top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • YAKIN PLAN

    Çoğu zaman başkalarının duyamayacağı bir müziği dinliyor gibisin. Rilke görseydi, severdi seni kimseye karışmıyor, hiç soru sormuyorsun karanlıkta ağlayan en yakınlarına bile. Her zaman kendinle ilgili bir şeyler saklıyorsun kendine ışıklı kahvelerde, yatak odalarında bile. Rilke görseydi, överdi s e n i: yakınlığın uzak, bu yüzden de, tıpkı yıldızlar gibi uzaklığın. Gene de bir şeylere erişemiyor, bir şeyler yitiriyorsun, kollarını hep açtığın için; bazı şeyleriyse hiç bilemeyeceksin, hiç değilse, biri çıkıp seni yakından, insanca ayrıntılarınla tanıyıncaya değin. Dannie Abse Çeviri : Cevat Çapan Dannie Abse (1923 Eylül 22 - 2014 28 Eylül) Galler'li şair ve doktor olan Abse'nin şiirleri ona birçok ödül kazandırdı. Doktor olarak 30 yılı aşkın bir süre göğüs kliniğinde çalıştı. Neoromantik şiirler ve radyo oyunları yazdı; yapıtlarında yoksul çevrelerde hekimlik yaptığı dönemle ilgili yaşantıların ve Beckett'in etkisi duyulur KİTAPLARI Her Yeşil Şeyden Sonra , Hutchinson, 1948 Su Altında Yürüyüş , Hutchinson, 1952 Cennette Ateş , Hutchinson, 1956 Mavericks: Bir Antoloji , ed. Howard Çavuş ile, Editions Poetry and Poverty, 1957 Evin Kiracıları: Şiirler 1951–1956 , Hutchinson, 1957 Şiirler, Golders Green , Hutchinson, 1962 Şiirler! Dannie Abse: Bir Seçim , Vista/Dufour, 1963 Modern Avrupa Ayeti , ed., Vista, 1964 Yargılanan Tıp , Aldus, 1967 Three Questor Play , Scorpion, 1967 Küçük Bir Çaresizlik , Hutchinson, 1968 Demo Asa , 1969 Seçilmiş Şiirler , Hutchinson, 1970 Odak 1'de Modern Şairler , ed., Corgi, 1971 Odak 3'te Modern Şairler , ed., Corgi, 1971 On Üç Şair , ed., Şiir Kitabı Derneği, 1972 Funland ve Diğer Şiirler , Hutchinson, 1973 Odak 5'te Modern Şairler , ed., Corgi, 1973 Pavlov'un Köpekleri , Vallentine, Mitchell, 1973 Ailede Bir Şair , Hutchinson, 1974 Penguin Modern Poets 26 , Dannie Abse, DJ Enright ve Michael Longley ile, Penguin, 1975 Toplanan Şiirler 1948–1976 , Hutchinson, 1977 Daha Fazla Söz , BBC, 1977 Tıp Okulum , Robson, 1978 Pisagor , Hutchinson, 1979 Merkezde Çıkış Yolu , Hutchinson, 1981 Kendime Güçlü Bir Doz , Hutchinson, 1983 Buz üzerinde tek bacaklı: şiirler , University of Georgia Press, 1983 Doktorlar ve Hastalar ed., Oxford University Press, 1984 Kanlı Ata Sor , Hutchinson, 1986 Karınca Yığından Günlükler , Hutchinson, 1986 Galerideki Sesler: Şiirler ve Resimler , ed. Joan Abse ile birlikte, Tate Galerisi, 1986 Müzik Aşığının Edebi Yol Arkadaşı , ed. Joan Abse ile birlikte, Robson, 1988 Savaş Sonrası İngiliz Şiirinin Hutchinson Kitabı , ed., Hutchinson, 1989 Beyaz Önlük, Mor Önlük: Toplanan Şiirler 1948–1988 , Hutchinson, 1989 İnsanlar , katkıda bulunan, Galler Ulusal Dil Birimi, 1990 Geçmişteki Suçları Anma: Şiirler 1986–1989 , Hutchinson, 1990 G Sırasından Görünüm: Üç Oyun , Seren, 1990 Aralıklı Dergiler , Seren, 1994 Akşam Yolunda , Hutchinson, 1994 Seçilmiş Şiirler , Penguen, 1994 Gregory Anthology 1991-1993 , ed. A. Stevenson ile birlikte, Sinclair-Stevenson , 1994 Yirminci Yüzyıl İngiliz-Gal Şiiri , ed., Seren, 1997 Galli Retrospektifi , Seren, 1997 Arcadia, Bir Mil , Hutchinson, 1998 Otur, sen: şiirler 1989–1998 , Sheep Meadow Press, 1999 Karşılaşmalar İşiten Göz , 2001 Elveda, Yirminci Yüzyıl: Bir Otobiyografi , Pimlico, 2001 Yeni ve Toplanan Şiirler , Hutchinson, 2002 Alınan İki Yol: Bir Düzyazı Çeşitliliği , Enitharmon Press, 2003 Sarı Kuş , Koyun Meadow Press, 2004 Geç Koşmak , Hutchinson, 2006 100 Great Poems of Love and Lust: Homage to Eros , derleyici/ed., Robson, 2007 Varlık , Hutchinson, 2007 Yeni Seçilmiş Şiirler 1949–2009: Yıldönümü Koleksiyonu , Hutchinson, 2009 ( Şiirde Yeni Çalışma için Ted Hughes Ödülü için kısa listeye alındı ) Konuş, Yaşlı Papağan , Hutchinson, 2013 Aya Sor: Yeni ve toplanan şiirler 1948–2014 , Hutchinson, 2014 KURGU Genç Bir Adamın Kolundaki Kül , Hutchinson, 1954 İngiliz Tarlasının Bir Köşesi , Hutchinson, 1956 Ey Jones, Ey Jones , Hutchinson, 1970 Cardiff'ten Bir Genç Adam Vardı , Hutchinson, 1991 Dr Simmonds ve Dr Glas'ın Garip Vakası , Robson, 2002 OYUNLAR Fire in Heaven (Londra, 1948 yapımı), Is the House Shut (1964) ve In the Cage (1967) başlıklı Duvarın Etrafındaki Eller (Londra, 1950 yapımı) Korkaklar Evi (Londra, 1960 yapımı) Eksantrik (Londra, 1961 yapımı) Gitti (Londra, 1962 üretildi) Joker (yapımcı, Londra, 1962), aynı adı taşıyan The Courting of Essie Glass (1981) Pavlov'un Köpekleri (Londra, 1969'da üretildi) Funland (Londra, 1975 yapımı) Pythagoras (Birmingham, 1976 üretildi), Pythagoras (Smith) olarak yeniden adlandırıldı YAYINLANMIŞ OYUNLAR (1967). Üç Questor Oynatır . Lowestoft Suffolk: Scorpion Press. ISBN'si 9780851030104.– House of Cowards , Gone and In the Cage içerir — (1990). Satır G'den görünüm: üç oyun . Bridgend: Seren. ISBN'si 1854110225.- kapsar Korkaklar Kamarası , Pavlov Köpekler ve Pisagor (Smith) RADYO OYUNLARI Uyum ya da Öl (1957) Telgraf Yok, Yıldırım Yok (1962) Kimseye Merhaba Diyemezsin (1964) Küçük Bir Patlama (1964) Elsie Glass'ın Flörtü (1975) Derleyen : Aysu AFYONLU Kaynak : "Dannie Abse" . Resmi web sitesi . Arşivlenmiş orijinal 10 Temmuz 2019 tarihinde. Dr Dannie Abse de British Council : Literatür Goldbeck-Wood, Sandy (13 Aralık 2014). "Dannie Abse - Hastalık tiyatrosunda son hareket" (PDF) . İngiliz Tıp Dergisi : 25. NYU Edebiyat, Sanat ve Tıp Veritabanında , "Carnal Knowledge" , "Case History" , "The Origin of Music" , "Pathology of Colors" , " Steteskop" . "Dannie Abse" , Fellows Remembered, Kraliyet Edebiyat Derneği Stuart A. Rose El Yazması, Arşivler ve Nadir Kitaplar Kütüphanesindeki Dannie Abse Kağıtları Dannie Abse - https://tr.abcdef.wiki/wiki/Dannie_Abse

  • Sen Uyuyunca

    Gözlerini düşünüyorum, katran karası gözlerini. Saçlarını, ne düşündüğünü, Gördüğün rüyayı düşünüyorum. Sen uyuyunca. Bir davulcu geçiyor yoldan. Sanki "uyuma" dercesine vuruyor davula. Hayalini özlüyorum. Sen uyuyunca. Hani sabah olsun derler ya. Kaldırımdaki taşları süslemek için. Misler gibi koksun serinlik versin diye, İşte ben ,işte ben O suyu düşünüyorum Sen uyuyunca. Hani göğsümde bir ağrı var derdim zaman zaman, Nedensiz sanırdım kendimce haykırışlarımı. Oysa göğsümde saçlarınin eksikliğini düşünürdüm Sen uyuyunca. Kumsala gidelim derdim de gelmezdin ya. Ben şimdi o kumsalı, sahili düşünüyorum. Sen uyurken. Güneş doğudan mı doğacak yoksa, Batıdan ne zaman batacak, Bu kumsala doğacak güneşi özlüyorum. Sen uyuyunca. İrfan şipak-05.06.2018

  • Acıyla Erir Yüzüne Aşık Çocuk

    -GÜNÜMÜZ ŞİİRİ- Ne zaman yüzüne baksam yalnızlığın o mutlu gerilimi O öksüz göl hızla derinleşir biliyorum, acılarım hiç bitmeyecek, bu öyle bir yeşil Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum ikimizi de aşar, o kapının ardındaki masal bense yüreğimin bu hallerinden korkar, kalırım bir hız trenine bindirilmiş küçük bir çocuk gibi geçip giden yüzlerine bakar kalırım Ömrün kısalığı çarpar camlara ateş hızla yayılır içerilere Akşam olur, evler dolar boşalır acıyla erir, yüzüne aşık çocuk Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum İkimizi de aşar, o kapının ardındaki masal... Cezmi Ersöz

  • HOMO AHRETİKUS

    Tarihçi Sina Akşin’in uzun yıllardır üzerinde çalıştığı ve uzun aralıklarla yayımladığı “İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele” dizisinin IV. cildi olan “Savaş ve Etnik Temizlik (Yumuşatılmış Sevr Dönemi)” adlı kitabı da yayımlandı. (Eylül 2019, İş Bankası Kültür Yayınları) Akşin dipnotlar ve dizin de içinde olmak üzere büyük boy 485 sayfalık bu hacimli kitabında Kurtuluş Savaşı’nın Tevfik Paşa’nın yeniden iktidara getirildiği Ekim 1920 ile Sakarya Savaşı’nın bittiği Eylül 1921 tarihleri arasındaki bir yıllık sürenin kritiğini yapıyor. Yazarın yargılarından bazıları tartışma götürse de, bu kitapla Kurtuluş Savaşı edebiyatımızın biraz daha zenginleştiğini söylemeliyiz. Sayın Akşin’in kitabında vardığı bazı yargılar üzerinde durabilirdim. Ancak bunlar tek bir yazıya sığmayacağı için bu yazıda yalnız köylülere bakış açısı üzerinde durmaya çalışacağım. HOMO AHRETİKUS KİMLERMİŞ? Akşin, birkaç yıldır, AKP’ye oy verenler için “Homo ahretikus” diye bir kavram kullanıyordu. Sanırım bunun patenti kendisine aittir. Bu kavramı çok sevmiş olmalı ki, sözünü ettiğim kitapta da bunu cömertçe kullanıyor. Onun anlatımına göre “Homo ahretikus”, öbür dünya için yaşayan insandır. Bu görüş, son 17 yıldır, orta sınıf aydınlar ve onların etkisindeki kişiler tarafından başka ifadelerle dile getiriliyordu. AKP dini kullanarak iktidara gelmişti! Birkaç yıldan beri ben de bu görüşün yanlışlığına vurgu yapıp duruyorum. Türkiye’deki siyasi ayrışmanın ve tercihlerin başta ekonomik, sınıfsal ve kültürel daha esaslı nedenleri vardır. AKP’nin Türkiye’nin yoksullarından daha fazla oy aldığı, onların desteğiyle ayakta kalmaya devam ettiği bir gerçektir, ancak bunun nedeni AKP’nin öteki partilerden daha dindar olması değildir. Bütün canlılar gibi insanlar da hayatta kalma kavgası içindedirler. Yiyecekler, barınacaklar, kendilerini güvenlik içinde hissedeceklerdir. Bunları kim kendilerine sağlıyorsa ona sempati duyacaklardır. Yoksulların AKP’ye sempati duymuş olmalarının nedeni de bu partinin onlara daha çok çıkar sağlayacağı ve sağladığı inancıdır. Bu inanç kaybolduğu zaman hangi söylemi kullanırsa kullansın ister dinci, ister laik, çağdaş, sosyalist veya milliyetçi, halk o partiden yüz çevirir. Bu nedenle AKP’nin kitle desteğini kaybetmesi de yoksulluğun artması, hayat pahalılığı, güvenli yaşama koşularının kaybolması gibi nedenlerle olmaktadır. HOMO AHRETİKUS'UN MARİFETLERİ Gelelim, Kurtuluş Savaşı yıllarında “Homo ahretikus”ların marifetlerine. Akşin, kitabının “Koçkiri İsyanı” bölümünde (s. 250), şunları yazıyor: Türkiye, Batı Cephesi içinde ölüm kalım savaşımı içinde asker bulmakta zorlanırken, isyanı kesin olarak sona erdirecek bir güç ayıramıyordu. Öte yandan isyan eden kitle arasında sayısız aşiretin, şeyh ve ağalarının, reislerinin kulları homo ahretikus’ları idiler. Dolayısıyla çok kez mesele aşiret reislerini kazanmaktan ibaretti. Oysa diğer etnik isyanlarda da olduğu gibi Koçgiri isyanına katılanlarla ona karşı çıkanlar arasında fark, ahreti için yaşayanlarla dünyası için yaşayanlar arasında değildir. Bu, etnik bir ayrılıktan kaynaklanıyordu. Koçgiri isyancılarının istekleri ahretle değil, dünya yaşamı ile ilgilidir. ASKERDEN NİÇİN KAÇMIŞLAR"? Sakarya Savaşı öncesine rastlayan Kütahya-Eskişehir savaşlarında kitleler halinde kaçış yaşanmıştır. Sayın Akşin, bu sorunu anlatırken şöyle yazıyor: "İşin bir de toplumsal-ideolojik yönü var. Erlerin hemen hepsi, homo ahretikus, yani ortaçağ insanıydı. Ortaçağ feodal toplumlarda doğal organik önderler şeyhler ve ağalardı. Homo ahretikus, gözü kapalı, bu önderlere biat etmeye koşullanmıştır. Padişah böyle bir toplumda süper ağa, halife süper şeyh durumundaydı. Ona itaat kendiliğinden oluşan doğal bir ilişkiydi. Dolayısıyla İstanbul’dan komut geldiğinde Kuvayı Milliye’ye, BMM’ne karşı çıkmak, isyan etmek çok kolaydı. İç savaş böyle çıkarılabilmişti." Kurtuluş Savaşı'nda askerden, özel olarak da Kütahya Eskişehir Savaşlarında firar edenlerin yalnız ahretini düşünen insanlar olduğunu, hatta bunların padişah-halifeden veyahut da ağa ve şeyhlerinden gelen emir üzerine kaçtıklarını söylemenin sosyolojik bir gerçekliği yoktur. Öte yandan ahretikus’luk itaat ile ilgiliyse, bu durum, komutana ve hükümete itaat edenler için de geçerli olur. Bu mantık, kendi tezi açısından da ters tepmeye elverişlidir. Savaşta ölenlere “şehit” denildiğine göre, savaştan kaçınanlar ahreti değil kendi canını, malını düşünen kişilerdir. Yani savaşmayı göze alanlara göre ahiretus’luktan daha uzakta durmaktadırlar. Akşin, Tekalifi Milliye’yi konu aldığı bölümde bu ahretikus kavramını bir kez daha kullanmakta (s. 382) ve şöyle yazmaktadır: "Türkler bitkindi. Üstelik mütareke döneminde, Türkler iç savaş ve Yunan istilası yaşamışlardı. İç Savaşı sonuçta TBMM kazanmıştı; ama Kuvayı Milliye’ye silah çeken homo ahretikus Ankara Hükümetini ne ölçüde meşru hükümet olarak görüyordu?" GERÇEK NEDİR? Kitlelerin Kurtuluş Savaşı'ndaki tutumlarını dindar veya laik olmalarına göre sınıflandırmak büyük bir yanlışlıktır. Türkiye bugün olduğu gibi o dönemde de Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkeydi ve bu savaşa katılanlar da Müslümanlardı. Eğer gene de bu konuya ilişkin bir tahlil yapılacak olursa Müslümanlık duygularının bu savaşa katılmakta olumlu bir rol oynadığı söylenebilir. Bütün belgeler gösteriyor ki, Ankara’nın siyasi ve askerî önderleri, İslam âleminden destek isterken yaptıkları gibi, halka yayımladıkları bildirilerle de bu savaşın aynı zamanda din için yapıldığına vurgu yapmışlardır. Savaş boyunca orduya destek için yapılan mitingler cuma günleri namazdan çıkıldıktan sonra yapılmış, müftüler ve din adamları bu önderlerin arasında bulunmuştur. İzmir’in işgalinden başlayarak Kuvayı Milliye örgütlerini kuranlar, Balıkesir, Alaşehir, Erzurum gibi kongreleri toplayanlar arasında dindar olup olmamak gibi bir ayrışma yaşanmamıştır. Kurtuluş Savaşı bir bağımsızlık savaşı idi. Bunda eylemli olarak yer alıp alamamanın başka nedenleri vardı. Halkın uzun süren savaştan bıkmış olması, umutsuzluk, örgütsüzlük… Eğer o yıllara ait Türkiye’nin bir açık renkten koyu renge doğru bir dindarlık haritası yapılmış olsaydı, en açık renklerin İstanbul ve İzmir gibi kentlere ait olması gerekirdi. Oysa bu kentlerin halkları bağımsızlık isteğine duyarsız olmamakla birlikte savaş, başka stratejik nedenlerle de buralarda üst kurabilmiş değildi. Savaş üstleri, en dindar bölgeler sayılan sırasıyla Erzurum, Sivas, Ankara gibi kentlerde kurulabilmiştir. En büyük desteği de bu kentlerden başka Kastamonu, Bolu, Çorum, Kayseri, Eskişehir, Konya gibi kırsal alandaki kentlerden almıştır. Kurtuluş Savaşı'nın sosyolojisini doğru okuyamazsak, bu konuda yapacağımız tarih çalışmalarının değerinden çok şey eksilir... (22 Şubat 2019)

  • Yaratma

    Sanatçı, yaratma için uğraştığı sürece bütün tinsel zenginliğini ortaya koyar; kendini bütün varlığı ile eserlerine verir. Görmediklerimizi görür, gösterir; kelimelerin, çizgilerin, renklerin biçimlerin büyülü dilini bize öğreterek, doğayı güzelleştirir. Eser yaratabilmek için şu basamakları aşmak zorunluluğu vardır: 1. Yaratılması istenen bir konunun ortaya çıkması; 2. Konunun nasıl ele alınacağının, neler yapılacağının tasarlanması; bir çalışma planı yapılması; 3. Konu ile ilgili araştırmalar, gözlemler, deneyler yapılması; bilgiler toplanması; bütün bunların zihne yerleştirilmesi; 4. Durma, dinlenme dönemine girilmesi; 5. Buluşların gelmeye başlaması; 6. Eseri yaratma dönemine giriş ve kontrollü çalışma. Günümüzün sanatçısı kural dinlemeyen, yenilik yolunda ilerleyişine set çeken kuralları çiğnemekten çekinmeyen bir tutum içerisindedir. Buna rağmen, sanatın kuralsız olduğu düşünülemez. Yenileşme, değişme, kuralların yenileşmesinden, değişmesinden ileri gelmektedir. James Alen: “Hiçbir korku beslemeden kendini bir ülküye bağlayan fikir yaratıcı bir kudrettir, bu yaratıcı kudret, her işi başarır” diyor. Sartre ise şu görüştedir: “Yaratıcı edim, yarattığı ya da yeniden canlandırdığı birkaç nesne aracılığıyla, dünyayı tekrar ele geçirme ereğini güder. Her tablo, her kitap varlığın bütünlüğünün yeniden ele geçirilişidir; her sanat eseri bu bütünlüğü seyircinin özgürlüğü önüne getirir.” Var olduğumuzun en belirgin tutanağı, yaratmadır; bir eser ortaya koymadır. Sanatçı ancak yaratmakla, eser vermekle dünyaya gelişinin nedenini tanıtmış olur. Çünkü sanatçı; duyan, duyuran, duygu ve düşüncelere biçim veren; temizleyen, yükselten bir insandır. Edebiyat bakımından, her eser; sayısız koşulların, yaşantı ve gözlemlerin, duyuş ve düşüncelerin, inanç ve eğilimlerin etki ve öğrenimlerin meyvasıdır. Paul Valery: “Beni ilgilendiren şey eser değil, eserin nasıl yapıldığıdır.” der. Tanpınar için: “Sanattaki buluş ile mistiklerin vecd’leri arasında bir benzerlik hatta bir münasebet vardır. Bu, bir aydınlanma, anıdır” Taine’e göre: “Her eser, belli bir zamanın aynası ve ürünüdür; onu bu zamana göre kavramak, yorumlamak gerekir.” Matisse: “Bir ressam akliyle duygularını karşılaştırmamalı, yaratış içten gelmeli; akıl işe karışmamalı; duyguların yolunu şaşırtmamalı. Ancak, yaratış bittikten sonra kontrol ödevini görmeli” Darwin: “İnsanlığın iki adımı var: Taklik ve yaratma” Pascal’ın deyişiyle: “Bizi dışarı fırlatan şeylerle doluyuz.” Mermer üzerinde çalışırsak; eserimiz zamanla mahvolmaya mahkumdur; madeni işlersek, gelecek yüzyıllar emeklerimizi silecektir; mabetler kurarsak, hepsi bir gün bir toz yığını haline gelecektir; fakat ölmez olan dimağlar üzerinde çalışır ve onlara doğru prensipler aşılarsak, zaman tarafından yıkılamayacak ve bütün ebediyet boyunca bir meş’ale gibi karanlığı aydınlatacak bir eser yaratmış oluruz.

  • Gülten Dayıoğlu ile Söyleşi

    Mavisel Yener: Sevgili Gülten Dayıoğlu, yazdığınız eserlerin çocuğun hangi alandaki gelişimine katkısı olduğunu düşünüyorsunuz? Gülten Dayıoğlu: İnancıma göre kitap, çocuğu ve genci, tek ya da birkaç alanda değil, tümden kuşatır. Okur kitapla dilini , düşünce , algılama, yargı oluşturma, sorgulama düzeylerini geliştirir. Bilgisini artırıp belleğini zenginleştirir. İnsan tiplerini tanıma olanağı bulur. Yaşam içinde akıp giden türlü sorunlarla bunların bin bir çeşit çözüm yollarına tanık olur. Olumlu olumsuz pek çok deneyim edinir. Merakı bilenir, coşkusu tetiklenir. Hayal kurma yetisi şahlanır. Kısacası türlü besinlerle nasıl bedensel gelişimi sağlanırsa, çeşitli kitaplarla da zihinsel, ruhsal ve duygusal yapısı beslenip gelişir. Özetlersek, kitaplar ,çocuk ve genç okura yaşama değgin ipuçları vererek onu hayata hazırlar. Edebiyat dünyasının en işlek sokağı çocuk edebiyatı sokağı, o kadar çocuk kitabı var ki bunların arasından nitelikli olanını nasıl seçecek okur ve eğitimci? Bence bu seçimi öncelikle yazar yapmalı . Sonra yayınevleri elemeli daha sonra okurlar seçimde titizlik göstermeli. Ben yazdım oldu , rahatlığıyla çala kalem özensiz kurgular yapıp, bunları kitaplaştırarak okurlara sunmadan önce , yazar ince eleyip sık dokumalı. Çocuklarımızı beslerken, ne denli titiz ve duyarlı davranıyorsak, onlar için kitap hazırlarken de öylesine duyarlı olmak zorundayız. Özellik çocuk ve gençler için yazmaya soyunanlar , yazma konusunda aşırı titizlik göstermek zorunda. Cahil cesaretiyle yazılmış öylesine çok kitap var ki piyasada!.. Bu tür kitaplardan yayınevleri de sorumlu. Kitap seçiminde reçete vermem olanaksız. Ama en azından, dil çok önemli bir ipucu olabilir. Kitap seçme durumunda olanlar, öncelikle eserde kullanılan dilin yapısını irdeleyebilirler. Dil sağlamsa, o kitap ilk elemeyi geçmiş sayılır. Kurgunun, anlatımın, eserdeki hedeflerin, çocuğa ve gence göre olup olmadığı da çok önemli. Okura seçici olma bilinci vermek gerekiyor. Okurlar, özensiz yazılmış eserleri okumama alışkanlığı edinirse, bu kitaplar elenebilir.Bu konuda aile ve öğretmenlere çok iş düşüyor. Çocuğa göre kitap, çocuğa göre ürün nasıl olmalıdır sorusunun bilimsel bir yanıtı var mı sizce? Bu soru, bilimsel amaçlı seminerlerde ,uzmanlarca enine boyuna tartışılıp ilkeler saptanmalıdır. Çocuk ve genç, standart bir canlı türü değil ! Bu nedenle standart kalıplar oluşturmak uygun olmaz. Uzmanlar tarafından saptanan ilkelerin bileşkesi, belki yol haritamız olabilir. Sayın Prof. Dr. Sedat Sever ‘in kitapları da bizlere bu doğrultuda ışık tutabilir. Sevgili Dayıoğlu, siz bir öğretmensiniz. Öğretmenliğiniz sırasında yazmaya başladınız, hangi mesleğiniz daha ön plana geçiyordu yüreğinizde? Aldığınız ödüllerden en çok hangisi değerli sizin için? Öğretmenlikle yazarlık öylesine iç içe ki!.. Çünkü hedef kitlemiz çocuk ve genç. Yüzümüz hep onlara dönük. Doğrusu, yazarlık ve öğretmenliği birbirinden ayıramıyorum. Öğretmenliği çok severek yaptım . Yazmayı ise yaşam biçimi edindim. Ödüller yazarı onurlandırırken, daha iyi ürünler verme yönünde tetikler. Ve yazara sorumluluk yükler. Benim için her ödül değerli. Kitaplarımın, ülkemizin dört bir yanında okunması ise en büyük ödül.Hele hele, okurlarımdan , ana babalardan ve öğretmenlerden gelen , sevgi, coşku ve övgü dolu e-mailler, mektuplar, telefon ve fakslar , telefonlar!... Sizce çocuk edebiyatının en büyük sorunu nedir? Çözülebilir mi? Nasıl? Sevgili Mavisel Hanım, deveye boynun eğri demişler. O da olanca içtenliğiyle , Nerem doğru ki! Demiş ya ! Bence bu soruya ,okur , veli, öğretmen, yazar ve akademik otoritelerden oluşan, bir etkinlikle içe siner yanıtlar bulunabilir. Çünkü sorun tek değil.Çocuk ve Gençlik Edebiyatında sorun değil, sorunlar sarmalı söz konusu . Bu sarmalın , havanda su dövmek niteliğini aşan, yoğun ve ciddi çabalarla iplik iplik ayrıştırılarak çözümlenebileceğine inanıyorum. Tüm MaviAda okurlarına ve size sevgi yüklü selamlar gönderiyorum. Mavisel YENER / İZMİR , 2006 MART / ÖNEMLİ:maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN**

  • Üstad Necip Fazıl Kısakürek'e

    İstanbul, 5 Aralık 1980 Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Çoktan beri ziyaretinize gelmek istiyorum. Ancak ben, sizden çok uzakta oturuyorum. Çatalca’da, kimsesiz çocuklar için kurduğum vakıfta yaşamaktayım. Yine de bir gün ziyaretinize geleceğim. Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’nü kazandığınız için sizi candan kutlarım. Bu ödülü almakla Kültür Bakanlığını onurlandırdınız. Size gelecektim, ama üç gün sonra Almanya’ya gidiyorum; bir ay sonra döneceğim. Altı yıldan beri “Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı” adı ile bir yıllık çıkarmaktayım. Size son sayısını gönderiyorum, tetkik etmeniz için. İnşallah yüzüncü yaşınızda da sizi tebrik etmek bana kısmet olur. Ben sizden dokuz yaş küçüğüm. Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı için yetmiş beşinci yaşınıza dair bir yazı vermenizi rica ediyorum. Bu yazıyı eski Türkçe yazabilirsiniz. Size daha kolay gelirse… Yazmaya zamanınız yoksa bu mektubu size getiren hanıma söyleyerek yazdırabilirsiniz. Ama ben sizin yazınızı tercih ederim. Yazı, istediğiniz uzunlukta olabilir. Her ne isterseniz yazınız. Mesela yetmiş beşinci yaşınız dolayısıyla bir muhasebe, geçmişle muhasebe… Yahut hatıralarınızdan bir bölümü anlatabilirsiniz. Şiirinizde yahut tiyatro yazarlığınızdaki merhaleleri de açıklayabilirsiniz ya da büsbütün başka şeyler… Yazınızla birlikte bir de fotoğrafınızı rica ediyorum. Bu yıllığın neşri gecikmişti. Bu münasebetle mümkün olduğu kadar çabuk gönderirseniz beni sevindireceksiniz. Ziyaretinize geleceğim. Yolunuz düşerse bir gün sizi vakfa da misafir etmekten şeref duyarım. Neslihan Hanımefendiye lütfen saygılarımı bildiriniz. Her zaman dostluklar… Aziz Nesin

  • BİRİNCİ BAP

    Bir genç adama..Hakîm Heraklite... Yıldızlara ve aşka dairdir. Şehir uzakta Genç adam ayakta. Akıyor şehirden geçen nehir Genç adamın ayakları dibinden. Genç adam piposunu çıkarıyor cebinden aranıyor kibriti, Bakıyor akar suya düşünüyor Herakliti Düşünüyor büyük hakîm Herakliti genç adam: Kim bilir belki böyle bir akşam, böyle bir akşam Heraklit alnını yeşil gözlü zeytinliklere akan suya eğdi ve dedi: " ..Her şey değişip akmada bu hal beni hayran bırakmada.. " Heraklit..Heraklit ne akıştır bu! Ne akıştır ki bu dalgalarında dağlıdır alnı en mukaddes putun kızgın demir damgasıyla sukutun. Gebedir her sukut bir yükselişe. Ne mümkün karşı koymak bu köpürmüş gelişe .. Heraklit... Heraklit... akar suya kabil mi vurmak kilit? Şehir uzakta Genç adam ayakta. Akıyor şehirden geçen nehir genç adamın ayakları dibinden. Genç adam kibritini çıkarıyor cebinden yakıyor piposunu. II Dikine mustatil bir apartmanın en üst katında dört köşe bir oda. Perdesiz pencereler. Pencerelerin dışında yıldızlı geceler. Genç adam alnını dayamış cama. Ben romanın muharriri diyorum ki genç adama: Delikanlım: İyi bak yıldızlara onları belki bir daha göremezsin. Belki bir daha yıldızların ışığında kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin. Delikanlım: Senin kafanın içi yıldızlı karanlıklar kadar güzel, korkunç, kudretli ve iyidir. Yıldızlar ve senin kafan kâinatın en mükemmel şeyidir. Delikanlım: Sen ki ya bir köşe başında kan sızarak kaşından gebereceksin, ya da bir darağacında can vereceksin. İyi bak yıldızlara onları göremezsin belki bir daha.. Delikanlım: Belki beni anladın belki anlamadın. Kesiyorum sözümü. İşte kapı açıldı Geldi beklenen kadın. - BEKLETTİM Mİ? - ÇOK.. AMA ZARARI YOK... Kadın yakaladı genç adamı elinden. Genç adam yakaladı kadını belinden bir yumrukta kırdı camı. Oturdular pencerenin içinde.. Sarktı ayakları gecenin içinde... Işıklı bir deniz dibi gibi başlarında, sağda, solda gece yanıyor. Bacakları karanlık boşluklara sallanıyor. Sallanıyor bacakları sallanıyor bacakları... ...dudakları... Sevmek mükemmel iş delikanlım, sev bakalım! Mademki kafanda yıldızlı bir gece var, benden izin sana sev, sevebildiğin kadar...

  • İdiller Gazeli

    -GÜNÜMÜZ ŞİİRİ / HAYDAR ERGÜLEN- gözlerin yağmurdan yeni ayrılmış gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak sen bir şehir olmalısın ya da nar belki granada, belki eylül, belki kırmızı gövden ruhunun yaz gecesi mi ne çok idil, çok deniz, çok rüzgâr çocukluğun tutmuş da yine âşık olmuşsun sanki bana, sanki ah, sanki olur a aşk bile dolduramaz bazı âşıkların yerini diye övgü, diye sana, diye haziran heves uykudaysa ruh çıplak gezer gazel bundan, keder bundan, sır bundan gözlerin şehirden yeni ayrılmış gibi dolu, gibi ürkek, gibi konuşkan hadi git şehirler yık kalbimize bu aşktan

  • ÇILGIN NAR AĞACI

    Kıbleden esen yelin kemerler arasında ıslık çaldığı Bu beyaz avlularda, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı Nar dolu kahkahalar atarak aydınlıkta sıçrayan Rüzgârın inadıyla, fısıltıyla; söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, Şafakta yeşeren yapraklarının ışıltısıyla Bir zafer sevincinin renklerini coşturan? Çayırda çıplak kızlar sarışın kollarıyla Yeşil yoncaları biçmek için uyandıklarında - Uykunun sınırlarında dolaşarak - söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, İçinin saflığıyla kızların yeşil sepetlerini ışığa Ve adlarını kuş cıvıltılarına boğan, söyleyin, O çılgın nar ağacı mı dünyanın bulutlu gökleriyle savaşan? Kendini kıskançlıkla yedi tür tüyle süsleyip Ölümsüz güneşin bin bir rengine büründüğü gün, Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, Kaçmaya kalkan atın yüz kamçılı yelesine sarılan, Hiç acınma, hiç yakınma bilmeden, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, Ufuktan şimdi doğan bir umudu haykıran? Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, bize uzaktan Serin alevli yaprakların mendilini sallayan, Doğum sancısı içinde bin bir geminin, Bin bir kere yükselip alçalan dalgaları Bilinmedik kıyılara uzanan bir denizdeymiş gibi, Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, havanın saydamlığında donanıp gıcırdayan? Başı taa havalarda, ışıyan ve övünen mor salkımlarla, Tehlikelere açık, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, Dünyanın orta yerinde şeytanın fırtınasını ışıkla parçalayan, Ve günün, üzeri türkülerle işli sırmalı örtüsünü Boydan boya yayan, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, Günün ipek giysilerinden bir anda soyunup kurtulan? Söyleyin, ilkin büzgülü etekleriyle Nisan'ın, Sonra yaz şenliğinin ağustosböcekleriyle gülüp oynayan, Öfkelenen, her türlü gözdağını kara kötülükten arıtıp Güneşin kucağına esrik kuşlarını serpen, Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı bu, her şeyin, En gizli düşlerimizin bile üstüne kanat geren? Çeviren: Cevat ÇAPAN Odisseus Elitis (2.11.1911-18.3.1996 Yunanlı şair Odisseus Elitis'in asıl adı Odysseus Alepoudhelis'tir. 1911 yılında Girit'te Kandiya'da doğdu,18 Mart 1996'da Atina'da öldü. Ailesi, üç yaşındayken Birinci Dünya Savaşı başlayınca Atina'ya göç etti. Atina Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Ailesi fabrikatördü. Almanya'nın Yunanistan'ı, İtalya'nın Arnavutluk'u işgali sırasında Arnavutluk'ta anti-faşist direniş cephesinde çarpıştı. 1948-1952 yılları arasında Paris'te yaşadı. 1953'te ülkesine döndü. 1960'da Ulusal Şiir Ödülü'nü, 1979'da Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı.

  • Siz Aşktan Ne Anlarsınız Bayım

    Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca Alt katında uyumayı bir ranzanın Üst katında çocukluğum... Kağıttan gemiler yaptım kalbimden Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı. Aşk diyorsunuz, limanı olanın aşkı olmaz ki bayım! Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca Havı dökülmüş yerlerine yüzümün Büyük bir aşk yamadım Hayır Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı Tesbih tanelerim bitse göz yaşlarım... Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı. Aşk diyorsunuz ya Ben istemenin allahını bilirim bayım Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca Balkona yorgun çamaşırlar asmayı Ki uçlarından çile damlardı. Güneşte nane kurutmayı Ben acılarımın başını evcimen telaşlarla okşadım bayım. Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum. İnsan kaybolmayı ister mi? Ben işte istedim bayım. Uzaklara gittim Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım Süt içtim acım hafiflesin diye Çikolata yedim bir köşeye çekilip Zehrimi alsın diye Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz İlahiler öğrendim. Siz zehir nedir bilmezsiniz Zehir aşkı bilir oysa bayım! Ben işte miraç gecelerinde Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım, Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım, Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin Bir şiir aradım. Geçen üç yıl boyunca Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım. Ülkem olmayan ülkemi Kayboluşumu aradım. Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm. Bir ters bir yüz kazaklar ördüm Haroşa bir hayat bırakmak için. Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm. Kimi gün öylesine yalnızdım Derdimi annemin fotoğrafına anlattım. Annem Ki beyaz bir kadındır Ölüsünü şiirle yıkadım. Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım. Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca Acının ortasında acısız olmayı, Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım. Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım. Aşk diyorsunuz ya, İşte orda durun bayım Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım Kendimin ucunda Öyle ıslak, Öyle kötü kokan, Yırtık ve perişan. Siz aşkı ne bilirsiniz bayım Aşkı aşk bilir yalnız! Didem Madak: Günümüz Şairlerinden. Doğum tarihi: 8 Nisan 1970, İzmir, Ölüm tarihi ve yeri: 24 Temmuz 2011, İstanbul Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Şiirleri Öküz, Ludingirra ve Sombahar dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı olan Grapon Kâğıtları İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü’nü kazandı. Ah'lar Ağacı, Pulbiber Mahallesi öteki kitapları. Kanser nedeniyle 41 yaşında yaşamını yitiren şair Didem Madak'ın naaşı Edirnekapı'da defnedildi.

  • Gökyüzü, Yıldızlar ve Çamur

    maviADA - 2013 ÖYKÜ Üçüncüsü Nerden geldiğini bilmezdim, Kimsesizdi, belki kimliksizdi. Onun macerası onu ilgilendirirdi Kimseye ilişmezdi Yusuf Hayaloğlu Yaşamakta olduğum hayatı, içinde bulunduğum durumu ve korkularımı seviyorum. Ve sevdiğim bu hayatı yaşamakla mutluyum. Sevgilerimi, sevgililerimi ve düzenli hayatımı özlemediğim gibi kısır bir döngü içerisinde geçmekte olan ve hep bir şeyler olacağım diye uğraşmakta olduğum yaşantımı ise hiç ama hiç aramıyorum. Ne olacağını, nasıl olacağını ve ne zaman olacağını bilmediğim gibi; nerede ve ne zaman kiminle yeni bir güne merhaba diyeceğimi bilmeden yaşamayı da seviyorum. Sabah işe gitmek uğruna yatmak zorunda olmamayı; para için birilerine ve bir şeylerine hizmet etmeden yaşamayı; doymak, uyumak ve giyinmek uğruna çalışmak zorunda olmayışımı ise daha çok seviyorum. Her yeni birliktelikle başlayacağını çok iyi bildiğim yeni bir hayattan ve hiç tanımadığım herhangi biriyle taze, taptaze bir güne merhaba diyebilecek olduğumu bilmeyi de çok seviyorum. Yeni bir günde yaşayabilecek olacaklarımdan dolayı mutlu olabileceğimi bildiğim için kendimi daha bir seviyorum. Oldum olası asla bana göre olmayan ‘düzen içerisinde yaşamayı’ hiç sevmedim. Sevmediğim o düzenli hayatın bana sunmuş olduklarını yaşamayı ise hiçbir zaman istemedim. Bugün suçlanmış, dövmüş, dövülmüş, kavga etmiş ve çöpten yarı aç yarı tok doyurmuş olduğum bedenimle sokaklarda var olmayı seviyorum. Bu halimi gören insanların yol değiştirme gayretlerini, tiksinerek bakmalarını ve aşağılayıcı sözler söylemelerini, kendimi ve yaşantımı çok seviyorum. Ve bu halimle beni tanımayı başaramayan eski yaşantıma ait olan o insanları da seviyorum. Beni aldatan erkeğimi işte onu da ayrı seviyorum. Eski kocamı, eski kocamı mutlu eden hiç tanımadığım o kadını da seviyorum. Çok fazla hak etmeseler bile yıllarca mutlu ettiğimi sandığım erkeklerimi de hep sevdim ve sevmeye de devam edeceğim… Artık iyice sertleşerek çatlayan ve siyahî bir renk alan derimi, mısır püskülü gibi süklüm püklüm kir sarkan saçlarımı, elime sert sert gelmeye başlayan dudağımın üzerindeki kıllarımı, her gün biraz daha kalınlaşmakta olan kaşlarımı ve bu kadar uzamayı başardığı için oramı bile bana göstermeyen kıllarımı da seviyorum. Bir kaldırım kıyısında, bir bankta, bir mağaza kapısında, bir ağaç altında aç susuz it gibi titreyerek donmaktan korkmadan bir karton parçası üzerinde uyumaya çalışan beni de seviyorum. Bir şarabı kadehten değil, çöpe atılmış yarım bir şişeden içerken yanında balık yerine kurumuş bir ekmek parçası kemirmeye ise bayılıyorum. Acıktığım zaman lokanta vitrinlerine yutkunarak bakınmaya çalışan beni de seviyorum. Beni görmemek için yemeğine daha bir gömülerek yemeye çalışmalarına rağmen, akıllarının bir köşesinde her zaman ve hep ben olarak bulunmaktan ise gayet memnunum. Memnun olmamın ‘eğer tanrı beni onlara bu halimle göstermeseydi’ onlar da şükürsüz yaşayıp, mutsuz olacaklardı gibi bir nedeni ise hep var ve var olmaya da devam edecek. Kötü şeyler için suçlanmam kabul edilebilir değil ama hep yaşanmakta ve yaşanacak! Yaşayanını yıpratarak yaşanmaya devam edecek. Bunu ben biliyorum ama onlar hiçbir şey gibi bilmedikleri gibi bunu da bilmiyorlar, bilemiyorlar! Suçlamak kolay. Çok kolay ve zahmetsiz! Uğraşılmaya gerek duymayan ve kapatılmak üzere bekleyen suç dosyaları için bulunmuş mükemmel bir çözüm; al içeri, hırpala ve imzalat bir ifade! Sonrası ne onu, ne seni, ne sokakta ki insanı ne de asıl suçluyu ilgilendirsin. Ve onlar için, toplum için konu kapansın ve gerisi, yani ben (!) ne olursam olayım… Onlar da çok iyi biliyorlar böyle bir şey yapmayacağımı. İstesem de yapamayacağımı. Yapacak olsaydım, yapabilecek olsaydım o düzenli hayatı bırakır mıydım hiç? Asla! Beni bu para, güven, huzur, düzenli gelir, ev, araba, mücevher, bakımlı vücut, makyaj, çocuk, o, bu, şu ilgilendirmediği gibi; beni kimin neden suçladığı ve sürüklemek istediği o yerde beni zerre kadar ilgilendirmiyor... Ama yıldızları olmayan bir yere beni koymaya kalktıkları her seferinde şimdi yaptığımı hiç düşünmeden gene yaparım bir daha ve bir daha yaparım. Suçlasınlar ve dosyalarını kapatsınlar! Suçluyu, asıl suçluyu aramaktan da vazgeçsinler. Ama beni asla gökyüzümden yoksun bırakmaya ve böyle yaşama mahkûm etmeye kalkışmasınlar. Bir zamanlar bunu yapmaya kalkışanlara yaptığımı hiç düşünmeden gene yaparım. Hep yaparım. Beni taciz edenleri, birkaç saat kullanıp sokağa atanları, zorla sahip olacağım derken hırpalayıp dövenleri, pisliğimden iğrenip yüzüme tükürenleri, ayıplayanları, yolunu değiştirenleri, şehir dışına götürüp işini gördükten sonra bir it gibi terk edenleri… tek giysimi ve yarım şişe şarabımla kuru ekmeğimi çalanları asla hor görüp kızmadığım gibi hiçbir zaman da onlara direnmedim. Bana yapılanları olması gereken sıradan şeyler olarak görürken her şeyi hep sessiz sakin kabullendim. Ama gökyüzümün olmadığı bir yerde bir ben oluşturmaya çalışan insanları hiçbir zaman affetmediğim gibi asla da onlara teslim olmadım. Ve teslim olmadığım bu insanlara karşı elimden geleni fazlasıyla yaptım, yaparım, yapmaya da devam edeceğim. Bu dün böyleydi bugün böyle ve yarında böyle olacak. Kim ne derse desin! Yıldızları, ayı, güneşi, sıcağı, soğuğu, yağmuru, karı, çamuru yani beni ben yapan özgürlüğümü benden almaya kalkışmayacaklar. Asla kalkışmayacaklar gökyüzümü ve yıldızlarımı benden almaya! Benim kim olduğumu bulmaya ve bir yere ait yapmaya ise hiç uğraşmayacaklar. Beni kimsesiz, kimliksiz ve hep böyle var olmuş kabul edecekler. Açlığım, sefaletim, yalnızlığım, gökyüzü ve ben ve bendeki düşünceler. Asıl sefaleti yaşayanın kendilerinin olduğunu bilmiyorlar ki. Bir dilim ekmek, bir çorba, temiz bir yatak ve sıcak bir duş için neleri feda ettiklerini bir bilebilseler… İşte o zaman her şey o kadar basitleşecek ve yaşadıklarımı yaşayabilmek ve nasıl yaşadığımı öğrenebilmek ve neleri başardığımı bilebilmek için peşime düşecekler ama yağma yok! Ne yaşadıklarımı ne de geçmişte onlardan daha başarılı daha iyi bir durumda iken bugünü bu mutluluğu yaşayabilmek için terk ettiklerimi onlara öğreteceğim. Ben iyiyi ve kötüyü; dostluğu ve ikiyüzlülüğü; çıkarsız birliktelikleri ve paylaşmayı hep gökyüzünün altında öğrendim. Ve tüm bunları benden öğrenebilecek insanlar ise yaşamaları gereken hayatın, yaşadıkları hayat olmadığını öğrenmeleri… 03 Ekim 2011 * maviADA Dergisi GÜZ 2013: derginin bütününü görmek isterseniz tıklayın

  • ÇEŞM-İ CİHAN AMASRA

    DÜNYANIN GÖZÜ * AMASRA * AMASRA'ya ilk ve son 98'de gitmiştim. Farklı bir yol denemek için Karasu'dan girmiş, sahil boyu çok kötü, bakımsız, virajlı yollardan Trabzon'a ancak üç günde ulaşabilmiştim. Bunda yolların kötülüğü kadar o güne değin hiç görmediğim Orta Karadeniz'in bu yöresinin şaşırtıcı doğal güzelliği de etkindi. El değmemiş, dev ağaçlarla kaplı sık ormanlar, yabancıya, hele turiste çok alışkın olmayan bu nedenle "tanrı misafiri" muamelesi yapan insanlar, çoğu ahşap yöresel evler, Gidoret gibi antik çağdan beri kullanılan Allah yapımı limanlar, derin vadilerin arasında yer alan küçük ama sevimli doğal plajlar... çok ilgimi çekmişti. Ne var ki çok yorucuydu. Daha Zonguldak'ı geride bırakmış, bitmek bilmeyen virajları, dağları, vadileri aşarak o zamanlar henüz ilçe olan Bartın'ı geçmiş Sinop'a ulaşmaya çalışıyordum ki yemek yiyecek, dinlenecek bir yer aramaya başlamıştım. Ama nerde? Yol boyunca pek de fazla olmayan benzinlikler dışında ormanların içinde kaybolan yollarda tek bir karın doyuracak yer bulamamıştım. Elimdeki haritaya göre Sinop yakındı ama git git yaklaşamıyordum. Karadeniz'de dağlar, birkaç sıra halinde denize paralel uzanır. Şimdi bir dağ sırasını tutturmuş giden yol, denize çok uzak kalmış olmalıydı ki daha önce arada bir yüzünü gösteren o sevimli maviliği de epeydir göremez olmuştum. Sonunda umutsuz bir durumda bir çeşmenin başında durmuş, belden yukarı soyunup güneşten pişmiş başımı ve bedenimi yıkarken çevre köylerden birinden eşekli bir adam çıkıp gelmişti. Ondan öğrendiğim kadarıyla Sinop'a varmam epey zaman alacaktı, ama Kurucaşile'de ya da Amasra'da yemek bulabilirdim. Söyleyişinden yakın gibi algıladığım Amasra bildiğim değildi. Yine de sordum: "Nerde bu Amasra, kaç saatte giderim?" Adam eliyle sık ağaçları işaret etti, çok yakınmış gibi, "Orda," dedi. "Az ilerden sola sap, orda..." Dediği gibi yaptım, birkaç kilometre sonra ayrılan yoldan Kuzey'e saptım, şaşırtıcı bir biçimde hemen, çok uzak olduğunu düşündüğüm denizi görür gibi oldum, sonra gene kaybettim. Giderek eğim yapmaya başlayan yoldan inerken önce levhayı, sonra da aşağıda adalar topluluğu gibi duran yerleşimi ve denizi gördüm. Amasra'yı bulmuştum. ...ve 1460'da Fatih'in herhalde bu tepede durarak " İşte Çeşm-i cihan" dediği Amasra beni çok şaşırtmıştı. Sanırım kör olmayan herkesi de çok şaşırtacak, bir zamanlar adlandırıldığı gibi "uyuyan prenses" denilmeyi hak edecek dende gizemli ve hoş bir yerleşimdi. Amasra, Karadeniz'de çok rastlanmayan Ayvalık'a benzer pek de küçük sayılmayacak girintili çıkıntılı bir yarımada ve adalar üzerine büyük bir maharetle kurulmuştu. O yarımada 3000 yıllık, çok farklı kültürlerin anıtsal yapılarını ve günümüzün konutlarını, her aradığınızı bulacağınız, sezonunda insan kaynayan çarşısını beceriyle bir arada hem de toplasan 5 km karelik bir alanda, salon salomenje gibi birbiri içinden geçilen avuçiçi bir yerleşimde üstün bir minyatür gibi saklamayı bilen bir şehirdi. Akdeniz'in en turistik kentinde bile bunu görmedim: İnsanlar sanki bin yıldır tanışıyormuşsunuz, hep yanyanaymışsınız gibi , genlerinde global kültürün tüm izleri ve kaynaşıklığı varmış gibi sıcak, yakın ve sevecendi. Eril kültürün egemen olduğu bu coğrafyada çoğu kez işlevsellik önemsenir, estetiğe bakılmaz, ne var ki Amasra başkaydı. Başka bir ince ve çarpıcı güzellikte hoş bir desene denk gelmek beni hayli şaşırtmış en çok bu yanını merak edip araştırmıştım ta o zaman: Varsayımımın doğruluğuna da ne çok sevinmiştim: Amasra'yı Amasra yapan bir kadındı. Persli Prenses Amatris. Belki de şehir olarak ilk kuran kadın... Sesamos adıyla bilinen kenti ilk olarak Hititler veya Gasgaslar'ın m.ö. 12. Yüzyılda kurdukları söyleniyor. Şimşir ağacı ihracatı yapan kent, Pers imparatorluğu etkisine girmiş. Persli prenses Amastris, kendi adına yeni bir şehir kurmuş, bağımsız kraliçelik yapmış. Daha sonraları kent Pontusların, Romalı ve Cenovalıların eline geçmiş. 1200'lerde kale ve kiliseleriyle ünlenmiş. 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet Amasra'yı fethetmiş. Bir kiliseyi camiye çevirmiş. Osmanlılar döneminde kadılık merkezi olmuş. Kuş Kayası anıtı, muhtemelen Roma eyalet meclis sarayı olarak inşa edilen "bedesten", Roma imparatoru Claudius döneminde yapılan tek gözlü Roma köprüsü, bir kilisenin temelleri kalan Tavşan adası, 9. yüzyılda yapılan kale içindeki Fatih camisi, İç kale mescidi, hamam, tiyatro ve mağaralarıyla bugün de ilgi çekiyor. Elbette dünya değiştiği gibi Amasra da son gidişimden buyana, 20 yılda çok değişmiş. Hala çok güzel, gizemli ve etkileyici... Yine de ana yapılar coğrafyası izin vermediğinden aynı kalsa da çarşı ve kentin o bakir 3000 yıllık izler taşıyan havası sanki azalmış. Küçük çarşısı, kale içi... adım atılamayacak gibi insan kaynıyor. Sahil kente göre değil de gelip para bırakacak insanlara göre yeniden kurgulanınca, uydurma çay bahçelerinden ya da lokantalardan aşıp da giremeyeceğiniz estetik yoksunu bir yaşanmazlığa ha vardı ha varacak. Kötümserim belki, ama yirmi yıl sonra burada bildiğimiz Amasra olmayacak. Gözüm kaleye gitmeyi kesmiyor. Yine de Sormagir mahallesiyle Boztepe mahallesini birbirine bağlayan Kemere köprüsünü görmek isteğiyle insan seline karışıp gidiyorum. İnsanlar zor geçerken başka bir olanak olmadığından araçlar da o dar yollardan geçmeye uğraşıyor. Sonunda kale kapısından içeri girmeyi başarıp yükseğe doğru kıvrılarak giden yoldan, çoğu eski, tarihi binaların arasından tepeye , Amasra'nın en yüksek yerine nefes nefese kalarak da olsa tırmanıyorum. Tepeye kafe tepesi dense yeri, her yer kafe dolu. Birine oturup çayınızı içerek kiralık dürbünlerle her yanı, limanı, ünlü tavşan adasını izlemek mümkün. İniş daha keyifli ve kolay. Şimdi küçük çarşıda bulabileceğiniz her tür lokantada balık ya da et yemeklerinden yiyebilir, isterseniz hemen lokantanın önünden duşu ve kabinleri de bulunan plajdan küçük bir göl gibi, dar bir boğazla denize açılan, bu nedenle ünlü Karadeniz dalgaları korkusu olmadan güneşin altında renkten renge giren suya da girebilirsiniz. İŞTE AMASRA Dünyanın her yerinde yerleşik ve kapalı toplumlar korunmak için dışarıdan kolayca anlaşılıp yorumlanamayacak kurallar geliştirir. Aileler gibi... Biz anlamasak da, başka türlü yorumlasak da bu bir kültürdür. Ege ve Akdeniz dışında gezginin özgür ve rahat olma istenci kaygıyı da yanında getirir, hele kadınsa... Ama AMASRA öyle değil. Nereden yakaladığı bilinmeyen bir rüzgarla Amasra aşkın bir kent... Bir Ege, Akdeniz yerleşimi gibi rahat, yaşamaya tutkun, konuk sever ve sıcak insanlarla özgün bir Karadenizli... Ayrıca para gelsin diyerek dünyaya teslim olmuş Ege ve Akdeniz gibi yiyeceğinden insanına henüz globalleşmemiş daha; samimiyet ve yerel tatlar da bulmak mümkün. Gidin diye demiyorum, kimseye ihtiyacı yok Amasra'nın... Sokaklar tıklım tıklım insan, oteller pansiyonlar yetmiyor, yer bulamazsınız. Başında söyledik, Amasra bir avuç alana ustaca, daha doğrusu kadın eli inceliğiyle yerleştirilmiş, her şeyiyle eksiksiz minyatür bir şehir. Belki arabalar için otopark sıkıntısı çekebilirsiniz, bunun dışında her şeysi var. Sezonda fiyatları biraz tuzlu olsa da pansiyondan beş yıldızlısına kalacak çok yer var Amasra'da. Ama gezmeyi seviyorsanız Amasra bir günlük bir şehir. Ertesi gün gezmek için ancak merakınız varsa, hala ayı var mıdır bilmiyorum ama dağlara gezmeye gidebilirsiniz. Yine de üzülmeyin, Kurucaşile, Cide yakın, hele Safranbolu görmeye değer ve en çok 150 kilometre ya var ya yok... bir gece kalmalı turlarla gelmek en güzeli geliyor bana. Karadeniz, eğer karadan geliyorsanız hele de yabancıysanız sizi namahrem sayar, görmekte, ulaşmakta sıkıntı yaşarsınız. Parelel dağlar, sık ormanlar önünüzü keser. Bu nedenle de çok zaman bakir kaldı. Ne var ki kadın erkek herkesin çalıştığı, tabi iş bulursa çalıştığı ülkemizde artık salt zenginlerin değil herkesin olanaklarınca katıldığı turizm sayesinde ne bakir kaldı, ne saklanan. Amasra da bundan payını aldı. Yine de kurucusu prensesin ruhu hala onu koruyor olmalı ya da o rantı vadetmiyor ki henüz benzer çok yerde olduğu gibi o sit alanları birer gökdelene, temiz plajlar dev birkaç otelin tekelinde sıra insana yasak alanlara evrilmedi henüz. Fiyatlarsa Akdeniz'e göre bedava... Amasra hala güzel ve gizemli. Prenses Amastris, çok yaşlandı belki ama hala Amasra'da... O, YETTİNİZ ARTIK deyip gitmeden gidin, görün... *** MERAKLISINA GENİŞ TARİH Amasra yada tarihte bilinen ilk adıyla Sesamos şehri, M.Ö XII. Yüzyıla kadar uzanan bir tarihe sahiptir. Bu dönemde bölgede görülen Gasgas ve Hitit egemenliğinden sonra şehir, Fenikelilerce ticari amaçlara yönelik bir koloni olarak kullanılmıştır. Kısa süren Fenike hakimiyeti sonrasında İon kolonizasyon hareketleri ile şehir Miletli ve Megaralı denizcilerce ele geçirilmiş ve kısa zamanda tüm Batı Karadeniz sahilinin önemli bir ticari çekim merkezi haline gelmiştir. Özellikle bölgenin zengin orman ürünleri (başta şimşir, meşe palamudu, kestane olmak üzere) ticaretin gelişmesinde en önemli etkendir Bir dönem Lidya egemenliğine giren şehir, M.Ö IV. Yüzyılda Pers yönetimine geçmiştir. Makedonyalı Büyük İskender'in Anadolu'yu Pers istilasından kurtarmasından sonra Sesamos'un yönetiminin Persli bir prenses olan Amastris'e geçtiğini görüyoruz. Bu dönemde canlı bir ticari hayat ile şehir tarihinin en parlak dönemini yaşamıştır. Amastris' ten sonra iki yüzyıl kadar Pontus Krallığı'na bağlı kalan şehir M.Ö 70 de Romalıların hakimiyetine girdi. Paflagonya eyaletinin merkezi olan şehir, Roma İmparatorluğunun 395'te ikiye ayrılması ile Doğu Roma sınırları içerisinde kalmıştır. Doğu Roma yönetiminde 'Amastedos' adı ile anılan şehir, ticari fonksiyonlarını giderek kaybetmiş, özellikle dinsel bir merkez haline gelmiştir. 1071 Malazgirt Savaşı sonrasında, Kutalmışoğlu Süleyman Şah önderliğinde başlayan fetihler Amasra'ya kadar uzanmış, Türk komutanlarından Emir Kara Tigin tarafından kuşatılan şehir alınamamış, ancak buradaki Bizans Garnizonu vergiye bağlanmıştır. Bizans'taki taht kavgalarında zaman zaman bir üs merkezi olan şehir, Anadolu Selçukluları devrinde Selçuklu hükümdarı Rükneddin Süleyman'la dostane ilişkiler kurarak ticaretin yeniden canlanmasını sağlamıştır. XIII. Yüzyılda Cenevizli tüccarlar şehri ele geçirmişlerdir, Ekim 1460'ta Fatih Sultan Mehmet'in fethine kadar Ceneviz yönetiminde kalan şehirde canlı bir ticari hayatın yansıması olarak pek çok sanat eseri günümüze ulaşmıştır. Amasra'nın Osmanlılarca fethi öncesinde şehre tepeden bakan Fatih, hayranlığını şöyle dile getirir: ' Lala, Çeşm-i Cihan bu mudur ola?' Fetih sonrası şehirdeki iki kilise camiye çevrilir, bir kadı atanır ve Fatih'in emriyle Eflani Kalesi halkı Amasra'ya yerleştirilir. Osmanlı yönetimindeki şehir, Bolu Sancak Beyliği'ne bağlı bir merkez olarak varlığını sürdürmüş, bu dönemde şehri ziyaret eden Batılı gezginler büyük bir hayranlıkla bahsetmişlerdir. Mondros Mütarekesi sonrasında tüm yurtta olduğu gibi bölgede de direniş örgütleri kurulmuştur. Bartın Kuva-yi Milliye Teşkilatı oluşturulmuş, bu teşkilatın bir kolu Alemdarzade Nuri Efendi başkanlığında Amasra'da kurulmuştur. Nuri Efendi, Osmanlı hükümetine ve İstanbul' daki büyük devlet elçiliklerine çektiği telgrafta ' Amasra'nın Anadolu'nun kopmaz bir parçası olduğunu' bildirmiştir. Bu dönemde Zonguldak'ı işgal eden Fransızların Amasra'yı da işgal edecekleri haberleri karşısında, bu çıkarmayı önlemek için Kemal Bey (Samancıoğlu) komutasında Sahil Tasarrut Müfrezesi kurulmuştur. Kemal Bey önderliğinde Amasralı ve Kurucaşile'li gençlerden oluşan bu kuvvet bölgedeki eşkiyalık hareketlerine karşı başarılı mücadeleler yaptıktan sonra topluca cepheye giderek Kurtuluş Savaşı'nda görev alırlar. Yine bu dönemde Amasra maddi ve manevi yönden kurtuluş mücadelesine katkıda bulunmuş, özellikle İstanbul'dan Ankara'ya geçişlerde, Rusya'dan gelen yardımların aktarılması ve sahillerin güvenliğinin sağlanmasında önemli rol oynamıştır. Cumhuriyetimizin ilanından sonra Nafia Vekaletince yarım kalan imarına devam edilen Büyük Liman Mendireği 1929 yılında bitirildi. Ancak aynı yıllar Amasra tarihinin en zor yılları oldu. 1920'lerin sonları ve 1930'lu yıllarda Amasra dünyadaki ekonomik buhrana paralel olarak kömür ocaklarının üretimi kısması, çekicilik ve gemiciliğin geçersiz hale gelmesi ile yoğun olarak dışarıya göç verdi. 1930 Belediyeler Kanunu ile 1901'de ilk belediye teşkilatı kurulan Amasra'nın nüfusu iki binden az olduğu için belediyesi kapatıldı. 1931 yılında Amasra'yı ziyaret eden Mareşal Fevzi ÇAKMAK ilk kez Amasra'nın turizm potansiyelini vurgulayan devlet adamı oldu. Aynı yıl meydana gelen büyük fırtınada korkunç dalgalar mendireği aşarak limandaki çok sayıdaki gemiyi batırdı. Liman uzun süre kullanılamadı. İsmet İNÖNÜ 1938 yılında Cumhurbaşkanı seçildikten sonra ilk yurt gezisinde Amasra'ya uğradı. Coşkulu bir kalabalık tarafından karşılandı. 1940'lardan itibaren Amasra'da yeni bir canlılık kendini gösterir. Özellikle yaz aylarında çoğunluğunu büyük şehirlerde yaşayan bürokrat ve Karabük Demir Çelik Fabrikasının mühendislerinin oluşturduğu ilk turist kafileleri bu canlılığın temel nedenidir. 1950'li yıllarda Amasra artık adından söz ettiren bir sayfiye yeridir. 1951 yılında Üs Komutanlığının kurulması, ardından Büyük Liman Mendireğinin 650 metreye uzatılması ile Amasra askeri ve ekonomik bir değerde kazanmıştır. Bu hızlı gelişmeye paralel olarak 1955'de yeniden Belediye Teşkilatına kavuşmuştur. Selahattin EYİCE Amasra'nın seçilmiş ilk Belediye Başkanıdır. 7 Kasım 1960'da Amasra'yı ziyaret eden devlet başkanı Cemal GÜRSEL : ' En büyük kalkınma yolu turizm yoludur.' Diyerek bu noktada Amasra'nın ülke turizmindeki yerini de vurgular. Ertesi yıl 6 Ağustos 1961' de 500.Fetih Yıldönümü Amasra'da görkemli törenlerle kutlanır. Sonraki yıllarda bu kutlamalar geleneksel olarak devam ettirilir 3 Eylül 1968 Salı günü Amasra tarihinde kara bir gün olarak geçer. Saat 10 civarında meydana gelen 7 şiddetinde depremle bir çok bina tamamen ya da kısmen yıkılırken, 26 kişi hayatını kaybeder. Deprem sırasında önce 50 metre kadar gerileyen deniz sonrasında büyük dalgalarla Amasra'ya saldırır.. 1968 yılı sonlarında Amasra'yı ziyaret eden Cumhurbaşkanımız Cevdet SUNAY, ilkokulda şimdi emekli olan öğretmenimiz Mehmet DİNÇ'in sınıfında derse katılmıştır. Bu yıllarda Zeki MÜREN, İdil BİRET, Suna KAN gibi değerli sanatçılarımız başta olmak üzere çok sayıda turist çeken Amasra altın yıllarını yaşar. Yaz mevsiminde nar bahçelerinden yükselen enfes kokular ve görüntüler o yıllardan kalan hoş anılar olarak hala belleklerde yaşamaktadır. 1973 yılında Ereğli Kömür İşletmeleri (E.K.İ)'ne bağlı olarak Amasra Bölge Müdürlüğü(A.T.İ.) kuruldu. Bu tarihten sonra Amasra yönünü yavaş yavaş turizmden madenciliğe çevirdi. Bu gelişme ile Amasra dışarıdan göç almaya, sosyo - ekonomik yapısında yeni gelişmeler yaşamaya başlamıştır. 19 Haziran 1987'de T.B.M.M'nin aldığı kararla Amasra İlçe oldu. 28.08.1991 tarihinde Bartın'ın il olmasından sonra Zonguldak 'tan ayrılıp Bartın'a bağlandı. Halen benzersiz doğal güzellikleri, eşsiz koyları, deniz ürünleri, ağaç çekiciliği ve tarihi mekanları ile Batı Karadeniz 'in çekim merkezlerinden biri olan Amasra, turizmde yeniden görkemli günlerine dönme arzusundadır. Necdet Sakaoğlu'nun "Amasra'nın 3000 Yılı" kitabından alınmıştır.

  • Ütopya'sıyla Yaşayan Filozof

    -THOMAS MORE- Kral VIII. Henry'in danışmanlığına kadar yükselen ne var ki kralların mutlak hakimiyetine karşı çıkan düşünceleri yüzünden 6 Temmuz 1535'te “Kötü bir amaç uğruna haince ve şeytanca davranmak”la suçlanıp idam edilen Thomas MORE, ÜTOPYA adlı kitabıyla türünde en başta gelir. Sözcük olarak baktığımızda “Ütopya” aslında olmayan, tasarlanmış ideal toplumu anlatmaktadır. İşte Thomas More da roman sanatının henüz olmadığı bir dönemde, anlatı metni olarak kurguladığı "Utopia" adlı eserinde ütopik bir devlet tasarımı ortaya koyar. Bu devlette özel mülkiyet yoktur ve yasaktır. Herkes devlet adına üretir, para geçerli değildir. Üretilenlerden herkes ihtiyacı kadar alır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler. Yöneticiler, tıpkı Platon’un ideal devletinde olduğu gibi, çok sıkı bir eğitimle yetiştirilirler. Krala hayatı pahasına direnen ve inançlarını hiçbir baskı altında değiştirmeyen More, ölümünden beş yüz yıl sonra bile insanlığa umut aşılayan ÜTOPYA’sıyla ve arkadaşı olan "DELİLİĞE ÖVGÜ"nün de yazarı Erasmus’la birlikte “Sistematik olan her şeye” karşı hoşnutsuzluğu temsil eder Sonradan aristokratlık kazanmış, burjuva kökenli bir ailenin çocuğu olan Thomas More, 7 Şubat 1478'de, Londra'da dünyaya geldi. Babası dönemin önemli bir yargıcı olan Sir John More'dur. 1490-1492 yılları arasında Canterbury Başpiskoposu John Morton'nun hizmetine girerek burada eğitimine başlayan Thomas, bu dönemde Rönesans'tan da etkilendi. Eğitimini tamamladıktan sonra Başpiskopos Morton'un sayesinde Oxford Üniversitesi'ne girmeye hak kazanır ve burada geçirdiği iki yıl boyunca yazılar yazmaya başlar. Antik Yunan ve Latin edebiyatına da bu dönemde ilgi duyar. Ancak bu iki yılın ardından babasının ısrarıyla Oxford'u bırakıp Londra'ya geri dönerek 1496 yılında hukuk fakültesine girer. 21 yaşına geldiğinde bir avukat olarak Londra Barosu'na kaydolarak göreve başlar. Hukuk öğrenimi gördüğü yıllarda bir manastır yaşamı süren ve rahip olma isteğindeki More, 1501-1504 yılları arasında keşiş olmak amacıyla bir manastıra çekilir. 1504'te Avam Kamarası seçimlerine katılmaya karar verir ve parlamentoya seçilince manastır hayatına son vererek bir yıl sonra Jane Colt ile evlenir. 1499'da Hollandalı yazar Erasmus ile tanışınca aralarında sıkı bir dostluk başlar. Öyle ki Erasmus, 1509'da basılan Deliliğe Övgü adlı eserini Thomas More'a ithaf eder. Hem avukatlık yapan hem de parlamentoda yasama faaliyetlerine katılan More, kralların mutlak iktidarına şiddetle karşı çıkar ve bu düşüncesini etrafıyla paylaşır. Bu yüzden zamanla Kral VII. Henry'nin öfkesini üzerine çeker. Kralın öfkesinden kurtulmak için seyahate çıkmak zorunda kalan More, VII. Henry'nin 1509'da ölmesi üzerine ülkesine geri döner. Ertesi yıl yargıçlığa atanan More, hümanist tutumuyla halkın sevgisini kazanmaya başlar. Örneğin Chelsea'de bir huzurevi kuran More, 1517'de ayaklanan yoksul halkı yatıştırarak isyanı önler, isyanın elebaşlarını da idamdan kurtarır. More, üst düzey devlet görevlerine karşı isteksizdir ancak Kral VIII. Henry, 1517'de More'u hizmetine alarak özel danışmanı yapar. Bu dönemden sonra sürekli yükselen ve Kralın verdiği çeşitli görevleri yerine getiren ve onun düşüncelerini paylaşan More, zamanla kralın Protestanlığa artan ilgisi ve kiliseye olan negatif düşüncelerinden rahatsız olur. Bunun sonucunda 1531'de krala bağlılık yemini etmeyi reddeden More 1532 yılında hem Katolikliğe bağlı olduğu için hem de kralla çatışmak istemediği için sağlık problemlerini bahane ederek görevinden istifa eder. İstifasına rağmen kral, More'un peşini bırakmaz. Önce mallarına el koyar, ardından göstermelik nedenlerle sorgular. More, 1533'te Anne Boleyn'in İngiltere Kraliçesi olarak ilan edildiği taç giyme törenine katılmayı reddedince şimşekleri üzerine çeker. Kralı kilisenin başı olarak görmemeyi sürdüren Thomas More, Mart 1534'te Act of Supremacy'yi kabul ettiğine dair yemin etmeye zorlanır. Bu yasaya direnmesi üzerine tutuklanarak Londra Kalesine hapsedilir. Aynı yıl yargılanmaya başlanan More başlarda sessiz kalmak ister, ancak hakkında vatan hainliğine varan asılsız iddialar öne sürülmesi üzerine konuşmaya başlar. Konuştuğunda Act of Supremacy'nin Tanrı'nın yasalarına aykırı olduğu ve parlamentonun kimseyi kilisenin başı olarak ilân edemeyeceğini söyler. Bu sözleri üzerine ölüm cezasına çarptırılan More, 6 Temmuz 1535'te “Kötü bir amaç uğruna haince ve şeytanca davranmak”la suçlanıp idam edilir.

  • Francis Bacon

    YENİ ATLANTİS "Bilgi Güçtüɾ" Diyen Düşünür / Yeni Atlantis (The New Atlantis) Bacon'ın düşüncelerindeki ideal toplum düzenini yansıttığı eseridir. Felsefi, ütopyacı roman geleneğinin en güzel örneklerinden biri olduğu gibi, eser Bacon'ın özellikle Novum Organum'da belirttiği yöntemlerin sonuçlarının kurgulanışı, olgun, toplumcu biçimi olarak da ele alınabilir. Nova Atlantis, Bacon’un, bu bilim üzerine kurulu ütopik devlet tasarımı, her şeyin din üzerine kurulu olduğu Ortaçağ’ın Hıristiyan devlet anlayışına bir alternatif sunması bakımından anlamlıdır. Güney Yarım Kürede Büyük Okyanusun ortalarında yer alan Ben Salem isimli bir adada kurulmuş olan bu düşsel devlet dış dünyadan kopuk bir yaşam sürdürmekte, sadece on iki yılda bir dış ülkelere bir gemi göndererek oralardaki bilimsel gelişmeleri ve yenilikleri izlemektedir. Bu heyet incelemelerini kimseye belli etmeden yürütür. Okyanusta yolunu kaybeden yabancı bir gemi bu adaya düşünce adalılar bir yetkili adanın toplum ve devlet yapısını bu yabancılara anlatır. Adada dikkati çeken en temel nokta, bilimsel bilimsel ve teknik gelişmenin ulaştığı yüksek düzey ve buna bağlı olarak her yönüyle gelişkin bir toplum yetiştirilmiş olmasıdır. Ülkeyi bir bilim kurulu yönetmektedir. Süleyman Evi denilen yerde çalışmalarını sürdüren ve Bilimler Haznesi adıyla anılan bu kurulunun görevi, olayların sebepleri ve gizli nedenleri üzerine bilgi edinmek, mümkün olan her şeyi yapabilmek için insanın doğa üzerine egemenliğinin sınırlarını genişletmektir. Kurul 36 kişiden oluşur ve üyelerinin her biri bilimin belli bir alanında derin bir uzmanlığa sahiptir. Bunların çalışmaları gizlidir, sadece kendilerinden sonra gelecek olanları yetiştirirler. Işık Toplayıcıları adı verilen 12 kişilik grup gizlice yabancı ülkelere giderek son bilimsel gelişmeleri ülkeye taşırlar. Geri kalanlarsa bilimsel araştırma ve incelemenin tüm farklı veçhelerini gerçekleştirerek bilimsel gelişmeyi ileriye taşımaya çalışırlar. Bunlar üçer kişiden oluşan on iki gruba ayrılırlar ve gruplar yaptıkları işlere göre adlar alırlar. Örneğin üç üye bütün kitaplarda buldukları denemeleri topladıkları için bunlara ‘yağmacılar’ denmektedir. Geri kalan gruplar ise ‘sır adamları,’ ‘madenciler,’ ‘toplayıcılar,’ ‘drahomacılar,’ ‘lambalar,’ ‘aşçılar’ ve ‘doğa yorumcuları’ adlarıyla anılırlar. Ben Salem’in bilim kurulunun asli görevi olayların sebepleri ve gizli nedenlerini öğrenmek ve insanın doğa üzerindeki egemenliğinin sınırlarını genişletmektir. Süleyman Evinin bilginleri evreni aydınlatacak ışığı yakalamışlardır. Kurumun çalışma araçları ya da ortamları 21 grupta toplanmaktadır: Derin mağaralar, yüksek kuleler, yapma kaynaklar, yapma doğa evleri, sağlık odaları, hamamlar, bahçeler ve tüm geri kalanlar bilimsel araştırmaların sonuçları olan kazanımlar ya da yeni inceleme ve araştırma alanlarıdır. Bilimsel gelişmenin en üst düzeyini ve evrensel ışığı yakalamış olmak bu toplumun tüm bireylerini aydınlanmış ve erdemli kılmıştır ve bu yüzden mutlu bir yaşam sürdürmektedirler. Bilimin sağladığı nimetlere böylesine katıksız bir inanç, uzun yüzyıllar boyunca her şeyin dinle açıklandığı ve halen de açıklanmaya devam edildiği bir dönemde dinsel kurumlara meydan okuma ve bir alternatif sunma olarak anlamlıydı hiç kuşkusuz. Bilimsel ilerleme ve buluşların yarattığı güven ortamı ve iyimser hava her türlü güçlüğü bilimin çözeceğine olan inancı pekiştiriyordu. Bacon’un bu bilim toplumu ütopyası, dönemindeki gelişmelerin bir yansıması olarak kabul edilebilir. Aynı ideal Campanella’da da bulunmaktaydı. Ne var ki günümüzde bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yol açtığı çevre felaketleri bu konu üzerinde yeniden düşünmeyi ve öz eleştiri yapmayı gerektirmektedir. Francis Bacon, İngiltere kraliçesi I. Elizabeth döneminin adalet bakanı olan Nicholas Bacon’un oğlu olarak 1561 yılında dünyaya gelir. On iki yaşına geldiğinde Cambridge Trinity College’e giren Bacon, skolastik felsefeyle ilk kez tanışır ve karşıt görüşlerinin temelleri burada atılmaya başlar. 1576 yılında hukuk eğitimi almaya başlayan Bacon, Fransa’daki İngiliz elçisinin yanında çalışma teklifi alarak Fransa’ya gider. 1579 yılında babasının vefatının ardından İngiltere’ye dönen Bacon, yarıda bıraktığı hukuk eğitimine devam eder. Hukuk öğrenimini tamamladıktan sonra avukatlık yapmaya başlayan Bacon, avukatlığın yanı sıra siyasi kariyer edinmek için de çalışır ve bunun sonucu olarak İngiliz Parlamentosuna seçilir. Kraliçe I. Elizabeth’e olan bağlılığı sayesinde kariyerinin en parlak dönemlerini yaşar. Kraliçe I. Elizabeth’in ardından tahta geçen I. James döneminde de çok önemli görevler üstlenir. Sir unvanı da alan Bacon İngiltere baş yargıçlığına kadar yükselir. 1621 yılında rüşvet suçlamasıyla karşı karşıya kalan Bacon, bu suçlamadan dolayı yargılanarak mahkum olur ve böylece de kariyerinin sonuna gelir. Bundan sonɾa ne paɾlamentoda ne de heɾhangi biɾ politik konumda bulunma imkânı kalmayan Bacon, siyasetten koparak hayatının geɾi kalan yıllaɾını felsefi düşünceleɾe adar ve 1626 yılında zatürreye yakalanarak hayata veda eder. Francis Bacon’ın en önemli eseri olan Essays yani Denemeler, kendisini edebiyat alanında da üne kavuşturur. İnsanoğluna yalnızca doğanın gizlerini değil, yaşamın güçlüklerini de açıklamayı amaçlayan Bacon, ortaya koyduğu yeni mantığı, insan ilişkilerini de kapsayacak biçimde tasarlar. Bu yüzden Essayes’de tutku, ikiyüzlülük, kin ve sevgi gibi yalın yaradılışları irdelemeye çalışır. Tarihten ve kendi gözlemlerinden çıkardığı deneyimlere dayanarak davranış ve güdüleri inceler ve genellemelere varır. Bu yoldan insanoğlunun yaptıklarını ve yapması gerekenleri ortaya koyar. Gerçekçiliğin ve ahlaksal ideallerin bir karışımı olan bu denemeler, dünyevi bir bilgelik taşır. Yazılarına yansıyan kişiliği son derece berrak ve canlı olan Bacon’un anlatımı insanı sıkmayan zengin imgelerle doludur. Okuyucusunu kolayca avucuna alarak zihnindeki akışa katar ve böylece düşüncelerini harekete geçiren duygu dünyasına taşır. Gerçek bir iletişim ustası olarak titizlikle işlenmiş dengeli cümleler kurar; düşüncelerini sunuş biçimi sağlam bir yapı gösterir. Bacon yapıtlarıyla bilimin ve felsefenin gelişme yolunu göstermiş, doğa ile us arasında bir bütünlük kurulabileceği inancını yerleştirmiştir. Denemelerinde Makyavelist bir ahlakî görüşü savunan Bacon, Hristiyan ahlak yapısından uzak bir görüş ortaya koyar. Buradan yola çıkarak ortaya koyduğu anlayışa en yakın yönetim biçimi olarak da Otokrası’yi önerir. Otokrasi, bir hükümdar, küçük bir küme ya da tek bir siyasal partinin siyasal erki elinde bulundurduğu bir yönetim biçimidir. Francis Bacon’ın bilimsel gelişme adına ortaya koyduğu rolün önemi hiçbir şekilde tartışılmaz. Bilimi bağnazlıktan sıyırmak adına savaşan önemli bir düşünürdür. Bacon'ın felsefesinin odağı bilimdir. Ona göre bilim bir ilerleme, gelişme sürecidir. Tarih boyunca dinsel, siyasal ve düşünsel nedenlerle önem verilmeyen bilimin, insanları aydınlatma ve yönlendirme işlevini öne çıkarmak gerekir. Bilim, sözcüklerle oynama yerine, doğanın özünü kavramaya yönelmelidir. Doğaya egemen olmanın birinci koşulu, onu kendi bütünlüğü içinde bilmek. onu düzenleyen genel yasaları kavramaktır. Bunun yolu da deneyden geçer. Kesin bilgi. kuşkunun bittiği yerde başlar. Bacon'ın belki de en önemli katkısı idola adım verdiği yanıltıcı düşüncelere ilişkin uyarısıdır. Ona göre idola, kişiyi doğru ve kesin bilgiye ulaşmaktan alıkoyan, deneyle bağlantısı olmayan önyargılardır. Bacon, Novum Organum da bu yanıltıcı düşüncelerine yer verir.

  • CUMHUR'un EVİNDE

    Bursa'dan Gemlik, İstanbul yönünde yarım saattir. Bir tepeyi aşınca bozkır, Orhan Veli'nin "...gemliğe doğru denizi göreceksin sakın şaşırma..."dediği gibi hiç beklenmedik biçimde bir sırtın üstünde biter. Hemen her mevsim yemyeşil tepelerle çevrili dar körfez ve uysal deniz aşağılarda bozkıra eklemesi zor, uyumsuz, zarif, romantik bir kartpostal gibi uzanır . Şaşırtan da herhalde budur. Oradan bakınca denizin sol yanında Mudanya'ya değin uzayan dantelalı kıyıyı, karşıda ise Armutlu yarımadasına kıvrılan yamaçları, belki biraz gayret etseniz bir zamanlar Demokrat Parti hükümetinin Cumhurbaşkanı da dahil hapis yattığı açıktaki Yassıada'yı bile görürsünüz. Dirsek yapıp yüksek bir eğimle kıyıyı izleyen yol, aşağıda çatallanır. Ana yol Gemlik'in artık içinde kalan kavşaktan geçip Yalova'ya, İznik'e devam ederken, bir damarı da batı konumlu kente döner. O kavşaktan ayrılan virajlı, dik, ama kısa bir asfaltla da doğu yamacına yerleşmiş şimdi mahalle olan Umurbey köyüne varılır. Türkiye'nin üçüncü cumhurbaşkanı Celal Bayar, zeytin ağaçlarıyla kaplı bu köyde, 93 Harbi nedeniyle Balkanlardan göçen bir ailenin üç çocuğundan biri olarak 1883'te doğmuş. Savaş, görev, politika derken zaman zaman uzak kalsa da yaşamının her döneminde köyüyle bağını sürdürmüş. 1970'lerde kendi olanaklarıyla bir müze de kurmuş orada. 1986'da 103 yaşında İstanbul'da vefat eden Bayar, devlet töreniyle getirilip bu köyde yaptırılan bir anıt mezara gömülmüş. Ana yoldan rahatlıkla görülen, sur duvarı gibi yükselen yapı, tek değil, devlet tarafından yaptırılan anıt mezar , müzesi ve kütüphanesini içeren bir yapılar bütünü. Türkiye'nin asker kökenli olmayan ilk cumhurbaşkanı hakkında çok şey okudum. Gerek Cumhuriyet öncesi İttihat ve Terakki'de Bursa ve İzmir'deki hizmetlerini, İzmir Kız Lisesinin, Altay'ın kuruluşuna katkılarını, gerekse Kurtuluş Savaşı yıllarında Galip Hoca adıyla İzmir'in işgalinde efelerle birlikte elde silah katıldığı mücadeleyi, Cumhuriyet döneminde vekilliğini, bakanlığını, Atatürk'ün isteğiyle kurduğu İş Bankasını, yine Atatürk'ün isteğiyle İnönü'nün yerine üstlendiği başbakanlık görevini biliyorum. BAYAR'ın ATATÜRK'ün direktifleriyle Yeşil Ordu ve resmi Türkiye Komünist Fırkası'nın yöneticileri arasında yer aldığını ancak ilgili olan bilir. İyi bir Atatürkçü ve laik olan Bayar, Atatürk'ün ölümünden sonra İnönü'nün en güçlü olduğu dönemde parti içinde onunla çatıştı. Kendi partisinin hükumetine güvenoyu vermeyen birkaç milletvekilinden biri oldu, bu nedenlerle partiden ihraç edildi. Ardından DP'yi kurdu, beş yıl sonra da ezici bir üstünlükle kazandığı seçimle önce başbakan ardından İnönü'nün yerine Cumhurbaşkanı seçildi. Cumhurbaşkanlığı da 1960 ta ki darbeye kadar sürmüş, ardından yargılanıp önce idama sonra da hapse mahkum edilmiş, 1964'te de tereddütle af edilmiş, sonraki dönemde de aktif olmasa da bir anlayışın duayeni olarak siyasette varlığı ölünceye değin hep hissedilmiş biri Bayar. BAYAR'ın yaşamı bütünüyle ülke tarihi bir roman, her yönüyle öğretici ve ilginç. Öğrenirken en çok İnönü gibi, Bayar gibi şaka değil, gerçeğinde her biri ulusal bir kahraman olan bu dev insanlar keşke siyasete hiç girmeselerdi, bir grubun, bir partinin değil, hepimizin kahramanı olarak kalsalardı, şimdi ne kadar sağlam bir ulus olacaktık gelir aklıma. Siyasetçi her yerde bulunur, ama kahraman... nerde? Bu siyaset ne iğrenç bir değirmen, nefretle, düşmanlıkla, ötekileştirmeyle, kardeşlerin kanıyla dönüyor... diye düşünsem de çok takılmamam gerektiğini öğrendim artık, insan bu; o yanı da var, bu yanı da... Yeter ki kendince haklı haksız bir menfaat görmesin, aklını karartıp tüm gücüyle karşısındakine yüklenen, bazen de yok eden ya da yok olan, yeni dünyanın kahramanı oluyor. Kaybederse üzülmesin gün gelir, onu beğenenler bir gün iktidar olur, iadei itibar gelir. Yanlış mı bu; hem de boydan boya; ama o öyle olacak ki, sen de böyle olasın... O yüzden belki yeterince kullanıldığım ilkgençliğim hariç, bir partinin kulu olmayı reddettim, aktif siyasetten uzak durmayı seçtim. Ne var ki kabul ediyorum, ben Bayar, İnönü değilim, ülke sevgimi savaş alanlarında kurşunla test etmedim. Biz olsak olsak rastlantısal yurtseveriz. Onları anlamak kolay değil. Ne var ki, Bayar'ın bir eylemini yine de garipserim, bu kadar bilge ve deneyimli bir adam bu çelişkiye neden izin verdi diye düşünürüm. İnönü'yle sistemin liberalleşmesi, tek adam yönetiminin sona ermesi, cumhurbaşkanının partiler üstü olması gerektiği, aynı zamanda parti başkanı olmasının doğru olmadığı gibi tezlerle haklı olarak çatışan BAYAR, ilginçtir kendi cumhurbaşkanlığı döneminde bu konuyu düzeltme yönünde bir girişimde bulunmamış, aksine meşhur DP amblemli bastonuyla partinin bilfiil lideri olarak hareket etmiş, hatta son dönemlerde Menderes hükumetinin muhalefeti baskılayan tavrında da etkin rol oynamıştır. İktidar ne garip şey, aklın düşünme yeteneğini bozuyor sanki... Yamacı tırmanarak köy sokaklarından anıt mezara doğru giderken bunları düşünüyorum. Yetmiş yaşında herkesin kahramanıyken elde ettiği iktidarı, en üst mertebede, üstüne üstlük mutlak güç haline geldiği yerde acıklı bir biçimde 80 yaşında yitirip, iktidarsız, bir grubun siyasi menfaatleriyle taptığı olarak, büyük bir azimle de sonraki siyasetin gündeminden hiç eksik olmadan 103 yaşına kadar 22 yıl daha dik duran efsane cumhurun evini şimdi daha çok merak ediyorum. En çok da bu istek ve enerjiyi nasıl sağladığını? DEVAMINI, CELAL BAYAR'IN müzeEVİNİ ve ANITmezarı RESİMLERİYLE GÖRMEK İSTERSENİZ TIKLAYIN *

  • “AÇ SANATÇI” ROMANTİZMİ

    “AÇ SANATÇI” ROMANTİZMİ ... Genel olarak etrafta yazarı rahat hissettiren yaratıklar olduğunda onun daha iyi yazdığına inanırım. Yazarın açlıktan ölüyor olması ve üretebilmeye başlamadan önce her şeyin altüst olması gerektiği hakkındaki romantik mite katılmıyorum. Eğer iyi bir yemeğiniz ve elektrikli daktilonuz varsa daha iyi yazarsınız. Marguez * Andreas'ı bilir misiniz? Hani kiralık bir odada yarı aç, sefil bir hayat süren, ama yazar olmak isteyen genci. "Aklımızdan başka kaybedecek neyimiz var," diyen gururlu çocuk... Çok yoksuldur. Birkaç gazetede yayınlanan yazısından aldığı paralarla karnını doyurmaya çalışır. Yazları çoğu zaman parklarda kalır, yazılarını da sokaklarda yazar. Çok aç kaldığı zaman üstündeki eski püskü giysilerini satarak karnını doyurur. Giysi dediğin sonuçta ona da gerekli. Bazen bir çakıltaşını açlığını unuttursun diye ağzında saklar, bazen de parmağını kanatıp kanını emer. Fakat asla ideali olan yazarlıktan vazgeçmez. Andreas sokaklarda yazarlığı için çok zengin bir malzeme ile karşılaşır. Hiç tanımadığı insanlarla dost olur, onlar hakkında zihninde hayaller kurar. Hayal gücü çok geniştir. Yazma tutkusu ona inanılmaz şeyler düşündürür. Açlığın da etkisiyle sürekli zihnindeki kurgularla gerçeği birbirine karıştırır. Andreas, yazılarından para kazanamaz, iş bulmak için başvurduğu hiçbir yerden olumlu yanıt alamaz. Yavaş yavaş aç kalmaya başlar. Bu arada kaldığı odasının da kirasını ödeyemez. Çok gururlu olduğu için bu durumdan utanır. Yardım isteyemez, dilenemez. Zamanla açlık dayanılmayacak hâle gelir. Soğuğun da etkisiyle zihni bulanmaya başlar, yazdıkları kötüleşir. Sonunda yazarlık hülyalarını geride bırakıp bir gemiye tayfa olarak yazılır ve denize açılır. Andreas, Nobelli yazar KNUT HAMSUN'un ünlü yapıtı AÇLIK'ın kahramanıdır. Rivayete göre yazarın hayat hikayesinden derin izler taşır. Elbette yazar gemici olmaz, sonunda başarır. Ne var ki sanki gençliğinde yaşadığı o açlık ve güven duygusu ihtiyacı hiçbir zaman yakasını bırakmaz. 1920 Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasına, o güzel kitaplarına karşın ilerlemiş bir yaşta Naziler’e verdiği desteğin nedenini kimse anlayamaz, ancak bir tür delilik olabileceği gerekçesiyle evine kapatılır, ardından bir psikiyatri kliniğine yatırılır.

  • Safranbolu

    Adını ve saltanatını bir çiçeğe borçlu bozkır güzeli: SAFRANBOLU SAFRAN çiçeği 3000 yıldır, sağlık, kozmetik, boya, afrodizyak, yatıştırıcı hatta uyuşturucu olarak kullanılmış , şimdi de dünyanın en pahalı baharatı bilinen bir bitki. Anadolu'nun aydınlanması oldu mu? Belki Cumhuriyet döneminde bir ölçüde, o da her yere ulaşamadı. Öyle ya koca Anadolu,kolay mı? 1600'lü yıllar herhalde bu toprakların en karanlık yıllarından biri... Ne var ki bazı bölgelerin gelişmeye başladığı görülür, kimi kentler bir küçük İstanbul olmuş. Oysa kabul edilebilir belirgin bir neden yok... Tanrı gülümsemiş işte. Oysa yaşam rastlantıyı ve talih oyunlarını hiç sevmez, mutlaka bir neden vardır. Dünün bedevisi Arabın bugün dünya siyasasında başrol oynatılmaya çalışmasındaki basit neden gibi: Ajda boşuna yapmadı o şarkıyı" Aman petrol, canım petrol..." diye... Eğer SAFRAN denen o çiçek ve onu çok iyi kullanmayı bilen CİNCİ HOCA adıyla bilinen Karabaşzade Hüseyin Efendi olmasaydı ne Safranbolu olurdu, ne de o muhteşem konaklar. Kuşkusuz ciddi depresyonik sorunları olan padişah Deli İbrahim'in saltanatı da epey zora girerdi... SAFRANBOLU: CAM TERAS: 75 TON AĞIRLIĞA DAYANDIĞI SÖYLENEN CAM TERAS, ÜLKEMİZDE İLK ÖRNEK... GÖRMEYE DEĞER... Safranbolu’da bulunan ve Türkiye’de bir ilk olan cam seyir terası, UNESCO tarafından Japonlara yaptırıldı. 11 metre uzunluğunda olan kanyon üzerinde boşlukta yer alan cam seyir terası, yerden 80 metre yüksekte... * TARİH * Safranbolu‘da insan toplum yaşamının M.Ö. 3000 yıllarına kadar dayandığı tahmin edilmektedir. Bölge Paleolitik çağdan beri bir yerleşme alanıdır. Bölgede bilinen en eski uygarlık Gasgas’lardır. Daha sonra sırasıyla Hititler, Dorlar, Paphlagonlar, Kimerler, Lidyalılar, Persler, Kapadokyalılar, Elenler(Eski Yunanlılar), Pontlar, Galatyalılar, Bitinyalılar , Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar bu bölgede egemenlik kurmuşlardır. Homeros‘ta bu bölge Paphlagonya adıyla geçmektedir. M.S. 395 yılında Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılması ile Safranbolu, Doğu Roma İmparatorluğunun (Bizans) egemenlik alanında kalmıştır. Yöreye Türklerin 10. Yüzyıldan önce gelerek yerleştiklerine ilişkin izler bulunmaktadır. Ancak bu yerleşimlerin gruplar halinde olduğu ve egemenlik iddiası taşımadığı sanılmaktadır. 1074 yılında Ankara-Kastamonu üzerinden İstanbul’a gitmekte olan bir Bizans ordusuna yolda göçebe Türkmenlerin saldırmış olması, Türklerin yörede giderek egemenliğe yöneldiklerinin işaretidir. Safranbolu tarih boyunca çeşitli uygarlıklar arasında el değiştirdiği gibi Türklerle Bizanslılar arasında ve hatta Türk Beylikleri ile Osmanlılar arasında da el değiştirmelere konu olmuştur. 1213-1280 yılları arasında Çobanoğlu Beyliğinin egemenliğinde kalan Safranbolu’nun siyasi tarihi bu tarihten itibaren yaklaşık elli yıllık bir süre için netliğini kaybetmektedir. Bir kısım yazarlar bu dönemde Safranbolu’da Umur Beyin bağımsız bir Türk beyliği kurduğu görüşündedirler ve bu görüş Bizans kaynaklarınca da desteklenmektedir. Bu dönemde Gerede ile Safranbolu arasında ilişkiler bulunduğu ve İbn Batuta’nın sözünü ettiği Gerede Beyliğinin merkezinin Safranbolu olduğu ileri sürülmektedir. Candaroğlu Süleyman Paşa Safranbolu’yu 1326 yılında kendi egemenlik sahasına katmıştır. 1332 yılında Safranbolu’yu ziyaret eden İbn Batuta şehrin o günkü durumu ile ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir. Demir-Çelik endüstrisinin burada kurulması ile Karabük hızlı bir gelişme göstermiş, 1995 yılında il statüsüne kavuşturulmuş ve Safranbolu Karabük iline bağlanmıştır. Çok eski dönemlere dayanan bir tarihi geçmişe sahip olması ve çeşitli uygarlıklar arasında el değiştirmiş olması nedeniyle Safranbolu’nun adı da sıklıkla değişmiştir. Türklerden önce şehrin “Flaviopolis” (safran kenti), Germia, Theodarapolis ve Dadybra adlarıyla anıldığı yönünde tezler bulunmaktadır. Ancak bu adlardan Dadybra’nın kesin olduğu ve M.Ö. 21. Yüzyıldan beri kullanıldığı kabul görmektedir. Türklerden sonra şehir Zalifre, Taraklı Borglu, Zagfiran Benderli, Zağfiranbolu adlarıyla anılmış olup 1940 yılından sonra şehrin adı Safranbolu olmuştur. Safranbolu’nun Türkler döneminde taşıdığı adların sonunda bulunan borglu ve borlu eklerinin Hint Avrupa dillerinde “kale” anlamına gelen “borg, burg” kelimelerinden türediği ve “kaleli şehir” anlamında kullanıldığı ve sonradan “bolu” şekline geldiği , tarih araştırmacısı Hulusi Yazıcıoğlu’na ait eserde ifade edilmektedir. Safranbolu çok eskilere dayanan tarihi geçmişi içerisinde, bilinen en üstün ekonomik ve kültürel düzeyine Osmanlı Döneminde varmıştır. 17. yy.’da İstanbul-Bolu-Amasya-Tokat-Sivas Kervanyolunu Sinop’a bağlayan yol, Gerede-Safranbolu-Kastamonu güzergahını izlemekteydi. Safranbolu’nun bu yol üzerinde önemli bir konaklama merkezi oluşu, bölgede ticaretin gelişimine imkan sağlayarak yöreyi hızla zenginleştirmiştir. Bugün Çarşı kesiminde aynen korunmakta olan Cinci Hanı’nın ihtişamı o günün hareketliliğinin göstergesidir. Yöre halkının İstanbul ile ve Osmanlı Sarayı ile yakın ilişkileri olmuş, Safranbolulu Cinci Hoca Anadolu Kazaskerliğine kadar yükselmiştir (1644). Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa bir dönem Safranbolu’da ikamete tabi tutulmuş, sonrasında bir cami yaptırmış ve bu cami 1661 yılında ibadete açılmıştır. Safranbolulu olup sadrazamlığa kadar yükselen İzzet Mehmet Paşa’da Çarşı kesiminde bir cami yaptırmıştır. Safranbolu bu dönemde İstanbul’la yoğun ilişkilerinin yanında Kastamonu ile de ilişki içindedir. Yöre insanları zamanla İstanbul’a ve Kastamonu’ya giderek buralarda iş edinmeye başlamışlar, nakliyecilik, fırıncılık ve benzeri iş alanlarında söz sahibi olmuşlardır. İstanbul ve Kastamonu ile yaşanan ilişkiler, ticarette ve üretimde edinilen deneyim ve Ekonomik güç zaman içinde Safranbolu’nun gelişimini biçimlendirmiştir. Çarşı’da ve Bağlar’da biri kışlık ve diğeri yazlık olmak üzere yüksek kültür düzeyinde iki yerleşim oluşmuştur. Bu kültürel birikimin ve zenginliğin sonucu olarak gerek kentleşmede, gerek konut kalitesinde ve gerekse insan ilişkilerinin düzenlenmesinde zirveye varılmıştır. Çarşı kesiminde dericilik, yemenicilik, demircilik, bakırcılık, manifaturacılık, semercilik, nalbantlık ve kereste ticareti son derece gelişmiştir. İş alanları lonca düzeni içinde ayrı çarşılar şeklinde organize olmuşlardır. Safranbolu, sahip olduğu ekonomik gücü ve insan kaynaklarını Kurtuluş Savaşı sırasında büyük özveriyle kullanmıştır. Bu savaşta ordunun ayakkabı ihtiyacı büyük ölçüde Safranbolu’dan karşılanmıştır. Orduya çok sayıda asker de gönderen Safranbolu en çok şehit veren yerler arasındadır. Safranbolu’nun eski tarihi ile ilgili olarak bugün halen mevcut olan eserler höyükler, kaya mezarları, kabartmalar ve Sipahiler Köyünde bulunan Roma Tapınağıdır. Yoğun kalıntıların bulunduğu Hacılarobası civarında henüz yeterli kazı ya da araştırma yapılmamıştır. Kıranköy kesiminde bulunan ve bugün cami (Ulucami) olarak kullanılmakta olan Hagios Stephanos Kilisesinin Theodora tarafından yaptırıldığı sanılmaktadır. Bunların dışındaki eserler çoğunlukla Türklerin egemen olduğu dönemlere ve özellikle Osmanlı Dönemine aittir..

  • MAVİDEN KÖPRÜ

    hangi uygarlığın suretisin ya da hangilerinin hırpalandığından kalan mavi ve yeşil sana en yakışan mıdır esmer yüzlerin rengarenk gülüşlerini gizlediği yerde nar çiçekleri elen’in bakışı mıdır zeynep’in zeytin dalı gözlerinden başka hangi derinliklerde saklıdır kekik ve yosun kokan ellerin çığlıklar dolu şişeler neden vurmaz kıyılara ya da çoktan ele geçti de eller mi el değil gözler mi göz değil diller dişlere mi bağlanmış tarumar edilmeseydi insan baharı örgütleseydi halklar zeytin yağına bandırılmış taze somun kokusunda imbat dolu sonbaharlar utanç taşımasaydı sarı sıcağa uzanan mevsimlere kim üzülür kim kahrolurdu en çok acaba sen ve benden başka mavi ve kahverengi bir de kuşlar ayrılık ve ölümün tanığı olmasaydı vicdan kollarını köprü yapsaydı tek nefret geçemeseydi oradan maviden köprü kardeş eli olsaydı

bottom of page