top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Kuğu Ezgisi

    Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim, Yalpalayan hayatımın kara çarşaflı bekçi gizleri. Ne zamandır ertelediğim her acı, Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi, -bu şiir – Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim, Dost kalmak zorunda bana ve sizlere… Çünkü saldırgan olandan kopmuştur o, uykusunu bölen derin arzudan. Büyüsünü bir içtenlikten alırsa Kendi saf şiddetini yaşar artık, -bu şiir – Kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü, ulaşılamayanın boyun eğen yansısı, Sevda ile seslenir sizlere! ***** Nilgün Marmara, 1958 yılında İstanbul'da doğdu. Ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji ve Anadolu Lisesi'nde bitirip, yüksek öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladı. Sylvia Plath üzerine incelemeler yaptı. Plath'ın bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışı genç şairi etkiledi. Nilgün Marmara, şiirlerinde çoğunlukla, 1. tekil kişinin düşle gerçek arasında gidip gelen, kırılgan izleklerini kullandı. Çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı. Küçük İskender, Lale Müldür, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal, Onur Göknil ve Serdar Aydın gibi şairleri derinden etkiledi. Sylvia Plath sevgisi, Marmara'yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13 Ekim 1987'de henüz 29 yaşındayken "yaşama karşı ölüm" dedi ve intihar etti. Kırmızı Kahverengi Defter adıyla yayınlanan günlüğünde "hayatın neresinden dönülse kârdır" ifadesi yer almaktadır.

  • Aşkla Sana

    dağ ateşiyle ısıtan yüzünü kanla yıkayan dostum senin uyurken dudağında gülümseyen bordo gül benim kalbimi harmanlayan isyan olsun şimdi dingin gövdende uğultuyla büyüyen sessizlik bir gün benim elimde patlamaya sabırsız mavzer olsun başını omzuma yasla göğsümde taşıyayım seni gövdem gövdene can olsun söyle bana ey ölümün açıklayıcı pervanesi hangi yavru tek başına yiğittir hangi yangın bir başına söndürülür ah herkes susuyor hiç kimse bilmiyor içimin yangınını ah herkes mi susuyor kalbimi kalbine bağladığım dostum ah herkes mi susuyor kalbi kalbimize benzeyen dostlar bir çarmıh gibi bırakıyorken kendini dünyaya hayatın ateş renkli kelebekleri bir bir tutuluyorken korkunç koleksiyonlar için ah herkes mi susuyor bağırsam içimdeki dehşeti hırsım deler mi toprağı beni acısıyla onduran dostumu aşkla vurduran hayat sana yaşananla harlanan bağrımın sevdasını akıttım dünyanın yeni baharına çatlarken kadim güneş bağrım delinirken fidanların kanıyla anamın doğurgan karnıdır diye sevgilimin sütlenecek göğsüdür diye dostumun üretken gülüdür diye sana bağlandım sana sarıldım beni umutsuz koma tarihle avutma beni çünkü aşkla sınanmışım sana sana yangınla, suyla, ateşle ölümle, yaprakla, şiirle sınanmışım ey yaşarken kanayan acı şimşekli gök, tufan, kan fırtınası uçurum kıyısında hızla büyüyen ot yapraksız bir ölümün anısı için körpecik kuzuların derisi için beni tarihle avutma umutsuz koma beni akıtsam deliren sevdamı köpürür mü hayatı besleyen su ey benim yedi başlı kartalım her başını bir dağ başlangıcında koyanım senin böyle diri bir akarsu gibi kıvrılan gövdendir bizim aşkımızı solduranların korkusu çünkü elbette bir su kendi akacağı toprağın sertliğini bilir ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak artık ırmak mı ne denir işte devrim ona benzer bir akışın hızına denir yarın ne olur bilirim ben bahar gelir, otlar büyür ölüm de yapraklanır bir dağ bulur uzun uzun bakarım bir çam ağacı gölgesi güzel kokular veren bir damla güneş görünce sana da gülümseyeceğim yarin şimdi senin uzanıp yattığın otlarda yarın yeni bir yeşillik büyüyecek Arkadaş Zekai Özger : (8 Ocak 1948-5 Mayıs 1973) 1948 yılında Bursa'da doğdu. Ankara SBF Basın Yayın Yüksek Okulunda okudu. TRT Ankara TV'de çalıştı. SBF polislerce basıldığı bir gün başına ağır darbeler yedi. Aradan yıllar geçtikten sonra 5 Mayıs 1973'te sokakta ölü bulundu. Beyin kanamasından öldüğü belirlendi. Erken ölümü nedeniyle "Ne zaman yayımlarsam yayımlayayım adı 'Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası' olacak!" dediği şiir kitabını yayımlama olanağı olmadı. Dergi ve gazetelerde yayınlanan şiirleri ölümünden sonra Tekin Sönmez tarafından "Şiirler" adıyla bir kitapta toplandı (Nadas Yayınları, 1974) . İkinci basımı "Sevdadır" adıyla yapılan kitap (Mayıs Yayınları, 1984) daha sonra da bu adla yayımlanmaya devam etti. Kenan Yücel tarafından yayına hazırlanan "Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası" adlı kitapla şairin şiirleri gerçek adına kavuştu. Şiir yazdığı yıllardaki üniversite ortamının da etkisiyle ölüm ve cinsellik konularını sık sık işledi. Çoğu arkadaşının aksine dönemin sert siyasi şiir geleneğine uymayıp kendi yalnız yolunu oluşturduysa da ölümünden sonra adı akıllarda kalan arkadaşları değil o olmuştur. Tahir Abacı'nın da dediği gibi en çok da Arkadaş'a yakışmıştır bu kimlik. Arkadaş Zekâi Özger adına, İzmir'de Mayıs Yayınları tarafından 1996'dan bu yana her yıl şiir ödülü verilmektedir. Eserleri: Şiirler (1974) , Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası (2014)

  • KISMETSE

    Kısmette varsa, görüşürüz Hangimiz hancı, yolcu hangimiz Belki dar vakitlerde bir “hoşça kal”a Ancak izin verir tevekkülümüz Bu kapısı kırık handa Bu çivisi çıkmış koca konakta Kim kalacak, kim çıkacak oyundan Bayrağı kim alacak bilmem Zaman durmayacak bildiğim Dönecek bu devran her kim olsan Terazilerde denge hiç değişmeyecek Ağlayan gülene Söyleyen dinleyene Karışıp gidecek Keçiboynuzu ya da yaban mersini Gölgeleyecek bir avuç toprağı Salkım saçak bulutlar Su serpecek yüreğine otlar yeşerirken Rüzgarlar okşayacak saçlarını Bir tutam papatya sarısıyla Savrulan köpüklerle nemlenecek Uzayıp giden kıvrım kıvrım kumsal Mor menekşelere boyanacak şafaklar Akşam güneşleri Aşka hazır gönüllerde demlenecek Uykular deliksiz olacak gene çoğu geceler Nice vapurlar kalkacak iskeleden Nice uçaklar inecek alanlara Nice ezanlar yankılanacak Nice selâlar Çığlıklarını gizleyecek Sancılar içinde nice kadın Ve kutsanacak 29 Aralık 2011

  • Sarmaşık Aşık

    Her bulduğuna sarılır ya Boğazına sarılır gibi. Sarıldığını boğazlar ya “Seviyorum Hâkim Bey!”i Bilir gibi. Sarıldığını süsler ya Yaprağıyla, çiçeğiyle urganını gizleyip Mezarı süsler gibi. Ağacın, duvarın, evin Güneşini, yağmurunu keser Sırnaşık sırnaşık sırıtır ya Sarıldığına gerçekten âşık gibi…

  • ARENA BOŞLUĞU

    göğün anısına neminde boğulduğum yağ yağ ki rimellerin aksın sarmaşıklar duvarda kurudu haberin yok gövdeme düşen tahtakurusundan omuzlarımda yorucu günler bıçak dişini unutmuş sırtımda gözlerimde ufuk çizgisi biten ve tekrarlanan dönence saat boşluklarına çarpan zaman nedir bu bu ölümcül arena kanımı sürdüm kılıcına sana dair son cümlemi kurdum son şiiri ve son küfrü... bağırdım tepesinde “erkilet'in” baykuşlar çığlığımı duydu son nefesimi de bıraktım hayatın boşluğuna katilin oldum göğsümde göğün anısına aktı kanım maviADA Dergileri * YAZ 2019 Sayı:33 Dergiyi Okumak İsterseniz Buraya TIKLAYIN

  • On İkiye Bir Var

    Nasıl başladı, ne vakit başladı, bilemiyorum. Ama ilk belirtiler, dokuz yaşımda iken patlak verdi. Misafirlerle bahçede oturuyorduk. Yaşlı bir zat saati sordu. Aksi gibi, kimsede saat yoktu. Eniştem içeri, saate bakmaya koştu. Ben o aralık: “Üçü yirmi geçiyor” diyivermişim. Bu tutturuşa, önce kimse şaşmadı. Boğazda, geçen vapurlara bakıp zamanı bazen... Nasıl başladı, ne vakit başladı, bilemiyorum. Ama ilk belirtiler, dokuz yaşımda iken patlak verdi. Misafirlerle bahçede oturuyorduk. Yaşlı bir zat saati sordu. Aksi gibi, kimsede saat yoktu. Eniştem içeri, saate bakmaya koştu. Ben o aralık: “Üçü yirmi geçiyor” diyivermişim. Bu tutturuşa, önce kimse şaşmadı. Boğazda, geçen vapurlara bakıp zamanı bazen dakikası dakikasına kestirmek mümkündür. Görünürde vapur filan olmadığı anlaşılınca gözler faltaşı gibi açıldı: “Peki ama nasıl bildin?” “Bilmem” dedim. “Dilimin ucuna geliverdi işte.” Rahmetli halam: “Tesadüf a canım” dedi. “Attı tuttu işte. Olmaz mı böyle şeyler.” Öbürküler de: “Evet” dediler. “Tesadüf. Ama bu kadar olur yani.” İnsanlar, mantıklarının normal akışına uymayan olayları bu üç hece ile ne güzel ortadan kaldırıverirler. Kahinliğimin sırf bu tesadüfe dayandığı oybirliği ile kabul edildi. Hatta ben bile buna inandım. İnanacaktım. Aradan iki hafta geçmiş geçmemişti ki, bir gece, ter içinde yatağımda uyandım: “Bire beş var. Bire beş var” diye sayıklıyordum. Kalktım. Lambayı yaktım. Dededen kalma ihtiyar duvar saati, bire beş kalayı gösteriyordu. Niye uyanmıştım? Bu sayıklama neden? Saatin bire beş kalayı gösterdiğini rüyada mı görmüştüm. Yoksa, uyku ile uyanıklık arasında mı içime doğdu. Biraz sonra saat “dan” diye biri vurunca kafama tokmak yemiş gibi ayıldım. Hayır. Bu defaki tesadüf olamaz. Başım dönüyor, kulaklarım uğulduyordu. İçimi, tarifsiz bir korku kapladı. O güne kadar benden gizli içime işlemiş durmuş bir saatin tik taklarını, ilk defa o anda duyar gibi oluyordum. Bu tik tak, kalbimin atış temposunda olsa şaşmayacağım. Ama değil. Acele işleyen bir cep saatininkine de benzemiyor. Çok ağır, daha tok… Tıpkı, ağırbaşlı bir pandül gibi… Önce, bir kabus geçiriyorum sandım. Kalkıp elimi, yüzümü yıkadım. O tempo, hala kulaklarımda zonklayıp duruyor. Yalının boş odalarından birine kapandım. Boşuna… Gecelikle bahçeye çıktım. Rıhtıma vuran dalgaların temposu da, şaşılacak derecede içimdeki ölçüye uyuyor. “Lamı cimi yok, tozutuyorum” dedim. Ter içinde yığılmışım. Gelip beni ayıltmışlar, yatağıma yatırmışlar. Boş odalarda ne aradığımı, bahçeye neden çıktığımı sordular. Söylemedim. Hastalıktan, doktordan oldum bittim korkarım. Bunu, bir delilik başlangıcı sanmıştım. Söylemezsem, sanki kendi kendine düzelecekti. Sırrımı, evdekilere açmamakla iyi etmemişim. Belki o zaman bir çaresine bakar, önüne geçerlerdi. İlk korkularım yatışınca, bu keşfimden övünç bile duymaya başladım. Saate bakmadan saati bilişim, mektep arkadaşlarım arasında duyuluverdi. Saati olanlar saatlerini düzeltiyor, olmayanlar dersin bitmesine kaç dakika kaldığını benden soruyorlardı. Benim, bu marifetimi bilmeyenlerle bahse girip, sırtımdan para kazanan açıkgözler bile oldu. Üniversiteye geçince, bu melekem daha da kesinleşti. Şimdi artık yalnız akreple yelkovanın değil, saniye ibresinin bile kaçta bulunduğunu bildiğim oluyordu. Bir keresinde bir atletizm maçında sekiz yüz metre derecesini daha kronometrörler ilan etmeden bilişim, o zamanki gazetelere bile geçti. Hatta bunun üzerine, zamanın en tanınmış ruh doktorlarından biri, beni arayıp buldu. Birtakım sualler sordu. Saat tahminleri yaptırdı. Sonra doktorlar cemiyetinde, hakkımda bir tebliğ yayınladı. Hiç unutmam, rapor: “Süjede, aşırı derecede gelişmiş bir samia ve altıncı his derecesinde bir zaman hafızası müşahade edildi” diye başlıyordu. Bana kalırsa, ben bunu soyaçekme ile izah taraflısıydım. Şeceremi araştırdım, bulmadım. Ama soyumda muhakkak zamanla, saatle fazlaca uğraşmış bir insan, ne bileyim ben, bir saatçi, bir muvakkit bulunmalı. Yoksa doktorun dediği gibi, bütün suçu odamdaki duvar saatine yüklemek, bana biraz tek taraflı bir izah gibi geliyor. Odamdaki saat, atalarımdan kalma bir duvar saatidir. Tam karşımda, dedemin bir hattı ile büyük babamın üniformalı resmi arasında, sanki onlardan bir şeymiş gibi durur. Dünyaya ilk geldiğimde kulağımın ilk aldığı ses, onun tik tak’ları olmuş. Çocukluğumun, sade çocukluğumun mu ya, gençliğimin de gecesini gündüzünü o saatin tik tak’ları noktaladı. İçimdeki pandülün tik tak’ları da tıpı tıpına tam onun pandülünün temposunda. Öyle ağır, öyle tok. İmdi doktorun tezi şu: Normal üstü bir duyma hassam olduğu için şuuraltım, bu pandülün temposunu adeta bir plak gibi zaptedip kendisine sindirmiş. Şimdi ben, o yokken bile onu duyar gibi oluyor, bir yankısı gibi onun temposunu idame ettiriyormuşum. Hasılı, onunla denk işleyen canlı bir saat olup çıkmışım. Bu durumda bana: “Öyleyse neden çeyrekleri, yarım saatleri, saat başlarını çalmıyorum?” diye sormaktan başka bir şey kalmıyor. Kötü, çok kötü… İster misin büsbütün azıtayım da, sade sorulunca değil, sorulmadan da, tıpkı Telefon Merkezindeki konuşan saat gibi, her geçen dakikayı durmadan söyleyeyim. Doktora vız geliyor. Bir sinir doktoru için, saatleşen bir insan kendini at sanan, tren sanan, olmuş bir armut sanan kadar olağandır. Sapıklık, böyle böyle başlar. Hangi doktor hastasına resmen “sen tozutuyorsun dostum” demiştir. Bunu ben kendi irademle alt edemezsem beni doktor mu kurtarır, ilaç mı, telkin mi? Hemen, kesin bir prensip kararı verdim: Bundan böyle saat tahminlerine paydoss… O güne kadar lüzumsuz saydığım için hiç saat kullanmazken ilk defa kendime bir sat aldım. Hem de aylı günlü, en modernlerinden… Saati soranlara saate bakmadan cevap veriyordum. Üç dört hafta hiç falso vermedim. Fakat sonra… Tevekkeli, huy canın altında dememişler. Mesela büroda çalışırken biri saati sorsa, unutup kafamdan cevap verdiğim oluyordu. Sonra zamanla insanın içine bir de bityeniği giriyor a canım. Tahmin yapmaya yapmaya ya bu melekem büsbütün körleşirse. Arada bir, irademin dalgın anlarından faydalanarak, kaçamak tahminler yapmaya başladım. Günde bir kere mesela. Yahut iki… Kontrolü, kendi saatimle yapmayacak kadar onurluyum çok şükür. Dirseğini bük, kolunu aç, saate bak. Nerede kaldı, verdiğim prensip kararı? Halbuki meydan saatlerinin altından geçerken, insanın gözü pekala yanlışlıkla şöyle bir yukarı doğru kayabilir. Çoğu defa, kendimi tongaya bastırmak istediğim oldu. Bile bile, sırf yanılmış olmak için, 8.15 diye atıyordum mesela. Sonra bakıyorum: Tutturmuşum; sekizi gerçekten onbeş geçiyor. Bütün gayretime rağmen, yine doğru saati bilmiştim. Yalnız, hiç unutmam, bir sabah Kadıköy Belediyesinin yanındaki saatin altından geçerken yine böyle kaçamak bir tahmin yaptım. “7.11” dedim. Baktım. Yediyi yirmi bir geçiyor, evet, yirmi bir. Gözlerime inanamadım. Bir sevineyim, bir sevineyim. Dünyalar benim oldu sanki. Kendi kendime “Al kalemi” dedim. “Bugünün tarihini defterine kaydet. Bugün senin normal insanlar sırasına girdiğin mutlu ve tarihi bir gündür.” Fakat sevincim içimde kaldı. Tam o sırada işçinin biri saate merdiven dayamaz mı? “Meret yine on dakika ileri gidiyor.” diye tamire kalkışmaz mı? Kaç doktor değiştirdim. “Korkacak bir şey yok” diye yemin ediyorlar. İnşallah doğrudur. “Geçer mi?” diye sordukça, “bilinmez” diyorlar. “Hem bunun size ne zararı var kuzum? Faydaları da caba.” Doğru. Faydasını neden inkar etmeli. Mesela ben bugüne kadar tren, vapur kaçırmış insan değilim. Gece saat kaçta yatarsam yatayım, içimde zilli bir saat kurulmuşçasına sabahleyin istediğim saatte uyanabiliyorum. Doğru işleyişimden de, ayrıca küçük bir böbürlenme duyduğumu saklamayacağım. Bugüne bugün, radyo saat ayarı ile geri kaldığım görülmemiştir. Bunlar iyi. Kabul… Ama zihnimi, benliğimi, şuuraltımı hassas bir anten gibi, alabildiğine zaman kavramına böylesine açık ve uyanık tutmak acaba bir gün, radyomun akümülatörünü yormayacak mı? Doktor: “Zamanı unut, alakadar olma” diyor. “Saat kaçsa kaç. Sana ne be kardeşim.” İyi ama, bu sade bir saat işi değil ki birader. Bu, her şeyden önce bir tempo meselesi. Haydi hiç saate bakmadık, saatle, ilişiğimizi kestik diyelim, içimdeki bu tempodan nasıl kurtulmalı? Her an bu tempoyu duymamı, her şeyde ona uyan veya uymayan tempolar aramamı kim, nasıl önleyecek? Pandül temposuna uyan her şeye hayran, uymayan her şeye düşmanım. Yavaş giden bir takanın pat patı, döşemeyi kemiren bir kurdun tıkırtısı… bir musluktan şıpırdayan damlalar, tren tekerlerinin ray kesiminde çıkardığı gürültü, dörtnala giden bir atın şakırtısı, gece asfaltta uzaklaşan topal bir ihtiyarın adımları. Bütün bunlar yorgunsam beni bir anda dinlendirir, neşesizsem keyiflendirir. Tersine, bu tempoya uymayan seslerden de öylesine sinirleniyorum. Mesela vapurlar. Rıhtıma çarpan dalgaların aralığını bozduğu için bütün vapurlara kızıyorum. Vapur geçip de deniz, sahili art arda, hızlı hızlı dövmeye başlayınca, beni bir huzursuzluktur alır. Çalışıyorsam dururum, düşünüyorsam kafam işlemez olur, oturuyorsam kalkarım, uyuyorsam uyanırım. Hasılı rahatım kaçar. Hızlı akan bir nehir de, insana saat temposunu şaşırttırıyor. Üç yıl boyu, içinden böyle bir akar su geçen bir şehirde oturmuştum. Bahar gelip de nehir çağıl çağıl kabarmaya başlamaz mı, içimi, geri kalmış bir saat huzursuzluğu kaplardı. Bu pandül temposu öylesine sinmiş ki benliğime, sokakta yürürken adımlarımı bile bu tempoya göre atıyorum. Ne daha hızlı, ne daha yavaş… Sokağa başka biriyle çıkmak istemeyişim, bundan. Nişanlımdan, sırf bu tempo uyuşmazlığı yüzünden ayrıldım. Ben bir adım atarken o iki, üç atabilse yine uyuşacaktık. Adımları küsurlu idi. İki buçuk, iki buçuk. Bu durumda bir insanın ruh temposu benimle nasıl uyuşur? Batı müziğini neden seviyorum. Her bestenin atında bir metronom tiktağı sezdiğim için. Geçende Balkan radyolarından birinde Beethoven’in 8’inci Senfonisini dinliyordum. Üstadın, metronomu bulan Maelzel’e armağan olarak, ritmik metronom temposunda çalınsın diye bestelediği o ikinci mouvemet’ı, o her dinleyişimde kendimden geçtiğim caanım Allegrotto Scherzendo’yu herifler tutup da Rubato çalmazlar mı?… Yakalayıp radyoyu yere çalasım geldi. Nefesimi en tıkayan bir şey de, durmuş saatler. Topkapı Müzesi’ne her gidişimde saatler bölümüne uğramadan edemem. Ama her seferinde de boğulur gibi olup hemen kendimi dışarı atarım. Ne kadar değerli, ne kadar hünerli olursa olsun, durmuş saat, sönmüş fenere benziyor. Ne var ki, durmuş saatlerin bir meziyeti, hiç değilse günde iki defa doğru saati göstermesidir. Ayarsız saat, bunu bile beceremez. Saatin kalitesi, kurgu mekanizmasında, yani zembereğindedir. Zemberek saatin değil, hayatın da özü, temeli. Bir bakıma, hepimiz kurulu birer saat değil miyiz? Yaşama bir kurulma ve çözülme, bir dolma ve boşalmadan başka ne? Yaşlılıkta ölen, kurgusu biten; gençlikte ölen, zembereği bozulan… Eğitim, kültür bile az çok bir kurgu mekanizmasına benzetilemez mi? Kurarlar bizi, kurulduğumuz gibi konuşur, hareket ederiz. Kimi hala alaturka saat ayarı üzerine işler. Kimi Greenwich ayarıdır, kimi San Fransisco… Bazımız ileri gider, kimimiz geri kalırız. Memleket saat, yahut standart ayarından ileri gidecek olursak, kanun denilen muvakkitbaşı tutar bizi geri alır. Daha kafası kızarsa, büsbütün durduruverir. Geri kalacak olursak… İleri alır diyecektim ama, geri kalana pek aldırmaz. Yurdumuz, Yenicami duvarındaki ezani saat ayarı ile işleyen nice alaturka saatlerle dolu. Bunları laf olsun diye söylemiyorum. İnsanlar, her bakımdan saate benziyorlar. Hatta güleceksiniz belki; boş zamanlarımda öbür insanları da kendim gibi saate benzetmek en sevdiğim hayal oyunlarımdan biri. Tanıdıklarıma, yakınlarıma bakıp bu, saat olsa nasıl bir saat olurdu diye düşünürüm. Yahut tersine, saatten hareket edip insana geldiğim, belirli saatlerin insan olunca nasıl birer kişilik göstereceklerini düşündüğüm de olur. Mesela odamdaki duvar saatini alalım. Ben onun huzurunda mambo çalamam, bir kıza sarılamam. Camekanlarının altından büyük peder bakıyormuş gibi gelir bana. Bu saat, odaya, radyo İtri’den, Dede Efendi’den bir şey çalarken daha bir yaraşır, kendini o zaman daha bir evinde hisseder. Halinde, vuruşunda, işleyişinde bizlere karşı, bir küçümseme sezerim. Kim bilir, derim; zamanında ne ağırbaşlı ne efendice, ne olgun ve dolgun saatler vurmuştur da şimdi bizim bu havai, bu fasafiso, bu çocukça ve budalaca saatlerimizi vurmaktan sıkılıyordur. Bu saat konuşsa, muhakkak ağdalı, terkipli bir divan edebiyatı türkçesi konuşacaktır. Vuruşları bile, aruz üzre şiir okur gibidir. Sanki her saat başı Ziya Paşa ile birlikte: Sanma ki saat çalar Bil başına tokmak vurur diye bizi azarlamaktadır. Misafir salonunda fanus içinde duran konsol saati büyükannemin çeyizi imiş. Büyük valde saat olsa herhalde böyle tertipli, kıvrak, pırıl pırıl, hanım hanımcık minyon bir saat olurdu, diye düşünürüm. Politikacıları neye benzetiyorum biliyor musunuz? Topkapı Müzesinde gördüğüm, istenince nihavend, istenince acemaşiran makamında çalan çalgılı eski saatlere… Tahsildarlar saat olsa, muhakkak sayaç mekanizması gibi işlerlerdi. Geçen gün dairede, bizim şefin tepesindeki sessiz işleyen elektrikli duvar saatine dikkat ettim. Eminim ki şef saat olsa, tıpkı böyle işlerdi. Sinsi sinsi. Hiç işlediğini belli etmeden. Bir bakarsın yelkovan hareketsiz duruyor, bir bakarsın bir dakika atıvermiş. Müzisyenlere gelince, onların metronom gibi işlediklerine eminin. Hele orkestra şefleri… Bir Toscannini, bir Karayan, bir Furtwangler, şahıslaşmış, mükemmelliğin doruğuna ermiş en hassas birer metronom değil de nedirler? Öbür saatlere kıyasla Metronomun bir iyiliği; temposunun istediği gibi hızlandırılıp yavaşlatılabilmesi… Çekersin ağırlığı yukarı, tempo yavaşlar. Tik… tak… tik… tak… İndirirsin aşağı hızlanıverir. Tiktak… tiktak… Böyle bir ağırlık da öbür saatlere takılabilse… Bunu, geçen gün bizim doktora açtım. Güldü: “Ne o, şimdi de zamanı mı yavaşlatmak istiyorsun?” dedi. Hem de nasıl… Eskiden hiç böyle bir zorum yoktu. Bu, bana şu son günlerde arız oldu. Son zamanlarda içimde, kurgusunun bitmekte olduğunu sezen bir saat çaresizliği var. Belki de kuruntu. Belki de kurgum bitmeden zembereğim bozulacak. Zamanı durdurmak, yavaşlatmak, o akibeti kabil olduğu kadar geriye atmak merakı herhalde buradan geliyor. Eskiden beri az yaşamaktan, erken ölmekten korkarım. Sade ben mi, herkes korkar. Bu neden ileri geliyor? Ben düşündüm ve buldum: Hayatı kesif yaşamamaktan. Hayatı kesif yaşamaktan neyi anlıyorum? Sevmek, sevilmek, eğlenip yan gelmek, çubuğunu yakıp gününü gün etmek mi? Hayır… Karınca gibi durmadan çalışmak, para biriktirmek, ev kurmak, çoluk çocuk yetiştirmek mi? Bunlar da boş lakırdı. Kesif yaşamaktan sadece zamanın geçişini hissetmeyi anlıyorum. Zaman geçiyor. Bizler zamanın içinde yüzdüğümüz halde zamanın geçişini değil de, o geçtikten sonra, sadece geçmiş olduğunu hissedebiliyoruz. O da şakağa düşen aklarda, alnımızdaki kırışıklıklarda, bele yapışan lumbago ağrılarında, nihayet hastalıkta, ölümde… Ama zaman daha geçmeden, henüz geçerken, onun geçişini adeta gözle görür gibi şuurlu ve uyanık bir şekilde hissedebildiğimiz gün, öyle geliyor ki bana, bizden habersiz geçmiş zamanın bizde yaratabileceği bütün acı sürprizleri ortadan kaldırmış olacağız. Bu keşfimi nerde yaptım biliyor musunuz? Bir yılbaşı gecesi, Kadıköy vapurunun güvertesinde… Paltoma bürünmüş gidip ta buruna oturmuştum. Bir ara uyuklar gibi olup, birden silkindim. “On ikiye bir var” diye söyleniverdim. Çakmağı yakıp saate baktım ki; doğru… Saniye yelkovanı döndü, döndü, altmışın üstüne gelince çıt… Saat 11.59’ken, 12 oluverdi. Gün kadranında Çarşamba, yerini Perşembe ile değiştirdi. 31 Aralık çekilip yerini 1 Ocağa bıraktı. Saat, yılı göstermiyordu ama, 1952 bitip 1953 başlamıştı. Bütün bunlar, bir küçük an’ın marifeti. Hepsi şu ufacık yayın “tık” diye atıvermesi ile oluyor… An an’ı kovalıyor, an’lar sonsuzlukta eriyor. Çarşamba Perşembeyi, Perşembe Cumayı sürüklüyor. Kasım, Aralık oldu, Aralık Ocak, Ocak Şubat olacak. Şubat da Mart. Ve biz, karanlığın içinde şu vapur gibi zamanı yara yara ilerliyoruz. Nereye? Bir zamansızlık ülkesine doğru. Karşımda sahil göründü. Esrarlı ve karanlık. Yaklaştıkça yaklaşıyoruz… Ah şu vapur bir dursa… İyisi, geri geri gitse… Akreple yelkovan, yollarını şaşırıp ters işlemeye başlasalar. Gün kadranı Perşembeden çarşambaya dönse, aylar sondan başa doğru sayılsa, halden geçmişe, yeniden eskiye, neticeden sebebe doğru ters bir akış başlasa… Başladı diyelim ne olacak? Vapur geri geri gitse, ulaşacağımız sahil, bu sefer de ilk kalktığımız zamansızlık ülkesi olmayacak mı? İster öne git, ister geri; dünyanın denizleri biter efendi… Madem zamanı durdurmanın çaresi yok. Madem zaman akacak. Bari, geçişini iyice hissetsek. Vapur, Kızkulesi açıklarında… İşte Salacağa yaklaşıyoruz… Na şurası Selimiye. Şu yeşil ışık Haydarpaşa mendireği… Şu mavi lambalar Kordon Otelinin değil mi? Vapur yana dönüyor. İşte Kadıköy iskelesi. Bir böyle, geçişin adım adım bilincine vararak gelmek var. Bir de aşağı kamarada gazete okuyup, “a gelmişiz” diye şaşakalmak… Ömrümüz, alt kamarada gazete okuyan yolcununkine ne kadar benziyor… Dakikalarının değerini biz ancak yılbaşından yılbaşına anlıyor, onların geçişini o gece -o da 11.55’ten 12’ye kadar- dikkatle takibediyoruz. O da neden? Aklımız sıra, geçen bir yılı kapayıp, gelen bir yılı açtıklarından. Yılbaşı geçince de yine alt kat kamaraya inip gazetemize dalıyoruz. Halbuki hangi günün hangi dakikası, bir eski yılı kapayıp yenisini açmıyor? Neden bu dikkati her günün her saatinde, her dakikasına, her saniyesine çevirmiyoruz? Biz kendisini unutunca, coşkun bir sel gibi geçen zaman dikkatimizi her saniyesine çevirince, düz ovada kıvrıla kıvrıla akan tembel bir nehire dönecektir. Bütün mesele, dikkatimizi saniyelerin geçişi üzerine toplamada. Peki, bunu nasıl yapacağız. Onu da buldum: Kendimizi saatlerin tiktağına vererek. Zamanın, dolayısıyle yaşamanın şuuruna varabilmenin en iyi yolu saatler ortasında yaşamaktır. Siz de deneyin bakın: Bir odanın kapısını, pencerelerini sımsıkı kapayın. Sırtüstü yatıp gözlerinizi kara bir bezle bağlayın. Kafanızdaki bütün fikirleri kovarak, bütün dikkatiniz saatin tiktağında, zamanın geçişini düşünün. Yaşadığınızı düşünün. Bir vapur olduğunuzu, zamanı yara yara ilerlediğinizi, hayatın saniye saniye yanınızdan kayıp gittiğini… Saat koleksiyonu yapmaya merak sarışım da, işte buradan geliyor. Açık arttırmalardan, antikacılardan, her çeşit saat toplamağa başladım. Çift kurgulu cami saatleri, elektrikli saatler, gümüş kapaklı eski Serkizof saatleri… hatta geçen gün eve, işe yaramaz diye Tramvay idaresi deposuna atılmış koca bir meydan saati bile getirdim. Sabahleyin otuz beşinin de kurgusunu tazeliyor, akşam eve gelince sırtüstü yatıp, kulağım onlarda, her dakikanın, her saniyenin, her salisenin şuuruna vararak yaşadığımı olanca kesafetiyle hissediyorum. Dört tarafı ayna kaplı bir salon nasıl mekanı sonsuzlaştırır gibi olursa, insanı dört yandan saran saat tiktakları da zamanı adeta dondurup şuurlaştırıyor. Parmaklarımız arasından ince bir su gibi uçup giden zamanı ancak böylece iki elimizle kavrar gibi oluyor, sonunda yine parmaklarımız arasından kaçırsak bile, varlığını dokunmuşçasına kuvvetle duyuyoruz. Saatlerin her biri kendi kişiliğine göre işliyor. Kimi acele acele, işgüzar işgüzar. Kimi ağırbaşlı, yavaş. Kimi genç bir kadın gibi sekmekte… Kimi dörtnala almış başını gidiyor. Şurada biri pamuk atan halaç temposunda… Öbürü, üstündeki örste demir döven demircinin çekiç gürültüleri içinde. Hasılı odam, otuz beş saatin çeşitli tiktakları ile dolu. “İşte” diyorum… Bir dakika geçti… İki dakika geçti geçti, üç dakika… dört, beş, altı… bir çeyrek… Katı kalpli duvar saatim, şimdi hayatımdan eksilen çeyrek saati klasik melodisi ile kutlamaktadır: Sonra yine: Tiktak, tiktak, tiktak; tiktak, tiktak, tiktak, tiktak. Yirmi dakika geçti, yirmi üç, yirmi beş, otuz… Ve yarım saati kutlayan ikinci melodi: Bir otuz dakika daha geçince, duvar saatimin keyfine diyecek yoktur artık. Hayatımın koca bir saatini yemiş bitirmiş olmanın neşesi ile deminden beri kesik kesik çaldığı melodisini şimdi artık bütünlemektedir: Sonra kafama tokmak vurur gibi: “Dan, dan, dan, dan, dan, dan.” Onun ilk “dan”ı duyulur duyulmaz, orkestra şefinden komuta almış gibi, irili ufaklı bütün öbür saatler de hep birden boşanıveriyorlar. Kimi yangıncı kampanası gibi: Lingir, lingir, lingir. Kimi kapı çalınır gibi: Zırrrt. bazısı kibar, edebli, sakin; bazısı acar, şirret, ciyak ciyak… Guguklu saatin küçük kuşu da geri kalır mı: Guguk… guguk… guguk… Bu gürültüden sonra yine sükut: Tiktak, Tiktak, tiktak, tiktak. Bir dakika daha geçti. Üç dakika daha geçti, beş dakika daha… bir çeyrek: Sonunda ya sapıtacağım. Yahut da aradığıma erişeceğim: Zamanın şuuruna varıp, hayata doyacağım. Yaşadığımı, herkesten kuvvetli anlayacağım. Ölüm korkusundan, kurgusu bitmek, zembereği bozulmak kaygusundan kurtulacağım. Üçüncü bir ihtimal daha varmış ki onu hiç düşünmemiştim. İlkin, ikinci ihtimal en kuvvetlisi görünüyordu. Her akşam iş dönüşü tiktaklar içinde geçirdiğim bir iki saat beni her gün biraz daha zamanın akış şuuruna erdiriyor, aradığım cinsten bir kozmik huzura, bir kozmik doygunluğa doğru götürüyordu. Daireden yıllık iznimi alınca, iki saatlik zaman şuuru kürümü günde on iki saate çıkardım. Yirmi gün odama kapandım, bir yere çıkmadım. Kürüme sebatla devam ettim. İznimin son günü idi. Saat 12’ye geliyor. Koltukta başım yana dönmüş, uyuyakalmışım. Böyle her uyuklayıp uyanışta aklıma ilk gelen, saat olur. Bu defa inanılmayacak bir şey oldu: Silkinince saat aklıma gelmedi. Olacak iş mi bu? Saatlerce baktım. Hepsi 12’ye 1 var. Ama tiktakları duyulmuyordu. Önce durmuşlar sandım. Hayır, işliyorlardı. Duvar saatinin pandülü bir sağa, bir sola gidiyor. Demir döven demirci, durmadan çekiç sallıyor. Saat on iki oldu. Söz birliği etmişçesine hiç birinin saat başını vurduğu yok. Belki saati de vuruyorlardı da ben duymuyordum. Belki ne kelime, bal gibi vuruyorlardı. Zillere tokmakların vurup durduğunu, küçük kuşun kafesinden fırlayıp fırlayıp haykırdığını gayet iyi görüyordum. Ama sesleri çıkmıyordu. Gözümü kapayıp içimi dinledim. İşin kötüsü, içimdeki pandülün temposu da yok olmuştu. Çıldıracak, tıkanacak gibi oldum. Bu durumda normal bir insan ya kulaklarının sağır olduğuna, yahut da sapıttığına hükmederdi. Bense, o an öldüğümü anladım. Doktor, “Ölmedin” diyor. “Ölsen bunları yazabilir misin?” Artık doktorlara da inancım kalmadı. Değil mi ki, saatlerin sesini alamıyorum. Değil mi ki, içimdeki pandülü duyamıyorum. Ne derlerse desinler, ben artık durmuş bir saatim. Hem kim bilir, belki de en doğru saati asıl şimdi gösteriyorum. 27 Ekim 1953

  • Sıcak Haziran Geceleri

    saadetin içimde, yıldızlar gibi kaynaştığı geceler; ben de artık yalnız değilim, rüzgarın bütün serinliğini duyuyorum. geçen yıl da haziranın sıcak günlerinde çocuktum, böyle aşıktım. rüzgarlar yakardı ayak bileklerimi, içimi en güzel sevdalar sarmıştı. caddelerde gider gelirdim. akşamları parklar tenhalaşır, gözleri gülerdi kızların. vitrinler aydınlanırdı birdenbire; gelip geçen otobüslerden. kızların yüzleri de aydınlanırdı. böyle ay ışığında geceleri bütün konuştuklarını duyardım kadınların; rüzgarlar getirip götürürdü. nehir gibi deniz geçerdi köprünün altından. böyle sıcacık şehirlerin parklarını ve rüzgarlarını severim. böyle ay ışığında geceleri, sebepsiz üzülürüm. sıcak haziran geceleri, aydınlık bir liman önünde, vinçlerin, mavnaların gürültüsü duyulurdu. hafif bir mehtap dolardı vitrinlere. her günkü saadetini düşünürdü insanlar. bir ara köprünün üstünde ışıklara bakarken görürdüm. şüphesiz yalnızlığımı bilirdi. martılar uçardı, bir tuhaf olurdum. yosun kokuları yakardı içimi.

  • Baş Parmak

    İnsanın en asil uzvu hangisidir, diye sorsalar, hepimizin vereceği cevap budur: Beyin! Halbuki, beyinden daha yüksek ve hatta insanı diğer yaratıklardan ayıran ve onu bütün hayvanlara nazaran üstün bir konuma çıkaran beyin değil, sadece elinin baş parmağı imiş. Baş parmağın diğer parmaklarla birleşip iş görebilecek bir durumda olmasıdır ki insana asırlar üzerinde üstünlük imkânı veriyor. Bunu söyleyen tabiat tarihidir. Doğrusu birçok hayvanın parmakları yoktur, parmakları oluşmuş olanlarda ise baş parmak, insanda olduğu gibi elin diğer parmaklarıyla uyuşmadığından, faydalı bir iş görecek durumda değildir. İlk insan, zekâsıyla değil, sırf elinin biçimi sayesinde taştan bir balta imal etmeyi başararak ağaç dallarını kesmiş ve mağara dışında, güneş ve sema altında, ilk mimari eseri meydana getirebilmiştir. İnsan medeniyetine başlayan, çekici ve testereyi tutan ilk eldir. Dağda, çölde ve ormanda hayvan olarak kalan yaratıkların tamamı baş parmaklarını kullanamadıkları için şehirler kuramamış, evler inşa edememiş ve neticede bir medeniyet kurmayı başaramamıştır. Baş parmak, insan medeniyetinin yarısını vücuda getirdikten sonradır ki beyin, kemik koruyucusunun içinde doğal uykusundan silkinerek konuşmaya başlamış ve belki insan işlerine müdahalesi, faydadan çok zarar vermiştir. Akim (verimsiz) baş parmağa nazaran esaret veya galibiyetine göre medeniyet ilerlemiş veya gerilemiştir. Bütün taş ve demir sanayii baş parmağın, felsefe ve edebiyat gibi faydasız hünerler de zekânın eseridir. Orta çağı akıl, bugünkü Amerika’yı ise baş parmak yapmıştır. Bizde de baş parmağın akla ve ukalalığa galebe çalmasını temenni etmek hepimizin kutsal bir görevi olmalı. Ahmet Haşim-Bize Göre

  • GİDERKEN

    Giderken ağlamadım, mevsim değiştirdim sadece. Tir tir titreyen bir geceydim epey zaman, terleyip temmuz oldum, kurudum, benzi soluk bir güz sabahına evrildim sonra. Öylesine kurudum ki hazan yağmuru olmak istedim, ıslanmak... Gözlerimde gizli gizli yaş döküyordu biri ama o ben değildim. Giderken güçlüydüm çünkü. Maskelerini çıkarıp yüzüne çarptıklarım, ihanetini boynuna astıklarım, çıkarlarına çomak soktuklarım öylece bakakaldılar arkamdan. Öyle ki ben giderken tek kelime edemediler, dikişlemiştim kapkara dudaklarını ansızın. Islak bir günde terk ederken şehri, kurumuştu gözlerim. Ne varsa biriktirdiğim, rüzgârı göğüsleye göğüsleye götürüyordum kendimle. Üstüme başıma dökülen yaprak ölüleri, defalarca ayrılığı çarptı suratıma. "Git..." dedi her biri, "Durma, git!" Bir saniye bile durmadım. Bir kez olsun çevirip de yüzümü, kararsızlığın bulanıklığında kaybolmadım. İleriye, yalnızca ileriye baktım. Gözümün önünden gitmedi öldürdüklerim, toprakta arınsın diye ellerimle gömdüklerim... Belki de yaşamaya devam edecekler. Hatıralarıma çökecekler, geçmişimde tepinecekler kirli ayaklarıyla... Giderken, ensemde hissediyordum her birinin ağırlığını. Bu yük... Bu yükü, ancak zaman hafifletecekti. Bana düşen, yalnızca çekip gitmekti! Gün batmadan gitmeliydim o şehirden. Fakat... Akşam çöktüğünde gidemedim. Onu son kez görmek istedim. Vardım kapısına, baktım kapıları sürmeli, başım döne döne tavaf ettim semtini. Türküler ıslıkladım gece boyunca, dizeler dizdim ona sesli sesli... Giderken, her seferinde, "Son kez..." dedim, kendi yalanlarımla kendimi kandırıp... Her adımda geriye dönüp penceresine baktım. Penceresi de sürmeliydi. "Gitmeliyim artık..." Giderken, kararlıydım gitmeye. Aslında gidemedim giderken... Nasıl olsa bütün gitmeler, gelmek için değil miydi! Boşver, dedim. Bekledim öylece.. Hayır, Bütün gelmeler, gitmek içindi. Evet, böyleydi! "Gitmeliyim..." Son kez bakmak istedim. Baktım, sonra devam ettim gitmeye. Dönüp bir daha baktım. Giderken, yüzüm arkamda, öylece kaldım anıt gibi...

  • De Gülüm

    De gülüm! De ki: ela bir günde geleceğim İstanbul darmadağın olacak, saçlarım darmadağın. Hepsi, darmadağın! üzülme gülüm! Toparlanacağız, birlikte, ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm hem de çelikten toprağını dele dele hayatin! De gülüm! De ki: bitmiştir umut, bitmiştir sevgi, bitmiştir güven! güven bana gülüm! sana bitmemişliği öğretecek, tattıracaktır hasretten -hakikaten- ten değiştiren yüzüm! Göreceksin gülüm! Bekle! Hırslarımız, acılarımız gitgide ihanetlere hainlere, ezilmelere alışacak.. Göreceksin -sevinçten ağlayacaksın gülüm- ki işte o vakit bana- doğrudur! - şair olmak, seni sevmek pek çok yakışacak! Bak! şiirler var, mektuplar var, çocuklar var, sokaklar var, kediler! İnan bana gülüm, ölüm yok bir tek! Ölüm yok bize! Ölüm inananlar için sessizce kara kaplı kitaplardan çıkartılacak.. göreceksin gülüm! Bekle! Göreceksin! Artık hiçbir insan, hiçbir kavga ve hiçbirimiz bu dünyada, yapayalnız, umarsız kalmayacak! Küçük İskender

  • VÂVEYLA

    Kelebeğin kanat çırpışı kadar sessiz olur hezeyan. Çığlıksız vazgeçişlerden Yontu bir mutluluk Artık bir fotoğraf karesinde eskil acılar. Ve hissiyatın koyu yasaklarında Lağvedilmiş duyguların… Müsait zamana namüsait anlar Karşısında yitik bir kelebeğin. Solan zamana sıkışık üzüntüler Heybesine işlenen süslü bir ipeğin. Küllerden nehirlere atılmış mektupların Korkul gecelere atlamakta heyecan.

  • "6 AY" Kitabı Konusunda Alev Coşkun'a Mektup

    “Kurtuluş Savaşı 19 Mayıs 1919’da mı Başladı?” yazımda onun Mondros Ateşkes Anlaşmasının imzalandığı 30 Ekim 1918’dan hemen sonra başladığını kabul etmek gerektiğini anlatmıştım. Bu vesile ile Mustafa Kemal Paşa’nın Mütareke İstanbul’unda geçen altı aydaki çalışmaları da tartışma konusu oldu. Alev Coşkun Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki bu günleriyle ilgili bir kitap yayımladı. Kendisine kitapla ilgili görüşlerimi bir mektupla bildirmiştim. Konuyla ilgilenenler için bu mektubu yayımlıyorum. Ankara, 1 Ocak 2009 Sayın Alev Coşkun, “Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 AY-İşgal Hüzün Hazırlık” kitabınızın 2. baskısından bana da bir adet gönderme iyiliğinde bulunduğunuz için teşekkür ederim. Kitabı ilgiyle, bazı satırların altını çize çize okudum ve yeni bitirdim. Benim Kurtuluş Savaşı Günlüğü kitabımın birinci cildini 34 yerde kaynak gösterdiğiniz için de gönendim. Ben de bundan 14 yıl önce “Mütareke’nin İlk Altı Ayında İstanbul Basınında Mustafa Kemal” konulu bir çalışma yapmıştım. Çalışma Yıllarboyu Tarih dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında yer almıştı. Elinize geçmiş olsaydı, bu çalışmadan da yararlanacağınız bellidir. Ancak bu yayınların hemen hepsini içerdiği için bunu görmemeniz bir eksiklik sayılmaz. Eksik kalmış küçük bir nokta, Mustafa Kemal’in Alemdar gazetesine mülakat verdiği halde Ati gazetesine mülakat vermeyi reddettiği konusudur. (Kurtuluş Savaşı Günlüğü C. 1, s. 123, 7 Şubat 1919) Mustafa Kemal Paşa’nın 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelişinden Samsun’a hareket ettiği 16 Mayıs 1919’a kadar İstanbul’da geçen hayatı kuşkusuz meraka değer. Siz Mustafa Kemal’in bu dönemde vatanı kurtarmak için kafa yorduğunu, planlar yaptığını ve çeşitli girişimlerde bulunduğunu kanıtlamak istiyorsunuz. BU TARTIŞMANIN ANLAMI Bu tartışma ne zaman ve ne vesileyle başlıyor? Türk Kurtuluş Savaşı, Türk ulusu için yeni ve onurlu bir başlangıçtır. Bu savaşa şu veya bu biçimde katılan siyasetçiler ve onların ardılları, kurtuluş planlarını kimin yaptığını, kimin bu işe önderlik ettiğini, ilk onurun kime ait olduğunu daha savaş sırasında ve özellikle zaferden sonra söz konusu ettiler. Atatürk’ün yanına, Kâzım Karabekir, Fethi Okyar, Celal Bayar, İsmet İnönü gibi adlara Padişah Vahdettin’i temize çıkarmak isteyenler de karıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Kurtuluş Savaşı’nı kimlerin daha önce düşündüğü ve bu konuda harekete geçtiğinden çok, kimlerin bu savaşta doğru önderlik yaptığı önemlidir. Fevzi Çakmak’ın bu savaşın başarılmasında önemli bir rolü olduğunu hepimiz biliyoruz ama o, Anadolu’ya İstanbul’un 16 Mart 1920’de işgalinden sonra, hem de Kuvayı Milliyeciler aleyhine bazı emirler verdikten sonra katıldı. Bu nedenle Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesine Samsun’a çıktıktan sonra başlamış olması, onun önderliğine ve Atatürk soyadını hak etmesine halel getirmemektedir. Fakat daha savaş yıllarında bu öncülük-artçılık sorunu gündeme gelmiş ve Atatürk’ün daha İstanbul’dayken Anadolu’ya çıkış planları yaptığı, bu konudaki öncülüğün de kendisinden geldiği yolunda beyanlar, sözler ortaya atılmıştır. Örneğin Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta, savaş sırasında, özellikle savaştan sonra yollarının ayrıldığı, başka bir ifade ile tasfiye ettiği arkadaşlarının bu savaştaki rollerini küçültmüş, bir kısmının ise açıkça aleyhinde bulunmuştur. İsmet İnönü gibi, kader birliği halinde olan başbakanının rolüne ise vurgu yapmıştır. 1927’de bile zihinlerde bu konuda bazı sorular olduğu anlaşılıyor. OLAYLAR PLANLANAMAZDI Sayın Coşkun, Kitabınızda, Atatürk’ün İstanbul’da iken Kurtuluş Savaşı’nı planladığı konusundaki kanıtlarınızın beni ikna etmediğini açıkça belirtmek zorundayım. Yorumlarınızı bir tarafa bırakırsak sırf değinmek zorunda olduğunuz belgeler bile bunu doğrulamıyor. Aksine, benim gibi işin gerçeğini arayan ve bunu dile getirmekten çekinmeyen dikkatli okurlarınız üzerinde kitabınızın ters bir etkisi bile olabilir. Kanımca, Atatürk’ün İstanbul’da geçen bu altı ay içinde Kurtuluş Savaşı’nı planlayamazdı. Çünkü: Mütareke’nin başlangıcı olan bu sürede böyle bir şey yapılamazdı. Çünkü Osmanlı devleti yere serilmişti ve herkes şimdi ne olacağının beklentisi içindeydi. Mondros Mütarekesi çok ağır hükümler taşıdığı halde Rauf Bey ve onunla emsal arkadaşları ve diğer yurtseverler buna ses çıkarmadılar. Atatürk’ün, Nutkun başında sıraladığı olumsuz şartlar altında yeni bir silahlı kalkışma yapmaya kalksa, halk kitlelerinden de destek alamazdı. Gözler Paris’te toplanacak barış konferansına çevrilmişti ve onun Osmanlı devleti hakkında vereceği kararlar bekleniyordu. Bununla birlikte Osmanlı topraklarının parçalanma tehlikesine karşı çeşitli yurt toprakları için kurulan Müdafaai Hukuk Dernekleri, Osmanlı mülkünün parçalanmaması tezlerini desteklemek için çalışmaya geçtiler. İnsanlık ancak önündeki sorunları çözmeye çalışabilir. Nitekim 1918 Kasım, Aralık veya 1919 yılının Ocak, Şubat aylarında yeni bir askeri direnişe geçmek gibi düşünceler bazı insanların zihinlerinden geçse bile kabul görmezdi. Ne var ki, Barış konferansının niyetleri belli olmaya başlayınca, hele 15 Mayıs 1919’da Yunan Ordusu İzmir’e çıkınca, o zaman millet ayağa kalktı. Ben öyle anlıyorum ki İtilaf Devletlerinin bu büyük hatası Kurtuluş Savaşı’nın ateşini yakmıştır. Mustafa Kemal Paşa, işte bu büyük ayaklanmanın başına geçmiştir. Sizin andığınız belgeler, Mustafa Kemal’in İstanbul’da yeni dönemin hâkimi İngilizlerin tepkisini çekmeden hükümette görev almaya çalıştığını gösteriyor. Onun zaten karşı çıktığı Alman ve İttihat Terakki politikaları tasfiye olduktan sonra ortalıkta tek söz sahibi İngilizler görünmektedir. O şartlarda hükümette görev almak, bu yolla vatanın kurtuluşunu sağlamak değil, İstanbul’daki mevcut kadrolar içinde iktidara gelmek çabası olarak görünüyor. Sizin de işaret ettiğiniz gibi Mustafa Kemal’in istediği İzzet Paşa Başbakan, Mustafa Kemal de Harbiye Nazırı olsaydı, ne olabilirdi? Hemen hemen hiç! Nitekim İzzet Paşa ile aralarında büyük bir fark da görünmeyen Tevfik Paşa başbakan olmuş, İzzet Paşa da hükümetlerde yer almıştır. Ali Rıza Paşa ve Salih Paşaların da 1920’de hükümet kurduklarını fakat en ufak bir İngiliz baskısı karşısında istifa etmek zorunda kaldıklarını biliyoruz. Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya İzmit yaylasından gizlice kaçarak geçme planları yaptığının kesinlikle uydurma olduğu kanısındayım. Çünkü, Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçmek isteseydi, kitabınızda da belirtildiği gibi ona önerilen ordu komutanlığını kabul ederdi. Öte yandan herhangi bir kişinin Anadolu’ya veya Trakya’ya geçmesi, 16 Mart 1920’den önce zor da değildi. Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy gibi kumandanların Anadolu’ya geçişleri de “vatanı kurtarmak” için değil, atandıkları kolorduları idare etmek içindir. Bu atamalar, Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Birlikleri Müfettişliğine atanmasından farksızdır. Bu komutanların birbirleriyle anlaşarak veya her birinin bağımsız olarak vatanı kurtarmak gibi bir planları ve faaliyetleri olsaydı, İngilizlerin bunu hissetmemeleri, haber almamaları mümkün olur muydu? Aksine Mustafa Kemal’in İngilizlerin güvenine layık oldukları, Hürriyet ve İtilafçılara da açıkça güven verdiği için atandığı anlaşılıyor. Vatanı kurtarmak için Anadolu’ya geçme planlarını ancak çok gizli bir örgüt yapabilirdi ve ortada böyle bir örgütün olmadığı da görülüyor. Üstelik Mustafa Kemal için Müfettişlik görevi İngilizlerin önerisiyle ve vizesiyle, Padişah Vahdettin, Damat Ferit, İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey gibi İngilizcilerin vizesiyle yapılıyor. Bütün bu süreç içinde Mustafa Kemal’in uzun süre rengini belli etmediği, muhataplarını atlattığı, onları kandırdığı gibi bir yargıya varmak zordur. Böyle bir zorlamaya hiç gerek olmadığı kanısındayım. Öte yandan Padişahçıların da atama kararında imzası ve rızası olduğu için Mustafa Kemal’i Vahdettin’in vatanı kurtarsın diye Anadolu’ya gönderdiği yolundaki yorumları da karşı cepheden bir zorlamadır. İşin doğrusu ne Padişah’ın kafasında, ne de Mustafa Kemal’de Anadolu’da isyan bayrağını açarak, milleti bu bayrağın altında toplayarak vatanı kurtarmak gibi bir planın olduğudur. Bu kadar basit bir tarihsel gerçeğin kabul edilmemesi, her iki taraftan da zorlamalara neden olmaktadır. Konu, İngilizlerin Anadolu içlerini işgal etmemeleri ve Türkiye hakkında daha ağır kararlar almamaları için Anadolu’da sükûneti sağlamak, ateşkes şartlarının uygulanmasıdır. İstanbul’da altı aydır önemli bir görev bekleyen Mustafa Kemal, hükümette görev almak gibi planları gerçekleşmeyince bu görevi kabul etmiş fakat Samsun’a çıktıktan sonra önü açılmış, durum aydınlığa kavuşmuştur. Yurdun her yanında İzmir’in işgaliyle başlayan ayaklanma Mustafa Kemal Paşa’nın yol haritasını çizmiştir. Bu haritada o tarihte bile silahlı bir ayaklanmayla, savaşla zafere ulaşmaktan çok, Anadolu’dan yapılacak bir zorlama ile hükümeti değiştirmek, parlamentonun yeniden açılması, Barış Konferansına yurtsever delegeler gönderilmesi vardır. Neden? Çünkü başka türlüsü o günkü koşullarda mümkün değildir. Topyekûn bir silahlı savaş, İstanbul’un 16 Mart 1920’de işgaliyle gündeme gelmiştir. Osmanlı subayları 1918’de, çeşitli cephelerde 6 yıl savaşmış, ateş çemberi içinden geçmiş insanlardı. Zaman zaman bir araya gelmeleri, durumu ve geleceğin ne olabileceği konusunda görüş alışverişinde bulunmaları çok doğaldır. Bu bir araya gelmeleri vatanın kurtuluşu için bir plan yaptıklarına, hele Anadolu’da bir kurtuluş savaşını nasıl başlatacakları görüşmelerine yormak zorlama bir çabadır. Ortada böyle bir örgüt görülmüyor. İttihat ve Terakki ve Teşkilatı Mahsusa da dağılmıştır. Tarih çapraşık olaylarla doludur. 1919’da İngilizler, Padişah ve Damat Ferit’in ateşkes hükümlerini yerine getirmek için 9. Ordu Birlikleri Müfettişliğine atadıkları Mustafa Kemal Paşa’nın, onlara isyan ederek Anadolu’da bağımsızlık hareketinin başına geçmesi böyle çapraşık bir harekettir. Bunu kabul etmek yerine Mustafa Kemal’in zaten başından beri böyle bir hareketi planladığını kanıtlamaya uğraşmanın doğru ve ikna edici de olmadığını düşünüyorum. Hatta diyebilirim ki Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki’den, Almanlardan uzak, İngilizlere yakın duruşu kendisine Anadolu’ya geçme fırsatı verdiği için yararlı da olmuştur. ATATÜRK 19 MAYISTAN BAŞLATIYOR, ÇÜNKÜ… Mustafa Kemal Paşa, daha önce de İstanbul’daki günlerine ilişkin bazı şeyler söylemiş ise de 1927’deki Nutkuna 19 Mayıs 1919’dan başlaması ilginçtir. O, Meclis’in ilk açılışında da uzun bir söylevle Kurtuluş Savaşı’ndaki o zamana kadar olan gelişmeleri özetlemişti. Orada da İstanbul’daki faaliyetlerinden söz etmemişti. Kendisinin de sonradan ifade ettiği Mustafa Kemal’in gerçek doğum tarihi 19 Mayıs’tır. Bir olay hakkında sonradan kaleme alınan yazılar, hele belge yoksa genellikle kuşku vericidir. Kılıç Ali’nin, Cevat Abbas’ın, Falih Rıfkı’nın yazdıklarını ve yorumlarını bu gözle okumak gerekir. Kitabınızın başında bunun bir tarih kitabı olmadığını belirtmiş olmakla birlikte, onu bir tarih kitabı olarak kabul etmek gerekir. Genellikle belgelere dayanarak yazmışsınız. Yalnız bunlar içinde bazılarının kaynaklarını göstermemişsiniz. Kullandığınız bazı ifadeler de tarih kitabı özelliğini zedeliyor. “Akılsız, ahlaksız, ahlak dışı, vicdansız” gibi sözcükler bunlardandır. İstanbul basınından yapılan alıntılarda önce gazetenin adını ve tarihini, ardından ikinci bir kaynak olarak kurtuluş Savaşı Günlüğü’nün adını zikretmişsiniz. Bu tip dipnot gösterme yönteminde bunun “…… dan nakleden……..” biçiminde gösterilmesi gerekir. Kitabı gönderdiğiniz için kaleme aldığım bu teşekkür yazısına onu dikkatlice okuduğumu da belirten bu düşüncelerimi eklediğim için beni mazur görünüz. Yeni yılda size sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim. Saygılarımla.

  • Yarımada

    Zaman mı? Değil zaman Akan zaman değil mesafelerdir Güneşin çekici yukarda Suyun bıçağı aşağıda Krom alçakgönüllü, bakır utangaç Ağaç: bir damla iki kıvılcım arasında Rüzgâr bilmiyor nerden eseceğini Sınırlar kesik, Yerleşme yerlerinde balkıma Biz kırıldık daha da kırılırız Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü Hırsız da bilmiyor çaldığını Biz yeni bir hayatın acemileriyiz Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor Şiirimiz, aşkımız yeniden, Son kötü günleri yaşıyoruz belki İlk güzel günleri de yaşarız belki Kekre bir şey var bu havada Geçmişle gelecek arasında Acıyla sevinç arasında Öfkeyle bağış arasında Biz kırıldık daha da kırılırız Doğudan batıya bütün dünyada Ama kardeşin kardeşe vurduğu hançer İki ciğer arasında bağlantı kurar Büyür, bir gün, zenginleşir orada Çünkü Ali’yi dirilten iksir de saklı Hasan’a sunulmuş ağuda, Granitin de olur bir okyanus diriliği, Nehirler daha uysal akar, Bir çiçek nasıl açıyorsa kendiliğinden Bir kuş nasıl uçuyorsa Öyle sever, çalışır insan, Kıraçlar çarptıkça dağlara Gül göçürür şafağından Doğanın altın şafağından İnsanın altın şafağından Tarihin altın şafağından Biz kırıldık daha da kırılırız Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.

  • Temiz, İyi Aydınlatılmış Bir Yer

    Epey geç olmuştu ve ağacın yaprakları elektrik ışığını kapattığından gölgede kalmış yaşlı adam haricinde, kafedeki herkes gitmişti. Sokak gündüz toz topraktı ama gecenin nemi tozları götürmüştü ve yaşlı adam geç saatlere kadar oturmayı seviyordu çünkü sağırdı ve geceleyin etraf sessizleştiğinden farkı hissediyordu. İçerideki iki garson yaşlı adamın biraz sarhoş olduğunu biliyordu ve iyi bir müşteri olmasına rağmen çok sarhoş olursa parayı ödemeden gideceğini bildiklerinden gözlerini adamdan ayırmıyorlardı. Garsonlardan biri “geçen hafta intihara kalkışmış” dedi. “Niye?” “çaresizlikten” “Nesi varmış?” “ Hiç” “Hiç olduğunu nereden biliyorsun?” “Çok parası var” Kafenin kapısının yanında, duvara bitişik bir masada oturuyor ve rüzgarla hafif hafif sallanan ağaçların gölgesinde oturan yaşlı adam hariç tüm masaların boşaldığı terasa bakıyorlardı. Caddeden bir asker ve kız geçti. Elektrik direğinin ışığı askerin yakasındaki rütbeyi aydınlattı. Kızın başında bere yoktu ve adamın yanında hızlı hızlı gidiyordu. Bir garson “devriyeler yakalayacak” dedi. “ Adam istediğini elde ettikten sonra ne far keder?” “Caddeden sapsa iyi eder, devriyeler yakalayacak, beş dakika önce geçtiler” Gölgede oturan yaşlı adam bardağıyla tabağa vurdu. Genç olan garson adamın yanına gitti. “Ne istiyorsun?” Yaşlı adam ona baktı “bir brandi daha” dedi. Garson “sarhoş olacaksın” dedi. Yaşlı adam ona baktı, garson gitti. Arkadaşına “bütün gece oturacak” dedi. “uykum geldi, hiçbir zaman saat üçten önce yatmıyorum, geçen hafta kendisini öldürmeliydi” Garson brandi şişesini ve tezgâhın içinden bir başka bardakaltlığı alıp yaşlı adamın masasına doğru gitti. Tabağı koydu ve kadehi ağzına kadar brandiyle doldurdu. Sağır adama “geçen hafta kendini gebertmeliydin” dedi. Yaşlı adam parmağıyla işaret ederek “biraz daha koy” dedi. Garson biraz daha brandi koydu öyle ki, içki kadehin sapından iç içe konmuş bardakaltlığı yığının en üstündekine kadar taştı. Yaşlı adam “teşekkür” dedi. Garson şişeyi kafeye götürdü. Tekrar masaya arkadaşının yanına oturdu. “Sarhoş oldu” “Her gece sarhoş” “Niye kendini öldürmek istemiş?” “Nereden bileyim?” “Nasıl yapmış?” “Kendini iple asmış” “Kim kurtarmış?” “Yeğeni” “Niye kurtarmışlar?” “ Günaha girmesinden korkmuşlar” “Ne kadar parası var?” “Çok parası varmış” “Seksen yaşında filan vardır” “Bence de seksen var” “Keşke evine gitse hiçbir zaman saat üçten önce yatağa girmiyorum, yatılacak saat mi bu?!” “ Gitmiyor çünkü oturmak hoşuna gidiyor” “O yalnız ama ben yalnız değilim yatakta beni bekleyen bir karım var” “Vaktiyle onun da karısı varmış” “Şimdi karısı olsa da ona faydası olmazdı” “Bilemezsin, bir karısı olsa daha iyi olabilirdi” “Yeğeni bakıyormuş işte, ipten aldığını söyledin” “Biliyorum, ben bu kadar yaşlanmak istemem, yaşlılar pis oluyor” “Hepsi değil, bu yaşlı adam temiz pak biri, döküp saçmadan içkisini içiyor, şimdi sarhoşken bile öyle, baksana” “Bakmak istemiyorum, keşke evine gitse, çalışmak zorunda olanlara hiç saygısı yok” Yaşlı adam bardağının arkasından meydana sonra da garsonlara baktı. Bardağını göstererek “bir brandi daha” dedi. Acelesi olan garson yanına geldi. Aptalların sarhoşlarla veya yabancılarla konuşurken yaptığı gibi tamamlanmamış cümleler kurarak “bitti” dedi. “bu gece başka içki yok, kapandık” Yaşlı adam “Bir tek daha” dedi. Garson bir bezle masanın kenarını sildi ve başını salladı “Yok, bitti” Yaşlı adam ayağa kalktı, yavaşça tabak altlıklarını saydı, cebinden deri bir cüzdan çıkarttı ve yarım pesata bahşiş de bırakarak hesabı ödedi. Caddeden aşağı giderken garson onu izledi; sallana sallana ama vakurla yürüyen çok yaşlı bir adam. Acelesi olmayan garson “ Kalıp biraz daha içseydi niye bırakmadın?” dedi. Kepenkleri indiriyorlardı. “saat iki buçuk bile olmadı” “Evime yatağıma gitmek istiyorum” “ Bir saatten ne olur ki?” “Onun için olmaz ama benim için çok fark eder” “Bir saat bir saattir” “Sen de yaşlı adam gibi konuşuyorsun, bir şişe alıp evde de içebilir” “Aynı şey değil” Karısı olan garson “evet değil” diye ona hak verdi. Haksızlık yapmak istemiyordu sadece acelesi vardı. “Ya sen? Her zamankinden önce eve gitmekten korkmuyor musun ya?” “Sen bana hakaret mi ediyorsun?” “Hayır yoldaş, sadece şaka yapıyordum” Acelesi olan garson metal kepenkleri kapatırken “Hayır, ben kendime güveniyorum, kendimden eminim” Yaşlı olan garson “gençsin, kendine güveniyorsun ve bir işin var, her şeye sahipsin” “Ya senin neyin eksik?” “İşten başka her şey” “Benim sahip olduğum her şeye sen de sahipsin” “Hayır benim kendime hiç güvenim yok hem genç de değilim” “Hadii, saçmalamayı bırak da kapıyı kilitle” Yaşlı garson “Ben şu geç saate kadar kafede oturanlardanım dedi. “Yatağa gitmek istemeyenlerden, geceleyin ışık yanmasını isteyenlerden” “Ben eve gidip yatağa yatmak istiyorum” Yaşlı garson “seninle öyle farklıyız ki” dedi. Eve gitmek üzere giyinmişti. “Bu bir gençlik ve kendine güven meselesi değil, gerçi ikisi de güzel şeyler. Her gece kafeyi istemeye istemeye kapıyorum gelmek isteyen biri olabilir diye” “Arkadaşım tüm gece açık olan yerler var” “Anlamıyorsun, burası temiz ve güzel bir kafe, iyi aydınlanıyor, ışık çok iyi, hem ayrıca ağaçların gölgesi de var” Genç garson “iyi geceler” dedi. Öteki “iyi geceler” dedi. Işığı söndürüp kendi kendisine konuşmaya devam etti. Işık da mühimdi tabii ama yerin temiz ve güzel olması da gerekir. Müzik istemez. Kesinlikle müzik istemez. Bir barın önünde vakarla oturamazsın ama burada saatlerce bunu sağlayabiliyoruz. Neden korktu? Bu korku ya da ürkme değil. İyi bildiği bir hiçlikti. Hepsi bir hiç. adam da bir hiç. Tüm istediği temiz ve iyi aydınlatılmış bir yer, belli bir temizlik ve düzen, bazıları bunun içinde yaşar ama fark etmez, ama o hepsini biliyor, Cennet'teki hiçimiz, bize hiçliğimizi ver, günlük hiçliğimizi ver, bu dünyada da öteki dünyada da hiçliğimizi ver, hiçliklerimizi hiç et, bizi hiç gününden kurtar ve bizi hiçten koru Gülümsedi ve parlak bir kahve makinasının olduğu bir barın önünde durdu. Barmen “siz ne istediniz?”diye sordu. “Hiç” Barmen “ kafayı yemiş biri daha” deyip gitti. Garson “küçük bir fincan” dedi. Barmen bir fincan doldurdu. Garson “ışık bayağı parlak ve hoş ama tezgâh cilalanmamış” dedi. Barmen ona baktı ama cevap vermedi. Sohbet etmek için çok geç bir saatti. Barmen “bir bardak daha ister misin?” diye sordu. Garson “Hayır teşekkürler” dedi ve gitti. Barları ve meyhaneleri sevmezdi. Temiz, iyi aydınlatılmış bir yer çok farklı bir şeydi. Artık daha fazla düşünmeden evine, odasına gidecek, yatağına uzanacaktı. Ve ancak sabaha karşı uyuyacaktı. Kendi kendine sadece uykusuzluktan olmalı, çoğu kişi bundan muzdarip dedi. * Çeviri: Müjde Dural ERNEST HEMINGWAY: 21 Temmuz 1899 - 2 Temmuz 1961 Ernest Miller Hemingway, Amerikalı romancı, hikâye yazarı ve gazetecidir. Basit yazma tekniği ve sade üslubuyla 20. yüzyıl kurgu romancılığını etkilemiştir. Nobel ve Pulitzer Ödülü sahibi yazarın çoğu eseri, bugün Amerikan edebiyatının başyapıtlarından kabul edilir. Başlıca kitapları: Yaşlı Adam ve Deniz, Silahlara Veda, Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Paris Bir Şenliktir

  • Düşe Çağrı

    Severim gerçekçi edebiyatı. Bu yaşa değin en çok onun ürünlerini, o yolda yazılmış hikâyeleri, romanları, hep o çığırı öven denemeleri, eleştirmeleri okudum. Bir hikâyede, bir romanda anlatılanların, gerçekte olanlara benzememesi, çok kimseler gibi benim için de büyük bir suçtur. Peri masallarından, dev masallarından çocukluğumda bile pek hoşlanmadım. Olmayacak şeyler, benzerleri görülmeyecek insanlar anlatan hikâyeler arasında beğendiklerim yoktur demeyeceğim, ama onlarda da gerçeği aradım: "Bütün bunlar gene bir doğruyu söylüyor, ancak yazar gerçeği bir düşle örtmüş, kaldırın o örtüyü, arasından BAKın, gerçeğin ta kendisini, çırılçıplak doğruyu bulursunuz" diye düşünürüm. Bunun içindir ki bugünkü yazarlarımızın çoğunun gerçekçiliğe özenmelerine göneniyorum. Bize hayatı anlatıyor, her gün gördüğümüz insanları tanıtıyorlar, okurlara çevrelerindekilerin de kendileri gibi düşünen, duyan, dertler çeken birer varlık olduğunu sezdiriyorlar. İnsanoğlu, çoğu bencildir, yalnız kendiyle ilgilenir, kendi kendisiyle uğraşır da başkalarının gerçekliğini kavrayamaz. Benliğimiz içine kapanır kalırız. Bu kabuğu dışarıya değinmemize, yani temas etmemize bırakmayan bu benlik kabuğunu ancak edebiyat, gerçekçi edebiyat kırabilir. Hani şiir okumayı, hikâye okumayı boş bir iş sayıp da kendilerine yakıştıramayan kimseler vardır, siz onlar arasında başkalarını anlayan, başkalarının dertlerine, kaygılarına ortak olan birini gördünüz mü hiç? Onu ancak edebiyat aşılar. Batılıların edebiyata "humanites" yani "insanlıklar", demesinin sebebi budur. Kişiye insanlığı, insanca duyguları, düşünceleri aşılayan bilgiler ne denli gerçekçi olursa, edebiyat da bu ödevini o denli iyi başarır. Evet, severim gerçekçi edebiyatı, gerçekçi sanatı, bütün çığırlar arasında onun en üstün olduğuna inanırım. Ama düşünüyorum da: "bizi alıp düşler acununa götüren bir edebiyat da gerekli değil mi?" diyorum. Bugünün birçok yazarları sanatın toplumsal görevi üzerinde türlü türlü sözler söylüyorlar. Okurları düşler acununa alıp götürmek de edebiyatın toplumdaki görevlerinden biri değil midir? Biz gerçek içinde yaşıyoruz, duvarlarını yıkıp aşamadığımız bir gerçek içinde. Onun da güzellikleri var elbette ama pek alıştığımız için göremiyoruz, tadamıyoruz o güzellikleri. Edebiyat, sanat bize o güzellikleri sezdirsin. Madame Rachilde'in (Madam Raşild) "Güneş satıcısı"nı "Le Vendeur du Soleil" (Lö Vandör dü Soley) bir türlü unutamam, çok anlattım onu okurlarıma, bir kez daha anlatayım: Paris'in bir köprüsü üzerinde bir satıcı, bağırıyor, dil döküyor, sattığı nesnenin eşsiz güzelliklerini anlatıyor. Başına toplananlar merakla bekliyorlar: Nedir acaba o adamın sattığı? En sonunda söylüyor: "Size güneş, her gün gözlerinizin önünde duran, ama sizin bakmadığınız, güzelliğini göremediğiniz güneşi satıyorum. BAKIN; BAKIN! Sizin bütün hülyalarınızdan güzel değil mi?" Dinleyenlerin çoğu omuzlarını silkip gidiyor, ancak bir iki kişi: "Sahi! Ne de güzelmiş!" diyorlar. Şairin, hikâyecinin o adama benzemeleri gerektir: Bize gözümüzün önünde duran, ama alışık olduğumuz için artık fark edemediğimiz güzelliklerini anlatmaları, sezdirmeleri gerekir. Hayatın yalnız iyi yanlarını söylesinler demek mi istiyorum? Hayır. Acıları, kötülükleri, çirkinlikleri söyleyerek de o işi başarabilirler, okurlara yaşamanın güzel bir şey olduğunu sezdirirler de acılar, kötülükler, çirkinlikler karşısında irkilmenin kutluluğunu, o yürekler paralayan mutluluğu duyururlar. Bütün o acıları, kötülükleri, çirkinlikleri kaldırmaya özendirirler de insan olmanın onurunu duyururlar onlara. Yapsınlar bunu şairlerimiz, hikâyecilerimiz, bunu yapmak için de gerçekçi olsunlar. Peki, ama yalnız bu yeryüzünün, yaşamanın güzelliğini göremeyenlere, sezemeyenlere midir sanatın yararlığı? Güneşi satan adam muradına erdi, hepimize güneşin güzelliğini anlattı, bizi hayatın biteviyeliğinden (monotonluğundan) kurtarabilir mi?... Bugün düne benziyor, yarın bugüne benzeyecek. Çeşit çeşit güzellikler var yöremizde, güneş doğuyor, batıyor, yıldızlar parlıyor, karanlık, soğuk, kasırgalı gecelerin bir de bir tadı var, çiçekler açıldı, yarın solacak, hepsi ayrı bir duygu veriyor kişiye... İyi, hepsi iyi ama hep biteviyelik içinde geçen bu güzellikler bıktırıyor, biteviye olduğu için çirkinleşiyor. Biz o biteviyelikten kurtulamayacağımızı anlıyoruz da bir perişanlık duyuyoruz içimizde. Yalnız yaşlılar mı kapılıyor bu melale?... Bu üzüntüden bizi yalnız hülya kurtarabilir. Ama hülyalar kurmak her kişinin elinden gelir mi sanırsınız? Gerçeğin güzelliklerini sezmek her kişiye vergi değildir de gerçekten silkinip kendine daha gönlünce bir acun kurmak her kişiye vergi midir? İyi bir dinleyin kendinizi: Hülyalarınız da günleriniz gibi, hep birbirine benzemiyor mu? Çevrenizdeki gerçeğin biteviyeliğinden kurtulamadığınız gibi, hülyalarınızın da biteviyeliğinden kurtulamıyorsunuz, onlar da sizin için, gerçek sahibi, birer duvar olmuyor mu? Size yeni yeni hülyalar kurabilmeniz için yardım edilmesini istemez misiniz?. Toplumda edebiyatın, sanatın böyle bir görevi de vardır. Gerçekçi sanat... Doğru, en üstünü belki o. Ama ötekinin, bizi olmayacak şeyler acununa, düşler acununa sürükleyip götüren, yalanlar söyleyen, masallar anlatan sanatın gerekliliğini de unutmayalım. Bizi, biteviyelik içinde sürüp giden hayattan silkindiğimiz sanısı vererek avutan edebiyatı da büsbütün küçümsemeyelim. Hülyaya çağırıyorum sizi, o acunda ne güzel şeyler var. Ama ben bir şair, bir hikâyeci değilim ki size onları anlatabileyim. Fransız düşünürlerinden Jules Soury'yi (Jül Sur i) bir gün yolda görmüşler; "Bütün masalları çürüttüm, yıktım. Masalsız kaldım... Bana masal verin, masal verin bana, masalsız yaşayamıyorum!" diye bağırıyor. Çıldırdı demişler onun için, belki de çılgınlıktan o gün kurtulmuştur. NURULLAH ATAÇ

  • Açsam Rüzgara

    Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş Mavilerde sefer etmek! Bir sahilden çözülüp gitmek Düşünceler gibi başıboş. Açsam rüzgara yelkenimi; Dolaşsam ben de deniz deniz Ve bir sabah vakti, kimsesiz Bir limanda bulsam kendimi. Bir limanda, büyük ve beyaz… Mercan adalarda bir liman... Beyaz bulutların ardından Gelse altın ışıklı bir yaz. Doldursa içimi orada Baygın kokusu iğdelerin. Bilmese tadını kederin Bu her alemden uzak ada. Konsa rüya dolu köşkümün Çiçekli dalına serçeler. Renklerle çözülse geceler, Nar bahçelerinde geçse gün. Her gün aheste mavnaların Görsem açıktan geçişini Ve her akşam dizilişini Ufukta mermer adaların. Ne hoş, ey Tanrım, ne hoş, İller, göller, kıtalar aşmak. Ne hoş deniz deniz dolaşmak Düşünceler gibi başıboş. Versem kendimi bütün bütün Bir yelkenli olup engine; Kansam bir an güzelliğine Kuşlar gibi serseri ömrün.

  • taş parçaları

    III madem arkandan ağlamamı bile çok gördün bana al bu taşlar senin olsun...o halde ve bundan böyle bütün davullar vursun, telleri kopsun sazların boşluğa bağırsınlar, birlikte; kan kusacağız. kan kusacağız. madem dünya bunca zalim madem yakışmıyor kalbimize. bütün davullar gümlesin boşluktan gelen, boşluğu dolduranı boşluğa böğüreni vursunnnn. bak! nasıl kan kusuyor külde uyuyan dünya görsün. VI ben seni hep sevgilim ben seni hep yüzünden geçen dalgalardan okudum. ellerine sevgi okudum gözlerine şefkat okudum annen seni inkar etmişti aldım etime dokudum. V Yanmamı bekleme benden Ben ne çok yandım, biliyorsun. Yanamam ben yanamam yanamam küllerim uçuyor. Rüyamda sapladığın jiletler etimde Kanamıyor acımıyor. Acımıyor Bu dünya buz, bu buzzzzz zzzzzzzzzzzda Hiçbir şey acımıyor. Bunlar yalan, Yalan söylediklerim Yalan söylediklerin Bunlar ancak dünyaya yakışıyor. Küldüm ben zaten Küldüm zaten küldüm zaaaateeeen Kalmışsa eğer Külün içinde şimdi insanım uyanıyor. Dünya görsün şimdi. Bembeyazzzz dünyaaaaaaaaaaaa Yoluna baş koyup buzzzdaaaaaaa Kan kusanı. VII Dünya ne ki sevgilim, Benim sana yaptığım kubbe yanında? Düşsün, olsun, bırak, içinde yıldızlar patlıyor. Kolaydır inanmak kadar inanmamak da. İster sal kendini dünyaya, ister kal yanımda Her şeyden öte öyle sevdim ki ben seni Yoluna baş koymak diyoruz Biz barbarlar buna. VIII Kırdım, evet, o yalan mekânı kırdım Çıksın diye ortaya Çırrrrrrrıııllçıpplaaaaaaak: Sen benim yuvamsın Yuvanım ben senin. IX Beni bilmediğim bir dünyaya attı... Bir cümlem yok, darrrrğğmadaaaaaaanıım, bundan. Bir düşümüz vardı, "birlikte yaşamak" koymuştuk adını, çok acıyor, belki bundan. Aşkî bir cümle mi bekliyorsun benden. Beklemeeeeeeee. Mutfakta reçel yapan iki kadın. Kırmızı biberleri filan. Rüzgâr alan biraz tepe bir yer. Bakınca, iki yandan uffffffffffffuk filan. Dünya yuvarlak değil de hafif elipsmiş gibi. kaldı ki iki kadın, dünyanın yuvarlağını zaten anlamayan. böyle. kendime inandığım gibi inanmıştım ona da. aşk olanın ötesinde bir aşktan söz etmek, aaaaaaah bir inançtı desem. bu kadar dağılmam kendimi şimdi bu dünyaya fırlatılmış gibi hissetmem, bundan. ne söylememi bekliyorsun hava aldıkça sızlayan bir diş var içimde. susmam bundan, konuşmam bundan. ben zaten o ilk acıyla ölmediğimde çok gücenmiştim hayata. insan olmuştum ilk o zaman. ya da bozmuşlardı ben yenidoğandan. kendimi acıya teslim ettiğimde hatırladım, ölünmüyordu, hatırladım. ölünmüyoooooorrrrrrrrrrrdu. XI acı çekerken de adil ol, diyor bana. adil ol. sen değil misin inanan hayatın büyük bir kader olduğuna, kaderi yönlendirmek bile o büyük kader' in içindedir filllllllllllan. o yüzden şimdi adil ol. sus. söyleme böyle şeyler! adil ol. inanmıyorsun değil mi? beni bilmediğim bir dünyaya attı, diyyyyyyyorum. diyorum ki, sözde kalır her şey. sözzzzzzzzde kalıyor. bir de bana adil ol, diyorsun. X ey duymayan insanı, ey hayat dedikleri büyük kusur. ... ey kimselere değişmediğim ayrılığın neden bunca ağır? hani adalet? bir kasım' dan öteki kasım' a bir yanım kör bir yanım sağır. XV ben başka bir şey olmak istememmm istemedim başka şey. sabırla sevgilim sabırla acılarımız eşitlensin bu şehirde diye diye. bu şehirde etten geçip kalbe erişene dek sabırla. tek, sabırla. kaç kişi var bu şehirde ruhunu sana kubbe, kubbeeeeeeeeeeeeeeeee etmiş! XIV büyük keder içerirmiş, gördüm, anladım etten geçip aşka varanın sevgisi. bunun yanında sevgilim bunun yanında etin ihaneti, kısaca hiçbir şeydir. XII şimdi bir masaldan bir peri sessizce dinlesin beni, alsın yorgun başımı alsın cümlemi usulca kalbine koysun. benim cümle taşıyacak halim yooooooğğğğğğğ. XXXI Katlanan, insanın birbirine yapışan yaralarından bir yuva inşa etmektir aşk da, varla yok arasından Ve ahşabı kemiren de ahşaba dahildir, değil dışarıdan. Beyhude insanın yuva arayışı ama yine de yuva arar insan. dışarısı sevgilim, dışarısı senin kendini sürekli kaçak kılacağın yollardan başka nedir? yollar ki hep gider, hep yatay. ah ben bu kubbe fikrine o yüzden takılmışım; kubbe ki yüzseksen derece bir şey, büyük bir arzuyla mümkün. gayret' in bildiğimiz ve unuttuğumuz anlamıyla örülen. XVI in ordan, in ordan innnnnnnnn, diyor bana zamanın ensesinden. ay adalet' ten söz eden zalim şimdi bi dur, düşün: ev ki, en büyük mahremiyetti kimdi vuran, kimi, en mahreminden? XVIII en acısını sevgilim en acısını tadayım istedin: en acısı buydu. XVII omurgamı aldın benim. omurgamı aldın. omurgamı aldın. omurgamı. niye? XIX Varla yok arasındayım Varla yok arasındayım Hep, varla yok arasındaydım. Zaten. Ben bilmedim ki niye teyelliyim, niye? Varla yok arasında Varla yok arasında Elimde bir kırık testi Elimde bir kırık testi Nereye bırakayım! XX Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine. bilemem, belki bu yüzden ben sana yanlış bir yerden edilmiş bir büyük yemin gibiydim. beni hep aynı yerimden yaralayan o eve yine de döneyim döneyim istedim. XXI ah benim sesimle söylesem de, inanmazlar benzemiyor çünkü bir dile. döndüğüm, döndüğüm ama döndüğüm döndüğüm bu sema sensin. dönnnnnnnnn düğüm. sen benim kara ömrüme vuran suyumu harelendiren sevincimdin. XXXV onu sevebileceğinin en yücesiyle sevdin. titreme daha fazla kalbim. bağışla kendini artık onu da bırak gitsin. bırak gitsin. o senin en ezel gününden kaderin sen onu nasılsa bin kere daha seveceksin. XXII günler öylece kendi kendine geçsin diye bir camın arkasında durdum bana dokunmasın hiçbir şey hiçbir şey yarama merhem olmasın iyileşecekse, hiçbir şeysiz iyileşsin diye bir camın arkasında durup akan hayata ve zaman baktım. bilirdim, biliyordum, biliyorum, bittiğinde, geçtiğinde, azaldığında sızı, iyileştiğimde, o saman tadıyla karıştığında; her şey daha acı olacak. XXXIII ne sanıyorsun? ne sanıyorsun? benim olan artık senin de kaderin: dağbaşı, oradaki yaralı ıssızlık. XXIII biz iyileşmeyiz diyor ilhan biz iyileşmeyiz bunu bil, diyor. biliyordum: ağırdı biliyordum: çok ağrıdı biliyordum: adım adım ... ben seninle sevgilim mutsuz ama bahtiyardım. XXIV bir masal bir taş ağırlığında olabilir mi? olurmuş meğer. birlikte bir masala inanmak istedim ben seninle, sadece bu. sen beni tek tek tek bıraktın. benim artık taş taşıyacak, taş kaldıracak, taş atacak halim mi var! XXV evet kara bir ömür bu benimki. kara bir toprak. gerçekle değil, hakikatle değil, kalbimin aklıyla kurduğum kara bir ömür. yalnız değilim, biliyorum binlercesi var, onbinlercesi vardı. kara bir ömürle buradan geçen. sen bundan böyle gerçeğin yan yana getirilmiş yamalarıyla yaşayacaksın. ben çoktan çıvdırılmış bir şeydim sevgilim. XXVII gözlerimde bir çita oturuyor birazdan deppppp parrrrrrrrrrrrrrrrrr. içimdeki çilekeş fuji' yi tırmanıyor sana eski bir mektuptan gözlerime yağma dünyanın bütün neonları yanıyor sönüyor ve bir fotoğraf iki jiletle paramparça. bir su aygırı kadar yaralıyım dünyadan anlıyor musun? içimde uzağa bakan bir zürafa var hayat orda burda her yerde kaynıyor. birazdan öleceğim, içeceğim su nerde? XXX kar şiddetle rüzgârla büyük bir kırgınlıkla vardı gece yarısı dağlarına. gelemem artık yanına. ben kaybettiğime ağlayayım sen kaybettiğine ağla XXVIII ömrümü adadımdı. elimden aldığın ve parçaladığın şey bu! adaletin adını neden anmıyorsun burada da? o yüzden büyük yaram o yüzden büyük öfkem o yüzden dinmiyor içimde hepsi, hınca hınç. hıncahıııııııııııınnnnnç. XXVI o kadar uzun yol geldik ki seninle şimdi, sen ayrı ben ayrı olan o yolu nasıl yürüyeceğiz? (biz seninle yoldayken yanımızdan ovalar, ağaçlar; titreşen rüzgârlar akmıştı. bir yolumuz olduğunu, yol kazalarını, yol yorgunluğunu o zamanlar biliyor muyduk?) XXXII ömrü gurbette geçenler gibiydim senin yanında duymadın mı, çok söyledim? o uzun gurbette, ben senin "adalet" diye diye nasıl unufak olduğunu gördüm. göre göre, duya duya, yine de bigâne olarak her şeye. bilmedin ki; ben senin gurbetinde delirmemek için kalbimin aklıyla ördüğüm bir yıldızlı kubbede yaşadım. tecellinin içinde ecel durur sevgilim, görmedin mi? adaletin içinde bir zalim oturur. XXIX sonra, çoook sonra, bu parçaların sonunda sen beni kızını çok seven bir anne olarak hatırla. ben ki hiç kavuşamamıştım sana. XXXXII ve huzurla, içerde bir yumuşak ışık dışarda dağların etrafını saran kızıllık vardı. durmak için dünyanın dışında iyi bir sebep ve bir ana enstrüman; incecik bir müzikle piyanonun tuşlarına vuran. yüzünde yeryüzünü gördüğüme duyduğum bir şükran. her şeyin sertliğini gömen ve uyutan bir kış, sen ki, de ki grand teton' a kar yağdı. o karın ortasında önümüzden bir nehir karla karışık akardı. sarartma beni sarartma beniiiiiiiiiiiiiiiiiii..sarartma. XXXXIII fazla insansın sen sevgilim fazla insan bir barbarım ben oysa, bir hayvan dilim bağışlamaktan söz eder benim seninki adalet ve intikam. söylemeye gerek var mı sevgilim söylemeye gerek var mı şimdi yetiştirdiğim en iyi nişancı vurdu beni klimanjaro' nun karları sevgilim klimanjaro' nun karları innnniiiiiyor aşağı. XXXIV birini seviyorsan onu öldürme! demek kolay oysa her âşık önce kendine sonra yanındakine cellat. ve aşkta ölümün bir anlamı vardır, görklü kılınan bozulsun diye im her ateş önce yanını yoklar sevgilim. bundan böyle ne vakit bir yangından artakalan isle kararmış bir şair gölgesi görsen başıboş, duran, susan, içinden yanan: ya da bir kızkardeş, ağlayan kekliğine, uzak ve göğsüne klarnet sesiyle dolaşan. XXXVI bunca zaman sonra, neden ona dokunmadığımı neden çekmediğimi silahlarımı kınından olanı biteni kalbime koyup kendimi çektiğimi soruyorsan... ona dokunmadıysam, dokunmadıysam tek bir sebepledir... bir barbar ancak eşitine dokunur. XXXVII akan sokaklarda yan yatmış otlara benziyorum rüzgârla yana savrulan dallara. aşk için ihanetle vuran aşk aşkm'ola? ah ciğerimin köşesi, kavrula kavrula kopuyor gönülbağım, sen bağla. XXXXI Bir nefeslik can kalsaydı sana üflerdim canımdan Diyecekler; çok yüksekti ondaki zindan Görmeli, eline almalı, sıvazlamıydın, öğretemeden Yazgına kanat ol kol ol diyemeden ayrı düştüysem senden. Buna yanarım çok, en çok buna yanarım inan. Onaramazdım kırdığım yerleri Onaramazdın kırdığın yerleri Son bir nefesle sana sarıldımdı. En acısı buydu. En acısı buydu. XXXIX aşk iki kişi arasında asla eşitlenmeyendir. ben bir divan şairi değilim ki sevgilim sana bercesteler düzeyim yine de giderayak, gözlerine, ellerine, ayaklarına tutulmuşluğumu herkes bilsin isterim. ben bu çıldırmış vaktin, ben bu yılan zamanının paramparça edilmiş şairiyim.ne diyeyim! yine de içimde, çooook eskiden kalma bir ya leyl...ya leyyylllllllllle bir çöl gecesine ismini bırakayım. XXXVIII bir dalda iki kiraz gibi aşk ile öfke arasında yanayana, dursun bu aşk. aşk, mola! ey yaban! ayaklanacağım ayaklanacağım! dizlerimin bağını bağla. XXXX sözde kalır sevgilim sözde kalır bütün sözler aşk çünkü, aşk çünkü kendine bir yol, bir ideoloji ister. bilirim, çöl rüzgârında çalıdır bazı yaşlar. sen sevgilim ilerde, biraz daha ilerde bir tarihe başlayacaksın, orası işte benim tarihimle başlar. ve say, geriye doğru, tek tek sende kalsın şimdi al bu taşlar.

  • BU AŞK BU ŞEHİR BU KEDER

    1. hoşça kal ayak izim serseri sokaklarda hoşça kal kendine bir başka gökyüzü büyüten kardeşim gece feneri hoşça kal kal çaldığım ıslık söylediğim türkü doludizgin karlarda. hoşça kal annemin yüzü hep beyaz yaşmaklı sırı dökülmüş bir yalnız aynada. hoşça kal dolunayın altında ıhlamur ağaçlarına kazıdığım şey hoşça kal uzaklarda yanan anızların parıltısı hoşça kal. 2. bir gün gelecek bu gün de bir anı olacak nasılsa oturduğumuz bu masa bu kum saati, bu rüzgar, bu eski komodin bu kırık sandalye bu kelepir yürek bu aşk nasılsa 3. hoşça kal ayak izim serseri sokaklarda hoşça kal yarım kalmış duvar yazıları hoşça kal bir gün gelecek akacak yeraltı suları hoşça kal yakut, bezirgan, gön hoşça kal eski zaman aktarları gidiyorum bu şehri bu yağmuru bu düşleri bu aşkı bu kavgayı bu kederi (ve de gönlümü) size bırakarak. Behçet AYSAN

  • ACI ÇEKENLER

    Birçok hayranları bulunan Lizoçka Kudrinskaya adındaki genç bayan ansızın hastalandı, hem de öyle ciddi hastalandı ki, kocası o gün göreve gitmedi, Tver’deki annesine telgraf çekildi. Lizoçka hastalanmasını şöyle anlatır: —Lesnoye’deki teyzemin yanına gitmiştim. Onlarda bir hafta kaldım, sonra hep birlikte kuzenim Varya’nın evine konuk olduk. Bilirsiniz, Varya’nın kocası umacının, zorbanın biridir (Böyle kocayı gebertmeli en iyisi), gene de hoşça vakit geçirdik. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, “Soylu Bir Ailede Rezalet” adında bir amatör piyeste rol aldım. Ah, Hrustalev öyle güzel oynadı ki, görmeliydiniz! Perde arasında konyak karıştırılmış buz gibi limonata verdiler. Konyaklı limonata tıpkı şampanyaya benzer... Eh, ben de biraz içtim, ama başlangıçta bir şeyim yoktu. Ertesi gün temsilden sonra Hrustalev’le bir araba tutup gezintiye çıktık. Hava biraz rutubetliydi, rüzgâr esiyordu. İşte o sırada üşütmüş olmalıyım. Üç gün sonra “Eve gideyim de biricik Vasya’mı göreyim, bakalım neler yapıyor? Bu arada çiçekli ipek entarimi de alayım.” dedim. Vasya’cığımı bulamadım evde. Praskovya’ya semaveri koyup çay yapmasını söylemek için mutfağa gittiğimde masanın üstünde körpe turplar, havuçlar gördüm, tıpkı oyuncak şeylere benziyorlardı. Tuttum, bir havuç yedim, bir de turp... Sakın, çok yediğimi sanmayın! Nasıl desem, bilmem ki, birden mideme bir bıçak saplandı sanki... Buruldu, buruldu, buruldu... Öleceğim sandım. Vasya işinden geldi o sırada. Beti benzi attı zavallıcığın, canının sıkıntısından saçlarına sarıldı, koşup doktor getirdi... Anladınız, değil mi, neredeyse ölecektim! Sancılar öğle vakti saplanmış, saat üçte doktor gelmiş, saat altıda ise Liza’cık yalmış, gecenin ikisine değin mışıl mışıl uyumuş... Şimdi saat gecenin ikisi. Mavi abajurdan gece lambasının fersiz ışığı süzülüyor. Lizoçka hâlâ yatakta. Dantelli beyaz başlık bağladığı başı yastığın koyu kırmızı zemini üzerinde daha da bir göze çarpıyor. Solgun yüzüne, yuvarlak, biçimli omuzlarına abajurun nakışlı gölgesi düşmüş. Kocası Vasili Stepanoviç ayak ucunda oturuyor. Zavallıcık, karısı eve döndü diye öylesine mutlu ki! Bir yandan da hastalandığı için çok korkuyor. Karısının uyandığını görünce; —Liza’cığım, kendini nasıl hissediyorsun? diye soruyor. —Şimdi daha iyiyim, diye inliyor Liza’cık. Midemdeki kasılmalar geçti, ama uyku tutmuyor gözümü, uyuyamıyorum. —Meleğim, koyduğumuz kompresi değiştirelim mi? Liza’cık ağır ağır doğruluyor, bu sırada acı duyduğunu göstermek istercesine yüzünü buruşturuyor, başını zarif biçimde yana eğiyor. Vasili Stepanoviç kutsal bir iş yapıyormuş gibi, parmaklarını karısının ateşten yanan tenine dokundurmaya korkarak kompresi değiştiriyor. Lizoçka büzüşüyor, soğuk su tenine değdikçe gıdıklanıp gülüyor, sonra yeniden yatağına yatıyor. —Benim yüzümden sen de uyumadın, diyor kocasına. —Uyumasam da olur. —Benimkisi sinirden, Vasya’cığım. Sinirli bir insanım. Doktor midem için ilaç yazdı, ancak ben onun hastalığımı anlamadığı kanısındayım. Midemden değil benim sorunum, sinirden; yemin ederim sinirden! Şimdi bütün korktuğum nedir, biliyor musun? Hastalığım daha da kötüleşirse ne yaparız? —Yok, Liza’cığım! Göreceksin, yarın bir şeyin kalmayacak! —Hiç sanmam! Ben kendim için korkuyor değilim... Bana hastalığım vız geliyor, ölmeye bile hazırım. Asıl acıdığım şensin! Beni yitirince yalnız kalmandan korkuyorum. Vasya’cık karısıyla sık sık birlikte olamadığı için yalnızlığa alışmıştır, ancak Liza’nın bu sözleri onu gene de kaygılandırıyor. —Sen neler söylüyorsun, Tanrı aşkına! Bu can sıkıcı düşüncelerin nedenini bir anlayabilsem! —Başa gelen çekilir... Biraz üzülürsün, ağlarsın, sonra alışırsın. Hatla evlenirsin de... Dertli koca üzüntüden saçlarını yoluyor. —Peki, peki, sen dediklerime bakma! diye yatıştırıyor Liza onu. Sen her şeye hazır olmaya çalış gene de... Genç kadın gözlerini kapıyor, “Gerçekten bir de ölüverirmişim...” diye geçiriyor içinden. Ölümü geliyor gözlerinin önüne. Döşeğinin çevresini annesi, kocası, kuzeni Varya, akrabaları, “yeteneklerine hayran olanlar almışlar; son nefesini vermeden “Bağışlayın!” diye fısıldıyor. Hüngür hüngür ağlıyor herkes. Ölüsü nasıl da soluk yüzlü! Ona pembe giysilerini giydiriyorlar (bu ona çok yakışıyor), çiçeklerle dolu, ayakları yaldızlı, pahalı bir tabuta koyuyorlar. Günlük kokusu yayılıyor çevreye, mumlar çıtır çıtır sesler çıkarıyor. Kocası tabutunun başından ayrılmıyor, hayranları gözlerini ondan alamıyorlar. “Tıpkı canlı gibi! Tabutun içinde nasıl da güzel duruyor?” diyorlar, işte kiliseye götürülüyor. İvan Petroviç, Adolf İvanıç, Varya’nın kocası, Nikolay Semyoniç, ona konyaklı limonata içmeyi öğreten kara gözlü üniversite öğrencisi tabutunu taşıyorlar. Tek üzüntüsü, müzik çalın-maması! Cenaze ayininin bitiminde yakınlarından teker teker ayrılıyor. Tabutunun püsküllü kapağı kapanıyor üstüne. Gün ışığından tümüyle kopuyor Liza’cık. Kiliseyi hıçkırıklar dolduruyor. Tak! Tak! Tak! Kapak çivileniyor... Liza titriyor, gözlerini açıyor. —Vasya, burada mısın? diye soruyor. Öyle iç karartıcı şeyler düşünüyorum ki! Nasıl da mutsuzum, bir türlü uyuyamıyorum. Hadi, bana neşeli bir şeyler anlat! —Ne anlatayım, bir tanem? —Aklına ne gelirse, diyor süzgün bir tavırla Lizoçka. Şey, aşk üstüne olsun... Ya da Yahudi yaşamından bir şeyler ... Karısının neşelenmesi, ölümden söz etmemesi için her şeyi yapmaya razı olan Vasili Stepanoviç kulaklarını örten saç kıvrımlarını çekiştiriyor, yüzünü tuhaflaştırıyor, karısına yaklaşıyor. —Saatini onarayım mı, bayan? diyor Yahudi taklidi yaparak. Lizoçka kahkahayı basıyor, sehpanın üstündeki altın saati kocasına uzatıyor. —Al. Onar junu! Vasya saati alıyor, içindeki aletlere uzun uzun bakıyor. —Bayan, onarılmaj bu saat. Çarklardan birinin iki diji ajınmıj! diyor kıvranarak. Kocasının sözleri Lizoçka’yı kahkahayla güldürüyor, neşeyle ellerini birbirine vuruyor. —Çok güzel, Vasya! diyor. İyi taklit yapıyorsun! Bak, sana ne diyeceğim! Amatör piyeslerde oynamamakla aptallık ediyorsun. Sısunov’dan daha iyisin, biliyor musun? “Yaş Günü” adlı bir piyes oynamıştık, orada Sısunov diye biri vardı. Birinci sınıf güldürü ustası... Havuç gibi kalın bir burun yapmış, gözlerini yeşile boyamış, leylekler gibi yürüyordu. Gülmekten kırıldık. Bak, sana nasıl yürüdüğünü göstereyim. Lizoçka karyoladan aşağı atlıyor, başörtüsüz, çıplak ayaklarıyla yürümeye başlıyor. Erkekler gibi sesini kalınlaştırarak; —Saygılar sunarım! Ne haber? Yıldızlar altında yeni bir şey var mı? diyor. Kah-kah-kah! Vasya da basıyor kahkahayı. Karı-koca hastalığı tümüyle unutup yatak odasında birbirini kovalamaya başlıyorlar. Koşturmaca, Vasya’nın Liza’yı gömleğinden yakalayarak onu öpücüklere boğmasıyla son buluyor. Kocasının ateşli kucaklamalarından biri sırasında Liza ansızın hasta olduğunu anımsıyor. Yalağa yatıp üstüne yorganı çekerek; —Saçmalamayı bırak! diyor ciddi bir yüzle. Hasta olduğumu nasıl unutursun? Öyle şey olur mu? Vasya ulanarak; —Bağışla, karıcığım, diyor. —Hastalığım daha da kötüleşirse suçlusu sensin. Beni hiç düşünmüyorsun! Sen iyi bir koca değilsin! Lizoçka gözlerini yumup düşüncelere dalıyor. Önceki acı çeken yüz anlatımı, baygın duruş geriye dönüyor; yeniden hafif iniltiler başlıyor. Vasya kompresi bir daha değiştiriyor, karısının teyzesinde, şurada-burada değil, evde olmasından dolayı kıvançlı; sabaha kadar gözünü kırpmadan ayak ucunda uslu uslu oturuyor. Saat onda doktor geliyor. Hastanın nabzını tutarak; —E, bugün kendinizi nasıl hissediyorsunuz? diye soruyor. —İyi değil, diyor Vasya karısının yerine. Hiç de iyi değil. Doktor hastanın yanından kalkıp pencereye gidiyor, sokaktan geçen bir baca temizleyicisini uzun uzun süzüyor. —Doktor, bugün kahve içebilir miyim? diye soruyor Lizocka. —İçebilirsiniz. —Peki, kalkıp dolaşabilir miyim? —Olabilir ama bir güncük daha yataktan çıkmamanızı salık veririm. Böyle diyen doktor masaya oturuyor, alnını avucuyla sildikten sonra hastaya reçetesini yazıyor, akşama bir daha geleceğini söyleyip selam vererek oradan ayrılıyor. Vasya göreve gitmiyor o gün, karısının ayak ucunda oturuyor. Öğleye hastanın hayranları toplanıyorlar söz birliği etmişçesine. Bir sürü kitap, çiçek getirmişlerdir; hepsi de kaygılıdır, hastaya bir şey olmasından korkarlar. Hafif bir bluz ile kar beyazı başörtüsü giyen Lizoçka yalağında yalarken iyileşmiş olmasına inanmamış gibi boş gözlerle bakıyor çevresindekilere. Hayranları kocasının aralarındaki varlığına karşı hoşgörülü bir tavır takınırlar, ne de olsa onları birleştiren bir şey vardır: Ortak mutsuzlukları! Akşamın altısında Lizoçka bir daha dalıyor, gecenin ikisine değin kesintisiz uyuyor. Vasya ayak ucundan ayrılmıyor karısının, bastıran uykuyla boğuşuyor, kompres değiştiriyor, Yahudi yaşamından sahneler sunuyor. Sabah olunca, acılar içinde geçen ikinci geceden sonra Liza daha fazla dayanamayıp aynanın karşısına geçiyor, şapkalarından birini giyiyor. —Nereye böyle, sevgilim! diye soruyor Vasya yalvaran bir sesle. Lizoçka’nın yüzünü bir korkudur alıyor; —O da ne demek? diye soruyor şaşırmışçasına. Bugün Marya Lvovna’nın sahnede provası var, ne çabuk unuttun? Karısını geçiren Vasya yapacak başka bir şeyi olmadığı için, can sıkıntısından çantasını alıp görevine yollanıyor. Uykusuz geçen iki geceden sonra başı ağrımakladır; hem de öyle ağrır ki, sol gözü ikide birde kendiliğinden kapanır. Dairede amiri onun durumunu görünce; —Neniz var azizim? Kötü bir şey mi oldu? diye soruyor. Vasya elini sallıyor, yerine oturuyor, içini çekerek; —Hiç sormayın, beyefendi, diyor, iki gündür çektiğim acıları ben bilirim. Ah, Lisa hastaydı! Amiri korkuyor. —Aman Tanrım! Lavta Pavlonya mı hasta? Nesi varmış? Vasili Stephan’ı ellerini iki yana açıyor, “Orasını Ulu Tanrı bilir!” derecesine gözlerini tavana dikiyor. Amiri de gözlerini geriye devirerek içini çekiyor. —Acılarınıza katılmaktan başka ne yapabilirim, Vasili Stephan’ı? Karımı yitirdiğim için sizi çok iyi anlıyorum. Bu öyle bir acıdır ki, nasıl anlatsam! Korkunç bir şey! Umarım, Lizaveta Pavlovna daha iyidir şimdi. Hangi doktora gösterdiniz? —Von Şterk geldi. —Von Şterk mi? Magnus’a ya da Semandritski’ye gösterseniz daha iyi olmaz mıydı? Bakın, sizin yüzünüz de sapsarı! Kendiniz de hasla olmalısınız. İyi bir şey değil bu! —İki gündür gözlerimi kırpmadım, beyefendi. Üzüldüm, çok acı çektim... —Ama göreve de geldiniz! Niçin geldiğinizi anlamıyorum. Kendinizi böyle zorlamaya gerek var mıydı? İnsan biraz kendine acımalı, değil mi? Hadi, şimdi evinize gidin, iyice düzelene değin işe gelmeyin! Gidin, gidin, emrediyorum size! Genç memurların çalışkan olmaları iyi bir şey, ancak eski Romalıların dediklerini de yabana almamalı. Mens sana in corpore şano, yani sağlıklı ruh sağlıklı bedende bulunur, dememişler mi? Vasya amirinin sözünü dinliyor, kâğıtları gerisin geriye çantasına koyuyor, daireden ayrılıp evinin yolunu tutuyor. Görsel: Pablo Picasso- HASTA KADIN

  • TALAN YENİLECEK

    uykusuz, tedirgin gecelerin sabahları da isli, puslu olur öğle vakitlerinin sessizlikleri akşamların asi dinginlikleri en çok işçileri en çok kadın işçileri en çok çocukları ve gençleri hele işsiz gençleri en çok, en çok sarsar haykırışa dönüşemeyen günlerde duyulmaya yabancılaşmış çığlık artçısı yokmuş gibi bilinmesin ka pi ta lizm karanlığın mayası, mutlulukları çalan kötülük yok oluşuna kadar şarkılar illegal aşklar sürgün ekmek zehir zıkkım onun da sonu var yeter ki dayanalım yeter ki sıra dağlar gibi duralım nehirler gibi denize akmasını bilelim yarınlar düşlere daha fazla sıkış tepiş edilmesin yeter ki ne yol ne yola çıkan yorgun olmamalı günün bir vakti yola çıkmalı artık, kervan topraklar sular yeryüzü ve gökyüzü alın teri çocuklar çiçekler gençler kadınlar ağaçlar emekçiler ve orman börtü böcek canını, kanını sonsuz teslim etmeyecektir! kan emicilerin olan dünya yaşama can verenlerle hür olacak daha güzel olacak o zaman o zaman soluduğumuz hava içtiğimiz su yediğimiz yemiş daha temiz olacak uzatılan el bakan göz her şey daha temiz talan edilemeyen inadımız onurlu yaşanacak hayatı vicdanla yoğurarak yeniden kuracak

bottom of page