top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri

    O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Kadının hayali minnacık bir evdi, bahçesinde ebruli hanımeli açan bir ev. Bir dev gibi seviyordu dev. Ve elleri öyle büyük işler için hazırlanmıştı ki devin, yapamazdı yapısını, çalamazdı kapısını bahçesinde ebruli hanımeli açan evin. O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Mini minnacıktı kadın. Rahata acıktı kadın yoruldu devin büyük yolunda. Ve elveda! deyip mavi gözlü deve, girdi zengin bir cücenin kolunda bahçesinde ebruli hanımeli açan eve. Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev, dev gibi sevgilere mezar bile olamaz: bahçesinde ebruli hanımeli açan ev...

  • KENAR MAHALLE

    . ..Terli ve yorgun iki çocuk… Aksaya seke gelip sığınıyor, usulca ilişiyor aralarına. —Dün saklambaç oynadığımız sokaklar değil miydi buraları? Biz ne zaman büyüdük Sinan? —Bir Agop tutturmuştuk gidiyorduk. Gizli kaçak girerdik bahçesine. Nasıl da kovalardı İfdadiye Hanım… Ruhu çarpacak rahat bırakın adamı… —Gülme duyulacak… —Yine gizli kaçak girdik Agop’un bahçesine… —Ah Sinan… Şimdi o kahkahaları arıyor dudakta iki tebessüm, gözler kederle birbirine bakıyor. Anıları yeni konutların altından çekip çıkarmak güç oluyor… Oturdukları duvarın önünde ayakkabılarını çıkarıyor Adonia, ayaklarını uzatıp duvara yaslanıyor Sinan poşetten kutu biraları. Aygören Mahallesine yaslanmış eski bir Rum Meyhanesi, bir Rum şarkısında anılarını kurutuyor, sirtakiye duruyor Sinan ile Adonia… Barda az önce dinledikleri türkü koşup yetişiyor arkalarından. Boş bira kutuları tedirgin ediyor kedileri. Taş duvara yasladıkları düşüncelerini sokak lambasının ışığında bir bir ayıklıyorlar. Her pencere fesleğen kokusu. Sardunya kırmızısı… Oya örüyor sökük dikiyor yaşlı kadınlar, ışığın altında… Daha dün gibi… Mahalle bahtiyar… Yıldızlara gülümsüyor… Çaylar türkülere demlenirdi. Avlu sohbetleri şenlenirdi… Rembetikolar, deyişler, türküler söylenirdi… Bakışları Sokak lambasında asılı kalıyor. Dokusu bozulmuş sokaklar modern düzenlemelerle pırıl pırıl aydınlık içinde, Arnavut Kaldırımları sökülüp atılmış, anılarından kopmuş pencereler... Geçmişin izleri silinmiş. Kapılar şimdi birbirine sürgülü. Susmuş geceye ve şaraba karışan nihavent şarkılar. —Ne çok beklerdim seni… —Çocukken çağırmıyorlardı… —Evet -Nerdeyiz, kimleyiz, kim vardı yanımızda… —Yıkma kaşlarını öyle, öyleydik, biz mi kenar mahalleydik, yoksa onlar mı mahallemizin kenarındaydı Adonia? —Gökdelenlerin dikildiği yerlerdeki aşklar bize benzemiyordu… —Gülme çocuk değiliz… —Ne zaman gidiyorsun? —Bilmiyorum… —Tut elimi öp beni Sinan… —Gitmem gerek —Gitme… Adonia’nın uzattığı elini tutup çekiyor Sinan, kaldırıyor oturduğu yerden onu. Geldikleri yöne doğru adımlıyorlar. Az önce ayrıldıkları bara oturuyorlar yine. Göğsünü yumrukluyor kenar masada içen bir adam: ”Ey acıların dehlizlerinde şekillenen yılan. Durmadan sokuyor, Isırıyor, kanatıyorsun” Karanlık geceye inat Oniki Eylül gömleğinin iliklerini çözüyor. Sansaryan Han’a selamlar salıyor. Gençliğini kutsuyor, ana avrat küfrediyor adam. ”Ey Bardabanas hangi lahite gömdün insanlığı? Dünya ne kadar da küçükmüş bak gülümsüyor çarmığa gerilenler” İçerdeki solist kız, sigarasını söndürüp türküsüne başlıyor: ”Konma bülbül konama Öldürürler aman aman” —Gizli kaçak içiyorduk tütünü biliyor musun? — O Rum evinin önündeki incir öksürüyordu dumandan… Kirpikleri ıslandı Adonia'nın. —Biz diyor• Avuçlarını öpüyor Sinan’ın : —Öldük mü şimdi? ... k.t.

  • BARIŞ KOYUN ÇOCUKLARIN ADINI

    Oyunu sever bütün çocuklar birdirbir, uzun eşek, körebe bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez oyun sözcüğünün halkların dilinde.. (Oyun koyun çocukların adını) Savaşa karşıdır bütün çocuklar kışın: kar altında her sabah tükenip erise de solgun nefesi yazın: göğsü sırmalı fabrikalarda çarkları döndürse de yoksul alevi savaşa karşıdır bütün çocuklar nice ölümlerden geçmişlerdir nice rüzgarlar içmişlerdir gelincik tarlası çocuklar.. (Emek koyun çocukların adını) Gökyüzünün penceresinden şimdi bir kuş havalansa kanat çırpınışlarında hayatın yağmalanmış sevinci.. - Kuş uçar rüzgar kalır (Sevinç koyun çocukların adını) Uzay denizlerinde şimdi bir balık ağlasa gözyaşı billurlarında yüz bin umut kıvılcımı - Alev uçar nazar kalır .. (Umut koyun çocukların adını) Çocuk bahçelerinde şimdi bir çiçek açsa hüzün sevince dönüşür sevinç çiçeğe - Ölüm uçar çocuklar kalır .. (Mutluluk koyun çocukların adını) Barıştan yanadır bütün çocuklar sabah: kuşatılmış bir toplama kampında ayrılığın tepsisini okşasa da elleri akşam: yıldızların mor orağıyla sessizliği devşirse de yetim öksüz sesi barıştan yanadır bütün çocuklar nice çığlık emmişlerdir nice korku gezmişlerdir yürekten hisli sevmişlerdir güvercin harmanı çocuklar .. (Devrim koyun çocukların adını) Barışı sever bütün çocuklar beştaş, saklambaç, elim sende bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez barış sözcüğünün halkların dilinde.. ( Barış koyun çocukların adını ) 10 Şubat 1944'te Erzurum'un Pasinler ilçesinde dünyaya gelen Refik Durbaş, liseyi İzmir'de bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki öğrenimini bitirmeden ayrıldı. 1965-1968 arasında çeşitli işlerde çalıştı. Yeni İstanbul ve Cumhuriyet gazetelerinde düzeltmenlik yaptı. İlk şiiri İzmir'de Ege Ekspres gazetesinin sanat sayfalarında yayınlandı. Devinim, Gösteri, Sanat Olayı, Soyut, Papirüs gibi dergilerdeki şiirleriyle dikkat çekti. Arkadaşlarıyla birlikte 1962-1964 arasında Evrim dergisini, 1967'de de 'Alan 67' dergisini yayınladı. 1971'de ilk şiirlerini Kuş Tufanı adlı şiir kitabında topladı. 1972-1974 yıllarında 'Yeni A' dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Gazetelerde sanat sayfaları hazırladı. 1992 yılında Cumhuriyet gazetesinden emekli oldu. Köşe yazarı olarak değişik gazetelerde çalışmalarını sürdürdürdü. En son Bir Gün gazetesinde yazılar kaleme alıyordu. İkinci Yeni esintisi ile başladığı şiir yaşamı, zamanla toplumcu yönelim kazandı. Kendine özgü dili ve benzetmeleriyle, baştan beri tavrını ve varlığını keskinleştiren, anlam kadar biçime de önem veren şiirler yazdı. Çarşıların, işçi kızların, pazar yerlerinin, çay evlerinin dünyasını yansıtan şair olarak tanındı. Şiirinde günlük konuşma dili içine ustaca serpiştirilmiş eski sözcükler de kullandı. Bir süredir diyaliz ve akciğer tedavisi gören Refik Durbaş 30 Kasım 2018 tarihinde ardında birçok eser bırakarak yaşama veda etti... ESERLERİ Şiir: Kuş Tufanı (1971) Hücremde Ayışığı (1974) Çırak Aranıyor (1978) İkinci Baskı (1979) Çaylar Şirketten (1980) Denizler Sincabı (çocuklar için şiirler, 1982) Kırmızı Kanatlı Kartal (çocuklar için şiirler, 1982) Nereye Uçar Gökyüzü (1983) Siyah Bir Acıda (1984) Bir Umuttan Bir Sevinçten (1984, toplu şiirler 1) Yeni Bir Defter-Şiirler-Meçhul Bir Aşk (1985) Adresi Uçurum (1986, toplu şiirler 2) Geçti mi Geçen Günler (1989) Menzil (1992) Kimse Hatırlamıyor (1994, toplu şiirler 1) Nereye Uçar Gökyüzü (1994, toplu şiirler 2) İki Sevda Arasında Kara Sevda (1994) Tilki Tilki Saat Kaç (1995) Düşler Şairi (1997) İstanbul Hatırası (1998) Röportaj: Ahmet Arif Anlatıyor: Kalbim Dinamit Kuyusu (1990) İnceleme: Şair Cezaevi Kapısında (1992) Galata Köprüsü (1995) İlhami Bekir'den Mektup Var (1997) Anılarımın Kardeşi İzmir (2001) Deneme: Yazılmaz Bir İstanbul (1988) İki Sevda Arasında Karasevda (1994) Yasemin ve Martı (1997) Antoloji: Türk Yazınında Cezaevi Şiirleri (1993) Öykülerle İstanbul (1995) Yenileştirme: Yedi İklim Dört Bucak (1977, Evliya Çelebi'den çocuklar için) Şakaname (1983, Evliya Çelebi'den çocuklar için) Mavi Alacalı Baston (1983, Muallim Naci'den çocuklar için)

  • MEZOPOTAMYA’DA KATİLLER

    Atjeh cibinliğini araladı kafir olduğunu fısıldadı Nübyalı prens sadakat yemini yapmasını istedi sırdaşından ama söz kanatlanıp yok oldu bellekten inercesine ölü ağaçlardan süzülmüştü dünya yıkıntı görüntüsü veriyordu kabuk çatladı tohum çürüktü oysa yüzyıllardır tohum ve su için ellerini göklere açanlar şimdi kaosta birer figürdü Atjeh diz çöktü yeni bir kölelik başladı yeni bir insan doğdu yengeç dağı hareketlenmişti kadırgalar koyu giderek karardı Atjeh kafir olduğunu söyledi ahali yere kapandı Malu’nun bakışları baskındı yeryüzünü harmanlamaya gelmişti omuzunun üzerinden süzülen insan başlı dev yılanla dudak dudağaydı bir insan iskeletinin üzerine basıp yürüdüğünde ahali sustu derin sessizliğin altında yuvalanan sarı kasırga afyon düşlerinin hayaleti yeşim taşı köşkte son bulacaktı II Birkaç hayvan kılıçtan geçirildi elmas taciri eski bir melusi zehir reçetesini sunuyordu girizgah belliydi kafir yastığının altında bıçakla uyumuştu saflığın ikonu Nurunehan’ın boynu vuruldu habercilerin Negus’u sıra diriliş meleğine gelmişti kurban töreni başladı soğumuş kil bedenler ayağa kalktı faniler ayaklandılar. / GÜLSELİ İNAL (1947, İstanbul) Atatürk Kız Lisesini bitirdi. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde iki yıl okuduktan sonra Felsefe Bölümünden mezun oldu. İlk şiirleri 1981 yılında Yazko Edebiyat dergisinde çıktı. Sanat Olayı, Varlık, Oluşum, Sombahar gibi dergilerde şiirleri yayınladı. İnsanın kendisiyle, doğayla ve evrenle ilişkisini kozmik ve metafizik boyutta ele alan, mitolojik kaynaklardan yola çıkan kendine has bir şiir kurdu. Şiir kitapları; Sulara Gömülü Çağrı (1985), Lale Sesiydiler ve Yoktular (1987), Letoon (1989), Dans Natura (1990), Bakkaris (1991), Sif ve Gula (1992), Saklanmış Levha (1996), Chöd Raksları (1998), Kayıp Bağlantı (2000), Melek Kolonisi (2004), Elektra Uçurumu (2005), Çocukluğun Son Günü (2007).

  • Kuşaktan Kuşağa İnce Memed

    Yaşar Kemal hastanede iken Ziyaretçileri hastaneye “Diren İnce Memed” afişiyle gitmişler. Bu yazı o vesileyle yazılmıştı. 1958’de İlkokul son sınıfta olmalıydım. Akrabalarımızdan bir öğretmen köydeki evimize ziyarete gelmişti. Koltuğunun altındaki bir kitap dikkatimi çekti: İnce Memed. Daha küçük kitaplar okumakta olan bana kitap kalın göründü ama 1959’da ortaokul birinci sınıfta, bu kitabı bir solukta okudum. İşte tam da babamın kış günlerinde anlattığı, ağadan öcünü alan Keloğlan’a benziyordu. Sonradan öğrenecektim ki bu iş Spartaküs’ten başlamakta, Şeyh Bedrettin’le Osmanlı Ortaçağı’na sıçramakta, 1871 Paris komüncüleriyle çağımıza taşınmakta ve günümüz toplumlarının bütün hücrelerinde soylu bir ideal olarak sürmektedir. Dört yıl sonra, ben Öğretmen Okulu beşinci sınıfındayken edebiyat öğretmeni Remzi Yakar, “Zeki Kardeşe” diye yazarak “Teneke”yi armağan etti. Yaşar Kemal’in yüzünü bir kez gördüm. 1967 yılının 8 Haziran günüydü. İstanbul’a gitmişken, Ant Dergisine uğramadan olmazdı. Yaşar Kemal’le, işte orada Ant Dergisinin Şişli’deki bürosunda tanıştım. ONU ÖĞRENCİLERİMİZLE TANIŞTIRDIK Çağdaş devrimci yazarlarımız uzun süre okul müfredatına sokulmadı ama ben Yaşar Kemal’in, Aziz Nesin’in, Fakir Baykurt’un ve benzerlerinin kitaplarını öğrencilerime hep okuttum. Özet çıkardılar, tahtaya kalkıp anlattılar. Hepsi çok sevdiler. Türkçe yazılı sorularında öğrenciye önce bir edebi parça verilir. Sonra bundan çeşitli anlama, dilbilgisi ve kompozisyon konuları sorulur. Kaç sınıfta İnce Memed’den bir parça üzerinden sınav yaptım. İşte ondan ortaokul birinci sınıf öğrencilerinin bir yazılı kâğıdı: “Her yıl böyle olurdu. Köyün yarıdan çoğu aç kalır, dökülürdü kapısına Abdi Ağanın. Köylüler Abdi Ağayı bekliyorlardı. Derken, Abdi Ağa, elinde doksan dokuzluk tespihi, sivri sakalıyla göründü. - Gene aç mı kaldınız? diye söyledi. Tabii kalabalıktan hiç ses çıkmadı. Kalabalığın arkasında tek başına duran Döne’yi gören Abdi Ağa: - Döne! Döne! diye bağırdı. Sana bir tek tane bile vermem. Evine git Döne! dedi. Şimdiye kadar benim köyümden, benim kapımdan adam kaçıp da başka bir köye, başka adama çoban olmadı, yanaşma olmadı. Bunu senin bir karış oğlun icat etti. Sen doğru evine… Yaşar Kemal (İnce Memed) Sıra, bu metinden çıkarılacak sorulara geldi. Test biçiminde yöneltilen soruların şıkları içinde orta zekâlı bir öğrencinin bile doğru olduklarını anlayabilecekleri şıklar şunlardı: 1) Köylüler Abdi Ağayı niçin bekliyorlardı? (Buğday isteyecekler), 2. Döne kalabalığın neresinde duruyordu? (Arkasında), 3) Dönemin durumu nedir? (Kadın), Abdi Ağanın durumu nedir? (Köyün ağası), 4) Abdi Ağa Döne’ye niçin sert davranıyor? (Döne’nin oğlu Abdi Ağa’nın kapısından kaçtığı için), 6. Köylüler Abdi Ağanın sözüne niçin cevap vermiyorlar? (Korktuklarından) 7. Abdi Ağa Döne’ye ne kadar buğday vereceğini söylüyor? (Hiç vermeyeceğini), (Bundan sonraki sorulara daha bir dikkat isterim. Doğru yanıtları siyah yazıyorum): 8. Abdi Ağa gibi birine içinizden neler beslerdiniz? a) Yaptıklarını haklı görürüm, b) Beni ilgilendirmez, c) Kendisine nasihat ederim, d) Korkunç bir nefret duyarım. 9. Döne’nin yerinde olsanız ne yapardınız? a) Abdi Ağa’nın ayaklarına kapanır özür dilerdim, b) Oğlumu evlatlıktan reddettiğimi söylerdim, c) Ağlar, kendime acındırırdım, d) Yaptıklarının yanına kâr kalmayacağını söylerdim, 10. Bu parçanın ana fikri aşağılardan hangisi olabilir? a) Ağalar köylüleri eziyor, buna karşı çıkılmalı, b) Herkes kaderine nazı olmalı, c) Bir çoban ağasının kapısından kaçıp gitmemeli, d) Sivri sakal bırakmak iyi değildir. Millî Eğitim Müfredatının uzun yıllar halkçı yazarları okul müfredatından niçin uzak tuttuğunu, bu örneğe bakarak anlamak hiç de zor olmasa gerek. Çünkü İnce Memed’i okuyup Abdi Ağa’nın zulmüne ve sömürüsüne nefret duyan genç, bu nefretini elbette bütün sömürücülere ve zalimlere yöneltecektir. Zaten bu yazarların mahkeme kapılarından geri gelemeyişleri, zindanlara atılışlarının nedeni de budur. Türkiye’nin halkçı öğretmenlerinin zulme başkaldırmayı ve Fakir Baykurt’un ifadesiyle “Devrimci tavırlı öğrenci yetiştirme”yi görev edinmeleri yüzünden yorganları sırtlarında gezdirilmeleri de bu yüzdendir. Müsterihim ki, hangi koşulda olursa olsun, her dönemde, her okulun dersine girdiğim her sınıfında dünya edebiyatının seçkin ürünleri yanında Yaşar Kemal gibi yazarlarımızın kitaplarını da okuttum. İnce Memed, Ağrı Dağı Efsanesi, Üç Anadolu Efsanesi, Teneke, Yer Demir Gök Bakır bunların başında geliyor. Çocuklarımız ve gençlerimiz de bunları ne kadar çok sevdiler… Müsterih ol Yaşar Kemal. Biz binlerce, on binlerce İnce Memed’iz. Senin yüreğin bir gün dursa da bu akın durmaz. (19 Ocak 2015)

  • Yazınımızda Yaşar Kemal Kokusu

    Yaşar Kemal, sevenlerine/sevmeyenlerine karşın ülkemizin yüz akı, değişik ve önder bir soluğu, usta öğreticisi, dağlarımız kadar yüce ve unutulmaz öykücü ve romancımızdır. Bizim için Yaşar Kemal;, Traven, Marquez, Amado, Vasconcelos, Haşek, Çeho, v,Kundera, Hesse, Gordimer, Llosa, Miller, Böll, Remarque, Roy, ve ülkemizde yüzlerce genç romancı demektir. Bizim kuşağımızda emeği oldukça yoğun olduğundan andaç bir yazı yazmamayı gönül borcu bilmezlik olarak algılamaktayım. Altmışı yılların başlarında Sarayönü Ortaokulu’nda Ahmet AKSAKAL, kasabalı arkadaşlarımızı çizgi romandan yazılı romana geçirmek için Türkçe dersinde, ‘Ölmüş Eşekten Eşek Arısına Mektuplar-Aziz Nesin’, ‘Sarhoşlar, Balık- Orhan Kemal’, ve öteki varlık öykü kitaplarını sürgün olma bedeline okurken, günlerden soğuk ve tipili bir günde tanıştırdı bizleri ‘Sarı Sıcaklar–-1952’ kitabıyla. Yanmayan, yansa da ısıtmayan sobalı sınıfta buz tutmuş penceredeki desenleri ezberleyerek baharı bulmuştu. 62 baharında ‘ Teneke- 1955’ ilk romanı ve roman kavramıyla tanışmamı sağlamıştı. Roman denilen bir yazın türü, Ahmet Aksakal’ın hoş seslendirişli okumasıyla yüceldi çocuk yüreğimde. Artık Orhan Kemal ve Mahmut Makal’ın yanına Yaşar Kemal’i de eklemiştim. Eğer Ahmet Aksakal bizi Konya’da ‘Yılanların Öcü’ filmini izlemeye götürmeseydi ve öldüresiye taşlanmasaydık Fakir Baykurt’ un çocukluğumdaki Fakir Baykurt olmadığının da ayrımına varamayacaktım. İçanadolu’nun insanı ağlatan kış gülerinde babam on altı liraya kıymasaydı ‘İnce Memed- 1955’ ve ‘Yılanların Öcü’ ile tanışamayacaktım. İyi ki Varlık Yayınları’nın bir, iki ve dört liralık kitapları vardı ve bizi dünya yazarlarına da taşıyordu. Fransızca öğretmenimden, yeni aldığım kitabın arka kapak yazısına sıranın altında yakalanıp eşek sudan gelinceye dek dövülmesem- o yaşta bayan öğretmenden dayak yemek onur kırıcıydı- okumayı, yazın dünyasını sevmeyecektim. Kırk yanallı çizgili lise defterinde kimseye göstermediğim öykü denemelerine de başlamayacaktım. Okuduğumuz kitapları anlattığımız Türkçe öğretmenine İnce Memed için ‘Kitap eşkıyalıkeşkiyalık kitabı değil, toprak kitabıdır, toprak kimin elindeyse güçlü odur, topraklıyla topraksızın kavgasını anlatır roman,baş kaldırmanın romanıdır.” dediğimde; ‘…Bunu her yerde söyleme, ben anladım ama başkaları anlamayabilir!’ yanıtını aldığımda şaşırıp yeniden Teneke’yi okuduğumu anımsıyorum. Aynı yıllarda başka okullarda da gizliden gizliye İnce Memed okunduğunu, elinde görülenlerin okuldan atıldığını; İsmail Gençtürk, Kemal Bayram Çukurkavaklı ve ötekileri damdan düşünce tanıyıp anlayacaktım. Fikret Otyam’da o yıllarda girmişti okuduklarım arasına. Güneydoğu, Çukurova, Kapadokya bilmediğim deyişlerin yurduydu. Ankara Zafer Çarşısı, Kocabeyoğlu pasajı ve Seçilmiş Hikâyeler Dergisi’nin eski sayılarını 25 kuruşa alıp okuduğumuz günlerde yeni bir öykü Yaşar Kemal’den, ‘Pis Hikâye–1951’. Bulduğumuz her yazısını okurken, yavaş ta olsa neyi söylemeyi istediğini de anlamaya başlıyorduk, Öyküden çok roman, röportajları, gezi yazıları ve ANT dergisi yazıları ilgimizi çekerken, kalın romanlarına ulaşmamız zor da olsa okumaya alışmıştı kuşağımız artık. John Stainbeck’le karşılaştırmaya başlamıştım Gazap Üzümleri’ni okuyunca. Bitmeyen Kavga’nın gözüyle baktığımda Orhan Kemal’i Çukurova varoşlarında görürken, Yaşar Kemal, Toroslar’ın dere içlerinde, dağ yamaçlarında, yaylalarında yoksullaştırılmış Türkmen ve Kürt topluluklarının yaşam biçimlerini saptamak derdindeydi üçleme romanlarıyla(Orta Direk, Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu). Göçer ve yerleşik yaşayan kendine özgü kültürü olan insanların dağ başlarında bile rahat bırakılmamasının, yerleşik yaşama indirilmeye çalışılmasının ardındaki gerçekleri anlamamız daha uzun yıllar sonra olacaktı. Bizim salt olayları anlayarak, toplumsal bir karşı duruşun yazarı 1965 yılında siyasal alandaki karşı çıkışını TİP İstanbul Milletvekili Adayı olması, radyo ve alan konuşmaları ve halkla kurduğu ilişkilerle sergileyince adını bilmeyen kalmadı. O yılların ANT dergileri Yaşar Kemal’ ve Doğan Avcıoğlu adlarını da öne çıkmalarını sağlarken Kemal Sadık Göğceli, Çukuova gerçeğinin kökenlerine, sosyo-ekonomik ve siyasal nedenlerine inmeye yönelirken daha da anlam kazandı. Hamidiye Alaylarını, Doğudaki aşiretlere verilen özerk toprak düzenlemesini, feodal(Geçimlik) üretim biçim ve ilişkilerini, İngiliz sömürge ekonomisinde Mısır’ın yitirilmesiyle pamuk,çeltik,yağlı tohumlar gereksinimini karşılayacak bir ülke olarak Osmanlıyı görmesi ve sanayi hammaddelerini Osmanlıya ürettirme dayatmalarının etkili olduğunu anlatmaya başladıktan sonra anlaşılmaya başladı Çukurova.Osmanlı paşaları İngiliz sömürge ekonomisi doğrultusunda Çukurova’yı iyileştirip verimli Çiftliklerini kurmak için ucuz insan gücünü Toros dağlarında yaşayan Türkmen ve Kürt aşiretlerinin zorlanarak göçürülüp yerleştirilmesi yoluyla sağlarken,sık sık devlete isyan eden topluluklar da denetim altında tutulacaklardı. Çukurova’da yaşayıp yaşayamayacağı, sıtmadan sıcaktan öleceği de umurunda değildi. Osmanlının sonu, isyanlar-çoğu İngiliz kışkırtmasıyla çıkarılırdı- amaçlarına ulaşmalarını kolaylaştırıyor, dağlardan sürülen insanlar Çukurova’yı dolduruyordu. Kuşkusuz kurulan her çiftlik sırtını devlete dayamış önemli bir kişinindir. Çukurova’nı Akdeniz’le öpüştüğü sahil kentlerinde palazlanan sanayi kuruluşlarına da ucuz işçi gerekiyordu, bize özgü kul kültürüyle yetişmiş, ekmek veren ele tükürmeyen işçi sınıfı yaratılmak zorundaydı. Cumhuriyet yönetimi Kurtuluş Savaşı utkusunun üzerine kurulurken, savaşa katılanlarla toprağı elinde tutanların, yeni sanayi alanlarını da yaratması zorunlu olmaktaydı. Ulusal sanayinin yaratılmasına devletin öncülük etmesi çok önemli bir yaklaşımdı. Doğuda, güneydoğuda savaş sonrası daha da yoksullaşan halk çıkış yolu bulamazken, İngiliz destekli dinsel ve etnik kaynaklı isyanlar, isyanların bastırılması, Dersim, Ermeni, Rum göçürümleri, göçmen değişimleri, kısaca toplumsal çalkalanmaların ve dünya ekonomik sıkıntısının etkileri Çukurova’yı etkileyecekti. Mustafa Kemal’in düşlerinden olan ve uygularken yaslanacağı güçlü bir köylü desteği bulamayacağından çekindiği toprak düzenlemelerini daha sonraki yıllarda ismet İnönü’nün de yapamamasının verdiği ataklık Çukurova’da insan-toprak-üretim ilişkilerini her geçen gün karmaşık biçimde etkilemekteydi. ‘Akçasaz’ın Ağaları, Yılanı Öldürseler, Kale Kapısı, Kanın Sesi’ romanları bu saptamalarımızı doğrulamaktadır. Yaşadığı ezik ve acılı çocukluğu, okuyamamanın acısı, yoksulluk öylesine derinlere işler ki yazarda, bilinçaltından birden acı su pınarınca fışkırır romanlarının bir yerinde. Ayrımında olmadan çocukluğunu, acılarını yakalarsınız romanlarında. ‘Bebek, Sarı Sıcaklar, Otel’ öyküleri bundan sarıverir birden okuyucuyu. ‘Bu kitap okunur’ dediğiniz andır Kemal Sadık Göğceli’ yle kurduğunuz yakınlık. Bir yandan da sizi anlattığını düşünürsünüz. Kemal Sadık Göğceli, 1923- 1951 arası yaşadığı Çukurova’da, yedinci sınıfa kadar okumanın aydınlığında ve kırktan fazla işte çalışmanın sağladığı insan tanımanın verileriyle büyüklerinden dinlediği sözlü anlatım inceliklerini ustaca birleştirirken yazdığın her öykünün, romanın, derlemelerin, destanların, türkü, ağıt ve röportajlarının, destan ve röportajlarının geleceğin yazınını bu denli etkileyeceğini bilmiyordu. Sanırım tek güvencesi yüreğindeki insan sevgisi ve atalarından öğrendiği zor karşısında pusmanın yiğitliğe sığmadığıydı. Kuşkusuz Cumhuriyet devrimlerinin kendisine verdiği okuma, araştırma, aydınlık düşünme yetilerini geliştirmeyi bilmesini de küçümseyemeyiz. Bölgede yaptığı halkbilim araştırmalarının, ve Halk Evleri etkinliklerinin, iyi bir anlatıcı, türkü ve ağıt seslendiricisi olmasının, kurduğu arkadaşlık ilişkilerinin verileri de dünya görüşünün oluşmasında oldukça etkili olmuştur. İstanbul’da Dino kardeşler, M.Raşit Öğütçü ve Fikret Otyam’la arkadaşlıkları ilginç rastlantılar olmasa gerek. Röportaj dalında tatlı bir yarış içinde olduğu Fikret Otyam’la yıllarca süren dostlukları günümüz yazarlarına örnek olacak dostluklardır. M.Raşit Öğütçü de Çukurova tutkunudur, ağırlığı fabrikalar ve tarlalardır, ama ikisinin anlattıklarından asla aynı koku ve tadı alamazsınız. Aynı bölgede yetişen ayrı çiçeklerdir.. Yetmişli yıllar Türkiye’de solun kendisine model devrim ve ülke arayışı içinde olduğu karmaşalar içinde geçmiştir. Bulgar, Sovyet, Çin, Arnavutluk ve Latin Amerika yazını incelenirken, Kemal Sadık Göğceli’ yi kimsenin gözü görmüyordu. Daha önceki yıllarda söylenen ‘Ne Amerika, ne Rusya; Tam Bağımsız Türkiye…”sav sözüyle anlatılmak istenenin aslında Cumhuriyetle başlayan ama gerçekleştirilemeyen devrimlerin tamamlanması olduğunu sezen de yoktu. Başka modeller yerine başladığımız kendimize özgü devrimi tamamlayıp geliştirmek daha kolay olmaz mıydı? Hiçbir genç ‘…Revizyonistlikrevizyonistlik ve düzeninle uzlaşma…’suçlamasını göze alamadığından arayış hızla sürüyor, Latin Amerika halk hareketleri bile ‘ Üçüncü Dünyacılar’ olarak algılanırken, yerine konulacak bir örnekte bulunamayınca Ortadoğu gerillacılığı kolayına kaçılıyordu. Bu dönemde Kemal Sadık Göğceli, MDD’ ci, Revizyonist görülüp okunmuyordu, herkes teorisyen kesilmiş ve halktan da kopmuştu, halk ne söylediklerini anlamıyor, söylemlerini önemsemiyordu. Kemal Sadık Göğceli derin romanlarında imlediği devrimin başlama noktasının önemsenmeyişine ve okunmayışına küskünlük duymadan yazmayı sürdürüyordu. 1980 sıkı sıkı yönetilmelerinin bedelini başka baskılarla öderken, ülkenin zorbabası ‘…yazdıkları tabii okunmaz! Tuğla kalınlığında kitap yazıyor. Kim okuyacak onları?..’diyerek bir gözdağı savurup yeni bir baskıyı da uygulamaktan geri kalmıyordu. Türk-İslam Bileşimi, sıkı sıkı yönetilmenin başat düşüncesi yapılmaya çalışılırken, toplumsal gerçekçi yazarları kim okurdu(!). Zaten çoğu tutuklanmış içeride yatıyordu, mahkemesi sürüyordu, yazdıkları yasaklanarak toplatılıyordu. Yurt dışında yazanların kitapları da ülkeye sokulmuyordu. Yeni düzen kendine uygun yazarlarını yaratmakta, eskileri silmekle uğraşıyordu. Yılmaz Güney ölmüş, yerine Urfalı türkücü konmaya çalışılıyor, sığınmacı atlet ve dış kaynaklı oyuncularla spor canlandırılıyor, sinema dünyası üç (F) den biriyle dolduruluyordu. Kemal Sadık Göğceli, eski yazdıklarını ve baskısı bitmişleri yinelemekle ekmek parası çıkarmaktaydı. Paşalar bu oyundan usanıp yerlerine kraldan çok kralcı bir Müslüman sermaye sever bulunca, kendi yapamadıklarını bu yandaşlarına yaptırmaya başladıklarında, sanatçılarla iyi geçinme sevdasına kapılan başımız ‘Devlet Sanatçısı’ seçmeye başladığında da Kemal Sadık Göğceli’ nin adı okunmuyordu. Kimse de elinde toplumsal gerçekçi yazarların kitaplarıyla görülmüyordu. Yazar, çevirmen, yayıncı, dağıtıcı, satıcı ve okuyucu birer suç çetesiydi. Dönem Türk-İslam sentezi yazarlarının dönemiydi ve aynı görüşü paylaşan yayınevleri mantar gibi bitiyordu. ‘Yine de şahlanıyor… Karadeniz…Türkiye’m…. türküleri ve bayraktan dikilmiş giysileriyle oluşan yeni sanat camia(!)sının tıkandığı yerde AB,küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni, bir Çerkez milliyetçisinin icadı Perestroyka-Globalleşme markalı sakızlar çıkınca yazarlar da akıma uydular. Düzenle uzlaşan post modern (çağcılıksonrası) yazın yükselişe geçti. Bütün sorunlarına ve sorunlarının çözümüne de romanlarında yer verdiği Kürt kardeşlerimizce kimlik sorunu peşine takılmadığı ve plaj Kürtçülüğü yapmadığı gerekçesiyle okunmadı. Yıllarını güneydoğuyu anlatmakla geçiren Fikret Otyam’ a da benzeri yasağı uyguladılar. Yeşil Kuşak düşüncesi ve uygulamalının Balkanlar’ı ve Kafkasya’yı pasta devletler böldüğü yıllarda Kemal Sadık Göğceli Nehir romanlar yazmaya girişerek bütün yazarlık gücünü doruklara taşıma çabasına girerek ada üçlemesi(Fırat Suyun Kan Akıyor Baksana, Karıncanın Su İçtiği, Tanyeri Horozları 1998-2002) ni yazdı. Yeni bir söylemin yeni bir anlatımıydı düşülküsel romanları. Hiç kimsenin olmayan adaya daha önce Anadolu’da yaşamış insanlardan din, ırk, dil ayrıcalığı nedenleriyle yaşanan çatışmalardan tedirgin olarak dağılanlar, zorunlu göç uygulananlar, savaş sürgünleri, azınlık sayılıp kovulanlar, bu ilkede kardeşçe yaşamak isteyenler toplanacaklar. Kendi yönetim ilkelerini ve yöneticilerini doğrudan belirleyerek özgün bir yaşam kuracaklar. Ulus devletlerin bitirilmeye çalışıldığı yıllarda; ulus ve dil birliği olmadan, ortak kurulmuş kültür kökensiz insan kalabalığının birlikte yaşama düşüydü söylemi. Alışan ve seven okuyucuları dışında yeni kuşak okuyucularının olmadığını kendisi de görmüş oldu yazar. Kendi söylemi ve eğreti alarak kullandığım söylemle ‘Boynu zilli köpeklerdik, nereye gitsek kolayca bulunurduk.’ söylersek, ülkenin siyasal düzeninin Kemal Sadık Göğceli’ye dayanası yoktu. Kendi söyleminin yazarını yaratmak zorundaydı. Her yıl bir yazarı yıldızlaştırmak, adını, ününü kullanıp bir kenara atma esasına dayanıyordu. Zaten Kemal Sadık Göğceli’ nin arkadaşları yönetimlerle uzlaşıp rahat etmemişler miydi? Kendinden başka oğullarını gelinlerini torunlarını da rahat ettirmiyorlar mıydı? Geçmişlerinin Osmanlı’ya bağlılığını, paşa torunu olduklarını, Müslümanlığını kanıtlamak için tarikat bağlarını da ortaya dökmüyorlar mıydı? Şakayla Karışık olarak, ‘Türk Edebiyatının kronik Nobel adayı!’ demiyorlar mıydı? Özgeçmişini incelediler, her yerden ödül almıştı, yazdıkları dünya dillerine çevrilmişti, kitaplarının geliriyle de karnını doyurmuyor muydu? 2005’Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Türk Yazar’la iyi dost olmalarına karşın, ödül açıklanınca ‘Şaşırdım Doğrusu’ diyerek buruşmamış mıydı? Nobel ödüllerinin hangi koşullarda verildiğini bilmeyecek denli saf gönüllü Kemal Sadık Göğceli’yi eviremez, çeviremez, döndüremez, değiştiremezlerdi ama dönüşüme de mi zorlayamazlardı tatlı dille? Ödül kazanan yazarımızı kutlamakta önceki başkanımız ağırdan almış, bir boşluk yaratmamış mıydı yazın camiasında(!)? Biz o boşluğu dolduralım, verelim bir onur ödülü de kıymet bilirlik bizde kalsın. Hem Moskova’daki büyük şairimizin mezarını da ülkemize getirmeyi sahiplemeye çalışarak dönüştürmeye zorunlu bırakmaya çalıştığımız edebiyat camiaa(!)sın da iyi bir gösteri olmaz mıydı? Mustafa Kemal’den günümüze ne başkanlar görmüş aksakallı yazarımızın çok oyunları bozacağını biliyor okuyucusu. Daha önceleri okullardaki Türkçe ve Edebiyat kitaplarına betimleme örnekleri alınmıştı da demokrasi gösterileri yapılmamış mıydı? Kemal Sadık Göğceli doğduğu toprakların ve kültürün geliştirdiği bir yazardır. Kokusunu koklamadığı, sesini duymadığı, boyağını görmediği, tadına bakmadığı ve yaşamadığı hiçbir nesneyi ve olayı yazamaz. Cumhuriyet dönemini yaşamıştır, Cumhuriyet Türkiye’sini yazar. Çukurova’da karnı doymuştur Çukurova’yı yazar, Her yazar kendi yetiştiği siyasal dönemlerin de bir göstergesi değil midir? Gazap Üzümleri’ni okuduktan sonra her Nobel Kazanmış yazarı okuduktan sonra küçücük yazın anlağımla karşılaştırmalar yapmayı ‘Mihail Şolohov- Ve Durgun Akardı Don’ dan sonra alışkanlık edindim.Yazın ortamımızda siyasal baskıları ağırlaşıp yazarlarımız kısır döngülerde yaşamak zorunda bırakıldıkları dönemlerde de değişik ulusların,değişik dil ve kültürlerin yazarlarını-özellikle Latin Amerika Yazınını-okudum. Afrika, Güney Amerika, Mexica, Hint yarımadası yazınının ortak özelliği sömürgeci batı yazınıyla boğuşarak varlığını kanıtlamasıydı ve bizimle örtüşüyordu.Bazı yıllarda Nobel kazananları okuduktan sonra ‘ Yaşar Kemal’e yazık oldu!’ sözünü söylemeden edemedim. Bu arada şunu da gördüm; Kemal Sadık Göğceli bizim için neyse, Travven, Şolohov,Amado,Marquez, Roy,Fuentes,Lessing, en ilginci Amado kendi ülkeleri için odur. En ilginç bağlantıyı da J.Amado,Llosa,Traven’?in yazdıklarında yakaladım. Amado, Brezilya’nın Bahai bölgesini ince gözenekli elekten eleyerek Nobel’iNobel’inobeli kazanırken, Türkiye’de Çukurova’yı benzer elekle eleyen Kemal Sadık Göğceli’ nin kimse ayrımına varmıyordu. A.Roy ‘Küçük Şeylerin Tanrısı’ romanıyla dünyanın en çok okunanları arasına girerken ülkesi Hindistan’da gelenek ve göreneklere ters düştüğü için okutulmayan yazar, biraz da Kemal Sadık Göğceli değil mi? İyi okuyucu da, paranın, reklamın, özendirmelerin, destekleyicilerin desteğinde verilen ödüllerle ve duyulur görülür iletişim araçlarının sandalyesinde dönüştürülerek sunulan yazarları okumak zorunda bırakılarak aldatılmaya çalışılmış olmuyor mu? Bu tuzaklara düşmemeye çalışan omurgalı yazarlar da unutturulmaya zorlanmıyor mu? Göğceli; etnik liderlerin, dinsel cemaat başlarının yanında görünmesini, birkaç görüntü vermesini bilmez mi? 2009 Nobel yazın ödülü’ nü alan kitabı okudunuz mu? Orada anlatılan özgür yaşam komünü ile Göğceli’ nin ‘Ada Üçlemesi’ni özenle okumalarını dilerim. Hangisinde daha destansı bir hava vardır? İkisi de düş ülküsel bir romandır ama Ada Üçlemesi’nde insan terler, solur, sever, öfkelenir, kıskanır, paylaşır, dayanışır. Kendi ülkesinin iki yüz yıllık tarihçilerce yazılmamış tarihini, sosyolojisini ve insanlık bilimini de öğrenir. Roman okuma tutkusunun hakkını da alır. Ünlü Sosyal Bilimcimiz Emre Kongar, Kemal Sadık Göğceli için, ‘Türkiye’de feodalitenin yıkılışını en iyi çözümleyen ve anlatan romancı.’ Saptaması yapar. Tüm yapıtları okunduğunda Türkiye’de feodalitenin ( geçimlik üretim ilişkilerinin) Salt yıkılışını değil, başlangıcını, gelişmesini ve yıkılmaya çalışılmasını da öğrenirsizi. Osmanlı sonu, İttihat-ı Terakki ve Cumhuriyet Dönemi yöneticileriyle de görülecek hesapları, sorulacak soruları olduğunu görürsünüz. Anımsayın ünlü İnce Memed romanının girişini; ‘…1926 yılından sonra Toroslarda yüzlerce eşkıya türemişti……….’. Anımsayın Teneke romanındaki ‘…Kaymakam bey!Kaymakam bey! Senin ederin elli kuruşluk bir kurşun!’ diyen çeltik ekicisi ağayı. Sonra da Kemal Sadık Göğceli’ye ‘Jandarma romancısı.’diyerek yazdıklarını küçümseyen kent soylu yazın eleştirmenini anımsayın. Geçimi toprağa bağımlı insanların yaşadığı bir ülkede sanatın hangi dalı jandarmadan uzak kalabilir ki? Günümüz gençlerine okumak ve yazmak gizil suç olarak sezdirilmeye çalışılıyor. Okumak ve yazmaktan bekledikleri-Okullarda okumaya ve yazmaya özendiriliyor görünseler de- Dinin ve ulusal kaygıların izin verdiği kadardır. Bir yazarın saptaması ilgimi çekmişti, ‘ Sol kültürle tanışmayan genç,bunalıma girer,ya intihar eder,ya da tarikatlara yönelir….’ Siz ne dersiniz? Kemal sadık Göğceli, Torosların koyaklarında yaylalarında ve Çukurova tarlalarında kendiliğinden biten bir gökçebaş çiçeğidir. Toprağını, yaprağını, çiçeğini halkımız çok iyi bilir. Çiçeğinin boyağını ve görümünü anlatmakta kendisi kadar usta değilim. Kokusunun unutulmazlığını bende bilirim. Bilmesem okumazdım tüm yazdıklarını. Onun Nobel’i Anadolu halkının yüreğidir, değerini kendisi de iyi bilir. Kaynakça: __________________ 1.Behçet Necatigi; Edebiyatımızda İsimler Söz. 23.Basım.2006.Varlık Yayınları.(431-433 y.) 2-Hikmet Altınkaynak:T.E.Yazarlar ve Şairler sözlüğü. Doğan kitap. (734-736 y.9 3-Can Yayınlar 2009 kataloğu.

  • Hüzünden Bilgeliğe Yolculuk

    DÖRT ŞİİR 1. Dieppe işte yine son cezir ölü çakıl sonra yönelir adımlar ışıkları yanan kente doğru. 2. kumdadır benim yolum akışında çakılın ve kumun yaz yağmuru yağar üzerime, hayatıma hayatım ise kaçmakta yağmadan kaçmakta baştan sona. huzurum orada dağılan sisin içinde bu uzun kıvrımlı eşikleri aşındırmayı bıraktığım zaman ve yaşadığımda açılıp kapanan bir kapının boşluğunu. 3. ne yapardım bu dünya olmadan yüzsüz, ilgisiz ve sonlanacak her anın, dökülecek boşluğuna cehaletin olmaksızın bu dalga, ki, yutar gövdeyi ve gölgeyi en sonunda. ne yapardım içinde mırıltıların öldüğü bu sessizlik olmadan resimler, imdada doğru, aşka doğru olmadan bu gökyüzü safralı tozların üzerinde tırmanan. ne yapardım ne yaptıysam onu dün ve daha önceki gün ölüm ışığımdan bakışlarla arıyorum kendiminkine benzer bir ayaklığı, uzakta tüm yaşayanların girdabında sarsan bir boşlukta sesler arasında sessiz gizlenmişliğimi saklayanda. 4. aşkım ölsün isterdim ve yağsın yağmurlar mezarına, üzerime, ilk ve son kez beni sevenin yasını tutup yürürken ben sokaklarda * eğer bir gün susarsam Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir; her şey söylenmiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile. Kendimi öldürmeyi hiç düşünmedim ama, sessizce yok olup gitmeyi hayal ettim defalarca. İşte öyle anlarda sözcüklerim gözyaşlarım oldular. Ertelenmiş umutların arasında ne kadar dayanabiliyorsa insan ben de o kadar dayandım. Varoluşu düşünüp dururken anladım ki, düşünerek değil, acı çekerek var olabiliyor insan... Samuel Beckett (13 Nisan 1906, Foxrock - 22 Aralık 1989 Paris) İrlandalı yazar, oyun yazarı, eleştirmen ve şair. 20. yüzyıl deneysel edebiyatının önde gelen yazarlarından biridir. James Joyce'un takipçisi olduğu için "son modernistlerden", daha sonraki pek çok yazarı etkilemiş olduğu için de "ilk postmodernistlerden" biri olarak değerlendirilir. Beckett ayrıca, Martin Esslin'in "Absürt Tiyatro" olarak adlandırdığı akımın en önemli yazarı sayılmaktadır. Eserlerinin çoğunu Fransızca ya da İngilizce yazıp, diğer dile kendisi çevirmiştir. En bilinen eseri Godot'yu Beklerken'dir. Eserlerinde hayatın anlamsızlığını, gülünçlüğünü tarif etmeye çabalamış, sessiz, takıntılı ve yalnız bir yapıya sahip, Martin Esslin’in Absürt Tiyatro olarak adlandırdığı akımın en önemli yazarı olarak da bilinen İrlandalı yazar Samuel Beckett, kendi sözcüklerinin ağırlığında bir yazardır. Beckett, dizginlenemez hiçlik duygusuna karşın, “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.” diyebilen, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransızların Nazilere karşı örgütlediği direnişe destek verecek kadar eylemci ve mücadeleci kişiliğe sahip bir yazardır. Samuel Beckett, bu dünyanın anlamı peşinde koşmuş insanlardan biri olarak şu sözleri söylemekten de geri durmamıştır; “Bu dünyanın anlamı olduğu aslında bizim bir kuruntumuz. Biz bu dünyanın, bu dünya üzerinde yaşayan bizim yaşamlarımızın bir anlamı olduğunu varsayıyoruz, ama aslında böyle bir anlam yok. Bu anlam arayışı bizim dünya üzerinde kendi varoluşumuzu anlamlı kılma çabalarımızın bir uzantısı. Biz böyle bir anlamı bulmaya zorunluyuz, yoksa anlamsız olduğunu kabul edersek her şeyin, bu saçma varoluş durumuna katlanamayız, yaşam bizim için bir cehennem halini alır, nitekim de bu yakıcı sorunun peşine düşenlerin yaşamları bunaltıcı bir cehennemdir.” 17 Temmuz1989 yılında ikinci eşi Suzanne’nin ölümü ile sarsıldı; aynı yılın aralık ayında ise kendisi vefat etti. Çift Pariste, Montparnasse adlı bir mezarlıkta gömülüdür ve aynı mezar taşını paylaşmaktadır. ÖDÜLLERİ 1961 Uluslararası Yayıncıların Formentor Ödülü 1969 yılında Nobel Edebiyat Ödülü Tiyatro Eleutheria (1947; yayımlanması 1995) Godot'yu Beklerken (En attendant Godot) (1952) Sözsüz Oyun I (1956) Sözsüz Oyun II (1956) Oyun Sonu (Fin de partie) (1957) Krapp'ın Son Bandı (1958) Fragment de théâtre I (1950'lerin sonlarında) Fragment de théâtre II (1950'lerin sonlarında) Mutlu Günler (1960) Oyun (1963) Geliş ve Gidiş (1965) Soluk (1969) Ben Değil (1972) Bu Kez (1975) Adımlar (1975) Solo (1980) Beşik (1981) Ohio Doğaçlaması (1981) Felaket (1982) Ne Nerede (1983) Radyo Tüm Düşenler (1956) From an Abandoned Work (1957) Korlar (1959) Eski Şarkı (1960) Radyo Oyunu Taslağı I (1961) Radyo Oyunu Taslağı II (1961) Sözler ve Müzik (1961) Cascando (1962) Televizyon Söyle Joe (1965) Hayalet Üçlüsü (1975) ...ama bulutlar... (1976) Quad I + II (1981) Nacht und Träume (1982) Sinema Film (1965) Roman Dream of Fair to Middling Women (1932; yayımlanması 1992) Murphy (1938) Watt (1945; yayımlanması 1953) Mercier ile Camier (1946; yayımlanması 1970) Molloy (1951) Malone Ölüyor (1951) Adlandırılamayan (1953) Acaba Nasıl? (1961) Kurgu dışı Proust (1931) Three Dialogues (Georges Duthuit ve Jacques Putnam ile) (1958) Disjecta (1983) Kısa roman (novella) ve Öykü Aşksız İlişkiler (1934) The Expelled (1946) The Calmative (1946) The End (1946) Hiç İçin Metinler (1954) Le Dépeupleur (1971) First Love (1973) Fizzles (1976) Compagnie (1979) Mal vu mal dit (1981) Worstward Ho (1984) Stirrings Still (1988) Şiir Whoroscope (1930) Echo's Bones and other Precipitates (1935) Collected Poems in English (1961) Collected Poems in English and French (1977) What is the Word (1989) Çeviri Negro: an Anthology (Nancy Cunard, editör) (1934) Anna Livia Plurabelle (James Joyce, Fransızca çeviri Beckett ve diğerleri) (1931) Anthology of Mexican Poems (Octavio Paz, editör) (1958) The Old Tune (Robert Pinget) (1963) What Is Surrealism?: Selected Essays (André Breton) (çeşitli kısa parçalar toplamı) Derleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ Kaynak : Antoloji, Vikipedi, Türkedebiyatı, Leblebitozu

  • ZELİŞ

    Lafı döndürüp dolaştırıp, oraya sürüyorum. Zeliş’in yüzüne utangaç bir kırmızılık oturup kalkıyor. Her sözümden bir anlam çıkarmaya çalışıyor. Kuşkuyla bakıyor yüzüme. Yakalıyorum gözlerini ve kaçırdıklarını... Hoşuma gidiyor bu oyun. O belki sıkılıyor, belki sıkılmış gibi yapıyor. Heyecanlanıyorum, nefesi eskisi gibi ılık naneli... Güldükçe yüzünde çiçekler açıyor. Öyle özlemişim ki onu. Diğer çocuklar farkında değil bu oyunun. Konuşmalarımızda, bademlerin altı sözcükleri geçince birbirimize bakıyoruz Zeliş’le. Küçük bir kelebek konuyor elime. Çocuklara gösteriyorum; göremiyorlar... Zeliş görüyor. Ben de görüyorum. -Ne zaman gideceksin Zeliş abla? Diye soruyor çocuklar. Zeliş’in gözleri gözlerimde. Bayram biter bitmez. -Keşke bayram hiç bitmese diyorum. Çocuklar anladıkları için mi, komiklik olsun diye mi gülüşüyorlar bilemiyorum -Elin elimde diyor Zeliş. Yanındaki kız çocuğuyla bir oyuna başlıyor. -Elin elimde diyorum. Elimi de götür ne olur giderken diyorum. Çocukların hoşuna gidiyor kahkahayla gülüşüyorlar. Zeliş’le ben gülemiyoruz. Dışarıda bir gürültü kopuyor, sonra kahkahalar... Birileri daha katılıyor olmalıydı geceye. Rakı sofrası bahçede. Çocuklar dışarıya fırlıyor. Pencerede fesleğenler, yaprağı güzeller, begonyalar... Gözlerime değiyor Zeliş. Gülümsüyor. Yüreğim büyüyor. -Özledin mi beni? -Hem de çok. -Hiç arayıp sormadın ama. -Aradım. -Ne zaman? -Yatılıya başladığımdan beri. -Yalancı. -İnan. -Biraz önce bir şey demiştin. Yüreğim çarpıyor, çıkıverecek yerinden. -Ne demiştim? -Elimi de götür demiştin. -Evet, öyle dedim. -Elini değil, seni de götürmüştüm giderken. Gözlerini kaçırdı. Yanakları kızardı. Zeliş’in babası bir türküye başladı. Dışarıdaki muhabbet iyi olmalıydı. Zeliş’in yanına oturdum. -Zeliş. -Efendim. Gözleri yerdeydi. -Seni bir türlü unutamadım. Gerisini getiremedim. Titriyordum. Zeliş başını yerden kaldırdı, yüzüme baktı. Kısa bir sessizlik yaşadık. İkimiz de Zeliş’in babasının söylediği türküye tutunduk. -Sözlediler beni duydun mu? -Duydum. -Kimden duydun? -Anam söyledi. Yüreğimin bir parçası da koptu sandım. -Gerçek mi? -Gerçek. -Bilmiyor musun? Omuz silkti yüzüme baktı. -Niye istetmedin öyleyse? -İstettim. -İstettin mi, ne zaman? -Bilmem. -Yalancı. Hani beni çok sevdiğini söylerdin? -Nerede? -Bademlerin altında. Utandı. Yüzünde pembe halkalar dalgalandı. Gözlerini kırpıştırdı. Elini avuçlarımın arasına aldım. Yüreği avuçlarımda tezikmiş bir serçe telaşıyla atıyordu. -Ne derdim orada? Omuz silkti. -Bilmem. Elini çekip kurtarmak istedi. Bırakmadım. Zeliş’in anasıyla, ablam da katıldı türküye. -Seni öperdim orada. -Bırak elimi, ben sözlü bir kızım. -Olsun, ilk sözlün ben değil miyim? -Bırak aptal! Güldüm... -Sen benim hala Zeliş’imsin. -Zeliş deme bana. -Niye? -Bırak birisi gelecek. -Gelsin bilmeyen mi var sanki? -Öyleyse niçin almıyorsun beni? Ah öyle sevindim ki, demek hala beni seviyordu. Zeliş’im benim. -Hıı ne için almıyorsun beni? -Ah Zeliş’im, öyle acı çekiyorum ki... Okul, babam, sen... Biraz daha dayanabilseydin. -Sen istersen... Ablam içeri giriverdi. -Ne yapıyorsunuz siz? Bırak bakayım kızı! Zeliş yanımdan kalktı, pencerenin önüne geçti. -Kaçırdın kızı deli oğlan. -Abla Zeliş gitmesin, onunla... -Kız sözlendi akıllım. Hem senin okulun... -Bırakırım okulu ne olacak. -Bak baban duymasın bunu! -Dur anacım. Zeliş’i kenara çekti. Pencerenin önündeki dolaptan, üç bardak aldı. Çıkarken; -Bir yıl daha bekleyemedin; bak Mustafa rütbe takacak iki ay sonra işte. Anana da aşk olsun doğrusu! Bekleyemedi dokuz ay. Zeliş penceredeki fesleğenin yapraklarını avuçluyordu. Başı önündeydi. Birbirimizden kaçırdığımız bakışlarla içinden neler geçiriyordu kim bilir. Kibar, alçak gönüllü, içtendi. Çok da güzeldi. -Küsüyor musun bana? -Hayır, sen istememişsin ki? Ablam anlattı zorla nişanlamışlar seni. -Peki sen? -Küsüyorum tabi. Elini tuttum. Karşı koymadı. Yanağına bir öpücük kondurdum. -Bırak giderim bak. Elinden tutup kendime doğru çektim. -Niye anana beni sevdiğini söylemedin? -Söyledim ama o akraba çocuğu dinlemediler beni. Sen de inanmadın. Mesajlarıma yanıt vermedin. Telefonunu açmadın. Yalan mı? Bayramlarda yolunu değiştirdin. -Ben… Ben yanılmışım kendi isteğinle sandım. Çok kırılmıştım. -Beni dinleseydin… Kalktım pencereyi açtım. Odaya yıldızlı, hüzne dalgın, anasonlu bir akşam doldu. -Şu yıldızları görüyor musun? -Hangilerini? -Gel dışarıya çıkalım. Aşağıda kentin ve lunaparkın ışıkları parıldıyordu. Rakı sofrasını saran dostluk, çevresindekileri birbirine sımsıkı bağlamış, Zeliş’in babasının bağlamasıyla çalıp söylediği türkülerle herkes halinden memnun görünüyordu. Çocuklar dışarıya sarkıtılan seyyar bir ampulün ışığında oynuyordu. Zeliş’le bahçeden çıkıp yürüdük. -Nereye gidiyoruz? -Bademlerin altına. -Ben gelmiyorum, saçmalayacaksın yine. -Saçmalıyor muyum? -Evet. -Ama geliyorsun. -Yıldızları soruyordun, unuttun mu? -Unutmadım. -Şu cezve gibi olan yıldız grubu var ya? -Bizimkiler mi? -Evet, büyük ayıymış o. -Büyükayı mı? Ne tuhaf. -Öyle. -Bak, şöyle; serçe parmağınla işaret parmağını, bir ölçü yap, cezvenin en alt köşesinden, sağa doğru bir doğru çiz. Dört ölçekte. -Nasıl yani? -Ver elini. -Vermem. -Niye? -Yine beni kandırır öpersin. -Hyır, hayır bak şöyle. -Bir, iki, üç, dört, o; küçük ayı. -Hangisi? -O parlayan. -Nerden öğrendin bunu? -Okuldan. -Okulda yıldızları mı öğretiyorlar. -Evet yıldızları. -Yerden de yedi karış yukarıdadır o. -Ya? -Tabi. Küçük Mıstık arkamızdan bağırıyor: -Zeliş ablaaaa, annen seni çağırıyor. Hemen gelecekmişsin. Zeliş yüzüme baktı. Eli elimi sımsıkı sardı. Gözlerini kırpıştırdı. -Çocukken çağırmazlardı değil mi?" dedi. Uzandı, yanağıma bir öpücük kondurdu. Yüreğime taşıyamadığım kadar dolan hüzün ince bir sızıyla tüm vücuduma yayıldı. Onu tekrar yitirmeye dayanamayacağımı anladım. Gitmesine dayanamadım. -Zeliş. Döndü, gözleri doluydu. -Efendim. -Benimle gelir misin? -Ah, evet evet, dedi. Titriyordu. Badem ağaçlarının arasından yürüdük. Ne okul, ne ailem… Zeliş’im benim, Zeliş’im. El ele tutuşup koştuk…

  • Sevgilim…

    -GÜNÜMÜZ ŞİİRİ / MURATHAN MUNGAN- Sevgilim, yetimim benim, aylar nasıl geçiyor zaman hiç geçmezken kapılar kapalı, dünya buzlu cam uyuşmuş gözlerimin önünde hayat akıp gidiyor, hiç kımıldamadan ikimizin yerine dinliyorum sevdiğin şarkıları siyah tişörtünü giyiyorum yatarken gömleklerini, kazaklarını, kokunu senin rüyalarını görüyorum, ölür gibi uyurken gün boyu elimde kahve fincanı kapıyı açmıyorum telefonlara çıkmıyorum başını bekliyorum, geleceği olmayan hatıraların Sevgilim, yetimim benim, nasıl da kayıtsız gülüyorsun hayata öldüğünden haberi yok fotoğraflarının... 21 Nisan 1955 tarihinde İstanbul'da dünyaya gelen Murathan Mungan, Mardinli bir ailenin çocuğudur. İlk, orta ve lise yılları Mardin'de geçti. Mardin, eserlerinde sıkça kullandığı mekanlardan birisi oldu. Bu çevrenin taşıdığı farklı kültürel yapıyı, insan olgusunu eserlerine başarılı bir şekilde yansıttı. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümünde tamamladıktan sonra başladığı doktora çalışmasını yarım bıraktı. Ankara Devlet Tiyatrolarında altı yıl, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda üç yıl dramaturg olarak çalıştı. Gazete ve dergilerdeki ilk yazılarını 1975’te yayımlayan Mungan; yazı hayatı boyunca şiir, öykü, roman, deneme, tiyatro oyunu, sinema yazısı, senaryo, masal ve şarkı sözü gibi farklı türlerde eserler verdi. İlk kitabı, "Mezopotamya Üçlemesi"adlı oyun üçlemesinin ilki olan "Mahmut ile Yezida" idi (1980). Bu oyun, Türkiye İş Bankası'nın açtığı yarışmada ikincilik ödülü aldı. Sahnelenen ilk oyunu Orhan Veli'nin şiirlerinden kurgulayarak oyunlaştırdığı "Bir Garip Orhan Veli" oldu. 1981'de ilk defa sahnelenen bu oyun, 1993'te kitap olarak da basıldı. Sahtiyan adlı şiiri ile de "Gösteri" dergisinin 1981 Şiir Yarışması'nda birincilik ödülü alan Mungan, özellikle "Metal" (1994) adlı kitabındaki şiirleriyle 1980 kuşağının en çok okunan, tanınan şairleri arasında ilk sıralarda yer aldı. Mezopotamya Üçlemesi'nin ikinci kitabı olan Taziye adlı oyunun 1984'te sahnelemesi nedeniyle Ankara Sanat Kurumunca Mehmet Baydın ile birlikte en iyi oyun yazarı seçildi. 1987’de "Hedda Golder Dile Bir Kadın" öyküsü ile, Haldun Taner Öykü Ödülü'nü Nedim Gürsel ile birlikte aldı.

  • Başkalarının Eskilerini Giyenlerin Şarkısı

    -GÜNÜMÜZ ŞİİRİ / SENNUR SEZER- Satın alınmış düşleri bıkıp fırlattığınızda Ardınıza bakmayın Oradayım. Ayışığında bir öpüşme düşü, Eskitilmiş bir kadife bluz, sim işlemeli Ve yenilenen balayı, dantel askılı Yaramaz işime… ben üşüyorum. Sıcacık bir şey gereken Düşlerime. Yarım bırakılmış çorba, Geri çevrilmiş biftek ve “ihanet” yabancı bana İnce topukları yaz takunyalarınızın Bana kalın, yıkanmaya dayanıklı Akrabalar kadar tanıdık bir şey gerek Rengi de rengi de olmalı elbet Yıpranmışlığımı örten. Dokunduğumda çocukluğumu düşündüren Gençliğim gibi sırrı açıklanmaz Kumaşlar satılmaz çarşılarınızda. Ağrılarıma göre tasarlanmadı giysilerinizin boyu. Bir korkuyu tanırsınız yalnız Yaşlanmak ve bırakılmak. Bende çeşidi var, Ama bitişmiyor sizinkilerle, Sevgiden doğuyor çoğu. Paramın yettiği bu tezgahta Satılan eskileriniz Ellerim değdikçe soluk alıyor Eskiyen siz misiniz? Şair ve belgesel anlatılar yazarı Sennur Sezer, 1943 yılında Eskişehir'de dünyaya geldi. İlk şiiri 1958'de, ilk kitabı Gecekondu 1964 yılında yayımlanan Sezer şiir, deneme, anlatı, inceleme türlerinde çok sayıda eser vermiştir. Gerçek ve müstear isimle özellikle Yeşilçam’a çok sayıda senaryo yazan; çeşitli ansiklopedi ve antolojilerin oluşturulmasında payı bulunan sanatçı işçilerin, emekçilerin, kadınların her türlü hak arama, grev gibi eylemlerine destek verdi. 1982 yılına kadar çeşitli yayın evlerinde ve ansiklopedilerde düzelticilik ve metin yazarlığı yaptı. Çalışmalarını başta Günlük Evrensel ve Evrensel Kültür olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde yazarak, belgesel anlatılar hazırlayarak sürdüren Sezer, 7 Ekim 2015'te hayatını kaybetti. Gecekondu (1964) Yasak (1966) Direnç (1977) Sesimi Arıyorum (1982) Kimlik Kartı (ilk üç kitap, 1983) Bu Resimde Kimler Var (1986) Afiş (1991) Kirlenmiş Kağıtlar (1999) Bir Annenin Notları (Seçme Şiirler 2002) Dilsiz Dengbej (2001) Akşam Haberleri (2006) İzi Kalsın (2011)​

  • FISILTI

    Yedik, içtik, güldük, eğlendik, sinemaya gittik, duş aldık, kavga ettik, alışveriş yaptık yetmedi… Yetmeyince üstüne spor yaptık. O da yetmeyince tatillere gittik. Tüm bu yaptıklarımız gene de bize yetmeyince eş, dost ve akraba ziyaretleri yaptık. Ziyaretler de bitince, bir koltukta sen bir koltukta ben birbirimize bakmadan, konuşmadan ve ne düşündüğümüzü önemsemeden saatlerce öylece oturduk. Oturmakla da olmayacağını anlayınca ben işe gittim sen alışverişe. Sonra, sen işe gittin ben kahveye. Baktık öyle de olmuyor, o zaman sen annene gittin ben meyhaneye… Yıllar su gibi aktı. Bir evi, bir yemeği, bir yatağı ve hangi zamanımıza ait olduğunu bilemediğimiz bir çocuğu paylaşırken bulduk birbirimizi. Bu paylaşımda, bu birliktelikte bilmediğim ne kadar çok şey varmış meğer! Şimdi sen hiç konuşmadan, kımıltısız ve ne düşündüğü belli olmayan feri kaçmış gözlerinle hayata tutunmaya çalışırken… Yanlışımla, doğrumla, yaşamayı isteyip yaşayamadıklarımla, senle dolu olması gerekirken sensiz geçen yıllarımla şu an öylesine bir hiçim ki! Bu hiçlikle yaşamam gereken hayatın bu hayat olmaması gerektiğini ve bir ömrü paylaşmak istediğim insanın senden farklı bir insan olması gerektiğini gördüğüm zamanların bir zamanında; bir sana bir bana dayatılan ve hem senin hem de benim ömrüme mal olan asla ama asla yaşamayı hayal bile etmediğimiz birlikteliğimizden; ne kadar memnun olduğunu bilmeyi istiyor ve öyle pişmanlıklar yaşıyorum ki… Sana ve yaşatamadığım hayatın bana ait olan kısmına, bana ve yaşayamadığım hayatın sana ait olan kısmına o kadara kadar kızgınım ki! Bir bilebilsen, bir anlayabilsen... Şu an karşımda çocuk kadar saf, korunmasız ve öylesine aciz bir vaziyettesin ki. Aklıma bile getirmediğim, asla da yaşamayacağını düşündüğüm bir sona yaklaşmakta olduğunu gördüğüm şu zamanlarda belki de asıl yaşamak istediği hayatı yaşayamayanın sen olduğunu ise şimdi çok daha iyi anlıyorum. Öyle ya, dört duvar arasında yaşamdan koparabildiğin birkaç anı yaşayıp yaşayamadığını bile bilememiş olmam ne kadar da üzücü! Uzun zamandan sonra sana iyice baktığım zaman; ben de olduğunu sandığım senden ne kadar farklı bir sen bulduğumu kendime bile söyleyemiyorum. Aklımda kalan saçlarını ekliyorum -sahi, saçların ne renkti? Solgun yüzüne biraz makyaj yapıyorum -nasıl bir makyaj yapmayı severdin? Şöyle güzel, güzel olduğu kadarda alımlı bir elbise -peki, kaç beden giyerdin? Ve harika bir ayakkabı –ya ayakların kaç numaraydı? Oysa ne kadarda da güzelmişsin. Ve hep başkalarıyla gittiğim o gece kulüplerine kolumda sen ile girdiğim zaman; hayretler içerisinde kalıyor ve yaşanılanlara inanamıyorum! Ve salonda ki tüm erkekler hayranlıkla sana bakınca, geç kalmış yıllar ötesinden seni kıskanmaya çalışan beni buluyorum. Oysa öyle çok kadınla geldim ki buralara ben! Sayısını bile hatırlamadığım o kadar çok kadınların bedenini, ayakkabı numarasını, saçını, göz rengini, kullandığı ruju, sevdiği yemeği, beğendiği şarabı çok iyi biliyorken… Senle ilgili aklımda kalanlar öylesine az ve öylesine üzücü ki! Şimdi kalksan ve doktorlar da ‘tamam’ dese. İlk soracağım; yıllardır nasıl yaşadığın, neler yaptığın, neler istediğin ve hep nelerin sende bir arzu olarak kaldığı… Ya geceler! Gecelerin… Sahi, gecelerde nasıl uyurdun! Gök gürültüsünden, şimşekten ya da karanlıktaki yalnızlığından korkar mıydın? ‘Belki susarım’ diyerek, başucuna bir bardak su koyar mıydın? Şimdiden önce hiç hastalanıyor muydun? Doktora gider miydin? Gözlük kullanır mıydın? Dişlerin, kendi dişlerin mi? Ya alışverişlerin? Ya hayattan almayı başaramadıkların? Ya sevdiğin, sevmediğin, nefret ettiğin ve hep olmasını istediğin şeyler… Peki, ailen? Hâlâ aynı mahallede mi oturuyorlar? Ya kardeşlerin? Sahi annem, babam, kardeşlerim… Ne kadar da uzun zaman oldu, çocukluğumdan birilerini görmeyeli… Kızım! O ne yapıyor şimdi? Az zamanlarda uğradığım bir eve gelip gittikçe görürdüm onu. Ya bir yere gidiyor ya da bir yerden geliyor olurdu. Gerçi o kadar uzun zamandır kapıda bile karşılaşmıyoruz ya! Hem sen böyle hastayken o niye burada değil? Neden ailemizden hiç kimse yok burada? Neden hep yalnızlık seninle? Sana bakıp seni düşünmeye uğraşırken, karşımdaki sen ve anılarımda canlandırmaya çalıştığım sen şimdi daha bir ete kemiğe bürünmektesiniz. Senle ilgili gözümün önünde oluşanlarda niye hiçbir sen yok? Neden, senli anılarım bu kadara kadar silik, yarım yamalak ve eksik? Şimdi kimi yok sayacağım? Uğramaya değer görmediğim bir ev, önemsemediğim bir sen ve yaşamayı asla düşünmediğim hayatıma nasıl devam edeceğim? Susmasana… Bu günden sonra hayatımı sorumsuzca yok etmeye neden devam edeceğimi bana anlatsana…

  • Mahkemede Allahlık Sorular

    Aşağıdakiler mahkemelerde avukatlar tarafından sorulmuş gerçek sorulardan derlenmiştir. Reha Muhtar'dan daha salakça soru sorulabilir mi, diye bir soruyla karşılaşınca artık "evet" diyeceksiniz... "Uykusunda ölen bir insan, ertesi günün sabahına kadar bunun farkına varamaz, değil mi doktor?" "En genç olan oğlunuz, hani şu 20 yaşında olan, kaç yaşındaydı?" "Resminiz çekilirken orada mıydınız?" Yalnız mıydınız, yoksa kendi başınıza mıydınız?" "Savaşta öldürülen kardeşiniz miydi yoksa siz miydiniz?" "Sizi öldürdü mü?" "Çarpışma esnasında araçlar arasında ne kadar mesafe vardı?" "Oradan ayrılana kadar orada mı kaldınız?" "Kaç kere intihar etmeyi başardınız?" Soru: "8 Ağustos'ta mı hamile kaldınız?" Cevap: "Evet." Soru: "Peki o anda siz ne yapıyordunuz?" Soru: "Üç çocuğunuz var, değil mi?" Cevap: "Evet." Soru: "Kaçı erkek?" Cevap: "Erkek yok." Soru: "Hiç kızınız var mı?" Soru: "Merdivenler alt bodruma iniyor dediniz, değil mi?" Cevap: "Evet." Soru: "Peki bu merdivenler yukarı da çıkıyor muydu?" Soru: "Bay ___, geçen yaz kusursuz bir balayına çıktınız, değil mi?" Cevap: "Evet, Avrupa'ya..." Soru: "Eşiniz de sizinle geldi mi?" Soru: "İlk evliliğiniz niçin sona ermişti?" Cevap: "Ölüm sebebiyle." Soru: "Kim ölmüştü?" Soru: "Şüpheliyi tarif edebilir misiniz?" Cevap: "Orta boyluydu, sakalı vardı." Soru: "Erkek miydi yoksa kadın mı?" Soru: "Bugüne kadar kaç ölü üzerinde otopsi yaptınız, doktor?" Cevap: "Bugüne kadarki bütün otopsilerimi ölüler üzerinde yaptım." Soru: "Bütün cevaplarınız sözlü olmak zorunda, anlaştık mı? Şimdi, hangi okula gidiyorsunuz?" Cevap: "Sözlü." Soru: "Otopsiye başladığınız zamanı hatırlıyor musunuz?" Cevap: "Aksam 8:30 civarında başladık." Soru: "Bay___ o esnada ölü müydü?" Cevap: "Hayır, sandalyeye oturmuş neden otopsi yaptığımı merak ediyordu." Soru: "İdrar örneği verme imkanınız var mı?" Cevap: "Kendimi bildim bileli yapabilirim." Soru: "Otopsiye başlamadan önce Bay ___'in nabzına baktınız mı doktor?" Cevap: "Hayır." Soru: "Kalbini dinlediniz mi?" Cevap: "Hayır." Soru: "Nefes alıp almadığını kontrol ettiniz mi?" Cevap: "Hayır." Soru: "O halde siz otopsiye başlarken Bay ___ hala yaşıyor olabilir, değil mi?" Cevap: "Hayır." Soru: "Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz, doktor?" Cevap: "Çünkü adamın beyni masamın üstünde bir kavanozun içindeydi." Soru: "Yine de hasta hala yaşıyor olamaz mıydı?" Cevap: "Evet, hatta şu anda bir mahkeme salonunda avukatlık yapıyor olabilir."

  • ARALAMAK DOĞAN GÜNEŞİ

    Şimdi hangi bedende, hangi yürekte vücut bulur bendeki sen? Kaç mevsim geçti üstünden Elvedalara sığmayan bir ben, İçinde benden bir beden 80'lerde çekilen bir fotoğraf bu. Manzara tepeden Kartpostallık bir hüsran Bir türkü bu belki de kulağımda yankılanan. Ne umutlar firarda Ne infazı verilenler darağacında! Mesela bir keşke bin neyseye mukabil. Yırtılan göğe doğru İleri! Pek ileri. Pek emin adımlarla Yarını düşünen adamlarla. **********

  • Parçalar Bütünler

    Akşam çok içen adamların, beyninde buğudur savaş... Aşk bir terlemedir geç gelen orgazmın ardından... Yaşamak için para lazımdır, ölmek içinse insan olmak... SAVAŞ / BARIŞ Gözüme kaçan ceninleri toplayabilir misin kalbinle adamım? Ölümle oynayan bir çocuğa verebileceğin ne var: Aşktan, sevgiden ve barıştan başka? Yoksa sen de aziz geçinenlerden misin; bir çocuğun ölmemesi için sadece Tanrıya yalvaran ve arka odalarda şuursuz sevişmelere göz yuman... Zor bellemek ölümü, ya sen belleğinde kocaman bir boşluk, hangi geleceğin düşündesin? Ağlamak geliyor içimden. Savaşın, depremin duraklarında çığlıklar. Çarşı bombalar altında, evler kağıt parçaları gibi birbiri üstüne binmiş. Ya yaşayacaksın doğanın savaşıyla, ya öleceksin insanın savaşında. Çelişkilerin içinde kaybolurken delireceksin, nedeni belli arsız bir ölüm karşısında. Beyinler patlayacak, çocuklar ölecek, gençler son nefesini “Kurtarın beni!” diye verecek ve bir kadın barışı anlatmaya çalışacak rahmindeki ince sızıyla. Sen anlatabilecek misin savaşın çocuklarına hiç mutlu olmadıkları kadar mutlu olabilecekleri sihirli bir peri masalı? Yoksa korkuların, yüznumaranın boşluğunda, midenin hazmedemediği haşlanmış mısır taneleri gibi su üstüne mi çıktı? Bak! İyice bak gözlerine! İhanetlerin en büyüğü göz bebeklerinde. Savaş yine yanı başında, şenlik bombalarını patlatırken kimsenin gıkı çıkmıyordu ya, gülerim bu komik bilmecenin yalnızlık kokan bayatlığına. Bir kadın elinde beyaz bayrağı karnında yeni filizlenen tohumuyla, “Dur!“ deme hakkını kullanıyor tüm savaşlara. Bir aziz olmak için Tanrıya yalvarmak mı gerekiyor çocuklar ölmesin diye. Yoksa hepimiz kaşarlanmış birer aziz olarak tek bir hedefe kilitlenip cennetten yer mi ayırtacağız kendimize? O zaman cehenneme kim gidecek söyle? Barışın olduğu hür bir cehennemi, kalabalık bir cennete tercih ederim. Belki de bu yüzden kaloriferi sonuna kadar açıyorum. Sıcağa dayanma gücümü zebanilerden önce kendi kendime sınıyorum. Adına adalet dedikleri yargının peynir teknesinden ibaret görüntüsünün fareler tarafından yenmesini seyrediyorum. Terazimiz tartmıyor artık o kadar küçüldü ki namusun gramı, para bile etmiyor bu devirde. Şimdi babam yatağında gülüyor annemi aldattığı için. Annemse ağlıyor tüm insanlık suçunu çocukları göğüslediği için. Bu ne yaman çelişki böyle! Siyahı atmışlar, renk kartelasından. (Ölümün ardından giyilmesi, yağmur taşıyan bulutlara sürülmesi, ise - dumana bulunması yüzünden.) Adını değiştirip başka dünyaya gitse temizleyebilir mi bu üstüne sürülen lekeyi, yoksa güvercinlerin beyaz kanadına inat sürdürür mü cennetteki Azazil’liğini? İhanetler obur bir çocuk gibi yapıştı göğsüme tüketiyor beni. Sense geçip karşıma sayısız aldatmalarını itiraf ediyorsun. Bense olanca gücümle haykırıyorum dünyaya… Sen parçalarında aldatıyorsun beni, bense barışı arıyorum parçaladığın yüreğimle… Beyaz güvercinlerin kanadında bir kadının kokusu, her şeye inat, kapkara gökyüzünde kanat çırpmakta AŞK / İHANET Kan unutmak için, aşk yaratmak için… Bu ne yaman çelişki, her kanayan kalp yok olmuş bir aşk… Ey aşk! Sen kayıp zamanların yoksul dilencisi. Sen Titanic’le sulara gömülen bir haykırış. Sen, hiç kimsenin sahip olamadığı yalancı bir düş, bir düşüş… Bırak yakamı, derken bile bırakmayan inatçı bir keşiş... Camdan iğnelerini kalbime batıran beceriksiz bir gülüş… Hayatın provasında yarım kalmış bir oyun… Ey aşk! Ne olduğun belli, ne olmadığın… Tıpkı bir uyuşturucu gibi giriyorsun bedenime köklerini salıyorsun kalbimin derinliklerine. Şimdi korkuyor muyum? Korkmayacağım… Haykıracağım herkese senin varlığınla ezilmiş ruhumun isyanını ve sevgimin harcanmış çocukluğunu. Seni içimde öldüreceğim adi bir katil gibi… Seni yüreğimle boğacağım derin sular gibi… Seni zincirlere vuracağım acımasız bir gardiyan gibi… Ey aşk! Artık bana dokunamayacaksın, yerin kalbim olmayacak. Seni renkli ayakkabılarımın yanına kaldırdım, portmantoya. Ancak gecelerde giyeceğim; parıltını ve ışıltını ancak gecelere taşıyıp seni orospu edeceğim. Çünkü aşk, kendi cennetinin orospusudur, biraz da. Aşk ihanettir coğrafyası beden olan. Aşk casusluktur bedenler arası yapılan ve aşk hırsızdır her an çalmak için bir kalp arayan. Susan sen misin, ben miyim? Yoksa susan tüm dünya mı ayaklarımızın altına aldığımız? Susan şimdi sadece başkaldırılarımız, yüreğimiz asıl susan… Ellerim titrerken bile senin sıcaklığını buluyordu, oysa şimdi, eldivenlerin bile ısıtamadığı buzdan kalıplar var parmak aralarımda. Parmak uçlarım ateşe hasret, korkularım artık ter damlası koltuk altlarımda. Vazgeçtim tüm içtenliğimden, vazgeçtim sevip tükenmekten. Şimdi tükenmeyen bir kalemin ucunda öykümüzü yazıyorum kâğıtlara. Umarsız, sancısız, acısız… “Aldattım seni!” deyişin kulaklarımda. İhanetin fotoğrafı aynamda senin gibi gülümsüyor. Ay ışığına esir düşmüş bir yıldız gibiyim kapkaranlık gecede. Duvarlar yalnızlık kusuyor gidişinle. Terliklerimden bir teki yatak odasının kapısında ters duruyor, diğeri sokak kapısının önünde boynunu bükmüş öylece. Tüm benliğimle ağlıyorum odalarda. Yatağın yarım kalmış tarafını özlüyorum, sensizlikle soğuyan. Sonra… Sonra… Çok sonra… Senin gidişin hiç o kadar kötü değilmiş arkama dönüp baktığımda… Ben sensizliği senle öğrenmişim aslında, farkına varmamışım kalabalığında… Her gün aldatılmaktansa bir kere aldatmayı yeğledi zaman. İşte o zaman aldatılanla aldatan yer değiştirmek zorunda kaldı… ÖLÜM Kan kusan bir gülün acısıdır rengi... Bülbülün sorunu dilde değil, dikendedir... Kimsenin bilmediği bir şey varsa, o da bu gece gül rengi şarap içmeden ölünmediğidir... Hayat, kurutulmaya bırakılmış sardalye gibi ipe dizilmiş duruyor. Kara sineklerin sineklikten çıktığı kan ve pislik kokusunun yayıldığı sahil kasabalarından birinde, vurdumduymaz bir balıkçının elinde harcanıyor. Hayat, içimde ve dışımda bayat bir balığın kokusu. Paul Coelho‘nun The Pilgrimage (Hac) adlı kitabı geliyor aklıma. Hayatta bir Hac yolculuğu mu acaba? Doğumla başlayan, ölümle noktalanan. Geriye ne kaldı? Sadece, Yüzyıllık Yalnızlık… Albay Aureliano gibi gümüş balıklar yapmak istiyorum, hiç kokmayan. Ama elimden alıyorlar hepsini, bilmiyorum neden gitgide köreliyor yaşamım. Sabahattin Ali yuvarlak gözlüklerinin ardından bakıyor. “Hiç de o kadar kötü değil ölüm. Kötü olan ölüme yenik düşmek,” diyor. Ya da sadece ben söylüyorum onun yerine. Şarabın kırmızılığında kayboluyorum. Neden her şey kırmızı? Kan, güller, ateş, aşk… Yoksa ben mi sadece kırmızıyı görüyorum. Hayır! Bırakın hepsini bir kenara… Şehvetli sevişmelerin yatağında Marguis de Sade otururken, içgüdülerimizden başka nedir ki hayat? Her aşkın ardı sadistçe ve mazoşistçe birbirini ve kendini yaralamak değil mi aslında. Hayat denen boşluğun içinde yemek, içmek, sevişmek ve… Ölüm. Ölümlerden ölüm beğen! Bu senenin modası, ihanet coğrafyası. Vampirin kırmızı burnundan öpeceğim bu gece… Kan kokan bir tenin hasretiyle. Sevişmelerim bir intihar artık. Kapatın ışıkları tenim yabancı kalsın gündüze Kapattım gözlerimi aydınlıklara. Çok söyledim Polyanna’ya, sorgusuz sualsiz inanma insanlara, kanma söylenen yalanlara ve mutlu olmak için bir sebep arama, diye. Onda çocukluğumdan beri sinirimi bozan bir şey var. Şimdi, pembe evlerin 13 numaralı odasında nefesiyle bedeni arasındaki gel gitlerde sakız çiğniyor, kendine ve dünyaya inat. O zaman, neden kandırdın çocukluğumu ve kurduğum masum hayalleri? Çok söyledim Polyanna’ya masal kahramanı olma diye. Sana yakışan susup çekilmekti kenara. Beceremeyecektin madem, pes edecektin sonunda, niye kandırdın onca çocuğu? Sen, muhabir olmalıydın ya da kurşun asker savaş meydanlarında. Gülüyorsun değil mi? Gülmek yakışmıyor artık sana. Gülüşün, mutluluğu çürütüyor kırışık dudaklarında. Yine de mutlu olmak için; savaşın, barışın kardeşi olduğuna inanmak istiyorsun, eski bir saflığın sağılmış hecelerinde. İnanma artık, ne olur inanma! Ben sana inanmıyorum çünkü Polyanna… Patlayan bombalar arasında parçalanan çocukların düşlerinde saklı masumiyet. Belki de bu yüzden masallar ihanet eder bedene. *

  • Aydınlanmadan Postmodernizme

    Yeni dünya düzeninin yeni vizyonla ilgili bir iddiası var. Bu da devletlerin uygulamalarının uluslar arası değerlerle norm ve haklar çerçevesinde tespit edilmesi demek. Evrensel ilkeler ise insanla ilgili hakları ve güvenliğin sağlanması yanı sıra sürdürülebilir kalkınmayı da içeriyor. Bu da daha fazla sosyal yatırım, adalet, eğitim ve sağlığa bütçe demek. Örneğin İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde yapılan bir kongrede bir anlamda aydınlanma felsefesinin yeniden yorumlanmasının gereğine dikkat çekilmişti. Buna göre 20. yüzyıl üç temel üzerine kurulmalıydı: Demokrasi, özgürlük ve insan hakları yani eşitlik, adalet. Bu da bunların sağlanması için 2 binlerde daha fazla rasyonel, akılcı sosyal politikalar için baskı, daha çok sosyal alanda yatırım ve paylaşım demekti. Son 10 yılda dünyanın gidişatı değişti. Yeni teknolojiler ve iletişim gelişti. Yeni ekonomide meta üretimi uluslar arası boyutta yaygınlaştı. Çok uluslu şirketlerin hakimiyeti ve küreselleşme ortaya çıktı. İnsanlık hem küresel eşitsizlik hem de bozulma tehdidiyle karşı karşıya... 1980’lerden 2 binlere süreçte uluslar arası boyuttaki saflaşmanın rengi de değişti. Görüntü şimdilik sonunda yatağını bulacak bir değişime işaret ediyor. Bu direnç yerel politikalar ve savaşlarla kimliğe ait sorunlarla bir süre dayanacak gibi de görünüyor. Ancak kırılma noktalarının önce toplumsal alandan sınıfsal alana kayışı iç dinamiklerden uluslararası boyuta taşınma çabasını gerektiriyor. Örneğin bu iç dinamikleri harekete geçirecek bilinç kaynağının odağındaki siyasal toplumsallaştırıcıların yerli yerinde kullanılması demek. Siyasal alanda, partide, örgütte, okulda, sendikalarda, sokakta her yerde varolmak demek. Bazıları varoluşu kendi çıkarları ve parasal sınırlarının çerçevesinden görür. Oysa çevreyle ilgili koşulların önemi giderek anlaşılmakta. İnsanın varlığı çevresiyle uyumuna bağlı çünkü... Doğanın yokolma sürecindeki hızlanma ve paraya tapınç durumu karşısında tarih ve doğanın bir parçası olduğunu unutan insanlık şu klasik soruyu bir kez daha kendi kendine sormalı: “Daha zengin ve daha yalnız bir insanlık mı düşlerdiniz yoksa daha çok paylaşan ve daha mutlu bir insanlık mı?” 20. yüzyıl toplumsal dönüşümler ve devrimler çağından bireycilik çağına evrilmiş oldu. Yeni çağ enformasyon ve imaj çağıdır. Yeni dünya düzeninin sacayaklarından birisi de bunları da kapsayan postmodernizm... 19. yüzyılda Avrupa’nın sanayileşmesinde başı çeken İngiltere’nin ünlü tarihçisi Arnold Toynbee 1939’da yazdığı “Bir Tarih İncelemesi” adlı yapıtında modernizmin birinci dünya savaşıyla sonaerdiğini ve ikinci dünya savaşından önce post modernist dönemin başladığını belirtmişti. Postmodernizm terimi ilk kez bu dönemde yani 2 dünya savaşı arasında ifade edilmiştir. 1972’de Missouri’deki işçilere ait toplu konutların yıktırılması postmodernizmin fiili başlangıcı olarak kabul edilir. Örneğin, mimar Robert Venturi’nin “Las Vegas’tan Ders Almak” kitabı manifestosu kabul edilmektedir. Postmodernist toplum dolayısıyla ABD toplum modelinin nitelikleriyle örülmüş yaşam tarzını karakterize ediyordu. 1979’da Jean François Lyotard’ın “Postmodern Durum” adlı kitabıyla yazın alanında da tartışılmaya başlandı. Günlük yaşamda yerini almasıysa 1980’lere rastlıyordu. Önce felsefik, sonra politik alanlarda tartışılmaya başlamıştı. Daha sonra tarihsel, ekonomik bir bakış, mimaride bir yöntem, edebiyatta, sanatta akım, genel yaşam tarzı oldu. Rönesans antikçağa karşı bir modernlikti. 18. yüzyıl aydınlanması romantik modernizmdi, 19.yüzyıl endüstrisi radikal modernizm. Osmanlıyı yıkıp kurulan cumhuriyette öyle yani modern Türkiye’de bir yenilikti. Bu açılardan modern “yeni” olandı. Post modernizm’deki “post” sonrası, eklenti anlamına da geliyordu. Latince ya da İngilizce’de bugünkü kullanımıyla da böyleydi. Ya da “postiche” gibi yapay, bitenle bitişen, eklentinin farkedilemeyen hali demekti. Bazılarına göreyse postmodernlik sözcüğü karşı koymama, tepki göstermeme durumuyla özdeşti; “ben yaptım oldu”culuk, “hem öyle hem böyle”cilik, modern kültürü imajlara ufalama, bireyciliği kutsama, doğa-insan arasında kopukluk, herkesin kendi derdine düştüğü, kısaca birçok yazara göre vahşi kapitalizmle eşanlamlıydı postmodernizm. Kapitalizmin şiddet, TV, reklam, imaj, kitlesel tüketim, küreselleşme, özelleştirme gibi öğelerini içermekteydi. 2.dünya savaşından sonra din, devlet, aile gibi kurumlara olan inancın yitirilmesini ifade ediyordu. Bunların dışında belirlenen insan ilişkilerinde geçici ve anlık durumlara işaret ediyordu. Geleceğe olan güvensizlik şimdiyi, anlık olanı kabule zorladı. Jean F. Lyotard, Jürgen Habermas, David Harvey, Pauline Marie Rousenau, Antony Giddens, Jean Baudrillard gibi adı geçen düşünür ya da yazarlar postmodern teoriyle ilgili yazında sıklıkla referans alındılar. Kiminde Lyotard’da olduğu gibi postmodernizme ilişkin olumsuz bakış kiminde de Habermas’ta olduğu gibi postmodernizmin çeşitli yanlarına ilişkin uzlaştırıcı, olumlu bir yaklaşım vardı. Örneğin Baudrillard modernizmden kopuşu, A.Giddens modernizmin etkilerinin radikalleştiği dönemi ifade ettiğini savundu postmodernizmin. Bazı küçük burjuva aydınlar burjuvazinin bürokrasi aygıtına bakarak marksizmin merkezi politikasını çürütmek ve yeni demokrasi alternatiflerinin arayışı içinde marksist solu postmodernizme cephe almakla suçluyorlar. Kapitalizmden kopuk bir olgu ve demokraside olumlu bir aşama olarak görüyorlar. Burjuvazi yönetilenleri birarada tutmak için toparlanma noktası bulmak zorunda. Post modern terimleri kullanması doğaldır. Ancak kullandığı çoğulculuk, çok renklilik, hiyerarşi yokluğu gibi kavramlar ilizyondan başka bir şey çıkmadı. Postmodernizmde çokkültürlülük söyleminin nedeni küreselleşme politikasının gereği olarak kültürel farklılıkları küresel pazara uydurmak ve tekelci kapitalizmin sürekliliğini sağlamayı amaçlıyor olmasıdır. Modernizmin ileri aşaması post modernizm ise kapitalizminki küreselleşme idi. Yani emperyalizmdeki yeni aşama. Ortaçağın felsefesi tanrı merkezliydi. Modernizm insan merkezli. Postmoderniteye egemen olan düşünce ise çok merkezli gibi görünen meta merkezcilik ya da merkezsizlik. Günümüzün filozofları postmodernizmi yozlaşan modernizm olarak tanımlandırıyorlar. Sömürgecilik fiziki işgaldi, modernizm kültürel işgal. Postmodernizm ise insanlığa ait herşeyi ele geçiriyor; kimlikleri, tarihi, geleceği, varoluşu... Çünkü uluslar arası sermayenin çıkarlarına hizmet eden globaliter devlet yapısı gelişiyordu. Ulus ötesi sermaye, coğrafyaları kolayca yönlendirebileceği yerel bölgelere ayırdı. Yerel örgütlenmeleri de politikasına uydurup, biçimlendirdi. Yeni teknolojik gelişmelere ve değişen kapitalist üretim ilişkilerine bağlı olarak bugün insan odaklılık tüketim odaklılığa dönmüştür. Çok uluslu şirketlerin felsefesi ise tüketim odaklılıktır. Marks’ın 1845’te Engels’le birlikte kaleme aldıkları “Alman İdeolojisi” adlı kitapta belirtildiği gibi kentler farklı grup ve insanların çıkarlarıyla ilgili bitip tükenmek bilmeyen çatışma alanı olmuştur. Başta Marks, Weber, Durkheim olmak üzere düşünürler doğanın ve çevrenin yokedilmesinin en önemli unsuru olarak tüketim hırsına dikkat çekiyorlardı. Postmodernizm sınıfların konumlanışını da etkilemiş ve ideolojik sonuçlar doğurmuştur. Sovyet sosyalizmindeki likidasyon sürecinden sonra yaygınlık kazanıp popüleritesi artan postmodernizm marksistlere göreyse kapitalizmin hegemonyasını sürdürme aracı, çözümsüzlüğünün ürünü gerici bir burjuva ideolojisiydi. Faucault, 19.yy’ı zaman-tarih çağı, 20.yy’ı mekan çağı olarak niteliyordu. Kapitalist sistem mekanları araç olarak kullanıyordu. Herşey bir ekonomik değer olarak görülüyor, mekan da metalaştırılıyordu. Ve ondan maksimum sermayeyi yaratması isteniyordu. Temel hedef sınırlı mekanda sınırsız üretim sağlamaktır. Şehirlerde boş ve sermaye değeri olmayan alan bırakılmamıştır. Kentler kapitalist sisteme göre kurgulanmıştır. Fordist ya da Taylorizm yani “bant üretimi” üretim tarzlarına hız kazandırmıştı. Üretim biçimine göre planlanan kentlerde yaşayanlar için standart bir yaşam düzeni ve herkesin birbirine benzediği bir üst kimlik tanımlanıyordu. 1980’lerde bunalıma düşen modernitenin yeni bir oluşum gibi sunduğu strateji aslında sistemin uğradığı arızayı düzeltmek için geliştirdiği modernizmin daha radikalleşmiş biçiminden başka bir şey değildi. Hızlı kentleşmeyle toplumsal ilişkiler değişime uğrayıp mekana yansıdı. Üst-orta sınıfla işçi sınıfının yaşadığı mahalleler kent içinde birbirinden ayrıştı. Gelir dağılımındaki farklılık insanları birbirine yabancılaştırdı. Kent yaşantısı artık birçok kesime, marjinal kesimin yaşam alışkanlıklarına uygun değildir. Kırda yaşamaya alışmış olanlarla kentsel yaşam bağdaşmayıp, çelişki ortaya koyuyor. Bu sistem alternatif üretmiyor. Postmoderniteye göre farklılıklar ve kimlikler önemliydi ama dolaylı yoldan... Modernizmin iki dünya savaşının karanlık dünyasından postmodernliğe kapı açması modernizmin sosyal başarısızlığındandı. Toplumda bütünlük değil, parçalanmışlık yüceltilmişti. Yerellik, kadın, azınlıklar, toplum dışı kesimler doğrudan değil simgeler halinde ve bireysel olarak anlatılıyordu. İnsana evrensel bakarak değil, birbirinden kopartıp parçalar halinde ele alıyordu. Batı kendi tarihsel sürecinden çıkardığı modernist köklü dönüşümü Türkiye’ye de şırınga etmeye çalışıyor, insanlara aynı tip deli gömleğini giydirerek... Postmodernizm ilk bakışta modern olana yönelik bir özeleştiri gibi ortaya çıkmış görünüyordu. Ancak aydınlanmanın kaynağı hümanizm ile insan hakkını temel değer sayan aydınlanmaya karşı da bir saldırıydı. 1960’larda hız kazanan bu akım kapitalizmle ilişkili olan “küreselleşme” ile ilgili gelişmelerle doğrudan ilişkiliydi. Dünya hergün küçülürken teknolojik hız sermaye akış hızını da etkilemişti. En küçük toplumsal parçalar ile kentler ve sonunda tüm dünya bir gerilim mekanı haline gelmiştir. 20.yy’ın batı ekonomi-politiğinde bilimsel ve teknik gelişmelere bağlı olarak yeniden biçimlenen ekonomik emperyalizmin düşünceyle ilgili entelektüel hazırlığıydı postmodernizm. Dünya ölçeğinde tasarlanan yeni ekonomik düzene boş alanlar açmak için bu düzenin yapılanmasına engel olabilecek hümanizm ve aydınlanma gibi tarihsel-kültürel yapılarla onları ayakta tutan değerlerin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Her türlü kuramsal etkinlik yadsınıyor ve akıldışı formlar öneriliyordu. Bugün için akıl ve bilime olan güveni sarsacak, insanlık ve aydınlanmaya ilişkin değerleri yıkmaya yönelen bu postmodern eleştiriler inandırıcılığını yitirmiştir. İnsanlık kendine ve doğaya tehdit gördüğü bütün denetimsiz teknolojilere ve kullanıcılarına karşı ortak bir bilinç geliştirmek zorundaydı. Öyle de oldu, bu bilincin belirtileri ekonomik , politik ve kültürel sömürüye karşı Dünya Ticaret Örgütü’ne ve benzerlerine yönelik gözlendi. Modernite’den postmodernite’ye geçiş Fransız ekolü tarafından fordizmden fordizm sonrasına geçiş olarak tanımlanmıştır. Bu dönüşüm paradoksal gelişmelerle birbirinin içine geçmiş değişimler ve sürekliliklerle doludur. Yeni dünya düzeninin sosyal ve kültürel ağırlığı postmodernist toplumda kısaca bireyci, demokrasiye şüpheyle bakan, tüketim kaygılarıyla eşitliğe karşı tavır alınan bir toplum modeli olarak biçimlendirilmiştir. Teknolojinin ileri derecede öğelerince tanımlanmış insan yaşamıyla ilgili dikkati, bugünün dışındaki alanlara kaydıran imajlar halinde tasarlanmış kültürel koşulların belirlediği, halkın rolünün küçümsendiği hatta tüketime uygun belirli amaçlar dışında yok sayıldığı batılı egemen güçlerin ve uluslar arası medyasının yönlendirdiği yeni toplumun modeliydi. Kısaca postmodernizm antirealist, antiözcü, antitemelci ve modern bilimin tüm kanıtlarına karşı çıkan emperyalizmin felsefesidir.

  • Edebiyatta Sıfır Estetik

    Yeryüzüne sürgün figüranlarız hepimiz aslında. Kızıl bir gezegen var hemen yanı başımızda. Oyun bizim dışımızda ve içinde olduğumuz her şey bir karmaşa ve şaşırtmaca. Edebiyat deyince nedense hep Bertolt Brecht geliyor aklıma. Nasıl sinirlenmiştim bir banka Brecht’in eserlerini yayımlayınca. ( Enis Batur’un YKY’in başında uyguladığı sansürleri ve Brecht’in eserlerini yayımlayarak nasıl onları sistemin bir parçası gibi gösterdiğini biliyoruz). Bu bir yumuşatma bana göre, radikal çıkışları sistemle uyumlama. Sanallığa ve hayatımızı daraltanlara, her türlü bozukluğa, tekel ve lobi edebiyatına, okumasını bilmeyen okura, sistemli yaratılan bunalımlara, küfürlü yazılara ve yargılamalara ve yerel dergileri çökertmek isteyen aristokratlara,ev yazarlarına karşı olmalı sanat. (Birden Damar’ın İnsancıl’la çatışmasını Cengiz Gündoğdu’nun Özgen Seçkin’e açık mektubunu Şiiri Özlüyorum’la İmlasız arasındaki tavır çatışmasını, bir ara lobi sanatçılarının Erzincan’da çıkan La Poete Travaille Dergisi’ne saldırısını ve Akşamlık’a gönderdiğim Lobiyi eleştiren yazımı Ümit Beyazoğlu’nun nasıl sansürlediğini anımsadım) Bunu Kaçak Yayın’da defalarca yazdım: Geçersiz sanat yapanlar, lümpen sanatçılar oldukça ve yapıtlar Pamela Anderson’un memeleri ya da Arnold’un kasları yapaylığında sunuldukça, daha çok yaklaşacağız popüler yanıltmacalarla kurgulanmış sahte dünyaya. Ve özgür sandığımız yaşamlarımızda bize sunulan ahlak ve senaryoları ödül sanıp ve sonra tozu dumana katıp, durmadan kadeh tokuşturacağız sanal dünyamızın ve sanal edebiyatımızın sunucularıyla)… Edebiyatta tekel ya da lobi Geçersiz yazarlar korosunun, görüntüde üretenlerin düzeni bozulur gibi olmuştu bir ara. Şatolar sallanmış, beyazların rant ilişkileri ortalığa saçılmıştı. 2 yıl önce ortalığı karıştıran Cezmi Ersöz olmuştu. Ancak söylenmeyen bir şey vardı. Yeni Harman’ın 39.sayısında belirtildiği gibi edebiyat lobisine ilk kurşunu atan Cezmi Ersöz değildi.11-12 yıldır bu lobiye, onların rant ilişkilerine, şiir yıllıklarına ve yazdıklarına İnsancıl Dergisi ve Cengiz Gündoğdu müthiş bir mücadele veriyor. Bu atlandı. İnsancıl Dergisi beyaz yazarların hepsinin geçersiz olduğunu defalarca duyurdu. Ben Simurg Dergisi’nin 14. sayısında(Haziran 2000) Perihan Mağden’in ağdalı akımın ivedi yazılarını yazdığını ve postmodern gözleriyle üstümüze gülümsediğini yazmıştım ve artık elimizde okunacak dize kalmadığını söylemiştim. Bir yazımı da şöyle sonlandırmıştım: ‘Asla...asla uzaklaşmamalı şiir, yazı ve aşk düşlerimizden. Bunu anladım ve anlamalı herkes. Muhteşem bir tınıda ve en radikal tavrımızla çıkılmalı yapaylığın karşısına. Her mevsimde, belki en çok sonbaharda, her kokuda, deniz esintisinde ve buruk şarap tadında. Esin perisinin bize fısıldadığı o çok doğal şarkıyla ve tüm tutkularımızla. Şimdilik her kavşakta geçersiz yazarlar çıksa da karşımıza. Şimdilik nokta...’ Evet; yitikliğin, çirkefliğin ve boşluğun savunucuları bugüne dek aşkı bizim gibi yazamadı ama, parlak geceleri ve barları yazdı, düşkün insanları ve kuşatılmışlığımızı ise atladı. Aşk, yalnızlık ve sevişmeler satıldı. Yapaylığın adı alkışlandı. (Şimdi kaldığımız yerden devam etme zamanı)… Ayrıntıların uzağındaki edebiyat.( tüm sanat) Edebiyatta popüler saçmalık, demokrat kaypaklık ve lümpenlik dönemi. Bir belleksizlik, düşbozanlık , kimliksizlik edebiyatı bu. Ağlamaklı zamanların, aşkların ve ‘rakı şişesinde balık olma’ özleminin atlandığı, yaşanmayanların ‘Benim Adım Kırmızı’ örneğinin tüm boyutlarıyla ışıldatıldığı ve pasif okura yapaylığın tutkusuzluğun ve kentteki yağmur bulanıklığının bir ‘village’ sendromu ayarında her hafta açıklanan listelerle yutturulduğu kör bir anlamsızlık dönemi. Bir ideolojisizdik ve globalleşme pratiği. Duyguları ve yaşam alanlarını yok etme ve duygusuzluğu ve buz zamanları ve buz insanları oluşturma planı. Mutlu olduğumuz tüm alanları yıkma boyutunda geziniyor yaşadığımız sanal hayat ve sanal edebiyat. İnsanlar sinemadan, resimden, edebiyattan, siyah beyaz fotoğraflardan, yalın tutkulardan ve mutlulukları aydınlatan küçük ayrıntılardan koparılıp, yirmi dört saat hiç durmadan koşturmaya itiliyor. Bu sömürü insanın doğallığına aykırı. Bu edebiyat insanları ve gerçekleri anlatmıyor. (Soru : Edebiyat hangi noktada? Ya da gerçek edebiyat hangi dünyada? Kaç yazar/şair irkiliyor yanı başımızda insanlara kıyıldıkça; dünya parçalandıkça, yok oldukça yaşamlar tüm vuruşmalarda. Kaçımız ses çıkarıyoruz; savaşlara, silahlara ve modern işkence ve kandırma senaryolarına ve petrol kokan çıkar çatışmalarına bunca para ayrılırken, koca bir Afrika kıtasının aç kalmasına? (Yanıt : Dünyayı, yaşam alanlarını yok edenler ve ruhumuzu daraltanlar var. Çevreyi parçalayanlar, insandan ıraklaşanlar, sömürüye yaklaşanlar ve bunları yapanları çılgınca alkışlayan edebiyatçılar var. Edebiyat işte bu noktada. Ve bu noktadan yine aykırılık taşıyacak edebiyatı gerçeklik boylamına. Panzehir aykırılıkta saklı. İnsanı kısıtlama ve kimliksizlik kalıbına sokma çabasında olan, sars virüsü ve kuş gribi virüsü yapaylığındaki edebiyatı potansiyel deneklere doğal bir edebiyatmış gibi yutturanlar sarsılmalı. Bunları yapanlar utanmalı. (İnsan utanmayı anlamalı. Cengiz Gündoğdu yıllar önce yazdı: Utanmak insan olmanın başlangıcı). Edebiyatın kaynaklarını hızla tüketenler, küresel ısınmaya yol açanlara övgüler yazanlar, durmadan işkence yöntemleri geliştirenleri dünyanın kurtarıcısı olarak duyuranlar; usta globaller ve asla entelektüel olamayan edebiyat akademisyenleri yaptıklarıyla artık yüzleşmeli). Hayat insandan kaçırılıyor durmadan. Yıllardır yapılıyor bu. Teknolojik bir curcunanın ortasında ve ‘ayışığı sonatından ırakta, bir çirkinlikler sarmalında insanlara estetiğin ve dansın, aşkın ve isyanın biçimi unutturuluyor. Selülitli saçmalıklar sanat diye yutturuluyor. Sırıtarak edebiyat yapanlar, siyah-beyaz yıllarımızı asla yazmıyor. Murathan Mungan’nın saçlarını kızıla boyatmasını anımsayacaksınız. Kitaplarını kokteyllerle tanıtmasını da. Edebiyat popülerleşince, bunlar sıradanlaştı. Artık Kürşat Başar mum ışığında, bir yemek masası etrafında sanatı konuşuyor. Tuna Kiremitçi,’nin aşkları gündemde günlerce kalıyor. Hasan Cemal gibiler Cumhuriyet’e saldırıyor. Tıpkı Picus’un tanıtımı gibi: Magazin, kokteyl edebiyatı ve MM gibiler (sarışın olan değil). Bu bir alışkanlık ve müthiş bir uyum. Felsefe kongrelerine ilgi göstermeyen ‘alemin sırrını çözmüş ’yazarlarımız/ şairlerimiz Mars’ın da etkisiyle olsa gerek başka boyutlara ışınlamışlar sanki kendilerini. Milliyet Sanat’ın ‘popüler olanla olmayan arasında ayrım yapmamasıyla ’doruğa çıkan, insandan ve toplum sorunlarından kopuk, sistemle çok uyumlu, sorgulamayan ve yargılamayan bir kokteyl edebiyatı. Fazlasıyla ışıltılı ama içi çok ölü. Popüler zamanlarda, popüler yaşamlar, popüler yaklaşımlar, yazar transferleri, ödüller :Bir ‘star yazarlar’ komedisi. Yapay yaşamların yapay renklerinde sıfır(0) estetik. Düzeysizlik, aristokrasi, tekel ve hiçlik. Tüm bunlar edebiyatımızı kuşatan çöküşün tanımlamaları. Kalelerinde rahat oturanlar, şimdilik kimin yazar olup olamayacağına karar veriyor. Sistemin garipliğine, genel yaşantımıza ve her alanda sadece demokrat kalabilme bukalemunluğuna uygun bir tavır. Edebiyatı bankalar ve sansürcüler yönetirken ortalıkta dolaşan tepkisizlik, nötr noktalarda dolaşma ve bunu savunma mantığını zorluyor. Anarşist ve radikal tavırdan söz edince birileri ürküyor. Dönek düşleriyle zor senfonilere varamayanlar her türlü basitliği, zorlamacılığı, saçmalığı hayatın boyutları diye yutturuyor. Yüksek sanat zevkinden ve tepki verme gücünden yoksun bırakılan insanlar, kendi hayatını yaşadığı sanısıyla, ancak kendine sunulanla yetiniyor. Nasıl konuşacağımız, nasıl giyineceğimiz, ne okuyacağımız, hangi filmi izleyeceğimiz, hangi müziği dinleyeceğimiz global düzenin, ortaçağ düzenlerini anımsatan aristokratlarınca belirleniyor. Ve bu çizginin dışına çıkanlar akıl hastası gibi gösteriliyor. Tüm radikaller, bilgi birikimi ve yaşam ölçütü sıfır olanlarca öcü olarak tanıtılıyor. Oysa öncüler ve aklın sınırını zorlayanla ve hayatı algılama gücü yüksek olanlar kurtaracak edebiyatı. Irkçılığı ve yapaylığı reddedenler ve pis bir dünyayı asla kanıksamayanlar dur diyecek dünyadaki ve edebiyattaki saçmalık ve insanı aptallaştırma tuzaklarına. Hiçbir şey için asla geç değil. Amazon ormanları doğallığında yepyeni hayata ve dünyaya insanlar ‘Che’ isyanındaki ve Sartre tavrındaki edebiyatçılarla mutlaka varacak. Bu olacak. İnsan kendini anımsadığında, tarih tüm insan ve dünya karşıtı sözcükleri, şiirleri, yazıları sözlüklerden, kentlerden ve kitaplardan silecek. Tarih edebiyat emperyalistlerini yargılayacak. Ve edebiyat o gün insanlaşacak…

  • Öç Üstüne

    İnsanın yaradılışı öç almaya çok yatkın olmakla birlikte, yasaların kökten söküp atmaları gereken vahşi bir adalettir öç; ilk işlenen haksızlık, yasalara bir karşı gelmedir ama bu haksızlığın öcünü almaya kalkışmak da yasayı hiçe saymaktır. Öcünü alan kişi düşmanıyla aynı olur, oysa hoşgörüp geçse düşmanından üstün duruma gelir, çünkü bağışlamak büyük adamlara özgüdür. Süleyman da, bildiğime göre şöyle der: “Bir yanlışlığı bağışlamak insanın şanındandır.” Olan olmuştur artık, bir daha değiştirilemez, dolayısıyla bilge kişiler ancak şimdiyle, gelecekle uğraşır; geçmişte olup bitenlerle uğraşanlar ise boşa zaman harcamış olurlar. Bir insan ötekine yalnız kötülük olsun diye değil, ya çıkar ya zevk, ya onur ya da bunlara benzer bir şey uğruna kötülük eder; öyleyse, bir kimseye kendini benden daha çok seviyor diye neden öfkeleneyim? Gerçekten de, mayası kötü olduğu için kötülük eden bir kimse, elinden başka bir şey gelmediği için tırmalayan, batan bir dikenli çalıya benzer. Öcün en hoşgörülebilecek türü, yasaların bir çözüme bağlayamadığı durumlarda alınan öçtür; ama böyle bir durumda, öç alan kişinin de bu işi yasaların cezalandırmayacağı bir yoldan yaptığını iyice bilmesi gerekir; yoksa düşman kendisinden gene üstün, hem de bu kez iki kat üstün olur. Kimileri öç alacakları zaman, karşıdakinin durumu önceden bilmesini isterler. Böyleleri soylu kişilerdir, çünkü istedikleri karşıdakine bir zarar vermekten daha çok onu pişman etmektir. Ama birtakım alçak, sinsi, kaypak kişiler karanlıkta uçan oka benzerler. Floransa dükası Cosimo, bizi unutan ya da yüzümüze bakmayan arkadaşların bu davranışını bağışlanmaz bir suç gibi görür, büyük bir kesinlikle şöyle der: “Kitaplarda size düşmanlarınızı bağışlamanız buyrulmuştur, ama dostlarınızı bağışlamanız hiçbir yerde yazılı değildir.” Hazreti Eyüp ise daha ılımlı bir sesle konuşur: “Tanrı eliyle verilen iyi şeyleri alıp benimserken, kötü şeyleri almayacak mıyız?” Arkadaşlıklar için de bu böyledir bir bakıma. Kafasında durmadan öç almayı kuran kişinin yaralarının sağalıp iyileşeceği yerde daha da azacağı apaçık bir şeydir. Kamuoyu önünde alınan öçler çoğunlukla, Caesar’ın, Pertinaks’ın, Fransa Kralı III. Henri’nin, daha başka birçoklarının ölümünün öcü gibi hayırlı olabilir. Ama özel öçlerde durum değişir; evet, kinci insanlar cadılar gibi yaşarlar: kötü oldukları için, sonları da kötü olur. Francis Bacon (1561-1626), zenginlik ile yoksulluk, ün ile düşüş, tutarlılık ile tutarsızlık, akıl ile boş inanç arasında dalgalanan bir çağda yaşadı. Bacon’un yetenekleri, ilgilerindeki evrensellik, araştırıcılık çağının pek az kişisinde vardır. Geçmiş gelenekleri ve yöntemleri tanır, çoğunu benimser ama bununla kalmaz, o geleneklerle yöntemlerin hepsini umulmadık yeni gözlemlerle, kökten değişikliklerle aşmasını bilir. Bacon, “Denemeler”inde, değişik alanlardan edindiği gözlemler ve deneylere dayanarak kurduğu bilgelik ile “deneme”nin isim babası Montaigne’den ayrılır. O, Montaigne gibi kendi benliğini anlatmaz, yaşama uygulanabilecek bir bilgelik ortaya koyar. Bunu yaparken yarattığı zengin imgelerle bir dil ustası olduğunu da kanıtlar. Baronluğu ve Vikontluğu unutulsa da, Bacon’ın yazarlığı dört yüz yıldır hala taze.

  • ANSIZIN

    ansızın bulanıklaşıyor bazen insanı sarıp sarmalayan her şey serap oluyor en sıcak el tebessümler sessizce kayboluyor hesapta olmayanlar olur ansızın karıncaların kıpırdanışının bile hissedildiği anlarda donarız birden beş duyumuzla duyulmaz incinen sevinç duyulmaz yaşanan şoklar kıyıya zorlanırsın hesapta yokken işte o zaman baş başayız hakikatle ve yeniden yaratırız gerçeğimizi hayatın aşkı içine alır seni bir fısıltı bir kıpırdanma bir ıslık sıcak bir merhaba ya da yasemin kokulu bir güzel seher yeli gibi sarmalar kucaklarsın hemen havayı, suyu ve toprağı dağların sisi başımızda dolanırken çiğ düşmüş çimenlere dökeriz içimizi bahar damla inerken toprağa tomurcuğa duran ağaçlarla kucaklaşırız yol veririz artık hissizliğimize sevinç ve elem ikiz kardeş olur içimizde güzel günlerin umudu teslim etmez usu ve kalbi bir adımın ötesi aşktır kışkırtıcıdır, teslim alınmaz hepimiz yolcularıyız düşten sıyrılsın istediğimiz hayatın kış ortası gönlümüz mayıs hazan mevsimi fidan dikeriz mümkün mü eylül ortasında kalmak bir de bakarsın ansızın haziran olur nehirler taşar, biz oluruz yeniden İzmir -2009

  • KAYIP ŞEHİR

    İnsan terk etti mi Kendisini de terk ettiğini sanır Sığındığı adreslerin kıyısında Dikiş tutmaz Her liman fırtınalıdır Savrulur ve küllenir Her kavgadan kazançlı çıkılmıyor Şiddetlendikçe çatışma Enkaza dönüşür seviler Vitrine kaldırılır aşk Orada eskir ve tozlanır Geriye dönülüp bakıldığında Yürek yanığıdır artık anılar Eski zamana kazınmış Sökülüp atılamayan Yol uzar giderken mülteci sığınaklara Aksaya seke Arkadan koşan Tüm kahkahalar Kırılgan ayrılıklarda matlaşır İçli şarkıları durmadan şereflendirmek Zamanı eskitir sadece Kaçılan şeylerdir Gidilen yere götürülen şeyler hep Göçebedir yaşam artık Bir kıyısına sığınılmayan Yağmurlar başka bahçelere yağar Güneş başka dağlardan doğar Yollar kıvrıla büküle Kederleri taşır Yüzdeki tebessüm Kendine yabancılaşır Gidilen yerleri de terk eden birileri vardır Döner dolaşır insan yine kendine varır Geçmiş günlerden taşınan kırgınlıklarla Kayıp şehirden geçilirken Dokunulamaz duvarlarına Anlar ve anılar asılı kalır yol boyunca Ne kadar kaçılsa da Arkadan gelir hep O kayıp şehir

  • Kusursuz

    Filmin Konusu Demi Moore'un kocasından ayrılıp depresyona girmeden önce mutlu zamanlarında oynadığı bir film Flawless... Laura Quinn rolündeki efsanevi aktrist Demi Moore, bir mücevher firması olan London Diamond Corporation şirketinin başarılı yöneticilerinden biri olarak sahnede boy gösterecektir. Ancak bireysel kariyerinin gidişatı pek mutluluk verici değildir ve Quinn bir hayli kaygılıdır. Büyük bir hayal kırıklığına uğrayan Laura’ya hiç ummadığı biri, alt sınıflardan, şirketin hizmetlisi Hobbs tarafından sıradışı bir teklif gelecektir. Yıllardır gece bekçiliği yapan ve şirketin nasıl işlediğini bilmekte olan Hobbs, Quinn'i etkilemeyi başarır ve ona kendi soygun planından bahseder. Uzun zamandır planladığı bu soygun için artık yalnız değildir. Bir beyaz yakalı ile mavi yakalı işçinin koalisyonu acaba başarıya ulaşabilecek midir? Yapım Yılı: 2007 Tür: Gerilim, Dram, Polisiye Yönetmen: Michael Radford Oyuncular: Demi Moore, Michael Caine, Lambert Wilson

bottom of page