top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • SOLGUN  ZAMANLAR

    Solgun bir mevsimden, Yağmalanmış umutlar kalır geriye. Yamalı sevinçler, Buruşuk ümitler, Ve kocaman kederler kalır geriye… Solgun bir mevsimden, Dağınık ruhlar kalır geriye. Şafaksız sabahlar, Bulutlu günler, Zifiri karanlık geceler kalır geriye… Solgun bir mevsimden, Yırtık senfoniler kalır geriye. Ölü sevişmeler, Zir u zeber demler, Melodisi eksik besteler kalır geriye… Solgun bir mevsimden, Savrulmuş bakışlar kalır geriye. Güneşsiz tebessümler, Kokuşmuş öpüşmeler, Tanrısız sancılar kalır geriye… Solgun bir mevsimden, Bitimsiz hüzünler kalır geriye. Dolmuş bulutlar, Öfkeli rüzgarlar, Yara almış insanlar kalır geriye… Solgun bir mevsimden, Dağılmış düşler kalır geriye. Derin serzenişler, İnsafsız sessizlikler, Uçurtması yırtılmış çocuklar kalır geriye… Solgun bir mevsimden, Üşümüş gaflar kalır geriye. Hissiz hisler, İnatçı ayazlar, Keskin kokular kalır geriye… Solgun bir mevsimden, Kırık canlar kalır geriye. Uğultulu yalnızlıklar, Çıplak sevdalar, Tutsak yasaklı şiirler kalır geriye… Solgun bir mevsimden, Kanadı kırık kuşlar kalır geriye… İkram GÜNEŞ

  • GÜZİN

    Varoluş sefasında katlanır kentlerin soluğu Güz bitiği sofrasının hezeyanına bir dizin dize sarılır Ah yutkunan bir yığın yaprağın düşüşünde törenler Köleliğine mil çekilmiş dağların gözleri... Gerilen, sürgüne gönderilen bu hislerin. Bir vakt-i huzuruna kabulü Ne mümkün günah şehrinde Bu paydalanış bu zamanın köreltisi. Kuşlara dokunuşlar Gölgeler çürüyen kafesinde yokluğun Basamaklanmış bu silüetlerde durmuş saatler. Geç kalma telaşına sokulmuş yüzün Sararmış tenlere renksiz nöbetler kavuşmuş. Acısız bir selama gidilir İşgali harabede kararmış yüzün Solan çiçekler göğsünde Uyan vakti gelmiş geçmiş Ölü dar bir yüzyılda ölü bedenler sokulmuş fotoğraflara.

  • GELECEĞİM

    doğum gününe gelemedim çiçek de alıp gönderemedim yazdığım bir şiiri postaya vereceğim ama bekle bu kadarla yetinmem belki en çok ikimizin uyuyamaz olduğu bir kış gecesinin derin sessizliğinde dışarıda lapa lapa kar yağarken çalarım kapını ansızın ya da bir nisan sabahı kırları sırtlanıp gelirim üçüncü ihtimal ama mutlaka bir mayıs sabahı kucaklarım seni

  • SON BEKLEDİĞİM

    Ufkumda bulutlar kümelerken kara bahtım, Ben her gönül ufkunda doğan sabahtım. Devran herkese taslarla zehir sundu da birden Ben herkese bir neşe yarattım o zehirden. Bir köprü kurup, zulmetin ardında, seherle, Bildim gülüp eğlenmeyi ömrümce kederle. Alnımdaki her çizgi beyaz bir gece saklar, Bir başka şafaktır saçımın gördüğü aklar. Farkım ne, emel kaynağı bir körpe çocuktan, Madem ki henüz gelmedi son yolcum ufuktan? Ömrümce neden yılları zincir gibi çektim, Madem ki bir aşk uğruna can vermeyecektim? Bir müjde taşır her gün uzaktan bana rüzgar; Elbet gelecek, gelmedi, bir beklediğim var! Son beklediğim gelmeden, ölsem de yüzünde, Devran bulacak yar ile ağyarı hüzünde. İsmim gezecek pembe dudaklarda elemle, Gözler dolacak bir çocuk ölmüş gibi nemle, Bir günde doğup can veren altın kelebekler, Bizden daha genç bir şair öldü diyecekler!

  • BOĞULMUŞ  DÜŞÜNCELER

    Dudaklarımdan oflar, İçimden umutlar dökülüyor. Bahar en olağan haliyle sararıyor. Radyolardan yitik sevdalara, Hüzünbaz şarkılar çalınıyor. Ruhumun hücrelerine, Acımasız acılar musallat oluyor. Sessizlik dört yanımı kuşatıyor. Ve şakaklarıma karanlık(lar) çöküyor...! Rüzgar dağıtıveriyor, Sakallarıma bulaşmış tüm şiirleri. Solum kanlar içinde. Yoruluyorum, bitkin düşüyorum...! Sözcüklerim, dizelerim bir bir sırt dönüyor, Uzaklaşıyorum mürekkep kokusundan. Ve kopuyorum sevda diyarından. Önce tütün kokusu genzimi yakıyor, Sonra yorgunluk, Sonra tükenmişlik, Sonra, sonra ÖLÜM...! Heyhat! Şimdi yamalı bir şiire benziyorum. Ve unutulmuş, Yaralı bir şairi andırıyorum...! Heyhat! Şimdi Leylasız bir Mecnun'a benziyorum. Ve mavisi soluk, Mutsuz bir gökyüzünü andırıyorum... Heyhat! Şimdi misketi çalınmış, Kavruk tenli bir çocuğa benziyorum. Ve yamaçları nergizsiz, Rüzgarı buruk bir dağı andırıyorum... Heyhat! Şimdi kanadı kırık bir martıya benziyorum. Ve güneşini kaybetmiş, Soluk-mat bir günü andırıyorum...

  • Konağın Efendisi

    Çocukluğunun konağının bu denli küçük olduğunu ayrımsayınca biriktirdiği duygular kırılıvermişti. Yüzünde pişmiş sütün soğurken oluşturdu kaymağın titremesinden oluşan tül kıvrımlar belirdi. Yüz gramlık tekel çay paketini dikey duruşunu anımsadı. Say kayaların üzerine yükseltilmiş iki dam boyunda taş kayması yapıydı Pantik Ali’nin konağı. Alttaki damların üzerine oturmuş, doğusu ve kuzeyi yumuşak ak taşlardan işlenip süslenerek yapılmıştı. Üç yol ağzına bakan iki pencereyle kuzeye bakan pencerenin kapı üstü arasına yerleştirilmiş uzunca taş üzerinde “Maşallah-1955” yazısı soluk da olsa okunuyordu. Taş duvarlar sıvanmış, üzerine de çiğdem sarısı boyanmıştı. Kuşların yuvaları mı, Ali emminin geçmişi mi örtülmeye çalışılmıştı bilemedi. ‘…Eskiden koyu yeşil boyalıydı, neden yeniden boyanmamış?’ düşüncesinde, köşe taşlarına gerilmiş radyo antenlerini arayan gözleri üzüntüyle ıslandı. Düz dama sonradan kondurulmuş çatının kırmızı kiremitleri aykırı mı düşmüştü? Kocaman meydan sinilerini anımsatan iki uydu yayın alıcısı, güneş toplarla arkadaş edilince leylek için koydukları taşlar indirilmiş olmalıydı. Kapının, pencerelerin süt akı gülümseyişi de şaşkınlığını artırmıştı. ‘…Eskisi daha iyi yakışmıyor muydu? Altı halkçı üstü demokrat olmuş konağın…’ Konağın sağına yürüyüp avluya giren kapıyı ararken kalınca taş duvara yerleştirilmiş genişçe demir kapı yolunu kesivermişti. Yukarıya çıkmak isteğiyle merdiven basamaklarına yöneldiğinde, mozaik dökülerek kaplanmış basamaklara adımını atamadı. Yukarı bakamadığından da kapıdan dikilip kendisini izleyeni göremedi. “ Buyur emmi! Kimi aradın?” “Pantik Alinin konağını!” diyerek başını kaldırdığında şaşırdı. Kocaman göbeğini mavi kot pantolona zorla sığıştırmaya çabalamasına karşın, çıkıntılarını gizleyemeyen iri yapılı erkekten ürkse de belli etmemeye özen göstererek bakındı. Kot üzerine giyilen mavi örme gömlek de bedenini inceltememişti. Üç numaraya vurulmuş kırlaşmış saçları, aşağıya sarkan iri bıyıkları, yüzünü kaplayan bilerek uzatılmış kırçıl sakalı kendine göre güzelse de karşıdakine ürkü veriyordu. Geriye dönüp gitmek istedi ama geç kaldığını sezinledi. Avucunda döndürüp durduğu fotoğraf makinesini elden ele geçirse de koyacak bir yer bulamıyordu. El çantasının tutamağına bağlarken şaşkınlıktan arkadaki kayalara bakınmaya başladı. “ Emmi! Konağı burası ama Pantik Ali tarih oldu! Altlı üstlü iki damdan konak olursa burasıdır. Siz kimsiniz Turist amca?” “Siz Bayram olmayasınız?” Ayağındaki kocaman terlikleri şapırdatarak eşiklerden inerken, karşısındaki kırlaşmış top sakallı, kendi bedeninin çeyreği yaşlıyı tanımaya çalıştığı bakışlarından belliydi. Gölgede yüz yüze bakışırken, geçmişin karanlığından ortak görüntüler aradıkları yüz seyirmelerinden anlaşılıyordu. Erkek irisi adam kalınlaşmış sesine özen göstererek söylendi. “Turist misiniz?” “ Geziciyim! Aslında bu kasabadanım, uzun yıllardır başka kentlerde yaşıyorum. Çocukluğumu, evimizi, annemi, babamı, kardeşlerimi, babamın arkadaşlarını, arkadaşlarımı aramaya çıktım. Sizin soyadınız Us olmalı.” “ Evet, Us! Siz nereden biliyorsunuz? Hem neden ayakta duruyoruz? Buyurun yukarı çıkalım. Pantik Ali’yi aramıyor musunuz? Bey yoksa bedeli vardır. Oğlu Bayram’ım ben.” Bayramın arkasından eşiklere yöneldi. Basamakların sonundaki düzlüğe ulaştıklarında geriye dönüp bakındı. Basamaklarda, giriş kapısının eşiğinde birkaç soluk duraklayıp çevreye bakınırken geçmişin anı dizgelerini düzenliyordu. Bayramın açtığı plastik kapıdan içeriye girdiklerinde şaşkınlıktan dikilip kalıverdi. Pantik Ali emminin kocaman bataryalı radyosunu koyduğu pencere önü, ak mermerle kaplanmış, üzerine de pahalı bir vazoda çiçek konulmuştu. Kemer kollarının altındaki raflar sıvanmış, üzerine mermer yerleştirilmişti. Kavak tahtalardan yapılan kapaklı dolapların yerine de yapay kaplanmış dolaplar oturtulumuştu. Yerdeki sedir sökülüp düzeltilerek fayans taşlar döşenmiş, Nar kırmızısı boyalı kumaşlarla kaplanmış gösterişli ve kullanışlı (!) çekyatlarla doldurulmuştu. Orta yerde uzunca, vişneçürüğü kaplamalı masanın çevresi açılır kapanır sandalyelerle doldurulmuştu. Doğuya bakan duvarın iki pencere arasındaki duvara kocaman televizyon yerleştirilmişti. Televizyonun üzerinde, tam duvarın orta yerinde, eski marangozların yapımı yaldızlı çerçevede Pantik Ali emminin gençliğinden kalan solgun fotoğrafı asılıydı. Güneye bakan küçük pencerenin boşluğuna kasa, önündeki masaya bilgisayar konulmuştu. Kasanın yanında ilk bakışta ayrımsanamayan elektronik aygıtlar doldurulmuştu. Giriş kapısının dayandığı duvara irice, siyah ses büyülten kutular sıralanmıştı. Bayram, babası Pantik Ali’nin oturduğu yere düş gelen çekyat köşesini göstererek; “ Buyurun emmi! Oturup soluklanın. Bir birimizi bile tanıyamadık daha.” deyince sessizce çöküverdi. Bayram iki elini birden uzatarak; “ Pantik Ali’nin odasına hoş geldiniz!” İki yaşlı beden ilk gençlik günlerinin bilinmezliğiyle kucaklaştı. Bayram dolaplardan birini açarak kolonya, Almanya sigarası, ışıltılı cam kâseden şekerlemeyi sırasıyla sunup karşısına otururken konuk sıvanıp boyanmış üç kemeri, kemerlerden sarkıtılmış ışıl ışıl avizeleri ilgiyle izliyordu. ‘… Nasıl olduysa Ali emminin resmini atmamışlar!..’ duygusunun ezicindeydi. “Hoş Buldum Bayram Bey! Babalarımız sık sık sizin buraya çıkan merdivenlerinde, kapının eşiğinde oturur, derin söyleşilere dalarlardı. Sizin eve gaz ocağının geldiği günü anımsadın mı? Baban ocağı yakmayı öğrenirken yanında kim vardı? Onun yanındaki çocuğu anımsadın mı?” Derin bir soluklanma, başını yukarı kaldırıp düşünmeden sonra yanıtladı. “Pangacı Mustafa emmi vardı. Babamın nerede görse konuşmadan geçemediği, şakalaştığı, bazen da dış kapının önünde gazocağını yakıp biber kızarttığı; Saratlı, Akmezar köylerinden getirdiği şarapla içerek söyleştikleri Mustafa emmi. Sen Büyük oğlu olmayasın” “ Geçmişten usunda kalanları unutturmamış Almanya.” “Almanya olduğunu nereden bildin arkadaş?” “ Ali emminin odasını talan ettiğinden Avrupa’da çalıştığını düşündüm.” “Öyle oldu. Biz de savrulduk bir yerlere işte sizcileyin. Buralardan gittiğinizi, okuduğunuzu, annenin; sonra da babanın öldüğünü duymuştum. Karşılaşmak bu güneymiş demek. Bak yahu, ne gâvur turist ne de hacıymışsın. Kocadık her hal tanıyamadık. Nereden aklın düştü buralar da gelip bizim odayı buldun?” “Unutmadım ki, uzakta da yaşasak çocukluğumuz sırtımıza sarılmış yükümüzdür, bizimle gezer. Sokakları dolaşırken ayaklarım gelip sizin odanın gölgesinde durdu. Yaz sıcaklarında Koca Köprü ‘den gelirken eşiğine oturup yorgunluk çıkardığım, soluklandığım yerdir burası. Pantik Ali Emmiyi, babamı, sizi, annenizi, kız kardeşinizi anımsarım. Öyle ki, ala eşeğinizi, iki kara öküzünüzü, sizin delibozuk coşmalarını da anımsarım.” “ Delibozuk başkaldırılarım bitecek gibi değil emmioğlu. Babamdan bana kalan en önemli huyları sürdürüyorum. Alaman’a gittim Alaman olamadım, herkes para biriktirdi, ben yaşamın gizini bulmaya çalıştım. ‘…Bayram’ıma kıyamam, gurbete gönderip okutmak nerden çıktı? Bayram dizimin dibinde gerek...’ derken göğsüm kabarırdı. Kötülük yaptığını anlamam saçımın ağarmasını buldu. Kendi yurdumla bağdaşmadan göçmen işçi olmak kolay mı sanırsın? Kendi dilinde okuyup yazmadan, anlamadan Avrupa’nın kapılarına dayanırsın. Hayat demir duvar olur önüne. Kemir kemirebilirsen…” “ Binlerce işçi var oralarda. Yakınan çok az, sen de yakınanlardansın. Oralarda da çeliştiğin belli oluyor. Neden çeliştiğini sezebildin mi?” “ Çelişmemek de kolay ama Pantik Ali’nin oğluyum. Çevremdeki her olumsuzluğu görmek kolay da görmezden gelmek çok zor geliyordu. Karşı çıkmazsam ölürüm sanıyorum. Elin önde bağlı, baş eğen, karşı çıkmayan işçi istiyor onlar da. Açık söylemezler ama işin özü bu. Benler canlı tutulup bizler öldürülmeye çalışılıyor. Babamın köydeki durumu benimle Avrupa’ya taşındı sanıyorum. Çekinilen, boğulmak istenip de emeğinin gücünden kıyılamayan bayram işte. Bozguncu, kışkırtıcı saymalarına karşı haklılığı beğenilen, dürüstçe yüzüne söylenmekten çekinilen Bayram işte…” “Bütün yakınmana karşın yıllardır çalışıyorsun. Nasıl oluyor da kovmuyorlar?” “ Namazlı abdestli yeşil otların içinde mor çiçek açan irice bir kangalım ben. Ortamın süsü olsun diye kesip atmıyorlar belki.” “ Anlattıklarından çıkardığım bir soru var dudaklarımda. Oradaki yaşamın mutsuz görünüyor. Baba yurdunu değiştirip düzenleyerek onardığını görüyorum. Çocuklar nerelerde?” “ Bütün yaşantımız yandaki tandırlı ocaklı yer odada geçerdi. Duvarları isten kara zifte dönmüştü. Babamın kuyruğunda kopmayıp odada yaşadığımdan, babam keklik besler gibi cebinden beslediğinden iri yarı birisi olduğuma bakma sen. Anam veremdi bilirsin. Bacım da veremin hazır askeriydi. Saçını başını toplayıp taramayı öğrenmeden gelin gitti. Anam da birkaç ay sonra ölüp kurtuldu acısından ağrısında. Kaldık orta yerde. Komşuların arasında, akrabaların kayırmasıyla geçen günlerimiz başladı. Başıbozuk günlerimizde ilgisizlikten ipsizliğe savrulurken, parasızlığın zorlamasıyla büyük kentlerin yolunu öğrendik. Bulduğumuz işlerin ardında koştukça babamın veremediği becerileri yaşam burnumuza vura vura öğretti. Otomobil onarımından, sürücülük derken askerlikte de aynı işleri yapınca usta dediler Deli Bayram yerine. Analığım kasabanın hor görüsüne karşın iyi çıktı. Bize yeniden ocak ortamı yarattı. Eski eşinden oğlu, kızı vardı. Çatışmasız günler yaşattı analığım. İlk yenilgimi evlenince yaşadım. Olanaksızlıktan kendi işimizi kuramadığımız çabalama günlerinde Almanya Kapılarında buluverdim kendimi.” “ Almanya kapılarına dayandığını, var olma çabalarını, iki yerleşim yerindeki çabalarını öğrenecek deni gelip gitmem olmadı. Şimdi de çocukluğumla yüzleşmek için buralardayım. Evler, sokaklar, insanlar çok değişmiş; dünyanın değişimine usumuzu yorarken iç değişimimizi görememişiz.” Bayram, yerinden kalkıp köşedeki ocağın başında oyalanmaya durdu. Su sesi çaydanlık-demlik sesine karışınca taze demlenmiş çay kokusunu özleyen konuk; “Çay demleyeceksen kapı eşiğinde içelim. Babalarımız da öyle yapardı.” “Emmioğlu, şimdi de babamı anlamış değilim. Babama benzeştiğimi biliyorum ama nedenini anlamakta zorlanıyorum. Davranışları neden öyleydi? Alabildiğine doğrucu, inadından dönmez, haksızlık bilmez, camisiz, imamsız biriydi. Komşular neden hem çekinir hem de saygı gösterirdi? Cami evimizin karşısındaydı, beş vakti boş ver Cuma namazına, bayram namazına gitmezdi de; Perşembe sabahları cami altındaki ‘Hoca Mektebi’ne ellerindeki tas, cingil, torba ile giden çocukları gördükçe üzülür, ‘ Evlerinde kuru ekmek yok! Kadir Hoca’yı besliyorlar. Bunlar Kadir Hoca’dan okuma yazma öğrenemezler sittin sene. Üç namaz duası öğrenecek de varsıl çocukları. Perşembelik getiremeyenler Mustafa Kemal okuluna gidebilir ancak…’ derdine düşerdi. Bulduk Hoca’nın çevre köylerde gittikçe yaygınlaşan ‘…Okuyup üfleyip kısır karıları doğurttuğu…’ününe şaşardı. Karılarını Bulduk Hoca’ya getiren acınası köylü kocalara ‘…Kendi eliyle boynuz taktıracak…’, birkaç kez gelip gidenlere de ‘…Boynuzu cilalatıp karının ateşini soğutturacak…’ demekten usanmazdı. Karaborsadan batarya-pil alacak parası olmazdı; her sabah sığırlar çobana sürülürken yurttan sesler türkülerini, öğle- akşam ajansını ses büyültenden dışarı verip komşulara dinlettirirdi. Ölenin cenazesini kaldırır, doğana basma gönderir, her bayram dört sofra kurup komşulara aş dökerdi. Yoklamaya gelenler, hatırını soranlar komşu köylerin deli dolusu (!); kasabanın okumuş yazmışları, dışarlık olmuş amir memur takımıydı? Eline geçen gazete kâğıtlarını okumaktan ne anlardı? Babamı anlasam çıkıntılarımı kıracağım.” Oralardan bulduğu parlak tepsiye çay bardaklarını, şekerliği dizerek kapının eşiğine bıraktı. Dönüp açılır kapanır sandalyeyi, çaydanlıkla demliği de çıkarırken ünledi. “Emmoğluuuu! Gel sevdiğin yere otur da babalarımızı analım.” Kapı eşiği mozaikle kaplanmıştı. Yine de babasının oturduğu yere oturdu. ‘…Teninin kokusunu duymak istese de araya giren mozaik döküm müydü, yıllar mıydı?..’ sorgulamasına duruverdi. Çay bardağına çarpan gümüş kaşığın çınlaması eskilere uzanamadı ama geleceği muştulamaya bir çağrı oldu. Kasabanın boşalmış da olsa eski taş evleri geçmişi unutmuş muydu? Geçmişin insan kaynayan meydanından gelip geçen de yoktu. Boş avlular içindeki yıkılmaya başlamış eskinin görkemli odaları öğle sıcağında ağıda mı durmuştu. Acıyı yüreğe gömmek çabasıyla söylendi gezici. “ Bayram kardeş, babalarımızı anlayamadığımızdan kaynaklanıyor yaşam savaşında yaralanmalarımız, yeniden sağalıp kavgalara girişmemiz. Babalarımızı anlayamamak ağır gelse de çocuklarımızı anlamaya çalışsak diyorum.” Bayram’ın ürkütücü bedenine karşın küçülmüş gözlerinden acı sulaklar boşanıyordu. Bir serçe havalansa kovuklardan, üç ötüşe vursa kendini Bayram ağlamasını keser miydi? Konak değişse de yok edilmemişti. Çocukluğumuz neredeydi? 08 Mart 2016

  • Candarma Bekir

    Hapishanede Çallı Halil Efe'ye hep sorardım: “Sana ne diye yüz bir sene verdiler? Ne haltlar karıştırdın?” “Asmadıklarına şükür, efendi!” diye cevap verir, sinsi sinsi gülerdi. Birkaç kere, vukuatını öğrenmek için, sıkı sıkı sordum, nihayet başından savar gibi: “Devlet benden iki başıbozuk, bir candarma, bir mavzer, iki at soruyor” dedi. Devletin sorduklarını o kadar çabuk sayıverdi ki, ağzım açık yüzüne bakakaldım: “Ne diye bunları senden soruyorlar?” dedim. “Kayıpmışlar da, gördün mü diye soruyorlar! “ dedi. Tepeden bir gülüşle yüzüme baktı. Efendi olduğum için hapishanede ilkönce bana pek itibar etmezlerdi. Zaman geçtikçe ısındık; Halil Efe'yle de ahbaplığı ilerlettik, o zaman yaptığı vukuatları kısım kısım anlattı. Bunların her biri ayrı ayrı hikâyelere mevzu olabilirler; ben şimdilik yalnız bir candarma, bir at ve bir mavzeri niçin Halil Efe'den sorduklarını anlatacağım. “Çal'da Süleyman'ı vurduktan sonra İzmir'e kaçtığımı, orada yakayı ele verince beni Denizli Hapishanesi'ne gönderdiklerini sana anlatmıştım. Mahkememizi bekler dururken, günün birinde beni hapishane müdürünün odasına çağırdılar, “Çal Müddeiumumisi seni istedi, tahkikatı genişletecekmiş, Çal'a gideceksin!” dediler. İzmir'den gelirken tabanlarımda açılan yarıklar yeni iyi olmuştu, yüreğim cız dedi. Sen bilmezsin, karakoldan karakola yayan sevk olmak ne demektir. Hele bu yakaların candarmaları beni hep tanırlardı, dostum olan vardı, düşmanım olan vardı. Müdüre yalvardım: “Aman etmeyin, beni kaza müddeiumumisine göndermeyin!” dedim. “Emir çıktı bir kere, gitmemenin yolu yok!” dedi. Ne yapalım, devlet kuvvetine güç yetmez ki. Hapishanede birisini yaralayıp hakkımda tahkikat açtırsam, iki üç ay daha kalırdım, ama asıl mahkemem görülmemişti. Reis kötü tanırsa encamım iyi olmaz diye düşündüm. Hemşeriler sağ olsunlar, birkaç tayın topladılar, biraz keş peyniri, biraz da kuru soğan verdiler, hepsini çıkın yaptım, postalları ayağıma sicimle bağladım, nizamiye kapısının altında merkezden gelecek candarmayı bekledim. Kapıcı gardiyan Necip Efendi benden hiç hazzetmezdi. Hem efe, hem fakir olduğuma mı kızardı kim bilir... Candarma gelince bir kenara çekti, biraz konuştular, ondan sonra candarma kelepçeyi ille arkadan vuracağım diye tutturdu. “Aman, ocağına düştüm, uzun yol gideceğiz; insaf et!” dedim. Dinlemedi bile, kollarımı arkaya kanırtıp kelepçeyi vurdu. Düzüldük yola. Denizli'den Çal az yol değildir. Temmuz ortasıydı. Sıcakta yedi sekiz saat yol alıyorduk. O yanlarda karakollar birbirine yakındır, günde iki candarma değiştiği olurdu; uyuya uyuya fıstığa dönmüş candarmaya üç beş saat yol koyar mı? Çabucak öbür karakola ulaştırıp geri döneyim diye beni koşturur, “Aman, bir kıyıda biraz oturalım, hiç dermanım kalmadı!” deyince dipçiği basardı. En kötüsü, güneş ortalığı kavurduğu zamanlar yanından geçtiğimiz harmanlara uğrar, göğsüne bağrına döke döke ayran bakracını başına diker, köylüler verse bile bana bir yudum içirmezdi. Üçüncü günü akşama doğru Baklan Ovası'nda tren boyunda Kaklık köyüne geldik. Artık Çal uzak değildir diye içim ferahlamıştı. Bir de karakolda kimi görsem: Bizim Kara Muradın Bekir'i. Candarma olmuş. Beni görünce bir güldü. “Yandın garip Halil'im, yandın! dedi. Bir mahalleliydik ama küçükten beri hiç aramız barışmamıştı. Birbirimize diyivermesek bile, içten içe hasım gibiydik. Ben, şu bildiğin karı meselesinden Süleyman'ı vurunca, Bekir büsbütün kanıma yürür oldu. Süleyman'la pek arkadaştılar. Bacısını da galiba rahmetliye vermek niyetindeydi. Ben eşkıya olup dağa çıkınca köyde rahat oturamaz oldu. İki kere de yataklarımı ihbarladı. O zaman: “Eceline susamadıysa edebiyle otursun, Çallı Halil'in gözüne gayrı dünya görünmüyor!” diye haber saldım... Sesi çıkmaz olduydu. Şimdi karşımda namlı şanlı candarma olmuş, yüzüme bakıp bakıp sırıtıyordu. Sonra yanıma sokuldu, elini omuzuma vurdu: “Gel bakalım hemşerim, geçmiş olsun, kasavet etme, zeybek kısmı dayanıklı olur! dedi.“ Allah Allah, oğlan halimize acıdı!' dedim; ama o yıvışık sırıtması hiç durmuyor, gitgide zihnimi karıştırıyordu. Beni aldı, kendi yattığı odaya bitişik olan köyün misafir odasına götürdü, kelepçeyi çözmeden içeri bıraktı: “Yat uyu bakalım da, yarın sabaha kuvvetli bulun!” dedi. Gene öyle kötü kötü sırıttı. Ben toprak sedirdeki hasırın üstüne uzandım. Bekir'in bu gülüşleri netameli ama Allah hayır verir inşallah dedim, uyudum. Sabahleyin şafakla beraber uyandım. Odanın iki duvarındaki ufak pencerelerin önünde kalabalık vardı. Ne oluyor ki diye doğrulacak oldum, Bekir içeriye girdi; hep akşamki gibi gülüyordu. Yanıma sokuldu: “Kalk bakalım Halil Efe, seninle eski hesapları temizleyelim. Bak ne kadar dostun varsa topladım geldim!” dedi. Kendi kendime bir daha: “Yandın garip Halil Efe yandın!” dedim. Gözlerimi şöyle bir pencerelere, kapının aralığına doğru gezdirdim. Amanın ne göreyim! Yedi köyün ayanı (ileri gelenleri) muhtarı burada... Bekir gitmiş, bana düşman ne kadar köy varsa hepsinin ihtiyarlarını toplamış gelmiş. Hiç renk vermedim. Bekir yanıma sokuldu. Kelepçeye yapışıp bir asıldı, hemen doğruldum. Çeke çeke odanın ortalık yerindeki direğe götürdü, bir ip çıkardı, beni oraya sımsıkı bağladı. Ondan sonra bastı sopayı... Mahpuslukta adam dayak yemekten yılmaz. Eğer Bekir yalnız dayak atsa, bunu da tenha bir yerde yapsa, hiç ağırıma gitmezdi. Candarma değil mi, helbet dövecek; ama böyle yedi köyün muhtarını başına toplayıp da envai türlü hakaret etmesi bana pek dokundu. Beş on değnek vurduktan sonra gidiyor, kapıdan yalak gibi ağzını açıp bakan muhtarlarla, oraya biriken köylülerle konuşuyor, sonra dönüp yanıma gelerek soyuma sopuma sövmeye, suratıma tükürmeye, ötemi berimi tekmelemeye başlıyordu. O tükürünce ben elimi yüzüme götürmek istiyordum. O zaman bağlar bileğimi acıtıyordu... Yüzümü acıdan buruşturunca, bakanların hepsi katıla katıla gülüyorlardı... Bizim Bekir bir saatten ziyade benimle eğlendi; her yanımı dayaktan çürüttü, uyuz ite yapılmayacak hakareti yaptı... Ama ben de ağzımı açıp bir of demedim. Onun meramı beni zebun edip yalvartmaktı. O kadar adamın karşısında ölüm serilse bunu yapamazdım; yine de yapmadım. Bekir yorulunca yakamı bıraktı, köylülerle beraber yemek yemeye gitti. Ben içimden: “Ülen Bekir, sen bir elime düşmeyesin!' dedim. Ben Çallı Halil Efe olduktan sonra kimsenin ettiğini yanına komazdım. Az sonra Bekir göründü. Hiç sesini çıkarmadan bağlarımı çözdü, dışarı çıkardı, atına bindi, beni önüne kattı, Çal'a doğru yürümeye başladık. Denizli'den beri hiç atlı candarma ile yürümemiştim; bu da kaderde yazılıymış dedim. Şöyle böyle iki saat kadar yürüdük. Ovanın ortasındaydık. Bekir atını ağır ağır sürüyordu, ben de dizime kadar çıkan otların içinde bir yürüyüp bir koşarak sol yanında gidiyordum. Bir aralık baktım, kelepçenin ortasındaki vida sallanıyor. Ellerimi yavaşça iki yana çevirdim, kuvvetli kuvvetli bastım, paslı kelepçenin vidası çıt dedi, düştü. Hiç sesimi çıkarmadan daha bir yarım saat gittik. Ondan sonra Bekir'e döndüm, ellerimi uzattım: “Bekir Efe” dedim, 'bu kelepçenin vidası düşmüş.' Bekir aklınca kabadayı adamdı. Elinde mavzeri, altında atı olduktan sonra ben nereye kaçabilirdim ki? Hiç istifini bozmadı. “Çıkar kelepçeyi, koy cebine!” dedi... Dediğini yaptım; biraz daha yürüdük, o zaman kuşağımdan gümüş tabakayı çıkardım, Bekir'e uzattım: “Al bakalım Bekir Efe, sar bir cıgara!” dedim, “Ben Çallı Halil, sen Çallı Bekir olduktan sonra, biz daha çok rakılar içeriz, çok kadehler tokuştururuz...” Yüzüme bir baktı. Durdu, durdu, ondan sonra elini uzatıp tabakayı aldı. Elinde tuttuğu mavzeri dizlerinin üstüne yatırdı, dirseklerini onun üstüne dayadı, tabakayı açıp cıgarayı sarmaya başladı... Şöyle yandan bir göz attım. Hem cıgarayı sarıyor, hem de dirseklerini sıkı sıkı mavzere basıyordu. Silahın namlusu benden yana olduğu için hiç umut yoktu. “Ülen Bekir, bunu da çaktın!” diye içimden söyledim. Tam bu sırada Bekir cıgarayı, ıslatıp yapıştırmak için, dudaklarına götürdü. Dirsekleri mavzerin üstünden şöyle bir nefes alımı kalktı. O, daha ne olduğunu anlamadan ben mavzeri kapınca yirmi adım öteye fırlamıştım. Oradan bağırdım: “İn bakalım Bekir çavuş, şimdi de biz hesap görelim! “Bekir hemen indi, gülerek yanıma sokulmak istedi. 'Olduğun yerde kal!' diye bağırdım, “Kelime”i şahadet getir, seni vuracağım!' Bey, Bekir'in bu sözleri dediğim zamanki halini bir görmeliydin. Yüzü sararıverdi, melil melil yüzüme bakmaya başladı: “Aman Halil Efe,” dedi, “yavuklum var, bir garip anam var, canıma kıyma da ne yaparsan yap.” Yüreğim acımadı değil, ne kadar aramız açık olsa, yine hemşerilik vardı. Bir mahalle delikanlısıydık. Ama onun ettiği hakareti kandan başka bir şey temizlemezdi. Bekir sağ kaldıkça insan içine çıkamazdım: “Vuracağım seni Bekir, başka yolu yok; bir vasiyetin varsa söyle!” dedim. Bunu dedim, mavzeri de doğrulttum. O zaman Bekir kurtuluş olmadığını anladı. Garip garip bana baktı, sonra başını çevirdi, öte yanda yularını sürüyüp otlayan atını bir süzdü. Sonra başını kaldırıp gökyüzüne de bir göz attı. Tekrar bana döndü, ağzını açtı, tam bir şey söyleyecekti, tetiğe dokandım. Bekirceğiz oraya yıkılıverdi. “Ama sana bir şey söyleyeyim mi efendi, sen istersen gene inanma, benim tetiğe dokunmamla, Bekir'in yere düşmesi bir oldu. Allah bilir ya, garip oğlan kurşundan değil, korkudan öldü. Benim kurşun ona diriyken değil, ölüp yere yıkılırken değdi.” 1934

  • Biz İstersek

    elini ver gökkuşağı olsun hayat biz istersek ne şarkılar sürgün ne aşklar illegal olacak biz istersek tezgahlar ışık görecek demiri eriten nasırlı ellerin yüzü rengarenk gülüşlerimiz olacak hava, su ve toprak yaşamı çoğaltan olacak biz istersek hayat hep böyle yaşanacak ne emek kuşatılacak ne de barış özlem olacak...

  • Yeniden

    hayat bu durulmasa da hız keser ancak fırtınalara benzer kuytudadır her daim ne güzel sinsi bekleyiştir o kibele yağmurları gibi sessiz akşamüstlerinde hüzünse hep güleç başköşe misafiridir ama yürek bırakmaz yakasını us uslanamaz bildiğinden gönül yorulmaz aşktan gece de nedir! sabah öncesi değil mi? ışığın izindedir tüm beden bahar dalları yüklüdür boranlara duran çıplak ağaçlar öyleyse tükensin umutsuzluk meydanlar dost yüzüyle dolsun yolu olsun patika yolları fabrika yolları ve okul yolları yeniden çıkalım yollara yarım kalan aşk ve kavgasının şarkılarıyla

  • Bir Aşk Hikâyesi

    Ne ayıp şey, ne kötü başlık, ne çirkin bir hi­kâye ismi! Ben de öyle düşünüyorum. Hadi bırakalım bir tarafa dünya halini, şu pahalılık içinde seviş­mek... Hadi sevişmeyi de bırakalım bir yana, onu da şu aç insanlar içinde var sanalım. Ama neden konu diye seçelim. Ne ayıp şey! Ayıp olduğunu biliyorum. Dindar birisi, "Gü­nah bu zamanda!" bile der. Hem ayıp, hem günah doğrusu! Doğrusu bu, doğrusu bu ama, elimde değilse ondan söz açmamak. Bir başkasıyle hem yalnız­lığımı, hem ekmeğimi bölüşmeyi canım çekiyor­sa… Yine hakkım yok, yine ayıp!.. Allah belâmı versin aşka dair bir hikâye yazarsam. Hikâyemin başına "Bir kravat hikâyesi" de diyebilirdim. Aşk nedir, diye düşünmüyorum. Galiba Stendhal, insanların en mühim, en büyük icadı, diyor. Zaman zaman herkes bir şeye benzetmiş. Üstüne ciltlerle kitap yazılmış. Halledilmiş bir mesele de­ğil. Var mı yok mu, o da meçhul. İnsandan başka hiç bir hayvanda yok… Ben de onu bir şeye ben­zetmeğe çalışsam, olur mu dersiniz? Bir tren düşündüm. İki kişilik bir kompartı­man. Öteki yolcunun hangi istasyonda ineceğini düşünmüyorum bile. Ovaları, karlı dağları, akar suları, kayaları, çölü, vahaları, küçük şehri, tre­ne bakan öküzleri, yolculara ayıp işaretler yapan çoban çocuklarını geçtik. Gözümüze kırların, akar suların, stepin, küçük kulübelerin, öküzlerin, ço­ban çocuklarının; kiminin sükûnu, kiminin çağıl­dayışı, kiminin penceresinin ışığı, uçsuzluğu, ki­minin hüznü, hayreti, kıskançlığı çöktü. Hava kararmak üzere. Bir istasyonda duru­yoruz. İçimizden güzel şeyler geçiyor, işte yolcu da bindi, söyleşmeliyiz, konuşmaya başlamalıyız. Seyahat bitmek üzere. Beğenmedim. Ömrü seyahate, aşkı bir dura­ğa, sevgiliyi yolcuya benzetmek de ne oluyor? Ekmek, tuz, yemiş, su. Sayabildiğin kadar… "Korku, gece, gündüz, yaz, kış, uyku, döşek" de, kork­ma söyle. Her şeyin tadı onunla tadıldığına göre her şeye, her hoşlandığın şeye, her ihtiyacın olan şeye onu benzetebilirsin. Hayır, ben aşka dair konuşmamalıyım. Yal­nızlık kuyuma taş düşmemeli. Bir akşam üstüydü: İnsanoğulları şehrin bü­tün nakil vasıtalarını seferber etmişti. Taksi, tramvay, hususî otomobil, araba, kamyon, tabanvay!.. Işık­lar yanmıştı. Şehir semt semt insanla akıp gidiyor­du. Tramvaya binmektense Yüksekkaldırım’ı tır­manmak üzere dört arkadaş yola çıkmıştık. Şen, gürültücüydük… Arabalar geçerken bağıra bağı­ra «Hicran, yine hicran…» şarkısını tutturmuştuk. Cebimizde üç beş lira vardı. Şehrin ışığına doğru koşuyorduk. Vay anasını! Dünyada ne güzel kızlar vardı. Bir dakika göz göze gelir, dünyaya rengini değiştirirdik; olur mu olurdu… Kaç akşamlar böyle içimizde, atik bacaklı bir kızla tanışıvermek, dost oluvermek hülyası geçer­di. Bana nasip olmadı bu hülyanın sahisi! Ama olan oldu. Hattâ içimizden ikisine de bu piyango düştü. Onların başından geçti bu aşk hikâyesi, bi­ze nakletmek düştü. Yoksa kendi başımdan geç­miş bir şey değil. Arkadaşlarımdan birinin güzel gözleri vardı. Üst dudağında pırıl pırıl bir bıyık parlardı. Saç­larında bir kestane, kumral, koyu koyu kırmızı bir ışık yanar dönerdi… En kötü elbiselerin onun cı­lız vücuduna bir oturuşu vardı.. Bunlar vardı, yalan değil, kızların da onu seçmeye hakları… Onu seçen kızın da kolları bacakları adaleliy­di. Hele bir teni vardı!.. Kafasını bir sallayış sal­lardı! Belini, gösterişsiz, yürürken bir büküş bükerdi!.. Kaşını, bir tanesi az yukarıya kalkık ka­şını, ötekisiyle bir birleştiriş birleştirirdi! Hepimiz aşk hikâyesi içindeydik. Onu görür görmez hepimiz hülyamızı apartman gibi kurardık. Suratımıza bile bakmazdı. Meğer sarı bıyıklı arkadaşımla bir ara bakışırlarmış. Ben bu bakışı yakalasam kendime sanır, bir iki akşam yatağım­da uyumadan evvel tatlı tatlı kaşınır, hülya ku­rardım. Yazık ki kızın o arkadaşıma baktığının farkında bile değildim. Günün birinde olan oldu… Güzel arkadaşı­mızla tatlı kız seviştiler. Bize evvelâ lâkaydi, son­ra hüsran, sonra başka birtakım hisler yapıştı. Arkadaşımızla, insanoğlunun güzel günlerinin geleceğini konuşurduk. İnsanoğlunun bugünkü ha­linden söz açardık… Aşktan bahseder olduk. Gü­zel arkadaşımız, çirkinliğimize, halimize acıdı mı nedir, bize sevgilisini takdim etti. Bir müsabaka­yadır giriştik. Şairimiz şiirini okudu. Birimiz dün­ya görüşünden dem vurdu. Ben daha samimîleştim: — Hepimiz seni sevdik, dedim. Ama sen onu seçtin; hakkın. Kadın seçecektir… Sözümü bitir­meden genç kız: — O, hayvanlarda öyle, dedi, en kuvvetlisini… Ama ben en zayıfınızı seçtim. Bir tanemiz: — Güzelliğin kuvvetini… der, arkadaşımızı ku­laklarına kadar kızartırdı. Gülüşürdük. Beraberce yürürdük. Birimiz müstesna, üçümüz işçi sınıfıydık. Ka­fa işçisi diyelim de, kol işçisinden ayıralım. Son­ra aramızdaki, bize biralar ikram eden, zengin ar­kadaşımızın, aramızdaki varlığının manası kalma­yacak. Dostlarım, uzatmayalım, şu aşk hikâyesini bi­tirelim: Aramızdaki para pul, apartıman sahibi, bu işçi kızım hem bizden, hem güzel arkadaşımızdan ayırdı, aldı. Güzel arkadaşımız dostların himmetiyle, iltimasıyle Heybeli Sanatoryumunda beş ay yattı. İyileşti maşallah!.. Zar zor işe geliyor bugünlerde. İnsan hikâye yazarken, «Öldü» de diyebilir. Ama ben diyemem. Sevmem insan öldürmeyi… Biz zengin arkadaşımızı feda etmeğe mecbur kaldık. Hani şöyle cesaret gösterip de Ahmet’e, “Alçak! Bize bunu yapacak mıydın?“ dedik sanmayın. O bizim yanımıza gelmeye bir zamandır çekiniyor. Yaptığı mühim bir şey değil ki, olağan şeyler bunlar. Kızla altı ay beraber yaşadılar. Sonra onlar da ayrıldılar. Siz bilir misiniz Beyoğlu’ndaki “Şelâle” içkili kahvesini? Ne acayip bir yerdir! Bir akşam yolunuz düşer de oraya gidersiniz, Üsküdarlı Sevim diye sorun, size gösterirler. O akşam orada yoksa size melez bir arap karısını işaret ederler, ona sorarsınız. Ben biliyorum o karının size vereceği cevabı: – Sevim mi? Ha! O bu akşam kompledir, der.

  • Dünyanın Bize Göreliği

    Her varlık için en değerli, en yüksek varlık kendininkidir. Başka varlıkların değerlerini kendi varlığını temel alarak ölçer, ona göre yargılar verir. Bu temel ve ölçü olmadıkça hayal gücümüz iş göremez. Başka bir çıkış noktası da yaratamaz. Kendimizin dışına, ötesine gidemeyiz. Bu yüzden insanlar şöyle düşünmüşler: Varlıkların en güzeli insandır. O halde Tanrı onun şeklindedir. Kimse erdemsiz mutlu olamaz, erdem de aklın dışında değildir; akılsa insandan başka varlıkta yoktur. O halde Tanrı insan biçiminde olacak. Ksenophanes bunu pek hoş anlatır; der ki: Eğer hayvanlar da tanrılar icat ediyorsa – ederler a – onları kendilerine benzetip, övünürler. Niçin, mesela, bir kaz şöyle düşünmesin: “Evrende her şey benim içindir. Toprak, üstünde yürümeye yarar; güneşin işi bana ışık tutmak, yıldızların işi hayatım ve talihim üzerinde etkili olmaktır. Rüzgârlar, sular bana filan rahatlığı sağlar. Bu gökkubbe benim kadar hiç kimseyi kayırmaz. Ben evrenin gözbebeğiyim. İnsanoğlu benim yiyeceğimi içeceğimi arayıp buluyor. Oturacağım yeri yapıyor. Bana hizmet ediyor. Buğdayı benim için ekip biçiyor. Gerçi beni kesip yiyor, ama bu işi kendi eşlerine de yapıyor. Ben de insan oğlunu öldüren, yiyen kurtları yiyorum.” Bir kartal aynı şeyi daha büyük bir gururla söyleyebilir; evrenin en güzel, en soylu yeri olan göklerde istediği gibi uçabiliyor. * İnsanın en kötü hali kendini bilmez ve yönetmez olduğu zamandır.

  • Sever misin

    Gönlümdeki bütün çiçekleri Koparsam sana versem Sever misin beni? Anemonları, mine çiçeklerini, İçini okşayan renkleri, Sevgi taşıyan zevkleri, Bin bir emek toplasam Başucuna koysam Sever misin beni? Papatyalardan fal baksam Uğur böcekleri tutsam, Beneklerinden umut çalsam, Bulutlara karışsam Yağmur olup sana yağsam, Meyveye dönmüş dallardan Yaz güneşine gölge yapsam Sever misin beni Senin olsam...

  • Kımıldamayan Işıklar

    Seyahat ne kadar rahat ve eğlenceli olursa olsun yine için için, anlaşılmaz bir endişe tohumu taşır. En iptidai ve ağır kervan yürüyüşlerinden en süslü ekspres ve tantanalı vapur seyahatlerine kadar yolculuğun bütün çeşitlerini denedim, hepsinde de aynı gizli acının içimi ısırdığını duydum. Akşam yolculuğun en keskin duygu saatidir. Yolcu üzerinde karanlığın bu tesiri nereden geliyor? Uzaklardan, insanlığın ta ilk hayvani gecelerinin hatıralarından. Gece korku vaktidir. Göz artık vazifesini yapamadığı için yanlış şeyler görmeye başlar. Her gölge oyunu, her ot titreyişi, her yaprak kımıldayışı bir düşman hissini verir. Sinirlerin diken diken olduğu bu karanlık saatlerde hayvanların birçoğu için toplanmaktan, tünemekten veya ine çekilip uzanmaktan ve yatmaktan başka yapacak bir iş yoktur. Elektriğin keşfine rağmen medeni şiir, vahşi şiir gibi hala gece başlangıcının getirdiği hüzünden ve karanlığın uyandırdığı faciadan bahseder. Gecenin karanlıkları içinde seyyah nedir? İnine girmemiş, yolunu şaşırmış ve her an bir düşmanın pençesine av olmak tehlikesi karşısında kalmış titrek ve zavallı bir hayvandır. Vagonların çelik şangırtısı veya geminin gürültüsü içinde, esrarengiz bir talih işaretine doğru giden bir yolcu için sahilin her kımıldayan ışığı, yerlerini ve adetlerini değiştirmeye lüzum görmemiş makul insanın mes’ut bir toplanma noktasıdır. Yolcu o ışıklara baktıkça kendisini siyah rüzgarlar eline düşüren deliliğini düşünür ve uzaklarda bıraktığı ılık bir oda ile dost bir lambayı, içi sızlayarak, hatırlar. Ahmet Haşim-Frankfurt Seyahatnamesi

  • GİDERKEN

    öyle güzel güldü ki gözlerin o kış ortasında bir fotoğrafın negatifi gibi kalacağından habersiz koca bir ömür yaşadım ansızın giderken gülüşlerini bırakıp gözlerime uzun bir zaman davetli davetsiz hüzünlerin baskınına uğradım kuşatıldım kuşatıldım kuşatıldım sonra yine kuşatıldım ama teslim olmadım hiç silip atamasam da gözlerimden gözlerini nisan sabahlarında yağmura bırakacağım gülüşünü ya da sonbahar rüzgarlarına toprak su ve rüzgar tanıklık etsin bedellere diye

  • Saf Sabır

    -GÜNÜMÜZ ŞİİRİ / BİRHAN KESKİN - Ben, birlikte kıyıya sürüklediğimiz kayıktan Saflığımı ve sabrımı aldım tek Kalanları kumsala göm sen de Yaz boyunca Nasılsa her keder eksilir Kendini doldurarak Sardunyalarla konuşarak çoğalttım Aramızdaki ayrılığı Sayarak çoğalttığım günleri tamamladım Kirpiklerimin arasına çektiğim tülde Yağmur durdu ve şimdi kış bitiyor Oysa kimse yokmuş dışarda İçim dışıma vuruyor Sardunyalara su vermekle unutamadığımız Şeymiş aşk: Alnından bir günaydın gibi düşürdüğün sabah, Sağ yanımda unuttuğun keder. 1963 Kırklareli'nde dünyaya gelen Birhan Keskin, 1986 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünü bitirdi. İlk şiirini 1984 yılında yayımladı. 1995-98 yılları arasında arkadaşlarıyla birlikte Göçebe dergisini çıkardı. Çeşitli yayın kuruluşlarında editör olarak çalıştı. 1991 ile 2002 arasında beş şiir kitabı yayımladı. Eserleri Delilirikler (1991) Bakarsın Üzgün Dönerim (1994) Cinayet Kışı + İki Mektup (1996) Yirmi Lak Tablet + Yolcunun Siyah Bavulu (1999) Yeryüzü Halleri (2002) . Kim Bağışlayacak Beni (2005) Ba (2005) Y’ol (2006) Soğuk Kazı (2010) Fakir Kene (2016)

  • Denizlerin Beklediği

    -GÜNÜMÜZ ŞİİRİ / AFŞAR TİMUÇİN- Seni sevmek mor denizlerdi biraz Ne kadar gidilse bir o kadar bitmeyen Umutlar ve yıkılmalar ardında direnilen Seni sevmek mevsimler içinde en güzel yaz Seni sevmek yaşamın aşılmaz büyüklüğü Seni sevmek kan dolu yüzyılları korkutan Ve sığınıp ılık kıyı kentlerinde biraz akşam Seni sevmek çocukların düşlerinde gördüğü Varılırdı daha saydam günlere isteseler İsteseler yalnızlık giremezdi evlere Seni sevmek bir kırlangıç olacak bekleseler Ve uçacak durmadan adasız denizlere Kim bulacak cam kırığı gözlerinde sevgimi Sonra yalnız kalmak gibi yoksulca uğuldayan Bütün okyanusların baş eğdiği tek kaptan Sana verdim geç diye bütün denizlerimi Afşar Timuçin

  • Kalbimin En Doğusunda

    Aşkın kanununu tahsil etmiştim kalbimin en doğusunda İçimde yağmur duasına çıkmış birkaç köy Birkaç köy sular altında. Kalbimin doğusu, Her resme güneş çizen bir çocuktu. Gam yükünün kervanları yürürdü dudaklarımda Kavruk ve çatlaktı dudaklarımın toprakları. Ölümün ötesinde bir köy vardı Orda, uzakta, kalbimin en doğusunda Şimdi bana yalnızca Dertli türkülere duyduğum karşılıksız aşk kaldı. Güzel beyaz bir tay doğururdu her sene hafızam Yorgundu oysa Durmadan, durmadan hatırlamaya koşmaktan. Kalbimin doğusunda bir yalan dünya vardı. Okyanusları mavi olmayan. Benim için hayat, Kalbi kalpazanlıktan kırk sene yatmış çıkmış bir adamdı. Geçmişim acıyor şimdi, yalnız benim değil Benim ülkemin geçmişi de acıyor mesela. Bilirdim oysa ilk badem ağaçları çiçek açar baharda. Bilirdim çiçek satan çingene kızlarını Onlar bütün şimdileri, bütün zamanlara Bir gül parasına satardı. Oğlan kıza bir gül alsa Bilirdim odur en kırmızı zaman. Adına aşk diyorlardı Kalbimin en doğusunda bir yalan dünya vardı. Kim bir şairi kırsa Şair gider uzun bir dizeyi kırar mesela Bilirim kim dokunsa şiire Eline bir kıymık saplanacak. Bilirim kırılmış dizeleri tamir etmez zaman Yorgunum oysa Durmadan kendime bir tunç uyak aramaktan. Aşkın kanununu tahsil etmiştim kalbimin en doğusunda Boş salıncaklar gibi gıcırdayarak konuştum karanlıkla Kediler gibi mırıldanarak. Alkolden bir denize bıraktım kalbimi Kırmızı bir sandal gibi, Arka sokaklarda sarhoş konuştum karanlıkla. Avuçlarımla konuştum, Allah büyüktür diyen insanlar gibi. Kedi dili bisküvilerinin bir pastayla konuşması gibi Yumuşak ve kremalı konuştum onunla. Baharda leylaklar açardı boynumda Mor ve pembe konuştum karanlıkla Gece açılıp gündüz kapanan bir parantezdim, Sözler vardı içimde işe yaramayan Sözlerle konuştum karanlıkla... Önce söz yoktu kalbimin en doğusunda Sözler... Bir yağlı urgandı acıyı boğmaya yarayan. * Didem Madak: (8 Nisan 1970, İzmir - 24 Temmuz 2011, İstanbul) Türk şair. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Şiirleri Öküz, Ludingirra ve Sombahar dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı olan Grapon Kâğıtları İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü’nü kazandı. Kanser nedeniyle 41 yaşında yaşamını yitirdi...

  • Şairlere Ölüm Yok

    Kalemini hüzünle yontan, yoksulluğun bedelini fazlasıyla ödeyen, kalbi acıyla ve sevdayla dolu şair arkadaşımız Refik Durbaş’ı, sonsuzluğa uğurladık. Edebiyatçı dostları olarak acımız büyük, üzüntümüz çok desek de bir tesellimiz var: Oktay Akbal’ın söylemiyle “Şairlere ölüm yok”! Şiire tam yarım yüzyılını verdi Durbaş, ne çok çıraklar, ne çok ustalar yetiştirdi, daha da yetiştirecekti ki “Ölüm şaşırdı menzilini”, yaşama erken elveda dedi. Onun “Çırak Aranıyor” şiiri Zülfü Livaneli bestesiyle türkü olduğunda milyonlara ulaşmıştı. Tüm çırakların, çocukların, gençlerin, genç kızların, kısacası ekmeğini kazanmaya çalışan herkesin sesi oldu. Onların manifestosu... “Çaylar şirketten” şiiriyle kan davası sorununu uçan kuşa, esen rüzgâra duyurdu. Umut oldu. Refik Durbaş’ı Cumhuriyet’te 70’li yıllarda tanıdım. Çalıştığı Düzeltme Servisi, bir Edebiyat Fakültesi gibiydi. Kadrosunda Adnan Özyalçıner, KemalÖzer, Konur Ertop ve en genç olarak da Refik Durbaş vardı ve onlar, bu fakültenin öğrencileri, öğretim görevlileri, yazarlarıydı... Durbaş, 1992’de emekli olup Cumhuriyet’ten ayrıldı, ama edebiyata, şairliğe, yazarlığa daha da sıkı sarıldı, başka gazetelerde gazetecilik, köşe yazarlığı yaptı, çocuklar için yazdı, onlara yönelik kitaplar, seçkiler çıkardı. Ahmed Arif’le konuştu, Ahmed Arif Anlatıyor: Kalbim Dinamit Kuyusu ile edebiyat çevrelerini sarstı, Abdullah Özkan ile Başlangıcından Cumhuriyete Türk Şiiri Antolojisi hazırladı, edebiyat tarihine katkıda bulundu. Edebiyatımızda Refik Durbaş’ın da içinde yer aldığı 1960 Kuşağı, toplumcu gerçekçi sanat anlayışını benimseyen edebiyatçılardan oluşur. Bunu da başlangıçta İkinci Yeni’ye tepki olarak yapmışlardı. Aslında 1960 Kuşağı, kökeni 1940 Kuşağı’na, oradan da Nâzım Hikmet’e kadar giden tutarlı bir dünya görüşünün sanattaki/edebiyattaki yansımasının adıdır. Kendini topluma adamanın edebiyatçasıdır. Toplum ödüllendirdi. Bu nedenle Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından verilen yılın gazetecisi ödülünü aldı,TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nca Onur Konuğu seçildi. Yunus Nadi, Necatigil, Yeditepe, Kocagöz şiir ödüllerine, yaşama gözlerini yummadan üç gün önce 2018 Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü de ekledi. Doğan Hızlan, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Cevat Çapan ve Turgay Fişekçi’den oluşan Behçet Aysan ŞiirÖdülü Seçici Kurulu, ödülle ilgili şu açıklamayı yaptı: “1960’lardan beri şiirimizin önde gelen isimlerinden biri olarak emek dünyası ile iç içe bir şiir anlayışı kuran, toplumun tüm ezilenlerinin, mağdurlarının yanında yer alan, çağının vicdanı olmaya öncelik veren, kendi kuşağının arasında da seçikleşerek devraldığı şiir mirasını gittikçe geliştiren, bu yıl yayımlanan son kitabı ‘Şayeste’ ile de şiir çizgisinin yeni ve olgun ürünlerini veren Refik Durbaş’a TTB Behçet Aysan ŞiirÖdülü’nün oy birliği ile verilmesi uygun görülmüştür.” Refik Durbaş son şiir kitabına özlemini duyduğu annesi Şayeste’nin (Islık Yayınları) adını verdi, ona adadı. Şiirlerinde yine sevdalarını, toplum sorunlarını aktardı. Onu gündemde olan ve toplumun vicdanını yaralayan göçmen sorununa dikkat çeken “Mülteci” şiiriyle uğurlamak, Oktay Akbal’ın sözünü de tekrarlamak istiyorum: “Şairlere ölüm yok”! Elbette Refik Durbaş da şiirleriyle yaşayacak! MÜLTECİ Denizin üstü gemi dümeninde dolunay geminin altı deniz ambarı dolu mülteci Ay çalındı geceden Denizin üstü karanlık beşi bebek, yetmiş çocuk karanlığın altı dehliz arkadaşları bir kara balık Ay çalındı gemiden Denizin üstü soğuk sınırı dikenli tel denizin altı oyuk alın yazıları ecel Ay çalındı gemiden 6 Aralık 2018 Cumhuriyet

  • Hayaliyyun

    'Bir bucaksız bakışlı uçsuz vahadır gözlerin ' uzun yamandır zamanın ardında biriken sözlerinin Arkası gelir elbet bu tufanda sarımtırak neşeler hayalinde Gölgesiz kenarında uçurumun, Bir hayal ki Bir hayli durgun Bir hayli yorgun ortasında hayret denizinin kalakalmış özlem tümceleri Titrercesine bekler olmuş seni Öylesine durulmalar Görmek eğrisinde hayatı Önüme serilmiş kağıttan mesafeler Ama umut heybesinde siyah gözler Gülümser gül yüzüyle gökyüzüne Önce bir fotoğraf Ardından gemiler kalkar yüreğimizden Limanlı bir kıyıda bakışmalar Demirlenmiş umuda dönüşür kavuşmalar. FERHAT NİTİN

  • Demiryolu Hikâyecileri

    Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağ başı kasabasında, bir demiryolu istasyonunda çalışan üç hikâyeciydik. İstasyon binasına bitişik yan yana üç kulübemiz vardı. Ben, genç Yahudi, bir de genç kadın. Seyyar hikâye satıcılığı yapıyorduk. İşimiz pek parlak sayılmazdı; çünkü istasyonumuza tren çok seyrek uğruyordu. Ayrıca, yalnız posta trenlerinin geldiği günler iyi iş yaptığımız söylenemezdi. Öğleden sonra gelen posta trenlerinde daha çok elma, ayran ve sucuk-ekmek satılırdı. Bu saatlerde genellikle biz hikâyeciler uyurduk. Böylece gece için de dinlenmiş olurduk: çünkü bizim bütün ümidimiz, gece yarısından sonra geçen tek eksprese bağlıydı. Öteki seyyar satıcılar bu saatlerde uyanıp gelemezlerdi çoğu zaman. Bizim de (hikâyeciler) uyuyarak gece ekspresini kaçırdığımız olurdu. Oysa istasyon şefiyle de aramız iyiydi; fakat nedense genellikle bizi uyandırmayı ihmal ediyordu istasyonun bu tek memuru. Ona da hak veriyorduk bir bakıma: Makasçılık yapıyordu, telgraflara bakıyordu, bütün işaretleri düzenliyordu; trenlere bilet satmak, kapıları açmak, kapamak... Bütün işler tek bir adamın üzerindeydi. Ona yaranmak için sık sık bedava hikâyeler veriyorduk; gene de bizi uyandırmayı unutuyordu bazen. Çoğu zaman, kendiliğimizden uyanmak zorundaydık. Bütün gün de hikâye yazdığımız düşünülürse, bunun pek kolay bir iş olmadığı ortadaydı. Evet, öğleden sonraları uyuyorduk; ama genellikle akşamüzeri ilham geliyordu ve gecenin geç saatlerine kadar yakamızı bırakmıyordu. Bu `yakamızı bırakmıyordu' sözüyle alay ediyordu istasyonun şefi; biz de böyle anlarda, onun tek başına çalıştığını, her işe tek başına yetişemeyeceğini unutarak şiddetle eleştiriyorduk onu: İstasyon şefliği odasına bitişik kulübelerimize kadar zahmet edemez miydi ekspresin geldiği sıralar? Aynı işyerinde çalışan memurlar sayılırdık bir bakıma. Üstelik bazı geceler, yemeği bile unutarak elle yazdığımız hikâyeleri, istasyon şefinin odasındaki tek daktiloda temize çekiyorduk. Hikâyeciliğe ilk ben başladığım için daktilo yazarken ilk sırayı bana veriyorlardı arkadaşlarım. Fakat ben sıramı genellikle genç Yahudi’ye veriyordum. Bu zayıf ve hastalıklı genç Yahudi’yi çok seviyordum. Evet, bir bakıma demiryolu idaresinin memurları sayılırdık: kulübelerimiz de istasyon binası için ayrılan alana kurulmuştu, üstelik hepsi bir örnekti ve istasyon binası ile aynı mimari özellikleri taşıyordu. İstasyon şefi gülerek, "memur hikâyeciler" diyordu bize. Sonra o bitip tükenmez tartışma başlıyordu: Hayır biz memur konumu içinde düşünülemezdik: Bir kere parça başına ücret alıyorduk. Ayrıca bu ücret, ekspres yolcuları tarafından ödendiği için resmi bir ödeme sayılmazdı. Siz esnaf hikâyecilersiniz diyordu istasyon şefi bize. Aslında ben memur ya da esnaf olarak nitelendirilmek istemiyordum; biz sanatçıydık. Ayrıcalıklı bir durumda olmalıydık. Ne var ki ayran, elma ve sucuk-ekmek satıcılarının uyanık olduğu gecelerde birbirimizi iterek yolculara mallarımızı beğendirmeye çalışırken `ayrıcalıklı bir durumda' olduğumuz söylenemezdi. Biz de öteki satıcılar kadar bağırıyorduk malımızı satmak için. Tabii genç Yahudi’nin pek sesi çıkmıyordu; genç kadın da yiyecek satıcılarıyla perona inen yolcular arasında sıkışıp kalıyordu. Zaten satacak çok malımız da yoktu. İstasyon şefinin köhne daktilosunda her hikâyeden ancak bir iki kopya çıkarabiliyorduk. Son kopyalar da oldukça silikti, bunlara pek alıcı bulamıyorduk. Hikâyeler bir iki kere satılmadı mı eskiyor, onlara müşteri bulmak güçleşiyordu. Çünkü güncel konuları işleyen hikâyeler yazıyorduk ve bir iki günlük modası geçmiş hikâyeleri uzattığımız zaman yolcular yüzlerini buruşturarak, "Bunları biliyoruz, yeni şeyler yok mu?" diyerek bayat hikâyelerimizi suratımıza fırlatıyorlardı. O zaman da elma ve ayran satıcılarına kaptırıyorduk sıramızı. Başka güçlüklerimiz de vardı: tren her zaman bizim kulübelerin önünde durmuyordu. Birinci perona çoğu zaman yük vagonlarını yaklaştırıyordu istasyon şefi. Bu yüzden ekspres, ikinci hatta üçüncü perona (bunlara `peron' denirse) yanaşmak zorunda kalıyordu. Yiyecek satıcıları bu durumu daha önceden öğrendikleri için, treni oralarda bekliyorlardı. Biz hep son dakikada uyandığımız için, uyku sersemi çoğu kere önce yük vagonlarına çarpıyorduk telaşla. Sonra vagonların çevresini dolaşmak, rayların arasından gece karanlığında dikkatlice geçmek gerekiyordu. Trenin durduğu yer de iyi aydınlatılmıyordu. Özellikle bu, bizim için çok önemliydi: Küçük hasır sepetler içinde tomarlar halinde duran hikâyelerimiz, hemen satılmıyordu. Her yolcu tomarları (genellikle hırpalayarak) açıyor, hiç olmazsa sayfalara bir göz atıyordu. Karanlık işimizi zorlaştırıyordu. Satırları iyi görmedikleri için baştan savma bir göz gezdirdikten sonra geri veriyorlardı. Satışlar iyi gitmiyordu. Savaş yıllarıydı. Ekmek bile pahalıydı. Ayrıca, sık sık karartma yapılıyor, istasyonun ölgün ışıkları eserlerimizi büsbütün aydınlatmaz oluyordu. Böyle gecelerde çalışmak da anlamsızlaşıyordu. Kara perdelerini sıkı sıkıya örttüğümüz pencerelerimizin gerisinde, mavi kâğıtlara sardığımız lambaların donuk ışığında, satılıp satılmayacağı belirsiz kısa hikâyelerimizi yazmaya çalışıyorduk. Allahtan, aldıkları malı doğru dürüst incelemeden, üstelik iki misli para vererek kapışan yataklı vagon yolcuları vardı. Bunlar yemeklerini yemekli vagonda yedikleri için bizim pis ayrancılara, elmacılara ve sucuk-ekmekçilere (özellikle onlara) aldırmazlardı. Ülkede taze olarak hikâye satılan tek istasyon olduğu için bizim ünümüzü de duymuşlardı. Onlara her zaman ilk kopyayı ayırırdık, titiz müşterilerdi. Ne var ki onların da rahat yataklarından kalkmaları kolay değildi. Gene de bir kolayını bulmuştuk: Yataklı vagon memurlarına birkaç kuruş vererek yolcuları bizim istasyonda uyandırmalarını sağlıyorduk. (Ayrıca her gelişlerinde bedava birer hikâye alıyorlardı bizden. Okuduklarını pek sanmıyorum. Herhalde elden düşme satıyorlardı). Yataklı vagon yolcuları da olmasa halimiz haraptı. Bunlardan bazılarıyla ilişkiler de kurmuştuk. Acıklı durumumuzu bildikleri için, onları geçirmeye gelen dostlarının getirdikleri pasta, kurabiye gibi yiyecekleri bize de verdikleri olurdu. Genellikle geceleri çalıştığımız için çok acıkıyorduk. Hikâyeleri geceleri yazıyor, geceleri temize çekiyor, geceleri satmaya çalışıyorduk. Ekspres uzaklaştıktan sonra yorgun argın istasyon binasına döner; bekleme odasında, yataklı vagon yolcularının verdikleri kurabiyeleri yerdik. Bazen öteki satıcılar da gelirdi bizimle birlikte. Ayrancı, satamadığı ayranından ikram ederdi bize; nasıl olsa ertesi sabaha kadar ekşiyecekti ayranı. Bize biraz acıyorlardı galiba. Elmacı da -her zaman değil- bir elma soyardı bizim için. Biz onlara satamadığımız hikâyelerimizi veremezdik: Hiçbiri okuma yazma bilmiyordu. Sadece sucuk-ekmekçi bazen hikâyelerimizden -hangimizinki olursa olsun- isterdi, son kopyalardan olmak şartıyla: İnce kâğıttan olduğu için sigara sarıyordu hikâyelerimize. Bazen, neşeli olduğum zamanlar, yani satışlar iyi gitmişse, yiyecek satıcılarına hikâyelerimi okurdun. (Genç kadın buna karşıydı). Sucuk-ekmekçiyle elmacı daha ilk satırlarda uyuklamaya başlardı, fakat sonuna kadar kalırlardı bekleme odasında. (Hikâyenin sonuna doğru da uyanırlardı.) Ayrancı bütün dikkatiyle dinlerdi beni; bu ilgi hoşuma giderdi. Elimden geldiği kadar hikâye kahramanlarının konuşmalarını canlandırmaya çalışırdım okurken. Sonunda sucuk-ekmekçi başını sallar, kötü günler yaşıyoruz diyerek içini çekerdi. Olur, böyle şeyler derdi elmacı da: İnsan neler görüyor yaşadıkça. Satıcıların acıklı öykülerini anlatan hikâyeler de yazmıştım. Bunları dinlerken ayrancı bile uyuklardı. İstasyon şefinin de yazdıklarımıza aldırdığı yoktu: fakat nedense, her hikâyemizden muhakkak bir kopya alır ve bunları özenle dosyalayarak ayrı bir dolapta saklardı: Yönetmelikler böyle gerektiriyormuş. Demiryolları idaresinin toprakları içinde yazıldıkları için 248. maddenin kapsamına giriyormuş bizim durumumuz. Kanun maddelerinden söz edilince ben elimde olmayarak kızardım: Bizim durumumuzu düzeltecek, bize de istasyon toprakları içinde şerefli bir yer verecek yasalar yok muydu? Bizi sucuk-ekmek yasalarıyla bir tutan anlayışa her zaman karşıydım. Gene uzun bir tartışma başlardı: İstasyon şefi dolaplardan kara kaplı kitaplar indirir, yiyecek satıcıları hakkında "Sağlığı Koruma Yasalarının" uygulandığını ileri sürerdi. Bence durum gittikçe kötüleşiyordu. Genç Yahudi gittikçe zayıflıyordu. Bence gizli bir hastalığı vardı. Onu tedavi ettirecek paramız yoktu. Demiryolları hastanesi de bizi kabul etmiyordu. Ben kızıyordum istasyon şefine: Bizi 248. maddenin kapsamına sokarak elimizden hikâyeleri neredeyse zorla almasını biliyordu. Daha kestirme bir ulaşımı sağlamak için bizim istasyona uğramayan bir demiryolu yapılacağı söylentileri de dolaşıyordu. Artık sadece posta trenleri uğrayacaktı buraya. Üzüntüler içindeydim, üstelik âşık olmuştum. Elbette, üçüncü kulübede oturan genç kadına âşık olmuştum. Bir gece, bizi tanımayan bir yataklı vagon memuru onu iterek vagon kapısından dışarı atmıştı. Seyyar satıcıların yataklı vagona girmesi yasaktı. Genç kadın tozlu yerlere düşmüş, sepeti, hikâyeleri ortalığa saçılmıştı. Onu teselli ettim, saçlarını okşayarak ağlama, dedim. Peronda ikimizden başka kimse yoktu. Öteki satıcılar çabuk satmışlardı mallarını, hemen ayrılmışlardı istasyondan; son zamanlarda onlarla aramız iyi değildi: Yataklı vagonlara kapalı şişelerde, Sağlığı Koruma Yasalarına uygun olarak hazırlanmış gazoz, saydam kâğıtlara sarılmış sucuk-ekmek filan satmak istiyorlardı. Yataklı vagon memurunu da ayarlamışlardı. Yarabbi, her gün neden yeni sıkıntılar çıkıyordu? Bu doymak bilmeyen yataklı vagon yolcuları da, yemekli vagonlarda o kadar yemek yedikten sonra -kim bilir neler yiyorlardı- gece yarısından sonra gene acıkıyorlardı. Allahtan geçici bir tüzük maddesi bulmuştuk ve henüz yataklı vagona yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı bu yüzden. Bu münasebetsiz yasa da bir ay sonra yürürlükten kalkıyordu. İkimiz –genç kadınla ben- gece soğuğunda titreyerek birbirimize sarılmıştık. Bizi bu kasabaya hangi rüzgâr atmıştı? Ne kötü şartlar altında çalışıyorduk. Yiyecek satıcılarıyla, tren memurlarıyla, açlıkla ve sefaletle uğraşmaktan sanatımızı doğru dürüst yapamıyorduk. Her şeyden önce doğru dürüst kitabımız bile yoktu. Kitap almak için büyük şehre gidecek tren paramız bile yoktu. Bu şartlar altında bizden ne beklenebilirdi? Düşündükçe durumumuzun ümitsizliğini ve garipliğini daha iyi anlıyordum: Aslında istasyon binasının yanında bize kutu gibi odalar vermekle demiryolları idaresi hiç de bizim yararımıza çalışmamıştı. Gündüzleri gürültüyle düdük çalarak geçen trenler yüzünden sürekli uyuyamıyorduk. Yazdıklarımızın da değeri bilinmiyordu: Geçen gecelerden birinde genç ve düzgün yüzlü bir yataklı vagon yolcusu, kendisine daha önce sattığımız hikâyelerin bir kısmını tanınmış bir eleştirmene gösterdiğini ve bu ünlü yazarın da hikâyeleri çok basmakalıp ve modası geçmiş bulduğunu söylemişti. Yağmur çiseliyordu, sepetteki hikâyelerin dış sayfaları ıslanıyordu. Sonbahardı. İnce ve her tarafı sökülmüş kazağımın içinde titriyordum. Bu şartlarda daha iyi ne yazabilirdim? Birden genç yataklı vagon yolcusuna sinirlenerek buz gibi bir sesle, isterseniz geri verin hikâyeleri, paranızı da alın demiştim. Aslında yalan söylüyordum: Cebimde meteliğim yoktu. Bunları düşünerek dalıp gitmiştim. Çevremin farkında değildim. Tren uzaklaşmıştı. Birden kollarımın arasında genç kadını gördüm. Bana sokulmuş, başını göğsüme dayamıştı. Onu öptüm. Hikâye sepetlerimizi koluma taktım, uzaktan ışıkları görünen istasyonumuza doğru yürüdüm. O gece genç kadınla ümitsizliğin ve yalnızlığın verdiği karışık duygular içinde seviştik. Şimdi bu satırları yazarken, öteki satıcıların, asık suratlı istasyon şefinin ve rayların arasında sıkışıp kalmış kulübemde yazmış olduğum bir günlük hikâyelerimin ucuz duyarlılığına kapılmış olmaktan korkuyorum. Evet, genç kadını seviyordum, sık sık onun kulübesine giderken Yahudi’nin evinin önünden geçmek zorunda kalıyordum ve bu durumdan sıkılıyordum. Genç Yahudi’nin de hastalığı ilerlemişti. Artık her gece, eskisi gibi hikâye satmaya çıkamıyordu; hikâyelerinin sayısı da gittikçe azalıyordu. Son günlerde onun hikâyelerini de ben yazmaya başlamıştım. O kadar halsizdi ki bu yardıma bile itiraz edemiyordu. Kendini iyi hissettiği zamanlar masanın başına geçiyor, çok kısa hikâyeler yazıyordu. İstasyon şefi bunları az buluyor ve şimdi hatırlayamadığım bir yönetmelik maddesine göre, kulübelerimizin kirasını çıkarmamız için daha çok yazmamız gerektiğini ileri sürüyordu. Yazdığımız konulara, hatta yazış biçimimize bile karışır olmuştu. Ben o sıralarda aşk hikâyeleri yazmaya başlamıştım. İstasyon şefi, dedikodulara yol açacağını ileri sürerek bunlara da engel olmak istedi. Onun bütün hareketlerine boyun eğiyorduk. Buradan atılırsak, böyle içinde yazma kulübeleri olan başka bir tren istasyonu nereden bulacaktık? Sevgilim, istasyon şefinin yemeklerini pişirip söküklerini dikiyordu, mesele çıkmasın diye. İstasyon şefi bizi küçümsüyordu, yanılmıyorsam aslında her zaman küçümsemişti. Şimdi de demiryollarının sayesinde ekmek yediğimizi ileri sürerek sadece bu konuda hikâye yazmamızı istiyordu. Kendisini örnek veriyordu: Hiç istasyon şefi demiryollarının dışında iş yapıyor muydu? Ona boş yere her gün demiryolları ile ilgili konular bulmanın zorluğunu anlatmaya çalıştım. Aslında bizim bu işe yanaşmayacağımızı biliyordu. Güç şartlar altında sürdürmeye çalıştığımız yaşayışımızda yeni bir endişe kaynağı yaratmak için üst makamlara aleyhimizde raporlar yazacağını söyleyerek bizi tehdit ediyordu. Öteki satıcılarla da bozuşmuştuk. Ülkenin bu ıssız köşesinde birkaç kişiden ibaret küçük topluluğumuzda huzur içinde yaşamayı beceremiyorduk. İçimin yorulduğunu hissediyordum. Her gece yarısı yarım kalan uykular, tren düdükleri, anlayışsız ve cahil ya da rahat ve kendini beğenmiş bir müşteri kalabalığına yeni hikâyeler bulma zorunluluğu, hastalığı gittikçe ağırlaşan genç Yahudi ve gittikçe huysuzlaşan istasyon şefimiz. Hangi tarafa yetişeceğimi bilemiyordum. Sevgilim de yorgun ve bezgindi; onun da hikâyelerine yardım etmek zorundaydım. Düşüncemin bulandığını seziyordum. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerim gittikçe zayıflıyordu. Günlerin nasıl geçtiğini izleyemiyordum artık. Hikâyelerim için güncel olaylar bulmakta, insanları ve maceraları birbirine bağlamakta eski becerim kalmamıştı. Önemli olayları bile öğrenemiyordum çoğu zaman. Evet, bazı olayları biliyordum: Savaş bitmişti. Cephelerden akın akın dönen askerler geçiyordu trenler dolusu. Onlardan kırık dökük bilgiler toplayarak savaş hikâyeleri yazdım bir süre. Bu arada birçok şeyi hatırlayamıyordum: Savaş bizim ülkemizde mi geçmişti? Yoksa uzak çöllerde mi savaşılmıştı? Topraklarımız genişlemiş miydi, daralmış mıydı? Genç Yahudi bitkin gülümsemesiyle karşılık veriyordu bana: Bizim istasyon hep aynı yerde kaldığına göre, bunların önemi var mıydı? Top sesleri duymadığımıza göre, savaş hiçbir zaman bizim istasyona yaklaşmamıştı. Sonra, hikâyelerime asık suratla göz gezdiren yataklı vagon yolcularının yüzlerinden savaş biteli çok olduğunu anladım. Bir yolcu da şehir isimlerinde önemli yanlışlıklar yapmaya başladığımı söyledi bir gün. Yöneticilerimizin adlarını da birbirine karıştırıyor ya da unutuyordum. Öyle ya yıllardır insan adlarını hiç yüksek sesle söylememiştim. İstasyon topluluğumuzda yıllardır birbirimize seslenmiyorduk. Böyle bir gereği hiç duymamıştık. İstasyonun adı bile, sadece yan duvara, badananın üstüne yazıldığı için silinip gitmişti, unutulmuştu. Gereğinde kelimeleri aramak için bir sözlüğümüz bile yoktu. Her gün yazmak zorunda olduğum hikâyelerin dışında kalan kelimeleri hatırladığımdan da kuşkuluydum. Yiyecek satıcılarıyla konuşmuyorduk. İstasyon şefi de aksiliğini artık yalnızca hareketleriyle ifade eder olmuştu. Genç Yahudi artık konuşamayacak kadar hastaydı. İstediklerini başıyla işaret ederek belirtiyordu. Genç kadınla sessizce sevişiyorduk. Bu duruma kısa sürede alıştım. Aslında geçen sürelerin kısalığı hakkında kesin bir yargıya varamıyordum. Alışmaktan başka çarem yoktu bu duruma. Artık çok genç değildim. Hikâye yazmaktan başka bir iş de bilmiyordum. Artık büyük şehre gidemez, kendime yeni bir hayat kuramazdım. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerimiz de gittikçe kendiliğinden azalıyordu. Gazetelerin pahalanması ve artık trenden başka araçlarla taşınması yüzünden önce güncel olaylarla ilişiğimizi kestik. Sonra yeni demiryolu hattı açıldı ve ekspres haftada bir gün uğramaya başladı. Bu benim de işime geliyordu. Artık bir çırpıda biten ve beni telaşla peşinden koşturan kısa hikâyeler yazmak istemiyordum. Bütün gün odamdan çıkmadan yazıyordum. Yalnız bitişikteki kunduracının gürültüsü aklımı karıştırıyordu. Çünkü artık genç Yahudi yoktu; bir süre önce ölmüştü. Aslında ben yanıma genç kadının taşınmasını istiyordum. Ne var ki istasyon şefi, ben daha bu isteğimi belirtmeye fırsat bile bulamadan bir gün -bir süre önce- kunduracıyla göründü. Adam da hemen yerleşti. Bu dağ başında onun da işi bizimkinden iyi sayılmazdı. Kunduracıya genç kadının kulübesine geçmesini teklif etmeyi düşünüyordum. Bu düşüncem de sanırım çok uzun sürmüştü. Çünkü bir gün onun kulübesine gittiğim zaman, yani ona bu teklifimi bildirmek için, onu bulamadım. Evet kulübesi boştu.Genç kadın bir süre önce gitmişti. Benim uzun hikâyelerimden birini yeni bitirdiğim ve uyuyakaldığım bir gece, trene binip gitmişti. O günlerde kafam daha da karışıktı. Bu uzun hikâyelerim nedense hiç satmıyordu. Ben de haftada bir satış yaptığım için galiba biraz fazla istiyordum. Hikâyelerin de açık ve seçik olduğu söylenemezdi. Günlerimi yarı aç yarı tok geçiriyordum. Bir gün -yani bir süre sonra- bir yolcu daha önce -bir süre önce- kendisine satmış olduğum hikâye hakkında ağır eleştirilerde bulundu. Sayfa numaraları da karışıktı. Ben de ona bir haftadır aç olduğumu söyledim. Hayır söylemedim. Bunu başka bir yolcuya -bir süre sonra- söyledim. Bir süre önceki yolcuya her şeyi bilerek yaptığımı anlatmaya çalıştım. Birçok şeyi unutuyordum. Fakat eleştiriler konusunda hassastım. Böyle zamanlarda, bir de çok endişelendiğim zamanlarda eski canlılığımı buluyordum. Sonra kaybediyordum -bir süre sonra. İstasyon şefi beni atacağını, artık bir işe yaramadığımı söylediği zamanlar endişeleniyordum mesela. Oysa pek alıcı bulamamakla birlikte, daha iyi hikâyeler yazdığımı sanıyordum. Kundura tamircisi de dünyada olup bitenler hakkında bir şeyler anlatıyordu. Bunların neler olduğunu şimdi tam olarak hatırladığımı sanmıyorum. Fakat karışık ve akıl erdiremediğim bir dünyayı anlatıyordu tamirci. Ona okumaya çalıştığım hikâyelerimi de dinlemiyordu. Oysa ben onların gittikçe ifade edilmesi güç bir açıdan, gittikçe daha büyük değer taşıdığını seziyordum. Bunu tamirciye anlatamıyordum. Çünkü gitmişti, beni yalnız bırakmıştı. Son konuşmamızdan sonra -bir süre sonra tabii- istasyondan ayrılmıştı. Bu, son yazdığım hikâyelerden biri. Bunun gibi daha birçok hikâye birikti. Hikâyelerimin hepsi kafamda. Hepsini çok iyi hatırlıyorum. Henüz hepsini yazmış olmayabilirim. Şimdi bazı geceler, eski alışkanlığımla, gece yarısı uyanıyor ve bu yeni hikâyelerimi sepetime -ya da genç kadının sepetine, ya da şimdi ölmüş bulunan genç Yahudi’nin sepetine- özenle yerleştiriyorum, demiryoluna çıkıyorum. Artık tren geçmiyor buradan. Son günlerde istasyon şefini nedense ortalarda göremiyorum. İzinli olduğunu sanıyorum –çünkü yıllardır hiç tatil yapmamıştı. Onun elbiseleri de şimdi benim üzerimde. Giderken yerine beni bırakmış olmalı. Trenler de nedense uğramıyor. Neyse, bunlar önemsiz ayrıntılar. Korkuyorum, çünkü buradan gitmek istiyorum. Bakkal daha veresiyeyi kesmedi. Fakat bu durum artık bir süre daha bile süremez. Bakkaldan utandığım için soramadım, bir zamanlar -bir süre önce- aynı çekingenlik yüzünden kundura tamircisine de soramamıştım: Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için utanıyordum. "Bana herhangi bir adres söyler misiniz?” diyemezdim. Oysa herhangi bir adres yeterliydi benim için. Bir zorluk daha vardı o zamanlar. Şimdi de var -yani bir süre geçtiği halde- kendi adresimi de bu mektupta yazmak sorunu beni düşündürüyor. Bu hikâyemi, ekspres ya da posta treni artık -belki de sadece belirli bir süre için- geçmediği halde, bir yolunu bularak okuyucularıma -artık müşterim kalmadı- iletebilsem bile, nerede bulunduğumu nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama gene de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerde olduğumu bildirmek istiyorum. Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba? OĞUZ ATAY (Doğum İnebolu, 1934 - Ölüm 13 Aralık 1977, İstanbul)1 Romancı, öykü ve oyun yazarı. Ortaöğrenimini 1951'de Ankara Maarif Koleji'nde tamamladı. 1957'de İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi'ni bitirdi. 1960'ta İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi İnşaat Bölümü'nde (Bugün Yıldız Üniversitesi) öğretim görevlisi oldu. 1975'te doçentliğe yükseldi. Topografya adlı bir de mesleki kitap yazdı. Öykü ve yazıları 1971'den sonra Yeni Dergi ve Soyut'ta yayınlandı. Beyninde çıkan bir tümör nedeniyle, bir süre Londra'da tedavi gördü ama sağlığına kavuşamadı.İlk romanı "Tutunamayanlar"da küçük burjuva dünyasına ironiyle yaklaştı. Kitapta olaylar, küçük burjuva dünyasının değerlerinden ölümüne nefret eden bir gencin, kendisini öldürmesiyle noktalanır. Bu eserinde yenilikçi ve çağdaş Batı romanının bazı tekniklerinden ustaca yararlandı. İç konuşma, bilinç akışı, düşler ve değişik söylemlerden oluşan metinler düzleminde karmaşık bir gerçeklik kurdu. Romanın içinde dağılmış ayrıntı, gözlem ve çağrışımlar, bütüne egemen olan bilinçli bir kurgunun öğeleridir. Öykü kitabı "Korkuyu Beklerken"de de psikolojik çözümlemelere ağırlık verdi.Oğuz Atay'ın EserleriRoman: Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar, Bir Bilim Adamının Romanı, Eylembilim, Öykü: Korkuyu Beklerken Tiyatro:Oyunlarla Yaşayanlar Ödülleri:1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü, Tutunamayanlar ile Demiryolu Hikâyecileri, Oğuz Atay / Kaynak: Korkuyu Beklerken, İletişim Yayınları Kaynak: http://epigraf.fisek.com.tr/?num=111

bottom of page