top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • YABANCILAŞMA VE ÇIKIŞ YOLU

    Kendi doğamıza, tarihselliğimize - toplumsallığımıza ve canlı çeşitliliğine karşı gün geçmiyor ki bir saldırı olmasın. Durumun daha beter olanı ise olup bitenlere karşı ‘olağan’ bir tavır sergilenmesidir. Kötülüğe karşı itirazlar elbette var. Ancak toplumun büyük çoğunluğu, örgütlü-örgütsüz kötülüğe karşı sıradan bir duyarsız olma halinde ve olan bitenleri bilmiyormuş gibi yapıyor. Bu durum da kötülüğün eylemlerini ve bulaşıcılığını daha bir yaygın hale getiriyor. Bulaşma alanı sürekli genişleyen kötülük hedefinde, bir bütün olarak ‘iyi’ler var diyebiliriz. Kötülük, insandan insana, insandan diğer canlı türleri olan hayvanlara, bitkilere ve çevreye karşı amansız bir saldırı halindedir. Kısaca, tüm canlılığı içerisinde barındıran Ekolojik Sistem ciddi olarak, çok yönlü saldırıya maruz kalıyor ve tehdidin sınırları genişliyor. Kötülük kavramı burada soyut bir kavram olarak kullanılmıyor. Bu, yazının bütününde fark ediliyordur. Kavramın içeriğinde merkez ve çevre ilişkiler bütünü olan bir ideolojik aygıt var. Verili koşullarda her türlü ilişki biçimi politiktir. Öyleyse hayata müdahale etme özelliği taşıyan tüm edimler politiktir; istendik bir yaşantının yeniden inşasının gerekleridir tüm yaşananlar. Aşağıda yakın zamanda yaşanmış beş ayrı haber özeti var. Her biri de şüpheniz ayrı ayrı ve detaylıca irdelenmesi gereken olaylar bütünüdür. Bu yaşanan gerçekler bizleri hiç şaşırtmayacaktır. Çünkü bu türden yaşantılarla neredeyse gün aşırı olarak ya karşılaşıyoruz ya da işitiyoruz. Aşağıda birer temsil olarak seçtiğim bu olayları, haber olarak yazılı ve görsel basın ile birlikte sosyal medyada da hep beraber görüp işittiğimizden eminim. Birinci haber kesitinde, 50 yaşlarında bir erkeğin ani yaşadığı bir kaza ya da sağlık sorunu için, yardım isteme gayesi ile tüm komşuların zilini çaldığını ve sonucu anlatılıyor. Komşuların hemen hepsi acil yardım için çalan zili duyuyor, kişiyi balkon ve pencerelerden görüyor. Ancak, yardım için kimse kılını kıpırdatmıyor. İkinci haber kupüründe, köpekleri dövüştürme yoluyla birbirlerine ya da başkalarına zarar vermek için, saldırgan olarak yetiştirmiş birinin acımasızlığı haberi var. Türlü eziyetlerle saldırgan olarak yetiştirdiği köpekleri annesinin yanındaki yavru sıpaya saldırtıyor ve yavru sıpa ölüyor. Saldırtan ve cinayet işleyen kişi, bu vahşeti sosyal medyada video olarak gururla yayınlıyor. Ve ifade vermenin dışında hiçbir ceza almıyor. Üçüncü haber ise yine çok bildik bir konu: Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri. Patriarkal egemen anlayış, kendi varlığı kanıtlamak ve arzu tatmini için kadına saldırmayı bir sosyal mertebe kazanımı olarak biliyor ve inanıyor. Çünkü toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ülkemizde vazgeçilmez bir gelenektir. Eğitim sistemi başta olma üzere, tüm algı araçlarıyla da sürekli beslenir. Dördüncü haber: Eskişehir’de insan yaşamı, çevre ve tarımsal faaliyetler hiçe sayılarak acelece ÇED raporu onaylanıyor. Mahallenin dibine siyanür inşaatı barajına başlanıyor. Canlı yaşamının artık o mahallede mümkün olamayacağını biliyoruz. Bu dört haberde ‘insan insanın kurdudur’ gerçeğini acı bir şekilde görüyoruz. Sözü geçen insan hangi insandır burada? Politik olarak, ‘biat etme, korkma, hafıza dondurma ve arzularını hizmet ettiği güç aracılığı ile giderme’ eğitiminden geçen insan. Yani, köle! Köle, dönüşünceye kadar efendilerinin hizmetinde olacaktır. Efendileri merhametsizdir, adil değildir. Köle daha da merhametsiz olacaktır. Aristotoles’in ‘zoon politikon’ dediği insan tarihselliği içinde köle statüsündeyse ‘zoon politikon’ un ‘politikon’ bölümünün tanımındadır. Her kötülüğü gören yani tanık olan, yaşananlara seyirci kalıyorsa, kanıksayıp susuyorsa o, suçun ortağıdır. Ortaklık, fail olmaktır. Tarih bu failleri asla affetmeyecektir. Yargılayacaktır. İnsanın edimleriyle yarattığı tarih, dondurduğunu zannettiği hafızasını çözecektir ve ayna tutacaktır yüzlere. Vicdanı mutlaka uyandıracaktır, örgütlü kötülüğe karşı savaşanlar. Toplumsal bir varlık olan insan, özgürleşip özne olarak kitleselleştiğinde, onuruyla yaşayacağı koşullara kendi emeği ile erişebilecektir. Beşinci haberde ‘beni sizin düzeniniz öldürecek” diye ‘kötülüğe’ meydan okuyan emekçi şoförün sesi, tek ses olduğunda aydınlığa, adil, özgür ve merhametli bir yaşama yol açılabilecektir. İLGİLİ HABER ÖZETLERİ “Zillere basarak yardım istedi ama...Antalya’da gece yarısı bir apartman girişindeki zillere basan kimliği belirsiz 50 yaşlarındaki erkek, vatandaşlardan yardım istedi. Tanımadıkları için yaralı adamla ilgilenmeyen apartman sakinleri bir süre sonra adamın öldüğünü fark etti.” (www.tv100.com/bursanin-iznik-ilcesinde-zillere-basarak-yardim-isteyen-adam-oldu-haber-496551)“ Ankara’nın Haymana İlçesi Boğazkaya köyünde, annesin yanındaki yavru eşeği, kangal köpeklerine saldırtarak öldüren ve bu anların görüntüleri sosyal medya hesabından paylaşan Berat Kaya sosyal medyadan gelen tepkiler üzerine jandarma ekipleri tarafından Haymana ilçesi Boğazkaya Mahallesi’nde yakalanarak gözaltına alındı.” (tele1.com.tr/kopeklerini-sipaya-saldirtan-kisi-tepkiler-uzerine-yeniden-gozaltina-alindi-159593/) Jandarmadaki işlemlerin ardından adliyeye sevk edilen Kaya, nöbetçi mahkemece serbest bırakıldı. “Yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgınına karşı alınan önlemler kapsamında karantinanın başladığı ilk 10 günde, ev içinde 10 kadın cinayeti işlenmişti. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun Mart ayı raporuna göre; evden çıkmama çağrılarının yapıldığı 11 Mart’tan 31 Mart’a geçen 20 günlük süreçte 21 kadın öldürülmüştü. NİSAN AYINDA ÖLÜM BİLANÇOSU DEĞİŞMEDİ Nisan ayının raporu ise bugün paylaşıldı. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun Nisan verileri de durumun vahametini ortaya koydu. 2020 Nisan Ayında Erkekler Tarafından 20 Kadın Öldürüldü, 20 Kadın Şüpheli Şekilde Ölü Bulundu. 14 kadının neden öldürüldüğü tespit edilemedi, 2’si ekonomik bahaneyle, 4’ü barışma isteğini reddetmek ve boşanmayı istemek gibi kendi hayatına dair karar almak isterken öldürüldü.” (www.haberturk.com/karantina-gunlerinde-evde-siddet-goren-20-kadin-hayatini-kaybetti-2666255 "Yangından mal kaçırır gibi onaylandı” Çakırözer’in (CHP Eskişehir Milletvekili) ifadeleri şöyle: “Kaymaz mahallemizin dibine salgın dönemi fırsat bilinerek devasa bir siyanür barajı inşasına başlandı. Köyün hemen çıkışına yapılacak bu baraj hem insanımıza, hem hayvanlarımıza, hem de havamıza, suyumuza, toprağımıza zarar verecek. Yüzlerce itiraz dilekçesi görmezden gelinerek ÇED raporu yangından mal kaçırır gibi onaylandı. Tüm dünya ve Türkiye salgınla mücadeleye odaklanmışken devlet eliyle vatandaşı zehirlemenin acelesi niye? Bölge halkı, Büyükşehir Belediyemiz, sivil toplum örgütlerimiz bu baraja karşı. Eskişehir siyanüre karşı hukuk mücadelesi verecek.”(bianet.org/bianet/ekoloji/224107-eskisehir-de-siyanur-barajina-onay-koylulere-gozdagi)“ TIR şoförü Malik Yılmaz, yetkililerin vatandaşlara yönelik tedbir amaçlı 'evde kalın' uyarılarına cevap olarak çektiği videoda, "Evde kal Türkiye. Nasıl kalalım baba. Emekli, memur, zengin değilim. İşçiyim. TIR şoförüyüm. Çalışmasam ekmek yok. Elektriğimi, suyumu, kiramı ödeyemem" demişti. Para kazanmak için çalışmak zorunda olduğunu söyleyen şoför sosyal medyada yayınladığı videoda “Bunları ödememek ölmekten beter zaten. Ha senin lafınla evde kalarak açlıktan ölmüşüz ya da virüsten. Ama beni bu virüs öldürmez, senin düzenin öldürür” ifadesini kullanmıştı.(t24.com.tr/video/koronavirus-beni-bu-virus-degil-duzeniniz-oldurur-diyen-tir-soforu-kanunlara-uymamaya-tesvik-iddiasiyla-gozaltina-alindi,27101)

  • CORONA ve HAFIZA

    Dünya Sağlık Örgütü (WHO) bilgilerine dayanarak geçtiğimiz Aralık ayında, ilk olarak Çin’in Wuhan kentinde coronavirüsü adı verilen bir ölümcül virüs salgını ile karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. Virüs, mikrobiyoloji laboratuarlarında taca benzeyen şeklinden dolayı Corona (ing.) adını almıştır. Coronavirüsü mart ayı itibariyle başta Çin olmak üzere Avrupa ve Ortadoğu birlikte dünya geneline hızla yayılmaktadır. Ölüm vakalarının ise binlerle açıklandığı bir dönemdeyiz. Dünya genelinde virüse karşı henüz ilaç bulunamadığı için endişe ve korku hakim. Şüpheli virüs taşıyıcıları en az iki hafta karantinaya alınıyorlar. Bunun nedeni ise mutasyona uğramış coronavirüsünün insandan insana geçmesi olarak açıklanıyor. Birçok ülkenin ekonomisi de bu süreçten olumsuz etkilenmektedir. Dileğim ölüm ve hastalığın bulaşma sayıların kesinlikle artmaması yönündedir. Bu dileğimize olumlu karşılığı virüse karşı ilaç ve aşının bulunması karşılık verecektir şüphesiz. Heyecan ve endişe ile bilim insanlarının kitlesel ölümleri durduracak buluşlara biran önce tarihi imzalarını atmalarını bekliyoruz. Tıp ve yardımcı bilimlerin haberini sabırsızca beklerken yine sağlık bilimcilerinin açıkladığı tedbirleri alma konusunda da gerekli duyarlılığı toplumca ve ciddiyetle göstermek zorundayız. Kolektif bir bilinçle, toplum sağlığı için sadece uygulayan değil, sürekli uyaran da olmalıyız. Bu noktada hafıza tazelemeye ve tarihsel hafıza ile süreci okuma ve değerlendirmeye ihtiyacımız olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Önceki yüzyıllarda ortaya çıkan veba, kolera vb. hastalıklar ve yakın yüzyıllarda ortaya çıkan viral-salgın hastalıkların sınıf ayırımı yapmadan herkesi öldürdüğü gerçeğini unutmayalım. Elbette ki sermaye sınıfı böyle süreçlerde kendini koruma, daha az kayıp verme anlamlarında avantajlı olabiliyor. Ancak sonuçta halk sağlığına ve bilime gerekli önemi vermeyen, eşitsiz, ayrıcalıklı, adaletsiz sömürü sistemi, sahibini de kurban edebiliyor. Hareket eden, etmeyen her şeyi meta olarak gören ve yaşamı değil, para ve kârı kutsayan kapitalist egemenlik, gezegenimizde en ölümcül virüstür. Aç gözlü ve salt kendi sınıfının refahı ve huzuru için sadece emekçileri ve toplumun diğer tabakalarını sömürmekle kalmıyor; doğaya da rant anlamında müdahale ederek gezegeni yaşanmaz hale getiriyor. Bilim insanları, çağımızdaki salgın hastalıkların ana sebebinin iklim değişiklilerinin yol açtığı aşırı ısınmalara bağlı olduğunu ifade ediyor. Küresel iklim değişikliklerinin de asıl sebebinin bitmek tükenmek bilmeyen kâr hırsı hedefli endüstriyel faaliyetler olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Bu endüstriyel faaliyetler içinde sera gazı etkili karbondioksit salınımı ve savaşlarda kullanılan nükleer özellikli silahların etkisinin en fazla olduğu bilinmektedir. Ortaya çıkan salgın hastalıkların yayılmasında da hızı yakalamakla ve daha ötesine çalışmakla öğünen sermaye zihniyetinden başkası değildir. Kamusal sağlık hizmetlerinin yeterince olmaması, sağlığa değil de, sermayeye kar getirecek alanlara devasa bütçelerin ayrılması toplum sağlığını hiçe saymak anlamına geliyor. Böylece kitlesel ölümlere davetiye çıkarılmış olunuyor. Ayrıca, gerçekte sermaye artırımına dönük olarak yapılan ülkeler ve kıtalar arası hıza bağımlı ticari ve turizm faaliyetleri salgın hastalıkların da aynı hızla yayılmasına sebep olmaktadır. Dünya genelinde sömürüye dayalı rekabet, eşitsizlik, gelir adaletsizliği, güvenliksiz ve güvencesizlik dayatması sonucu ortaya çıkan yoksulluk ölüme en yakın olan yığınları yaratmaktadır. Biat’ın Anadolu Ajansına dayandırarak yaptığı habere göre “Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), sabun ile ellerin yıkanmasının yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınıyla mücadelede son derece önemli olduğunu ancak dünya genelinde 3 milyar insanın evinde ellerini su ve sabunla yıkayacağı lavabosunun bulunmadığını açıkladı. Anadolu Ajansı’nda yer alan habere göre; UNICEF'ten yapılan açıklamaya göre dünya genelinde her 5 kişiden sadece 3'ü evlerinde ellerini yıkayabilecekleri imkanlara sahip. Dünya nüfusunun yüzde 40'ının, yani 3 milyar insanın evinde ellerini su ve sabunla yıkayacağı lavabosunun bulunmadığı belirtilen açıklamada, en az gelişmiş ülkelerdeki insanların yaklaşık dörtte üçünün de bu temel ihtiyaçtan yoksun olduğu ifade edildi.Açıklamada ayrıca dünya genelinde okulların üçte birinde çocukların ellerini yıkayabileceği lavaboların olmadığı ve sağlık merkezlerinin yüzde 16'sında ise işlevsel tuvalet ve lavaboların bulunmadığına işaret edildi.” Ekonomik sistemlerini görece de olsun kamu yararına göre kurup, denetleyen, örgütlü ve disiplinli toplumlar, doğal afetlerde olduğu gibi, salgın hastalıklarda da daha hızlı tedbirler alıyor ve daha az zararla kurtulabiliyorlar. Aynı zamanda daha özgüvenli ve umutlu oluyorlar. Bu durumu bir örnek verecek olursak salgın vakanın ilk ortaya çıktığı (ya da çıkarıldığı) ülke olan Çin, salgını çok az bir kayıpla atlattı ve çok hızlı kontrol altına aldı. Avrupa kıta temsilcisi ülke liderleri ise İngiltere başbakanı Boris Johnson’de gördüğümüz gibi kendi kurdukları düzene güvenin bittiğini, zavallı ve umutsuz bir şekilde açıklamaktalar. ''Bu bir nesil için en kötü krizdir. Bazı insanlar bunu mevsimsel griple karşılaştırıyor ama ne yazık ki bu doğru değil." diyen Johnson, "Bu hastalık Koronavirüs bilinenden çok daha tehlikeli ve daha da yayılacak. Çok daha fazla aile sevdiklerini zamanından önce kaybedecek'' Bu arada Diyanet İşleri Başkanlığı ‘coronavirüsüne karşı alkolün hijyen amaçlı kullanımı caizdir’ demiş. Bu açıklama elbette ki olumlu bir açıklamadır. Ancak birçok bakanlığın bütçesinden kat kat fazla bütçesi olan Diyanetin daha tasarruflu olmasını ve bütçesinin gerçek ihtiyaçtan fazlasını sağlığa ayırmasını beklemekteyiz. En kısa sürede de personelinin başka alanlarda istihdam edilerek Diyanet kurumunun kapatılması ve ona ayrılan bütçenin de tamamının sağlığa aktarılması çok ‘hayırlı’ bir iş olacaktır. Toplumsal hafıza ile düşünmekten asla uzaklaşmamalıyız. Aksi halde ekonomik krizlerin, iklim deşikliğine bağlı yıkımların, salgın hastalıkların sonuçlarının neden ve sorumlularını kavrayamayız. İnsanlığın yaşadıklarının sıradanlıkla anlatılmasına asla rıza göstermemeliyiz. Sıradanlığın meşru görülmesi; insanlığa, diğer canlılara ve doğaya yönelik tüm kötülüklerin de sıradan bir bakış açısına mahkum edileceği sonucunu getirecektir. Bu durum da iyiden yana tüm değerlere yabancılaşacağız anlamına gelir. Salgın hastalıklar başta olmak üzere toplumlara, diğer canlı türlerine ve doğaya karşı yönelen tüm felaketleri ve saldırıları toplumsal bir bilinçle bertaraf edecek toplumsal örgütlülükleri kurmalıyız. Bunun için dünya genelinde sermayeye, savaşa, dine değil; halka, sağlığa ve bilime bütçe talebimizi hep birlikte, bıkıp usanmadan haykırmalıyız.

  • BİTMEYEN ŞEHİR

    serin uzun geceleri yerinde duramaz gündüzleri yenikent’in dağ esintisiyle sebepli sebepsiz aşklarla dolu çamuru ve tozuyla gece gündüz sevdiğim kent beş yıl maceralarımı kabul edip gizleyip koruyan şehir mutlaka anlatacaksındır mevsiminden önce karda yürüyeni temmuz’unda boranlarda olanı gelip de göçüp gitmeyenlere herhangi bir anında günün birden çiseleyen yağmur ardından kopan fırtına fırtına ardı beşinci mevsim ılık bir güneş sonra ferahlatan bir meltem kış biterken bir de lapa lapa kar tomurcuklara dolu ağaçlar sabırsızlıktan ölürler dans eder dururlar sanki yerinde duramaz asi bir mutluluk aşkların eylemi olsa gerek bu hal yağmurun, fırtınanın, kar ve güneşin insanla buluşup konuştuğunu Şefaatli ve Almanya’dan sonra Eskişehir’le biliyorum hediyeleridir gönülden verilen vicdanının ardından yürüyenlere yıldızlarla dolu geceler çok olur hasretlik dolar birden her yanın en sertinden bir içki aranırsın sabaha uzanan derin gecelerde Köprübaşı’nın orta yerinde elinde bir demet gül boynunda sarı bir şal taa uzağındayken endamı kentin endamı olan kara gözlü bir tatar güzelinin gelişi ile kaçışı bir olan anlar tepelerden şehre yayılan serin bir yasemen kokusu şehri aryalarla inletir gün yirmi beş saat Eskişehir beş mevsim her mevsim bir defa aşık olan burada günde beş defa aşık olur belki de kenti sevenlere aitti bu duygu yaralı bir karga getirmiştim evime yaralarını sarıp yemek ve su verdim üçüncü gün ben okuldayken uçup gitmiş hala merak ederim, iyileşti mi diye öğrenciler kadar işçiler var sessizce vardiyalarına koşturan onların dağınıklığında bizim sesimiz topluydu kampusun duvarlarını aşamıyordu ancak bir keresinde işçilerle buluştuk şehrin orta yerinde ve yürüdük omuz omuza karanfil renginde gülüşler doldu her yan lületaşına can veren emek onun aklığında günler umut ediyor ancak, direniyor usta ve çıraklar ekmeğimiz daim olsun diye porsuk, masum ve ürkek bir ceylan sanki tanığıdır kente gelen gidenlerin kıyıları her zaman faşistlere kapalı karanlık eylül sonrası halk gibi o da savunmasız kalmış içinde ne balık yaşıyor ne rengi var ne de nefes alıyor patronlar kanatıyor şehrin kalbini hangi renkte atık boşaltıyorlarsa porsuk o kirli renkte akıyor ama sürgit olmayacak bu saltanatlar umut porsuk kıyılarında da sessiz dolaşıyor mutlak sahiplenecektir halk ırmağını ve kıyılarında biriktirdiklerini Eskişehir her zaman içimde serin bir sabah rüzgarı çiseleyen yağmur ılık bir güneş lapa lapa yağan kar ve yarım kalan aşkların hiç eskimeyeceği yeni bir bir kent olarak kalacak

  • Ağacın Sesi

    kimseler bilmezdi zavallı insan da yoktu önce tek kökten tek daldan ibarettim sonra kendim olmak istedim köklerim, dallarım çoğaldı ben çoğaldım altımda börtü, böcekler üstümde kuşlar oldu yer ve gök çok yalnızdı insanlar da onlardan farksızdı çok oluverdim çok sonra mevsimlerce ayaza, sele, suya ve doğum sancılarından beter sarsıntılara karşı direndim direndim daha da çok oldum tanrı ve tanrıca oldum yüzlerce dilde dillerde türkü oldum yapraklarımla toprağa meyvelerimle insana annenin elinden yemiş oldum güldü tüm yoksul yüzler gün geldi karanlıkta kara bacalar yükseldi yoksulları sevmeyenler doldu kökümle dalımla yaprağımla yemişimle nefes olduğum bir çare bilmez evrende düşmanlar çoğaldı kalpleri ve zihinleri gibi kapkaraydı yüzleri iyiler gölgeme sığınıp sindiğinde ateş toprak su hava ve aş olan ben yaralandım hayat azaldı yanıklardan kesiklerden yaram iyileşirse gülen yüzlerle yeniden kucaklaşırız kor ateşler içine atılsam da yine yemyeşil kalbim Yusuf AKSOY

  • CEMRE

    hep kuşatmaları sevdim ben yürürken mavinin koyulaştığı grinin siyah beyaz olduğu başlangıcı çok öncelerden bitişi olmayacak zamanlarda ağustos ortası zemheri Akdeniz üstüne yağan kar yerde dağ başındaki heybet gökteki artçılar hep ele verirken sarsıntı öncelini varoluşsal kaygılar seyre dalar çekip gider beklenmezken içindeki gizil dostun gün elini bırakmaz bir sevgili yaşa yaşayabildiğin kadar ne gece var akşamda ne tufan var sahra gönlümde hep kuşatmaları sevdim ben taptaze kadife şaçlı yeşil bir yaprak gün gözlerine çiğ düşmüş güle uzanırken tüketemediğim dağ esintileri göz kamaştıran kristal örtü taze başak kokuları nazlı yağmur damlaları birleşip çağlayan oluyor kucaklıyorum kucaklıyorum yine kucaklaşıyorum hava su ve toprağa yılda bir düşerken cemre her yeni bir umutla her saat düşüyor üstüme cemre Yusuf AKSOY

  • HAYAT OL

    sen şarkılar, türküler resimler, heykeller romanlar, tiyatrolar, şiirler oldun sokaklara fırlayan sonra zindanlara doldun gün gün meydanlarda güller oldun betonları çatlatıp gülümseyen güpegündüz kuşatılan sokaklarda elinde bir tek ekmek ile on beşinde vurulan çocuk arkadan hançerlenen bir kadın yer altında yakılan üç yüz bir işçi ve onların kışta yırtık ayakkabılı babası gözü isyan akarsulu annesi oldun şimdide yaşamımız olmalısın uçsuz bucaksız tüm kıyılarda hem de denizin en koyu renginde

  • Sesimin Yurdu

    sen hiç susma ne iyi günde ne kötü günde çoğul yalnızlığım benim beklendik karanlıklarda sesinle yol bulduğum, çoban yıldızım kanatılan düşlerin merhemi senden gayrı anlatamazlığım kahverengi hüzünlerini sonbaharın çılgınca aşklarını dört mevsimin kış ortası gelincik gülüşleri sarı başakları ve nasırlı elleri lacivert sevdaları yarına dair ölümlere karşı çığlığım sımsıcak ekmeğim boranlarda ada’m savaşta, ölüm de yani barışa uçan kanatlarım benim sen hiç yorulma ne iyi günde ne kötü günde

  • HAYAT SENİ TARİFLER

    mor çiçekli dağlar senle var senle anlamlı esen deli rüzgarlar denizlerin ve göğün maviliği senle sarı başakları başına taç edip yavan ekmek ile gülen demiri tavında döğen nasırlı eller sende mevsim kara kış biliyorum üşüyorsun kasketini çıkar önüne koy haziran sıcağını eller mi çaldı hele bir söyle Tariş’de pamuğuna incirine zeytin yağına kirli elleri dokundurmayan kimdi Tekel’de ellerini tütünle sarartırken elini boş bırakanın eline vuran senin ellerindi Zonguldak’tan Ankara’ya maden olup coşan yine sen Kozlu'da sen Yeniçeltek’de sen Soma’da sen sakın ha yorgun düşmesin geride kalanlarının sesi başları hiç düşmesin ele güne karşı her şey senle gerçek yolu bilen sen yürü yürüyelim! Paris önlerinde sendin Leningrad’ta en önde sen mor çiçekli dağlar senle var senle anlamlı esen deli rüzgarlar denizlerin ve göğün maviliği senle

  • DÜŞLERE SIĞMAYAN

    insanlar sürgün yurt yurt vatanlar sürgün insan insan yeryüzünün kırları var yüreğimde kuşlar da tutsaksa kar altında bahara az var erir kar, çözülür buz ilmek ilmek örülür kanatılan her yer kar sularından damıtılmış umutla sevgiyle yıkarız tüketilen her şeyi gökyüzünün renginde yeryüzü kocaman bir yürek üçe bölünmüş siyah, beyaz, sarı alnında ter tomurcuk dolu herkes herkes mutlu daha da mutlu olmak için tatlı telaş ay kıskanır geceyi ışıl ışıl tepeden tırnağa tüm kentler düşlerde saklı kalan mı seni yaşamak ekmek sımsıcak ellerde tedirginliği bilmeyen bakışlar her gün doğum günü her gün bayram çocukların elinde balon ve şeker gökyüzü kuşların yeryüzü çocukların parkı tüm bacalar tütüyor ama kapkara değil kimse satmıyor kimse satılmıyor düşlerde yaşanmadı ekimler heyecanını, sabırsızlığını yeniyor nasırını bilimle sınayanlar yeniden hayat! diye haykırıyor sürgün bitecek muhtaçlık hiç olmayacak hele esirlik karanlıkla gidecekse yani yeryüzü yurt olacaksa herkese ekim ışığı yol gösteriyor vicdan ile dolacak olanlara

  • SÖYLEŞİ

    sabah yüzlü çocuk merhaba bugün nasılsın biliyorum iyisindir hep iyi olmayı seversin zaten neler yapıyorsun şarkı sözleri yazıp, mırıldanıyorsundur uzaklardan gelen meltem serinliğinde tiyatro metni de düşünüyor sundur inadına, rengarenk kostümlerde kocaman kocaman gülüşler dolu resim yapmayı düşüneceksin sonra duvar olan her yere deniz toprak olan her yere tohum kadın olan her yere aşk resimleri akşam üstü yine kitap okuyacaksın özgürlüğü her renkten anlatan karıncaların yolunu açan çocuk gülüşleri anlarının sonsuzluğunu anlatan kitaplar gece de dizeler seni sen onları kovalayacaksındır her şey apak, her yer rengarenk herkes sımsıkı sarılsın istiyorsun birbirine bedel ödemeden olmazı anlatırken gözlerin kıpırdayan her şey seninledir yine uykuya da vakit ayır sabahlara geceler çok var güneşi al koynuna uyu biraz

  • Savaşlar ve Ekosistem

    Ekosistem olarak da tanımlanan çevre, hava, su ve toprakla iç içe tüm canlı türlerinin yaşam alanlarıdır. Bu yaşam dengesinin bozulması, doğayı oluşturan tüm canlı unsurların zarar görmesi anlamına gelir. Doğa ile sürekliği mümkün olan insanın, onunla doğal barış içindeki durumunu ve varlığını sürdürmek istemesi, ona uygun paylaşımcı, onarıcı, koruyucu ve geliştirici bir yaşam faaliyeti ile olasıdır. Tüm yaşamsal mekân ve araçlar, egemen hiyerarşik yapı tarafından birer piyasa aracına dönüştürülmüştür. İnsanı doğasından ve doğadan bağımsız bir maddi varlık olarak görme anlayışı modernizm akılcılığının biricik uğraşısı halindedir. Bu halet-i ruhiye canlılığı tümden tehdit eder hale gelmiştir. Kapitalizmin insana ve doğaya karşı yıkımı çok yönlü bir biçimde hızla sürdürmektedir. Doğal afetler, kapitalist endüstrileşmenin çevreye verdiği zararın yanında çok masum kalmaktadır. ‘Yeşil Kapitalizm’ söylemi, yeni bir yıkım paradigmasına ve yeşili kara paraya dönüştürme projesine dönüştürülmüştür. Sera gazı etkisi yaratan petrol ve kömür işlevli sanayi yakıtları, nükleer santraller, maden aramada kullanılan, siyanür vb. kimyasallar, suyun doğal akışını bozan ve ticarileşmesine neden olan HES’ler gibi yapılar ekosistemi can çekişir hale getirmiştir. En kârlı piyasaların başında gelen silah endüstrisi ve savaşlar da ekosistemin baş düşmanlarıdır. Savaş ve çatışmaların genelde görünür olan sosyal, siyasal, iktisadi, kültürel ve uluslararası sonuçları kamuoyunca tartışılır. Oysaki savaşlar sadece insan topluluklarını değil, bir bütün olarak çevreyi katleder. Hava ve su sirkülâsyonları yoluyla uzak coğrafyaları da aynı sonuçlarla etkiler. Savaş endüstrisinin gelişimiyle kullanılan silahlar tehlikelerinin artmasının yanında çeşitlenmiştir de. Silah olarak henüz kamuoyunca tanınmayan birçok silah türü, canlı nesline karşı kullanılmaktadır. Günümüz savaşlarında çok gelişkin nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar kullanılmaktadır. Nihayetinde de canlılara ve çevreye yönelik küresel düzeyde tehdit ortaya çıkmaktadır. II Emperyalist paylaşım savaşının acı sonuçları hâlâ hafızalardadır. Savaşta milyonlarca insan ölmekle kalmadı, çevre aşırı tahrip oldu, büyük zorunlu göçler yaşandı, canlı genetiği bozuldu. Hiroşima’ya atılan zenginleştirilmiş uranyum veya Nagasaki’ye atılan plütonyom gibi nükleer bombalarla 220 bin kadar insan öldürüldü, binlerce özürlü insan ve bitki yetişmeyen kurak toprak alanları ortaya çıkardı. Nükleer başlıklı silahların yoğun radyasyon yaymasından dolayı sürekliliği olan kanser vb. hastalıklar insanların yaşam haklarını ellerinden alıyor. Savaşlarda özellikle sanayi işletmeleri de hedef alınıyor ve telafi edilemeyecek oranda ortaya saçılan kimyasallar ve radyasyon yayılımı cephe ile alakalı olmayan tüm halkın yaşamını tehdit ediyor. Irak’da uranyum başlıklı silahların kullanımı sonucu yüzlerce ölü, yaralı ve özürlü doğan çocuklar, çocukluk çağı lösemileri ve diğer kanser türlerindeki artış bilinen acı sonuçlardandır. İslandpress’in haberine göre Körfez savaşı zamanından bu güne 12 bin çocuk yaşamını yitirmiştir. Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün raporuna göre 2014 yılında dünyada artan şiddet, çatışma ve savaşlar için 14.3 trilyon dolar harcanmıştır. Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) raporuna göre de Türkiye’nin savunma harcamaları son 10 yılda yüzde 15 oranında artış gösterdi. Türkiye’nin, 2014 yılında en fazla askeri harcama yapan 15’inci ülke olarak toplamda 22.6 milyar dolar harcadığı açıklandı. Kapitalist saldırganlık, kârlılık gereği savaşı düşmanın olduğu bir cephe olarak değil, yaşam alanlarının da içinde olduğu bir bütün olarak görüyor. Amed Ekoloji Meclisi’nin 26 Temmuz 2015 tarihinde yakılan Fis Ovası ile ilgili raporu çevreye karşı tahammülsüzlüğün derecesini göstermektedir: “2 bin 740 dönüm üzüm bağı, 2 bin 500 meyve ağacı, 594 ton saman, 180 ton kuru ot, 10 bin adet kavak ağacı, 4 ton buğday, 10 dönüm ekili tütün alanı, 15 dönüm sebze bahçesi, 6 evin avlusu, 4 köy evi,9 bağ evi, binlerce dönüm ormanlık alan yanmıştır. Savaş endüstrisinin kurulmasında, üretiminde ve silahların kullanılması aşamalarının tümünde çevresel koşullar olabildiğince sorunlu hale gelmektedir. Çevreyi yeniden onarma girişiminin ardında da piyasa ilişkileri yatmaktadır. Fakat yıkıma uğrayan çevresel alanlar kesinlikle eskiye dönüşmüyor. İşlendiğinde de hastalıklara davetiye çıkaran ürünler yetiştirme yoluna gidilmiş oluyor. Bitkilerin de hayvanlar gibi stres sinyalleri gönderdikleri Avustralya’daki Adelaide Üniversitesi araştırmacılarınca keşfedilmiş. Bombalanan dağlardaki menekşeler ya da yakılan ormanlardaki ağaçlar, kelebekler, nasıl kurtulur. Hadi kurtuldu, ilticacı bir yaraya merhem nasıl bulunur? Neoliberal kapitalizmin çevreyi ve savaşı metalaştırıp azgınca piyasalaştırdığı koşulları yaşıyoruz. Dolayısıyla insanla beraber tüm ekosistem kapitalizmin doğal işleyişinin bir sonucu olarak tehdit altındadır. Kapitalist barbarlığa karşı olmak en açık ifade ile özgür doğa içinde onurlu bir hayatı savunmaktır. Bunun için tüm özgür doğa ve özgür toplum savunucuları ile olan mücadele sözleşmelerimizi acilen etkili bir pratiğe dönüştürmeliyiz.

  • İZ

    volkanlar patlarken şenliğin arka mahallerinde su sessizce sıyrılılır ve toprağa sarılmış ne varsa alıp götürür en derinden kimse bilmez yarına büyüyen sırdan sıyrılan günü gün mazlum rollerde istemese de saklar sözde görünür çağlayan sessizce suya yoldaşlık eder kalp gözleri yorgun bir çocuk çıkagelir sabah vakti gün karanlıkken kapılar üstüne kilitlidir ama o bilmez yürür sokakta sıcak bir nefes arar camlarda yaralarına serince üflenecek su sessizce derinden ilerler durmaz herkes durmuşken derinden ne varsa alır götürür sınırları erite erite iyiye damıtılmış hayata yürür bir anne sesi duyulur herkes yokken yollarda bağırır en derinden sesiyle hiçliğin tuzağına düşmesin suyun izindeki çocuğu diye aç bir kedi belirdi öğle sıcağında ürkek bakışlarla dikildi karşıma avucumla su taşıdım ona önce bir adım geri gitti sonra bir damla suyu içti yerde kalan tek başımıza suyun izini sürdük sonra herkese yeterdi ekmek gibi aş gibi herkesi seven aşk gibi anne haykırışı dolanıp durdu dopdolu hayatın içinde derinden alıp götürüyordu su ne varsa iyiden yana uzak diyarlara anne sesi ve kedinin patileri suya iz oldular ben de koşar adımlarla izi sürdüm çağırarak tüm candaşlarımı yepyeni bir deniz yurduna

  • İZMİR DEPREMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

    İzmir’de yaşayanlar olarak dün gecenin geç saatlerinde büyük üzüntüyle, istemsizce uyuyakalıp sabahın erken saatinde bir artçı depremin sarsıntılarıyla uyandık. Uyandığımda Bayraklı İlçesinde enkaz altındaki Buse’nin cep telefonu aracılığıyla en çaresiz anında söylediği “Ben miyav diyeyim köpek beni bulsun!” sözü acılı bir gülümseme oldu yüzümde. En masum, bir el uzattığımızda sevgisini yansıtmak için çırpınan, candan dostlar olan hayvanlar en çaresiz anımızda en güvendiğimiz canlar olabiliyor. Hiçbir kötülüğü yokken tekmelenen, azarlanan, bir kap su, bir lokma ekmek esirgenen, zehirlenen, vurulup öldürülen canlar anı gelince biz insanlar yaşasın diye kendilerini yıkıntıların içine atıyorlar. Umarım toplum olarak bu olgudan dersler çıkartabiliriz. Dün, yani 30 Ekim 2020 tarihinde İzmir ve çevre illerde yaşanan deprem yine gözyaşı ve yıkıntılar bizi karşı karşıya bıraktı. Depremin şiddeti Kandilli Rasathanesinin verilerine göre 6.9, Amerika Jeolojik ve Avrupa Sismoloji açıklamalarına göre ise 7.0 olarak bildirildi. Depremden geriye 25 can kaybı, 840 yaralı ve 20’den fazla yıkılarak enkaza dönüşmüş bina, sayısı bilinmeyen evcil ya da sokak canı kaybı ve uzun sürecek travmalar kaldı. Yakın tarihimizde Erzurum, Erzincan, Bolu, İzmit, Van ve Elazığ depremleri yaşandı. Geçmişten günümüze depremlerin ülkemizdeki sonuçları hep aynı olmuştur: Zemini uygun olmayan alanlara yapı izni verilmesi, kalitesiz ve yetersiz malzeme kullanımı, rant, denetimsizlik ve ihmal ölümlerin, sakatlanmaların ve yıkımların gerçek nedenleridir. Öldüren, yıkan deprem değil bu sıraladığımız sorumsuzluklar, rant, hırsızlık ve vicdansızlıktır. Geçmişte barbar, feodal iktidar zihniyetlerinin, günümüzdeki adı kapitalizmdir. Bu politik zihniyetin yarattığı ‘en kolay yoldan hile, hırsızlık ve sömürme yoluyla zengin olmak’ kültürü ve bunların sonuçlarını sistemin bekası için görmezden gelme hali vicdansızlığı, talanı, cinayet ve katliamları olağanlaştıran bir politikaya dönüştü. Doğayı bir bütün kendine ait rant alanı olarak gören ve yaşamımızın tüm argümanlarını kendi üretim, birikim ve tüketim kurallarına göre planlayan politik zihniyeti göremeden yaşanan sonuçları ve çözüm yollarını kavrayamayız. Tüm yaşadıklarımızın neden ve sonucu diyalektik bir bakış açısının alanındadır. Türcü, ayrımcı, tüm canlı yaşamını tehdit edenlerin kurduğu düzeni sorgulayarak hakikate ulaşabiliriz. Hakikatle buluşabilmek yaşama ve türdeşlerimize verdiğimiz değer ile doğru orantılıdır. Doğayı ve canlı yaşamını salt meta ilişkileri içinde gören ve buna uygun ekonomi politikalar ve ardıl kültür empoze eden zihniyet, işlediği suçlara toplumun önemli bir kesimini de ortak edebilme amacındadır. Bu anlamda, etnisiteyi, dini, bölgeciliği, ırkçılığı beslemekte ve kullanmaktadır. Sebebiyet verdikleri ölümleri, zulmü, yıkımı gizlemek ya da değersizleştirmek için bu saydığım nefret araçlarını kullanmaktan hiç çekinilmemektedirler. Ölenleri düşünsel ya da kültürel kimlikleri ile lanse etmek cinayeti gizlemek amacı taşımaktadır. Ölüme ve ötekileştirmeye inat Ahmet Arif’in yürek sesi gibi olmalı ortak, candan haykırışımız: “Nerede bir insan ölse, oralı olur yüreğim!” Acı ve üzüntülerimizi paylaştığımız samimiyet derecesinde, yaşam hakkımızı doğal afetlere karşı da savunmak için bir araya gelelim. Depremin hemen ardından aynı kaygılarla insanlar, kediler, köpekler,… sokakları yan yana doldurduk. Canlı sıcaklığı geçici de olsun dayanışma hali ve dolayısıyla bir güven ortamı yarattı. Gecenin geç saatleri olduğunda çok katlı binaların önündeki araç parkları neredeyse boş kaldı. Muhtemelen daha güvenli mekânlara gidişler oldu. Kalanların kimi belediye çadırları ve spor salonlarına kimi artçı tehlikeye rağmen evlerine döndü. Hep sokaklarda olan evsizler ve sokak hayvanları ise sessizlikte yalnızlıklarına sığındılar…

  • Ne de Güzel Başlamıştık

    ne de güzel başlamıştık gül yaprakları niyetineydi şiirler şarkı şarkı konfetiler ne güzeldi ne güzel aşka susuzdum insana aç alacaklıydık alacaklı olmasına sevmek sevilmek yüreğe gerekti de bu kadarı! katletmekti bizimkisi ne çok kanattık onu ne çok kanadık bu kadarı hak mıydı bilinmez ayın döngüsüne öykünmüş gibi git gellerle yorduk ve yorulduk baharlar kayıp gitti avucumuzdan yazlar ve mavi gök ağırlamış acıklı kılmıştık hakkınca hüznü giyinmişti sonbahar iyiden iyiye bilenmiş olacak tüm silahlarını kuşanmış da öyle yürümüştü üstümüze ölümcül derecede haddinden fazla beyazdı adımladığımız kış umutları harcadık bir hışımla kestik hayallerin tutunduğu o son dalı yazık ettik bendeki sonuç enkaz uyamadım rengine, ahengine dünyan bambaşka bakış, duyuş ve hislerin başka karıştım dolaşığım tutuldum kaldım mükemmelin bende değil istediğin olmadı şiirine uyduramadım dokunuşlarımı 02.20 11 Haziran 2021 Hüznünle Seviyorum Seni Hüznünle geldin ömrüme ve sağa sola çarparak, yakıp yıkarak, harabelerimin tozunu dumanına katarak girdin gönlüme. yeniden kurdun, cennete çevirdin. Şimdi ne varsa içimde her şey sana dair ve her gece gözlerimden öpüp uyutuyor, rüyalara salıyorsunuz beni. Sen bilmezsin gelirken ne çok sevinç vardı sende, her zerrende kucak kucak, katmerlendikçe çoğalan ve yaşatan; sendin o, aşktın sen ve bir o kadar da hüzün birikmiş, öfke yığılmıştı ömrüne. Bu ağlak hallerim, sebepsiz, olmadık zaman ve yerlerde siğim siğim sinemi delen gözyaşlarım hep ondan. Ne olursa olsun hüznünle seviyorum seni. Ah bir bilsen, senden yanaysa gözyaşlarım, tuzu bile bir başka, tahmin edemeyeceğin kadar özel. Dua ve dileklerim eksik değil, canı gönülden ve sana dair...onların, yaşamımın baş harfi yine, hep sen. Bir gün gelir ellerin soğur düşerse ellerimden ve kalbinin atışları susacak olur da gidersen bu evrenden, yaşayacağıma, çocuk kalıp şen güleceğime, coşup yediveren güller gibi dört mevsim rengarenk çiçek dökeceğime ve iklimsiz olacağıma söz veremem. Hakkın olmayanı ya da elden gelmeyeni isteyemezsin benden. İnan sanmak ne ki biliyor ve açık açık söylüyorum, senden sonrası olmasın; soluyorsam bile nefessiz, yaşıyorsam öldüm, gülüyorsam ağladım, koşuyorsam kaçıyorum, düştüm sayılayım... gecenin bu saatine ansızın yığılan martı çığlıklarını şahit tutarım ki o andan sonra, ne bende yaşayacak hal kalır ne dünyada yüreğimi sığdırabileceğim temiz ve arı bir yer. Diyorum ya senden sonrası diye bir yer yok, gereksiz...sonum olsun, sonram olmasın. En sonum ol, en sonun ben; bırak, bıraktım gerisi günlük güneşlik yarınlarsa da yaşanmasın... Gün gelmiş gitmişsen demek, büyük harflerle ve altı çizili olarak yazdığımdır; ''ÖLDÜM''. Umudum ondan yana, ola ki senden önce gittim, en büyük servetim, tek kıymetlim onlar; elimden tutuğun anları, ilk buseni, sarılmalarını, acısıyla tatlısıyla tüm konuşma ve bir oluşlarımızı, yani sana dair ne varsa alıp götüreceğim yanımda. Bunlar olsun helal kılınmalı bana...son dileğim olacaktır Sezen Aksu'nun şarkısında nakaratlarca ağladığı; ''Sen ağlama'', uzak yakın hiç kimse üzmesin ağlatmasınlar da....sakın! 03.55 13 Haziran 2021

  • Umudun Tutuştuğu Mevsim

    Sonbahar bizi kış ile buluşturduğunda ilkbaharın özlemi hemen içimizde tutuşmaya başlar. Her tür gelişmenin temelinde hareket (eylem) olduğu için, doğayla birlikte, kendi canlılığımızı en iyi ifade edebileceğimiz mevsim ilkbahardır diye düşünüyorum. Toprağın, suyun ve havanın kendisini yenileyerek bizi sarıp sarmalaması bu beklenen mevsimde gerçekleşir. Dünyanın tomurcuklarla. rengarenk çiçeklerle bezendiği ilkbahar, kıyılamayacak bir güzelliktedir. Akarsular, bu mevsimle birlikte daha bir deli akmaya başlar; hayata merhaba diyen kuzular kırlara salınır. Kuşların cıvıltıları dört bir yana evrenin özgün ezgisi olarak yayılır, sevgililere ilham verir. İnsanın özlemi olan, genellikle ilk akla gelen oluyor. İlkokul sıralarında mevsimler ‘’ilkbahar/yaz/sonbahar/ kış’’ sıralamasıyla öğretilir. Bu sıralama rastlantıdan daha çok bir bilinçaltı tercihi olsa gerek. Özlemleriniz betimleyin dense, hiç şüphesiz bu çiçek kokulu mevsimle gelen güzelliklerin açıklanması olur. Karlar erimeye başlayıp, kış ateşlerinin küllendiği bir zamanda dağlar, bayırlar ve ovalar genç bir Anadolu kızının dokuduğu kilimin güzelliğindedir. Aşkın; insanı ve doğayı sevmenin, içimize sığmayan kor ateşlerine misafir oluyoruz bu büyülü mevsimde. İlkbahar umudunu sonsuz var etmek, küresel kirliliğin etkilerini ve dolayısıyla ekolojik dengenin bozulması ve sonuçlarını çok iyi görebilmekten de geçiyor. Havadan asit yağmurlarının yağdığı, akarsuların sadece barajlar için hapsedildiği, oksijenden çok zehir solunmaya başladığımız bir ortamda nasıl düşlerimizin baharını yaşayabiliriz! Doğaya, aynı zamanda kendi yaşamına sahip çıkmak zorunda olan bizler, bu görevimizi yerine getirmede daha fazla geç kalmamalıyız. Aksi taktirde gelecek kuşakları daha da çok olumsuz etkileyecek iklim koşulları günümüz insanını da, nitelikli yaşama olanaklarını da sınırlayacaktır. Tüm yaşam alanlarımızda daha temiz bir doğa / daha temiz bir yaşam taleplerimizi daha örgütlü bir güce dönüştürmeliyiz. Bu çok ciddi sorunu görmezden gelmek, ertelemek insanoğlunun yaşama hakkını ve diğer canlı türlerini görmezden gelmek anlamına gelecektir. Ertelenen, bu öncelikli sorunlar yarınları daha da çok karartabilecektir. Ancak, biz İlkbahar tutkunları duyarlılığımızı daha da artıracağımızın farkındayız. Coğrafya bilimi kadar edebiyata da konu olmuştur mevsimler. Hüzün sonbaharla, umutlar ilkbaharla bütünleşmiştir. Sonbaharda düşen sararmış yaprak, kışın kar altında kalırken, ilkbaharda çiçekli bir ağaçta yaşam bulur. Daha güzel olacak o zaman yeryüzünün kırları el uzatacak insan ağaca ve çiçeğe barış olacak ormanda soluduğumuz hava, içtiğimiz su, ektiğimiz toprak ve terk edilen insanla barış olacak hele bir silkinsin homo sapiens hele bir çamurlu elleriyle sarılsın toprak güneşe hele kentleri kuran balyoz un etsin demiri hele bir bahar gelsin hayatın anlamı ve aşkın gücü ortaya çıkacak Gönülleri baharın ateşiyle dolu aramızdan ayrılan büyük ozanlar: Mayakovski, Yesenin, Brecht, Nazım, Aragon, Eluard, Neruda,..’ da bahar isyanı her zaman kor ateşler gibi var olmuştur. Ne zaman onlardan bir dize anımsasam mevsim yeşile dönüyor. Bu yazımı yazarken Nazım’ı duyumsadım; çınar gibi gönüllerin toprağında, Ekim’de baharı yaşayanlarla kol kola şiirler okuyor ve mutlu. Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya isyan şarkılarını aşkla damıtarak Paris güneşine ve yıldızlarına ayrılmaz dost oluyorlar. Onat Kutlar, her daim uyanık ve sımsıcak gülüşüyle durmadan tekrarlar: ”Bahar isyancıdır!” Didar Şensoy, Necdetler, Erdallar,… Bahar tadında bir hayatın yoldaşlarıydılar ve sürekli bahar için bedel ödediler. Premethus insanlık için ateşi mutlaka ilkbahar mevsiminde çalmıştır. Spartakus baharın ilk tomurcuklu güneşiyle yürümüştür zalimlerin üzerine. “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” diyen Che’nin kalbidir, Mayısın biri. Aşkın eyleme dönüşmesidir umut. İlkbahar, hayatı dolu dolu yeniden kucakladığımız, umutlarımızı yeniden yeşerttiğimiz ve yeniden aşık olduğumuz mevsimdir. Ona sarılabildiğimiz kadar gerçek ve özgürüzdür. * maviADA ANILAR, OLİMPOS DERGİSİ 2010 BAHAR

  • HALK SAĞLIĞI

    Halk sağlığı deyince akla ilkin kamusal sağlık hizmetleri gelir. Bu hizmetin sürekliliği parasız, güvenilir ve denetlenebilir olması hayati önemdedir. Sağlık hizmetlerine erişim hakkı en temel ve vazgeçilemez insan haklarındandır. Bu temel, zorunlu hakkın gerçek anlamda yerine getirilmesi ise koruyucu ve iyileştirici sağlık hizmetleri sistemi ile mümkündür. Koruyucu tıp hizmetlerinin merkezi olarak planlanıp, tüm yurttaşlar için eşit olarak uygulanmaya konulması sağlıklı ve mutlu bir toplum olma yolunda atılması gereken en önemli adımların başında gelir. Aksi durumda, toplumun sağlık sorunlarını çözümü içinden çıkılmaz bir hal alır. Tüm hizmet alanlarının olduğu gibi sağlık hizmetleri de kamusal bir anlayışla gerçek çözüme kavuşturulabilir. Hizmet alanlarının özelleştirilip piyasalaştırılmasıyla hizmet alan ve verenin tanımı da farklılaşacaktır. Sağlığın özelleştirildiği koşullarda hasta artık hasta değil, müşteridir. Kurum da serbest piyasa şirketidir artık. Müşteri çok para harcayabildiği oranda ilgi alaka görecektir. Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi dolayısı ile küçük bir zümreye çok büyük miktarda para akıtılacaktır. Toplumun yoksul kesimleri ise sağlık hizmetlerine erişimden bir şekilde men edilecektir. Yaşadığımız pandemi/salgın koşullarında yurttaşlar tüm sağlık hizmetlerinin kamulaştırılmasını acil olarak talep etmelidir. Talep, tüm taraf gruplarıyla örgütlü bir şekilde ve sürekliliği olursa ses getirecektir. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de Covid-19 salgını sürmektedir. Salgının seyri, taviz vermeden ciddi tedbirler alan ülkelerde kontrol altına alınabiliyor. Sözde tedbir alan ülkelerde ise hasta ve ölü sayılarındaki artışları üzülerek görmekteyiz. Ülkemiz de de mart ayından bu yana salgın etkisini artırarak sürdürmektedir. Ülkemizde covid-19 bulaş etkisinin hasta ve hastalıktan ölme sayılarının ağustos ortalarından itibaren yükselmeye başlamasının ana nedeni alınan tedbirlerin hazirandan itibaren kaldırılmasıdır. Tedbirlerin kaldırılması ise sermayenin talebidir. Sermaye bu süreci fırsata çevirmek istemiştir. Salgın döneminde işsizliğin artacağı dolayısı ile iş bulmanın zorlaşacağı korkusu ile tam gün çalışma hayatı birçok işletmede sürmüştür. Yani işçilerin, emekçilerin sağlığı hiçe sayılmıştır. Patron eliyle sendikasızlaştırma faaliyeti bu dönemde hız kazanmıştır. Kurban Bayramı kutlamaları, düğünler, salgın denetimi yapılmadan çalışan işletme ve fabrikalar, asker uğurlamaları, eğlence partileri, toplu namazlar vb. gibi sosyal mesafenin sıfırlandığı, maske takmada ki boş vermişlik hasta ve hastalığa bağlı ölüm sayılarını iyice artırmıştır. Ülkemizde salgına bağlı hasta ve ölüm sayısında da bilinmezlikler sürmektedir. Sağlık bakanlığı verilerini TTB, SES gibi sağlık örgütleri gerçek bulmamaktadır. Bağımsız sağlık örgütleri, bulaş ve bulaşa bağlı ölüm sayılarının resmi kurumların bildirdiğinin çok üstünde olduğuna dikkat çekmektedirler. Bu dikkat çekmenin amacının ise insanları yaşatma yönünde daha ciddi tedbirlerin alınması ve daha iyi sağlık hizmetlerinin verilmesi içindir. Bunun gerçekleşmesi için de tüm sağlık kuruluşlarının acil olarak kamulaştırılması, doktor, hemşire ve diğer tüm sağlık personelinin bulaştan korunacak donanıma sahip olması, ücretlerin artırılması, gerçek anlamda moral motivasyon desteği verilmesi ve acilen ihtiyaca uygun yeni sağlık personelinin ataması yapılmalıdır. Dünya genelinde 9 Eylül 2020 tarihi itibariyle toplam covid-19 vaka sayısının 27.7 milyon, can kaybının ise 900 binin üzerine çıktığı bildirilmektedir. Resmi istatistiklere göre Türkiye’deki vaka sayısı ise 284 bin 943 olurken, can kaybının da 6 bin 782 olduğu bildiriliyor. Covid-19’a karşı hastalarını iyileştirmek için fedakarca çırpınan başta doktor ve hemşirelerimiz olmak üzere sağlık personelimizden de ciddi kayıplarımız oldu. Hakları nasıl ödenir bilemiyorum… Bu konuda da çok üzgünüz. Sağlık Bakanlığı, sağlık emekçilerinin salgın koşullarındaki sağlık haklarını ve ekonomik olarak gerekli iyileştirme tedbirlerini tek taraflı olarak değil, bilim çevreleriyle ve emek örgütleriyle birlikle planlayarak karara bağlamalıdır. Halk sağlığına verilen değer toplumun varlığına, mutluluğuna verilen değerdir. Bunun gereği de sağlığa ayrılan bütçenin bu alandaki tüm ihtiyaç ve yatırımları üst düzeyde karşılayabilecek oranda olmalıdır. Devletin sadece kamusal alanı sevk ve idare etme görevi yok. Devletin en önemli görevlerinin başında yurttaşlarının yaşamlarının korunması ve iyileştirilmesi vardır. Bunun için de tüm haklara özgürce erişimin önü sonuna kadar açılmalıdır. Yazımı fedakar sağlık emekçilerinin durumunu çok iyi anlatan "Düşmezse Düşmesin Yakamızdan Ölüm" şiirinden bir kesitle bitirmek istiyorum: " Düşmezse düşmesin yakamızdan ölüm Bizim üstümüze güneş doğacak gülüm Gülüşüne bin kurşun sıksa da ölüm Unutma ki umuda kurşun işlemez gülüm"

  • İNCİNMESİN

    kehribar bakışlı akşamüstlerinde ne hoştur ezgilerin dalgalarla dansı halatları hiç bağlanamayan yorgun kayıkların denizinde bu yakanın anasonu dert süzerken nane sinmiş uzo neşeye davettir gizlice kıskanır dalgalardan mahrum kalan gördüğünde aynı masadaki dert ve neşeyi uzaklığın çığlıkları dolu şişeler neden vurmaz kıyılara ya da çoktan ele geçti de beden kör, sağır mı oldu o yüzden midir sabahın gri rengi Doris’in gözlerindeki mavi damlalar İzmir’in gözlerinden başka hangi derinliklerinde saklıdır turunç kokulu kış akşamlarında kekik ve yosun kokan göçmen aşkları tarumar olmasın uyanık düşler sarı sıcağa uzanan mevsimlerde zeytin yağına bandırılmış taze somun kokusundaki özlem tanığı olsun herkes sımsıkı kavuşmanın vicdan kollarını köprü yapsın akıntılarda tek yurtsuz nefret geçemesin oradan incinmesin gayrı zeytin dalına asılı bakışlar

  • MİZAH VE DEĞİŞİM

    “ İnsanın özgürleşmesinin başlangıcı otoriteye gülme ve onunla alay etme yeteneğidir”. Chritopher Hitchens Mizahın Kökeni Mizah, tarihin derinliklerinden itibaren insanların eğlenmek, gülmek, hoşça vakit geçirmek, alay etmek, komikçe eleştirme yoluyla güce karşı durmak, bastırılmışlıkları dışa vurmak, dayanılmazı hafifletmek, dayanışmak ve sosyalleşmek için sözlü, yazılı, jest ve mimik gibi vücut hareketleriyle yapılan sıradan ya da sanatsal kaygıyla dışa vurulan ifadelerdir. Mizahın beslendiği koşullar yani malzemesi ise yaşantılardan elde edilenlerdir. Koşulların özelliğine göre mizahın içeriği ve malzemeleri de değişkenlik gösteriyor. Antik çağlarda doğa ile beraber olunduğu dönemlerde av, hasat ya da mevsim dönüşümlerinde yapılan ritüellerden itibaren mizahın izini sürebiliyoruz. Mizah günümüzde salt gülüp eğlenme amacı ile yapılıyormuş sığ görüşüne elbette ki sığmaz. Olaylar, olgular, yaşanmışlıklar, yaşanacaklar, hayaller ve erekler, vb. için başvurulan tüm alaycılık, ironi, yergi, gelenekseli değersizleştirme amaçlı yapılan sıra dışı tüm edimlerimiz ve tepkilerimiz de mizahın tanımı içerisinde olabiliyor.” Günümüzdeki anlamıyla mizah Rönesans hareketiyle belirmiştir. Günlük hayata uymayan mantık, Rönesans için zengin bir mizahın oluşumuna yol açmıştır. Kilise ve papazlara karşı çok zengin bir mizah anlayışı gelişmeye başlamıştır. Sosyal, ekonomik ve politik yönden çökmüş ve mantık yapısı günlük yaşantıya uymayan Ortaçağ, mizahın geliştiği dönemdir. Bu devirde, mizah belirli kitleleri hedef almaya başlamıştır. Mizahçı, soylularla sosyal değerler için savaşırken arkasına halkın desteğini almaktadır. Moliere ve Cervantes’in eserleri o dönem için bulunmaz bir ortam yaratmaktadır. Hoşgörü çatısı altında politik ve ekonomik mücadeleler de mizahla verilmektedir.” (Öngören, 1998:20-22) “Eğlencenin harekete geçirici yönünü, hem topluluk hem de kişi üstünde aynı etkiyi yaratabilmesinde aramalı. Toplulukla kişi arasındaki sürekli çatışmaların bittiği, bir uyum içine girdiği an, sınırsız neşenin, özgürlüğün ve bağımsızlığın ortaya çıktığı görülür. Mizahın eğlence ile bu kök ilişkisi yönünden, mizahla gülmeyi birbirine karıştırır olmuşuz. Gülme deyince mizah anlıyoruz, mizah deyince gülme başlıyor. Gülme, mizahın yalnızca alkışı yerinde. Her gülme mizahı ilgilendirmediği gibi, her mizah ürünü de güldürmüyor. Gülme, siniri, çeşitli hastalıkları da işaret edebiliyor. Gülmenin sağlığını eğlence belirleyebiliyor. En önemlisi de gülme psikolojik bir görünüşün mizah konusunda hiçbir bilgi getirmeyişi. Eğlence ise, bol ürün gibi, kişi-toplum çatışmasını ortadan kaldırmak gibi kök kavramlardan mizahı açıklamaya ve çağına göre biçim vermeye başlıyor. Eğlence, mizaha her konuyu, her sorunu çekinmeden ortaya koyma mirasını bağışlamış gibidir.” 40-( Öngören, 1998:15-16) Yaşadığımız sürece hep bir döngüsel alan içinde varoluşumuzun sıkıntıları, uğraşıları huzuru ya da huzursuzluğu içinde oluruz. Tüm yaşamsal edimlerimiz bizi katlanabileceğimiz bir konuma taşıma yükü ile dopdoludur. Yaşamda karşılaştığımız tüm gerçekleri doğru algılayarak tecrübelerimize dâhil edebildiğimiz ölçüde yaşam ile ölüm döngüsü arasında iyimserliğimizin gücü artabiliyor. Aksi durumda, yaşamda var olan ve doğal olan dual sistemi yani her şeyin zıttı ile var olduğu gerçeğini bilmezden, görmezden gelme hali yıkıntılar içinde gezdiriyor. Ölümle yaşam ikiliği arasında bizi eğlendirerek güçlendirip yaşam ile bağlarımızı doyumlu hale getirecek olanların içinde belki de en önemlilerinden biri mizahın da içinde olduğu sanat ve tekil olarak sanatsal yaratı kaygılarımızdır. Sanatı da uzun ömürlü kılan en önemli türü bence mizahtır. “ Mizah; kötü güçler ile iyi güçleri, gerçek hayatta olduğu gibi tasarlar, ancak sonuçları bakımından olmadık sonuçlara varabilir. Ne de olsa kötünün sembolü olarak yılanın öldürülüşü bir eğlence, toplumsal kurtuluşun simgesidir. Ancak yılanın öldürülüş biçimi (yılana şarap içirilerek şişmesi ve geldiği deliğe sığamaması) mizahi bir yaratışı ifade eder. … Kötü ile iyinin iç içeliği, Dionysos ayinlerinde daha seçik ve daha yoğun formlar içinde görülür. Kötü güçlerin korkulur yanları kalmayınca, ortaya çıkan mizah toplumda kütü ve yasak bilinen her konuyu özgürce işlemek, ortaya koymak gibi hoşgörü ile karşılanır olmuştur. Kötüden korkulmadığı zaman o da eğlenceye çağrılabilir ve şeytanla kol kola dans edilebilir. Dionysos şenliklerinde olduğu gibi, kötünün bizi götürebildiği bütün durumlardan artık korkulmuyorsa, sarhoşluğun bize yaptıracağı her şeyi, sınırsız istekleri geniş bir hoşgörü ile karşılıyoruz demektir. Yeryüzünde kötünün gerçekten öldüğünü ispatlamak için, kötü bilinen her şey denenmeli, bir diğer anlamı ile, hiçbir şey kötü sayılmamalıdır. … Bizi günlük yaşantımızdan, eğlencenin bağsız ve özgür havasına mizahın yaratıcı motifleri adım adım götürecektir. … Üretimin aile birimine indirgendiği Eski Yunan’da şölenler aile çapında gerçekleştirilir olmuştur. …Aile çapına indirgenen iyi-kötü çatışması, toplumda rejim konusunu ön plana çıkarmıştır. Bu nedenle Eski Yunan’da mizah ve özellikle komedi soylular rejimi, cumhuriyet demokrasi, monarşi, oligarşi, Eflatun’un Devlet’i gibi rejim tartışmalarının çevresinde boy atmıştır. Üretimin aile birimine indirgenmesi ile soyut ve evrensel bir sembol olan kötü bu dönemde artık somuttur, hatta kişileşmiştir. Aristofanes’te Hititlerin kötü yılanı artık, belirli bir insandır ve yöneticidir. Mizahın kötü yöneticiler ile uğraşması, görüldüğü gibi onun varlığı kadar eski ve kök bir ilişkidir…. Ortaçağ döneminde mizahın güdümlü ve izne bağlı kullanılışı bütün kesinliği ile ortaya çıkmış, bir bakıma kurumsallaşmıştır. Orta çağı belirleyen tek tanrılı dinler bazı konuları bütünü ile yasaklamış, mizah istenildiği zaman istenildiği yerde kullanmak üzere kapalı şişeler içinde tutulmak istenmiştir…. Günümüzdeki anlamı ile mizahı, Ortaçağ doğmasına karşı, bir uyanışı, yeniden dirilişi ifade eden Rönesans hareketi belirlemiştir. Bu dönemde mizah en büyük mücadelesini mantık ile yürütmüş sayılır. Aristo mantığının, Eski Yunan’dan çok Ortaçağ’da yaygın bir egemenlik kazandığı doğrudur…. Özellikle Rönesans’ı hazırlayan iç gelişme olarak, doğmaların karşısındaki özgür düşünce eğilimi, mizahtan olabildiğine yararlanmış; yerine göre savaşını bütünüyle mizah ürünleriyle vermiştir. Bu savaş sırasında temel mizah eserlerinin de ortaya çıktığını görüyoruz. Kilise ve papazlara karşı çok zengin bir mizah salgını, halk arasında abu dönemde belirecektir. Gargamtua,Deliliğe Methiye, Don Kişot, Molire’in eserleri, Voltaire’nin sözlüğü ve daha birçok eser, uzun bir devre içinde oluşan ve çağımızda iyice belirginleşen bir mizahın temel niteliklerini haber vermiştir…. Nitekim gücünü Tanrı’dan aldığını söyleyen mutlakıyet düzenleri yıkılıp, yerine Meşrutiyet ve Cumhuriyet idareleri kurulduktan sonra mizah, toplumda büyük bir silah olmasını bildi.” (Öngören, 1998:17-21) Mizahın Türleri ve Toplumsallığı Mizah, antik çağlardan bu yana toplumsal koşulların özelliğine göre çeşitlenerek günümüze gelmiştir. Toplu eğlencelerden sanatsal bir alana doğru yolculuğunda birçok tarihsel dönemde, dönemin koşullarına göre işlevini etkili bir şekilde göstermiştir. Mizahın alt yapısını oluşturan öğeler Öngören’e göre “Mantık, görüntü ve toplumsal ilişki” gibi rasyonel ve reel öğelerden oluşmaktadır. “Nitekim mizah yüklü önermelerin pek özel bir biçimde gerçekleştirilmiş, önerme ve tasımlardan başka bir şey olmadığını görüyoruz. ‘İpe çamaşır serilir’ önermesi doğru bir önermedir. Ancak hiçbir mizahla yüklü değildir. … Oysa ‘İpe un serilir’ önermesi mizahi bir yük taşımaktadır…. Kuru bir mantık buna yanlış bir önerme diyecektir. Ancak yaşanılan hayat içinde bu cümlenin taşıdığı doğruluk payı hemen ilgimizi çeker. …. Kısaca bu cümlenin taşıdığı öz ve kuruluş yapısı olarak, doğru ya da yanlış değerlendirmelerini aşan, mizahi bir önerme karşısında olduğumuzu belli eder. … Bir önermeden, önerme grubuna dönüşüm de mizahı sağlayabilmektedir. … Bir tasım da alt alta üç önerme söz konusudur: Bütün insanlar güler. Ahmet de bir insandır. Ahmet de güler.” Gibi. Bu durumda tip olarak, mizah yükü, ya üç önermede birden ya iki önermede ya da yalnızca tek önermede bulunabilir. Son şık olarak da, üç önermenin de mizah yükü bakımından boş olduğu halde, bu üç önermenin bir araya getirilmesi, doğrudan mizahı sağlayabilmektedir. .... Tasımların mizahta en çok kullanılma alanı, fıkralar oluyor. … Fıkralarda çoğunlukla mizah yükü son önermede saklıdır. … Düşünen hindi fıkrasında bir önerme mizah yüklüdür:”- Bu drenin hiçbir yanı geçit vermez.”, “-Peki sen nasıl geçtin?”, “-Ben bu kıyıda doğdum.” Fıkrasında hiçbir önerme tek başına mizah yüklü olmadığı halde bir araya gelişleri, mizahı sağlar.” (Öngören, 1998: 24-25) Komedi, fıkra, masal, şiir, resim, karikatür, piyes, tiyatro, heykel gibi sanat türlerinde mizaha da sıklıkla başvurulur. Mizah türleri, konu üzerinde çalışma yapan kişilerce farklı sayılarla tanımlana gelmiştir. Örneğin Ferit Öngören, mizah türlerini: “Fıkra, mizahi hikâye, mizahi şiir, karikatür, kukla ve komedi olarak” özetlemektedir. “Burns 1998 yılına ait “mizahın türleri” adlı çalışmasıyla, 30’dan fazla mizah çeşidini, 6’ya indirmiştir. Bunlar; Sözcük Oyunu: Mizah, bazı kelimelerin iki anlamıyla kullanılarak oluşturulur. Etnik Mizah: Mizah, farklı kişilerden oluşan farklı kültürlerden de yararlanmaktadır. Basmakalıp Sözler: Mizah, belirli gruplar ve insan tipleri hakkında abartılı toplumsal kavramlarını kullanmaktadır. Mizah çeşitleri içinde aynı cümleler, benzer kişiler yer alır. Ticaret Hayatı: Mizah, çeşitli meslek gruplarına ve iş hayatına ilişkin konulara da girmektedir. Aşağılama ya da Şiddet içerikli: Mizah insan ve hayvan kusur veya Cinsel içerikli: Mizah, doğrudan veya dolaylı olarak cinsel içerikli konulara zayıflıklarını küçümser ve bunu kendi içinde kullanır. (Öngören 1998: 15). Bu türlere gösterilen ilgi, mizah öğelerinin değişik şekillerde kullanılmasından kaynaklanmaktadır Fıkra, hikâye ve şiir, söze dayalı türler olduğu halde, karikatürde görüntü, birinci sıradadır. Yazısız karikatürde ise söz ortadan kalkarak, görüntüye mizah yüklenir. Mizah öğelerinin, birbirlerinden biçimlerde bir araya getirilmesi, yeni bir olayın ortaya çıkmasına neden olur. Sinemanın ortaya çıkması, bir anlamda hareket eden karikatürlerin, yani çizgi filmin doğmasını sağlamıştır. Mizah türlerinin gelişmesine etkide bulunan bir diğer etken eğlence ve hoşgörüdür. İlk mizah gösterilerinden itibaren hoşgörü ve eğlenme, komediye aktarılmıştır. Bu bilgilerin eşliğinde mizahı 3 grupta toplamak mümkündür. Bunları aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz: Popüler Mizah Pop kavramı, Latincede “Populos” kelimesinden türemektedir. (http://tr.wikipedia.org/wiki,2010). Popüler, genel anlamda, bir olay, konu, nesnenin insanların ilgilenmesine bağlı olarak artan bir kavramdır. 20. yüzyıldan sonra özellikle toplumsal modernleşme ile yayılan ve kavram olarak kültürel gelişmeleri ve gündem oluşturan olayları kapsamaktadır. Mizahın popülerliği de bu bilgiler ışığında gelişebilmektedir örnek olarak da çeşitli süreçlerde ilgilenilen ya da gündem oluşturmuş ve bir şekilde büyük gruplara hitap eden toplumsal olaylar sıralanabilmektedir. Mesela ekonomik bozuklukların olduğu dönemlerde enflasyon canavarı gibi bir karakterin oluşturulması ve farklı toplumlarda www.turkish-media.com/forum/topic/153455-komik-resimler Daha başka aynı karakterin farklı versiyonlarının çizilmesi gösterilebilir. Adından da anlaşılacağı gibi popüler mizah dönemsel olarak geçici etki yaratıp, çabucak konu değiştirerek görünürlüğünü kontrol altına alır. Politik ya da ekonomik koşullara sürekli olmayan bir tepkiselliği dışa vurup rahatlatan bir içerik etrafında, şiparişe uygun bir algı yaratma işlevindedir. Siyasi Mizah Siyasi mizah, mizahın önemli bir parçasıdır. Genelde politikacılar tarafından yasaklı ve engel olunan şeyleri yıkarcasına muhalif bir tavırla rejime ve rejimin söylediklerine karşı çıkar. Antik çağlardan bu yana varlığını gösteren siyasi mizah, efendilere, soylulara, krallara, din adamlarına karşı karşı şiddetin alay ve gülmece Aracılığı ile yapılan türüdür diyebiliriz. Tarihsel olarak, Atina demokrasisini eleştiren teatral gösterilere ve mizah içeren şiirlere rastlanmaktadır” (Henderson, J. ,1993: ) Siyasi konuları amaç edinen çizgi ve yazılı mizah, 18. yüzyılda çoğalmış Lüterciliğin ortaya çıkışı ve İngiltere’de Hannover Hanedanıyla Jakobitler arasında meydana gelen olayları anlatan çizgiler önemli siyasi karikatürler arasında sayılmaktadır. Aynı çağda yaşamış İngiliz ressamı William Hogarth'da eserlerinde bu özelliğe çok yer vermiştir. Bazen acımasız da olabilen çalışmalarının çoğu dönemin politikası ve değerleriyle dalga geçen eleştirilerdir. Bu tarz çizimlere genelde onun adından gelen Hogarthçı ya da Hogarth tarzı denmektedir. Siyasi mizah, politik yön ayırt etmeksizin, genellikle siyasi gündemin etkisiyle kendine malzeme bulmuş ya da, çoğu zaman eğlence amacı sağlamak yeterli olmuştur. Tabiatıyla çok nadiren kendisini yapıcı görünümünde sunar; çoğu zaman muhalefet ya da protestonun bir parçası gibi kullanılmış, ama daha çok sorunun ta kendisi olmuştur. Kara Mizah 18. yy. sonlarına doğru Fransa’da ortaya çıkan edebiyatta farklı bir mizah türünden söz etmek olasıdır. Yeniçağın getirdiği tüm karamsar ve umutsuz tablonun yarattığı bu yeni mizah türü "kara mizah" diye adlandırılmıştır. “Sanayileşme temposu, teknolojik gelişme, zenginliklerin paylaşılması yolunda gitgide gerginleşen uluslararası gelişmeler, başta büyük kentlerde yaşayanları olmak üzere Avrupalı yazar, sanatçıyı, düşünce adamını derinden yaralamıştır. Birbirini izleyen savaşları, uç boyutlarına varan sömürgeciliği, mantar gibi yerden biten fabrikalarda köle koşullarında çalıştırılan çocukları ve kadınları büyük aktoral sarsıntılar kuşatmıştır” (Batur, 1987: 27 ). Bu şartlar altında gelişen kara mizahın nükteden ve mizahtan ayrılan yanı çok daha sert ve vurucu bir dile sahip olmasıdır. Kara mizahı hiciv ve yergiden ayırmak zordur ancak kara mizahtaki yergi çok daha acımasızdır. Enis Batur'a göre “ …vatoz gibi çarpıp geçer kara mizah deyişleri, ama değdikleri yerde durmadan hatırlanan bir acı kalır.” Kara mizahın ayırt edici bir özelliği de, hatırlanan bir acı kalır.” Kara mizahın ayırt edici bir özelliği de, tohumunda görülen koyu umutsuzluktur. Geçmişe de geleceğe de inanmaz kara mizahçı. Bu umutsuzluk dozajı, onu inanç olgusundan sebeplenen bütün değerleri acımasız kılarak sorgulamaya, dahası yerle bir etmeye yöneltir.” (Yardımcı, 2010:11-14) Mizahın Psikolojik Etkileri Sağlıklı olmak beden sağlığı ile zihin sağlığının birlikteliği ile mümkündür. Mevcut politik ve ekonomik koşullarda sistem, insanı kendi ihtiyaçlarının bir aracı haline getirmenin yolunu insanı zihnen kuşatmak, teslim almak ve istediği gibi maniple etmek için çok gelişmiş araçlar kullanmaktadır. İnsanın bu koşullarda kendisi kalabilmek için dayanabilme yeteneğini geliştirmesi elzem bir durumdur. Bu anlamda mizah, özellikle siyasal mizah çok etkili bir savunma aracı olarak devriye girmektedir. “ Mizahın insan vücuduna etkilerini anlamak için öncelikle gülmenin ne olduğunun anlaşılması gerekmektedir. Gülme, nefes borusunun açılmasıyla ve ses tellerinin titremesiyle oluşan ritmik ve kasılmalı bir vücut hareketidir; esleyişle kasılmalı hareketler ve anlamsız seslendirmeler bütünüdür. Bu hareketin vücut sistemleri üzerinde olumlu etkileri vardır. Mizah ve biyoloji arasındaki bağlantı olumludur. Belirli şartlar altında mizah, iyileştirici rol oynamaktadır. Özellikle, sinir sistemi, kas sistemi, solunum sistemi, bağışıklık sistemi üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Gülmeyle beraber kan akısı hızlanır, kandaki oksijen oranı artar, akciğerler, diyafram ve yüz kasları hareket eder ve doğal bir ağrı kesici görevini üstlenir. İlave olarak, endorfin salgısının artmasıyla acı azalır ve memnuniyet duygusu artar. Tansiyon, şakanın ilk safhalarında oluşur ve gülmeyle beraber düşer. Gülme başladığı zaman endokrin sistemi uyarılır ve kandaki endorfin üretimi artar. Bu zaman sürecinde çeşitli hormonlar salgılanır ve bu hormonlardan bazılarının ağrı kesici etkisi vardır. Gülmenin gelmesiyle kişide bir rahatlama başlar. Beynin duygu ve yaratıcılığı kontrol eden sağ yarım küresi aktifleşir. Vücut ısısı ve acı algısı düşer, hormon üretimi başlar, bağışıklık sistemi aktif hale gelir. Mizah, sağlıklıdır ve vücut için yararlıdır. Yapılan çalışmalarda, vücudunda %80’in üstünde yanık bulunanlarda, yeterli dozda ilaçla beraber mizaha maruz kaldığında kişide, çok büyük ölçüde iyileşme görüldüğü kaydedilmiştir (Williams, 2001:21). Williams’ın da işaret ettiği gibi, mizah sadece iyi değil tedavi edicidir de. Mizahın Değiştirme Gücü İnsanın aklını ve ellerini kullanarak yaptığı ilk ilkel araç gereçlerle birlikte yaratıcı üretimi yani sanatsal faaliyeti başlamış oldu. Daha iyi yaşamak için insanoğlu daima düşünsel alanının zenginliği sayesinde hep bir buluş, ediş kaygısı taşımıştır. Sanatın ortaya çıkışı ve gelişim seyrine baktığımızda ilk dikkat çeken şey yasaklanmış olan etrafında dolaşmasıdır. Dinin insanlar ve toplumlar üzerinde tahakküm kurduğu dönemlerden itibaren sanat dolaylı olarak bir başkaldırı görevi görmüştür. İnsan suretinin resmedilmesinin Tevrat ve Kur-an tarafından yasaklandığı dönemlerden itibaren resimler, heykeller yapılmıştır. Dini ve otoritesini alaya alan, masallar, şarkılar, dilden dile dolaşmıştır. Dinin de sistemin bir aracı haline geldiği kapitalizm koşullarında sanatın her türünde olduğu gibi mizahta da politikleşme en üst aşamaya gelmiştir. İnsanı tüm benliği, çalıştığı, yaşadığı, kendini gerçekleştirmek istediği tüm mekânları ve ilişkileriyle beraber metalaştıran kapitalizm insanla savaş durumdadır. Kapitalizm sadece insana karşı değil doğaya da aynı savaşı açmıştır. Kendi varlığı, mutluluğu ve sonsuzluğunu kendi dışındaki her şeyi yıkarak, sömürerek ve dönüştürerek sürdürmek isteyen kapitalizm tüm bu alanlardan da karşı duruşun oluşmasına gerekçe olmuştur. Etki-tepki yasası sosyal alanda da tanımına uygun pratikleri en yıkıcı biçimiyle göstermektedir. Toplumu baskı altına alan her türden faşizan otorite en büyük yıkımı mizah aracılığıyla da yaşamaktadır. İnsana yönelik tüm saldırı araçlarını alaya alan ve güldüren mizah, günümüzde en etkili savunma silahı olmuştur. Mizahın yıkıcılığının yanında, koşulların özelliğine göre yapıcılığı, anı ve koşulları normalleştirme, dengeleme özellikleri de vardır.

  • AĞACIN ŞİİRİ

    kimseler bilmezdi zavallı insan da yoktu önce tek köktüm belki iki kollu cılız bir ağaçtım sonra kendim olmak istedim köklerim, dallarım çoğaldı ben çoğaldım, hayat çoğaldı altımda börtü, böcekler üstümde kuşlar doldu yer ve gök çok yalnızdı yabandı insan şakın ve mazlumdu yaz, kış yurt oldum her tükenişinde avareye korunak oldum, örttüm onu çok oluverdim çok sonra mevsimlerce ayaza, ateşe, sele ve doğum sancılarından beter sarsıntılara karşı direndim direndim daha da çok oldum tanrı ve tanrıca oldum yüzlerce dost dilde dillerde türkü oldum yaprağım toprak yemeyip uzattığım yemiş süt oldu anne koynunda bebeğe güldü tüm masum yüzler bahar bayram oldu yokluk vakitleri zaman geçti örgütsüz oldu gün yaban esir yabancılaşan beyin gizil kötülüğünü kusup karanlığı çağırdıkça kökümle dalımla yaprağımla yemişimle nefes olduğum evren vefa bilmezle doldu düşmanlar çoğaldı kalpleri ve zihinleri gibi kapkaraydı yüzleri gölgeme sığınıp sindiğinde iyiler ana toprak su hava ve aş olan ben yaralandım hayat azaldı kırılan dallarımdan zevke bahis olan bedenimdeki yanıklardan kesiklerden sağ kalanları sürgün edilen dost canların ah’larından iyileşirse yaram dost ellerle buluşursa köküm yeniden tomurcuk olacak gülüşüm işte o zaman yuvasından kaçamayan kaplumbağaları aramaya çıkarız arılara çiçekleri çağırırız sincaplara fındık direriz yeniden ve zeytin ağacı yan yana düşmanlara inat, sabah akşam dağılsın karanlık yağmur yağsın artık yeşile dönsün damarlarımdaki hüzün

  • ŞEHİR VE ÇOCUK

    "Eskişehir her zaman içimde serin bir sabah rüzgarı düş renginde lapa lapa kar her an çiseleyen yağmur usulca bir gök kuşağı tepemde göz kırpan bir günebakan seyre daldığında akşamüstlerinde sızıyı süzen merih gözlü Porsuk her sabah yeniden uyanan şehir hep yeni bir dost kalacak” demiştim şimdi, Ali İsmail oldu ya tüm sokakların birleşimi tuzakla çiçeği kopartılan nar tanesinin kırmızısıdır şehrin sembolü artık kan bulaşmış ekmek yemez bu şehrin halkı "öldüm, vurmayın" haykırışı kuşatmayı yarmıştı! evinizin önündeydi çığlığı kan revan içindeydi Ali yüz yüze geldiğinizde gözü gözünüz olmalıydı çocuğun düşü şehrin vicdanın düşü artık kırılan elleri lületaşına can veren tezgahlarda ışık saçan işçilerin elleridir artık kanatılan gözleri uçmak için direnen yaralı bir seçenin gözleri parçalanan yüreği onun geçtiği yollardan izlerini incitmeden geçen koca bir halkın yüreğidir üniversitenin kampüsü, amfileri, koridorları, gülüşlerini yüzünden taşıran Ali’nin gülüşleriyle var olacak umuda can suyu olan Porsuk sessizce dolaşılan kıyılarında dövüşenlerin ve düşenlerin ve iyilerin mutlak kazanacağı şehrin tanığı ve dostudur her daim Ali İsmail oldu kentin adı çok cesur olacak çocukları çok yaşayacak şehir artık, çok! görülecek hesap olacak elbet elbet düğün bayramlar da olacak annelerin isyanı rıza gösterdiğinde

bottom of page