top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • ÇOCUKLAR UMUTTUR

    İlk defa kafasına darbe aldı çocuk ama gülümsedi sızıyı gizleyerek kimsesizdi, yurtsuz çocuklar gibi çok şaşırdı ama kokmadı, eğilmedi “oyundu” dediler belki ama o kanmadı kuşatmadaydı, yarına bıraktı yanıtını çünkü yarın ona, o yarına göz kırptı yarın hemen şuracıkta, bak gör sen nasıl da erken büyüyecek bu çocuklar kimsesizler nasıl da kol kola olacak gör! nasıl da yırtacaklar karanlığı ortasından zapt edilmiş sokaklarda nasıl da koşacaklar akordeon çalan sokak şarkıcısının coşkusuyla yemyeşil ağaçlardaki kuşların cıvıltılarıyla kedileri ve köpekleriyle nasıl da koşacaklar nasıl da yenilecek kötülük ve utanç, gör bak

  • Aşk mıydı O

    Aşk mıydı o, aşkımsı bir şey miydi Neydi çekip kendine, beni bağlayan Kanatan dudağımı, tenimi dağlayan Elleri ta içimde o dev miydi Etime bir alev değmişçesine Nasıl da yakardı öptüğü zaman Bir su gibi akıp gitti avuçlarımdan Yorgunum şimdi bin yıl sevmişçesine Hani o yalnız benim olan gül, kırmızı Gözlerimin önünde açılan sonsuz bahçe Hani, o var olmalarımız öpüştükçe O delice sürdürmeler yaşantımızı Hiç doymamak oysa, tene, kokuya, aşka Sarıldıkça güçlenmek, bütünlenmek Kudurmuş arzularla zamanı yenmek Ve en kuytularda buluşmak korka korka Kimi gün utanmak otlardan, çimenlerden Kimi gece mıhlamak gölgemizi duvara Varmak için o sevgiyle açılmış kollara Apansız düşmek yükseklerden bir yerden Oydu işte alıştığım, özlediğim şimdi de Sevgice bir tutku, aşkımsı bir yakınlık Avunmak... Kırık dökük anılarla artık Kimbilir? o geceler yaşanmadı belki de

  • İçimdeki Uçurumları

    İçimdeki uçurumları Gül yapraklarıyla sen örttün Yüreğimdeki çatlakları Kuş sesleriyle kapadın Yamaçlarımdaki çamurları Kanat çırpışlarıyla temizledin Ayrık otlarımı ayıkladın Ayışığıyla Taç yaptın başıma yıldızları Sonunda bir tepe değil Bir sıradağ yarattın benden Ülkü Tamer / Bir Adın Yolculuktu

  • TARUMAR

    Ne çok yalnızlıklar var kalabalıkların koşuşturduğu şehirlerin orta yerlerinde şehrin orta yeri tarumar karanlık bastığında uyurken şehrin halkı kuşlar ağaçların en tepesinde göğe bakar şehir, kahrından kalkar gider ansızın uzaklara belirsiz puslu sabahlara dek bekler kıyılarda meğer aldatan geceymiş'i söylenirsin aynalar arkandan sana bakarken yürürsün durduran hasretlere inatla gizil sevdaların patika yollarında buz kesmiş bedeninle kışa doğru

  • İzmir TÜYAP

    Kadın Yazarlar Derneği 100 Yaşında / Etkinlik / İZMİR Tüyap / 9 Nisan 2019

  • RİNGWALD TÜTÜN

    Oralarda da mevsim karakış patronlar zenginleştikçe tedirgin işçiler yan yana çalışırken uzaktan korkarak bakıyorlar korkuyorlar! katran karası camlar kırılır güneş işçileri, işçiler güneşi görür diye

  • Bıldırcın

    İvan Sergeyeviç Turgenyev'den bir öykü / Şimdi size anlatacağım olay başımdan geçtiği zaman on ya­şında kadar vardım. Olay yazın geçmişti. O zaman Rusya'nın güneyinde bir çift­likte oturuyorduk. Çiftliğin çevresinde birkaç fersah ötelere ka­dar bozkırlar uzayıp gidiyordu. Yakınlarda rie bir orman, ne de bir dere vardı. Pek derin olmayan, fundalıklarla kaplı sel yatak­ları, dümdüz bozkırı yeşil yılanlar gibi kesiyordu. Bu sel yatak­larının dibinde küçük derecikler sızıyordu. Ötede beride en sarp tepelerde gözyaşı kadar berrak sularıyla kaynaklar görü­nüyordu. Çiğnenmiş keçi yolları oraya gidiyor, suyun önünde­ki cıvık çamurda kuşlarla öteki küçük hayvancıkların ayak izle­ri birbirini kesiyordu. İyi su, insanlar kadar onlara da lazımdı. Babam, ava düşkün bir insandı. Çiftlik işleriyle uğraşmadı­ğı, hava da güzel olduğu zaman tüfeğini alır, av çantasını boy­nuna asar, ihtiyar köpeği Trezor'u çağırır, keklik ve bıldırcın vurmaya giderdi. Tavşanları avdan saymazdı, onları zağar av­cılarına bırakırdı, bu avcılara da tazıcılar derdi. Bizim taraflar­da bunlardan başka av hayvanı bulunmazdı. Ama mesela gü­zün çullukların da geldiği olurdu. Ama keklik ve bıldırcın, he­le keklik çoktu. Sel yataklarının kenarlarında ikide bir onların eşinerek çizdiği tozdan yuvarlaklara rastlanırdı. İhtiyar Trezor hemen ferma yapar, bu sırada kuyruğu titremeye, alnının de­risi kırışmaya başlardı. Babamın da yüzü sararır, bu sırada usulcacık tüfeğin horozunu kaldırırdı. Babam beni sık sık yanına alırdı. Bu, benim için büyük bir zevkti. Pantolonumun paçalarını çizmelerimin konçuna sokar, matarayı boynuma takar kendimin de bir avcı olduğumu sanırdım. Vücudum ter içinde kalır, ufak taşlar çizmelerimin içine gi­rerdi; ama yorgunluk nedir bilmezdim, babamdan da bir adım geri kalmazdım. Tüfek patlayıp kuş yere düşünce her zaman yerimde sıçrar, hatta bağırırdım; öyle neşelenirdim ki!.. Yaralı kuş otlar arasında yahut Trezor'un dişlen arasında kanlar için­de çırpınırken ben yine de neşelenir, hiç acıma duymazdım. Kendim tüfekle ateş edebilmek, keklik yahut bıldırcın vurmak için neler vermezdim!.. Ama babam on iki yaşıma basmadan ön­ce tüfeğim olmayacağını, o zaman bile tek namlulu tüfek vere­ceğini ve yalnız toygarları vurabileceğimi söylemişti. Bizim oralarda toygar kuşu pek çoktu; iyi, güneşli günlerde sürü halinde parlak gökyüzünde uçuşurken hep yukarı doğru yükselir ve yukarı yükseldikçe, sanki çıngırak çalarlardı. Onla­ra gelecekteki avım olarak bakar, omzumda tüfek yerine ta­şıdığım sopa ile onlara nişan alırdım. Yerden birkaç arşın yük­sekte havada durup titreyerek süzülüp birdenbire otların ara­sına dalmadan onları vurmak pek kolaydı. Bazen kırda, uzak­ta, ekilmiş yerde yahut otlar arasında toy kuşları dururdu; işte insan böyle kocaman bir av vurursa, ondan sonra ölse de hiç gam yemezdi. Onları babama gösterirdim; ama o, toy kuşunun her zaman pek dikkatli olduğunu ve insanı yakınına sokmadığını söyler­di. Bir defa yaralı olduğu için sürüden ayrılıp tek başına kaldı­ğını sandığı bir toy kuşuna gizlice yaklaşmayı denedi. Trezor'a peşinden gelmesini, bana da hiç yerimden kımıldamamamı emretti; tüfeğini saçma ile doldurdu, tekrar Trezor'a döndü, hatta ona gözdağı verir gibi fısıltıyla seslendi: "Arrier!.. Arrier!.." Kendisi iki büklüm oldu, sonra toyun bulunduğu tarafa doğru­dan doğruya değil de kenar kenar ilerlemeye başladı. Trezor, gerçi iki büklüm olmadı, ama o da pek tuhaf yürüyordu; topallıyormuş gibiydi, kuyruğunu arka ayaklan arasına kıstırmış, dudağını ısırmıştı. Dayanamadım, hemen hemen sürünerek babamın ve Trezor'un peşi sıra gittim. Ama toy bizi üç yüz adım bile yaklaştırmadı; önce koştu, sonra kanatlarını çırparak uçtu gitti. Babam ateş etti, ama sadece peşinden bakakaldı... Trezor da ileri atılıp havaya baktı. Ben de baktım... Hem öyle gücü­me gitti ki!.. Kuş biraz bekleseydi ne olurdu sanki!.. Saçmalar mutlaka onu bulurdu... İşte bir gün, tam Petrov günü arefesinde babamla ava git­miştik. O zaman genç keklikler henüz küçük olduğu için ba­bam onları vurmak istemiyordu. Küçük meşe kümelerine doğ­ru yürüdü, çavdar tarlasının yanında daima bıldırcınlar bulu­nurdu. Orasını biçmek zor olduğu için otlar uzun zaman el değmeden dururdu. Orada çiçek de çoktu: tuna burçağı, yon­ca, çıngırak çiçekleri, mineler, kır karanfilleri. Oraya kız kardeşimle yahut hizmetçi kadınla gittiğim zaman kucak dolusu çi­çek toplardım; ama babamla gittiğim zaman tek çiçek koparmazdım, böyle bir hareketi bir avcıya yakıştıramazdım. Trezor birdenbire ferma yaptı; babam, "Pil!.." diye bağırdı, Trezor'un tam burnunun dibinden bir bıldırcın fırladı ve uçtu. Ama pek tuhaf uçuyordu. Havada yuvarlanıyor, ters dönüyor, yere düşecekmiş gibi yapıyordu. Trezor var kuvvetiyle onun arkasından... Oysa kuş intizamla uçtuğu zaman böyle yapmaz­dı. Babam, saçmaların sadece köpeğe isabet etmesinden kor­karak ateş etmekten çekiniyordu. Baktım, Trezor birdenbire havaya zıpladı ve ham!.. Bıldırcını yakaladı, getirip babama verdi. Babam kuşu aldı, karıncığı yukarı gelmek üzere avucu-na koydu. Yaklaştım, "Ne o" dedim, "yaralı mıydı?" Babam, "Hayır!" diye cevap verdi. "Yaralı değildi; ama herhalde bura­larda, yakın bir yerde yuvası var. O da köpeğin kendisini kolayca yakalayabileceğini sanması için böyle yaptı.” “ peki ama, niçinböyle yapıyor?” diye sordum. “Köpeği yavrularının yanından uzaklaştırmak için. Ondan sonra güzel güzel uçacaktı, Ama bu defa evdeki hesap çarşıya uymadı; pek fazla yapma- cık yaptı, Trezor da onu yakaladı." Ben yine, "Demek ki yaralı değildi?" diye sordum. "Hayır... ama yaşamaz... Herhalde Trezor onu dişleriyle sıkmıştır." Bıldırcına iyice yaklaştım. Babamın avucunda başı sarkık yatıyor, ela gözüyle yan taraftan bana bakıyordu. Birdenbire ona öyle acıdım ki!.. Sanki bana bakıyor ve düşünüyordu: "Ni­çin ölüme mahkumum? Niçin? Ben sadece görevimi yaptım; küçük yavrularımı kurtarmaya, köpeği uzaklaştırmaya çalıştım ve işte yakalandım!.. Bir zavallıyım ben!.. Bir zavallı!.. Haksız­lık bu!.. Haksızlık!.." "Babacığım," dedim, "belki de ölmez." Sonra bıldırcının kafacığını okşamak istedim. Ama babam, "Hayır!.. İşte bak, şim­di onun ayacıkları gerilecek, bütün vücudu titreyecek, gözleri kapanacaktır." Tıpkı öyle oldu. Kuşcağızın gözleri kapanır ka­panmaz ağlamaya başladım. Babam, "Niye ağlıyorsun?" diye sordu ve güldü. "Ona acıyorum" dedim. "O, görevini yapıyor­du, oysa onu öldürdü. Bu haksızlık!.." Babam, "Kurnazlık et­meye kalkıştı" diye cevap verdi. "Ama Trezor, ondan daha kur­naz çıktı." "Zalim Trezor!.."-diye düşündüm... Hem bu defa, babam da bana iyi kalpli bir insan gibi görünmedi. Burada kurnazlığın yeri var mı? Burada kurnazlık değil, yavrularına karşı sevgi var!.. Yavrularını kurtarmak için yapmacık yapması emredilmişse, Trezor da onu yakalamamalıydı!.. Babam bıldırcını çantasına sokacak oldu; ama ben onu ba­bamdan istedim, itina ile avucuma koydum, gözlerini açmaz mı diye üstüne hohladım. Ama kuşcağız kımıldamadı. Babam, "Boş, azizim," dedi, "onu diriltemezsin. Bak, başcağızı nasıl sallanıyor.” Usulca gagasından tutup hafifçe kaldırdım; ama ben elimi çeker çekmez yine düştü, Babam, "ona hâlâ acıyor musun?" diye sordu. Ben de ona, "Ya küçükleri kim besleye­cek?" diye sordum. Babam dikkatle yüzüme baktı, "Üzülme," dedi, "erkek bıldırcın, babalan onları besler. Dur bakayım..." diye ilave etti. "Galiba Trezor yine ferma yapıyor... Burada yu­va olmasın? Evet, işte yuva..." Gerçekten de, otların arasında, Trezor'un burnundan iki adım ötede birbirine sıkı sıkıya sokulmuş dört yavru yatıyordu. Birbirlerine sokulmuş, boyunlarını uzatmış, öyle çabuk çabuk, tıpkı titrer gibi, hep beraber nefes alıp veriyorlardı... Artık tüy­lenmeye başlamışlardı; ama vücutlarında tüy yoktu;| yalnız ince­cik kuyrukları vardı. Avazım çıktığı kadar, "Baba!.. Baba!.." diye bağırdım. "Trezor'u geri çağır!.. Yoksa o, bunları da öldürür!.." Babam, Trezor'u çağırdı ve biraz yana çekilerek, bir çalının altına oturup kahvaltı etmeye koyuldu. Bense yuvanın yanında kaldım, kahvaltı etmek istemiyordum. Temiz mendilimi çıkara­rak bıldırcını üstüne yatırdım. "Bakın," demek istiyordum, "ye­tim yavrucaklar, işte anneniz!.. Sizin uğrunuza kendini feda et­ti!.." Yavrular eskisi gibi, çabuk çabuk bütün vücutlarıyla nefes alıyorlardı. Babama yaklaştım, "Bu bıldırcını bana hediye ede­bilir misin?" diye sordum. "Buyur. Ama onu ne yapmak istiyor­sun?" "Gömmek istiyorum!.." "Gömmek mi!.." "Evet... Yuvasının yanına gömmek istiyorum. Çakını bana ver; ona bir mezar ka­zacağım." Babam şaştı, "Çocukları mezarını ziyaret etsin diye mi?" "Hayır," dedim, "öyle istiyorum. Burada yuvasının yanında yatmak hoşuna gider!.." Babam bir şey söylemeden çakısını çı­karıp verdi. Hemen bir çukur kazdım; bıldırcını göğsünden öp­tüm, çukura koydum ve üzerini toprakla örttüm. Sonra aynı ça­kı ile iki dal kestim, kabuklarını soydum, bir sazla çaprazlama bağladım, mezara diktim. Biraz sonra babamla oradan uzaklaştık; ama giderken hep dönüp dönüp arkama bakıyordum... İs­tavroz bembeyazdı ve ta uzaktan bile görünüyordu. Gece bir rüya gördüm: Sanki gökyüzünde idim; hem ne dersiniz? Benim bıldırcıncık küçük bir bulutun üzerine kon­muş, ama kendisi de tıpkı istavroz gibi bembeyaz. Başında al­tından küçük bir çelenk var; sanki bu ona çocukları uğruna fe­dakarlıkta bulunduğu için bir mükafat olarak verilmiş!... Beş gün kadar sonra babamla yine aynı yere geldik. Sarar­makla beraber, hâlâ yıkılmayan istavrozu da, mezarcığı da bul­dum. Ama yuva boştu, yavrular sırra kadem basmıştı. Babam, ihtiyarın, yani babalarının onları başka bir yere götürdüğünü söyledi; oradan birkaç adım öteden, çalılığın arasından büyük bir bıldırcın havalanınca, babam ona ateş etmedi. Ben de, "Ha­yır!.. Babam iyi kalpli!.." diye düşündüm. Ama şaşılacak şey: O günden sonra avcılığa karşı duydu­ğum tutku kayboldu, artık babamın bana tüfek hediye edece­ği günü düşünmüyordum!.. Ama büyüyünce ben de atış yap­maya başladım. Beni avcılıktan uzaklaştıran bir şey daha oldu. Bir gün arkadaşımla keklik avına çıkmıştık. Yuvalan bul­duk. Ana keklik fırladı, ateş ettik ve isabet ettirdik, ama yere düşmedi, yavrularıyla beraber ileri doğru uçtu. Peşlerinden gi­decek oldum; ama arkadaşım, "Burada oturup onları aldatarak çağırmak daha iyi olur... Şimdi hepsi buraya gelir." dedi. Arka­daşım yavru keklikler gibi ötmesini pekiyi beceriyordu. Otur­duk, arkadaşım ötmeye başladı. Gerçekten de, önce bir genç keklik cevap verdi, sonra başkası, baktık, sonra ana keklik öt­meye başladı, hem de öyle şefkatle ve yakın bir yerde ötüyor­du ki!.. Başımı kaldırdım, baktım: Birbirine karışmış otların ara­sından bize doğru hızlı hızlı geliyor; oysa bütün göğsü kan içinde!.. Demek, ana kalbi dayanamamış!.. Orada kendi kendi­me öyle bir zalim göründüm ki... Ayağa kalktım ellerimi çırptım. Keklik hemen uçtu, yavruların da sesleri kesildi. Arkadaşım, "Deli!.." dedi... "Bütün avı berbat ettin..." Ama o günden sonra öldürmek, kan dökmek, bana gittikçe daha ağır gelmeye başladı. * Ivan Turgenyev İvan Sergeyeviç Turgenyev: Rus şair, yazar, oyun yazarı, çevirmen. Doğum tarihi: 9 Kasım 1818, Oryol, Rusya Ölüm tarihi ve yeri: 3 Eylül 1883, Bougival, Fransa Rus edebiyatının en büyüklerindendir. Biz de daha çok Babalar ve Oğulları kitabıyla tanınır. Roman Nihilizm yani Hiççilik akımının ilk romanı olarak kabul edilir.Soylu bir aileden gelmesine karşın emeğin yanında tavır alır. Turgenyev, aynı dönemin iki ünlü ismi olan Tolstoy ve Dostoyevski’den pek çok konuda farklı düşünmektedir. Yazar, dini sembol ve öğretilere önem vermek yerine sosyal sorunlara, toplumdaki adaletsizliklere karşı çıkan özgün hikâyeleri tercih edecek, romanlarındaki karakterlere yeni, denenmemiş boyutlar katacaktır. Yaşadığı dönemde umduğu, layık olduğu ilgiyi göremeyip dünyadan küskün ayrılmak, ancak yıllar sonra saygı ve hayranlıkla anılmak nice güçlü sanatçı gibi İvan Sergeyeviç Turgenyev’in de kaderi olacaktır.

  • Virginia Woolf

    “Kadınlar erkekler gibi yazıp, erkekler gibi yaşar ya da erkeklere benzerlerse, çok yazık olur. Çünkü; dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir tanesiyle nasıl idare ederiz?” “Canım, Yeniden delirmek üzere olduğuma eminim. O korkunç dönemlerden birine daha göğüs gerebileceğimizi sanmıyorum. Ve bu sefer toparlanamayacağım da… Sesler duymaya başladım. Dikkatimi bir şey üzerinde toparlayamıyorum. Ben de yapılabileceklerin en iyisi gibi görünen şeyi yapıyorum. Yeniden delirmek üzere olduğuma eminim. O korkunç dönemlerden birine daha göğüs gerebileceğimizi sanmıyorum. Sen bana mümkün olan en büyük mutluluğu verdin. Birisi başkası için ne yapabilirse hepsini yaptın. Sanmam ki başka iki kişi bizden mutlu olmuş olsun ,bu korkunç hastalık gelene kadar. Artık onunla mücadele edemiyorum. Hayatını zehir ettiğimi biliyorum. Ben olmasam çalışabilirdin. Ve biliyorum ki çalışacaksın, görüyorsun ya bunu bile doğru dürüst yazamıyorum, okuyamıyorum. Söylemek istediğim şey şu; hayatımın bütün mutluluğunu sana borçluyum. Bana karşı hep sabır gösterdin ve inanılmayacak kadar iyiydin. Bunu söylemek istiyorum, bunu herkes biliyor. Biri beni kurtarabilseydi eğer, o sen olurdun. Senin iyiliğinin kesinliği dışında her şey benden gitti artık. Hayatını daha fazla zehir edemem. Sanmıyorum ki başka iki kişi bizim olduğumuz kadar mutlu olabilsin.” 18 MART 1941 Biri kocasına diğeri kardeşine( bir söylentiye göre eşcinsel aşkına) iki mektup yazarak, ceplerine taşlar doldurup ırmağa girer, intihar eder. Virginia Woolf yıllar içinde bir efsaneye döner. * “Bir kadın olarak, ülkem yok. Bir kadın olarak, bir ülkem olsun istemiyorum. Bir kadın olarak, bütün dünya benim ülkem.” Virginia Woolf'a sorarsanız insanların sevişmesi çiftleşmeydi. Kadınlar ve erkekler arasındaki duygular küçümserken; bir kadının başka bir kadına duyduğu aşk masumiyet yüklerdi. Sindirim faaliyetlerine duyduğu tiksinti nedeniyle yemek yemekten nefret ederdi. Bir tür suçluluğu andırsa da, o hep kendi bunalmış ruhunu, çelişkilerini, sakat yüreğini ve zor kişiliğini saçıyordu yazı masasında, tüm sözcüklerinin arasına. Dünyanın nasıl bir yer olabileceğini umursamadan o içinden geçenleri söylemek istiyordu. “Kadınlar erkekler gibi yazıp, erkekler gibi yaşar ya da erkeklere benzerlerse, çok yazık olur. Çünkü; dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir tanesiyle nasıl idare ederiz?” Virginia Woolf, mantıkla olduğu kadar hayalle, kurmaca olduğu kadar bilgiyle ve gerçek bir romancının hayal gücüyle konuşur. İngiliz Edebiyatı’nın William Shakespeare’den ibaret olmadığına inandırır dünyayı ve erkeklere inat yazar. İçindeki dalgalar nedeniyle yazamaz olur bazen ve o kaybolduğu benliğine merdiven uzatır paragrafları. Yazdıkça iyileşir yüreği ama o da Tanrı'dan önce sonlandırır kaderini. Virginia Woolf, 28 Mart 1941’de içine düştüğü ruhsal bir bunalım sonrasında evlerinin yakınlarında bir nehre atlayarak intihar eder… “Söylenecek söz bırakmadın ardında; ceplerine çakıl taşlarını doldurup kendini Ouse Irmağı'na atmanın, o eşşiz dahiyane finalin bize düşündürdüklerinden başka...” KİMSEYE AİT OLMAYAN BİR KADIN. VİRGİNİA WOLF'UN YAZARLIĞI Profesyonel olarak 1905′lerde yazmaya başlayan Virginia Woolf’un ilk kitabı olan The Voyage Out (Dışa Yolculuk) 1915′te yayınlanmıştır. Bu kitabın yazımı çok uzun sürmüş, bir yıl içinde üç kez tekrar yazılmıştır. Özelllikle annesinin ölümünü yenmesi ile ilgili olan bu kitap ilginç olduğu kadar etkileyicidir. Gece ve Gündüz Virginia Woolf’un ikinci romanıdır. Virginia Woolf’un bilinç akışı tekniğini kullandığı daha sonraki modern deneysel romanlarından farklı olarak klasik gerçekçi üslûpla kaleme aldığı bu eser, olay örgüsü, gerçek mekân tasvirleri ve titizlikle betimlenmiş karakterleri, dönemin atmosferini yansıtan özellikleriyle dikkat çekiyor. 1920′de yayımlanan roman, daha sonraki eserlerinin habercisi olarak, nesnel gerçekliğin ve tarihselliğin insan bilincindeki yansımalarını birbirinden oldukça farklı karakterlerde ustalıkla canlandırıyor. Roman, Birinci Dünya Savaşı öncesi Londra’sında geçer. Virginia Woolf, dönemin entelijansiyasını, fikir ve ruh dünyasını mizahî ancak sıcak, insanî bir dille anlatır. Kadın hakları, sınıfsal farklılık, aşk, evlilik ve özgürlük gibi meseleleri, karakterlerinin yaşamları, mücadeleleri, umutları, acıları ekseninde tartışıyor. Gece ve Gündüz, Katharine, Mary ve Ralph’in hakikat arayışlarında tanık olduğumuz modern insanın yazgısı, bir başkasını anlama çabası üzerine duygulu ve derin bir metin. 1931’de yayımladığı Dalgalar’ı yazarken ise, bu kitapla o güne değin hiçbir başka romancının göze alamayacağı değişik şeyleri yapmak istediğini, bu romanın o güne değin yazılan hiçbir başka romana benzemeyeceğini biliyordu. Çünkü Dalgalar, hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı, hem de tiyatro oyunu. Virginia Woolf, Dalgalar’da dış dünyayı yok eder. Üç erkek ve üç kadının çocukluklarından yaşlılık dönemlerine kadar tüm hayatlarının anlatıldığı kitapta dış dünya nesnel olarak değil, ancak kişilerin iç dünyalarına yansıdığı kadarıyla verilir. Bir olay örgüsüne uyarak değil, bir ritme uyarak yazılan kitap, “Şiir olmayan herhangi bir şey edebiyata neden girsin ki...” diyen Virginia Woolf tarafından iki yıl içinde üç kez yazılır ve dalgaların sesine uydurularak, şiir gibi yüksek sesle okunarak düzeltilir… Gerçekçi roman geleneğinden tam bir kopuşu temsil eden Dalgalar, bilinç akışı tekniğiyle yazılan romanların en önemlilerinden biridir. (Kitabın arka kapak yazısından...) Mrs. Dalloway’se ünlü yazarın adıyla anılacak bilinç akışı tekniğinin en başarılı örneklerinden biridir. Yazarın öteki romanlarına benzemeyen, tümüyle özgün bir düşünce ürünü olan Orlando isimli romanı bir aşk mektubuyla beraber o dönemdeki sevgilisi Vita Sackville-West’e adanmıştır. 1929 tarihli “Kendine Ait Bir Oda” feminist hareketin klasik bir kitabı olarak kabul edilir. Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olan Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un belki de en kolay okunan kitabıdır. Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları ezeli ve de ezici bir soru vardır: “Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden William Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?” İşte Virginia Woolf bu yakıcı soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten ve de kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra esaslı bir yanıt getiriyor. Ve şöyle sesleniyor kadınlara: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..” Daha sonralarda Virginia Woolf tarafından kaleme alınan Flush’ta Elizabeth Barrett Browning’in çok sevdiği İtalya’ya kaçarken beraberinde götürdüğü köpeğin yaşamöyküsünü anlatır. Kitaplarının kapaklarında kardeşi Vanessa Bell’in resimleri bulunmaktadır. Yazar, modernist hareketin en önemli kişilerinden biri olarak tarihe geçmiştir ve roman türünün gelişimine büyük katkıda bulunmuştur. VİRGİNİA WOOLF'UN ÖLÜMÜ “Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanıbaşından geçen daracık bir yol gibi...” Perde Arası romanını yazdığı sıralarda ruhsal bunalıma girmiş, 28 Mart 1941’de içinde bulunduğu duruma daha fazla dayanamayıp evlerinin yakınlarında bulunan Ouse Nehrine ceplerine taşla doldurarak atlayıp intihar etmiştir. Virginia Woolf geride en başa koyduğumuz iki intihar mektubu bırakmıştır. Birisi kardeşi Vanessa Bell’e (bir söylentiye göre de lezbiyen sevgilisine), diğeri ise kocası Leonard Woolf’a... * ALINTI * VİRGİNİA WOOLF 25 Ocak 1982'de Londra'da doğdu. Kalabalık, ekonomik ve sosyal yönden güçlü bir aileden geliyordu. Hiç okula gitmedi, evde eğitim gördü. Dokuz yaşında bir dergi çıkarma girişiminde yer aldı. 1905'de ilk yazısı, 1909'da ilk kitabı çıktı. Kitabı eleştirmenlerce övgüyle karşılandı. 1912'de Leonard WOOLF'la tanıştı evlendi. Yakasını hiç bırakmayan ruhsal sorunları bu dönemde arttı. 1917'de kocasıyla birlikte bir yayınevi kurdu. 1919'da ikinci kitabı yayınlandı. 1922'de ünlü Orlando adlı kitabı çıktı, kitabı edindiği kadın sevgilisine adadı. 1925'te yayınlanan Mrs. Dalloway’i 1927’de en çok beğenilen romanı olan To The Ligthouse takip etti. A Room of One’s Own,The Waves,The Years'ı yazdı. Bilinç akışı tekniğini başarıyla yapıtlarında kullanan yazar birbirinden başarılı çok sayıda kitaba imza attıktan sonra 1941'de girdiği bunalımla birlikte intihar etti.

  • Şarkı

    Ne tatlıydı gezinişlerim tarladan tarlaya Ve tadışım yazın tüm görkemlerini, Ta ki görene dek güneşin ışınlarında Akıp giden Aşk Prensi'ni! Bana saçlarım için zambaklar gösterdi, Ve utangaç güller alnım için; Beni güzel bahçelerinde gezdirdi, Büyüdüğü yerlerde tüm parlak zevklerinin. Kanatlarım tatlı Mayıs çiğleriyle ıslandı, Ve Apollo alevlendirdi sesimin öfkesini; Beni ipekten ağıyla yakaladı Ve altın kafesine kapatıverdi. Bayılıyor oturup dinlemeye şarkılarımı, Sonra, gülerek, eğleniyor benimle, ve oynuyor; Sonra çekip uzatıyor altın kanadımı Ve özgürlüğümü yitirişimle alay ediyor.

  • Muhacir Kerim Ağa

    Beş altı yıl içinde üst üste beş altı kere muhacir olduktan sonra nihayet Orta Anadolu’nun bu ücra köyünde karar kılabilmişti. Aslen Manastırlı idi fakat Üsküp civarı dâhilinde “C…” kariyesinde, çift çubuk sahibi olmuş; orada evlenmiş, orada çoluk çocuk mürüvveti görmüştü. Kerim Ağa, o havalide en geniş arazi sahiplerinden biri idi; ayrıca bir hayli de hayvanatı vardı. Haddizatında gayet açıkgöz, çalışkan ve tutumlu bir adam olduğu için varidatının fazlasıyla bir taraftan da kasabada ticaretle meşgul oluyordu; bu yüzden ta Üsküp’te bile emlak ve akar edindi. İki kızı ve üç oğlu vardı. Kızlarını kendi gibi iki zengin adama verdi; oğullarının birini tahsil için İstanbul’a göndermiş; diğer ikisini yanında alıkoymuştu. Kendisi henüz ellisine basmadan iki üç kere büyük baba olmak saadetine erdi. Rumeli istilaya uğradığı vakit Kerim Ağa epeyce büyük bir tantana ile oğullarından birinin düğününü yapmak üzere idi. Lakin… Ah, ne lazım o günleri tekrar tekrar hatıra getirmek; olan oldu, giden gitti. Kerim Ağa ateş ve duman arasında uzun ve meşakkatli bir seyahatten sonra günün birinde kendini İstanbul’da buluverdi. Karısı, kızlarından biri ile damadı ve iki oğlu yanında idi. Diğerleri askerde ve nerede olduğu belli değildi. Damatlarından birisi de zabitti. Ve harp patladığı zaman Selanik’te bulunuyordu. Askerde bulunan oğlunun şehadeti ve Selanik’te kalan kızının doğurma esnasında vefatı… Ve henüz bu iki darbenin sersemliğinden kurtulmadan harbi-umumî zuhur etti. İki oğlu ile damadı askere gittiler; bunların ortada bıraktığı evlat ve ailenin yükü de ihtiyarın omuzları üstüne çöktü. O bu yükü, harbin sonuna kadar senelerce hiç sesini çıkarmaksızın kemali sükûn ve tevekkülle taşıdı fakat vaktaki o büyük haile diğer damadının ve iki oğlundan birinin daha şehadetiyle nihayet buldu; ihtiyar adam ilk defa olarak bütün mukavemetinin sarsıldığını; bir an içinde on sene daha ihtiyarladığını hissetti. İşte tam bu sırada idi ki İzmir’i düşmanlar işgal ettiler. Kerim Ağa evvela yerinden kımıldanmamayı düşündü fakat vaktaki, düşman Manisa’ya doğru uzanmaya, vaktaki Menemen faciaları ağızdan ağıza dolaşmaya başladı; Kerim Ağa, sebebini pek iyi tayin edemediği bir telaşla nesi var, nesi yok yüz üstü bıraktı; karısını, kızını ve kızının çocuklarını aldı, üçüncü bir hicret yoluna düştü. Evvela Balıkesir’e uğradı, sonra Bursa’ya çekildi. İşte son muhacereti Bursa’dan Orta Anadolu’nun bu ücra köyünedir. Biçare Kerim Ağa’nın da buraya vasıl olduğu vakit, artık, ağa denilecek bir tarafı kalmamıştı. Riyaset ettiği aile paçavralar içinde idi ve kendisinin ayağında çorap yoktu. Lakin, cebi büsbütün boş değildi. Nitekim, bu köye gelir gelmez ilk işi bir ev ve bir tarla satın almak oldu. Fakat bu artık o büyük servetin en son damlaları idi. Onu yanan köyün harabeleri içinde ilk gördüğüm zaman sırtını yarı yıkık bir duvarın taşlarına dayamış, dizlerini dikmiş ve gözlerini meçhul bir noktaya saplamış oturuyordu. Bizim yanına yaklaştığımızdan haberdar görünmemiş gibi durdu. Beyaz fakat temizlenmemiş tiftik gibi beyaz saçları, rengi atmış, kenarları yağlı bir fesin altından ensesine doğru sarkıyordu; kıldan örülmüş dizliklerinin yarım yamalak örttüğü bacakları sanki yanmış ta derileri yüzülmüş gibi gözüküyordu: “Merhaba!…” diye sesleniyoruz. Derin bir uykudan uyanır gibi silkiniyor “Merhaba; safa geldiniz” diyor ve ayağa kalkmaya hazırlanıyor. Biz. “Otur, otur rahatına bak.” diyoruz. O, kül rengi ile mavi arasındaki gözlerini bize doğru çeviriyor, hazin bir tebessümle gülümsemeye çabalıyor: “Rahat mı?… Ne rahatı? Zaten kalkacaktım İşim başımdan aşkın!” diyor. Birden yanımızdaki köylülere sordu: “Bizimkiler nerede?” Köylülerden biri, eliyle viran köyün taş yığınları üstünden ovayı gösterdi; “Deha, oradalar… Harman yerinde yanmış buğdayları ayıklıyorlar… ” Bu bahsi geçenler onun karısı ve torunları idi. Kızı, işgal esnasında birçok vahşetlere marûz kaldığı için köyün diğer genç kadınları gibi günlerden beri bir köşede hasta ve bitap yatıyordu. Kerim Ağa kalktı; havaya baktı: “Allahuâlem, bu gece yağmur yağacak… Mutlaka damın üstünü kapayalım.” dedi ve bize dört beş günden beri yaptığı işi gösterdi. Yanmış evinin enkazından dört duvar yapmıştı ve bu duvarların üstüne yan yana henüz kesilmiş kavak sırıkları dizmişti: “Şimdi,” dedi, “Bunların üstüne biraz çalı çırpı koydum ve daha üstüne de biraz toprak ve çamur döktüm mü artık yağmurdan korkmam. Bunları söyleyerek yavaş yavaş bizden uzaklaştı. İşte, bunun üzerinedir ki bize mihmandarlık eden köylülerden biri onun sergüzeştini anlattı, hikâyesinin sonuna doğru: “Ne oldu ise, buna oldu.” dedi; “Hiçbir şey bırakmadılar. Karısının altınlarını, kızının mahmudiyelerini, yatak ve yorganlarını; neleri varsa hep aldılar… Kendisini de caminin önünde ‘Çıkar paraları!’ diye bir iyi dövdüler; herkes gibi biraz davarı, beş on tavuğu vardı, (…) harmanındaki buğdaylarını yaktılar. Hiçbir şeyini, kurtaramadı. Allah’ın yazısı bu… Herif düşman şerrine uğramayayım diye kalkmış, bilmem nerelerden buralara kadar kaçmış… ” En sonunda bir diğer köylü hakimane başını salladı: “O senin benim gibi değil…” dedi; “Başını kurtarır. Urumelli bu… Urumelli bu…”

  • Sana Yağmur Diyorum

    Gidersen hani sığınaklarım Eksilir, zarar kalırım… Kalırım! Yeni günün tenine dağılır yaralarım. Sana yağmur diyorum… Uzun boylu umuttun, Tadında unutuldun. Nerde büyük uçurumların, Kış suların, yaz uykuların? Sana yağmur diyorum ıslaklığım bundan. Yağ da ıslanalım, ama uslanmayalım, Uslanmayalım! Gün, vursun yükünü gecenin hırkasına; Yol, vursun sesini uzaklığın pasına, Sesime kibrit çaksan tutuşacağım… Sargısızım, Çoğalırım, Çoğaldıkça arsızım! Sana yağmur diyorum… En haklı aşk, Alkışsız sürebilendir Ve en haklı kavganın öznesi, Ölmemek için dövüşürken de ölebilendir… O an… İşte o an, Ey bizi ayrı takvimlere düşüren zaman, Yere bir bahar dalı düşmüş gibi mi olur, Sıradağlar mı tutuşur bağrının orta yerinde? Yeter, kan sıçratmayın sabahın seherine; Boğulursunuz… Boğulursunuz!

  • Gecenin Sütü

    - Sevgili Yılmaz Cemgil'e Bulutlu gecelerin olduğu zamanlardı. Elimizde sudkostik kovaları, duvarlar emrimize amade. İkili gruplar halinde çıkıyorduk, kara gölgelerin ardında yarını aydınlatacak afişleri asmak için Kasımpaşa’nın duvarlarına. Gece yarını ve yaraları saklar. Gece şahitsiz. Ay beyaz gözleriyle, hem umut hem kuşku uyandırır, gizli işler yapanların kalbinde. Bir hançer sapının ışıltısıyla deler ansızın bir yüreği, bir sırtın içinde bembeyaz bir delik açarak. Kızıl entarili gelinlik kızların yüzüne bile bakmadan. Ay, sus pus öyle. Eski mezarlığın uzun servileri ve “ artık yıkın beni “ diye yalvaran, tahta yapıların arka bahçeleri birbirine yaslanmış, yeni Kasımpaşa’nın esmer yüzünü oluşturuyor. Ay biraz hüzünlü. Taksiler gece bir saatten sonra girmeye korkar bu semte. Darbukaların, incelikli aksak ritimlerinin keman yayıyla buluştuğu bu mahallede, düğün dernek dışında, İstanbul’un unutulmak istenen yüzleri saklanır. Saç arkalarına iliştirilmiş allı güllü tokalar ve kuşkulu bakan esmer yüzler, otuz iki diş ortada gülünce hiçbir şey güllük gülistanlık değildir; korkun! Bebek bezine zulalı esrar, İstiklal Caddesi’nde küçük ellerin ustaca arakladığı cüzdanlar, gece yarısı pay edilir, gelinlik kızların çeyizine gitsin diye. Bizden çekinirlerdi. Anlamaya hiç hevesli olmadıkları bir dünyanın habercileri olarak arka sokaklara sessizce girer, afişlerimizi asar, hayalet olur giderdik. Geride sudkostik kokusu. Onlara karışmaz, düşmanca davranmaz, ama araya aşılmaz bir mesafe koyardık. Bizlerden birine dokunduklarında rahatlarının kaçacağını bilirlerdi. Aynı üniformalardan saklanırdık, farklı sebeplerden. Yaprakların titrediği o gece, hayata bağırıyor astığımız afişler. Yağmur yanağımızda susuyor. Nisan yağmuru, üşütmeden vuruyor hayata. Zaman kıymetlidir gecenin kara korsanları için. Becerikli eller yağmur hızıyla yapıştırıyor afişleri. Bazı pencerelerin tülü aralanıyor, tedirgin. Biz neredeyse hiç konuşmuyoruz. Kısa tümceler: - Kovayı uzat! - Fırçaya dikkat et! - Karşı duvarı unutma! Yağmuru kimse hesaplamadı kuşkusuz, ama yapacak bir şey yok. Yarın için gerekliydi bu afişler. İstanbul’un her yerinde ve Kasımpaşa’nın en ücra köşelerinde, yaşlısından gencine, kedisinden köpeğine herkes görmeliydi nasıl var olmamız gerektiğini! Uyarı ıslığı geceyi bıçaktan hızlı kesti. Sudkostik dolu kovalar hemen bırakıldı olduğu yere. Kalan afişler, o bilinen bahçeye atıldı, hızla toparlanıp. Bu kentin bütün arka bahçelerini bilmeye zorunluyduk. Mazgalların altından giden yolları… Avlu içlerini… Yıkıntı eski tahta evlerin üstü saman ve yanmış anılarla gizli kilerlerini. Hatta, karanlığa baş eğen yüce ıhlamur ağacının o en yüksek dalını… Kasımpaşa’nın duygusal haritasını avucumuzun içine çizmiştik. Kaçacak yer kalmayınca hangi kapıların bize açık olduğunu da iyi bilirdik… Üniformalar hızla çoğalarak sökün etti sokaklara. Bağırtılar, düdük sesleri, yağmuru bastırdı. Karanlığa dağıldık. Biz iki kişiyiz. O, önde, ben arkada. O erkek, daha hızlı. Arayı açmadan son hızla koşuyor. Ama mesafe hep aynı, onun temposu beni de hızlandırıyor. Böyle yapmazsa yakalanacağız. İçeriye girebileceğimizi bildiğimiz ilk evin kapısına geliyoruz. Evde kimse yok. Pencereler kör… - Devam et, koş! Fısıltıyla haykırıyor. Yolun kestirmesinden bir ekip önümüze çıkmak üzere. Birkaç zikzaktan sonra, hiç beklenmeyeni yapıyoruz, o kocaman ölüler kentine, Kasımpaşa Mezarlığı’na fişek gibi dalıyoruz. Birden buhar oluyoruz. Mezarlığa gireceğimizi hiç düşünmüyorlar. Gürültülü ayak sesleri önümüzden geçiyor. Ama bir süre sonra geriye dönecekler ve ince arama başlayacak. Soluğumuz hiç yok. Yan yana iki mezarın üstünde yatıyoruz. Yağmur yüzümdeki korkuyu yalıyor. Mor irislerin geniz yakan kokusu yayılıyor mezarlardan, fosforun ince gümüşi parıltısı sanki üzerimize yapışacak. Ölülerden çok üniformalardan korkuyoruz. Sol yanımda boynu bükük küçük toprak yığını; bir çocuk mezarı. Yeni gömülmüş. Taze toprağın buğusu genzimi dağlıyor. Sıcak, ıslak tanelerin yanağımdan düşmesine engel olamıyorum. Gözpınarlarımı sileceğim, elim kalkmıyor yüzüme. Onun yerine taze ölü toprağını avuçluyorum. İçimden dua okumak bile geçmiyor. O, bana bakıyor cesaret verircesine, mezarın karaltısıyla iç içe, uzaktan toprakla bütünleşmişiz. O’nun incecik gövdesi, toprak yükseltisini tamamlıyor. Göz dikkatli bakmazsa ayıramaz, aldanır, karaltılarımızın ölüme ait olduğunu düşünür... Yanımızdaki büyük anıt mezar, bulunduğumuz yeri ustaca gizliyor. Yine de uzaklaşan ayak seslerinin arkasından alçak ama kararlı nefesiyle açıklıyor: - Bizi görürlerse, onlar yakalamadan; önce seni vuracağım, sonra kendimi. Soluksuz kalıyorum bir an. Sesimin tonundan korkuyorum ve tek bir kelime çıkıyor boğazımdan umutsuz: - Peki... Kaç saat yattık mezarların ıslak koruyucu karanlığında hatırlamıyorum. Gün doğmadan çıkmalıydık oradan. Saklanabileceğimiz ikinci ev çok yakındı. İlk O doğruldu. Koşuşturmalar ve cırcır böceklerinin sesleri dinmişti. Beklememi işaret etti. Kıpırdamadım. Gözüm çocuk mezarına dikili öyle bakıyorum ıslak toprağa. Birkaç dakika sonra yanıma geldi. “Fırla” dedi. Yan yana, koşmadan hızlı hızlı yürüyoruz, elimi tutuyor sanki sevgilisiymişim gibi. İkimizin de elleri buz. Kalbimin çarpıntısı geceyi sarıyor. Yürüyüşümüzü giderek hızlandırıyoruz. Etrafta kimse yok. Ara sokaklara dalıyoruz. Evlerin erkenci ışıkları yanmaya başlıyor mahmurlukla… Alacaydınlık, bütün ihtişamıyla günü müjdelemek üzere. Üstüm başım sudkostik lekesi. Bizi görürlerse, inandırmak zor olacak sevgili olduğumuza. İki sokağı hızla geçiyoruz. Bahçe duvarını atlayıp, avludan içeri süzülüyoruz. Kapıyı hemen açtılar. Taze çayın kokusunu hiç bu kadar sevmemiştim. İçeride yer yatakları yeni toplanıyor. Öbür odada misafirleri varmış. Ben mutfağa gidiyorum. Ev sahipleri, sofrayı kurmaya başlıyor. Evin küçük oğlu Ahmet’e kimse dokunmuyor. Öğleden sonracıymış. Geniş omuzlu, palabıyık Baba Hakkı kahvaltısını yapıp Tersane’ye gidecek. Karısı Gülizar evde çocuk bakıyor. Pembe gülüşlü, 20’li yaşlardaki Gülizar, benim yeğenim. Ama kimse bilmez. Sokakta karşılaşsak tanımazdan geliriz birbirimizi. Hayatın güvenliği için. Kapıyı hangi saate çalarsam çalayım, Gülizar ve Hakkı hiçbir şey sormadan içeri alırlar. Bilirler ki durum zordur. Çocukluğu İstanbul’da geçmiş yeğenini, yani beni hiç unutmadı Gülizar. Beş yıl önce Kasımpaşa’ya göçlerinden bu yana görüşürüz. Mutfakta peynir ve zeytin tabaklara dolduruluyor. Memleket yağını zeytinin üzerinden geçirirken, “ konuklarınız kim?” diye soruyorum Gülizar’a… Çünkü bu eve neredeyse hiç konuk gelmez yatıya. “Bir haftadır buradalar” diyor Gülizar. Bugün kocası geri dönüyormuş köye ama kadın biraz daha kalacakmış. Nedenini çok merak ettim, ayrıntılarını nedense bölük pörçük verdiği bu öykü, korkunun kucağından yeni kopmuş olan beni tuhaf bir şekilde kendine çekiyordu. Mutfakla sofa arasında gidip gelirken, konuklar uyanmadan Gülizar, onların öykülerini tamamlamaya çalıştı. Köyde, kapı komşularıymış yıllardır. Ben hatırlamazmışım. Anneleri birlikte büyümüş. Şefika, yani içerde bizlerden habersiz uyuyan konuk, altı yıl olmuş Kadir’le evleneli. Çocukları olmuyormuş. Doktorlara gidilmiş; kusur Şefika’da. Kocası Kadir, çok seviyor onu, asla boşamak istemez, kuma da getirmezmiş. Sonunda çare bulunmuş: Dört yıldır, Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan evlatlık bekliyorlarmış. Büyük bir özlemle, patikler örülmüş, zıbınlar dikilmiş, beklemenin karanlığına karşı mum gibi yakıp umudunu, bir kız çocuğu için ne gerekliyse hazırlamış Şefika… Ama köyde dile düşmemek için; dokuz ay, hamile taklidi yapmış, karnına yastıklar bağlamış. Bir gül dikenini nasıl izlerse, öyle tutkuyla beklemişler bu çocuğu, ama öz evlatları diye bilinsin isterlermiş. İstanbul’a çocuğu almaya geldiklerini kimseye belli etmemişler. Şefika, zor hamile kaldı ya, “büyük kentte doğuracak” diye duyurmuşlar herkese. Gülizar, ahretliği onun, ele vermez. Kafasını kesseler söylemez. Kızarmış ekmek kokusu bütün eve yayıldı. Bebeği aldıkları henüz bir hafta olmuş. Adını Umut koymuşlar kız çocuğunun. Üç günlükken annesi Kasımpaşa Mevlevihanesi’nin kapısına bırakmış, kundağına bir not iliştirip çengelli iğne ile. Hepimiz sofraya oturacağız, ama yine de tedirginim, buraya girerken görüldük mü diye. Bu yeni öykü korkumu tamamen unutturuyor bana. Gülizar’a soruyorum: -Bebeği görebilir miyiz gitmeden? Konuk odasının kapısı sanki beni yanıtlamak için açılıyor. Şefika’nın eşi kapıda görünüyor. Saygıyla çeviriyorum gözlerimi ona. Baba olma yeteneğine sahip bir erkeğin, karısı, yâri, aşkına kendi soyundan olmayan bir bebeği evlat kabul edebilmesi çok rastlanır bir şey değil bu ülkede. Gülizar bizleri tanıştırıyor: Gülizar’ın yeğeni ve nişanlısıyız… Kadir gülümsüyor. Toprakla haşır neşir olmuş geniş elini güvenle uzatıyor. Son derece mutlu, bebeklerini anlatmaya başlıyor. Karısının hamileliğini, bebeğin nasıl doğduğunu, bu zor doğumdan dolayı, karısının neden İstanbul’da biraz daha kalması gerektiğini. Kimse yalanlamıyor öyküyü. Gülizar’la suç ortağı ben, birbirimize gizli bir bakış atıyoruz sadece. Ben bebeği görmek istediğimi söylüyorum. Gülizar: “çocuklara bayılır” diyor benim için. Kadir anlayışla bakıyor bana. Bebek daha uyanmamış, annesi uyanmasını bekliyor. Bebek gözlerini açınca Şefika onu getirecek. Ben giderek sabırsızlanıyorum, Şefika’yı ve bebeği görmek için. Burada fazla kalamayız. Aslında çoktan çıkmalıydık. Durumun farkında olan Gülizar, üzerimi değişmem için kendi elbiselerini teklif ediyor. Ama içeride konukların kaldığı yerdeymiş giysiler. Kadir, masadan kalkıyor, karısına haber vermeye gidiyor. Çay bardağı elimde öyle heyecanla bekliyorum. -Girebilirsiniz Odaya girme iznim çıkınca hemen doğruluyorum. Süt kokan bir bebeği bağrıma basmayalı ne kadar zaman olmuş bilmiyorum. Henüz çocuğum yok. Anne olmaya zamanım da yok. Anne olmayı böylesi isteyen genç bir kadını ve onun doğurmadığı bebeğini görmek istiyorum. Odanın perdeleri henüz açılmamış. Yeni uyanmış bebeğin mırıltıları üstüne eğilmiş Şefika’nın uzun beliklerini görüyorum önce. Yaklaşıyorum, bana bakıp gülümsüyor. Ay doğmuş gibi aydınlanıyor odanın loşluğu. Bebek de annesine ve bana bakıp mırıldanıyor. Şefika özenle altını değiştiriyor. Tanışıyoruz alçak sesle. Altını değiştirdikten sonra, bebeği sevmeme izin veriyor. Usulca kucağıma alıyorum bu küçücük insan sıcaklığını; öpüyor, kokluyorum doymayasıya. Minik elleri yüzümde geziniyor. Birden ince bir ağlama tutturuyor Umut bebek. Şefika mahcup… Bebeğin ağlamasına dayanamayan gözleri doluyor. Kollarını uzatıyor kucağımdaki bebeğe doğru: - Acıktı, diyor. Ben bebeklerin acıktığını farklı bir ağlayışla ilettiğini biliyorum. Ama bir annenin bu açlığı böylesi şefkatli bir titizlikle karşıladığını hiç görmemiştim. Bebeği özenle kucağımdan alıyor. Kapı usulca açılıyor, Kadir içeriye giriyor. Babadan mama yapmak için, sıcak su isteyecek diye düşünüyorum hızla. Karı koca birbirlerine bir bahar güneşi yumuşaklığı ile bakıyorlar. Karyolanın köşesine, bebeyle Şefika’nın yanına usulca oturuyor adam. O an inanılmaz bir şey oluyor… Bütün Kasımpaşa’nın inanamayacağı bir şey. Evrenin, kendine yeni gözlerle bakıp, kim olduğunu bir daha sorgulayacağı. Ah! İnsan soyunun bu mucize annesi, geceliğinin düğmelerini açıyor, bebeğin hazla süt bekleyen ağzına doğru uzatıyor… Saldırıyor küçük iştahlı ağız ve şapırtıyla emmeye başlıyor sütü... Hiç doğurmamış bir annenin yaratandan dilediği sütle dolu göğüslerinden besleniyor Umut bebek. İnanmaz gözlerle bakıyorum, doğurmamış ananın anne oluşuna. Ve hayatın karanlığına akan süte. / maviADA 20, 2009 GÜZ SAYISI

  • Güncelden maviADA’YA

    11 Nisan 2012, Kadıköy Oğlum Memo Emrah’ı 21, babası Cemal Süreya’yı 59 yaşında yitirmiş bir şair anneyim. Yirmi yılı geçti. Şimdi kızım ve kız kardeşimle birlikte yaşam ağacı dediğim sarı sardunyalara su veriyoruz!.. Kaktüslere ara sıra. Ortanca’nın beyazı güzel. Çiçekler de hayvanlar da benim sevgi eklerimdir. 25 Nisan, İstanbul Her gün gazetelere bakmak zorundayım. Yanı sıra dergilere, gönderilen imzalı kitapları önemsiyorum, zaman ayırmak istiyorum. Bursa’daki maviADA dergisi, on yıldır bir Anadolu dergisinden beklenmeyen birçok etkinliğe, dosyaya imza attı. Yeni sürecinde çıkan ilk dergiyi gördüm, okudum. Sevdim, destekliyorum… Konuştuğum birçok yazar, Öner Yağcı dahil benim gibi düşünenler çok… Hakkı haklıya teslim gerek. 19 Mayıs, İstanbul 19 Mayıs 2012 günü stadyumlarda yasaklanan törenler, alanlara yayılarak kutlanıyor. Özellikle bu konuda Ulusal Kanal’ı kutluyorum. Tam sayfa, tam gün… Duygulandım. 22 Mayıs, Acıbadem maviADA anılarımı yazmam için teşvik ediyor, tereddüt ediyorum ama doğru boşa gidiyorlar, ben de değerlendirmeli diye düşünüyorum artık. Bugün ılık rüzgârın estiği bir yaz başı günü, bundan böyle yazışımın nedenlerini belirtmeye karar verdim. Kızım İçsel, içine atma anne, ne varsa söyle, yaz, diyor; yağmur organları da çürütür. 27 Mayıs, İstanbul C.S.K. S.D Yönetim kurulu kararlarına göre Emine Erbaş’la başlatılan kitap imza günleri, Sait Maden’le süre gidecek. 28 Mayıs, Kadıköy Cemal Süreya portresiyle kültür bakanlığından editör Doğan Hızlan düzenlemesiyle çıkan gösterişli beş yüz sayfalık kitap ancak elime geçti… Ayrıca, İZ TV tarafından 2-3 aydır düzenlenen Cemal Süreya belgeseli, bu ayın sonunda bitecek ve yayın, 6 Hazirandan itibaren gösterimde olacak, oldukça zengin olan bu çekim internetten de izlenebilecek. 29 Haziran 2012 Cemal Süreya derneğinin kurucularındanım. Onca yıl emek verdim, sonra onursal üyeliğe çekildim. Gene dernek için, Cemal Süreya için emek vermeye devam ediyorum, ederim de hiç yüksünmem. Gene de, saklamayacağım, içim kırıldı. Cemal Süreya ödül jürisinde bana üyelik önerilmeyişine gönül koydum. Oysa her büyük ödülde aileden de biri vardır, işte Orhan Kemal ödülü, işte diğerleri… *

  • ANNELERE

    göğü olmayan o günden sonra yaprakları dökülmüş eli, kolu sızlarken çınarların çığ altında gibi dondu her şey dondu sokaklar ve fabrikalar kışa henüz bir mevsim varken kitaplarla, dergilerle tüttü bacalar siren sesleri bastırdı haykırışları betonlar çığlıkları gizledi parmaklıklar tanığı oldu neşter yiyen yüreklerin kaçtı martılar mavililerden hava ağır kurşun kokusuna doldu sustu, susmayı zul bilen diller tırnakla betona yazıldı kayıplar demirden pencerelere asılı kaldı martıların yurduna benzeyen gülüşler duvarları küf kusan zindanlarda annelerin sesi panzehir oldu ağulara kanlı beze bulanmış çocuğunun kokusu zulüm değil sadece, ölümüne cenge çağrıydı evlatlarının düşü onlarda uyandı sokakları salladı adımları yüreklerindeki kanları kanı çekilen canlarına ulaşsın diye oluk oluk sokağa saçar gibi çiğnedi geçti barikatları anneler en önde Didar öğretmen düştü, maviye doldu gözleri, kalktı sildi sessizce apak yüzündeki kanı sıktı yumruğunu meydanlar onu dinledi ve haykırdı cellatlara evlatları boğazlanan anne nasıl haykırırsa “bizi öldürmeden evlatlarımızı öldüremezsiniz” evlatları bu toprakların gün yüzüydü nasıl yok olurdu karanlığa karşı düşler düşler sokaktaydı zehri sessizliklerde sokaklar gelinciklere bezeniyordu yalın ayak koşan annelerin gülüşleriyle bitti sanılırken yarına özlem Erdal’ın, Necdet’in bakışları onların bakışlarına doldu kalktı ansızın havaya menekşe kokulu yumrukları sessiz bir bayram oldu isyana gebe çarşı pazarda kanlı parmaklıklar ardında elleri bağlı evlatların kokusu gelir diye penceresi, kapısı açık evlerin önünde annelerin uyku bilmez bakışları silinirse gün gelirde bellekten tuz basılır yeniden taze yaralara hakikat yurtsuz kalır ve kanar düşmeyen tek barikat onlar kırlardaki tüm çiçekler onlara benzer önünde eğilecek ne varsa aşka dair söyle tarih, kimdir annelerden başka

  • GÖÇMEN İŞÇİ

    Aile bireylerimin çoğunluğu Almanya’da göçmen olarak yaşadığı için lise ve üniversite tatillerinde Almanya’ya giderdim. Tatil harçlığımı çıkarmak için de ara ara farklı işlerde çalışırdım. Liseyi bitirip üniversiteye hazırlandığım bir boşluk döneminde evimize yirmi kilometre kadar uzaklıkta olan Ringwald Tütün İşletmesi’nde üç ay kadar çalıştım. İşi çabuk bulmuştum. Orada daimi çalışan yüz küsur Türkiyeli işçi vardı. Çoğu ailece çalışan işçiler dışında, işe girenler en fazla iki- üç ay çalışıp, işten çıkıyordu. Ya da çalışma koşullarını düzeltmek için mücadele azminde olanlar işten atılıyordu. Her türlü zorluğa rağmen yine de birileri bedel ödeyerek iş yerine sendikalaşma sürecini başlatabilmişti. İşçilerin üçte birini de olsa sendika üyesi yapmışlardı. Anlatacaklarım sendikanın çalışması ardından eskiye göre iyi denilen döneme aittir. İşletme özelinde anlatılanlar, aslında Avrupa ülkelerindeki birinci ve ikinci kuşak göçmen işçilerin genel yaşantısına ayna tutmaktadır. Bu dönem ise, 1960-1990 yılları arasını kapsar. 1990’dan sonraki üçüncü kuşağın orada doğmuş olması, okullu olması ve Almancayı da iyi bilmesi manzarayı biraz değiştirse de sorunlar biçim değiştirerek sürmektedir. *** Ringwald tütün işletmesi. Camları katran karasıdır ve zindanı andırır. İşletmenin çıkardığı ağır kokular daha şehre girerken hissedilir. Dönüşü pek kolay olmayan yolculuğun duraklarından. İçerdekilerden yüz yirmisi bizim memleketlerden. Çok iyi tanırız onları. Beş-altısı komşu Yunanistan’dan, ikisi İtalya’dandı. Bir işçi de Portekizliydi. Almancası çok azdı. Dilinden anlayan bir ikinci kişi olmadığı için yalnız ve sıkıntılıydı. Patronun en yakın uşağı Tokatlı Hasan’ın baskılarına dayanamadı. Bir ay çalışıp işten çıktı. Bir de deli raporu olan Alman vardı! Patronun uşakları hariç, hepsi birbirlerini çok severlerdi. Gün yirmi dört saat karanlık oralar, memleketimiz gibi. Güneş ne zaman doğar, ne zaman batar bilinmez. Nazım Hikmet’in “Güzel günler göreceğiz çocuklar/Güneşli günler göreceğiz…” dizeleriyle başlayan şiirini anımsayıp mırıldanmak oradaki koşullara karşı beni güçlü kılardı. Düşlerin bile kurulamadığı, aşırı yorgunluğa rağmen uykusuz geçen gecelerin sabah karanlıklarında zihnin açık, uyanıksın. Ama vücudun ve gözlerin direnir biraz daha yatakta kalmak için: “Kalk, işe geç kalıyorsun! Atılırsın, sonra. Oturma izni de vermezler. Türkiye’ye gönderirler. Ne yaparım orada? Umudu sürgüne salan o yerde!” Aniden yatağından fırlar, kafanı banyodaki musluğun altına tutar, hafiften kurulanıp, kumanyanı kaptığın gibi tren, tranvay ya da otobüs durağına koşarsın. Duvarlar arasındaki mesain biter, eve dönersin. Eve vardığında ilk iş büyüklerden tecrübe edinildiği gibi posta kutusuna bakmak. Çoğunlukla ya boş ya da reklam broşürleri vardır. “İyice gavurlaştı memlekettekiler de.”diye söylene söylene çıkarsın evinin merdivenlerini. Kapıya ulaşana kadar da dalgınsındır. Almanya’da ve diğer göçmen ülkelerinde kapılar: Yabancılar polisinin kapısı, işyerinin kapısı, binerken ve inerken bindiğin tren ya da otobüsün kapısı, evinin kapısı,’caminin ya da cem’ evinin kapısı, işsiz kaldığında bir gün içinde çalacağın onlarca kapı…Seç seçebildiğini. Tabi kapılar da duvarlar arasına açılır. Gezin gezinebildiğin kadar duvarlar arasında… Ne güneş ne hava Ne gül, ne gülme “ Herr Patron geliyor, durmayın, düşünmeyin: Neredeyizi, kim gönderdiyi! Çalışın! Arbeiteten!” Yumrukların sıkık kalsın, sil gözlerini Mehmet amca! Öyle teslim olmuş kimsesizler gibi başını hep yere düşürme Hatice teyze! Daha yaşınız çok küçük Zeynep, Orhan. Hayatınızı böyle işlerde çürütmeyin, okula dönün henüz geç değilken. En azından bir meslek eğitimi yaparsınız, bir mesleğiniz olur. Daha iyi koşullarda çalışırsınız belki.” Tütün, içenler keyif alır ya da sıkıntılarını ertelerler. Kanser başta olmak üzere birçok hastalığa ve rahatsızlığa neden olduğu düşünülmez çoğu zaman. İşletme, fabrika sahipleri ise paralarına para katarlar. Almanya’da tütün yetişmez. Bizden, komşu Yunanistan’dan, İtalya’dan ve İspanyadan alırlar ucuza. İşleyip, sigaraya dönüştürüp, pazarlarlar. ‘En ucuz tütünü Türkiye’den alıyorlarmış’, diye konuşulurdu yemek molalarında. Alırlar tabi, insanımız da emeği de değersizdir, ucuzdur nasıl olsa. Dört yıldır içerim ara sıra öksürtür veya midemde yanma olur. Üç ay çalıştım, üç yıl kadar zehirlendim. İşletmede havalandırma çok sınırlıydı. Çünkü doğal oda sıcaklığında kuruması gerekiyormuş tütünün. Mola araları, yani hava alma süreleri de normal bir iş yeri standardındaydı. Böyle olunca çalışırken, ağzımızda maskede olduğu için, nefes alma güçlükleri ortaya çıkıyordu. Çalışmak zorundaydı herkes. Karşılığında ancak karın doyuracak kadar ücret! Lümpen ağızların anlattığı sarınlar ve Mercedes’ler çok uzağında göçmen işçilerin! Patrona yaranmak için uşaklık yapanlar da vardı. Her işyerinde olduğu gibi. Karşılığında da saat ücretleri üç-beş kuruş fazla olurdu. Her kuruş artışında da biat dereceleri artar. Ringwald’da da Hasan bunlardan biriydi. Hasan, işe benden sonra giren Portekizli bir arkadaşa çok kötü davranırdı. Tek başına, başka Portekizli yok, diye onu gözüne kestirmişti. Ben Portekizliye destek oluyorum, diye bana da sataşmak isterdi. Muhakkak, “iyi çalışmıyorlar”, diye patrona ya da yetkili büroya beni de şikâyet ediyordu. Bir sabah işe iki-üç dakika geç gelmiştim. Hasan için bulunmaz bir andı. Patronun bir başka adamı ile birlikte bana: “İkinci defa iki dakika geç gelirsen, seni işten atarız.”dediler. Bense gözlerinin içine bakıp sadece güldüm. “Nereye attıracaksınız? Her yanda ben dopdoluyum.”dedim. Bugün gibi hatırlıyorum: Sağlığa zararlı ve pis kokuyor diye, işletmenin bulunduğu ilçe merkezinde sadece göçmen işçiler ve yoksul Almanlar oturuyordu. İşe altı ay kadar çalışmak için girmiştim. Bir hafta sonra çıkmayı düşündüm. Vazgeçtim. İki hafta sonra mide yanmalarım arttı. Mola aralarında kusma derecesinde rahatsızlanmaya başladım. Boğazım sürekli kuru oluyor ve yanıyordu. Annem, babam hemen işten ayrılmamı istediler. İşyerindekiler de “Sen alışamayacaksın. İşten ayrıl.” dediler. “Siz yıllardır burada çalışıyorsunuz, öksürük nöbetleriniz hiç bitmiyor. Ama yine de çalışıyorsunuz. Ben de alışırım.”diyordum. Çünkü, ‘gelişmiş medeni’, kapitalist ülkelerdeki, onların kader zannettikleri koşulları daha iyi tanımak istiyordum. Benim hemen işten çıkmamın benden başka kime faydası olacaktı? Özellikle oradaki genç kız ve erkek işçilere yardımcı olmak, yol gösterebilmek için bir- kaç ay da olsun çalışmak istiyordum. Ve Mehmet Amca’nın, Hatice Teyze’nin, Zeynep’in, Ali’nin Nico’nun, Fernando’nun, ekmek için ödediği bedeli öğrenmek istiyordum. Patronun en sadık işçisi Hasan bir gün yanıma geldi.”Sen biraz tahsilliymişsin, burada tahsil mahsil sökmez. Sadece çalışılır. Sürekli bir şeyler anlatıp, ekmeği ile oynama benim işçilerimin. Durumu dinleyen Türkiye’den imamlıktan gelen ikincibir biatcı işçi Abdullah da geliyor ve söze karışıyordu: “Allaha bin şükür, elin Almanı karnımızı doyuruyor. Sen, neden kötü çalışma koşulları, sağlık, sendika falan diye konuşup duruyorsun? Patron duyarsa tedirgin olur; şükret çalış! Goministlerin lafları bunlar hep.” Oralarda mevsim karakış Patronlar zenginleştikçe tedirgin İşçiler yan yana çalışırken Uzaktan korkarak bakıyorlar Korkuyorlar Katran karası camlar kırılır Güneş işçileri, işçiler güneşi görür diye Sadece ilaçlar ve karın doyuracak kadar para. Gün yirmi dört saat, karanlık emeği sömüren her yer... Üç ay sonra, içeride çok dost, az düşman edinerek işten ayrıldım. İçerdekiler benim kadar kolay işten ayrılamayacaktı. Dayanacaklardı, tükenip kaybolana kadar. Ya da yan yana durup katran karası camları çatlatıp kırarak, güneşi göreceklerdi.

  • SESSİZLİK

    Sessizlik Karanlık Ve Kara kış Sessizlik Ekmeğe Suya Muhtaçlık Sessizlik Suça ortaklık Sessizlik Hiçlik Susma! Ses ol

  • IŞIGIN İZİNDE

    YUSUF AKSOY * ŞİİR Klaros Yayınları, 100 Sayfa 2021 Ekim Bir dergi ne ister? İyi okur, çok abone, iyi yazar, maddi kaygılarını aşmak, düşüncelerini rahatça açıklayabileceği düşün sanat ortamı... mı? Bunlar aklı olan bir derginin beklentileri olabilir? Aklı olan, yani beyni olan... Beynimi gördüğünü ümit ettiğim Uludağ Üniversitesi Beyin Cerrahisi Ana Bilim Dili Başkanı Prof. Dr. Ahmet BEKAR'a hevesle sormuştum. "Gördünüz mü?" İroniyi seven doktor: "Yoktu ki... Farkettim ki benim beynim başka türlü çalışıyor. maviADA'nın 20 yıl önce kuruluş bildirgesinde vardı. " Kimse bizdik.." "Biz birbirimize okul olacağız." "Burada yazanlar her biri kitaplı yazar oluncaya değin..." Beklentim oydu. Yusuf AKSOY'un kitabı elime geçtiğinde hislendim, Sevindim, hem de nasıl? 10 yıldır yeni bir kitap yapmayan ben, Nobel'e aday olacak derecede iyi bir kitabı çıkmış gibi sevindim. Yusuf AKSOY, eski bir maviADAlı. 2010'lu yıllarda basılı dergimizle, kültür sanat dünyasında yıldızımızın parladığı devirde İzmir temsilcimiz olarak dergiye yararı dokunmuştu. O zamanlar, hayatın bir ideolojiyle ya da bir partiyle açıklanamayan yanları olabileceği düşüncesine asla ödün vermeyen katı bir doktriner dile sahipti . Hangi birimiz değildik ki? Kaygım vardı, bu dil, evrensel sanatın kabul gören sihrine zor bürünürdü.. Bunu kendisine de söyledim, sanıyorum... O zamandı, "sanata tükürülmeyen", köprüden önceki son kavşakmış... Neyse ahali halinden memnunsa bizim için sorun yok. Gelelim biz kitaba: Estetik, güzel bir dizgi ve tasarıma sahip bir şiir kitabı "Işığın İzinde". Klaros yayınlarını kutlamak gerek. Ama bir kitap salt dizgi ve tasarım olsa... Açık söylemek gerekirse kapağı açarken görücü usulüyle evlendirilen gelinin yüzünü ilk kez görecek damat gibiydim. Şimdi "sol yumruklar havaya..." diye bir slogan bekliyordum. İçimden "Haydı AKSOY, öyle bir şey söyle ki, bana uymasa bile saygıyla önünde eğileyim," diyordum. "Ölüm ve zulüm yurtsuz olsun diye geceyi yırtarak geldi apak kanatlılar ... Binlerce yıldır gülen zeytin ağacının kanayan zeytinleri gibi saçıldılar yere ... Karanlığa inat mavinin en koyuluğunda yüz üç kızıl Simürg oldu ahir zaman kahramanları ... Şaşırtıcı. Bu dil destansı... maviADA'da yayınlanan son şiirlerinde bu gelişmeyi görmüştüm ama bir kitap formatında olabileceğini düşünmedim demek ki. " hüzünse hep güleç başköşe misafiri ama yürek bırakmaz elini, yapışmıştır yakasına bir kez us uslanamaz gönül yorulmaz aşktan" Öğretmen olan Aksoy'un anlatan bir şiir dili var. Konularını daha çok toplumsal olaylardan seçen şair, konusunun tuzağına düşmeden, dili kurutmayacak dende, ama konfeti yağmuru da olmadan, dozu ayarlı imgesel, herkesin anlayacağı şiirler üretmiş. Ne var ki, çok gitmez anlatmadan hissettirecek, temasal şiirler de yazacağına dair imler de var... " günlerimiz yazda testi suyu kışta şarap tadındaydı hep öyle kal emi" İlk kitap hem çok kolay, hem de en zorudur... Hem acemilikleriniz hoş görülür, kusurlara bakılmaz, hem de didik didik edilip bir şey aranır. Nedir o derseniz; umut... Sizde en güzelini yapabilecek bir potansiyelin olup olmadığıdır, aranan. Yoksa siz dünyanın en güzel kelamını bu kitapta etmiş olabilir misiniz diye bakmazlar. Öyle ya güneşin altında söylenmedik söz mü var? Eğer öyle olsaydı bundan sonraki ömrünüzde yapacak ne kalırdı? Aksoy'da gür bir sesin imleri, akarını arayan bir kaynak var. ...ve sağlam bir şiir temeli... Yine de kitap boyu o hınzır kızın dizeleri aklımdan çıkmıyor; F. Ferruhzad ne diyordu: "Kuş ölür / Sen uçuşu hatırla" Gerisi gelecektir.

  • KAMU EMEKÇİLERİ NE İSTİYOR?

    Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) ‘Emekten ve Halktan Yana Bütçe’ ana talebiyle 18 Aralık’ta İzmir ve Diyarbakır’da, 19 Aralık’ta da Ankara ve İstanbul’da on binlerin coşkuyla katıldığı bölge mitingleri yaptı. KESK’ in bölge mitinglerine on bir kamu işkolu çalışanlarıyla birlikte, toplumun her kesiminden insanların katılımı dikkat çekiciydi. Mitingin katılımcıları arasında özellikle, gençler, kadınlar ve emeklilerin isyana duran coşkusu tüm katılımcıları daha da coşturdu. Son ayda iğneden ipliğe neredeyse günlük hatta saatler arasında zamlar yapılmaktadır. Sağanak yağmur gibi ve sürekli gelen zamlar kadrolu, görece ‘güvenceli’ çalışanları bile yoksul tanımı içine alırken, işsizleri, emeklileri ve asgari ücretle yaşam mücadelesi verenleri açlıkla karşı karşıya getirmiştir. Açlık sınırının 3500 lira, yoksulluk sınırının ise 11 bin lira sınırını aştığı bir zamandayız. Zam yağmuru dinmezken asgari ücretin yüzde elli zamlanması alım gücünü hiçte artırmamıştır. Aksine geçen yılın asgari ücret artışı ile karşılaştırdığımızda 2022’nin asgari ücretinin mevcut değeri ile 110 dolar daha az olduğu görülmüştür. Tüm dünya ülkelerinin de yakından izlediği ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik kriz, uluslararası alanda da Türkiye’ye karşı aşırı güvensiz bir tablo sergilemektedir. Tek adam rejimi diye adlandırılan AKP, iktidara geldiğinde kapitalist dünyada ve ülkemizde uygulanmaya başlayan kapitalist neoliberal politikaların en karalı uygulayıcısı olacağı güveni ilgili yerlere vermişti. Kapitalizmin yeni emek ve birikim rejimi için neoliberal uygulamalarla: Türkiye’de kamusallık tamamen tasfiye edilecek, Kamu İktisadi Teşebbüsleri özelleştirilecek, yerli ve yabancı özel sektörün çıkarlarını en üst düzeyde koruyacak yasal düzenlemeler yapılacak, kamusal üretim politikalarının yerine ithal ikameci piyasa egemen olacak, ‘yap işlet devret’ modeliyle yandaş ihalelere kamu kaynakları boşaltılacak, din sosu da her adımı ve sonuçlarını parlatacak en önemli argüman olacaktı ve öyle de oldu. Yirmi yıla yakın sürecin sonucunda ülkemiz mevcut ekonomi politikalarla içinden çıkılamaz bir kriz durumuna getirilmiştir. Halk, emekçiler nezdinde yaşanan çok ciddi ekonomik kriz siyasal iktidarın yarattığı diğer sosyal sorunları da şimdilik gölgelemiştir. Çünkü toplumun büyük bir kesimi yarınından endişeli, açlıkla karşı karşıya kalmış/kalacak hissi içinde. Ekonomik krizin emekçileri, işsizleri, dar gelirlileri nefes aldırmaz bir noktaya getirdiği bir zamanda Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’nun ‘İnsanca Yaşayacak Koşullar’ için alanlara çıkması sermaye ve rantiye dışındaki tüm toplum kesimlerine belli oranda da olsun cesaret ve umut aşılamıştır; adil ve adaletli bir yaşam için yol-yöntem göstermiştir. İnsan olma süreci, başka insanlarla ve diğer canlılarla bir bütün olarak tüm yapıp ettiklerimizle birlikte ilerleyip gelişen bir süreçtir. Kolektif emek, kolektif akıl ve vicdanla ancak barış içinde özgür ve eşit yaşayabileceğimiz toplumsallaşmayı gerçekleştirebiliriz. Kendimiz için talep ettiklerimizi başka insanlar, başka toplumlar için de talep edebildiğimizde de halk oluruz; her koşulda kenetlenip dayanışırız. KESK’in alanlara çıkıp haykırdığı talepleri bu anlamda tüm sömürülen işçi ve emekçilerin, eve kapatılıp köleleştirilen ve karşı karşıya kaldıkları şiddetin meşrulaştırılmaya çalışıldığı kadınların, tüm dar gelirlilerin, yoksulların, sığınmacıların, ‘barınamıyoruz !’ diye haykıran evsiz-yurtsuz gençlerin talepleridir. Kamu Emekçilerinin sesi, tarihinde hiç hak etmediği en büyük krizi yaşayan ve mutlak aydınlığa erişebilecek yolu da bilen Türkiye'mizin sesidir.

  • YENİ YIL

    Toplumlar gelişim süreçlerinde gün, ay, mevsim ve yıl bilgilerini belirlemek için zaman ölçüsü olan farklı takvimler geliştirmiş ve kullanmıştır. Takvim farklılıkları Güneş ve Ay’ın hareketlerinin temel alınmasından kaynaklanmaktadır. Güneş yılını esas alan takvimler: Dünyanın güneş etrafındaki bir tam dönüş süresini 365 gün, 6 saat yani bir yıl olarak kabul eden takvimlerdir. Güneş yılını esas alan Takvim ilk kez Mısır'da kullanılmıştır. 1926 yılından bu yana Türkiye’de de kullanılan miladi takvimin temeli bu takvimdir. Ay yılını esas alan takvimler ise Ayın Dünya etrafında 12 kez dönmesini esas almışlardır. Ay takvimi ilk kez Mezopotamya'da Sümerler tarafından kullanılmıştır. Günümüzde kullanılan Hicri takvimin temelini de bu takvim türü oluşturur. Takvim farklılıkları esasta takvim başlangıçlarını belirleyen önemli olaylarla ilgilidir. Toplumlar kendileri özelinde çok önemli buldukları efsane, milli, siyasi, sosyal veya ekonomik olayları takvim başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Burada Romalıların Roma'nın kuruluşunu, Müslümanların Hicreti ve Hıristiyanlar Hz. İsa’nın doğumunu takvim başlangıcı yaptıkları gibi durumları hatırlayabiliriz. İnsanlık tarihi şüphesiz ki sayısını bilemeyeceğimiz çoklukta takvimlere başlangıç yapılacak olaylar yaşamıştır. İnsanlık tarihi her şeyden önce sınıfların tarihidir. Tarih boyunca süren kaos ve kavganın hep iki tarafı olmuştur: Ezenle ezilenlerin uzlaşmaz kavgası! Orta da olanlar yok mudur? Soruna yanıt: Hayır olmamıştır! Ortada olmak, seyirci olmaktır. Seyirci olmak ezenden, kötülükten yana olmaktır. Sekiz milyar insan nüfusunun küçük azınlıklar tarafından tepelenmesinin ardında biraz da bu gerçeklik yatar. Daha bir yıl önce bugün durağan toplumun ‘bireyleri’ olarak kırıntıları bırakılmış tüm beklentilerimizi, düşlerimizi, tozpembe hayallerimizi oturduğumuz yerden klavye ile sanal dünyaya havale etmiştik. Havalelerin çok büyük kısmı da boşlukta, konformizme uygun genişlikte yer bulamadığından çarpışarak, dağılıp birer birer yok oldular. Hayat bulan ve bulaşan kıymetli mesajların sahipleri de penceresiz bir metre kare yerlerde duymazlığa tıkıldılar; ya da bilmem kaç km uzaktaki diyarlara yollandılar. Akıbetleri bilinmeyenler hala bilinmiyor. Bilinmeyenleri bilip bulunmayanların peşine takılarak yeniden heyecanlanabiliriz. Heyecanlanmada ciddiysek yol, iz sürerek kendimizi buluruz ve kendi olanlarla yeniden hayaller üretip yaşama sarılırız. İnsan olduğumuzu, onurlu bir canlı olduğumuzu hatırlarız bilgiye, bilime ulaşma becerisi gösterebildiğimizde. Bu diyalektik düşünce sistemi bizi bilinçli ve üreten cesaretle buluşturur. Ve sorgulama süreci başlar: Afetler doğal değildir! Savaş cinayettir! İşsizlik, yoksulluk kader değildir! Salgınlar doğanın talanı ve canlı türlerine uygulanan işkence ve soykırımla ilgilidir! Çocuk işçiliği sermayenin tercihidir! Zorunlu göçler ve sürgünler kapitalist emperyalizmin vahşeti ile ilgilidir! Kadın cinayetleri politiktir! Tarımda zehirli kimyasal hepimizi öldürür! HES’ler su kaynaklarını bitiriyor! Nükleer Santraller Savaş teknolojisi için kurulur! Siyanür altın dağıtmaz; toprağımızı, suyumuzu zehirler, öldürür! Yeniden bir yeni yıla girerken yeni yıldan ne istiyorsak onun da bizden istedikleri olacağını unutmayalım. İsteklerimizin peşinden koşacağız! Nazım ustanın dediği gibi “ Yaşamı ciddiye alacağız!” Alın terine uzanan kirli ellerle dost olmayacağız. Sadece kendi kanayan yaralarımızı değil, başkalarının da kanayan yaralarını göreceğiz ve kanayan neredeyse gidip el basacağız yarasına. Şarkıları susturulanlarla karanlığın orta yerinde sokaklara çıkıp şarkılar söyleyeceğiz. Aşka, barışa, emeğe, adalete, hürriyete ve umuda. Mutlu yıllar…

  • KALIT ÜZERİNE

    maviADA 2013 – DENEME İkincisi “ Yüreğin öyle nedenleri vardır ki us onları anlamakta yetersiz kalır” Blaise Pascal. “Bir kuşağın kendinden sonra gelen kuşağa ya da kuşaklara bıraktığı değerli şey” olarak tanımlıyor sözlükler kalıt sözcüğünü. İnsan adını alan şu umarsız canlı, genler aracılığıyla devşirilmiş biyolojik, dünyaya gözlerini açtığı ortamla sosyal ve üzerinde yaşadığı toprakların binlerce yıllık ekinsel kalıtı yanında daha kuşatıcı olmak üzere yasal bir kalıtla sarmalanmıştır hiç kuşkusuz. Bunların arasından hukuksal kalıt ve onu hak ediş biçemi üzerinedir tartışmak istediğim konu… Yaşamla ilgili tanıklıklarım giderek artan bir merakla şu soruyu yine, yine sormamı gerektiriyor. Hukuksal kalıt, onu yasal anlamda hak edenin mi olmalıdır yoksa emek vererek onu hak edenin mi olmalıdır? Oturduğum yörede yaşlı bir eğitimci ana tanımıştım yıllar önce. Sınırlı öğretmen maaşının koşullarıyla onca özveriye katlanarak yabancı dil okulunda okutmuştu parlak zekâlı oğlunu. Babaları ameliyat geçirip de hastanede yattığında, bir yandan çalışarak yaşlılarla uğraşmak zorunda kalan kız kardeş, geçici bir süre için annesini yanına almasını istemişti ağabeyinden, uzun yıllar yurtdışında önemli görevlerde bulunan oğul, özel koşulların öne sürerek almamıştı yanına annesini… Yaşamını çocuklarına ve öğrencilerine esirgemeksizin adayan bu yaşlı eğitimci kısa bir süre sonra acılar içinde göçüp gitti yaşamdan. Ardından gelen kalıt paylaşımı, kalıtçıların telaşı... Tanıklık ettiğim bu olay, acıyla duraksamamı, yeniden düşünmemi sağlamıştı bu olgu üzerinde… Emek vermeksizin salt yasadan doğan hakla bir kişinin, emek veren, çaba gösteren kişiyle aynı oranda yasadan yararlanması hangi adalet duygusuyla bağdaşabilirdi? Bir elinde terazisi, adaletin simgesi kadın yontunun gözleri bu nedenle mi kapalıydı? Özdeksel olabildiği gibi tinsel nitelikte de olabilir edinilen kalıt. Bir yazarın geride bıraktığı yapıtları özen gösterilmesi gereken, yazarının yaşamasını sağlayan tinsel nitelikteki kalıtlardır örnekse. Yaşamının son yıllarında( ve ölümünden sonra) kalıtçıları tarafından yalnızlığa bırakılan bir yazarın kalıtçıları, ölümünden sonra falancanın yakını olarak adıyla övündükleri halde kitaplarını yayımlamayarak gerçek ölümüne katkıda bulunuyorlarsa, zira bir yazar için gerçek ölüm unutturulmaktır ) kalıtı hak etmedikleri söylenebilinir hiç kuşkusuz… Brecht, Kafkas Tebeşir Dairesi adlı oyununda, iyelik- emek ilişkisini sorgulayarak emeği belirleyici öğe olarak vurgular. Çocuk, onu doğurarak bırakıp giden anaya değil de, bularak yetiştiren kadına verilir oyunun sonunda… En doğal gibi görünen analığın iyelik hakkı söz konusu olduğunda bile emeğin yüceliği kutsanır böylece…”İnsan onuru” gibi “emek” de yüksek etik değerlerdendir ve emeğin kutsandığı bir adalet anlayışındaki yetkinlik onun aynı zamanda vicdanın sesine de yer vermesindendir. Emekle sevgi arasındaki derin bağı görmezden gelebilir miyiz? Ancak sevgiyle yöneldiğimiz kişi ve uğraşı alanlarına emek vermez miyiz? Yaşamın tüm tatlarını bir yana bırakıp bir odaya kapanarak saatlerce keman çalan bir viyolonisti düşünün, yaşamını esirgemeksizin özveriyle çocuklarına adayan bir anayı düşünün. Ne büyük bir sevgiyle emek vererek adarlar kendilerini… O halde yüreğin yasalarına göre yeniden düzenlenecek kalıt hukukunun bir ayağını emek oluşturuyorsa diğer ayağını da sevgi oluşturmalıdır hiç kuşkusuz. Yasaların katı kuralcılığı, yerini yüreğin ve vicdanın içtenlikli sesine bırakacaktır böylece… Tinsel ya da özdeksel kalıtınızı yasal olduğu halde hak etmeyen bir kalıtçı yerine yaşamınız süresince koruyuculuğunu duyumsadığınız, size sevgiyle emek veren bir yakınınıza, bir dostunuza bırakmayı düşünmez miydiniz? * maviADA Dergisi GÜZ 2013: derginin bütününü görmek isterseniz tıklayın

bottom of page