirlerinden oluşan Lirik Baladlar, 1787 yılında yayınlanmıştır ve romantizmi İngiltere’de başlatan kitap olarak bilinmektedir. Yazar Fransız devriminden etkilenmiş ama daha sonra devrimin başvurduğu şiddet sebebiyle eleştirel mesafe oluşturmuştur. WORDSWORTH zaman içinde radikalizmden vazgeçmiş, Thomas Paine'in insan hakları anlayışını benimseyerek sosyal reformları savunmuştur. Sanayileşmenin hızla yayıldığı dönemde imgelerinde doğadan esinlenme yolunu seçmiştir. WORDSWORTH şiiri kibirli yaklaşımdan, gündelik yaşama ait olmayan dilden soymuştur... Halkın da kullandığı yalın bir dille şiirler yazan şair, şiirlerini yazarken Nazım Hikmet gibi halk şiirinden de yararlanmıştır. (1807) Ode, Ölümsüzlük İmaları'ndan Doğmamız uyumak ve unutmaktan başka nedir ki: Bizimle doğan Ruh Yıldızı hayatımızın, Başka bir yerde batar, Ve uzaklardan gelir: Ne büsbütün unutkan, Ne de büsbütün çıplak, Görkemli bulutların ardından geliriz biz, Yurdumuz olan Tanrı’dan: Çevremizde uzanır cennet, çocukluğumuzda! Zindanın gölgeleri sarar çevresini Büyüyen çocuğun Ama o Işığa ve onun kaynağına bakar, Onu sevincinde görür; Her gün biraz daha doğudan gelmesi gereken Genç, Doğanın Rahibidir hala, Ve o görkemli görüntü Ona yoldaşlık eder; Zamanla o parıltının azaldığını görür insan, Azalıp sıradan bir günün ışığına dönüştüğünü. DİĞER ESERLERİ Poems Dedicated to National İndependance and Liberty (Milli Bağımsızlığa ve Hürriyete Adanmış Şiirler, 1802-1816) The Excursion (Gezi, 1814) Peter Bell (1819) Memorials of a Tour on the Continent (Bir Avrupa Gezisinden Hatıralar, 1822) Derleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ

  • Evdeki / Yusuf ATILGAN

    Bugün karşı arsaya yığılı kalasları kaldırdılar. Kocaman kamyonlar onca kalası iki saat içinde aldı gitti. Hiç ayrılmadım pencereden. Annem bir iki kere “ne oturuyorsun, ortalık süpürülecek” dedi: aldırmadım. On yıl önceki arabayı düşündüm durdum. Okul dönüşü bu pencereden top oynayan çocuklara bakardım. “Kız, koca mı arıyorsun arada?” derdi annem, utanırdım. On yıl önce annemi de severdim. Hem böyle kasabanın insanlarından korkmazdım. Ben de onlar gibiydim. Erkeklerin yanında uslu uslu oturur, kadınların dedikodusunu dinlerdim. Okulu bitirdiğim yıl karşıya kalasları yığdılar. Arsa sesini yitirdi. Pencereden hep o kalasları gördüm yıllarca. Kışın üstlerine kar yağdı, yazın güneşte esmer esmer yandılar. Bugün kaldırdılar onları. Şimdi içimde bir umut var. Top oynamaya gelecek çocukları bekliyorum. Annem aşağıdan “Yemek hazır” diye bağırdı. – Acıkmadım daha. Bekleme sen, ye dedim. Sokağa bakıyorum. Tek tük geçenler var. Çoğu kadın. Yüzleri asık, adımları sert. Bir yerden kavgadan geliyorlar, ya da bir yere kavgaya gidiyorlar sanırsın… Kös kös yürüyorlar. Hepsi de kendine güvenen kişiler, belli. Kusur bağışlayacak göz yok bunlarda. Büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor. Şu tokmak gibi herif bizim sokakta oturan kasap değil mi? Öğle yemeğine geliyor olmalı. Kime bırakmış dükkânı? Yetişkin çırakları vardır. Ceketi yamalı bir adama, kemikli yerinden yarım kilo eti onlar yutturur şimdi. Bu adamlar namaz kılarlar mı acaba? Bir kadın geçiyor. Tanırım onu, evleri bize yakın. Kocası bir bankada çalışıyormuş. Kıpkırmızı boyanmış. Neler söylüyorlar onun için komşu kadınlar, ne kötü şeyler. İnanmıyorum onlara. Hep birbirini çekiştirirler. Gözleri ışıldar anlatırken. Onların yanındayken kalkıp gitmekten korkarım. Gider gitmez beni çekiştirecekler sanırım. İnanmıyorum onlara ama bu kadını da sevmiyorum. Çok konuşur. Ara sıra bize gelir. ‘Bizimki’ dediği kocasını anlatırken bir bakışı vardır bana, evlenmedim diye eğlenir gibi, acır gibi bir bakış, sinirlendirir beni. Gene de bir şey demem; anlamamış gibi dururum. O boyuna konuşur. Müdürlere gitmişler geçenlerde. “Bir kızları var kardeş, bu kadar da olur mu? Neredeyse kucağına oturacak bizimkinin…” O kıza da acırım ben, şu kadına da, kendime de. Neden bu daracık kasabadayız sanki. Yoksa bütün dünya mı böyle. Kitapların dediği yalan mı? Kapı açıldı. Baktım annem. Canım sıkıldı. Ne işi var burada? Yanımda olmadı mı serin kanlı düşünüyorum; adıyorum ona yaşlı kadın, onun dünyası da bir türlü diyorum. Yanıma geldi mi tepem atıyor. Ayıpmış, umurumda değil, sedire oturdu. -Yarın Fatma hanımlar gelecekmiş seni görmeye, dedi. -Yarın evde yokum ben. -Nereye gideceksin? -Hiç, ama yokum evde. Çıkmam. Kaç kere söyledim sana, evlenmek istemiyorum ben. -Elalem ne diyor biliyor musun? Eskisi var onun diyor. -Ne derlerse desinler. İstemiyorum. Kaçıncı bu? Üstüme varma benim. Kaçarım yoksa. Satarım babamdan kalan bağı, tarlayı; alır başımı kaçarım. Gözleri büyüdü. Kalktı kapıyı çarpıp gitti. Dışarıdan sesini duyuyordum. Rezil etmiştim onu ele güne. Herkes kendini düşünüyor. İleniyor bana, sesinden belli ağlıyor da. Ben de ağlamak istiyorum. Kiminle evleneceğim bu kasabada? Kim anlatıyordu geçende. “İçip içip gecenin bir vakti gelir eve. Ayağını önüme uzatır. Çıkar şunları der. Leş gibi kokar ayakları.” İçim bulanıyor nasıl yatılır böyle bir adamla? Sokak kapısı açılıp kapandı. Eğildim baktım annem. Kim bilir hangi kocakarıya gidiyor? Yakınacak benden, içini dökecek, rahatlayacak. Bense hep burada kalacağım, kendi kendimle. İnsan kendine acır mı? Ben acıyorum. Kalktım aşağı indim. Ayakyoluna girdim. Çıkınca mutfakta ellerimi sabunladım. Yemek dolabında taze baklayla pilav var. Bir tabakta yoğurt. Yoğurtlu pilav yedim biraz. Pilav soğumuş. Olsun, soğuğunu severim ben. Sonra gene odama çıktım. Şimdi daha iyiceyim. Dolaptan bir kitap aldım. Sedire uzandım. İlk yaprakta dayımın adı yazılı. Çoğu onun bu kitapların, bana verdi. İki yıl İngiltere’de okumuş. Bana İngilizce öğretirdi. Severdi beni.“Kız, erkek olsaydın seni oraya yollardım” derdi. Babamı hiç bilmiyorum. Dayım da liseyi bitirdiğim yıl öldü. Zaten her şey o yıl olmadı mı? Kalaslar bile o yıl geldi arsaya. Nice sonra kapı çalındı. Kitabı bırakıp kalktım. Ayaklarım uyuşmuş. Annem anahtarı mı unuttu acaba? Basamaklardan ağır ağır indim. Necati mi yoksa? Ara sıra gelir ödevlerini yaptırır. Kapıyı açtım. Oymuş. Dümdüz taramış saçlarını. Sarı yüzünde hep o ergenlikler. -Nasılsın abla? dedi. -İyiyim. Girsene. -Halam nerede?diye sordu. -Bilmem. Komşuya gitmiştir. Dayımın oğlu bu Necati. Babasından öğrendiğimi oğluna satıyorum. Yukarı çıktık. Sakal traşı da mı oluyor ne, kötü kötü kokuyor. Baktım burun kanatları oynuyor, kokluyor. Bu oda evde kalmış kıza kokar sanırım. Alışmışım ben, duymuyorum. Masanın önüne oturdum. -Otursana, dedim. Karşıma oturdu. Kitabını, defterini masaya koydu. Bu yıl sık sık geliyor bize Necati. Eskiden pek uğramazdı. Hem üstünde bir sıkılganlık. Odaya girince hem seviniyor, hem utanıyor gibi. Büyüdü artık liseye gidiyor. – Ödev mi var? dedim. -Evet dedi. Kitaba uzandı. -Biliyor musun karşıdaki arsadan kalasları taşıdılar. Eskiden çocuklar top oynardı arada, dedim. -Sahi, dedi, oyana bakarak. Söyleyeyim arkadaşlara. Biz de gelir oynarız. Kitabı, defteri açtı. Çalışmaya başladık. Ben okurken, farkındayım dinlemiyor pek. Şurama, burama bakıyor. En çoğu göğsüme. Alt dudağı ağır ağır sarkıyor. Hele gözlerindeki bulaşık bakış. Bu mu istek dedikleri? Kitabı uzattım. -Şimdi de sen oku bakalım, dedim. Toplandı, önce dudağı geldi eski yerine; ama gözlerindeki o bulaşıklık zor arındı. Okuması kötü değil. Ben gözlerine bakıyorum. Yeşil, yeşil ya, çipil bir yeşil bu. Tatsız. Nasıl denir? İşte kurbağa yeşili soğuk. Ergenlikleri de var. ince keskin dudakları. Ne çirkin çocuk. Çirkin ama bir çocuk körpeliği var onda; ya da bir genç erkek duyarlığı. Bacağımı ondan yana uzatsam diyorum. Uzattım. Kıpırdarken dizi bacağıma süründü. Bir kelimeyi yanlış okudu. – İyi bak o kelimeye, dedim. Düzeltti. Yüzüne kan çıkıyor. Şimdi kalksam, arkasına geçsem, kitaba eğilsem, göğsümü sırtına bastırsam. Kıpırdamıyorum. Ağır bir hava var odada. Oysa ilk yaz daha. Bugün, ağır, sıkıntılı bir hava bu. Necati hep okuyor. Kurbağa sesi gibi. Nasıl da benziyor kurbağaya. Bir tiksinti, bir bulantı kabarıyor içimde. Kendimden iğreniyorum. Ses kesildi. Kalktım pencereyi açtım. Şu sıkıntılı hava dağılsın. -Bugün hastayım ben Necati, dedim. Sen gelmeden yatıyordum. Okuyuşun çok iyi. Çevirisini sen kendin yaparsın. Kalktı. -Peki abla, dedi. Gözlerinde o bulaşıklık yok artık. Hava kararırken annem geldi. Aşağı indim. Mutfak masasında yemek yedik. Hiç konuşmadık. Evin içinde yalnız bulaşık çanaklarına musluktan damlayan su sesi var; şıp, şıp, şıp… Neden böyle olduk biz? Ana kız değil, sanki yabancıyız. Sebebi ne bunun? Garip töreleriyle bu kasaba mı, başkaları ne der tasası mı? Yemekten sonra radyo dinledim Geç yattım. Pancurlar kapalı. Yatakta kendi kendime yalnızım. Uyuyamıyorum. Oda karanlık. Pancurlar kapalı. Gene de bir çocuk ağlaması duyuluyor. Uzak, çok uzak bir yerden gelir gibi. Sıkıntılı. Sanki gelecek günlere ağlıyor. İçim daralıyor. Yorganın altında büzülüyorum. İyi şeyler düşünmek istiyorum. Uyusam da bari düşte çıksam bu kasabadan. Olmuyor. Biliyorum, bu gece uykumda üstüme bir kurbağa sıçrayacak, uzanıp uzanıp öpmeye çalışacak beni. Dışarıdan ayak sesleri geliyor. Bir sarhoş bağırıyor.“Uyyy, koca çarıklı Allah, uy!” diyor. Neden tam burada bağırdı bu adam? Korkuyorum. Öyle bitkin, öyle çelimsizim ki, şimdi insanlar bana ne isteseler yapabilirler. Sarhoş pencereyi açıp yanıma uzanabilir. Ama gelmiyor. Sesi uzaklaştı. Köprüye varmıştır. Ne dediği anlaşılmıyor. Yalnız sıkıntılı, adamın içini kurutan bir “Uyyy,” sesi duyuluyor. * Yusuf Atılgan (27 Haziran 1921, Manisa - 9 Ekim 1989, İstanbul), Türk yazar ve öğretmen. 1936 yılında Manisa Ortaokulu'nu, 1939 yılında ise Balıkesir Lisesi'ni ve ikinci sınıftan sonra askeri öğrenci olarak devam ettiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Nihat Tarlan'ın yönetiminde hazırladığı bitirme tezinin konusu Tokatlı Kani: Sanat, şahsiyet ve psikoloji idi. Aynı dönemde Akşehir'de Maltepe Askeri Lisesi'nde bir yıl edebiyat öğretmenliği yaptı. Üniversite öğrenciliği sırasında Türkiye Komünist Partisi'ne katılarak faaliyette bulunduğu iddiasıyla sıkıyönetim mahkemesince tutuklanarak ceza kanununun 141. maddesi uyarınca hapse mahkûm edildi. Altı ay Sansaryan Han'da, dört ay da Tophane Cezaevi'nde olmak üzere on ay hapis yattı. 26 Ocak 1946’da serbest kalmış, öğretmenliği elinden alınmıştır. 1946 yılında Manisa'nın Hacırahmanlı Köyü'ne yerleşerek çiftçilik yaptı. 1976'da İstanbul'a döndü. Danışmanlık, çevirmenlik ve redaktörlük yaptı. Yazımı devam eden Canistan adlı romanını tamamlayamadan kalp krizi nedeni ile İstanbul, Moda'da öldü. Aylak Adam ve Anayurt Oteli adlı romanlarında psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temasını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanındı ve modern Türk edebiyatının önde gelen ustaları arasında yer aldı. 1987'de Anayurt Oteli romanı, Ömer Kavur tarafından aynı adlı sinema filmi olarak çekildi. Yazarın eserlerinin telif hakları YKY'den Can Yayınları'na geçmesi sonrasında, Can Yayınları Atılgan'ın el yazısı notları, şiirleri, çevirileri ve dergilerde kalmış kısa öykülerinden örnekleri içeren ‘Siz Rahat Yaşayasınız Diye’ adlı eseri çıkardı. Eserde yazarın yok ettiği ‘Eşek Sırtındaki Saksağan’ adlı roman denemesinin giriş kısmı da yer aldı.

  • Türk ve Yunan kitaplarında: 'Roman'da Kadınlar ve İlişkileri'

    "Yazının Aslı" Herkül Millas, Fransa’da 'Genese-Oluşum' dergisinde yayınlanmıştır [Mayıs- Ağustos1999] Türk ve Yunan kitaplarında: 'Roman'da Kadınlar ve İlişkileri Türk-Yunan ilişkileri denilince genellikle akla tarihsel bir boyut da içeren siyasal ilişkiler gelir. Bu, her iki ülkede ilişkilerle ilgili yayımlanmış yüzlerce yazıdan ve televizyon ve radyolarda hemen her gün duyulan demeç ve konuşmalardan kolaylıkla saptanabilr. Arada kültürel ilişkilere de değinilir; siyasal amaca ve vurgulanmak istenen siyasal mesaja göre, taraflar kimi zaman 'çarpıcı' benzerlikleri, ki bu benzerliklerin iki tarafın, uluslar düzeyinde, dost olması gereğini gösterdiği kabul edilir, kimi zaman da 'uzlaşmaz' farkları vurgularlar, ki bunların da iki tarafın bir arada yaşayamayacağını gösterdiği kabul edilir. Burada siyasal alanla doğrudan ilişki kurmadan, iki ulusun 'kadın' konusu çerçevesinde 'öteki'ni nasıl algıladığına değinilecektir. Bu yazının hazırlanması için araştırılan ilişkilerin, gerçek insanların yaşamış olduğu kadın-erkek ilişkileriyle bir ilgisi yoktur. Türk ve Yunanlılar'ın erkekli/kadınlı ilişkileri, edebiyat metinlerinin ve temelde romanların içinden incelenmiştir. Amaç ilişkilerin kendileri değil, bu ilişkilerin nasıl algılandığıdır. Yani bu yazı bir imaj çalışmasıdır: Yunan ve Türkler 'öteki(nin) kadını(nı)' ve dolaylı olarak 'öteki'nin karşısında kendini nasıl gördüğü temel konudur.[1] Bulgular toplam 150 Türk ve Yunanlı yazarın 400'ü aşkın romanı ve öykü ve anı kitaplarıyla birlikte 500'ü aşkın kitabının incelenmesindendir. Temelde, 1870-1997 yıllarının Türk romanları ve 1834-1997 yıllarının Yunan romanları Incelenmiştir. Kadın, kadın erkek ilişkileri, aşk gibi konular bu kitapların bir kısmında temel bir konu olarak belirmekte, kimilerinde ikincildir. Burada, kadın ve cinsellik konusuyla sınırlı kalarak, özet olarak temel anlayışlar ele alınacaktır. * Yunan Roman ve Öyküsünde Müslüman/Türk Kadını Edebiyat türü olarak roman, ulusçu ideolojiyle eş zamanlıdır. Yunan ve Türk romanları da, karşılıklı olarak, buna işaret eder gibi 1830'lu ve 1870'li yıllarda ortaya çıkmıştır. Ancak Yunan romanları, Yunan ulusçu ideolojisinin Yunan toplumu içinde yerleşmesinden sonra ve yeni ulus-devletin sistemli eğitimi sonucunda bu ideolojinin kabul görmesiyle birlikte gelişirken, Türk romanı Türk ulusçu devletinin ve anlayışının oluşmasından önce ortaya çıkmıştır. Buna ek olarak Yunan toplumu ve romanı, 'ulusal kimlik' ve 'öteki' konusunda, etnik yapı gereği de olarak, çeşitlilik sergilemez belli bir konsensüs etrafında odaklanırken, Türk, tarafı 'öteki' konusunda bir çeşitlilik göstermektedir. Bundan dolayı da Türk romanı üstünde daha fazla durulacaktır. Yunan romanında 'yönetici' konumunda olan yada tarihsel bir çerçevede ele alınan 'Türkler' genel olarak olumsuzdur: yeniçeriler, askerler, kadılar, ağalar vb. olumsuz kimselerdir, Yunanlı'yı ezen, kaba, acımasız ve kültürsüz kimseler olarak sergilenirler. Somut kimseler ise, yani adlarıyla bildiğimiz mahalledeki komşu, çocukluk arkadaşı vb. olumlu yada 'normal' kimseler olarak belirirler. Birinciler, ulusal kimliğin oluşmasında simgesel bir rol üstlenmiş gibidir; ikinciler, genel olumsuz Türk imajını yok edemeyen bir gerçeklik gibi.[2] Ancak Yunan edebiyatı bir bütün olarak ele alındığında, 'soyut' ve simge gibi resmedilen 'yönetici' Türkler'e kıyasla, 'halk' sayılan, sıradan kimseler olan ve dolayısıyla olumlu da sayılan, sivil meslek sahibi Türkler sayıca daha azdır.[3] Türk kadınları ise genellikle olumlu yada kusur ve erdemli yanlarıyla 'normal' kimselerdir. Genelde güzeldirler. Türk kadını Yunan romanında anne, kapı komşusu, bir Türk'ün hareminde köle/cariye olarak ortaya çıkar. Türk kadını 'sert' Türk erkeğinin aksine yumuşak huyludur. Bu kadın 'yönetici' sınıfının içinde sayılmaz, 'halk'tır. Dolaylı olarak Türk kadın 'doğulu' olarak da sergilenir; daha içe dönüktür, mistik bir yanı vardır, duyguludur ve sezgi gücü güçlüdür. Bu özellikler Batı dünyasında yaygın olan 'oryantalist' anlayışla çakışmaktadır. Türk (Osmanlı, Müslüman) kadın genellikle romantik bir çerçeve içinde gizemli 'Doğulu'dur. Türk kadını bu romanlarda kimi zaman bir Türk erkeğinin kurbanı gibi sergilenir, haremde aşktan ve özellikle 'özgürlükten' mahrum yaşar. Hristos Hristovasilis'in (1861-1937) 'Leyla' adlı öyküsünde örneğin, 'Türk erkek, kadını hayat arkadaşı olarak değil bir köle olarak görür' demektedir ama öksüz Leyla'yı evlat edinen ağayı olumsuz gösterirken, karısı Nuriyeyi şefkatli, Leyla'yı olumlu gösterir. Yunanistan'da ünlü bir yazar sayılan Aleksandros Papadyamandis'in (1851-1911) Hristos Millionis (1885) adlı uzun öyküsünde Türk ağa, kadıyla işbirliği ederek Millionis'in vaftiz ettiği kızı zorla haremine kaçırır. Bu haremde kadınlar 'özgür' değildir, dolayısıyla mutsuzdurlar. Türk ağa ile Türk kadın ayırımı belirgindir. Kostis Palamas'ın (1859-1943) Delikanlının Ölümü (1887) adlı kitabındaki 'Yeldeğirmeninin Sonu' adlı öyküde Türk ağa Yunanlıyı öldürüp karısını kaçırır. Türk kadını kimi zaman da Yunanlı'nın kurbanı olur. St. Ksenos'un 1852 yılında yayımlanan ve 1821 Yunan İhtilali'ni konu edinen Yunan Ihtilalinin Kadın Kahramanı adlı romanında örneğin, Yunanlılar'ın Türk halkına karşı nasıl kıyımlarda bulundukları anlatılmakta ve bu davranış 'Yunanlılar'ın tarihinde kara bir leke' olarak yerilir. Bu bağlamda 'hanım'ların ırzına geçildiği de anlatılır (192).[4] Türk kadına karşı aynı vahşet savaş karşıtı bir yazar sayılan Stratis Mirivilis'te (1890-1969) de açıkça görülür. Kırmızı Kitap'ta (1952) 'Ateş Çiçeği' adlı öyküsünde Makedonya'da 1905 yıllarında ulusal çarpışmalarda Yunanlılar'ın Türk kadınlarına nasıl tecavüzde bulundukları çarpıcı bir biçimde anlatılır. Türk kadınının konumunu göstermek için Türkçe'ye çevrilmiş yapıtlardan örnekler de verilebilir. Viziinos'un (1848-1896) 'Kardeşimin Katili Kimdi?' adlı öyküsünde, çocuklarının başına gelen aksilikler Yunan ve Türk anneyi birbirine yaklaştırır; iki annenin yakınlığı etnik farklardan etkilenmez. Venezis'in (1904-1973) Numara 31328 (1931) başlıklı romanında da Türk kadını Yunanlı ere acır, ona bir ana gibi yardım eder ve roman kahramanı genç de ona Türkçe olarak 'ana' der (Millas 1998: 96). Ancak Türkler ve Yunanlılar arasındaki aşk ve cinsel ilişkiler konusu gündeme geldiğinde, roman ve öykü ile belirlenen edebiyatın ulusçu özü kuşku bırakmayacak biçimde belli olmaktadır.[5] Üç konuda iki ülke edebiyatında farklar ve farklı ulusal algılamalar, ters yorumlar, çatışma görülmektedir. Bu alanlar a) Irza geçme olayları, b) fahişelerin hangi ulustan çıktığı, c) kadın erkek ilişkilerinde hangi yanın erkek hangi yanın kadın rolünü üstleneceğidir. Yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi Yunan romanında Türkler Yunan kadınlarına sürekli göz diker, onları zorla kaçırır ve ırzlarına geçerler. Yunan kadınları ise (ilerde Türk 'ulusçu' edebiyatında göreceğimizin aksine) fahişe değildir; iki ulusun kadınları bu konumda karşılaştırılmak gerektiğinde de - ama bu 'karşılaştırma' Yunan romanında çok seyrektir - fahişeler Türk kadınlarıdır. Örneğin Yorgos Theotokas'ın (1905-1966) Argo Gemisi (1936) adlı Yunanistan'da çok ünlü kitabında ulusal gıpta, kıskançlık ve taraflılığın cinsellikle ortaya çıktığı görülebilir: Türk Istiklâl Savaşının sevincini kutlayan İstanbullular arasında 'sokaklara dökülen fahişeler' de görülür (171). En çarpıcı ulusal fark (yada bir bakıma ulusal benzerlik) kadın erkek ilişkileri konusunda ve aşk alanındadır. İncelenmiş olan Yunan roman ve öykülerde onlarca Yunan-Türk erkek-kadın ilişkisiyle karşılaşılmıştır. Bunlar ulusal bir konsensusla belirlenmiş gibi bütünüyle tek yanlı işlemiştir: erkek Yunandır, kadın Türktür. Şimdiye kadar bunun tersine, yani (Yunan roman ve öyküsünde) Yunanlı bir kadının bir Türk erkeğini sevdiğine rastlanmamıştır. Türk romanında durum tam tersidir; Yunan kadını Türk'ü sever.[6] Oysa böyle bir olay, yani bir Yunanlı (yada Ortodoks/Grekofon/Rum) bir kadının, kendi isteğiyle bir Türk'e (yada Osmanlı'ya/Müslüman'a) varması yada onunla evlenmesi yada onu sevmesi, hem pratikte görülen bir olaydır hem de, konumuz açısında daha önemlisi, Yunan dilindeki edebiyatta ve ulusçu dönem öncesinde doğal karşılanan ve rastlanan bir olaydır.[7] İki örnekle yetinilecektir. Yunanca halk dilinde ağızdan ağza geçerek yaşamış olan ve nihayet yazılı edebiyata da geçmiş olan Bizans dönemi epik şiirlerinde ünlü bir kahraman, sekizinci yüzyılda yaşamış olan Diyenis Akritas'tır. Kelime anlamı 'uç beyi' anlamına yakın olan 'Akritas', Arap/Müslüman saldırılarına karşı savaşmış bir halk kahramanıdır. Ama köken olarak baba tarafından Müslüman/Arap'tır; 'di-yenis' de bunu ifade etmektedir: iki-soylu (Dimaras, 23). Yani ulus öncesi dönemde, 'bizden' olan bir kahramanın köken ve soy açısından 'karışık' olması, anlaşılan, gizlenmesi yada unutulması gereken bir sorun oluşturmuyordu. Ancak gene de bir özellik dikkati çekmektedir. Efsaneye göre Diyenis'in annesini kaçıran Amir, kızın erkek kardeşleri tarafından zorlanınca, sevdiği kadından ayrılmamak için din değiştirir ve Hristiyan olur. Bu tema, yani din değiştirip 'bizden' bir kadınla evlenme olayı, özellikle çağdaş Türk edebiyatında sık bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. İkinci örnek, Tepedelenli Ali Paşa'nın (1744-1822) çevresiyle ilgilidir. Evli ve soylu bir kadın, kira-Frosini, Ali Paşa'nın oğlu Muhtar'a aşık olur. Ama Muhtar'ın karısı kocasıyla kira-Frosini'nin ilişkisini Ali Paşa'ya duyurur ve paşa bu kadını on altı tane başka soylu kadınla birlikte, uygunsuz davranışları nedeniyle Yanya'nın gölünde boğdurur. Bu olay Yunan halk edebiyatında etnik bir içerikten arındırılmış olarak 'kadın' ve 'aşk' yanıyla ele alınır ve şiirlerde bu özelliğiyle görülür. Halk şiirlerinde kira-Frosini ölüme giderken bile Muhtar Paşa'yı görmek istediğini söyler. Ulusçu dönemin ürünleri olan romanlarda ise, Yunanlı bir kadının bir Türk'e aşık olduğu görülmez. Görülen, Türk kadınlarının Yunan erkeklerine aşık olduklarıdır. Türkçe'ye de çevrilmiş olan romanlardan bir örnek, Kazantzakis'in Kaptan Mihalis'idir. Nuri Bey'in karısı Emine Hanım Kaptan Mihalis'i sever; sonra başka bir Yunanlı'yla kocasını aldatır. Bu kadın dinini değiştirip 'serbest' olmak ister. Türk romanlarında da bu olayın öteki yüzüne rastlanır. Ama Türk edebiyatındaki Yunan/Rum kadını, Yunan edebiyatındakine Türk kadınına kıyasla çok daha çeşitlilik ve renklilik içerir. * Türk Roman ve Öyküsünde Yunan/Rum Kadını Osmanlı Dönemi Yazımı Osmanlı döneminde yazılmış romanlarda, herhalde 'ulusal bilinç' yeterince belirmemiş olduğundan, Yunan/Rum kadını oldukça dengeli bir biçimde ve ulusal yanı vurgulanmadan sergilenir. Bu kadınlar genel olarak iyi ve kötü yanlarıyla 'normal' yada olumlu kimselerdir. Şemsettin Şami'nin (1850-1904) Taaşuk-i Tal'at ve Fitnat (1872) romanında (Hristiyan) 'madamalar' edepli kadınlar olarak övülür (34). Ahmet Mithat'ın (1844-1912) bütün romanlarında Hristiyan ve Rum kadınlarına karşı bir saygı ve beğeni sezilir; bütün kahramanları 'insan' yanlarıyla belirmekte ve 'ulusal' yanları vurgulanmamaktadır. Özellikle Henüz Onyedi Yaşında (1881) adlı romanındaki kötü yola düşen Rum kızı, aslında çok iyi bir insandır. Ahmet Bey onu kurtarır, bir Rum genciyle evlendirir. Kötü eve düşmesi ise ekonomik nedenlerdendir (125). Jön Türk (1910) romanında rastlanan ve evin işlerini gören Kiryaku ve Despina Türk eve sahiplerinin saygısını kazanmış kadınlardır (115).[8] Halit Ziya Uşaklıgil'de de (1866-1945) aynı yaklaşım görülür. Örneğin Aşk-ı Memnu'da (1900) Türk çocuklarını büyüten Katina ve Emma olumlu kimselerdir (34. 125, 305). Ahmet Rasim'in (1864-1932) Güzel Eleni'si (1891) 'bayağı ahlâklı' bir kadındır. Normal ve olumlu Rum kadınları örnekleri çoktur ancak bu dönemin romanlarında iki din ve iki etnik gurup arasında aşk ilişkilerine rastlanmaz.[9] Ulusçu Anlayış ve Yazımı 1912 yılı Türk roman ve öyküsünde ulusçu söylem açısından bir dönüm noktası sayılabilir.[10] Bu dönemden başlayarak, cinsellikle ilgili olan konumuz açısından metinlerde başlıca şu özellikler gözlenir: 1) Türk kadınının Yunan/Rum erkeğine sevgi göstermemesi ve aşık olmaması bütün Türk edebiyatında olduğu gibi bu dönemde de sürdürülmektedir. 2) Yunan/Rum kadını artık ulusal bir çerçeve içinde 'düşman' olarak algılanır.[11] 3) Yunan kadını ahlak açısından da aşağı bir kimseye dönüşür. Yunan kadını genellikle 'hafif meşrep' hizmetçi yada fahişedir. İlginç olan fahişelerin Rumlar'dan çıkması değil, Rum kadınların fahişe olmalarıdır. 4) Yunan kadını Türk erkeğinin cinsel çekiciliğine aşırı bir düşkünlük sergiler. Yunan kadınları Türk erkeklerine aşık olurlar, 'kendi' erkeklerini terk ederler. 4) O denli yaygın olmamakla birlikte yeni olan başka 'cinsel' bir özellik, Yunan erkeklerinin de arada pasif eşcinsel olarak sergilenmeleridir. Ömer Seyfettin (1884-1920), Halide Edip (1882-1964) ve Yakup Kadri'nin (1889-1974) bütün eserleri göz önüne alındığında (yaklaşık 30 roman ve on öykü kitabı), Yunan kadınıyla ilgili olarak ortaya çıkan tablo şudur: 'tarafsız' sayılabilecek kimi değerlendirmeler dışında bu yazarlar 36 kez Yunan kadına değinmişler ve her seferinde bu kadınlar 'olumsuz' kimseler olarak değerlendirmişlerdir. Bu yazarların roman ve öykülerinde 'öteki' kadınla ilgili olarak bir tek olumlu değerlendirme görülmez; bu kadınlar fahişe, cinsel açıdan çekici ama ahlaksız ve Türk düşmanıdırlar.[12] Bu oranlar sonraki yıllarda da sürdürülür. Peyami Safa'nın (1899-1961), Ahmet Hamdi Tanpınar'ın (1901-1962), Tarık Buğra'nın (1918-) romanlarında Yunan/Rum kadını bu konumdadır[13]. Bütün bu yazarlarda bir tek 'olumlu' hatta 'normal' Yunan kadını, örneğin bir anne, normal bir meslekte çalışan biri, bir Yunan/Rum aile, bir öğrenci vb. yoktur. Yunan kadınına olumsuz bakan yazarların listesi çok uzundur. Burada birkaç örnekle yetinilmiştir.[14] Tarık Buğra'da, ama başka yazarlarda da, özel bir durum sayılan 'olumlu Rum kadınları' görülür: bu kadınlar genellikle Türk erkeklerine aşık olurlar, ve romanın bir yerinde din, isim ve saf değiştirerek 'bizden' olurlar. Bu Rum kadınlarının olumlu yanları Türklük'ü ve İslamı seçmeleridir. Peyami Safa'nın Noraliya'sı (Matmazel Noraliya'nın Koltuğu: 1949) böyle bir kimsedir. Etnik özelliklerini kaybettikleri oranda beğenilen 'Yunan/Rum roman kahramanlarına' gerçekten olumlu algılanan 'öteki'nden ayırmak için 'safça olumlu' (naively positive) terimi kullanılmıştır. Yunan edebiyatında da 'safça olumlu' olan Türkler pek çoktur. Örnek olarak Viziinos'un Moskof Selim'i anımsatılabilir; Türkler'i kötülediği oranda iyidir. Tarık Buğra'nın Osmancık (1983) romanında olumlu Rum kadınları, Zoe, Holofira ve Evdoksiya, Türk erkeklerine aşık olanlardır. Birini kötü Rumlar öldürür, biri Sanıye, ötekisi Nilüfer olur İslam'ı seçerek. Bu 'Türkleşme/İslamlaşma' motifi, yaygındır ve olaylara 'sınıfsal' bir açıdan bakan Orhak Kemal gibi yazarlarda da görülür: Gâvurun Kızı'nda (1959) romanın sonunda Evdoksiya Kâmran'a 'Türklüğüne ve dinine kabul eder misin?' diye sorar ve 'saf' değiştirir (91). Kısaca söylendiğinde, ulusçu yazarlarda Yunan kadını ya ahlaksızdır yada değilse Türk olmayı seçer.[15] Yakup Kadri ve Atilla İlhan'da Yunan kadını Yunanistan'ın kendisi gibi de algılanır; bu kadınlarla yatılırken Yunanistan'la yatılır gibidir. Hüküm Gece'sinde (1927) Despina Ahmet Kerim'e Yunanlılar'ın İstanbul'u nasıl alacaklarını küstahca anlatır; Ahmet de kadını 'çıplak pazularından yakalayıp' yere yuvarlar ve onunla yatar (97). Sırtlan Payı (1974) adlı romanda fahişe Kalyopi ile olumlu bir kimse olan Ferid, iki ulus gibi, karşı karşıya gelirler. Birlikte yatarlar: Binbaşı Ferid 'Osmanlı yatağanı gibi, yalın sert, kadının içine girdi, garip şey, altında o an boylu boyunca uzanmış yatanın, Yunanistan olduğunu sandı' (82). Bu yazarlar Yunan erkeklerini her fırsatta Türk kadınlarına tecavüz eden insanlar olarak resmederler. Kimi sahneler korkunçtur. Yakup Kadri'nin Milli Savaş Hikâyeleri'nde küçük kızların ırzına bile vahşice geçilir. Yunan askerlerinin saldırısı ve Türk tarafının savunması sanki bu konu için yapılır[16]. Özellikle popüler romanlarda bütün bu vahşet daha çarpıcı bir biçimde dile getirilir. Ercüment Ekrem Talu (1886-1956), Turhan Tan (1896-1939), Abdullah Ziya Kozanoğlu (1906-1966) gibi yazarların romanlarında her olay ve değerlendirme daha da abartılarak verilmektedir. Irza geçmeleri Rumlar 'fıtraten müsait' (yaradılıştan uygun) oldukları için de yaparlar. (Kan ve İman, 1922, 47). Turhan Tan ise Rum kızı almanın ve gebe bırakmanın 'yılanı gebe etmekten' de kötü olduğunu anlatır (Gönülden Gönüle, 1931, 47). İslamcı yazar Raif Cilasun (1940-) ise Onlar Olmasaydı (1986) romanında çok aşırı olumsuz ifadelerden başka Yunan erkeğinin Türk kadınına dokunmasını bir tür tabu gibi ifade eder: 'Nasıl olur da bir gâvur, orospu da olsa bir Türk kadına dokunabilir?' (256). Ancak dikkat edilmesi gereken, aynı dönemdeki Türk erkek yazarlar ile Türk kadın yazarlar arasında bir farkın bulunduğudur. Yunan imajı pek değişmese de Halide Edip, Samiha Ayverdi (1906-1993) ama özellikle popüler romanlar yazan Muazzez Tahsin Berkand (1900-1984), Kerime Nadir Azrak (1917-1984) Mebrüre Sami Koray ( 1910-1970) gibi yazarlar Yunan kadını konusunda farklı bir konumdadırlar. Popüler kadın yazarlar genellikle 'ulusal' konularla ilgilenmemişlerdir; dolayısıyla yapıtlarında Yunan yoktur. Batılı kadınlar ise, göründüklerinde, 'normal' kimselerdir. Halide Edip ise Yunan imajını romanlarında alabildiğinde olumsuz çizerken kadın konusunda ilginç bir konumdadır. Irza geçme olaylarının ayrıntılarına fazla girmemesinden başka, Vurun Kahpeye (1926) romanında Yunan subayı Damyanos'un, Aliye'ye aşık olduğunu, bu yolda vatanına bile ihanet etmeye hazır olduğunu ama sonunda Türk kadınına elini süremediğini okuyoruz. Bu bayan yazarın romanlarında Yunan kadınların da Türk erkeklerine aşık oldukları pek görülmez. Ulusçu ideolojinin belirgin olduğu yazarlarda iki özelliğe daha dikkat etmek gerekir. Birincisi Yunanlı kadınların Türk erkeklerine cinsel açıdan aşırı düşkünlükleri ve ikincisi, bu özellikle dolaylı olarak ilgili görünen Yunan erkeğinin efemine yanı yada cinsel açıdan güçsüzlüğüdür. Ulus anlayışının egemen olduğu romanlarda Yunan/Rum kadının Türk erkeklerine hayranlık duyması öylesine yaygın, öylesine alışılmıştır ki bu durumun tuhaf yanı sezilmiyor bile. Yukarıda adı geçmiş olan bütün erkek yazarların romanlarında Yunan kadının Türk erkeğine hayranlık duyması, 'kendi erkeğini' terk edip Türk'e varması en doğal davranıştır. Bu eğilim, duyguların en saf bir biçimde dile getirilen popüler romanlarda hiç gizlenmeden açığa vurulur: 'Bir Türk'ün karısı olmak ... mazhariyettir' diyecektir Rum kızı, Turhan Tan'ın romanında (Gönülden Gönüle, 88). Elena 'işte erkek böyle olur' diyecektir Türk erkeği için Feridun Fazıl Tülbentçinin romanında (Osmanoğlular, 1949, 17). Bu eğilim Yunan/Rum'a anlayış, sempati hatta sevgiyle bakan yazarlarda da görülür. Örneğin Yılmaz Karakoyunlu'nun İstanbul'daki azınlıklara karşı uygulanmış ve '6/7 Eylül' (1955) diye bilinen olayları anlatan Güz Sancısı (1992) romanında bütün gayrimüslim kadınlar Türk erkeklerine onlarla karşılaşır karşılaşmaz hemen ve tutkuyle aşık olurlar.[17] Türkiye ve Yunanistan halkları arasında kardeşliği sağlamayı amaçlayan Ertuğrul Aladağ'ın Sekene, Türkleşmiş Rumlar/Dönmeler (1997) adlı kitabında da aynı temayı görüyoruz. Atina'dan Türkiye'ye turist olarak gelen Yunanlı Maria on-onbeş dakika içinde Ali'ye içi ısınır, bindiği motosikletinde hemen ensesine bir de öpücük kondurur (99); 'oysa' diyecektir genç bayan, 'Atina'daki erkek arkadaşının motosikletine bindiğinde hiç bu kadar heyecanlanmazdı'. Yunanlı erkekler de arada pasif eşcinsel yada cinsel açıdan kadınları tatmin etmeyen kimseler olarak belirlerler. Zaten Yunan kadınları bu yüzden Türk erkeklerini tercih eder gibidirler; yada bu tercihlerini açıkça dile getirirler. Yakup Kadri'nin Hüküm Gecesi'nde Beyoğlu'nda 'yüzü pudralı, dudakları boyalı Rum gençler adeta kaldırım fahişeleri gibi bir yukarı bir aşağı dolaşıp müşteri arıyorlardı' (73). Tarık Buğra'nın Osmancık'ında Türk erkeği 'kadını kendisine bağlayan bir pınar'ken, Rum erkeğinin soyunda, cinsellik konusunda bir 'ilgisizlik' vardır (157). Küçük Ağa'da Niko, Salih'in karşısında 'kız gibi birşey'dir, 'kız çocuğu güzelliği' taşır (10). Ercüment Ekrem Talu gibi popüler romancılarda bu tema çok kullanılır: 'Geceleri Beyoğlu'nun kaldırımlarında müşteri kovalayan şâbb-ı emred gâvur oğlanları' görülür (Kan ve Iman, 37).[18] Türk kadın yazarlarda bu tema görülmez. İlginç olan, Yunan romanında cinsel sapık anlamında Türkler sergilendiğinde bu kez de aktif eşcinsel olarak sergilenirler. Örneğin Kazantzakis'in Isa'nın Yeniden Çarmıha Gerilişi adlı romanında Yeniçeri Ağası böyle bir kimsedir. Venezis'in Numara 31328 romanında iki erkek çocuğu Türkler tarafından cinsel tecavüze uğrayacaklarından endişelidirler (Millas: 1998, 81).[19] İnsancıl (ve sınıfsal) Yaklaşım Ancak Türk romanının bütünü yukarıda anlatıldığı gibi değildir. Olaylara 'sınıfsal' yada 'insancıl' bir açıdan bakan yazarlar, ulusçu ideolojiden uzaklaştıkları derecede, 'öteki'ni, yani Yunan'ı da farklı algılamışlar ve göstermişlerdir. Bu tür yazar pek çoktur, ancak burada, iki nedenden, bu yazarlara ve roman ve öykülerine kısaca değinilecektir: birincisi, bu yazarlarda Yunan kadını ulusçu yazarlarda olduğu gibi sık gündeme gelmez, ikincisi, Yunan kadını gündeme geldiğinde de çarpıcı bir özellik sergilemez. Burada kısaca 'insancıl' diyeceğimiz bu yazarlar, yaklaşık olarak 1950'li yıllarda görülmeye başlanır ve sayıları hızla artarak günümüze kadar görülürler. Bu yazarlar 'öteki' kadın konusunda 'Osmanlıcı' yazarları da anımsatır: Yunan/Rum kadını genellikle 'normal'dir, yani Türk kadınları gibi iyi ve kötü yanlarıyla belirirler. Cumhuriyet döneminde böyle bir anlayışı dile getiren yazarların öncüsü herhalde Reşat Nuri Güntekin'dir (1889-1956). Bütün romanlarında 'öteki' kadın aleyhine en ufak bir saldırı eğilimi izlenmez. Yunan/Rum kadınla sınırlı kalındığında, örnek olarak, Ateş Gecesi (1942) anımsatılabilir. Bu romanda Milas kasabasındaki Rum kadınları sevimli, dürüst, akıllı, güzel, çalışkan, kısaca olumludurlar. Bu romanda, belki de Türk edebiyatında tek kez iki olay, ve aynı anda, görülür: a) Kemal Bey Rum kızına sokulur, ilişki kurmak ister, ancak Rum kızı cinsel konularda namuslu olduğundan bu Türk erkeğine yüz vermez; ve b) üstelik Türk erkeğinden daha 'kuvvetli olduğu için' ona 'elinin tersiyle hürmetlice bir şamar' da atar (177). Harabelerin Çiçeği'nde de (1953), Süleyman Kemal ile Maryanti'nin romantik aşkını okuyoruz. 1926 yılında yazılmış olan Akşam Güneşi'nde de, ermiş bir kimse olan Nazmi Bey en doğal bir biçimde annesi Rum olan çocukları evlat edinir, Türk kızları Rum gençlerle arkadaşlık ederler (112, 140-151). Bu tür 'normal' yada olumlu Yunan kadın örnekleri çoktur. Sabahattin Ali'nin (1907-1948) 'Çirkince' adlı öyküsünde (Sırça Köşk-1947) Rum köyündeki erkekli kadınlı herkes olumludur. Orhan Kemal'in (1914-1970) Baba Evi'nde (1949) Eleni, özellikle siyasal alanda ilerici yanıyla örnek bir genç kızdır. Avare Yıllar'da da (1950) 'Rum kızı Eleni' yeniden hatırlatılır, sevilmiş güzel dürüst bir kız olarak (124). Bu alanda Sait Faik Abasıyanık (1909-1954) özel bir konumdadır. Yunan/Rum kadınına sevgi ve hayranlıkla yaklaşmıştır: 'Öteki' kadın yürekli, içten pazarlıklı olmayan, cinsel isteklerini açık seçik ve kararlı bir biçimde açığa vuran kimsedir. Kendisinin açığa vurmadıklarını, gizlediklerini bu kadın gerçekleştirir gibidir. Onun için bu yazarda fahişeler bile sevimlidir, hatta özgürlük simgesi gibidir. Ama en önemlisi Sait Faik ne zaman bir Rum fahişeden söz etse, her seferinde yanına mutlaka bir de Türk fahişe yerleştirir. Bunun böylesine sistemli yapılmış olması yazarın bilinçli bir kararıyla açıklanabilir. Ancak Sait Faik bütün yapıtlarında beş-altı Rum fahişeden söz ederken aynı zamanda hepsi de olumlu yada 'normal' olan yirmiye yakın aile ve çocuk sahibi Rum kadından da söz eder.[20] 'Insancıl' metin örnekleri çoğaltılabilir ancak yeni bir şey söylenemez. Bir çok Türk yazar Yunanlı kadını 'insan' olarak algılamıştır, ulusal bir stereotip olarak değil. Bu yazarların birkaçı anılabilir: Haldun Taner, Necati Cumalı, Salim Şengil, Nezihe Meriç, Ayla Kutlu, Nedim Gürsel, Turgut Özakman, Alev Alatlı, Mehmet Eroğlu, Demir Özlü, Sevgi Soysal, Feride Çiçekoğlu ve daha birçokları. Bu yazarlar Yunan/Rum kadınına karşı sempati (ve herhalde empatiyle) yaklaşmışlardır. Özellikle N. Meriç'in Topal Koşma'sı (1956), T. Özakman'ın Korkma İnsancık Korkma (1993), A. Alatlı'nın Yaseminler Tüter Mi Hâla? (1984), M. Eroğlu'nun Issızlığın Ortasında (1978) gibi romanlarda Yunan kadını en başta 'insan' kimliğiyle, ikincil olarak da ulusal kimliğiyle ama yine bir 'yakınlık' duygusu içinde anlatılmıştır. Sevgi Soysal/Sabuncu (1936-1976) ise Türk edebiyatı içinde çok özel bir konumdadır. Rumlar konusundaki duyarlılığının yanısıra, yazar Türk romanı içinde ilk kez bir Türk kızı ile, Yunanistan'ı öven bir Rum gencini öptürür. Yürümek (1970) romanında Aleko adındaki Rum genci ile Ela birbirini sever; bu kız tarafını rahatsız eder. Ela daha sonraları, Türk olan kocasını, Gökçeada Rumları'na karşı devletçe uygulanan baskıları görmezlikten geldiği için terk eder. Bu özel erkek-kadın/Rum-Türk ilişkisine yeniden değinilecektir.[21] Türkiye'de 'Azınlık'ların Romanı Sınırlı da olsa Türk edebiyatında bir tür 'azınlık' kimliği belli olan bir roman türü vardır.[22] Örneğin kimilerine göre 'ilk Türk romancısı' sayılan Evangelinos Misailidis'in (ölümü 1980) Seyreyle Dünyayı (1872) romanında Ortodoks Hristiyan Karamanlı kimliği bellidir. Özel bir alfabe ile belli bir Türkofon cemaate seslenen bu romanında ise çeşitli etnik ve din gruplarının kadın-erkek ilişkileri konusunda belirgin bir özellik görülür.[23] Misaylidis'in romanında aşk konusunda görülen, Müslüman/Osmanlı kadınlarının Ortodoks/Hristiyan erkekleri sevdikleridir: bir hanım bir 'gâvura meyl-ü muhabbet eyler' (500) örneğin. Gayrimüslim azınlıklardan kimseler 1923-1966 yılları arasında Türkçe olarak roman yayınlamamışlardır. Bu uzun suskunluktan sonra Zaven Biberyan'ın (1921-1985) Yalnızlar (1966) romanında aynı tema işlenir: Ermeni bir genç, Türk bir kızla ilişki kurar ve bu yüzden de Türk erkek gençlerce öldüresiye dövülür. Mario Levi'nin (1955-) bu kez de Bir Şehre Gidememek (1990) kitabında bir Türk erkek ile bir Yahudi kızın aşk bağının drama dönüştüğünü okuyoruz (67). Böyle bir aşk toplumca kabul görmemektedir. Madam Florides Dönmeyebilir (1990) öyküler kitabında da Rum kadınlar sevimli ve olumludur. Nihayet Kriton Dinçmen'in (1924-) Symphonia Kakophonica'sında (1992) genç bir papazı seven Mehpeyker'i hüsranla sonuçlanan aşkını görüyoruz 'Hiçliğin Ballad'ı adlı öyküde. Yani yüzlerce Türk romanı ve öyküsü içinde hemen hiç görülmeyen 'bir Türk kadının bir Hristiyan erkeği (yada Rum erkeği) sevmesi' motifi, altı-yedi kitabı geçmeyen 'azınlık' edebiyatında dört ayrı kitapta gündeme gelir.[24] Hepsinde ise sonuç felakettir, dramdır, acılara neden olur. Burada Yunan edebiyatında görülen etnik guruplar arasındaki cinsel ilişkiden farklı yoruma dikkat edilmelidir: Yunan edebiyatında Yunan'ı seven Türk kadınları felakete neden olmazken, Türkiye'deki 'azınlık' edebiyatında bu ilişki iyi sonuçlanmaz. * Bazı Sonuçlar ve Türk-Yunan Ilişkileri Etnik iki gurubun, Yunan ve Türk ulusunun romanları incelenip 'öteki' taraf için söylenenlere bakıldığında, kimlik, ulusal algılamalar, tarihsel yorumlar, ikili ilişkilere bakış açısı, bütün bunları içeren kimi ulusal özelliler vb. görülebilir. Bu yazıda yalnız 'kadın' ve 'cinsellik'le sınırlı kalınmıştır. Yine de bir dizi 'sonuç' elde edilmiş sayılabilir. Bunlar kısaca şunlardır: 1- Iki ulusun roman/öyküleri arasında, en başta, bir tarihsel devre farkı egemendir. Yunan romanları, Yunan ulusu, devleti ve ulusal minimum konsensüsü oluştuktan sonra yazılmaya başlandığından yada başka nedenlerden de, Yunan yazımında 'öteki' durumunda olan (Türk ve) Türk kadın konusunda çarpıcı farklı yaklaşımlar görülmez. Türk erkeğinin aksine Türk kadını, 'öteki'nin kadını olmakla birlikte, sıradan halkla birlikte, 'tehlike' ve 'tehdit' oluşturmayan, genellikle suya sabuna dokunmayan, günü geldiğinde Yunanlı bir erkeğe aşık da olabilen 'normal', ama kimi zaman 'safça olumlu', arada 'ulusunun Doğu özellikleri'ni taşıyan bir kadındır. Türk romanında Yunan/Rum kadını konusunda 'çok seslilik' vardır. Bu çok seslilik, çağdaş anlamda, çok sesliliğin hoşgörüyle karşılandığı bir çevredeki değişik görüşler anlamında değildir; ulus içinde temel bir konuda, 'öteki' konusunda bir konsensüsün oluşmamasının bir sonucu olarak vardır. Bir imparatorluk düşü taşıyan Osmanlıcı yazarlar, devlet sınırları içinde tek bir etnik gurup isteyen ve 'öteki'leri düşman olarak algılayan 'ulusçular' ve nihayet daha çağdaş bir anlayışla 'öteki'ne farklı bir ulus, ama aynı zamanda 'sınıfsal' yada 'insan' yanını da görerek yaklaşanlar vardır. Bu farklı anlayışlar Türk edebiyatının içinde farklı ve aşılmaz bölmelere neden olmuştur: dönem dönem bir kesim ötekini yok saymaya dek varmıştır. Kimi zaman Osmanlı miras, kimi zaman dinci gelenek, kimi zaman marksist edebiyat susturulmuş yada yok varsayılarak okul kitaplarından çıkarılmışlar, hatta kovuşturmalara uğramışlar yada 'desteklenmemişlerdir'. Yunan edebiyatında böyle bir bölünme, iç savaş döneminde kısa bir süre dışında (1945-1955) pek olmamıştır.[25] 2- Türk edebiyatında 'azınlık' sayılan insanların, sınırlı da olsa Türkçe olarak ortaya koydukları romanlar vardır. Yunanistan'da bu olayın karşıtı yoktur. Bu roman/öykülerin 'kadın' konusunda, geri kalan bütün Türk edebiyatından ayrı bir konumda olduklarını yukarıda görmüştük. Bu etnik grupların kadın ve kadın-erkek ilişkileri algılamaları kendilerine özgüdür ve Müslüman/Türk çoğunluktan ayrı bir söylem geliştirmişlerdir: 1- Erkek bir Rum (yada Ermeni vb.) bir Türk kadınla cinsel ilişki kurabilmekte; 2- ancak bu ilişkinin sonucu hoş değildir, sorunludur. 3- Eşcinsellik konusunda da önemli bir fark vardır. Türk (erkek) ulusçu yazarlar, olumsuz göstermek istedikleri erkek Yunanlı'yı pasif eşcinsel olarak çizerken, Yunanlı yazarlar Türk'e aktif eşcinsel rolünü daha yakışık bulmaktadırlar. Bunun nedenlerini bulmak bu yazının sınırlarını fazlasıyla aşmaktadır. Neden, Türk tarafının belki 'erkek özellik'lere daha fazla değer vermesi yada pasif eşcinsellik Türk toplumunda fazlasıyla olumsuz olması yada 'kadın' gibi olmak 'çok kötü' sayılması olabilir. Ya Yunanlı yazar neden Türk toplumundaki erkekleri aktif eşçinsel görmektedir? Acaba Türk tarafına böyle bir özellik yakıştırdığında aynı sayıda Türk'ü 'pasif' kılarak hepsini kötülediğinden mi? Yoksa 'Greek way' diye bilinen cinsel ilişkiyi 'öteki'ne aktarma isteğinden mi? 4- Türk romanında farklı olan, (erkek ulusçu) Türk yazarların, Yunanlı kadını Türk erkeklerine hayranlık duyup onlara büyük bir tutkuyla varan kadınlar olarak sergilemeleridir. Bu tema farklı içerikte ve söylemlerle hep gündemdedir ve arada en 'insancıl. 'sol' yada 'çağdaş' yazarlarda da dile getirilir. Yunan edebiyatında Türk kadınları Yunanlı erkeklerle ilişki kurarlar; ancak Türk edebiyatında bu ilişki ulusal bir dava gibi dile getirilir: Yunanlı kadın cinsel yada etnik nedenler yüzünden kendi Yunan erkeğini terkeder ve Türk erkeği tercih eder. Seçimi erkekler arasında değildir, etnik özellikler sergileyen erkekler arasındadır. Bu bağlamda Türk romanlar 'siyasal'dır. 5- Bu farklardan başka Türk ve Yunan romanları arasında kadın konusunda önemli benzerlikler de görülür. Her iki taraf da 'kendi' kadınlarını 'öteki'nin erkeği ile ilişki kurdurmaz. Bütün romanlarda toplam olarak iki etnik grup arasında yüzlerce kadın-erkek ilişkisi görülmesine rağmen, doğal olarak cinsel taciz ve ırza tecavüz dışında, 'biz'den bir kadının 'öteki' erkekle ilişki içine girdiği görülmez.[26] Bu yasak yada 'tabu', yazarlarca büyük bir titizlik ve tutarlılıkla uygulanır. Yunan ulus devleti kuruluşundan sonra bu kuralı bozanlar, Yunan romanında saptanmamıştır. Türk romanında kuralı bozan, zaten farklı bir etnik grub kimliği taşıyan 'azınlık' yazarları ve anne tarafından Alman olan Sevgi Soysal'dır. 6- Görülen şu ki, 'öteki' kadının: a) gündeme ve genellikle 'olumsuz' olarak daha sık geldiği, b) 'biz'i daha çok sevdiği, aşık olduğu, tercih ettiği ve c) din ve isim değiştirip 'biz'den olmaya karar verdiği durumlar, 'ulus' kaygıları taşıyan, ulus sorunlarını birinci planda gören yazarların metinlerinde görülmektedir. Bir yorum şu olabilir: 'Kadın' Türk ve Yunanlı'nın siyasal ve askeri çatışmasında doğrudan yer almaz, izleyici yada 'ganimet' gibidir. Hatta bir yerde mücadelenin amacı gibidir; ele geçirilmesi ise yenilginin doğrulanması anlamını taşır. Kavganın sonunda kadının kimin 'elinde kalacağı' önemlidir Erkek söyleminin egemen olduğu bu alanda, 'kadın' hakem rolü de oynar. Hangi tarafın, güç açısından üstün, âdil, toprak ve yönetim konusunda hak kazanmış olduğuna kadın karar verir gibidir. 'Biz'i tercih etmesi - ve kadın olduğundan bunu cinsel bir içerikte dile getirir - 'biz'im eylemlerimizi ve genel tutumumuzu doğrular gibidir. Yunan kadının Türk'ü tercihi (yada tersi) 'biz' tarafın tasvibi, haklanması mesajını taşır. (Erkekler de 'safça olumlu' olarak göründüklerinde de aynı işlevi görürler). Yani 'öteki' kadının 'biz'i sevmesi motifi, yalnız ulusal bir temelde 'erkek' olarak pohpohlayıcı bir gurur, kişiliğimize güven ve tatmin sağlamıyor, aynı zamanda ulus olarak haklanma anlamının da, bir meşruiyetin de kanıtı gibidir. Örneğin Türk erkeğinin, Yunan kadının karşısında sık sık, ağır başlı, güvenilir, âdil, dengeli vb. gibi sergilenmesi de bu anlamadır. Herhalde bütün Türk ve Yunan romanları içinde 'öteki' kadınına 'kötü' davranmış 'biz'den birini bulmak çok zordur. Eğer varsa, hemen yanında mutlaka bu kötülüğü telafi eden 'gerçekten bizden olan' bir erkek belirir. Yani 'kadın' motifi, her toplumda egemen cinsellik anlayışının dışında, bir siyasal mücadelede, egemenliğe hak kazanma ve siyasal meşruiyet simgesine dönüşür gibidir.[27] Ve en önemlisi, bu, henüz bilinç düzeyine de erişmemiştir 7- Erkeğin 'biz'den, kadının 'öteki'nden olması herhalde yalnız siyasal nedenlerle açıklanamaz. Siyasete ve 'ulus' paradigmasına en az önemi veren yazarlarda bile etnik gruplar arasındaki kadın-erkek ilişkilerinin aynı seyri izlemesi ilginçtir ve bu çarpıcı benzerlik Türk-Yunan ilişkileri açısından düşündürücüdür. Ne de 'bilgi yetersizliği', 'yanlış bilgilendirme', 'ulusçu kışkırtmalar', cinsel alanda görülen bu algılamaları ve mitosları açıklamaya yeterlidir. Tüm bir (ulusal) toplum içinde, kişiler arasında var olan ideolojik, dinsel, sınıfsal, felsefî farkların ötesinde 'biz'im kadının 'öteki' erkeğe 'verilmemesi'nin daha geniş bir anlamı da vardır: bir 'kimlik' boyutu taşır gibidir. Bu karşılıklılık benzerliği Iki ayrı ulusun/cemaatin, toplumsal inanç düzeyinde, varlığını kanıtlarlar gibidir. 'Biz' ve 'öteki', ifadesini kadında bulur gibidir. Ilişkiler 'kadın' endeksli de olmaktadır. Dinsel yada ulusal kimlik bu 'kadın' ekseni etrafında da kendini belli eder. Cinsellik olayına bu açıdan bakıldığınında 'egemenlik' boyutundan başka bir de 'kimlik' boyutu edinmektedir. Belki çok eskilere, tabuların egemen olduğu dönemlere dek uzanan cemaat ve 'biz' kimliği, 'öteki'nin kadınında aşılmaz sınırını bulmaktadır. Bu durumda, ve 'roman' ve genel olarak edebiyat olayının, dış dünyanın gerçekliğiyle ilişkili olduğu oranda, Türk-Yunan ilişkilerinin en derin ve kompleks yanına erişilmiş olmaktadır: 'egemenlik' ve 'meşruiyet' sorunlarının, ulusal güvensizliğin ve kaygılarının yanısıra, kimlikle ilişkili sorunlarına. Siyasal vb. sorunların çözümü için gerekli sağduyu ise, bu 'tabu'ları aşmak kadar zor olduğu görünmektedir. 'Kadınımızı' 'öteki'ne büyük sıkıntılara düşmeden 'verebilecek' duruma gelindiğinde, (bu arada 'erkek toplum' da geride bırakılmış olacaktır), herhalde siyasal vb. sorunlara dengeli bir biçimde eğilebilecek düzeye de gelindiği düşünülebilecektir. *** [1] Buradaki bulgular, 1998 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde 'Türk Edebiyatında Yunanlı'nın Imajı, Karşılaştırılmalı Bir Yöntemle Ulusçuluk ve Kimlik Sorunları' başlıklı Siyaset Bilimi doktora tezi olarak savunulan bir çalışmanın yan ürünüdür. Bknz: Türk ve Yunan Romanlarında Öteki ve Kimlik, İstanbul: İletişim, 2005. [2] Bu konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz: H. Millas, Ayvalık ve Venezis, Yunan Edebiyatında Türk Imajı, Istanbul: Iletişim 1998. Ayrıca bkz. Millas 1998b. [3] Jacovides-Andrieu'ya göre 'sivil' Türkler 19. yüzyıl romanında hemen hemen bütünüyle eksiktir. Bu doğru değildir; hemen bütün Yunan romanlarında bir-iki 'normal' ve halktan sayılan Türk bulmak olanaklıdır. [4] Parantez içinde sayfa numarası verilmektedir. Bibliografya'da kitabın künyesi belirtilmektedir. [5] Ulusal/ulusçu/etnik (milli/milliyetçi/yurtsever, vb.) gibi sözcüklerin kullanımı 'ulus' olgusuna içinden çıkılmaz bir karışıklık getirmektedirler. Burada 'ulusçu' dendiğinde, ulus kavramının toplumsal bir ideoloji olarak benimsenmesi sonucunda ortaya çıkan anlayıştır. Barışçı yada saldırgan bir ideoloji olması, yani ulusçuluğun konjonktürel görünümleri 'ulusçu' anlayışın özünü değiştirmez. 'Ulusçuluk/nationalism' bir paradigmadır; ve bir başka paradigmanın, dinci, ümmetçi, emperyal, yerel vb. bir paradigmanın yerini almıştır. Ulusçuluğun gözden düşmesinden sonra oluşturulan 'ulusal/milli' gibi terimler birer 'euphemisme'dir ve kullanımlarıyla amaçlanan, olumsuz çağrışımların bertaraf edilmesidir. 'Ulusçuluk' bir 'ulusal bilinç' taşımakla, bir 'ulusla özdeşleşme' olarak da algılanabilir; bu durumda 'ulusal/ulusçu' ayırımı da gereksiz ve anlamsız olmaktadır. [6] Bu konudaki inceleme yaygınlaştırıldığında herhalde sürpriz bir Türk-Yunan/erkek-kadın ilişkisine rastlanabilir. Ancak, ilerde de gösterileceği gibi, bu, genel ve çok yaygın eğilimi kanıtlayan istisna olacaktır. Dikkat edilmesi gereken başka bir nokta (karşılıklı olan) 'aşk' ve 'sevgi' ile zorbalığın, yani kız kaçırma, ırza geçme, zorla alıkoyma gibi ilişkilerin birbiriyle karıştırılmamasıdır. Bu bağlamda ve ulusal söylem söz konusu olduğunda, tecavüz eden, zorbalık eden, Yunan edebiyatında hemen her zaman Türk, Türk edebiyatında her zaman Yunanlı'dır. [7] 'Yunan' ve 'Türk' edebiyatı terimlerine açıklık getirilmelidir. 'Ulusal bilinç' ve 'ulusallık' bir ırk, soy, dil, 'kültür' sorunu değil de tarih içinde göreli olarak son dönemlerde ortaya çıkan bir toplumsal inanç olduğuna göre binyıllara uzanan bir ulusal edebiyattan söz etmek ne anlama gelmektedir? Ulusçu paradigma içinde bu konuda bir sorun yoktur: muhayyel ulusun yanısıra pekâlâ muhayyel bir de edebiyatı olabilir. Ancak tutarlılık amaçlandığında herhalde 'Türkçe' ve 'Yunanca' dile getirilmiş bir edebiyattan söz etmek daha anlamlıdır. [8] Ahmet Mithat ile daha sonraları ulusçu edebiyat anlayışı içinde yazmış olan Halikarnas Balıkçısı arasında bir karşılaştırma için bkz: H. Millas, 'Avrupa Birliği, Ahmet Mithat ve Halikarnas Balıkcısı', Toplumsal Tarih, Istanbul, Mayıs, 1996. Halikarnas Balıkçısı'nın romanlarında Yunanlı kadın ve daha genel olarak Batılı kadın olumsuzdur. [9] (Ortodoks Hristiyan) Karamanlılar cemaatinin yazarlarından Evangelinos Misailidis'in (?-1890) bu dönemde kaleme alınmış olan Seyreyle Dünyayı (1872) romanında farklı dinsel cemaatlerden insanların aşkını konu edinir. Bu konuya aşağıda değinilecektir. [10] Geçiş dönemi yazarları olarak Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944) ve Ömer Seyfettin (1884-1920) gösterilebilir. Örneğin H. Rahmi'nin 1912 yılında yayınlamış Sevda Peşinde romanında Rum kızlar Heybeli Adası'nda sevimli ve dürüstken (73), 1920 yılındaki Kadınlar Vaazı kitabındaki 'Ada Vapurunda' öyküsünde Rum bayan saygısız ve şımarıktır. Ömer Seyfettin de Rumları 'umumhaneler' işleterek zengin olduklarını yazar Efruz Bey'de (203). Ayrıca bkz: H. Millas, 'Türk Edebiyatında Yunan/Rum Imajı, Ömer Seyfettin', Kebikeç Dergisi, Ankara Sayı 3, 1996. [11] Türk edebiyatında Yunan-Rum ayırımı hiç yok denecek kadar önemsizdir. Yunan ve Rum'un imajı tüm yazarlarda hemen her zaman uyum içindedir. Bundan sonra 'Yunan/Rum' kadınları terimi yerine 'Yunan' terimi kullanılacaktır. [12] Bkz: H. Millas, ‘The Image of Greeks in Turkish Literature: Fiction and Memoirs’, Oil on Fire?- Textbooks, Ethnic Stereotypes and Violence in South-Eastern Europe, Hahnsche Buchhandlung, Hannover, 1996. Yazarların roman/öyküleri ile anılarını içeren metinleri, Yunan'ın imajı açısından önemli ve ilginç farklılıklar sergiler. Örneğin anı kitapılarında ona annelik etmiş olan olumlu Eleni'den söz eden Halide Edip'in romanlarında Eleni adında fahişeler görüyoruz. Bu konuya burada değinilmiyecektir. [13] Burada, yer darlığı nedeniyle, olumsuz Yunan kadınının hangi çerçevede ve ne tür bir söylemle ele alındığı ayrıntılı olarak gösterilmeyecektir. Yalnız Yunan kadınının fahişe oluşunu ırksal nedenlere yoran ve 'ulusal sürekliliği' bütün Yunan ulusuna yakıştıran yazarlar da vardır. Örneğin Tarık Buğra 'büyük orospular yetiştiren ırk'tan, 'tarihin her devrinde kalleş orospular yetiştiren Yunanistan'dan söz eder (Ibiş'in Rüyası: 230 ve Siyah Kehribar: 151). Bu ırksal anlayış popüler romanlarda daha sık görülür [14] Bu 'ulusçu' yazarlarda Yunan erkeği de olumsuzdur. Bu tür olumsuz ve 'karşı' söylem yalnız edebiyatla ve romanla sınırlı değildir. Yunan ve Türk söyleminde 'öteki' söz konusu olduğunda çok yaygındır. Özellikle ulus kavramına ve ulusal kaygılara önem veren kimselerde bu ulusal anlayış daha da belirgindir. Ozanlar, sinemacılar, tarihçiler, politikacılar, gazeteciler vb. bu söylemi bilinçli ama daha çok bilincinde olmadan tekrarlarlar. Ancak bu alanlar konumuz dışında kalmaktadır. Okul kitapları ve tarihçilik konusunda peşin yargılar için bkz: Millas: 1998c ve 1994. [15] Güzin Dino'nun bir cümlesinin 'dekonstrüksyonu' bu anlayışı başka bir açıdan oraya koymaktadır: 'birinci evre romanlarında o gün için uygunsuz denebilecek kadın tipleri ya Müslüman olmayan azınlıklardan seçilmiştir... yada özgür bir yaşantı sürdüren Müslüman bir Türk kadını konu alınmış ise bu ancak... bir fahişe olabilir' (99). Yani uygunsuz kadın azınlıklardansa 'normal' kadındır, Türkse ancak fahişe olabilir! Gerçekte birinci evre romanlarında görülen ise çok basittir: uygunsuz kadınlar hem Hristiyanlar'dan hem de Müslümanlar'dan seçilirdi. [16] Bu söylem yalnız edebiyatla ve romanla sınırlı değidir. Yunan ve Türk söyleminde çok yaygındır. Özellikle ulus kavramına ve ulusal kaygılara önem veren kimselerde ise bu ulusal anlayış daha da belirgindir. Ozanlar, sinemacılar, tarihçiler, politikacılar, gazeteciler vb. bu söylemi bilinçli ama daha çok bilincinde olmadan tekrarlarlar. Ancak bu alanlar konumuz dışında kalmaktadır. Okul kitapları ve tarihçilik konusunda peşin yargılar için bkz: Millas: 1998c ve 1994. [17] Bu konuda ayrıntılı bir tanıtma yazısı için bkz: H. Millas, 'Tarihle İlgili bir Romanın Eleştirisi', Toplumsal Tarih, İstanbul, Nisan 1994. [18] Türk roman ve öyküsünde yaklaşık 1912'den sonra ulusçu ideolojiyi dile getiren yazarlar Beyoğlu'nu da, özellikle cinsel açıdan 'olumsuz' gösterirler. Peyami Safa bu temayı roman başlığı da yapmıştır: Fatih Harbiye. Beyoğlu'nu olumlu gösteren yazarlar ise hemen her zaman ulusçu ideolojiden belli bir uzaklıkta kalmış yazarlardır (örneğin Reşat Nuri Güntekin, Sait Faik, Orhan Kemal, Demir Özlü ve daha birçokları). [19] Yunanistan'da erkek eşcinsel ilişkiyi belirtmek için, imalı bir biçimde, 'Othomaniko Dikeo', yani 'Osmanlı hukuğu' terimi kullanılır ve bu tür ilişki dolaylı olarak Türklerle ilişkili gösterilir. Batı dünyası aynı ilişki için 'Greek way" derler. [20] 'Sait Faik ve Rumlar' çok geniş bir konudur ve bu alanda ayrı bir yazının yayınlanması planlanmıştır. [21] İncelenmiş olan roman ve öyküler içinde tek bu romanda bir Türk kızı/kadını, kendi isteğiyle bir Yunanlı'yla, öyle sınırlı da olsa cinsel ilişki kurmaktadır. İncelenmemiş başka metinlerde böyle bir ilişki bulmak mümkün olabilir. Örneğin oyun alanına baktığımızda Türk edebiyatında böyle bir olaya ikinci kez rastlanmaktadır. Ali Neyzi'nin Damdakiler (1989) şiir/oyununda 1920'lerde bir Anadolu köyünde bir Türk kızı bir Rum genciyle sevişir ve çocuk sahibi de olur. [22] Yunan edebiyatında bu biçimde nitelenebilecek romanlar yada öyküler saptanamamıştır. [23] Bu konuda bkz: Millas: 1996d ve 1998b. [24] Sevgi Soysal'da rastlanan özel Rum-erkek/Türk-kadın ilişkisi de, bu bağlamda yeni bir yoruma olanak vermektedir. Sevgi Soysal anne tarafından Alman'dır ve bu kimliği Tanta Rosa adlı eserinde belirgindir. [25]Türkiye'de 'İslami', 'milliyetçi', 'sol' kitaplar, özellikle yaklaşık on yıl öncesine kadar ayrı ayrı kitapevlerinde satılırdı. Nazım Hikmet ile Peyami Safa'yı, hele Hekimoğlu İsmail'i aynı kitapevinde bulmak bugün de sürpriz sayılır. Yunanistan edebiyatında böylesine kesin bir 'bölünme' görülmez. Bununla ilgili olarak Türk romanının Yunan romanına göre daha 'siyasal' olduğu da söylenebilir. Dolayısıyla 'öteki' de Türk romanında daha 'siyasal'dır. [26] Bütün yapıtlar içinde E. Aladağ'ın Sekene, Türkleşmiş Rumlar / Dönmeler, kitabı çok özel bir konumdadır: Türk erkekle Rum kadın arasında cereyan eden kız kaçırma ve ırza geçme olayları 'aşk' olarak gösterilirler (13, 22 vb.). [27] Başka bir çalışmada bu 'siyasal' projenin, 'kadın' dışında başka motiflerle de desteklendiği gösterilmiştir (Bkz: Millas 1998b.). [Herkül Millas] Fransa’da 'Genese-Oluşum' dergisine yayınlanmıştır [Mayıs- Ağustos1999] * BIBLİYOGRAFYA (Burada, metin içinde gönderme yapılan yapıtlar; parantez içinde ise ilk yayın yılı verilmektedir.) - Ahmet Mithat (1844-1912) Henüz Onyedi Yaşında, Vakit, İstanbul, 1943 (1881); Jön Türk , Oğlak, İstanbul, 1995 (1910). - Ahmet Rasim (1864-1932). Güzel Eleni, Arba, İstanbul, 1988 (1891). - Aladağ, Ertuğrul, Sekene, Türkleşmiş Rumlar / Dönmeler, Marenostrum / Belge, İstanbul, 1997. - Biberyan, Zaven (1921-1985). Yalnızlar , Öncü, İstanbul, 1966. - Buğra, Tarık (1918-). Siyah Kehribar, Ötügen, İstanbul, 1991 (1955); Küçük Ağa, Ötüken, İstanbul, 1989 (1963); Ibiş'in Rüyası, Ötüken, İstanbul, 1980 (1970). Osmancık, Ötüken, İstanbul, 1987 (1983). - Cilasun, Raif (1940-). Onlar Olmasaydı, Kitsan, İstanbul, 1986. - Dimaras, K. İstoria tis Neoellinikis Logotehnias (Çağdaş Yunan Edebiyatı Tarihi), Ikaros, Atina, 1987. - Dinçmen, Kriton (1924-). Symphonia Kakophonica, Iletişim, İstanbul, 1992. - Dino, Güzin. Türk Romanının Doğuşu, Cem, İstanbul, 1978. - Güntekin, Reşat Nuri (1889-1956). Akşam Güneşi, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1970 (1926); Ateş Gecesi, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1970 (1942); Harabelerin Çiçeği, İnkilap, İstanbul, 1994 (1953). - Gürpınar, Hüseyin Rahmi (1864-1944). Sevda Peşinde, Atlas, İstanbul, 1984 (1912); Kadınlar Vaizı, Özgür, İstanbul, 1995 (1920). - Hristovasilis, Hristos (1861-1937). Apo Ta Hronia tis Sklavyas (Kölelik Yıllarından), Pella, Atina, 1987 (1910-1920). - Ilhan, Attilâ. Sırtlan Payı, Bilgi, Ankara, 1974. - Jacovides-Andrieu, A.O. 'La Personnage du Turc dans le Litterature Greque de 19eme siecle', Mayıs 1968da CERI'nin Paris, Le Difference Greco-Turc kolokyumunda sunulan bildiri. - Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1889-1974). Hüküm Gecesi, Iletişim, İstanbul 1987 (1927). - Kazantzakis, N. O Kapetan Mihalis (Kaptan Mihalis), Kazantzakis, Atina, 1981 (1953). - Ksenos, Stephanos (1821-1894). I Irois tis Elinikis Epanastaseos (Yunan Ihtilalinin Kadın Kahramanı), Sideri, Atina, 1940 (1852). - Levi, Mario (1955-). Bir Şehre Gidememek, Afa, İstanbul, 1993 (1990); Madam Florides Dönmeyebilir , Afa, İstanbul, 1990. - Misailidis, Evangelinos (ölümü 1980). Seyreyle Dünyayı, Cem, 1988 (1872). - Millas, H. ‘Türk Edebiyatında Yunan Imajı: Yakup Kadri Karaosmanoğlu’, Toplum ve Bilim, İstanbul, Kış 1991. ------. Yunan Ulusunun Doğuşu, Iletişim, İstanbul, 1994. ------. 'Güz Sancısı', Toplumsal Tarih, İstanbul, Nisan 1994b. ------. ‘The Image of Greeks in Turkish Literature: Fiction and Memoirs’, Oil on Fire?- Textbooks, Ethnic Stereotypes and Violence in South-Eastern Europe, Hannover: Hahnsche Buchhandlung, 1996. ------. Türk Edebiyatında Yunan/Rum Imajı, Ömer Seyfettin', Kebikeç Dergisi, Ankara, Sayı 3, 1996b. ------. 'Avrupa Birliği, Ahmet Mithat ve Halikarnas Balıkçısı', Toplumsal Tarih, İstanbul, Mayıs, 1996c. ------. 'The Worldviews of Christians and Muslim Turkophones: A Comparison through Literary Texts of the late 19th Century', The Howard Gilman Uluslararası Konferansta bildiri, Bursa/Izmir/Ankara, 23 Hazitan- 1 Temmuz 1996d. -----. Ayvalık ve Venezis, Yunan Edebiyatında Türk Imajı, İstanbul, Iletişim, 1998. -----. Türk Edebiyatında Yunanlı’nın Imajı, Karşılaştırmalı Bir Yöntemle Ulusçuluk ve Kimlik Sorunları, yayınlanmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1998b. ------, 'Türk Ders Kitaplarında Yunanlılar; Bütünleştirici bir Yaklaşım', Tarih Eğitimi ve Tarihte 'öteki' Sorunu, Tarih Vakfı Yurt, İstanbul 1998c. - Mirivilis, Stratis (1890-1969). Kokino Vivlio ( Kırmızı Kitap), Estia, Atina, 1976 (1952). - Orhan Kemal (1914-1970). Baba Evi, Varlık, İstanbul, 1974 (1949); Avare Yıllar, Varlık, İstanbul, 1950; Gâvurun Kızı, Izmir Matbaası, 1959. - Ömer Seyfettin (1884-1920). Efruz Bey, Bilgi, İstanbul, 1988 (1919). - Palamas, Kostis (1859-1943), O Thanatos tu Palikariu (Delikanlının Ölümü), Estia, Atina, 1972 (1887). - Papadyamandis, Aleksandros (1851-1911). Hristos Millionis, Apanda-Giovanis, Atina 1972 (1885). - Şemsettin Sami (1850-1904). Taaşuk-i Tal'at ve Fitnat , Ankara Ün. 1964 (1872). - Tan, Turhan (1896-1939). Gönülden Gönüle, Ağah Sabri, İstanbul, 1931. - Talu, Ercüment Ekrem. Kan ve Iman, Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1989 (1922). - Tülbentçi, Feridun Fazıl (1912-1950). Osmanoğlular , Inkilap, İstanbul, 1949. - Uşaklıgil, Halit Ziya (1866-1945). Aşk-ı Memnu, Inkilâp, İstanbul 1987 (1900). - Viziinos, Yeoryios (1848-1896). To Amartima tis Mitros mu ke Alla Diigimata (Annemin Günahı ve başka Öyküler), Estia, Atina, 1991 (1883-1895). http://www.herkulmillas.com/.../177-tuerk-ve-yunan... * DERLEME Bu yazı buradan alınmıştır.

  • Okumak

    Kültürü çok geniş değerli bir dostum geçen gün bana diyordu ki; -Artık benim için yeryüzünde bir tek eğlence kaldı: Okumak. Ne içkiden, ne danstan ne toplanmalardan hiçbir şeyden tatlı bir duygu alamıyorum. İnsanlardan kaçan yabani bir mahlûk oldum. Bu duyuş, belki sinir bozukluğundan geliyor. Yalnız doğru bir tarafı var ki, o da bu dostumun her tatlı duyguya karşı taş gibi donuk ve soğuk kaldığı halde okumaktan kendini alamamasıdır. Demek kültürlü bir insan için; düşünen, anlayan, öğrenmek isteyen bir kimse için her eğlence geçebiliyor, hepsi sönüp gidiyor, yalnız okumak kalıyor. Öyle ise okumak nedir nasıl bir iştir ki böyle sürekli ve kolay ölmeyen bir tadı var? Yazı, bir türlü ölümü ortadan kaldırmayan insanoğlunun ölüme karşı bulabildiği tek çaredir. Yazı, zekanın fotoğrafıdır. Çağlardan çağlara, ellerden ellere geçe geçe, bütün tarihi aşıp gelir. Onda, insan hayatının her yaprağı üstünde gezen gözlerin ışıkları, düşünen kafaların gölgeleri bulunur. Güzel yazılmış bir yazıyı okumak, sönüp gitmiş bir varlığın fotoğrafına bakmak gibidir. Daha doğrusu, donup kalmış, sessiz bir fotoğraf değil; konuşan, düşündüklerini anlatan canlı ve sesli bir sinema. Onun içindir ki yazı, birçok olamamazlıkları olur yapmıştır. Ölü dirilmez; yüz kuruşa Amerika ‘ya gidilmez; her büyük adam bizimle konuşmaz. Bu böyledir de, en büyük yazıcıların herhangi bir kitabı pek güzel yüz kuruşa alınır ve bu büyük düşünücü ile baş başa on gün, yirmi gün, bir ay oturup konuşabilirsin. İnsanlık içinde, güneş gibi, ışığı kendinden çıkan zekalara yaklaşmak, biraz yanmak olsa bile, pek çok aydınlanmaktır. Onları anlamak, dediklerini kavramak için dimağ dediğimiz düşünme makinesini işletmek ve onu yormak lazımdır. Hangi varlık yorulmadan işler ve yanmadan parlar. Güneşin kendi bile sonsuz karanlıklara ışıklarını verebilmek için bir ateş kazanı gibi durmadan kaynamıyor mu? Eski Yunan’ın büyük filozofu Sokrat, hiç yazmadı. Eğer yetiştirdiği Platon da böyle yapsaydı Sokrat, baldıran ağusuyla değil, yazı yazmamakla kendini öldürmüş olurdu. Kendinden büyüklerin ne düşündüklerini öğrenmek için onların yazılarını okumak, öğretmenlerimizin sayısını çoğaltmaktadır. Okulda insanın olsa olsa on hocası olur. Hâlbuki kitap okuyan için her özlü yazıcı bir değerli öğretmendir. İyi bilmeliyiz ki, okuduğumuz her satır, kafamızın içinde, yeni bir düşünce âlemi yaratır. Ya eski düşüncelerimizi yerinden oynatarak onları canlandırır ya yeni bir düşünce ile varımızı artırır. Kitap, en gerçek bir dosttur. Dalgınlığa vurmadan okunan güzel bir kitaptan sonra, tıpkı çok sevdiğimiz bir arkadaşla konuşmaktan aldığımız tadı duyarız. Ona her an davetli gibiyizdir. Çağırmasına gitmezsek bile o yine darılmaz, bıkmadan usanmadan bizi bekler. Biz yanına gidinceye kadar gözleri gözlerimize tatlı tatlı güler; açmaya ve çevirmeye başladığımız beyaz yaprakları sevinçten ellerimizi okşar. Okunacak şeyin ne değerde olduğunu kitapsız, gazetesiz kaldığımız zaman çok iyi anlarız. Hele yalnızlıkta… Mütareke içinde İngilizlerin Malta’ya sürdükleri yurttaşların pek çoğu gazetesizlik ve kitapsızlığı yiyecek ve içeceksiz kalmak kadar acı bulmuşlardır. Bir an kendinizi tek başınıza bir odaya kapatılmış olarak düşünün. Biraz ekmek ve su bulduktan sonra ilk arayacağınız şey dilinizden anlayan, konuşacak bir insandır, değil mi? Bu his, içinde yaşadığınız cemiyetten uzak kalmanın verdiği manevi açlığınızın giderilmesini istemekten ve başka insanlarla olan bağınızın koparılması kaygısından başka ne ifade eder? Yalnızlıkta, dost ve arkadaş yokluğunun yerini ancak kitap tutabilir. Bulabildiğiniz kitabı yazan, sizin bu tek başına kaldığınız anda konuşabileceğiniz tek arkadaş değil midir? Yazık okumaya alışmamış, onun tadını almamış olanlara. Onlar, ıssız bir âlemde, yapayalnız yaşayan mahkûmlardır. * Hasan Ali Yücel

  • George Michael

    Ünlü şarkıcı ve söz yazarı George Michael kalp yetmezliğinden vefat etti. İngiliz şarkıcı ve söz yazarı. Pop müzik tarihindeki en iyi ve en ünlü şarkıcılardan biri olarak gösterilir, aynı zamanda eski Wham! grubunun iki üyesinden biridir. Asıl adı Georgios Kyriacos Panayiotou’dur. Michael, sanat kariyeri boyunca sayısız rekor ve başarıya imza atmış, başta Grammy ve BRIT olmakla birçok ödül almış, 100 milyonu aşkın satış başarısı elde etmiştir. Doğum tarihi ve yeri 25 Haziran 1963, Londra Ölüm tarihi 25 Aralık 2016 (53 yaşında) SevgilileriKenny Goss (1996-2009 yy.), Anselmo Feleppa EbeveynleriLesley Angold Panayiotou, Kyriacos Panayiotou ÖdülleriEn İyi İkili veya Grup Vokal R&B Performansı Grammy Ödülü, Yılın Albümü Grammy Ödülü (Vikipedi) Michael, kariyeri boyunca "Last Christmas", "Faith", "Freedom", "Jesus to a Child", "Father Figure", "Kissing a Fool" ve dünya çapında yedi milyon satan "Careless Whisper" gibi birçok önemli ve ünlü şarkıları yazmış, bestelemiş ve yorumlamıştı. Şarkıcının "Careless Whisper" adlı parçasını dinlemek için aşağıdaki videoya tıklayınız. *

bottom of page