top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Açlıktan Ölmemenin Çaresi

    L. Bey: “Bonjur, monşer…” V. Bey: “Boniur, şer ami…” - Sabah sabah böyle saçlar taralı, potinler yamalı, ahlâk kanunu keşfine çıkmış bir filozof dalgınlığı ile ne tarafa? - Hayır, hayır. Benzetmeni hiç yerinde bulmadım. İnsana derin bir sefalet hissettiren bu kasvetli, kirli sokaklarda sabahleyin aç karnına ahlâk kanunu keşfine çıkılmaz. Hem en büyük filozofların şimdiye kadar buldukları kanunların iflâs ettiği böyle bir günde zavallı insanlık senin, benim gibi ahlâksızların keşfedecekleri kanunla muhtaç kalırsa, vay olur onun haline! Benim aramaya çıktığım şey bütün bütün başka. - Nedir? - Yüzümün sarılığına, şu dermansızlığıma bak da anla. - Ha anladım. Une aventure d’amour (bir aşk macerası) aramaya çıkmış olacaksın. - Ah dostum, maksattan ne kadar uzaksın! O senin dediğin tok karnına edilir haltlardandır. Ben sabah sabah parasız karın doyurmaya çıktım. Karşısındakinin koltuğuna girerek: “O! Bu sözün beni çok enterese etti. Parasız karın doyurmak… Buna bir imkân keşfedebildinse hemen ilgili bulunduğu makamdan bir ihtira beratı alalım, keşfimizi ilân edelim. Hem âlemin karnı doyar, hem de biz böylelikle ihya oluruz.” - Yok, yok! Bu oldukça önemli bir keşiftir; fakat ilân etmeye gelmez. Bu karın doyurma yolunu başkalarına gösterirsek sonra biz yine aç kalırız. - Eh, öyleyse bir sen bil, bir de ben bileyim. - Karnın aç mı? - Zil gibi. Böyle bir soruyu senin aklına ve kavrayışına yakıştıramadım. - Niçin? - Benim aylıkla geçinir bir zavallı olduğumu bilirsin. İşte bu salı tamam on beş gündür ki maaşın süresi geçti. Zaten geçen ayın on beşini bulmadan paralar tamamıyla suyunu çekmişti. Bir aydır bilâ mangır yaşıyoruz. - Kredi ile? - Adam sen de! Dünyada kimin itibarı kaldı ki, kasabın-bakkalın yanında benim kredim olsun! - Nasıl yaşıyorsun? - Avrupalı belediye reisini elli gündür açlıktan öldürmeyen Allah bizi de muhafaza ediyor. Fakat uzun söz dinlemeye tahammülüm yok. Aman Allahım açlıktan tın tın ötüyorum. Şu senin parasız karın doyurmak sırrına hemen ermek isterim. - Öyleyse gel beraber. Ben ne yaparsam sen de onu yap. Lâkin öyle bitik, meyus durma. Tok bir adamın kuvvetini ve neşesini göster ki esnaf bizden şüphelenmesin. - Ne o? Adam dolandırmaya mı gidiyoruz? - Evet ama, gayet küçük ölçüde. - Tutulursak rezil oluruz. - Bu öyle masumca bir hırsızlık ve dolandırıcılıktır ki mal sahibinin müsaadesiyle ve onun gözü önünde olur. Bu işe girişmeye cesaret edenler kanuni kovuşturma tehlikesinden tamamıyla uzak kalırlar. - Acayip! - Haydi, gel, gel! *** İki arkadaş Balıkpazarı’na inerler. Dar, çukur, karanlık ve en nihayetinde ayazma gibi lamba yanan bir bakkal dükkanından içeri dalarlar. Sırtındaki gömlek her türlü yağ ve benzeri şeylerin bulaşmasıyla “emperme-abi” yani su sızdırmaz bir muşamba haline gelmiş koca karınlı, içi-dışı yağlı bakkal Bodosaki iki-üç müşteriyle meşgul. V. Bey alçak, tozlu tavana kadar her yanı istif istif, salkım salkım, tıklım tıklım dolduran malları aç bir kedi sinsiliğiyle gzden geçirmekteyken, gelenlerin hallerine dikkatten kendini alamayan bakkalın çırağına: “Peynir istiyorum.” der. Çırak: “Verelim. Kaç okka?” V. Bey: “Dur bakalım, evvela malı beğenelim; okkası sonra.” - Bakınız, işte çok çeşit peynir var. Hoşlandığınızdan alınız. - Kes bakayım şu peynirden bir parça. Çırak kestiği peyniri bıçağın ucuyla müşterilere uzatır. V. Bey bir parçasını kendi yer, bir kısmını da arkadaşına tattırarak: “Hımmm, iyi değil, pek tuzlu.” - Tuzsuzu da var. - Görelim. Çırak yine bıçağın ucuyla her iki müşteriye tuzsuzdan tattırır. Müşterilerde çeneler hafifçe bir-iki kere oynar. Yüzlerinde hoşnutsuzluğu belirten çizgiler görünür. Çırak mal beğendirmekte ısrar gösterir; dört-beş çeşni daha takdim eder. Fakat bu çok zor beğenen müşterileri memnun edemez. Müşteriler beyaz peynirden vazgeçerek kaşara karar verirler. Onun da birkaç çeşidinden tadarlar. Çeşnileri yuttuktan sonra hep yüz ekşitirler, beğenmezler vesselam. Dükkandan çıkarlar. V. Bey: “Nasıl, biraz safra bastırdın mı?” - Şüphesiz. On dirhemden fazla peynir yedim. Fakat bir parça ekmek olsaydı. - Ekmek olmaz. O vakit hilemiz anlaşılır. Hele gel bakalım, daha neler yiyeceğiz! Bir ikinci dükkâna girerler. Bu defa zeytin isterler. Yeşil, siyah, iri, ufak, orta taneli her cinsinden yerler. Pazarlık uymaz, çıkarlar. V. Bey arkadaşına sorar: - Kaç zeytin yedin? - Ben on bir. Beş-on dükkan aşırı bir bakkala daha dalarlar. Şimdi de pastırma, sucuk kestirirler. Eski mal, yeni mal, kuşgönü, iftariyelik… Tatmadık hiçbir çeşidini bırakmazlar. Tabiî pazarlık uymaz. Lâkin bu pastırma-sucuk muayenesi, tuzlu-baharlı gevrek gevrek hoşlarına gider. V. Bey hep sorar: “Nasılsın?” - Bir parçacık ekmek olsa bayağı tımtıkız doyacağım. - Bu parasız ziyafetin tek sakıncası da işte bu ekmeksizliktir. - Daha yemeğe iştahın var mı? - Bilmem, adeta tuzlandım. Bu defa bal, bulama, pekmez, kabak reçeli çeşniciliğine çıkarlar. Yürekleri yanıncaya kadar parmak parmak yerler. Sonra üzüm küfelerinden rızk toplarlar: “Baba, kaça veriyorsun?” diye sorduktan sonra salkımların altından, üstünden çimlenmek. Böyle arı gibi her küfeye kona kalka iki-üç cadde takip edince bedavadan yüz dirhem üzüm yemek muhakkaktı. V. Bey sıkı sıkıya Yemiş’e doğru yürürken arkadaşı sordu: “Nereye?” - Kuru yemişçilere. Daha ceviz, fındık, badem, kuru üzüm, hurma, incir muayenesi var. - Kuru yemişçileri başka bir güne bırakalım. Vallahi çok doydum ben… - İşte, birader, parasız doymanın sırrına erdik. Fakat her sanatın bir püf noktası vardır. Bununki de şudur: Bugün uğradığımız dükkânlara uzun müddet uğramamaktır. İstanbul pek geniş bir şehirdir efendim. Bugün Balıkpazarı’ndan nevaleni toplarsan, yarın Galata’ya, Tophane’ye geç. Öbür gün Kumkapı, daha öbür gün Samatya’ya git. Dolaş dur. Bizi yaratan bütün dünya âlemin rızkını verici, şüphesiz hepimizin kısmetini bol bol ayırmıştır. Fakat onu arayıp bulmasını bilmeli. O halde kabahat kimsede değil, aç kalanların kendilerindedir. Bak bugün tanemizi kaç çeşitli yerden azar azar toplayarak doyduk. Yarabbi şükür. Bu Allah’ın lütfudur. Haydi, birader sana öyle bir ders verdim ki, bacaklarında birkaç sokak dolaşacak kuvvet oldukça bundan sonra açlıktan ölmezsin. Çünkü geleneklere göre bizde çeşni helâldir. HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR

  • Salt Baykuş Ağıdı

    nefretin en çatal dillisi bende o yumuşak tınılar söyleyen dilim peşi sıra kalbim iğne dolu fıçıda... içimde kaynayan bir yanardağ ve kan kızılı lavlar akar duygularımın içine... nasırlı pençende kıvranıyorum oysa ki içimdeki deli tırpanla biçmek istiyor acısı beni aşan duyguları... karpuza saplanan bıçak gibi kalbine saplanmak istiyorum orada öyle... oyun taşlarına çevirdin parmaklarının arasında günlerce tecavüze uğradım... yoruldum, kederli sözcükler birleştirmekten gözlerin cehennemdir senin... adaletle bakabilseydin eğer görecektin, çaresizlikle tanrıya dökülen gözyaşlarımı görecektin ömrümün, kırılan dallarını... sen hiç bakmayı bilmedin ama bu bir gizdi gayrısına kapıları kilitli gayrısı el yetim kalan çocukların düşleri gibi... kabullenmeyi öğrendim yalnızlığın ömrü de benim her insan gibi gündelik işlerle meşgul bir koşuşturmaca içerisinde geçer giderim... ama yine de koymam göğsümün orta yerine senden başka fotoğraf... oysa ki der dururum içimin akarsularına yeni damlalar katarak...

  • PAVYON GÜZELİ

    Çiftlik şehrin on kilometre uzağında, doğa harikası bir göle komşu köyün girişindeydi. Çiftlik ve yakın çevresi usta bir ressamın elinden çıkan bir tablo güzelliğinde, yemyeşildi. Çiftlik oldukça geniş bir araziye sahipti. Tam ortasındaki üç katlı evin her mevsimi süsleyecek, etkileyici bir güzelliği vardı. Çiftliğin sınırları bir insanın erişemeyeceği yükseklikteki çit ve dikenli ağaçlarla çevriliydi. Demirden giriş kapısı iki kanatlı ve yüksekti. Kapının her iki kanadında aslan motifli gösterişli birer kapı tokmağı vardı. Postacı zile bastığında sabahın epeyce erken bir saatiydi. Bekledi. Açan olmayınca bir kez daha çaldı, bu kez önceki sabah ürkekliğini üzerinden atarak biraz uzunca. Önce uzaktan bir köpek havlaması işitildi. Ardından gelen inek ve koyunların sesi, hayvanlar ses korosunu tamamladı. Evin en büyük oğlu Murat, gözlerini ovuştura ovuştura çiftliğin kapısını araladı. Emeklisi gelen postacı elindeki mektubu uzattı. Mektubu alan Murat yarı uykulu gözleriyle postacıya teşekkür ederek kapıyı kapattı. Mektubun üzerine baktı, yalnızca alıcısı olan babasının ismini okudu. Yazı düzgün yazılmıştı. Merak etti. Kim olabilirdi ki gönderen? Sağ elinde tuttuğu mektubu sol elinin içine vura vura ineklerin bulunduğu ahıra gitti. İzbe, loş ahıra girince önce lambayı yaktı. Birkaç inekten ses geldi. İneklerin sırtlarını sevgiyle sıvazladı. Yemleri kontrol etti. Köşede duran çuvallardan birini alıp eksilen yemlikleri tamamladı. İneklerin geviş getirirken çıkardığı ses, bir orkestranın ritmik ve hatasız icrasından farksızdı. Aralarında hasta olan var mı diye dikkatlice her birini kontrol etti. Babası bu konuda çok titizdi. Onu her defasında ‘Hayvanlara iyi bak! Hasta olmasınlar, yoksa canına okurum!” diye uyarırdı. Mektubu bıraktığı yerden alıp, koyunların bulunduğu yere geçti. Annelerini emen yeni doğan kuzuları da tek tek inceledi. Hasta olan yoktu. Sevindi. Babası, hayvanlar hasta olduklarında paraları gidecek diye veteriner çağırmazdı. Yıllar yıllar önce çağırdığı veterinerden gördükleri ve köylülerin kendi aralarında yaptıkları konuşmalardan öğrendikleriyle hasta hayvanlara bakardı. İlaçlarını bin bir pazarlıkla alır, iğnelerini de kendi yapardı. Murat hayvanları kontrol ettikten sonra eve geçti. Mektubun kimden geldiğini öylesine merak ediyordu ki, sonradan anlaşılmayacak şekilde zarfı nasıl açabileceğini ciddi ciddi düşündü. Mutfaktan aldığı bıçağın da ona yardımcı olamayacağını anlayınca içini kemiren bu merakla oflaya puflaya çaresiz katlayıp arka cebine koydu. Günlerden perşembeydi. Babasıyla birlikte sütleri satmaya şehre gideceklerdi. Birazdan ev ahalisi de eksiksiz ayaklanmış olurdu. Murat eşi ve çocuklarıyla bu evde aile içinde aileydiler. Anne ve babası, bekâr üç erkek ve iki kız kardeşiyle birlikte yaşıyorlardı. Anne mutfağa geçip kahvaltılıkları hazırlarken bir yandan da gelinine sesleniyordu, - Sofrayı hazırlamadın mı daha? Üstü kapalı emir içeren bu sesleniş, yeni yeni ışımaya başlayan günün serinliğine ürkütücülükle eşlik ediyordu. Yeni günün ışıkları henüz köye düşmeden inek ve koyunları sağmış, yorulmuştu. Her gün tekrarlanan ev işlerinden, çocuklarının bakımına eklenen bu sağım işinden gına gelmişti Murat’ın eşine. Kısa bir süre de olsa annesine kaçıp birazcık olsun dinlenmek istiyor ancak kayınpederi türlü bahanelerle buna müsaade etmiyordu. Bir köleden farksızdı. Sızlandığında kocası bir türlü sonunu getiremediği sinirlerini ayağa kaldıran aynı cümleyi tekrar edip duruyordu, -Babam… Herkes hazırlanmış, sofrada yerini almıştı. Babası masanın başında, bir patron edasıyla kasılıyordu. Çocuklar da uyanıp sofradaki yerlerini almışlardı. Anne, tavukların altından aldığı yumurtaları kaynatıp her bir tabağa koydu. Babası kendisinden beklenen bir tepkiyle annesine seslendi. - Yahu Karı! Her gün de yumurta yenmez ki! Vallahi satacak yumurta kalmayacak! Masadakiler tabaklarındaki yumurtayı sessizce tabaklarından alıp masaya bıraktılar. Sessiz karşı çıkışları suratlarını ekşitmekle sınırlıydı. Murat’ın çocukları dört ve altı yaşındaydılar. Onlar çatallarını peynir tabağına götürdükçe dedeleri kahvaltısını bırakıp torunlarına ters ters bakıyordu. Karısıyla göz göze geldi. Gelinleri bir ara peynire uzanırken kayınpederinin baktığını görünce, çatalını geri çekti. Sonra domates tabağına yöneldi. Baba ortaya konuştu ama söz varacağı yeri zaten biliyordu. - Yahu peynirin şehirdeki fiyatından haberiniz var mı? Bir kilo peynirin kaç kilo sütten yapıldığını biliyor musunuz? Torunları pür dikkat dedelerini dinliyordu. Evin gelini çocukların kulaklarına bir şeyler fısıldadı. Büyük olanı, -Dede peynirin fiyatı ne olmuş? -Tam tamına 36 gayme! Vallahi, billahi! -Gayme ne dede? Kaymak mı? - Büyüyünce anlarsın gaymeyi. Hadi laf yetiştirmeyi bırak da domatesten ye! Sofradakiler evin babasının kalkmasını ne kadar çok isteseler de, o inadına denetim memuru gibi başlarında bekliyor, herkesin lokmasını sinsice saymaya devam ediyordu. - Haydi bakalım, herkes işine! Kahvaltı faslı bitti! Avrat, çocuklar inekleri akşama kadar çayırda otlatsınlar. İyi sahip çıksınlar. Aman deyim kayıp filan etmesinler. Yoksa canlarına okurum! Hanım, sen de tarhanaya başlasan iyi olur. Kışın pek lezzetli oluyor. Onsuz yapamam, biliyorsun. Yalnız yumurtaları fazla harcama ha! Biz birazdan oğlanla sütleri satmaya çıkacağız. İstediğin bir şey yoktur her hâl. - Bey daha bir şey istemeden ağzıma tıkıyorsun. Şu üzerimdeki urbayı kaç zamandır giyiyorum. Artık eskidi. Bak yırtıklarına. Gelirken bir urba alsan diyecektim. Geline de al, çocukların üstünü başını görüyorsun. En iyisi mi sen bizi de çarşıya götür. - Bayram değil seyran değil. Hele bir bayram gelsin, düşünürüz. - Etme bey, parayı mezara mı götüreceksin? Kefenin cebi yok derler. Şükür aç değiliz açıkta değiliz. Bankada da bir sürü paramız var. Bir iyilik yap da sevindir şu çocukları. - Karı, karı! Para öyle kolay kazanılmıyor. Harcanmadığında birikiyor. Şimdi sırası değil! Bak, komşumuz İsmet bize nazire yaparcasına köyün en güzel arabasını aldı. Nah şuraya yazıyorum. Ben de ondan daha iyi araba almazsam ne olayım. Para lazım para! Şimdi sırası değil elbisenin, çaputun! Süt yüklü kamyonet şehre doğru yol alırken, onları yolcu etmek için dışarı çıkan annesi arkalarından söyleniyordu, - Cimri Adam! Yarın ölünce o paraları da yanında gömerler inşallah! Şehre yaklaşırlarken babası her zamanki uyarısını yaptı. - Oğlum kaç defa söyleyeceğim arabayı biraz yavaş sür diye. Hızlı gidince ne kadar çok yaktığının farkında değil misin? Zaten traktörlere mazot yetiştirmekte zorlanıyoruz. Murat ayağını gazdan çekince araç yavaşladı. Sağ şeride geçti. - Baba yetmiş kilometre çok değil ki. Yavaş gidince arkadaki şoförler de rahatsız oluyorlar. Hem sütler de bozulabilir. Kamyonete soğutucu yaptırsak iyi olacak. Havalar iyice ısındı. Müşteriler şikâyetçi olacak. - Şimdiye kadar kimden şikâyet geldi? Bozulmaz, bozulmaz! Bizim sütler okunmuştur. Sen soğutucunun ne kadar olduğunu biliyor musun? On hafta satışa çıksak ödeyemeyiz. Sen bana laf yetiştirmeyi bırak da arabayı dikkatli sür. Murat babasına belli etmeden “La havle…” diyerek, kafasını sola çevirdi. Dikkatini dağıtmak için teybi açtı. Esmeray’ın “Gel Teskere” şarkısı çalıyordu. O an aklına babasına gelen mektup geldi. Emniyet kemerini gevşetip kıçını yanladı. Arka cebindeki mektubu güç bela çıkardı ve babasına uzattı. Babası “Hayırdır!” diyerek aldığı mektubu hemen açtı ve okumaya başladı. Murat babasına çaktırmamaya çalışarak mektuba baksa da bir yandan gözü yolda olduğundan yazılanları bir türlü seçemedi. - Baba mektup kimden? - Merak edilecek bir şey yok. Asker arkadaşım İbram’dan. Murat uzun zamandır babasının yüzünü böyle mütebessim ve gevşemiş halde görmemişti. - Hayırdır baba, mektup seni bayağı gülümsetti. - He ya. Dedim ya asker arkadaşım İbram yazmış. Gece eğitiminde yaptığı şakayı anlatıyor. Soğuk bir gecede eğitime gitmiştik. Ne ara şarjörümü aldı, hiç haberim olmadı. Koğuşa döndük. Tüfeğimi kontrol ettim, bir de ne göreyim. Şarjör yerinde yok. Nasıl korktum bir bilsen. Sabah olunca komutana ne diyecektim? Aksilik bu ya, o gece 3-5 nöbetim de vardı. Eğitimden döndükten sonra gözüme uyku girmedi. Neyse bir ara dalmışım. Uyanınca baktım, şarjör burnumun dibinde. Ben ne olup bittiğini anlamaya çalışırken arkadaşlar İbram’ın şaka yaptığını söyleyince ona ne küfürler ettim, ne küfürler. Kamyonet sıra sıra sitelerin yer aldığı sokağın başına kornasını çalarak girdi. Bu sokağa ziyaretleri, pazartesi ve perşembe olmak üzere haftanın iki günü gerçekleşiyordu. Murat kamyoneti uygun bir yere park edip, süt almak isteyenlere geldiklerini bildirmek için kornasını arka arkaya çalmaya devam etti. Sonra da araçtan inip yüksek binalara doğru bakarak “Sütçüüü! Sütçüüü!” diye bağırdığında saat 11’e yaklaşıyordu. Babası aracın arkasına geçti. Büyük güğümdeki sütleri küçüklerine üçer beşer litre olarak böldü. Balkonlardan uzanan kafalar, teker teker siparişlerini veriyordu. Murat eline aldığı küçük güğümlerle bir apartmana girdi. Süt almak isteyenler kapı önlerine tencerelerini bırakmışlardı. Murat, giriş katından başlayarak sırayla her kattaki müşterilerine sütlerini verip, dördüncü kata kadar geldi. Yorulmuştu. Biraz nefeslenip merdivenin bittiği yerde, sağdaki ilk zile bastı. Kapıyı açan evin beyi oldu. Orta yaşlardaki adam elindeki tencereyi uzattı. Murat’ın ter içindeki halini görünce, - Evlat, yorulmuşa benziyorsun. Sana su getireyim. - Sağ ol amca. Durup dinlenmeksizin çalışmaktan bittim artık. - Hayırdır? Tatile gitmedin mi? - Ne tatili amca? Biz öyle şeyler bilmeyiz. Başımızda bir baba var ki, vallahi nefes aldırmıyor! Atları bile koşturduktan sonra dinlendirirler, bize gelince çalış babam çalış… - Evli misin? - Evet, iki tane evladım var. Ellerinden öperler amcası. - İyi de, evli insanlar yaşamlarındaki kararları kendileri vermez mi? - Ah, sorma ağabey sorma! Derdim çok! Baba başımızda kral gibi. Astığı astık kestiği kestik! O ne emir buyurursa o olur bizde. Karşısında konuşamazsın bile. Azıcık ağzımızı açsak, hemen ‘Size miras bırakırsam ne olsun!’ diye tehdit eder. - Aracın üstündeki baban mı? - Evet. - Aşağıya inip biraz konuşsam, ona tatilin önemini anlatsam. Ne dersin? - Yok, yok olmaz! Benim şikâyet ettiğimi düşünür, daha da köpürür. Ben yıllardır tatil nedir bilmem. Hanımı da hiç götüremedim zaten. Annesine gitmek istediğinde babam ne yapıp edip vazgeçiriyor. Varsa yoksa hayvanları. Vallahi bizlerden daha kıymetli! Onlarla ilgilendiği kadar bizimle ilgilenmiyor. Bak şu üzerimdeki elbiselere, yıllardır giyiyorum. Eşim de aynı durumda, çocuklar da. Malda, mülkte gözüm yok. Para yönünden sıkıntımız yok ama harcamadıktan, harcayamadıktan sonra ne yapayım böyle zenginliği! - Bak evlat, para nasıldır bilir misin? Bazıları için tekerlek gibi yuvarlak, hızlanıp gitmek içindir. Baban gibiler için de, üst üste biriktirmek için düzdür. İsraf edenler tabi ki zengin olamaz ama senin baban da işi iyice azıtmış! - Büyük amcam da aynı. Sanırım ailece pinti yetiştirilmişler. Amcam köyün ağasıdır. Yeğenlerim de bizim çektiğimizi çekiyor. Onlara tek iş yaptırmaz, her işi kendi yapar. Dört tane traktörü var. Bozulacak ya da kaza yapacaklar diye kimseye dokundurtmaz. Tarlayı kendi sürer. Çocukları yalnızca ineklerle çayıra yollar. Geçenlerde yeğenlerle birlik olup her ikisini hacca göndermek için müracaat ettik. Şansımıza çıktı. Önce sevindiler. Hazırlık için bir şeyler alınması gerekiyordu. Hayvanlara kimse bakamaz bahanesiyle gitmekten vaz geçtiler. Adam cebinden çıkardığı parayı uzattı. Elinde süt tenceresi içeri girerken, “Allah yardımcın olsun.” dedi. Sütlerin satılması kamyoneti hafifletmişti. Murat topladığı paraların hepsini babasına teslim etti. Babası paraları defalarca saydı. Ardından mektubu arka cebinden alıp yeniden okumaya başladı. Gülümsüyordu. Oğlunu duymadı. - Baba, karnım acıktı diyorum duymuyorsun. Gel, süt bırakacağımız kebapçıda karnımızı doyuralım. Ne dersin? - Aç değilim. Sabret, evde yeriz. Kazandığımız parayı kebapçıya mı verelim? - Yapma baba! Para harcamak için değil mi? Evdekilere de yaptırırız hem. Sevinirler. Haydi baba. - Oyalanma da işine bak! Sütü teslim et gel! Benim de canımı sıkma! Yapacak daha çok işimiz var! Para biriktirmem lazım, para! - Biriktirince ne olacak? - Bir inek daha alır, daha çok süt satarız. - Satınca ne olacak? - Daha çok para kazanırız. “…..” - Kazanınca ne yaparız? - Ne bileyim, bir şeyler alırız. Hem ne sorup duruyorsun küçük çocuklar gibi! Araba alırız. Komşumuz İsmetler son model araba aldılar, havalarından geçilmiyor. Öyle bir araba alacağım ki, o görür gününü! - Arabayı alınca ne olacak? - Ananın örekesi olacak! - ….. Murat uzun bir süre sustu. Sinirinden dudaklarını ısırdı. İçinden babasına öyle şeyler söylemek geçiyordu ki. İmkânı olsa, kapıyı çarptığı gibi özgürlüğüne koşacaktı ama yapamazdı. Kebapçı dükkanın önüne geldiklerinde babası arka tarafa geçip son kalan küçük güğümü oğluna uzattı. Tezgahının önünden geçerken burnuna gelen döner kokusuyla Murat’ın içi geçti. Masada yemek yiyenlere baktı. Hesabı kitabı bir yana bırakıp, karnı doyuncaya kadar kebap yemenin keyfi nasıldı acaba? Düşünceleri kebap kokusuna bulanırken evdekiler aklına geldi. Çoktandır şöyle tadı damaklarında kalacak bir yemeği onlar da yememişlerdi. Bir an onlara paket yaptırıp götürmeyi aklından geçirdi. Sonra birden hiç parası olmadığı aklına geldi. Dükkan sahibi ile ayaküstü sohbet ettiler. Ona da, her hafta olduğu gibi içini döktü. Bu yakınmayı defalarca dinleyen kebapçı kamyonete doğru yöneldi. Önde oturan babasına, - Amca be, oğlanı iyi görmüyorum. Belli ki tatil yapmamış. Yılların yorgunluğunu vücudu kaldırmıyor bak. Koy cebine üç beş kuruş da çoluk çocuğu ile bir tatil yapsınlar. Hem dinlenen vücut iyi iş yapar. - Ne tatili? Ben yıllardır dinlenmeden eşek gibi çalıştım, şu yaşımda hâlâ çalışıyorum. Erkenden kalkıp rızkımın peşine düşüyorum. Biz bilmeyiz öyle deniz kenarı, piknik gibi yerleri! Hem bizim köyün suyu mu çıktı? Az ilerisinde göl… Buraya gelmek için can atan bir sürü insan var. Hem bana çok para lazım, çoook! Daha araba alacağım ben! - İyi de arabayı alınca gezmek lazım. - Hele bir alalım, onu da yaparız. - İnsan ne için çalışır? İyi yaşamak için. İnsan eğlenmek ve dinlenerek yorgunluğunu atmak için tatile gider. Benim oğlanlar şimdi deniz kenarındalar. Yıl boyunca hem burada çalıştılar hem de okulda başarılı oldular ve tatili hak ettiler. Dinlenmek iyidir, iyi. Sen gönder oğlanı. - Sen hiç hayvan baktın mı? - Yok, bakmadım ama burada bir sürü insan çalıştırıyorum. Onların sorumluğu, maaşları, vergileri? Tüm bunların üstesinden gelmek pek de öyle kolay değil. - Hayvan bakmak bu anlattıklarına hiç benzemez! Murat kebap kokularının arasından zorla kendini sıyırıp sessizce şoför koltuğuna oturdu. Kontağı çevirdi. Birkaç metre gitmişti ki, elini camdan çıkarıp kebapçıyı selamladı. Cehenneme dönüş yoluna koyuldu. Eve geldiklerinde, kamyoneti ahırın yanındaki çeşmenin önüne bıraktı. Boş güğümleri araçtan indirip hortumla her birini yıkayıp bir kenara koydu. Babası eve girmişti. Odasına geçti. Çarşı pantolonunu çıkarmadan önce mektubun son satırlarını bir kez daha okudu. “Biricik Ağam. Geçenlerde geçirdiğimiz o geceyi hiç unutamadım. Pavyondan sarhoş bir halde çıkıp eve geldiğimizde sana yaşattığım o tatlı anları tekrar yaşamak ister misin? Pazar günü seni aynı yerde bekleyeceğim. Yeni araba alacacağını söylemiştin, aldın mı? Biliyorsun, gösterişli bir yüzük getirirsen sana neler yaşatacağım. Pavyon güzelin Ayten…” Ertuğrul Erdoğan üçağustosikibinondokuz

  • MESUT İNSANLAR FOTOĞRAFHANESİ

    O akşam işimden erken çıkabilmiştim. Şöyle Beyoğlu'na kadar bir uzanayım, dedim. Köprüden, saatlerdir pis hava ile dolmuş ciğerlerimin teneffüs hakkını vererek, Haliç’i ve Boğaziçi’ni selamlayarak geçtim. Bir zamanlar oturduğum semtlerin vapurları yine hep o hareket telaşı içindeydiler. İşte Kadıköyü’ne kalkacak 6 vapurunun zili çalmaya başladı. İşte Boğaz’ın Anadolu sahilini yapacak 6, 5... Bir zamanlar saniyeleri bile kıymetli olan bu kâh küsurlu, kâh küsursuz rakamlar şimdi benim için eski ehemmiyetlerini ne kadar kaybetmişler! Zil istediği kadar acılaşabilir, memur demir kapıyı kapamak tehdidini istediği kadar ileri götürebilir; ben artık o vapurların yolcusu değilim, benim oralarda artık kimsem kalmadı. Yüksekkaldırım'dan istediğim kadar oyalana oyalana çıkabilirim. Tünel’e varınca tramvay bekliyormuş gibi üzüntülü bir hal alarak tramvaya binenleri seyreder, sonra yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı seyrede ede Galatasaray'a, Taksim'e kadar yürüyebilirim. Karşımdan insanlar geliyor, arkamdan insanlar geliyor. Arkamdan yürüyenler nihayet beni geçiyorlar, karşımdan gelenlerin bazılarıyla bir an bakışıyoruz; bazıları beni görmüyorlar, benim de görmediklerim oluyor, bana sürtünenler, çarpanlar oluyor. Erkekler, kadınlar, uzun boylular, kısa boylular, yaşlılar, gençler, güzeller, çirkinler, zenginler, fakirler... Kocalı kadınlar, henüz nişanlılar, yalnızlar, kolunda sevgilisi olanlar, anneleri yanında yürüyen küçük çocuklar var. Cahit Sıtkı'nın, bir şiirinde "gün hazinesi" dediği bacaklarını uzun konçlu şosonlarda hapsetmiş bir ömür hazinesi genç kızlar var. Yalınayak çocuklar da var. Ayakları muhafazalıların arasında seğirtip gazete satmaya çalışıyorlar. Fakat ayakları üşümüyor gibi, herhalde alışmışlardır, diyorum. Hem onlar da kunduralılardan daha az mesut görünmüyorlar. Onlardan gazete alan zenginler, verdikleri paranın gerisini istemiyorlar. Bu onların sevincini bir kat daha artırıyor. İki yanımda bu insanları, giydirmeye, doyurmaya, eğlendirmeye, bir kat daha mesut etmeye mahsus dükkanlar, mağazalar, salonlar var. Onların camekanları önünde durmaktan, hayale dalmaktan kendimi alamıyorum. Şu oda takımı ne güzel! İnsan yemekten sonra şu geniş koltukta kim bilir ne kadar rahat eder! Şu abajur, elindeki örgüsüne dalmış karısının yüzüne kim bilir ne tatlı bir pembelik verir. O zaman koca, gazetesini bırakarak karısının seyrine dalar... Şu masa, karşıki mağazada satılan radyolar için bilhassa yapılmış gibi, tam uygun gelecek. Radyonun üstüne de şu ileride, antikacıdaki biblolardan biri... Şehrin en büyük mobilyacısı bütün bir yatak odası takımı teşhir ediyor. İki kişilik karyola, atlas yorganı serilmiş, başucunda komodinine, üstündeki gece lambasına, yerde küçük halısına, pencerelerdeki tül perdelerine varıncaya kadar düşünülmüş, tam bir yatak odası... Perdeleri arasında da bir kış dekoru gözüküyor. Bütün oda kızıl bir aydınlık içinde, sahiplerini beklemekten sabırsızlanıyor gibi... Fakat bütün bu eşyayı nereye taşımalı? Şu kat kat apartmanların hangi katı benim olabilir? İlerliyorum... Ya şu mağazadaki mavi kolye. Tanıdığım kızlardan şu en mavi gözlüsüne ne kadar yaraşacak! Fakat o kız benim sevgilim değil ki! Bir kunduracının camekanında yanlara doğru kaçışmış gibi duran, kimi kapalı, kimi daha dekolte, bütün mahremiyetleri ile kadın terlikleri, bütün bir ev hayatını hayal ettiren terlikler... Ah şu kadın eşyaları, çamaşırları, elbiseleri satan mağazalar... Düşünüyorum ki, bütün o çamaşırlardan, elbiselerden, tayyörlerden, mantolardan istediğim kadar alacak param olsa da, onları kullanabilecek, onları giyebilecek, "bütün bunlar senin için" diyebileceğim kimsem yok. Sanki bütün bu mağazalar, bütün şu insanlara, saadet satıyorlar. Şu manavdaki renk renk, türlü türlü yemişler, meselâ şu iri, sarı kabuklular portakal değil, bir sofra saadetini tamamlayacak bir başka lezzet, koku ve serinlik saadetidir. Şu satıcılar avaz avaz bağırarak, şu sattıklarımızdan da alın, daha çok mesut olun, demek istiyorlar. Hele şu köşede, ta Vefa'dan getirilmiş boza şişeleri. Bu, yemekten birkaç saat sonra, bir babanın, ailesi efradına, üzerine tarçın ekerek, leblebiler koyarak yudum yudum tattıracağı bir nev'i şahsına münhasır saadet değil de nedir? Bu caddeye ne kadar da çok fotoğrafçı toplanmış, şimdiye kadar kaç tanesinin önünde resimleri seyre daldım. Bütün bu mesut insanlar buralara da saadetlerini tespit ettirmek için koşuşmuş olacaklar. Bu resimlerde, yaşayacaklarından daha uzun zaman tebessümleri devam edecek. Şu gelin, demin gördüğüm kocalı kadın değil mi? Şu pembe yüzlü, çift örgülü saçlı küçük çocuk, daha demin sıçrayarak yanımdan geçen genç kız değil mi? Belli belli! Bu fotoğrafhanelerde hiç ölülerin resmi yok. Zaten en yakın mezarlık buraya kilometrelerce uzakta. Bu caddede ancak mesut dolaşılabilir. Yalnız bu caddede bulunmak insanı mesut etmeye kafidir. Yaşadığımı, ben de saadetimi düşünmeliyim. Şu kadar dükkanın içinde elbette beni de mesut, hiç olmazsa memnun edebilecek şeyler satanlar da yok değil ya! Şuracıkta kunduralarımı boyatabilirim. Şu kravatı pekala satın alabilirim. Yeni gelmiş şu şiir kitabı bana pekala zevkli saatler geçirtebilir. Ben de pekala şu mesut insanların fotoğraflarını çıkarttıkları fotoğrafhanelerden birine girebilir, ben de mesudum, benim de resmimi çekebilirsiniz diyebilirim. Fotoğrafçı da itiraz edemez, sizin kimseniz yok, fotoğrafı ne yapacaksınız, diyemez. Sorarsa, elbette günün birinde benim de bir sevgilim olabilir. Sizin çekeceğiniz bu en güzel fotoğraf onun çantasının gizli bir köşesinde, güzel kokular içinde yatabilir, derim. Sonra, beni sevecek kimse çıkmasa bile, haberiniz yok mu, yeni bir şiir kitabım intişar etti, bu kitap pekala bana şair dedirtebilir ve kim bilir, zaman gelir, edebiyat tarihçisi, bu kitap intişar ettiği zamanki fotoğrafımı arayabilir. İstikbalin nefis kağıtlı bir edebiyat tarihinin sayfaları arasından bütün gençliğimle tebessüm edebilirim. Evet, evet, hiç olmazsa genç değil miyim, ağarmış saçlarımla, biraz bezgin duruşuma bakmayın, nüfus tezkerem yanımda, buyurun, ben daha genç sayılırım. Ve sırf genç olmam, benden isteyeceğiniz tebessümü dudaklarımda yaratabilir. Bir fotoğrafhanenin önünde bir otomobil durmuş ve etrafında bir meraklı kalabalığı hasıl olmuş. Yaklaşıyorum, otomobilin içi, camların kenarları bütün çiçeklerle süslü. Demek gelinle güvey fotoğrafhanedeler. Ben de bu fotoğrafhaneye girer, hem fotoğrafımı çıkartmış olur, hem de hayatlarının en mesut zamanlarından birini yaşatmakta olan bu çifti, kapıdan çıkmak üzere iken olsun, bir defa selamlarım. Bütün duvarları fotoğraflarla kaplı holde bekliyorum. Bütün fotoğraflardaki insanlar tebessüm ediyorlar. İşte, yeni rütbesinin verdiği gurur ve emniyetle istikbaline gülümseyen genç subay. Büyük bir lastik topu dünyanın en büyük hazinesi imişçesine sıkı sıkı tutmuş, yanaklarından sıhhat fışkıran gürbüz çocuk. Bir fakültenin mezunlar hatırası: Hocalar, memnunluk ve iftihar içinde; yeni mezunlar da hocalarının etrafında, sırtlarından bir yükü atmış, uzun bir yolu bitirip bir ağaç altına oturmuş insanların saadetiyle gülüyor, hep gülümsüyorlar. Sonra, yeni evliler, yan yana dururlarken, sevinçten, hazdan titredikleri adeta hissedilen, çiçekler içinde yeni evliler. Bütün şu delikanlılar hep evlenmişler, saadet duymuşlar ve mekteplerini bitirdikleri zaman fotoğraflarını çekmiş olan fotoğrafçıya koşup, işte evlendik, bu sefer de evlenme saadetini tadıyoruz, yeni fotoğrafımızı çekin, demişler. Sonra, pürüzsüz, uzun bir evlilik hayatının en güzel bir noktasında, belki bu izdivacın bir sene-i devriyesinde, birkaç yaşına gelmiş çocukları ortalarında resim çektiren eski evliler. Kadın biraz şişmanlamış, erkeğin alnından doğru saçları seyrekleşmeye başlamış, karşı duvarda asılı bir yeni evliler fotoğrafına bakarak gülümsüyorlar. Burada her şey, herkes birbirine gülümsüyor. Hiçbir ihtiyar, hiçbir çirkin, hiçbir düşünceli insan resmi yok. Sanki bu fotoğrafhaneye sevinçsiz hiçbir insan ayak atmamış. Yahut fotoğrafçı, bir muvaffakiyet sırrı olarak, makinesinin karşısında candan gülümseyemeyecek müşterisinin fotoğrafını çekmemiş. Ben böyle düşünürken, birden atölyenin kapısı açıldı, gelin, elindeki çiçeklerden daha beyaz beyazlar içinde, yanında genç kocası, bir bahar havası bırakarak, bir bahar rüzgarı gibi önümden geçtiler, kendilerini bekleyen otomobile bindiler. Fotoğrafçı onları selametledikten sonra bir müddet daha eşikte kalarak otomobili gözleriyle takip etti, sonra geri döndü, yarattığı eserden memnun bir sanatkar haliyle kendi kendine gülümseyerek, beni görmeden bulunduğum tarafa birkaç adım attı. Neden sonra varlığımı fark edip, tatlı bir rüyadan uyanır gibi, bakışlarıyla ne istediğimi sordu. - Fotoğrafımı çektirmek istiyorum. Güzel olmasını arzu ettiğim bir fotoğraf çektirmek istiyorum, dedim. Ben konuşurken adam da beni baştan aşağı süzüyor, yüzü deminki memnunluk halini yavaş yavaş kaybediyor, adeta endişeli bir ifade alıyordu... Ekleyen : Nurten B. AKSOY

  • ANADİL BİLİNCİ

    Anadil, insanın dünyaya geldiği andan itibaren kazanmaya başladığı ve yaşamı boyunca sahip olmak zorunda olduğu en önemli öz değeridir. Ninnilerle başlayan anadil edinme süreci, kültürel bir kimliğe bürünme, kendini tanıma ve tanıtmayı kapsayan uzun bir yolculuktur. Ninnilerle başlayan kültürleşme sürecini masallar, öyküler, şiirler, tekerlemeler, atasözleri, şarkı-türküler,…vb. sözlü ve yazılı ürünlerle buluşma aşamaları izler. Elbette ki bu kültürleşme dizgesinin veriliş biçimi, koşulların niteliği, verili ögelerin benimsenmesinde etkili olmaktadır. Anadilin bir bütün olarak kavranılması ve geliştirilmesi sözsel ve yazınsal sürecin verimli kullanılabilmesiyle mümkündür. Okuma ve yazma alışkanlıklarının dışında kazanılan anadil oldukça sınırlıdır. Çevresel, bölgesel ya da inanç kültürüne ait söyleyiş özellikleri taşır. Buna karşın anadil, bütünlüğünü, nesnelliğini ve özünü tarihsel olarak yazınsal biçimde buluruz. Öz değerlerimizin başında gelen ve kültürel mirasımızın anahtarı olan anadilimiz, birey olarak kendimizi de ifade edebilmenin biricik anahtarıdır. Düşünsel özgürleşme dolayısıyla çağdaş bir kişilik kazanma, anadilimizi en etkili biçimde kullanabilmekten geçer. Anadilimiz şüphesiz ki salt zorunlu gereksinmelerimizi ifade etme aracı değil; bir kişilik, kimlik kazanma ve uygarlaşma aracıdır esasta. Bir toplumun kültürel temizliği, anadiline verdiği önemle ölçülür. Bugün gerek ahlaki anlamda gerekse kültür, sanat, bilim, teknoloji ve hatta spor alanda gelişmiş toplumların anadiline en çok sahip çıkan toplumlar olduğunu görmekteyiz. Çünkü, kişilik ve zihinsel gelişim de bir anadil sorunudur. Bu gelişim koşulları uygun olmayan birey ve toplumlar kendinden beklenen gelişmeleri sergileyemeyeceklerdir. Başka kültürlerin etkisi ya da baskısı altında olacaklardır. Kültürel bağımsızlık, yani özgür düşünme ve ifade edebilme ancak ve ancak öz dille olanaklıdır. Ekonomik göçün etkisiyle son otuz yıldır Avrupa ülkelerinin çoğunda resmi dillerin dışında en çok konuşulan dil Türkçedir. Ama ne yazık ki Türkçe sahipsizlik nedeniyle olumsuz bir statü içerisindedir. Diğer göçmen topluluklarının dilleri de aynı kaderi yaşıyor. Aslında ülke dışında yaşama zorunluluğu bile öz değer ve kaynaklarımıza yeterince sahip çıkılmadığının bir sonucu olarak kendini göstermiyor mu? Avrupa ülkelerinden sadece Alman’da üç milyonun üzerinde Türkçe konuşan bir kitle olduğu bilinmektedir. Bunun da 550 binini her kademeden öğrenciler oluşmaktadır. 1961 yılından bu yana kitlesel olarak yaşanan Almanya’da bu genç nüfusumuz, dördüncü kuşağı oluşturmaktadır. Bu dördüncü kuşak ise sınırlı olanaklar içerisinde, daha çok aile içinde, öğrendiği anadili Türkçeyi yarım yamalak konuşmaya çalışıyor. Türkçe konuşan toplum içinde birinci kuşaktan sonraki kuşaklar ülkenin resmi dili ile Türkçe karışımlı ‘Euro Türkisch’ diye tabir edilen karma bir dil konuşmaktadır. Bu sürecin nereye gideceğini düşünüp araştırmak da dil bilimcilerin gündemlerinden biri olacaktır elbette ki. Yurt dışında yaşayan gençlerimiz ile anadilde iletişim kurabilmek için geç kalınmış tedbirlerin acilen alınması gerekmektedir. Bu tedbirlerin başında da anadil hakkının her eğitim kademesinde uygulanabilirliğini savunmak ve bu hakkı da ikirciksiz kazanabilmemiz bulunuyor. Ülkeleri dışında yaşayan tüm diğer azınlık toplum kesimleri için de geçerli olan anadil bilincini değerli hale getirip toplumsallaştırmalıyız. Çok dilli bir Avrupa’ya gidilirken anadilimizin yitik dillerden sayılması kabul edilemez bir tarihi bir sorumsuzluk olur. Ülkeler arası protokollere dayanarak Avrupa ülkelerinin bazılarında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gönderilen öğretmenlerce verilmeye çalışan ‘Türkçe ve Türk Kültür Dersleri’ hem içerik hem de nitelik olarak ihtiyacı karşılamaktan çok uzaktır. Bu konu ayrı ve kapsamlı bir araştırma yazısının da konusu olacaktır. Anadil bilincinin yaygınlaştırılması sadece ilgi çevrelerinin değil, tüm toplumun sorumlu olması gereken ana konulardan biri olduğunu hatırlatmayı bir görev biliyorum.

  • Bana Bir Sözcük Ver

    Sen gittikçe ıssızlaşır dört yanım. Zifir zindan bir gece kesilirim, Yıldızlarım korkar, kapar gözlerini... Üşür çocuklarım. Hani ağlamak bentleri zorlayan bir sudur, Bir kıl ustura dolaşır boğazında, ağlayamazsın. Bana bir sözcük ver ödünç... Seni anlatsın. Sen öyle dur yalnızlığım; Sen anam, mihenk taşım, On sekizimdeki suretime takılmış, topal çerçiden kalma, kenarı kırık ve de çilli, boy aynamsın. Issızlaştıkça dört yanım, bir ağlama tutar, Çözülüp çözülmemekte sınanmamsın. Bir sözcük ver bana ödünç, Sensizliği anlatsın.

  • Dört Yapraklı Yonca

    Çıkamaz çocukluğundan dışarı Kimse. Oynamamız bundandır. Kara toprakla binlerce yıl. Çıkamaz çocukluğundan dışarı Kimse. Bundandır sevmemiz kiraz ağaçlarını. Çıkamaz çocukluğundan dışarı Kimse. Kardeşliğimiz bundandır Mavi sularla binlerce yıl. Çıkamaz çocukluğundan dışarı Kimse Bundandır inanmamamız Kocaman bombalara. Ekleyen:Nurdan B.Aladağ

  • Mesaj

    Hastalar, kardeşlerim, iyileşeceksiniz. Ağrılar, sızılar dinecek. Yumuşak, ılık bir yaz akşamı gibi inecek ağır, yeşil dalların arasından rahatlık. Hastalar, kardeşlerim, biraz daha sabır, biraz daha inat. Kapının arkasında bekleyen ölüm değil, hayat. Kapının arkasında dünya, dünya cıvıl cıvıl. Kalkacaksınız yatağınızdan, gideceksiniz. Tuzun, ekmeğin, güneşin tadını yeni baştan keşfedeceksiniz. Sararmak limon gibi, mum gibi erimek, devrilmek kof bir çınar gibi ansızdan. Kardeşlerim, hastalar, biz ne limonuz, ne mum, ne çınar, biz, insanız, çok şükür, çok şükür, biliriz umudumuzu ilacımıza katmasını. "Yaşamak gerek!" diyerek ayak direyip dayatmasını. Hastalar, kardeşlerim, iyileşeceğiz. Ağrılar, sızılar dinecek. Yumuşak, ılık bir yaz akşamı gibi inecek, ağır yeşil dalların arasından rahatlık.

  • KOPUŞ

    İstesek de istemesek de herkes rüyasından uyandı gece yarısı gibi bir gündüz vakti şimdi doğa ile bilim karar verecek içine sığamadığımız evrende kimin kalıp kalamayacağına nefesler titrek göz yuvarlağı ürkek kirpiklere sığınmış çoktandır bir paspas gibi ayaklar altına alınan sokak pencereden izlenir henüz niçin, neye olduğunu bilemeden korkarak ve mahcubiyetle oysaki iyi hayat baktığımız yerde gizli suçlu suçsuz canlara camdan bakabiliyor insan suskun ve sinmiş gibi ama görmeli Hiroşima’dan Avustralya’ya ya da tersinden daha su içmeden canları kurşuna dizen Avustralya’dan öteleri kömürden artakalanların mezarı Soma’yı atlamayalım çok yakın bize Kaz Dağları dersi yüzülmüş acı içinde kıvranan bir can şimdi termik santraller yok satıyor boğdukça yoksulları katranla ıssız göllerimize de hançer saplı utancından en derine saklıyor kanını pencereden bakarken bir ışık bir can bir kıpırtı bir minik serçe uçuç böceğinden geçtik bir kara sinek bir damla yağmur olmaz gibi şimdilerde ama görünür ‘neye benzediği bilinmeyen’ bir gölge yoksulluğa meydan okur gibi salgına da meydan okur göremezsin dokunduğu ekmeği kağıt mı plastik mi cam mı ya da yırtık bir palto mu eli, yüzü ve nefesi aynı bizimki ama tuzakta esirgedi aşı, suyu ve havayı candan kara bacalı üslerin sahipleri ve tahtlarda oturan bekçileri kimileri öldü ayakta kimileri kaldı duvarlar arkasında kimileri her şeye rağmen uğraşta ama artakalanların hepsi pencerede asılı toplu definden kurtuluşu beklerler karıncalar henüz çıkmadı sokağa ancak diğerlerinin keyfi daha iyi olacak esirgenen hayatlardan ders alırsa insan uzatmayalım! karar vakti! yabancılaşma mı kucaklaşma mı ya da daha gür sesle ölüm mü hayat mı kopuş kendinle yüzleştiğinde olacak

  • VİCDAN GÜLÜ

    Vicdan Gülü adı ona en çok yakışandı gökyüzünün renginden süzülen türküleri kimsesizlerin halaylara duran türküleriydi kentlerin tek edilmiş sokaklarında evlatları ellerinden alınmış annelerin öz çocuğuydu o hürriyeti tezgaha kelepçelenmiş işçilerin pusulası karanlıkta uyanıp karanlıkta yol arayan cevahirlerin mayıs soluğuydu Vicdan Gülü dili kesilmiş, ocağı dağıtılmış yalın ayak sürgünlerin çocuğuydu o perişan hallerine düşmanlar dolduğunda kervanın en önündeydi sekmez bir kurşun gibiydi halkının sesi sesinde ve seher vakti, güpegündüz sürüldü dikenli tellere gelincik bahçesi oldu toprakta kaçak oldu bir şafakta vuruldu sırtından bir hançerle ekmek bayrak oldu elinde cebinde tütün dilinde dağların asi ezgisi sıkılı avucunda yarının resmi vardı derin uykulardayken soluk yüzlüler Vicdan Gülü adı ona en çok yakışandı yalnızlık tuzağına düşürülmüş yurtları elinden alınmış aşı, ekmeği ağulanmış sokak canların canındaydı titremeyen elleri titreyerek karda, kışta kuşların yuvasıydı parkasının sımsıcak cepleri ve şarkı söylemeyi çok severdi kendine en yakışan sesiyle Vicdan Gülü nefesiydi, yerinde duramayan şarkılar sarı sıcaklarda susuz patikalara fabrika yollarına şarkılar haykırmak denizlere yol olsun ırmak ırmak diye bekleseydi diyenler çok olacak ardından o çağlayan olduğuna inandı kurak topraklara mayısı serpmekti acelesi acelesi vardı, eğilmeden yaşasın herkes diye

  • Cam Önü Yalnızları

    Kuşku yürekleri karartınca Uzaklar yakın olur Güneş bir tuzaktır şimdi Yıldızların arasında bir köpek Durmadan ulur Bana hiçbir şey söyleme Sözcükler kendi yavrularını doğurur İçimdeki boşlukta gün biter Akşam olur Bir kuruntudur tuttuğum kadeh Kandan ve damardan Biz seninle cam önü yalnızıyız Şeytanın diliyle mühürlediği Hazdan ve şaraptan Ben buluta küskünüm Can gelir kemiğe vurur Başlar ağrılar sabahtan Bir köpek ulur, bir kunduz boğulur Su içerken İçimdeki ırmaktan… 10/ Nisan / 2020 Emine Erbaş

  • Gül Kokuyorsun

    Gül kokuyorsun, bir de amansız, acımasız kokuyorsun, gittikçe daha keskin kokuyorsun, daha yoğun dayanılmaz bir şey oluyorsun, biliyorsun hırçın hırçın, pembe pembe öfkeli öfkeli gül, gül kokuyorsun nefes nefese. Gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun ve acı ve yiğit ve nasıl gerekiyorsa öyle sen koktukça düşümde görüyorum onu düşümde, yani her yerde yüzü sararmış, titriyor dudakları, şakakları ter içinde, tam alnının altında masmavi iki ateş, iki su, iki deniz bazen, bazen iki damla yaz yağmuru, mermerini emerek dağlarının, şiirler söylüyor gene, ölümünden bu yana yazdığı şiirler kızaraktan birtakım şiirlere büyük sular büyük gemileri sever çünkü ve odur ki büyüklük şiir insanın içinden dopdolu bir hayat gibi geçerse, o zaman ölünce de şiirler yazar insan, ölünce de yazdıklarını okutur elbet ve senin böyle amansız gül koktuğun gibi yaşamanın her bir yerinde. Gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun, bu koku dünyayı tutacak nerdeyse, gül, gül! diye bağıracak çocuklar bütün herkes, hep bir ağızdan: gül! ve her şeyin üstüne bir gül işlenecek saçların, alınların,göğüslerin üstüne, yüreklerin üstüne, bembeyaz kemiklerin, mezarsız ölülerin üstüne, kurumuş gözyaşlarının, titreyen kirpiklerin üstüne, kenetlenmiş çenelerin, ağarmış dudakların, unutulmuş çığlıkların üstüne, kederlerin, yasların, sevinçlerin ve her şeyin üstüne bir gül işlenecek. Bir rüzgar, bir fırtına gibi esecek gül, yıllarca esecek belki ve ansızın dünyamızı göreceğiz bir sabah göreceğiz ki biz dünyamızı gerçekten görmemişiz daha geceyi, gündüzü, yıldızları görmemişiz hiç tanışmaya komamışlar bizi güzelim dünyamızla. Öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları, bu umutsuzlukları bırakın kardeşler, göreceksiniz nasıl güller güller güller dolusu, nasıl gül kokacağız birlikte, amansız, acımasız kokacağız, dayanılmaz kokacağız nefes nefese... ***** Edip Cansever ( 1928 - 1986 ) 8 Ağustos 1928'de İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdi. Kapalıçarşı’da turistik eşya ve halı ticareti yapmaya başladı. 1976’dan sonra yalnızca şiirle uğraştı. Bodrum'da tatildeyken beyin kanaması geçirdi, tedavi için getirildiği İstanbul'da 28 Mayıs 1986'da yaşamını yitirdi.

  • MERDİVEN

    Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak… Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta, Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta… Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller; Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller, Sular mı yandı, neden tunca benziyor mermer? Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta, Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta… (muttasıl: sürekli, lisan-ı hafî: gizli dil) **** Türk Edebiyatında Sembolizm akımının ilk temsilcilerinden olan Ahmet Haşim, 1884 yılında Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yer alan Bağdat'ta doğdu. Babası Arif Hikmet Bey, annesi ise Sara Hanım'dır. Babasının Arabistan vilayetlerindeki memuriyeti sebebiyle düzensiz bir ilkokul eğitimi gördü. Aynı nedenden, dil olarak yalnızca Arapçayı öğrendi. Annesi hayatını kaybettikten sonra 12 yaşında babasıyla birlikte İstanbul'a geldi. 1897 senesinde Galatasaray Sultanisi'nde yatılı olarak eğitim almaya başladı. Sanat ve edebiyata ilgisi de Galatasaray Sultanisi'nde başladı. Bilinen ilk şiiri “Leyâl-i Aşkım” 1901 yılında “Mecmua-i Edebiyye'de yayınlandı. 1905-1908 yılları arasında yazdığı ve Piyale kitabına aldığı “Şi'r-i Kamer” serisindeki şiirleri, hayal zenginliği, iç ahenkteki kuvvet ve büyük telkin kabiliyetiyle dikkat çekti. 1909 yılında kurulan Fecr-i Âti grubuna dahil oldu.Okulundan mezun olunca Reji İdaresi'ne memur olarak girdi. Aynı zamanda Mekteb-i Hukuk'a devam etti. 1914-1918 seneleri arasında askerliğini yaparken Çanakkale Cephesi'nde bulundu. 1924 senesinde Paris' giden Haşim, 1932 senesinde rahatsızlığı nedeniyle Frankfurt'a gitti. Çeşitli yerlerde memur olarak çalışan Ahmet Haşim daha çok öğretmenlik yaptı. Sanâyi-i Nefise Mektebi'nde (Güzel Sanatlar Akademisi) mitoloji, Mülkiye Mektebi'nde de Fransızca derslerine girdi. Bu vazifelerine ölünceye kadar devam etti. Servet-i Fünûn dergisinde şiirler yayınladı. 1911 yılında yayınlanan Göl Saatleri adlı şiiriyle haklı bir şöhret kazandı. Fecr-i Âti dağıldıktan sonra, siyasi ve edebi akımların dışında kalarak kendine has bir şiir ve nesir anlayışının tek temsilcisi olarak kaldı. Ahmet Haşim 4 Haziran 1933'de 49 yaşındayken hayatını kaybetti.

  • GÜNBATIMLI ŞAPKALAR

    Seni düşünüyorum Canım acıyor nedense Kızıl korlar içinde güneş Bir yalnız gül gibi akşamın göğsünde Yaradılış gününden kalma bu kösnü Kum tanelerinin avuçlarımdan dökülüşü Günlerce düşünebilirim seni Denizin giziyle örtüp kendini Bu ıssız kıyı kasabasında günbatımlı Şapkalar armağan ediyorum kendime Ben güneş körü, çölün ve gecenin bildiği Bir sessiz söğüt olsaydım günberinde Yosunlarla düşünürdüm seni Deniz kızlarının pembe gözleriyle

  • GARİP BİR HEDİYE

    Çarşıdaki kuyumcu dükkanları önünde Feridun iki saattir dolaşıyor, hiçbirine girmeye cesaret edemiyordu. Satacağı bir şeyi kalmamıştı; yalnız cebinde bir traş fırçası vardı ki onun bir değeri olup olmadığını sormak istiyordu. Fildişi saplı, nakışlı, işlemeli de olsa, bir traş fırçasının değeri ne olabilirdi? Bunu sormaktan utanıyordu. Hem yalnız utanmak değil, biraz da korkuyordu. Kuşkusuz beş para etmeyecekti: Ona vaktiyle bunu hediye eden Yahudi; "Değerlidir, kadrini bil, sakın atma, zamanında işe yarar!" dediğinde muhakkak eğlenmişti; bu bir şakaydı. Şimdi ona güvenerek nasıl soracaktı. Bir aralık içine öyle bir hüzün, bir ümitsizlik doldu ki hemen oraya çökmek ve ağlaya ağlaya erimek, tükenmek istedi... Aslında aylardan beri dertler, tasalar içinde garip bir baygınlık gelip çatıyor, yüreğinde bir erime, bir tükenme seziyordu; bu belki bir kalp bozukluğuydu, beklenilmeyen bir zamanda ölebilirdi. Ne iyi olacaktı. Keşke şimdi, şuracıkta düşüp kalsaydı, kurtulsaydı... Cebinden fırçayı bir kere daha çıkardı, baktı: Sıradan, herkesteki gibi, beş on kuruşluk bir maldı, buna bir değer verebilmek için insan ya deli olmalı, yahut kendisi gibi artık, açlık ve yoksulluk içinde aklını yarı kaybedip hayallere kapılmış bulunmalıydı. Dönmeye karar verdi, sonra vazgeçti, büyük mağazalara giremeyeceğini anlayarak camekanında sekiz, on gümüş halka, birkaç kase Yemen taşı duran ufacık bir dükkanın kapısını itti, bir çıngırak öttü. İçeride, mavi ışıklı bir ispirto lambasının üzerine eğilmiş gözlüklü, keten önlüklü, kart, kırçıl bir kuyumcu, loşluğa gömülü işiyle uğraşıyordu. Gözlerini kaldırıp gelen adamı süzdü, sonra, isteksiz, hatta biraz da ürkekçe: "Nedir, ne istersin?" diye sordu Feridun fırçayı uzattı: "Vaktiyle birisi hediye etmişti, dedi, kıymetli olduğunu söylemişti, acaba hakikaten bir değeri var mı? Bakar mısınız?" Öbürü merakla eline aldı, evirdi, çevirdi, salladı, tırnağıyla kazıdı, sonra geri verdi: "Beş para etmez, mezat malında eşi çok." dedi. Feridun kekeliye kekeliye, özür dileyerek çıktı... Kendi kendisine: "Hain Yahudi, diyordu, beni meğerse aldatmış, az daha onun uğrunda ölüyordum da..." Hakikaten öyle de oluyordu ya... Bundan, on yıl önceydi, Feridun, Mısır'dan Selânik'e dönüyordu, limana demir atmışlardı. Yolculardan kılıksız bir ihtiyar Yahudi, güvertede dünyadan habersiz, hırs ve heyecan içinde eşyalarını istif etmekle meşgul iken vincin altına girmiş ve tam o sırada demir kancadan kurtulan bir iri denk olanca ağırlığıyla herifin başına inerken o, eşi bulunmaz bir çeviklikle hemen fırlamış, kucaklayınca Yahudi'yi ölümden kurtarmıştı. Fakat yük Feridun'un tam omzunun yanından asker kaputunu yırtarak geçmişti. Kendine gelen Yahudi eşyalarının arasından bir kocaman kutu açmış, sıra sıra dizilmiş traş fırçalarından bir tanesini ayırmış ve ona uzatarak: "Değerlidir, kadrini bil, sakın atma, zamanında işine yarar" demişti. Ufak tefek eşya satan bu yoksul adamdan aslında ne beklenirdi? Fakat niçin öyle söylemiş, neden bu oyunu etmişti? Hoş, Feridun da o zaman bu söze önem vermemişti ya! Fırçayı almış, bir tarafa atmış, hatta bavuluna koyarak, savaşta, esirlikte, üç sene sürekli kullanmış; değeri olacağını hatırına getirmemişti. Fakat bugün uzun bir savaş, bir esaret ve felaket devresinden sonra İstanbul'a dönüp de yarı sakat, işsiz, parasız kalınca ve bütün malını, eşyasını elinden çıkarıp bir dilim ekmeğe muhtaç bir hale düşünce bu olayı ve Yahudi'nin sözlerini hatırlamış, sonunda işte gelip fırçanın kıymetini sormuştu. Demek beş paralık bir değeri yoktu ha... Atmak için hazırlandı, köşeye bırakıverecekti, fakat ne olsa bir traş fırçasına gerek duyabileceğini düşünerek bu fikrinden vazgeçti, cebine soktu, yürüdü. Serencebey yokuşundaki kocaman evlerini elden çıkarıp Ahırkapı feneri arkasına düşen çukur ve rutubetli fakir mahallelerinden birine taşındıkları günden beri yoksulluk büsbütün yakalarına yapışmıştı. Ana oğul ıslak ve iç karartıcı bir evde solucan gibi kıvrılarak ne eziyetli, ne matemli bir ömür sürüyorlardı. Bu akşam, çarşıdan dönüşünde Feridun yoksulluğun bütün ağırlığını yüreğine bir tortu gibi çökmüş buldu, annesine, kısaca: "Beş para etmiyor, boş yere hülya kurmuşuz!..." dedikten sonra yukarıya, odaya çıktı, kafesi sürdü, nefes almak ihtiyacıyla dışarıya sarktı. Belliydi ki yüksek yerlerde henüz güneş, neşe ve hayat vardı. Fakat buradan, çukur bostanlarla yıkık kale duvarları arasına gömülü şu izbe mahalleden renk ve ışık çoktan elini çekmiş, bodur, sarsak ve kara evler tepesindeki görkemli cami kubbelerinin yüklü gölgesi altında çoktan seçilmez olmuştu. Henüz lambaların bile yanmadığı şu erken saatte bir bodrum kapanıklığı duyulan sokaklara karanlık başka türlü, yüreğe kaygı dolar gibi çöküyor, ağızlarına kadar taşkın bostan kuyularından yöreye kemirici bir yaşlık yayılarak vücuttan önce ruha işliyordu. Bu sarnıç kadar kapanık ve ıslak mahalleye şu saatte hiçbir köşeden aydınlık sızmıyor, hiçbir yerden ışık damlamıyordu. Halbuki denizin öbür yakasında Kadıköy, batan güneşin ışıklarına boyalı yüzünü, aynaya eğilmiş bir şuh kadın gibi, uzatmış, renkler içinde mutlu bir gülüşle parlıyor, için için kızarıyordu. Bu kuytu, karanlık dehlizin karşısında orası hayal şehirler gösteren bir sinema şeridi gibi alacalı inanılmayacak kadar şen, aydınlık görünüyordu. Feridun şimdi bunu düşünerek, vücudunda mahallenin karanlığı ve gözlerinde Kadıköy'ün ışıkları öyle ölüvermek isteğiyle yanıyordu. Birden kızdı, elini tekrar cebine soktu; haftalardan beri kendisinde hiç olmazsa ufak bir değer var sayarak bütün ümitlerini bağladığı hediye onu sanki yakıyordu. Yahudi'nin uzun ve seyrek sakallı, buruşuk, kirpiksiz yüzü karanlığın içinde ürkütücü bir belirginlikle canlanarak hain hain gülüyor, ırkının kandırmaya pek elverişli olan yayvan şivesiyle: "Aldattım seni..." diyordu... Evet, aldatmıştı, en muhtaç, en düşkün zamanında... Fakat insan, bir traş fırçasından yardım ummak, bir servet beklemek için ne kadar aptal olmalıydı... Kıllarından yakalayıp pencereden uzattı; aşağıda kale duvarlarına yakın bir iri yalak taşı vardı; ortasını nişanladı, parmağını sokmuş bir akrebi silker gibi hızla attı ve görmek için dikkat kesilip baktı. Fırçanın kemik sapı sert bir ses çıkardı. Sonra büsbütün çökmüş, koyulaşmış olan karanlığın içinde yan yana iki göz nokta parladı. Feridun bunlara, bu maviye yakın bir renkle ışıldayan şeylere uzaktan bir süre şaşarak baktı, sonra birden yüreğini akıl almaz bir ümidin kapan gibi sıktığını duydu; merdivenleri dörder dörder atlayarak aşağıya koştu, sokağa fırladı, eğildi, göğün bellisiz aydınlığını yüreğinde toplayarak süprüntüler içinde hala pırıl pırıl yanan bu iki ufak şeyi, iki küçük taş parçasını ellerine aldı, gene koşarak içeriye döndü. İdare lambasının ölgün ışığına tutup baktığı zaman bunların birer elmas parçası olduğunu anlamıştı. Fakat acaba sahte miydi? Yahudi'nin burada da bir oyunu, bir aldatması mı vardı? Bütün gece gözüne uyku girmedi, sabahleyin alaca karanlıkta gitti, bir gün önce uğradığı dükkanın önünde bekledi, kart ve kırçıl kuyumcu görününce hemen, dükkanı açmasını bile beklemeyerek taşları çıkardı: "Bunlar ne eder?" dedi. Öbürü, önce kayıtsızca bir göz attı, sonra gözlüğünü taktı, dikkatlice inceledi, güneşe tuttu, elinden bırakmamak ister gibi, biraz çekingen ve nazik dedi ki: - Temiz maldır, alıcısını bulursa iyi para eder, hele girin dükkana bir daha görelim, bir kıymet biçelim! Feridun neden Yahudi'nin bir adi traş fırçasına böyle değer biçilmez iki taş saklamış olduğunu uzun süre anlayamadı, fakat bir gün rastgele öğrendi ki gümrükten mal kaçırmak için bazen en akla gelmez dolaplara başvurulur ve işte böyle bir traş fırçasının sapına, biner liralık iki pırlanta konulduğu da olurmuş! Feneryolu, 1919

  • Bıçağın Ağzına Ağıt

    Dost kim düşman kim anlayamadın gitti Yanan bir şehre bakıyor ucundaki öfke Sen yalnızsın diye evde oturuyor zaman Yataklar uykusuzluğun keder atlası Dünyanın ortasında kısılmış çatıların sesi Rüzgarın dalgaları sakladığı yerde Anne fotoğrafların merhametli çerçevesi Baba çerçevenin kırk camı canımızı acıtıyor Bulutlar çatıları öpüyor ağzından Ağzın her açıldığında bin ağaç canından oluyor Çocukluğumuz kalkıyor ruhumuzdan Evimiz bizden aşağı Görmediniz gece ışıkların iç çekişini Gölgendeki miras acımasızlığın tekrar eden sesi Başkasının sözlerinde kendi acımızı buluyoruz Demir parçası ağzında kavga Çiçekler toprağın perdesi Sakın mahkemende onlara kıyma Mevsimin kabuklarını suya bağlarsın Susmazsın kapanmadan dudakların yarası Kendini ilikledin penceresiz duvar diplerine İnatçı dikenli tellerde yoruldu esmerliğin Şehirler büyüyen beton yığınlarında Sürgüne çekilmiş tren rayları Bıraktığın boşluk korunaksız düşleri kesiyor Bahar aydınlanıyor kuruyan perçemlerinde Tepende titriyor genç kızlar Sessizliğin yankılandı yüreğim parçalanırken İnsanın canından kanını temizliyorsun Ağzın açık gülerken yağmaladılar ruhunu Eller…eller…eller acıyı bilediler sende Nisan 2020

  • Acı Çekenler

    Birçok hayranı bulunan Lizoçka Kudrinskaya adındaki genç bayan ansızın hastalandı, hem de öyle ciddi hastalandı ki, kocası o gün göreve gitmedi, Tver’deki annesine telgraf çekildi. Lizoçka hastalanmasını şöyle anlatır: -Lesnoye’deki teyzemin yanına gitmiştim. Onlarda bir hafta kaldım, sonra hep birlikte kuzenim Varya’nın evine konuk olduk. Bilirsiniz, Varya’nın kocası umacının, zorbanın biridir (Böyle kocayı gebertmeli en iyisi), gene de hoşça vakit geçirdik. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, “Soylu Bir Ailede Rezalet” adında bir amatör piyeste rol aldım. Ah, Hrustalev öyle güzel oynadı ki, görmeliydiniz! Perde arasında konyak karıştırılmış buz gibi limonata verdiler. Konyaklı limonata tıpkı şampanyaya benzer... Eh, ben de biraz içtim, ama başlangıçta bir şeyim yoktu. Ertesi gün temsilden sonra Hrustalev’le bir araba tutup gezintiye çıktık. Hava biraz rutubetliydi, rüzgâr esiyordu. İşte o sırada üşütmüş olmalıyım. Üç gün sonra “Eve gideyim de biricik Vasya’mı göreyim, bakalım neler yapıyor? Bu arada çiçekli ipek entarimi de alayım.” dedim. Vasya’cığımı bulamadım evde. Praskovya’ya semaveri koyup çay yapmasını söylemek için mutfağa gittiğimde masanın üstünde körpe turplar, havuçlar gördüm, tıpkı oyuncak şeylere benziyorlardı. Tuttum, bir havuç yedim, bir de turp... Sakın, çok yediğimi sanmayın! Nasıl desem, bilmem ki, birden mideme bir bıçak saplandı sanki... Buruldu, buruldu, buruldu... Öleceğim sandım. Vasya işinden geldi o sırada. Beti benzi attı zavallıcığın, canının sıkıntısından saçlarına sarıldı, koşup doktor getirdi... Anladınız, değil mi, neredeyse ölecektim! Sancılar öğle vakti saplanmış, saat üçte doktor gelmiş, saat altıda ise Liza’cık yalmış, gecenin ikisine değin mışıl mışıl uyumuş... Şimdi saat gecenin ikisi. Mavi abajurdan gece lambasının fersiz ışığı süzülüyor. Lizoçka hâlâ yatakta. Dantelli beyaz başlık bağladığı başı yastığın koyu kırmızı zemini üzerinde daha da bir göze çarpıyor. Solgun yüzüne, yuvarlak, biçimli omuzlarına abajurun nakışlı gölgesi düşmüş. Kocası Vasili Stepanoviç ayak ucunda oturuyor. Zavallıcık, karısı eve döndü diye öylesine mutlu ki! Bir yandan da hastalandığı için çok korkuyor. Karısının uyandığını görünce; —Liza’cığım, kendini nasıl hissediyorsun? diye soruyor. —Şimdi daha iyiyim, diye inliyor Liza’cık. Midemdeki kasılmalar geçti, ama uyku tutmuyor gözümü, uyuyamıyorum. —Meleğim, koyduğumuz kompresi değiştirelim mi? Liza’cık ağır ağır doğruluyor, bu sırada acı duyduğunu göstermek istercesine yüzünü buruşturuyor, başını zarif biçimde yana eğiyor. Vasili Stepanoviç kutsal bir iş yapıyormuş gibi, parmaklarını karısının ateşten yanan tenine dokundurmaya korkarak kompresi değiştiriyor. Lizoçka büzüşüyor, soğuk su tenine değdikçe gıdıklanıp gülüyor, sonra yeniden yatağına yatıyor. —Benim yüzümden sen de uyumadın, diyor kocasına. —Uyumasam da olur. —Benimkisi sinirden, Vasya’cığım. Sinirli bir insanım. Doktor midem için ilaç yazdı, ancak ben onun hastalığımı anlamadığı kanısındayım. Midemden değil benim sorunum, sinirden; yemin ederim sinirden! Şimdi bütün korktuğum nedir, biliyor musun? Hastalığım daha da kötüleşirse ne yaparız? —Yok, Liza’cığım! Göreceksin, yarın bir şeyin kalmayacak! —Hiç sanmam! Ben kendim için korkuyor değilim... Bana hastalığım vız geliyor, ölmeye bile hazırım. Asıl acıdığım şensin! Beni yitirince yalnız kalmandan korkuyorum. Vasya’cık karısıyla sık sık birlikte olamadığı için yalnızlığa alışmıştır, ancak Liza’nın bu sözleri onu gene de kaygılandırıyor. —Sen neler söylüyorsun, Tanrı aşkına! Bu can sıkıcı düşüncelerin nedenini bir anlayabilsem! —Başa gelen çekilir... Biraz üzülürsün, ağlarsın, sonra alışırsın. Hatla evlenirsin de... Dertli koca üzüntüden saçlarını yoluyor. —Peki, peki, sen dediklerime bakma! diye yatıştırıyor Liza onu. Sen her şeye hazır olmaya çalış gene de... Genç kadın gözlerini kapıyor, “Gerçekten bir de ölüverirmişim...” diye geçiriyor içinden. Ölümü geliyor gözlerinin önüne. Döşeğinin çevresini annesi, kocası, kuzeni Varya, akrabaları, “yeteneklerine hayran olanlar almışlar; son nefesini vermeden “Bağışlayın!” diye fısıldıyor. Hüngür hüngür ağlıyor herkes. Ölüsü nasıl da soluk yüzlü! Ona pembe giysilerini giydiriyorlar (bu ona çok yakışıyor), çiçeklerle dolu, ayakları yaldızlı, pahalı bir tabuta koyuyorlar. Günlük kokusu yayılıyor çevreye, mumlar çıtır çıtır sesler çıkarıyor. Kocası tabutunun başından ayrılmıyor, hayranları gözlerini ondan alamıyorlar. “Tıpkı canlı gibi! Tabutun içinde nasıl da güzel duruyor?” diyorlar, işte kiliseye götürülüyor. İvan Petroviç, Adolf İvanıç, Varya’nın kocası, Nikolay Semyoniç, ona konyaklı limonata içmeyi öğreten kara gözlü üniversite öğrencisi tabutunu taşıyorlar. Tek üzüntüsü, müzik çalın-maması! Cenaze ayininin bitiminde yakınlarından teker teker ayrılıyor. Tabutunun püsküllü kapağı kapanıyor üstüne. Gün ışığından tümüyle kopuyor Liza’cık. Kiliseyi hıçkırıklar dolduruyor. Tak! Tak! Tak! Kapak çivileniyor... Liza titriyor, gözlerini açıyor. —Vasya, burada mısın? diye soruyor. Öyle iç karartıcı şeyler düşünüyorum ki! Nasıl da mutsuzum, bir türlü uyuyamıyorum. Hadi, bana neşeli bir şeyler anlat! —Ne anlatayım, bir tanem? —Aklına ne gelirse, diyor süzgün bir tavırla Lizoçka. Şey, aşk üstüne olsun... Ya da Yahudi yaşamından bir şeyler ... Karısının neşelenmesi, ölümden söz etmemesi için her şeyi yapmaya razı olan Vasili Stepanoviç kulaklarını örten saç kıvrımlarını çekiştiriyor, yüzünü tuhaflaştırıyor, karısına yaklaşıyor. —Saatini onarayım mı, bayan? diyor Yahudi taklidi yaparak. Lizoçka kahkahayı basıyor, sehpanın üstündeki altın saati kocasına uzatıyor. —Al. Onar junu! Vasya saati alıyor, içindeki aletlere uzun uzun bakıyor. —Bayan, onarılmaj bu saat. Çarklardan birinin iki diji ajınmıj! diyor kıvranarak. Kocasının sözleri Lizoçka’yı kahkahayla güldürüyor, neşeyle ellerini birbirine vuruyor. —Çok güzel, Vasya! diyor. İyi taklit yapıyorsun! Bak, sana ne diyeceğim! Amatör piyeslerde oynamamakla aptallık ediyorsun. Sısunov’dan daha iyisin, biliyor musun? “Yaş Günü” adlı bir piyes oynamıştık, orada Sısunov diye biri vardı. Birinci sınıf güldürü ustası... Havuç gibi kalın bir burun yapmış, gözlerini yeşile boyamış, leylekler gibi yürüyordu. Gülmekten kırıldık. Bak, sana nasıl yürüdüğünü göstereyim. Lizoçka karyoladan aşağı atlıyor, başörtüsüz, çıplak ayaklarıyla yürümeye başlıyor. Erkekler gibi sesini kalınlaştırarak; —Saygılar sunarım! Ne haber? Yıldızlar altında yeni bir şey var mı? diyor. Kah-kah-kah! Vasya da basıyor kahkahayı. Karı-koca hastalığı tümüyle unutup yatak odasında birbirini kovalamaya başlıyorlar. Koşturmaca, Vasya’nın Liza’yı gömleğinden yakalayarak onu öpücüklere boğmasıyla son buluyor. Kocasının ateşli kucaklamalarından biri sırasında Liza ansızın hasta olduğunu anımsıyor. Yalağa yatıp üstüne yorganı çekerek; —Saçmalamayı bırak! diyor ciddi bir yüzle. Hasta olduğumu nasıl unutursun? Öyle şey olur mu? Vasya ulanarak; —Bağışla, karıcığım, diyor. —Hastalığım daha da kötüleşirse suçlusu sensin. Beni hiç düşünmüyorsun! Sen iyi bir koca değilsin! Lizoçka gözlerini yumup düşüncelere dalıyor. Önceki acı çeken yüz anlatımı, baygın duruş geriye dönüyor; yeniden hafif iniltiler başlıyor. Vasya kompresi bir daha değiştiriyor, karısının teyzesinde, şurada-burada değil, evde olmasından dolayı kıvançlı; sabaha kadar gözünü kırpmadan ayak ucunda uslu uslu oturuyor. Saat onda doktor geliyor. Hastanın nabzını tutarak; —E, bugün kendinizi nasıl hissediyorsunuz? diye soruyor. —İyi değil, diyor Vasya karısının yerine. Hiç de iyi değil. Doktor hastanın yanından kalkıp pencereye gidiyor, sokaktan geçen bir baca temizleyicisini uzun uzun süzüyor. —Doktor, bugün kahve içebilir miyim? diye soruyor Lizocka. —İçebilirsiniz. —Peki, kalkıp dolaşabilir miyim? —Olabilir ama bir güncük daha yataktan çıkmamanızı salık veririm. Böyle diyen doktor masaya oturuyor, alnını avucuyla sildikten sonra hastaya reçetesini yazıyor, akşama bir daha geleceğini söyleyip selam vererek oradan ayrılıyor. Vasya göreve gitmiyor o gün, karısının ayak ucunda oturuyor. Öğleye hastanın hayranları toplanıyorlar söz birliği etmişçesine. Bir sürü kitap, çiçek getirmişlerdir; hepsi de kaygılıdır, hastaya bir şey olmasından korkarlar. Hafif bir bluz ile kar beyazı başörtüsü giyen Lizoçka yalağında yalarken iyileşmiş olmasına inanmamış gibi boş gözlerle bakıyor çevresindekilere. Hayranları kocasının aralarındaki varlığına karşı hoşgörülü bir tavır takınırlar, ne de olsa onları birleştiren bir şey vardır: Ortak mutsuzlukları! Akşamın altısında Lizoçka bir daha dalıyor, gecenin ikisine değin kesintisiz uyuyor. Vasya ayak ucundan ayrılmıyor karısının, bastıran uykuyla boğuşuyor, kompres değiştiriyor, Yahudi yaşamından sahneler sunuyor. Sabah olunca, acılar içinde geçen ikinci geceden sonra Liza daha fazla dayanamayıp aynanın karşısına geçiyor, şapkalarından birini giyiyor. —Nereye böyle, sevgilim! diye soruyor Vasya yalvaran bir sesle. Lizoçka’nın yüzünü bir korkudur alıyor; —O da ne demek? diye soruyor şaşırmışçasına. Bugün Marya Lvovna’nın sahnede provası var, ne çabuk unuttun? Karısını geçiren Vasya yapacak başka bir şeyi olmadığı için, can sıkıntısından çantasını alıp görevine yollanıyor. Uykusuz geçen iki geceden sonra başı ağrımakladır; hem de öyle ağrır ki, sol gözü ikide birde kendiliğinden kapanır. Dairede amiri onun durumunu görünce; —Neniz var azizim? Kötü bir şey mi oldu? diye soruyor. Vasya elini sallıyor, yerine oturuyor, içini çekerek; —Hiç sormayın, beyefendi, diyor, iki gündür çektiğim acıları ben bilirim. Ah, Lisa hastaydı! Amiri korkuyor. —Aman Tanrım! Lavta Pavlonya mı hasta? Nesi varmış? Vasili Stephan’ı ellerini iki yana açıyor, “Orasını Ulu Tanrı bilir!” derecesine gözlerini tavana dikiyor. Amiri de gözlerini geriye devirerek içini çekiyor. —Acılarınıza katılmaktan başka ne yapabilirim, Vasili Stephan’ı? Karımı yitirdiğim için sizi çok iyi anlıyorum. Bu öyle bir acıdır ki, nasıl anlatsam! Korkunç bir şey! Umarım, Lizaveta Pavlovna daha iyidir şimdi. Hangi doktora gösterdiniz? —Von Şterk geldi. —Von Şterk mi? Magnus’a ya da Semandritski’ye gösterseniz daha iyi olmaz mıydı? Bakın, sizin yüzünüz de sapsarı! Kendiniz de hasla olmalısınız. İyi bir şey değil bu! —İki gündür gözlerimi kırpmadım, beyefendi. Üzüldüm, çok acı çektim... —Ama göreve de geldiniz! Niçin geldiğinizi anlamıyorum. Kendinizi böyle zorlamaya gerek var mıydı? İnsan biraz kendine acımalı, değil mi? Hadi, şimdi evinize gidin, iyice düzelene değin işe gelmeyin! Gidin, gidin, emrediyorum size! Genç memurların çalışkan olmaları iyi bir şey, ancak eski Romalıların dediklerini de yabana almamalı. Mens sana in corpore şano, yani sağlıklı ruh sağlıklı bedende bulunur, dememişler mi? Vasya amirinin sözünü dinliyor, kâğıtları gerisin geriye çantasına koyuyor, daireden ayrılıp evinin yolunu tutuyor. Görsel: Pablo Picasso- HASTA KADIN

  • Samsun Yolculuğu İstanbul Basınında

    Mustafa Kemal Paşa’nın Lağvedilmiş 9. Ordu Birlikleri Müfettişliğine atama kararnamesini Padişah 30 Nisan 1919’da imzaladı. 16 Mayıs 1919 günü de Cuma selamlığında Padişah’ı ziyaret ederek Bandırma Vapuru ile Samsun’a hareket etti. Dönemin basın merkezi olan İstanbul’da gazeteler, yalnızca bu atanma ve yola çıkma olayını haber verdiler. İki olay arasında geçen 16 gün içinde Mustafa Kemal Paşa ile ilgili bazı yazışmalar, görüşmeler olmuşsa da bunların hiç biri basınında yer almadı. Tarih yazmakta çok tembel ve üşengeç bir millet olduğumuz için bunlarla ilgili belgelere uzun yıllar kimse dokunmadı. Atatürk’ün anlattığı birkaç anekdotla yetinildi. Oysa İstanbul Hükümetinin arşivleri Büyük Zafer’den sonra İstanbul hükümetinin istifa ettiği 4 Kasım 1922’den sonra Ankara Hükümetinin eline geçmişti. 50-60 yıl boyunca o günün gazetelerine bakmayı da kimse akıl etmedi. Aşağıda Mustafa Kemal Paşa’nın atanması ve Samsun’a hareket etmesinin o günün basınında nasıl yer aldığını göreceğiz. Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Birlikleri Müfettişliğine atandığına ilişkin kararnamenin haberi İkdam’ın 1 Mayıs, Zaman gazetesinin 2 Mayıs tarihli saylarında kısa ve yorumsuz olarak verildi. Takvimi Vakayi (Resmi gazete), kararnameyi 5 Mayıs tarihli 3540 numaralı sayısında yayımladı. Vakit gazetesi 6 Mayıs, Alemdar ise 7 Mayıs tarihli sayılarında bunu haber verdi. Kumandan, vali gibi önemli atama haberleri basında yer alırdı ve bunların çoğu bu haber gibi Takvimi Vakayi’den aktarılırdı. Bu tarihten sonra 16 Mayıs’a kadar Mustafa Kemal Paşa hakkında basında bir haber görünmüyor. Paşa’nın 16 Mayıs’ta samsun’a hareket ettiği ise İleri, İkdam, İstiklal, Vakit, Memleket gazetelerinin 17 Mayıs tarihli sayılarında yer aldı. Birbirine çok benzeyen haberlerden Memleket gazetesinde yer alanı şöyleydi: “Şark kıtaatı müfettişliğine tayin buyurulmuş olan Mustafa Kemal Paşa, maiyetinde Erkânı Harp Binbaşısı Hüsrev Bey ve sair zevat bulunduğu halde, dün öğleden sonra Bandırma Vapuruyla Samsun’a hareket etmiştir.” Vakit’te ve İstiklal’de ise Paşa’nın dünkü selamlık resminden sonra Mahfel-i Hümayunda Padişahın huzuruna kabul buyurulduğu haber verilmiştir. Alemdar ise haberi Mustafa Kemal Paşa’nın fotoğrafıyla birlikte şu cümlelerle yayımlamıştır: ŞARK KITAATI MÜFETTİŞLİĞİ: Mustafa Kemal Paşa ve Üçüncü Kolordu Kumandanı Miralay Refet Bey, maiyetleri ile Bandırma Vapuru’na rakiben (binerek) dün saat dörtte Samsun’a müteveccihen hareket etmişlerdir.” ibaresi konulmuştur. Paşa’nın atanmasını diğer gazetelerden daha görünür vermesinin nedeni koyu bir İngilizci ve İttihatçı düşmanı olan Alemdar’ın Mustafa Kemal Paşa’ya bağladığı umutlardır. Bu tutumunu Mustafa Kemal Paşa’nın hükümetle zıt düştüğü dönemde “bir yanlışlık olmalı” üslubuyla sürdürmüş, daha sonra ise Paşa’nın en azılı düşmanlarından olmuştur. 21 Mayıs tarihli İstiklal’de “Mustafa Kemal Paşa göreve başladığını ilgili makama bildirmiştir” diye yazılmıştır. -“Şark Kıtaatı Müfettişliğine tayin edilen Mustafa Kemal Paşa”- Bu haberlerin hiç birinde Mustafa Kemal Paşa hakkındaki atama kararnamesinin içeriğinden söz edilmediği gibi ondan beklentiler de yer almamıştır. Ne lehinde ne de aleyhinde. Bunun nedeni, 1919 yılı Mayıs ayının ilk yarısında İstanbul’da ve ülkenin diğer yerlerinde henüz Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktıktan sonra üstleneceği görevin gündemde olmamasıdır. Gerçi ülkenin parçalanma tehlikesine karşı çeşitli bölgelerde Müdafaai Hukuk Cemiyetleri kurulmamış değildi fakat bunların amacı milletin işgallere razı olmayacağını İtilaf devletlerine göstermek ve elverişli barış koşulları elde etmekti. Bunun nasıl sağlanacağı ise belirsizdi. İstanbul’da her kafadan bir ses çıkıyordu. Gazetelerin bir kısmı Amerikan mandasını, bir kısmı ise İngiliz himayesini savunmaktaydılar. Bu gazetelerin Mustafa Kemal Paşa’nın atanmasına tavır konusunda bir farklılık görünmüyor. Bunun nedeni Mustafa Kemal Paşa'nın Enver Paşa siyasetlerine karşı olması ve bu tutumunu Mütareke de de sürdürmesidir. Mustafa Kemal Paşa’nın fiili direniş misyonunu belirleyen 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalidir. (19 Mayıs 2018)

  • MÜFETTİŞ

    Yirmi kadar çocukta bit çıktı. Bu da olmasaydı, teftişi başarıyla vermiş sayılacaktım. O zaman müfettişin suratı asılmayacaktı. Kaşları çatılmayacaktı. Böyle bağırıp çağırmayacaktı sınıfın ortasında. Askerlikten kalma bir alışkanlıkla başımı eğip sustum. “Ellerimi sabunlayıp dinlenmek istiyorum!” dedi. Yarım saatin içinde yoruluverdi demek. İyi kötü bir kilimle iki ince minderden başka eşyası bulunmayan bekâr odama buyur etmek zorundaydım. Dışarda ellerini yıkadı, içeri girdik. Tuhaf tuhaf baktı odanın içine. Belki oturur umuduyla minderi gösterdim. Burun kıvırdı: “Şu masanın yanına bir tabure getirsen daha memnun olurum!” dedi. Gittim, tabure getirdim. Oturdu. Sinirliydi. Yaktığı sigarayı iki sormada bitiriyordu. O öyle sinirli oturuyor, ben ayakta bekliyordum. Neden sonra başını kaldırıp konuştu: “Peki, ne olacak bu bit işi?” “Elimden geleni yapıyorum. Anlatıyorum, öğretiyorum ama bitli geliyorlar.” Bir kalkındı bana: “Olamaz efendim!” dedi. “Gelemezler bitli! Bunun burası beylik ahır değil, Cumhuriyet okulu! Cumhuriyet okuluna bitli gelemezler!..” Sabrım soluğum tükendi: “Bunlar da Cumhuriyet çocukları Sayın Bayım!..” dedim. “Ama geliyorlar işte!..” Temelli kızdı bu sefer: “Gelemezler diyorum ve yasak ediyorum! Yaz defterine: Bundan sonra okula bitli gelinmeyecek! Tedbir alacaksın! Bitin kökünü kazıyacaksın! Anlıyor musun dediklerimi? Önce bit! Her sorundan önce bit sorunu! Bit sorununu çözmedikçe hiçbir sorunu çözmüş sayılamayız, anlıyor musun genç meslektaşım? Bu ilkel bir ayıptır…” “Her çocuğa ayrı yatak lâzım. Odun lâzım. Sabun lâzım, para lâzım…” “Benim üçe beşe aklım ermez! Söyle babalarına, gerekeni yapsınlar. Bitli gelmekte inat ederlerse ceza! Hiç acımayacaksın, kimde bit çıkarca atacaksın ağzına! Bak nasıl temizleniyor hemen!..” Ayaklarımı birbirine vurdum: “ Emredersiniz…” dedim. Edecek sözü kalmamış gibiydi: “İşte böyle…” dedi. “Bu sorun böyle…” Masamda bir kitap açık duruyordu. Gözüne takıldı. “Ara sıra kitap da okuyorsun demek?” “Evet! Bulabilirsem okuyorum…” dedim. Kitabı aldı, sayfalarını çevirmeğe başladı: “İnsanları Seveceksin ha? Kim yazmış bunu?” Bıraktı, vazgeçti sayfaları çevirmekten. Baş sayfalara döndü. O sinirlilik gene üstündeydi. “Aaa!!..” diye haykırdı ansızın. “Remarque’ın bu! Erich Maria Remarque’ın!..” gözleri kıpkırmızı oldu. Kitap düştü elinde: “Solcudur bu!” Yanımızda köylülerden Deligöz Ali vardı, sağdan soldan anlar mıydı bilmem? Ateş almış, tutuşmuş gibi kükredi Müfettiş: “Nasıl okursun bunu? Nasıl, nasıl, nasıl?..” “Efendim bu yazar Alman’dır!” dedim. Yatışacak gibi değildi: “Ne olursa olsun! Solcudur! Ben bunu bilir, bunu söylerim! Kitapları yasaktır! Daha iki ay önce imzaladığım bir kâğıt: Öğrencide, öğretmede, kimde görürsek, almak görevimizdir.” Sanat değeri yüksek bir eserdir efendim.” “Orasını münakaşa edemem şimdi! Ben öyle bir adamım ki, aldığım emre bakarım. Tıpa tıp uygularım onu. Bir harfini bile es geçemem!..” Ne söylesem böyle kesip atıyordu. “O solcu, bu solcu, kimi okuyacağız bu memlekette peki?” dedim. “Cenap’ı oku, Ömer Seyfettin’i, Mehmet Rauf’u oku… Yazar mı yok edebiyatımızda?” “Onları okurken sıkılıyorum!” dedim. “Çağımızla hiçbir ilişkisi olmayan havada kitaplar… Hoşlanmıyorum onlardan…” “Öyleyse İngilizleri oku: Sakıncasızdır. Amerikalıları oku. Bol bol çevriliyor bak…” “Onlara da solcu diyorlar. Geçen hafta Gezici geldi, Steinbeck’i aldı elimden!” “Steinbeck’i mi aldı? Ne münasebet? Nasıl solcu olur? Stenibeck, her şeyden önce Amerikalıdır. Bütün eserlerini okudum, gayet iyi bilirim, harikadır…” “Hep mi okudunuz? Bitmeyen Kavga’yı, Gazap Üzümleri’ni hep ha?” “Okudum tabii… Hele Tütün Yolu’nu, İhtiyar Balıkçı’sını…” Güldüm! Birden bir ışık gelip geçti gözlerimden. Ama yüreğim küt küt vuruyordu. Enayiliği üstünden akan şu adama bir oyun edeyim diyordum, cesaret edemiyordum. “Ya işte böyle genç meslektaşım!” dedi. “Bu damgalı yazarlardan vazgeç de, ne güzel, ne temiz eserler var, onları oku. Bak, köyün de yol üstü. Ben bir şey demesem bile, yarın bakarsın bir vali gelir. Gelmez ama gelebilir. Deniz ateş alır mı? Alması olasıdır. O hesap, valinin de gelmesi olasıdır. Ya da kaymakam, bir mebus… Görürler bu kitapları elinde, başın belaya girer. Hayatını mahvedersin. Mapusanelerde çürürsün ömrün boyunca. Biliyorum temiz adamsın. Aydınsın. Ama yalnız aydın olmak, yalnız temiz olmak yetmez. Temiz olduğunu göstermen gerek. Sen gösteremezsen hükümet ne bilecek senin temiz olduğunu? Temiz adamı, temiz olmayan adamdan nasıl ayıracak. Remil mi atacak? Ne diyordum? Temiz adam hükümetin yap dediğini yapar, yapma dediğini yapmaz. Bak mesela ben temizim ve böyleyim: Yap dediğini yapıyorum, yapma dediğini –karşıma mezardaki babam gelse- yapmıyorum. Hükümet çünkü… çünkü…” Bu yenilmez yutulmaz öğütleri terleyerek dinliyordum: “Peki efendim!” dedim. “Ne de olsa benden büyüksünüz, kafanız da iyi çalışır. Bundan sonra bu solcu herifin kitaplarını okumayacağım!” “Hatta evinde bulundurma: Yak!..” “Yakacağım…” “Benim söylediklerimi oku! Mesela Steinbeck gerçekten harikadır. Ben onun bütün eserlerini okudum: Çanlar Kimin İçin Çalıyor?, Allaha Adanan Toprak!..” İlmik atma isteği şahlanıyordu içimde: “Garp Cephesi’ni de okudunuz mu efendim?” “Ne diyorum sana? Bütün kitaplarını okudum. O da güzeldir! Ama onu okuyalı çok oluyor. Pedagoji Enstitüsü’ndeydim galiba. Mamafih, elde edebilirsem bir daha okumak isterim…” Yavaş yavaş ağıma yaklaşıyordu: Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitaplığımda vardı. Kapağına gazete çekmiştim. Kitabı alıp, “Buyurun!” dedim. Olağanüstü bir coşkunlukla: “Teşekkürler! Teşekkürler!..” diye bağırdı. “Götürür okursunuz.” Dedim. “Ben ilçeye indiğimde alırım.” Bitleri, bitli çocukları unutmuştu: “Eksik olma!” dedi. “Teşekkür ederim! Steinbeck harikadır! Çok severim…” “En güzel eseri budur!” dedim. “Evet… Bir daha okuyacağıma seviniyorum. Savaş denen nesneyi onun kadar realist açıdan anlatan yazar hatırlamıyorum…” Kitabı elinde sallayarak konuşuyordu. Açsa kapağını… ah şöyle bir kaldırsa!… “Hele ilk cümlesi çok güzeldir efendim…” dedim. “Okuyalım o cümleyi!” dedi. Kapağı kaldırdı, üçüncü sayfa açıldı; olmadı. “Çevirisi fenadır yalnız. Hem de epeyce eskidir…” “Kaçta basılmı? Tarihine bakalım…” İlk sayfayı çevirdiği zaman şafak attı yüzünde: “A!.. A!.. Remarque!.. Bu da mı Remarque’ın? Bir yanlışlık olacak?..” “Evet Müfettiş Bey, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok… bu da Remarque’ın…” dedim usulca. Kitap düştü elinden. Fırladı kalktı bu: “Evet… Evet genç meslekdaşım!” dedi. “Evet, bit sorununu hemen çözümlemenizi istiyorum sizden. Önce o! Çalışmalarınızı bu sefer zayıf olarak göstereceğim raporumda. Okuduğunuz kitaplar konusunda da dikkatli olmanızı tavsiye edeceğim…” Bu sefer başımı eğmeden: “Nasıl isterseniz öyle yapın, bence önemi yok Sayın Bayım!..” dedim.

  • ZEYTİNDAĞI-Bizim İmparatorluk

    Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lût denizine ve Gerek dağlarına bakıyordum. Daha ötede, Kızıldeniz'in bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame'nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin'dir. Daha aşağı Lübnan var; Suriye var; bir yandan Süveyş Kanalı'na, öbür yandan Basra Körfezi'ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum. Çıplak İsa, Nasıra'da marangoz çırağı idi; Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs'te kirada oturuyoruz. Halep'ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. Kamame Kilisesi'nin Hıristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz, içerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hocada durur. Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar, her şey Arapların veya başka devletlerin... Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı. Osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam-Arap, yahut yarı-Araptır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk'e az rast geliyordum. Arap milliyetçiliği güden Şamlı Azimzâdeler, Konya'dan gelme Kemik Hüseyin torunları idi. Halep'in esas familyalarının asılları Türklerdi. Osmanlı İmparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi. Bir Kürt zaptiye çavuşunun kütüğünden gelen Abdurrahman Paşa, dedesi ve babası vergi çaldığı için zengin, Araplaşmış olduğu için de Âyân âzası idi. Bu Abdurrahman Paşa, kendi toprağının tamamını ancak harita üstünde görmüştür. Birinci Millet Meclisi'nde Şer'iye Vekilliği etmiş, Eskişehirli bir Türk hocasının Türkler gibi "ve" demek yerine, Araplar gibi "vua" dediğini belki henüz unutmamış olanlar vardır. Suriye, Filistin ve Hicaz'da: - Türk müsünüz? Sorusunun birçok defalar cevabı: - Estağfurullah! idi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu. Bizim emperyalizm, Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz! Kudüs'ün en güzel yapısı Almanların, ikinci güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların, hep başka milletlerin idi. Gür sakalları baharat kokan Dürziler, saçları örgülü Yahudiler, elleri meşinleşmiş urban ve entarili Araplar, hepsi Türk ordusu Kanala doğru giderken, dar Suriye ve Filistin kıtasında iki safa ayrılmış: "- Geç yiğitim, geç!" diyordu. Fakat bir avuç Türk, bütün kıtayı tuttu. Koskoca çölü, yapı ve bahçelerle donattık. Geç kalmıştık. Artık ne Suriye, ne de Filistin bizim idi. Rumeli'yi kaybetmiştik. Bir realite hissi ile değil, bir tarih hissi ile kendimizi zorluyorduk. Anadolu baştan başa yapılmak, şehirler, köyler, ev ve tarla zengin olmak, Türkler tamamıyla Batılaşmak ve sonra da Halep'ten Kızıldeniz'e doğru, nüfus, teknik ve sermaye ile taşmak lazımdı. Biz ise Anadolu'yu aşıp Halep kapısını vurduğumuz zaman, bayındırlık ve kalabalık görmeye başlıyorduk. Halep, büyük bir şehir, Şam büyük bir şehir, Beyrut büyük bir şehir, Kudüs büyük bir şehir ve hepsi ağyar idi. Lübnan havası, bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi. Fakat her yere: - Bizim, diyorduk. Şam, evimiz kadar bizim, Lübnan bahçemiz kadar bizim... Bu tasarruf ve hüküm hissinin bize damarımızdaki kandan geldiğine şüphe yoktu. Ve kendimizi otelciye, lokantacıya, hatta posta memuruna anlatmak için yavaş yavaş Arapça öğreniyorduk. Şam'dan kalkan tren, Medine'ye üç gün üç gecede gider. Medine'yi bile bırakmıyorduk. Medine'siz Türkiye? Bu emperyalizmin intiharı demekti. Ne Medine'si? Bir gün aşağı geçecek bir kıtayı selamlamaya inmiştik. Tren varken, Adana'dan beri yayan yürümekte idiler. Üç bin kadar zayıf, soluk ve üstü başı yıpranmış Türk çocuğu, yorgun argın önümüzden geçtiler. Biliyor musunuz, nereye gidiyorlardı? Aden'e! Hâmid'in mısraını hatırlıyordum: - Nereye gitmek istiyorsunuz? - Ademe! Mısır'ı fethe çıkan Cemal Paşa, Kudüs'te, Şam'da, Lübnan'da, Beyrut'ta ve Halep'te oturduğu zaman, bir işgal ordusunun kumandanı gibi bir şeydi. Zeytindağı'nın üstündeki Alman yurdunda biz, devenin üstüne merdivenle tırmanmaya uğraşan Avusturyalı subay, otomobilden ürken hecin, hecinden ürken Macar atı, kanalı geçmek için Taberiye Gölü'nde tulum idmanı yapan Sivaslı nefer ve bir boğuk Arap sesi: - Felyahya! ... İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işletmektir. Osmanlı imparatorluğu, Trakya'dan Erzurum'a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile kanşık emilen bir sağmal idi.

bottom of page