top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Bilgelik ve Mutluluk

    Çağımda yüzlerce işçi, yüzlerce çiftçi gördüm ki üniversite rektörlerinden daha bilge ve daha mutluydular ve ben daha çok onlara benzemek isterdim. Öğrenim bence hayata yararlı şeyler arasındadır: Şeref, soyluluk, saygınlık gibi ya da, çok çok güzellik, zenginlik ve benzeri üstünlükler gibi: Bunlar yararlı olmasına yararlıdırlar, ama uzaktan, kendi varlıklarından biraz daha çok bizim sanrımızla yararlıdırlar yaşamaya. İnsan topluluğunda yaşamak için bize turnalar ya da karıncalardan fazla görevler, yasalar gerekli değildir pek. Hem görmüyor da değiliz ki bu hayvanlar bilgin olmaksızın pek düzenli yaşıyorlar. İnsan bilgeliğe erse her şeye, hayatına yararlı ve gerekli olduğu ölçüde değer verir. Bizi eylemlerimiz ve davranışlarımızla ölçecek olsalar bilgisizler arasında bilgililerden daha çok sayıda iyi insan çıkar; iyi derken de her türlü erdemi düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki eski Rom a’da, kendi kendini batıran o bilgin Rom a’dan daha büyük değerde insanlar vardı. Başka yanları hep benzer olsa da dürüstlük ve yürek temizliği eski Roma’nın ayrıcalığıdır; çünkü o şaşılası bir sadelikle yaşamasını bilmişti. Montaigne-Denemeler

  • Zarafet ve Medeniyet

    “Zürefanın düşkünü beyaz giyer kış günü” diye bir söz vardır. Olmayacak, yeri iyi ayarlanmamış hareketlerde bulunanlar için söyleniyor. Bu sözde geçen düşkünleşmiş, yoksulluğa düşmüş zarif kişi, kibarlar sınıfının bu üyesi acınacak durumdadır. Adamın hali vakti yerindeyken kışın giydiği bir koyu renk elbisesi, yazın giydiği bir beyaz elbisesi (yahut birçok elbiseleri) varmış anlaşılan. Şimdi elinde bir bu beyaz elbisesi kalmış, mevsim kış da olsa mecburen onu giyiyor. Sözü başka türlü anlamak da mümkün; “düşkün” kelimesi yalnızca paraca yoksulluğu göstermeyebilir. Belki adamın düşkünlüğü zevk, anlayış yoksulu oluşundandır. O zaman diyeceğiz ki adam bol paralı olduğu için zürefa (zarifler) arasına katılmış ama kibarlar sınıfına olan mensubiyetini pek düşkünce yürütüyor, gösterişten yahut hamlıktan kış günü beyaz giyebiliyor. Ama sözün bu yorumu biraz zorlama. Yine de her iki yorum, bizi zenginlikle zarafetin bir arada bulunması sonucuna ulaştırıyor. Zenginler zarif, zarifler de zengin olursa sorun tümden çözülecek besbelli? Medeniyetin bir toplumda inceliği, zarafeti geliştirdiğinde şüphe yok. Bu incelik hem maddi çevreyi yani yapılan, kullanılan eşyayı, hem tavır ve hareketleri hem de düşünüş tarzını içine alıyor. Medeni insanlar ince oluyorlar doğrusu! Bütün bu incelik içinde bir lüzumsuzluk da gizli. Sözgelimi oturdukları yerin rahat olduğu kadar, belki ondan daha çok güzel olmasına dikkat ediyorlar. Lüzumsuzluk rahatın keyfe, güzelin fanteziye dönüştüğü noktada ortaya çıkıyor. Üstelik neyin insan için yeterli rahatlıkta, neyin ne kadar güzel olduğunun tespiti ve kurallaştırılması mümkün değil. Medeni tavır ve hareketler gerçekten inceliklerle doludur. Medeni insanların yemek yiyişleri, oturup kalkışları, konuşma adabı belirli kurallara uygun olarak sürüp gider. Bütün bu dışa vurmuş kurumsal tavırların dayandığı bir düşünüş tarzı da var elbet. Medeni insanın ince düşündüğünü kolaylıkla ileri sürebiliriz. Çünkü onun düşüncesi de kurumsallaşmıştır. Onun zarif düşüncesi, kurallara uygunlukla zarafetini kazanıyor. Medeniyetin getirdiği inceliğin ve zarafetin bir bedeli olması gerekir diye düşünebiliriz. Medeniyet inceliği veriyor insana, karşılığında içtenliğini alıyor. Medeni insanların hayatlarının her yönünde yapma kurallara boyun eğmeleri, onları kendilerinin olmayan bir yaşayış içine hapsediyor. Bundan şikayetleri yok onların elbette. Çünkü artık yaptıkları ile düşündükleri arasında bir zıtlık duymayacak kadar medeni haline gelmişlerdir. Tarih boyunca medeni olmakla ince ve zarif olmak arasında belirgin bağlantılar olduğu görülmüştür. Nerede bir medeniyet varsa orada bir saray hayatı, gittikçe aşağı tabakalara inen bir saray adabı vardır. Esasen medeni tavırların geliştirilebilmesi için insanların boş zamanları olması gerekir. Boş zamanı olan, çok çalışmak zorunda olmayan, refah düzeyi aylaklığa elverişli birtakım insanlar olmalı ki medeniyet olgunlaşabilsin. İnsanların yalnız zarif şeylerden hoşlanabilmeleri değil, onları görebilmeleri için bile boş zamana ihtiyaçları vardır. Hele iş, ince nesneler üretmeye gelince büsbütün karışıyor mesele. Önce bu ince nesneleri isteyen insanlar olması, sonra bu ince şeyleri ortaya çıkarabilecek eğitimi görmüş insanların olması ve nihayet bu ince işle uğraşan insanların olması gerek. Medeni toplumun serveti (medeniyet her kesime şamil ise) insanların gıda, giyecek ve barınak ihtiyaçlarını asgarinin üstünde bir seviyede tatmin etmesi zorunludur. Yani medeniyet ve refah, tıpkı incelik gibi hep yan yana gidiyor. Ama ince ve müreffeh olmak o medeni dediğimiz toplumun yalnızca bir kesiminin özellikleriyse varın siz geri kalanların halini düşünün. “Geri kalanlar” medeni toplumun “zarif” kesimine bu zarafetlerini devam ettirmeleri için gerekli imkanları sağlamaya matuf bir hayat biçimine mahkum edilmişlerdir. Zarifleri zarif kılmak için her şeylerini feda ettikleri yetmezmiş gibi kendileri de zariflerin bir kopyası olmaya özenirler ve zarafet özentisi, zariflikten çok daha şedit bir beladır. İsmet Özel-Üç Bela

  • Hepsi Kaza Değildir

    HEPSİ KAZA DEĞİLDİR; ÇOĞU ÇARPACAK DUVARI KENDİMİZ YARATIRIZ Bakmayın halimize; her birimiz, ister sanatta, ister futbolda, ister akılda, ister para kazanmakta, ister evlilikte, isterse siyasette... akla ne gelirse o alanda parlayan ve cilalanan yıldızlardan, o imrendiğimiz başarıların doruğuna varıp da tadını çıkaranlardan hiç de aşağı değiliz. Karşılaşsak bir arenada, ulusal şöhretlerin çoğunu cebimizden çıkarırız. Hasbelkader bir dergide bir yazısı çıkan Nobelli Saramoga, marangozun hatası vekil olan kendini 2. Atatürk, askerde onbaşı olan da geleceğin genarali sanmalı ki kendini, helva olsun. Ulusal saplantımız bu... Belki hastalığımız ya da insanın evrensel yanı... Öyledir de neden çoğu uçuşumuz bir duvara çakılarak sonlanır? Onu da sormayın canım. Asla sorumlu biz değilizdir. Ki bu da öteki yanımız: Ya Rusya'nın işidir ya da Amerika'nın... İyi ki varlar; kurt dedemizin de kahırla anlattığı yenilgiye dönen şanlı yürüyüşlerinin kadim devirlerde de olan kırık açıklamasıydı bu: Hiçbir yere varılmıyorsa ya kederdendir ya da kötü komşulardan... Hem böyle anlatırsak savaş alanında terk ve ihanet ettiklerimizin hüznü de vebali de düşer yakamızdan. Biz kim, ülke yönetmek kim demeden... rahat uyuruz. Göremediğimiz; gerek büyük sanatçılar, gerekse adını büyük harfle yazdıran siyasetçiler, gerekse Atatürk gibi tarihi kişilikler, özel ve alanına yetkin bir kişiliğin, müthiş bir hazırlığın, insanüstü bir kendini var etme istencinin yanında tarihi, coğrafi, sosyolojik bir yığın dışımızdaki olgunun kavşağına doğmanın ürünü, sonucudur. Hem çok ama çok yeteneklidirler, hem de zaman onların yıldızlarının parlaması için özel olarak hazırlanmış çok yönlü, karmaşık rastlantıları bir araya getirmiştir. Oysa popüler kültürün halayında yer almak bazen bizim ömrümüzü de aşacak bir emek, kültür, birikim işidir, kendimize vehmettiğimiz yeteneklerin ve güçlerin ötesinde donanım ister, taşranın köylü yumruğuyla, arkasıyla, dayısıyla var olunacak hiç değildir. Şark kurnazlığıyla da kotarılacak aşlar da sana bana kalmamış, inanma o kadar. Umutsuzluğa da yer yok, kuşkusuz emekle, çalışmakla da aşılmayacak Kafdağı diye bir şey de olmadığı gibi... Yeter ki iste ve çalış. Paydası bizden olmayanların ürettiğinden geleceğimizi aramak yerine kendi emeğimiz üstünde onurla yükselmeye çalışmanın en doğrusu olacağını, çağdaş üniversiteler değil, arkaik dönemin ümmi cami hocaları bile söylerdi bize... Anlamak bu kadar uzun sürmemeli... O zaman Anadolu'nun korku tabanlı o karanlık seyirciliğini, galibi bekleme sağlamcılığını, kim kazanırsa ondan yana olma kurnazlığını bırakıp kendimize ve ürettiğimize sahip çıkarak başlamak gerek. Bakarsınız sizin yıldızınızın göz kırpmaya başladığı andır o yaptığınız, ama küçümsediğiniz iş... Avukat doktor damat iyi de, sen üniversite bile bitirmedin henüz, diploman torpil ve rüşvet, drahoman da kuş kadar... Manav Abdurrahman'a bir daha alıcı gözle bak istersen... Duvarı da düşün, dağ gibi duruyor, bunun çarpması da var... Biliyor musun, ender de olsa kazaya gitsek de, çoğu kez o çarpacağımız gün gibi aşikar duvarları kendimiz yaratır, tam en hızlandığımız noktalara getirir dikeriz. Demedi demeyin; yarın tutunacak dal bile kalmayabilir.

  • Dostluk

    Arkadaş, beni olduğundan başka türlü görünmeye zorlamayan kişidir. Yanında yüksek sesle düşünebilirim. O kadar candan, o kadar samimidir ki, onun önünde, öteki insanların sıkı sıkıya bağlan­dıkları ikiyüzlülüğü, nezaketi ve itimatsızlığı, kirli birer çamaşır gibi üstümden sıyırıp atabilir ve iki atomun karşılaşmasındaki sadelik ve bütünlüğü münasebetimizde gerçekleştirebilirim. Özü sözü bir olmak, tıpkı taç ve iktidar gibi, ancak yüksek sınıfa mensup insanlara vergi bir lükstür; bu insanlar, arzularına uymaya, nezaket göstermeye mecbur oldukları, kendilerin­den daha yüksek bir kimse yokmuş gibi davranır, hakikati serbestçe söyleyebilirler. Tek olarak ele alınınca, her insan samimidir. İkinci biri geldi mi, ikiyüzlülük başlar. Onunla gerçekten kar­şılaşmamak için birtakım çarelere başvururuz. İşte tatlı sohbetler, iş bahisleri, yarenlikler, dedi­kodular, hep düşüncelerimizi gizlemeye yarayan bahanelerdir. Din şevkiyle, bütün bayat iltifatlardan, beylik fikirlerden vazgeçmiş bir adam tanımıştım. Her rastladığı kimsenin doğrudan vicdanına hitap edecek tesirli ve güzel sözler bulup söyle­mesini bilirdi. Etrafındakiler, önceleri buna şiddetle karşı koydular. Herkes ona deli demeye başladı. Fakat o tavrını değiştirmemekte ısrar edince, - zaten başka türlü de yapamazdı - bu sefer etrafındakiler ona uymaya mecbur kaldılar. Artık, kimse ona kalp söz söylemez, piyasa­dan, okuma salonlarından bahsedemez olmuştu. Gösterdiği samimiyet başkalarına da samimi­yetle mukabeleye, tabiat sevgisinden, şiir veya hakikat hakkındaki fikirlerinden söz açmaya mecbur etti. Bizim çoğumuza ise cemiyet yüzünü ve gözlerini değil de, yanını, sırtını gösterir. Her şe­yin kalp olduğu bir devirde insanlarla gerçek münasebetler kurabilmek, bir delilik krizi geçir­mekle itham edilmeye değmez mi? Nadiren, başımız dik yürüyebiliriz. Tanıdığımız hemen her kişinin aksak bir tarafı vardır, biri tanınmış bir sima, diğeri istidatlı bir sanatkâr olduğunu sanır, birinin dini, diğerinin hayırseverliği kendine göre bir anlayışı vardır, eğer herkesin bu özel gö­rüşlerini kabul etmiş görünmezsek, onlarla konuşabilmemize, anlaşmamıza imkân yoktur. Fa­kat bir dost aklı başında sıhhatli bir insan olmalı. Benim iş birliğimi, idareciliğimi değil, beni anlamalıdır... Dostum beni olduğum gibi, hiçbir şart koşmadan kabullenmelidir.

  • SAYIKLAMA

    kara bir bulutun yağmasından sızdım yağmur oluyor çoğalarak sokağına düşüyorum zor çok zor zamanlar haddime mi bilmem ama her damlam için güneşten bir gökkuşağı diliyorum yemeden içmeden kesilmiş zamanları anımsatan günler bunlar yurdum kadar toprağım gibi bir deri bir kemik kalmışım ki inceldiğim yerden kopuyorum sonra ansızın bir coşku kıpır kıpır bir his çığlık çığlığa bir kabusun ortasında nisan canım nisan kardelenlerden sonrası yok sayıklıyorum #zeliş

  • Şiir Hakkında Bazı Düşünceler

    Biz bu satırlarda, şiirde anlam ve açıklığın ne değerde şeyler olduğu üzerinde, kendi görüşlerimizi söylemekle yetineceğiz. Her şeyden önce şunu itiraf edelim ki, şiirde anlam sözüyle ne demek istendiğini bilmiyoruz. Düşünce dedikleri bayağı görüşler yığını mı, hikaye mi, mazmun mu; ve açıklık, bunların adı kavrayışa göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları gerekli sayanlar, şiiri, tarih, felsefe, nutuk ve belagat gibi bir sürü söz sanatlarıyla karıştıranlar ve onun asıl yüzünü seçip tanımayanlardır. Oysa şair, ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, ne de bir kural koyucudur. Şiirin dili, nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden çok musikiye yakın, ortalama bir dildir. Nesirde üslubun oluşması için gerekli olan öğelerin hiçbiri şiir için söz konusu olamaz. Denilebilir ki, şiir, nesre çevrilemeyen nazımdır… Şiirde her şeyden önce önemli olan kelimenin anlamı değil, cümledeki söyleniş değeridir. Şairin amacı, her kelimenin cümledeki yerini öteki kelimelerle ilgilerinden, gizemli birleşmelerinden doğacak tatlı, gizli, uçarı ya da sert sese göre belirlemek ve çeşit çeşit kelime ahenklerini, mısranın genel gidişine uydurarak dalgalı ve akıcı, karanlık ya da aydınlık, ağır ya da hızlı duygulara; kelimelerin anlamı üstünde, mısranın musiki dalgalanmalarından, sınırsız ve etkili bir anlatım bulmaktır. Kelime değişmeleri ve ahenk kaygıları arasında anlam kararırsa, ruh, ahengin tadıyla onun yerini doldurur. Zaten anlam, ahengin telkinlerinden başka nedir? Şimdiye kadar, hiçbir büyük şairin, sınırlı bir insan topluluğu dışında anlaşılmış olduğunun iddia edilemeyeceği düşüncesindeyiz. Abartmadan denilebilir ki, herkesin anlayabileceği şiir yalnız aşağı şairlerin işidir. İyi şiirlerin girişleri, tunç kaplı şehir kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır; her el o kanatları itemez ve kapılar kimi zaman yüzyıllarca insanlara kapalı kalır. Şiirde kimi bölümlerin belirsiz kalması bir yanlış ve bir kusur olmak şöyle dursun, tersine, şiirin güzelliği bakımından çok gereklidir. Kısaca şiir, çeşitli yorumlara elverişli bir genişlik ve kapsamda olmalıdır. Bir şiirin anlamı, başka bir anlam olmaya elverişli oldukça, her okuyan ona kendi hayatının da anlamını katar ve böylece şiir, şairlerle insanlar arasında ortak bir etkilenme dili olmak derecesini kazanır. En zengin, en derin ve en etkili şiir, herkesin istediği yolda anlayacağı ve bundan dolayı da sonsuz duyarlılıkları kapsayacak bir genişlikte olanıdır.

  • Ölmeye Yatmak Romanı

    Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu’nun ilk romanı. Ön sözde şöyle diyor Ağaoğlu romanı için: “Atatürk, …1938’de öldü. Sonra ne oldu? Nasıl yetişti o öldüğü yıl ilkokullarını bitirenler? (…) ‘Tipik bir zaman parçası’ndan (Ağaoğlu’na göre bu, 1938 yılıdır. -F.N.) geçmişe uzanmak ve yaşamın tam ortasından geleceğe yol almak. Bunun için anılara yaslanmayı, belleğime sığınmayı yeterli bulmadım. Geçmişin panoramasını pek çok eski gazete, kitap, fotoğraf karıştırarak, anılar dinleyerek ve bunlar içinde gerekli malzemeyi toplayıp eleyerek, gün gün, ay ay, yıl yı1 vermeye çalıştım. Bu nedenle ‘Ölmeye Yatmak’ benim değil, ama bir dönemin yazdığı romandır.” Roman iki çizgide gelişiyor: Bir yanda, ‘ölmeye yatan’ doçent Aysel var, Aysel’in bir otel odasındaki izlenimleri, çeşitli konulardaki düşünceleri ve kendi kendisiyle hesaplaşması var. Ağaoğlu ‘iç roman’ diyor buna. ‘İç roman’, bütün romanın dörtte biri kadar. Romanın dörtte üçü, Atatürk ‘öldüğü yıl ilkokullarını bitirenlerin nasıl yetiştiğini’, ‘onlar yetişirken dünyanın ve Türkiye’nin durumunun ne olduğunu göstermeye çalışıyor. Bu arada, Aysel’in bütün geçmişi, ailesiyle, çevreyle, arkadaşlarıyla ilişkileri anlatılıyor. Adalet Ağaoğlu, çok ilginç olabilecek bir romanı, ‘bir tanıklığı yarına belgeleme tutkusu’ uğruna, başarısız bir roman haline getirmiş. “Çok ilginç olabilecek bir roman,” dedim. Gerçekten öyle. Çünkü Aysel, düşüncesiyle, yaşamasıyla, getirdiği sorunlarla romanımızda yeni karşılaştığımız bir tip. Bir esnaf kızı. ‘Dar kafalı’ bir aileden, bir çevreden gelme. Birtakım güçlükleri aşarak okumuş, üniversite öğretim üyesi olmuş. Kocası da (Ömer) bir bilim adamı. (…) Geçmişinden taşıdığı değer yargılarıyla kişisel davranışının çatışması; yolunda bir evlilikle bir yasak aşk öyküsü; kocasına açılmak isteğiyle bunu savsaklamak; kadınlığını, tükenmek üzere olduğunu sezdiği kadınlığını yaşamakla ‘yüce ve soylu şeyler’ arasında bocalamak… İşte asıl roman olacak sorunlar bunlar! Ama Adalet Ağaoğlu bunlara kıyısından köşesinden değinmekle yetiniyor, bu sorunları derinlemesine kurcalamaktan kaçınıyor, kendine özgü bir tutum almaktan, kendi değer yargılarını getirmekten çekiniyor ve sonunda bir özre sığınarak sorunlardan kaçmayı yeğliyor: “Her şeyde haklı ve doğru olmak için her şeyin haklı ve doğru olması gerek.” (s.359). Roman, bu yargıyla sona eriyor. Gerçekte Adalet Ağaoğlu’nun bu tutumu, 1938-68 arasını anlatmak için bunca çabalamasından çok daha iyi anlatıyor bu dönemin ‘aydın kadınlar’ üzerindeki etkisini! Kitabın dörtte üçü 1938-68 arasının panoramasını veriyor. Daha doğrusu, 1950’lere kadar getiriyor romanını Ağaoğlu; sonra, yorulmuş gibi, iki sayfalık bir özetle ‘60 devrimi’ne geliyor. Öğrenci hareketlerini, sol hareketleri Aysel aracılığıyla veriyor. Adalet Ağaoğlu’nun Türkiye’nin toplumsal değişimine bakışı, tipik bir küçük burjuva bakışı. Oysa Atatürk’ün ölümünden sonra yetişen gençliğin sorunları da, bu gençlik yetişirken dünyanın ve Türkiye’nin ne durumda olduğu da öyle bir bakışla çözümlenemez; bu bakış, ister istemez, ‘gericilik’ diye ezan okuma üzerinde durmaya, önemli sorun diye kadın-erkek ilişkilerine (kadın-erkek ilişkilerinin önemini yadsımıyorum, ama bir bütün içindeki yerine oturtmak gerekir bu ilişkileri, bütün içindeki önem payına göre değerlendirmek gerekir) saplanmaya götürür. Bu bakımdan, Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak benim değil, ama bir dönemin yazdığı romandır,” sözü, kendine fazla güvenmeyi değilse, bir yanlış anlayışı belirtiyor. Çünkü Ağaoğlu, anlattığı dönemi, kendi kişisel görüşlerine göre değerlendirerek anlatıyor; bir başkası, aynı dönemi, büsbütün başka bir açıdan ele alarak, Ağaoğlu’nun yorumlarının tam karşıtlarım ileri sürerek anlatabilirdi. Romanın dörtte üçü üzerinde fazla durmak istemiyorum. Otuz yıllık bir dönemi 359 sayfalık bir romanda anlatmak… Belki bir yolu vardır bunun, ama Ağaoğlu’nun tuttuğu yol o yol değil. Bir kere, romancı olarak çıkış noktası bireyler değil; aklını birtakım toplumsal gerçekliklere takmış, onların altını çizmek istiyor. Romancının anlattığı toplumsal gerçeklikler, bu gerçeklikleri yaşayan, bu gerçekliklerin tarihi olan bireyler haline dönüştürülemezse, romanın şematik olması kaçınılmaz olur. Yaşar Kemal de, ünlü üçlüsü için, “Bu üçlü benim yaşantım ve tanıklığımdır,” diyordu; ama o, tanıklığını belgelerken, bir romanın ancak bireyleri anlatarak tanıklık görevini yerine getirebileceğini unutmuyordu. Sevgi Soysal, Yürümek’te yürekli bir çıkış yaparken, bildirisini okurlara iletirken, gözünü yaşayan bireylerden ayırmıyor, ‘birey olarak insan’ ile ‘toplumsal varlık olarak insan’ arasında somut bir bileşim sağlıyordu. Oysa Adalet Ağaoğlu’nun bir dönemi anlatmak için ortaya sürdüğü kişiler birer kukla olmaktan öteye geçemiyorlar; çünkü bunlar sadece dış gerçekliğin mekanik bir biçimde yansımasıdırlar; dış gerçeklikle kişilerin iç gerçeklikleri arasında bir çatışma göremezsiniz; olamaz da, bir iç gerçeklikleri yok çünkü bu anlatılan kişilerin. Bunun için birey olamıyorlar. Böyle olunca da sanatsal yaratış, yerini kolay bir şematizme bırakmış oluyor. Gene bunun için Ölmeye Yatmak’ta (daha doğrusu Ölmeye Yatmak’ın dörtte üçünde) tipik durumlar buluyoruz, ama yaşayan insanlar bulamıyoruz. İnsanların kişisel durumlarıyla tipik durumlar arasında içsel bir bağlılık olmayınca sonucu böyle olması kaçınılmaz bir şey. Sözgelimi, bir bölümü okuyorsunuz: Ha, halktan kopuk bir idareci anlatılıyor, diyorsunuz. Bir başka bölümü okuyorsunuz: DP’yi oluşturan gayri memnun tiplerden biri anlatılıyor, diyorsunuz. Amerikalılarla ilişkiler gelişmeye başlayınca, Dündar öğretmenin, tozlu ilçe yollarında, leblebi-üzüm yemeyi bırakarak çiklet çiğnemeye başlaması, Ağaoğlu’nun şematik anlayışının, her şeyi basite indirgeme eğiliminin tipik bir örneği. Ayrıca, belirli bir dönemin eleştirisinde ya da değerlendirilmesinde, bu eleştirinin bu dönemi oluşturan toplumsal koşullara yöneltilmesi gerekir; çıkış noktasının bu eleştiri, gelişme yönünün ise daha iyi bir düzen olması gerekir. Oysa Ağaoğlu’nda çıkış noktası düzeni belirleyen koşulların eleştirisi değil; ekonomik ve toplumsal gerçekliklerin bilincine varmış görünmüyor Ağaoğlu; otuz yılın panoraması diye anlattıkları toplumun yüzeysel görünümü; bunun için de somut bir gelişme yönü bulamıyor toplumda. Kısa bir dönemin günlük olaylarıyla, uygulamalarıyla geleceğe dönük bir perspektifi birbirine karıştırıyor: Toplumcu eylemler karşısında ‘kapalı bir kapının önünde umutla durmak’ biçiminde bir görüşe varmasının tabii bir sonucu olarak romanı, toplumsal özü bakımından, bir aydın tedirginliğinin dile getirilmesinden öteye geçemiyor. Adalet Ağaoğlu’nun romanına umutla başlamıştım, iyi bir şeyler bulacağıma güveniyordum. Sonuç düş kırıklığı oldu. Tanıklığa, belgelemeye aklını fazla takmasaydı, bilgiler özetlemekten başka bir işe yaramayan gereksiz kişilere yer vermeseydi, Aysel’in kişisel dramını romanın temel sorunu olarak işleseydi belki de anlatmak istediği dönemi daha iyi anlatırdı. Aysel demek -bir bakıma – o dönem demek değil mi?

  • Gençlik İhtiyarlık

    Gençlik ve ihtiyarlık kavgası arada sırada tazelenerek ve günün konusu haline girerek devam edip gidiyor. Bu, ne bizim memleketimize mahsus bir hadisedir, ne de bu zamana. Her tarafta her devrin tarihi bize bu çarpışmalara dair örnekler ve hatıralar gösterir. Anlaşılıyor ki bu hallolunmuş bir dava değildir, sonu gelecek bir bahis olarak da kabul edilemez. Zaten başka türlü olmasına imkân da düşünülemez. Yalnız arada bazı tuhaf anlayış ve anlatışlar göze çarpıyor. Gençlik bir meziyet, ihtiyarlık bir kabahat, hatta bir ayıp sayılıyor ve bir hakaret olarak yüze fırlatılmak isteniyor. Zannediyorum ki böyle bir kanaat biraz haksızdır. Gençliğin, sırf gençlik olmak bakımından, neden bir meziyet sayılacağına bir türlü aklım ermiyor. Doğmak bizim elimizde midir? Sırf dünyaya gelmiş olmaktan dolayı iftihar etmekte bir hak tasavvur edilebilir mi? Hâlbuki bu şekle dökülmek istenilen bir gençlik-ihtiyarlık çekişmesi, gerçekte filan tarihte dünyaya gelmeyip de falan tarihte doğmuş olmaktan daha fazla hiç bir yargıya vurulamaz. Mesele bu kadar dar bir bakış içinde tutulacak olursa, tersine, ihtiyarlığın bir meziyet teşkil etmesi gerekir. Doğmak ve doğduktan sonra bir süre yaşamak pek kabildir; fakat çok yaşamak daha fazla bir hüner değil midir? Koşu ve daha başka yarışmalara bakınız. Koşuya başlarken belki otuz kırk atlet görürsünüz. Bunların hepsini alkışlar mısınız? Hepsine mükâfat verir misiniz? Alkışlarımızı ve mükâfatlarımızı en sona saklarız. Kim bu az çok uzun ovanın nihayetini birinci ve ikinci olarak bulmayı başarırsa takdir duygularımız onlara gider. Hayat koşusunda da ihtiyarlık, işin sonuna başarı ile varmış olmaktan başka nedir? Eğer ihtiyarlık bir kabahat, utanılması gerekli bir ayıp teşkil ediyorsa neden herkese ve gençlerimize uzun ömürler temenni ediyoruz? Aşağılatılmaya ve hakarete uğrasınlar diye mi? Sırf çok yaşamış olmaları yüzünden kınananlar: "İnşallah siz ihtiyar olmazsınız" deseler, bu hoşa gidecek bir söz diye kabul olunur mu? Doğmak ve genç olmak bizim hiç elimizde olmayan bir hadise ise de, ihtiyarlayabilmek biraz da bir hüner, bir gayret ve bir başarı eseridir. Hayatımızı tehdit eden birçok hastalıklar ve olaylar arasından kurtulabilmek, yasamanın türlü türlü zorluklarına göğüs gererek son aşamaya ermek küçümsenmeye değil, biraz takdire ve belki de imrenmeye lâyık bir iştir zannederim. Onun için "gençlik-ihtiyarlık" anlaşmazlığını böyle dar bir alan üzerinde tutanlar ve ihtiyarları sırf ihtiyar oldukları için küçümsemek isteyenler davalarını pek kolaylıkla kaybederler. Bu ezelî ve ebedî çarpışma bu kadar üstten, bu kadar hafif ve dar bir açıdan İncelenip tartışılamaz. Şu halde gençlik-ihtiyarlık anlaşmazlığının temeli neye dayanıyor? Bilgiye mi? Zannederim ki gençler bu alanda savaşı kabul edecek olurlarsa çabuk yenilebilirler. Gençleri okutan kimdir? Gerçi bugünün çocukları, öğrencileri ve gençleri öğretmenlerini çok geçeceklerdir. Fakat ne zaman? Kendileri de artık genç sayılmayacakları bir vakit. Her ihtiyarlayanın mutlaka bir şey bilmesinin lazım gelmeyeceği söylenebilir. Pek doğrudur. Fakat her gencin mutlaka çok şeyler bildiği de ileri sürülebilir mi? Bilen ve bilmeyen ihtiyarlar, bilen ve bilmeyen gençler bulunduğuna göre bu bakımdan bir anlaşmazlık da olsa olsa âlimlik-cahillik konusuna doğru kayar; gençlik ve ihtiyarlıkla ilgisi kalmaz. Eğer tecrübe denen kavramın bu dünyada bir anlamı ve değeri yarsa bu ihtiyarlarda mı daha çoktur, gençlerde mi? Hâlbuki bütün bunlara rağmen bir gençlik ve ihtiyarlık çarpışması vardır ve yine galibiyet gençlerindir. Hak veriyorum; çünkü o bütün bütün başka bir şeydir. Gençlik, başlayan neşeli bir sabahtır, ümittir ve gelecektir. İhtiyarlık... Onu sormayınız! Gençlerle ihtiyarların aynı şekilde hissetmemeleri, düşünmemeleri de mümkündür. Hem böyle olması zorunludur. Fakat bugün ihtiyarların görüşlerini beğenmeyen gençler dünyaya ellerinde bir ebedilik ve kesinlik belgesiyle geldiklerine mi inanmaktadırlar acaba? Onlar da yarın, bugünün ihtiyarları yerine geçtikleri zaman, derin bir hayat ve ümit dalgası üzerinde ileriye doğru atılan gençlik saflarına karşı aynı durumda kalmayacaklar mı? Dünya yürüyor ve yürürken her şey değişiyor. İnsanlığın adımları bazan uzun zaman mesafelerini kapsayacak surette, çok geniş oluyor. Bu geniş adımlara rağmen, etraftaki manevî ve ahlâkî görüntü fazla değişmiyor. Fakat bazan insanlığın adımları kısa ve aceleci oluyor; ufak bir zaman süresi içinde bütün bütün yeni ve değişik alanlara geçiyor. Sakin ve biteviye bir görüntü yerine, yolu alt üst olmuş harabelere rastlanıyor. Bugün işte böyle bir zelzele sahnesi içinden geçmekteyiz. Bizim bir zamanlar kendisine hayatımızı bağladığımız ahlâk yargıları sarsıldı. Görme ve hissetme metodları değişti. Onun için biz ihtiyarlar da insaf edelim; bunu bir “berbat olma saymayalım. Fakat yeni kuşaklar da şunu unutmamalıdır ki "yenilik" mutlaka "daha iyi" anlamım ifade etmez. Gençliğin ihtiyarlığa asıl galip olduğu nokta içindeki azimde, dünyaya beraberinde getirdiği hayat ve iman atılımının bâkirliğindedir. Fakat eğer gençlik iyiye ve yükseğe doğru böyle bir ideal atılımının fedakâr, gözü yılmaz ve usanmaz bir âşıkı değilse... O zaman eyvah ona!.. HÜSEYİN CAHİT YALÇIN

  • Sözden Söze

    Mektuptan açılmış talihim, bir tane daha geldi. Öteki gibi değil bu. Bir kere yazan gizlemiyor kendini, kim olduğunu söylüyor: İsmet Zeki Eyüboğlu adında bir genç. İstanbul Bilim Yurdunda yani Üniversitesinde okuyormuş. Sonra da benimle eğlenmiyor, alaya almıyor beni, över gibi gözüküp alttan alta iğnelemeğe kalkmıyor. Çıkışıyor bana, çıkışıyor ya, haklı olarak çıkışıyor. Eski yazılarımı, şu Öz Türkçe yazılarımı beğenirmiş, yenilerine sinirleniyor, şöyle diyor: "Geçen günkü Nokta dergisinde Ulus'tan aktarılmış bir yazınızı okudum. Ne çok üzüldüm bilseniz! Yoksa sizi de mi elden kaçırdık? Nerde o eski güzelim Öz Türkçe sözler, nerde o yazınızdaki edebiyat, ahlâk, hak, sanat, merak, şiir gibi tatsız tutsuz Osmanlıca sözler. Niçin şunun bunun sözüne bakıp da düşüncelerimizi değiştiriyorsunuz? O yeni sözleri beğenmeyenler var diye mi yazmak istemiyorsunuz? Günün birinde bir kişi çıkıp size: "Beğenmedim bu sesinizi," dese ona bakıp da sesinizi değiştirecek misiniz? Ne derse desin el gün. Biz yolumuza bakalım. Daha böyle çok şeyler söylüyor. O mektubu okurken tatlı bir duygu sardı içimi, "mektup" değil de "beti" dediğim günleri andım. Doğru söylüyor, iyi söylüyor o genç. Utandım kendi kendimden inandığım yoldan dönmenin yeri mi vardı? Bu çıkışmalarına karşılık ne diyeyim de bağışlatayım suçu mu? Var benim de bir özrüm, gelgelelim gençler anlamaz, anlamamaları daha da iyidir. Gene söyleyelim ben. A çocuğum, ben yaşlandım, kocadım da onun için saptım yolumdan. Bilin ki sevinerek olmadı bu. Gene durup durup o yola özlemle bakıyorum. Bir sevgilinin, bir daha evine varamayacağınız bir sevgilinin yoluna nasıl bakılırsa öyle bakıyorum. Biliyorum ki doğru oradadır; güzel oradadır, ancak ben yoruldum, dizlerim kesildi. Bir de o işi başaramayacağımı anladım. Yalnızdım, pek yalnız kaldım. Beni tutanlar, benim o yolda gitmemi dileyenler vardı, uzaktan seslenmekle yetiniyorlardı. Beni özendirmek istemelerine ne denli sevinirsem sevineyim, yanımda kimseyi görememek üzüyordu beni. Doğrusu, büsbütün de bırakmadım o yolu. Böyle Arapça, Farsça tilcikleri kullandığım yazılarımda gene o sevdiğim, kimini de kendim uydurduğum tilciklere yer veriyorum. Biliyorum, yetmez bu, en doğrusu gene eskisi gibi özTürkçe yazmaktır. Onu yakında, bir dergide gene deneyeceğim. Çok sevindim o mektuba. Birkaç yıl benim yürüdüğüm bir yolu bırakmak, istemeyenler olmasına çok sevindim. Gençler unutsun benim emeklerimi, onları hiçe saysınlar, Arapça, Farsça tilciklerden kaçınmadığım bir suda sevgiliden geliverecek bir esenleme gibi yüreğimi aydınlatır, güneşler doğurur gönlümde. İtalyan yazarı Luigi Pirandello'nun bir iki oyununu görmüşsünüzdür, hikâyelerini okudunuz mu? Bay Feridun Timur onlardan otuz altısını dilimize çevirmiş, Millî Eğitim Bakanlığı da bastırmış. Hepsini okumadımsa da okuduklarım çok hoşuma gitti, diyebilirim ki o yazarın oyunlarından daha çok beğendim hikayelerini. Oyunlarında yüksekten atmayı andırır bir hal vardır. Hikâyeleri öyle değil, Pirandello onlarda kişilerini daha iyi gösteriyor, canlandırıyor. Oyunlarında hep bir görüşü savunmak, okuyanları, yahut seyircilerini düşündürmek ister. Hem de çözümlenemeyeceğini söylediği meseleler üzerinde düşündürmek ister. Bir gerginlik vardır oyunlarında, hikâyeleri ise öyle değil, onlardaki kişiler daha canlı, okuyana daha yakın. Herhalde bana öyle geldi. Bay Feridun Timur da iyi çevirmiş dilimize. Belli ki İtalyanca cümleye bağlı kalmak istememiş, her yerde değilse bile çok yerde: "Bizim dilimizde nasıl söylemeli?" diye düşünmüş. Örneğin bir yerde: "Don Lollo hiddetten küplere biniyordu." diyor. "Küplere binmek" deyimi sanmam ki İtalyancada olsun. Daha böyle çok buluşlar var Bay Feridun Timur'un çevirisinde. Ama belli ki daha genç bir yazar, o cesareti daima gösteremiyor, bazan acemiliklere düşüyor. İşte bir örnek: "Don Lollo bu sözlere olmaz diyordu. Nafile; olan olmuştu; fakat nihayet kabul etti ve ertesi sabah şafakla beraber, âlet ve edevat torbası s ırtında olduğu halde, Zi Dima Locası Primosole'ye geldi. Nihayet kabul etti." den önce bir "fakat" koymanın ne yeri var? Hele: "avandanlığı sırtında" demek dururken "âlet ve edevat torbası sırtında olduğu halde" demenin cümleye bir ağırlık verdiğini nasıl anlamıyor? Daha böyle kusurlar var Bay Feridun Timur'un çevirisinde, "haykırmak" sözünü çok kullanıyor, hem de "bağırmak" yerine kullanıyor. Gene o hikâyenin bir yerinde: "Küpten olmamak için ihtiyarı orada mevkuf mu tutacaktı?" diyor. Burada "mevkuf" sözü hiç yakışıyor mu? "kendisi küpten olmasın diye ihtiyarı hürriyetinden mi edecekti" diyemez miydi? Bir de şunu söyleyelim. "Ciddi Bir Şey Değil" adlı hikâyede şöyle bir cümle var: "Her defasında bir daha aynı hataya düşmeyeceğine dair yemin üstüne yemin ediyor, ahdü peyman ediyor, yeniden âşık olmamak için kahraman bir deva araştıracağını söylüyordu." Bay Feridun Timur böyle konuşmaz elbette "düşmeyeceğine yemin etti ."der. Düşmeyeceğine dair yemin etti." demez. Belki İtalyanlar öyle der, biz demeyiz. "Kahraman deva" da ne oluyor? belli, Fransızların "remède hèroique" dedikleri, İtalyancada tıpkısı olabilir, Türkçede öyle denmez, başka bir şey arasın. Luigi Pirandello'dan "Seçme Hikâyeler" de böyle ufak tefek kusurlar var, gene de o kitap tatlı tatlı okunuyor, Bay Feridun Timur'u iyi çevirmenlerimizden, yani mütercimlerimizden sayabiliriz. Hele bir şeye çok sevindim: ikinci ciltte dil birinci cilttekinden çok daha iyi. Demek ki Bay Feridun Timur'un çevirileri günden güne iyileşecek. Ben adını yeni duyduğuma göre kendisinin bir genç olduğunu sanıyorum, bundan sonraki çevirileri elbette daha kusursuz olur. Siz de okuyun o hikâyeleri, eğlenirsiniz, hele ikinci cildin başındaki Donna Mimma'dan başlarsanız, bütün kitabı okumak hevesi uyanır içinizde. (Nurullah ATAÇ. Söyleşiler, TDK, 231, Ankara 1964 )

  • Güler Yüz

    Asık suratlı insanlardan hoşlanır mısınız desem tabii bana gülersiniz. Zaten ben de biraz gülmeniz için söze böyle başladım. Güler yüze ve gülmeye dair olan bu konuşmayı asık suratla dinlemenizi istemem tabii. Konuşurken söze başladığınız sırada karşınızdakinin kaşlarını çatığını, asık bir suratla sizi dinlediğini görürseniz konuşmak hevesiniz kırılır. Lafı kısa kesip bu tatsız sohbeti bir an önce bitirmeye bakarsınız. Bir de karşınızdakinin sizi güler yüzle dinlediğini, hata araya biraz da tatlı söz karıştırarak sohbete renk verdiğini görecek olsanız konuştukça konuşacağınız gelir. Zaten öyledir. Güler yüz her şeyden önce insana cesaret verir. Çünkü güler yüzlü insanlar her kusuru hoş gören, affeden insanlardır. Dünyada ilk adımlarını yeni atmaya başlamış bir çocuğa herkes güler yüzle bakar. Onun her kusuru yapabileceğini ve bütün kusurların affedilmeye layık olduğunu önceden kabul ettiğimiz için çocuk karşısında gülümser bir yüz takınırız. Olgun insanlar yalnız çocuklara değil, herkese affedici, kusura pek aldırmayıcı bir yüzle bakarlar. Bu dünya öyle çatık kaşla dolaşmaya, şunun bunun kalbini kırmaya değer bir dünya değildir. Onun için güler yüzlü insanlar arasında yaşayanların hayatı daha tatlı geçer. Bazı kimseler vardır, sanki Cenabı Hak onlara gülmeyi yasak etmiştir. Gülümsemeyi aklı başında adamın ciddiliğini bozan bir hâl sayarlar. Yüzgöz olmasınlar diye çocuklarına gülmezler; laubali demesinler diye komşularına gülmezler. Kaşları sanki kudreten çatılmıştır. Çalışırken çatık, konuşurken çatıklar. Hata kendilerine etikleri zulüm yetmiyormuş gibi gülenlere de kızarlar. Hayatı böyle saymak çok yanlıştır. Unutmayalım ki, biz insanların hayvanlardan bir farkımız konuşmaksa öteki farkımız da gülmektir. Hiç siz ömrünüzde gülen, kahkahalar savuran bir hayvan gördünüz mü? Zavallılar kim bilir ne kadar gülmek istiyorlardır! Hatta insan kardeşlerinin öyle bazı tuhaflıkları vardır ki, onların karşısında herhâlde kahkahalarla gülmek için can atıyorlardır. Ama, ne hikmetse, yüzleri gülmeye elverişli bir şekilde yaratılmamıştır. Kendilerini ne kadar zorlasalar gülemezler. Hâlbuki insanlar, çok şükür, gülebiliyorlar. Bu imkanı niçin kullanmamalı? Alain filozof hiddetin bir hastalık olduğunu söyler. Hem de hiddeti öksürüğe benzetir. Nasıl öksürük bir gıcıkla gelirse hiddet de öyledir. Bir kere başladı mı bir kere ile kalmaz; ikide bir öksürdüğünüz gibi ikide bir de hiddetlenir, sağa sola çatarsınız. Bu hastalığın bir tek tedavisi vardır. O da gülmeye alışmaktır. Gülmeye alışmak deyip geçmeyiniz. İkinci Cihan Harbinden önce, belki de Birinci Cihan Harbinin yarattığı ruh hâli yüzünden Avrupa’da bazı milletler çok az güldüklerini fark etmişlerdi. Adeta neşe azalmış, insanlar fazlasıyla somurtur olmuşlardı. Bunun en çok Macarlar farkına varmışlar ve hatırımda kaldığına göre Budapeşte şehrinde insanlara gülmeyi öğreten bir mektep açmışlar. O zaman bu mektebe pek çok öğrenci yazılmış; özel olarak yetiştirilmiş hocalar gülmeyi ya öğrenmemiş veya unutmuş olan yaşlı başlı öğrencilerine hayatın türlü hadiseleri karşısında evlerinde, çalıştıkları yerlerde, kulüplerde, gazinolarda, hata eğlence yerlerinde nasıl güleceklerini öğretmişler. O insanlar şimdi ne hâldedirler pek bilmiyoruz ama i tarihinde insanları biraz olsun gülmeye alıştırmak için harcanan gayret herhâlde boşuna değildi. Nitekim Tagor ilozof da kendi hususi mektebinde öğrencilerine günde bir saat gülmeyi, kahkahalarla gülmeyi değilse bile, gülümsemeyi belletiyordu. Japonlarda yüksek terbiye, en büyük matem günlerinde bile gülümsemeyi emreder. Kocası ölen bir Japon kadını ziyaretçilerini gülerek karşılamak zorundadır. Hayatı iyi karşılamanın sırrını bulabilmek için her şeyden önce gülümsemeyi öğrenmeli. Belki siz de bilirsiniz: Her hadiseyi güler yüzle karşılayan bir adama, “Eh. Hayata muvafak olduğun için sen tabii daima gülersin. Ama biz öyle miyiz ya?” demişler. Adam, bir kere daha gülmüş, “Yanılıyorsunuz, hem de çok yanılıyorsunuz. Ben hayata muvafak olduğum için gülmüyorum. Tam tersine! Güldüğüm için hayatta muvaffak oluyorum.” demiş. Bu söz boşuna söylenmiş bir söz değildir. İçinde bilinmesi gereken bir hakikat saklı. Soğuğa dayanmanın en emin çaresi soğuğu sevmektir, derler. Gerçekten insan soğuğu aradığı zaman, ne kadar şiddetli olursa olsun, etkilenmez. Sıcacık şehir dururken karlı dağlara çıkanlar, vaktinden önce kışı arayanlar vardır. Karların içinde, gömleklerini de çıkararak bir pantolonla âdeta çıplak gezerler. Soğuk, sıfırın çok altında olduğu hâlde onları üşütmez. Soğuğu sevdikleri için ona seve seve dayanırlar. Hayata dayanmanın en emin çaresi de hayatı sevmektir. İnsan bir kere hayatı sevince onun bütün külfetlerine katlanır; hiçbiri ağır gelmez. Sizi çok seven anneniz nasıl sizin yüzünüze hep gülerek bakarsa siz de hayata güler yüzle bakar, etrafınızdaki insanlara da neşe verir, hayatın bir kat daha güzelleşmesine hizmet edersiniz. “Güleriz ağlanacak hâlimize.” diyen şair, emin olunuz ki, hata ediyor. Ağlanacak bir hâl karşısında ağlamaya kalkan adamdan hiçbir fayda gelmez. Fakat gülümseyen adamda, ümit vardır: Bu hâlin bir çaresini bulacak demektir. Güler yüzün çözemeyeceği hiçbir mesele yoktur. Buzlar güneş karşısında nasıl erirse çetin meseleler de işe güler yüzle başlayan ve öylece devam eden insanların elinde çözülür. Asık surata kapanan kapılar güler yüze açılır. Bektaşi’nin hikâyesini bilirsiniz: 80 yaşında öldüğü hâlde mezar taşına “5 sene yaşadı” diye yazdırmış. Bu beş sene onun hayata gülerek, neşe içinde yaşadığı, gam kasavet nedir bilmeden hoşça geçirdiği senelermiş. Hayatınızı yaşadığınız yıllar boyunca uzatabilmek için her anınızı gülerek geçirmeniz gerekir. Gene bizim bir şairimiz bir dostuna hediye etiği resminin altına “Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz!” diye yazmıştır. Bu da güzel bir sözdür. Çünkü en iyi hatıra gülerek geçen günlerin hatırasıdır. Hayata o günlerin sayısı az olursa insan bir gün gelir, “Ne etmişim de gülmemişim!” diye ağlayabilir. Yüzünüzden tebessüm eksik olmasın. Kaynakça: Şevket Rado, “Eşref Saati”

  • Ben Bir Futbolcuyum Altı Okka

    Bende yaşayanlar, yaşadıklarım, yaşattıklarımdır. Tonikasını yitirmemiş anılarla düşer kalkarım. Özlediğim birini enseleyince de hemen kale vuruşlarımı kullanırım. Kendime de altı yönden aferin çekerim. Sizin anlayacağınız, benim kovaladığım futbol topları iyi resim verir. Tam aut olacakken birden geriye döner herkese kılıç savurur. Anılarım bana göz aydınlığı sunmak için çokluk ellerinden geleni yapar. İşe yaramayan, boğazıma sarılan kişilerin ve de olayların gıcırını büker. Diyeceğim Salâh Beyin kendini şaşırıp ne işleyeceğini bilemez bir duruma düşmesinden korkarlar. Ah ah ben hay haylar, vay vaylar içinde ömür tükettim. Benim gönülzadelerim hep şapkalı elifle dolaşmışlardır. Bir renkleri kanarya sarısı ise, bir renkleri yeşil papağandır. Onlara dokununca kendimi de bulmuş olurum. Yani tirfiriyimdir, parlak kırmızıyımdır artık. Belki de kehribar sarısı kesilmişimdir. Lebbeyk, ben sadece gönülzadelerimi yaşatırım. Akşamları allanır, fırınlanmış beyaza dönerim. Baldudak sevgilimin de yanı başımda olmasına dikkat ede­rim. Öfke atına binerken, sevinirken, geceleyin yatakta düş görürken sahnemi yine o doldurur. Özendiğim renklerden biri de portakaldır. Yani barışa, insan sevgisine dörtnal koşarım. Durun, durun krem, bej, fildişi gibi ışıklı renkleri de gönülzadelerimi de yanımdan ayırmam. Açık sarıya yönelmek istediğimde de turnagözünü kollarım. Sıkıntı zamanlarımda da, inanmayacaksınız, maviye ve mora çelme takarım . Çünkü beni ancak onlar oyalar, onlar durgunlaştırır. Gök rengine göz kırpan tirşeye de hayır demem . Samur kaşlı resimleri de gündemden hiç indirmem. Bunlar ince tüylü, çok yumuşak anılardır. Kaşları kumral, gür ve kıpır kıpırdır. O zaman davulumu boynum asar, iki elimle onlara alkış tutarım. Ama hırtlambo ve farfaracı toplara, resimlere hiçbir yüz vermem Onlarla kendime şut çektiğim de olur. Evet ben kalantor bir futbolcuyum . Ocak 1997 * SALAH BİRSEL: 1919'da Balıkesir'in Bandırma ilçesinde doğdu. 1999 yılında İstanbul'da yaşamını yitirdi. Ortaöğrenimi İzmir'de Saint Joseph Fransız Okulu ve İzmir Erkek Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. 2 yıl sonra aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne geçti, 1948'de mezun oldu. 1943-1949 arasında İstanbul Nişantaşı Ortaokulu'nda Fransızca öğretmenliği, 1953-1956 arasında iş müfettişliği, 1956-1960 arasında Edebiyat Fakültesi Kütüphane Müdürlüğü, 1960-1973 arasında Türk Dil Kurumu Yayın Kolu Başkanlığı yaptı. Özgün, alaycı, yeni deyim ve tamlamalarla zenginleştirdiği DENEMELER ve ŞİİRLER yazdı.

  • DOSTUM

    Dostum, alelade bir insandır, onun için tarifi gayet müşküldür. Vücudunun kusurlarını elbise ile gizlemek hünerinden habersizdir, yani şık değildir. Ahlak kaideleriyle de ruhunun çirkinliklerini saklamayı bilmez, yani iki yüzlü değildir. Dün onunla caddede karşılaştık. İşinden yeni çıkıyordu. Hissediyordum ki zihninde fikirler, sonbaharın hasta sinekleri gibi zahmetle kımıldanıyordu. Kendisine bir yerde oturup dinlenmeyi teklif ettim. Alıştığımız bir köşede, iki siyah bira kadehi karşısında, sakin sakin, konuşmaya koyulduk. Köpüklü serin içki boğazından geçtikçe, bir dakika evvel, zihninde sürüklenmekten bile aciz sineklerin yavaş yavaş kanat oynatmaya başladıklarını gözümle görüyor gibi idim. Alkol miktarı yorgun uzviyetinde çoğaldıkça, zekası adeta muntazam bir faaliyetin merkezi olmaya başlıyordu. Fakat biranın zayıf tesirini kafi bulmayan dostum, birden, şeytani bir ilhama uyarak, kendisine karışık bir amerikan içkisi getirtti. Fazla bekletmeden bira ve kokteyl dimağında müthiş bir patlama ile karşılaştılar ve ölgün sinekleri kudurmuş anlara döndürdüler. Şimdi dostum, karşımda, tepeden tırnağa kadar vızıltılı, coşkun bir kovan olmuştu. Evvela bize hizmet eden adama şiddetle hakaret etti, beni sebepsiz tersledi ve biraz evvel masamıza misafir gelen bir arkadaşla hiçten münakaşaya girişerek fikrini, hiddet ve şiddetin en son perdelerinden çıkan korkunç bir sesle müdafaa etti. Hesabımızı gördük. Onu açık havaya çıkardım. Bir bahar akşamının tatlı serinliği kıpkızıl çehreye vurdukça sesin haşinliği düştü. Hiddeti, yavaş yavaş derin bir sükuna döndü. Bana söyleyiniz: Boğazından geçen içkilerin cinsine, ışığa ve havaya göre, her an ruhu muhtelif karışımların sahnesi olan dostumun, bir kimyahane çanağından farkı var mıydı? Dostumun insan olarak irade kudretine ne kıymet verirsiniz?

  • Ben ve Ben

    Sabahları uyanıp da, daha yatakta, akıl tasımın kapağını kaldırdığım vakit binlerce fırtlak ve zırtlak düşünce, bir gün önce ya da daha eski bir zamanda gönül gözüme takılmış trandaz bir deniz parçası, çırpıbacak bir satıcı, kargacık burgacık bir Fransızca ile yazılmış bir mektup, bir kitap cildi, sopalanmış bir köpek, cırtlak sesli bir dolmuş şoförü, kendi halinde bir pimpirik, üstü başı akmış ama yine de dilenmeyen bir yoksul, topluca, ya da birer birer içeri atlayıp beynimi mıncıklamaya başlar. Saat sekiz ya da dokuzdur. Gece, ikide yatılmış, bir süre sonra uyanılıp saatin üç buçuk olduğu kestirilmiş ve elektrik feneri yakılıp bakılınca da saatin üç buçuk olduğu saptanmıştır. Daha sonra dört buçuk ve yedi buçukta da uyanılmış ve saatin yine kestirildiği gibi olduğu görülmüştür. Artık yeniden uyku tutmayacağı anlaşıldıktan sonra ise hem en kalkılmamış, en aşağı bir saat dış dünyanın saldırısına kucak açılmıştır. Bu beklenti saatleri, önceki günlerde başlanmış ama daha bitirilmemiş bir yazının ya da Salah Bey Tarihi’nin -gerçekte yakası beyaz ipek işlemeli parçaların- tezgahlandığı saatlerdir. Sekiz rüzgara karşı balık istifleri sağlanınca hem en yazı masasına koşulacak ve yazıya taze kan verecek tümceler hem en kağıda dökülecektir. Ya da aynı saatlerde, yeni bir denemenin afyon ve tiryakı hazır edilecektir. Ne ki, bu uyanmalar öyle her vakit şekerpare dakikalara meydan verecek nitelikte değildir. Kimi zaman da kendimi öfke atına binmiş olarak yakalarım . Bütün tızmantırıllar, bütün meyvesiz söğüt ağaçları, bütün kıskanç köpekler, bütün üçkağıtçılar, bütün tavcılar, bütün şiir arakçıları kısacası bütün kötü yazarlar bu öfke alabandasından payını alır. Kendimi başka işlere sürsem de bu köpürmeler ve höpürmelerden kolay kolay kurtulamam. Haa, uğurlu ve doğurgan sabahları doğru yazı m asasına koşm am ın bir başka nedeni daha vardır. Aramızda kalsın, mideme bir şeyler tıkıştırmamışsam kafam daha iyi parıldar. Kan dolaşımı beynim in in-cin top oynayan köşelerine bile uzanmaktan çekinmez. En evranoslu, en ardanoslu yazılarımı hep bu saatlerde yazarım. Duygulu insanın aç insan olduğunu da bu saatlerde çakmışımdır. Gelgelelim , kalemi elime almadan önce yazılarımdan hiç değilse yarım sayfa okuyup kendimi islim üzerine getirmem gerekir. Çünkü, bir sır değildir, beni kendi yazılarımdan başkası coşturamaz. Burada acı bir haber de yatmaktadır. Aç-köpek yöntemi uygulansa, uygulansa bir saat uygulanır, bir saat geçti mi kafanızın pedavra tahtaları birbirinden ayrılmaya, koskaca temel çivileri kürdanlar gibi kırılmaya başlar. Ama bunuN böyle olması da gereklidir. Yoksa başyapıtların yazılması çok kolaylaşır ve de it sürüsü kadar Marcel Proust, it sürüsü kadar James Joyce yetişmiş olur. Bu da dünyanın batması demektir. Uzatmayalım, açlık çölünü aşınca mutfağa koşar küçük bir kahvaltıdan-bu, çokluk öğle yemeği gibi bir şeydir, üstelik öğle yemeğine de çağrılar çıkarır- sonra Bostancı'nın yolunu tutarım. Kış aylarında sığınağım Bostancı vapur iskelesindeki eciş-bücüş kahvedir. Yazın ise istasyonun yanındaki çınarlı kahveyi yeğlerim. Buranın her yıl mayısta, ilk açıldığı günü de hiç atlamam. Dönüşte yine masanın başındayımdır. Kahvede ve yolda geçen zaman kafamda yeni pencereler açmıştır. Onlardan içeri dalan rüzgarı hale yola koymaya çalışırım. Bakın, öğle sonrası tumbaları bir yazar için lüks bir şeydir. Ama sıkı çalışmalar birbirini kovaladığı vakit-yaşlılığı da hesaba katmayı unutmayın- tumbaları hiç mi hiç savsaklamam . Hoş, bu çalışmanın içinde yer alan bir şeydir. Benim için tumba, bir saat boyunca gözlerimi kapalı tutmak ve aklımı yazdıklarım da gezdirmektir. Bu süre içinde öyle çıtırpıtırlar devşiririm ki onlarla yazım da yeni menekşeler açtırırım. Bütün bunlar, akşam üstülerin o kanatsız kuş durumu dakikalarına kavuşmak içindir. Gerçi zaman zam an, uykusuz geçirilmiş bir gecenin ferdasındaki kuşluk vaktinde, ya da öğleyin ağır bir yemekten sonra da, yani hiç beklenmedik, hiç umulmadık bir anda da insanın kafası zikzaklı danteller üretmeye geçer ama kafanın ikindi çalışması hiçbir şeye benzemez. Şeyh Davut kuşağından Selahattin Eyyubi’nin başından geçen serüvenler bile bu kadar gıygıylı değildir. Akşamları ise çokluk televizyonun karşısına kurulurum. Nedir bu, televizyondaki diziyi ya da eğlence keşişlemesini izlemek için değil, zihnimi daha iyi toparlamak içindir (Boğaziçi Şıngır Mıngır’ın adı, Colombo seyredilirken bulunmuştur). Kendi üzerime gözlemleri de çokluk bu saatlerde elde ederim. Şu unutulmamalı ki, dünyanın en güç işi, insanın kendi üzerine gözlem de bulunmasıdır. Bir deneme sona erdiği zaman da - Salah Bey Tarihi bitmek, tükenmek bilmez - kendime iki gün izin veririm. Jale’yi - o, yazılarımda adının geçmesini istemez ama burada lafımın mecburuyum yanıma kattığım gibi Kavaklar, Adalar, Harem, İstanbul’un altını üstüne getiririm. Bu yolculuklarda Jale ile ortak bir sevincimiz vardır. Boyuna hoşlandığımız, gözümüze kestirdiğimiz evleri, özellikle de yalıları satın alırız. Hem de büyük paralar sayarak. Şimdiye değin aldığımız yapıların sayısı belki bini aşmıştır. Çünkü bir günde birkaç ev birden satın aldığımız çok olur * SALAH BİRSEL: 1919'da Balıkesir'in Bandırma ilçesinde doğdu. 1999 yılında İstanbul'da yaşamını yitirdi. Ortaöğrenimi İzmir'de Saint Joseph Fransız Okulu ve İzmir Erkek Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. 2 yıl sonra aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne geçti, 1948'de mezun oldu. 1943-1949 arasında İstanbul Nişantaşı Ortaokulu'nda Fransızca öğretmenliği, 1953-1956 arasında iş müfettişliği, 1956-1960 arasında Edebiyat Fakültesi Kütüphane Müdürlüğü, 1960-1973 arasında Türk Dil Kurumu Yayın Kolu Başkanlığı yaptı. Özgün, alaycı, yeni deyim ve tamlamalarla zenginleştirdiği DENEMELER ve ŞİİRLER yazdı.

  • AYLAK RUHLAR

    Boş bırakılmış topraklar, gübreli ve bereketliyseler, yüz bin çeşit otla dolar. Yararlı olabilmeleri için onlara kazma vuruyor, işe yarar tohumlar ekiyoruz. Kadınlar kendi başlarına kalınca biçimsiz birtakım et parçaları çıkarırlar, sağlam ve doğal bir beden yaratabilmeleri için bir tohum almaları gerekiyor. Ruhlar da böyledir; onları bir düşünceyle uğraştırıp dizginlerini tutmazsanız, uçsuz bucaksız bir hayal dünyasında, başıboş, öteye beriye dolaşıp dururlar. Böyle bir aylaklık içinde ruhların kurmadığı hayal, düşmediği kuruntu, yaratmadığı gariplik kalmaz. Velut aegri somnia, vanae Finguntur species. (Horatius) SAYIKLAYAN HASTALAR GİBİ BOŞ HAYALLER KURARLAR. Bir amaca bağlanmayan ruh, yolunu kaybeder; çünkü, her yerde olmak hiçbir yerde olmamaktır. Quisquis abique habitat, Maxime, Nusquam habitat. (Martialis) Her yerde olan hiçbir yerde değildir. Hayatımın son yıllarını elimden geldiği kadar kaygısız ve salt kendi rahatımı düşünerek geçirmeye karar verip de köşeme çekildiğim zaman, ruhuma edebileceğim en büyük iyiliğin onu tam bir başıboşluk içinde bırakmak olacağını düşünmüştüm; bırakalım kendi kendisiyle söyleşsin; kendi içinde, kendi hayalinde kalsın, demiştim. Yaşım beni daha ağırbaşlı, daha olgun bir hale getirdiği için bunu artık kolayca yapabileceğimi umuyordum; fakat görüyorum ki: Variam semper dant otia mentem (Lucianus) RUH BAŞIBOŞ KALINCA TÜRLÜ HAYALLER KURUYOR. İstediğimin tersine ruhum, yularından kurtulup kaçan bir at gibi kendini daha fazla yoruyor. Kafam durup dinlenmeden, hiçbir sıra, hiçbir ilinti gözetmeden öyle garip düşünceler, öyle saçma sapan hayaller kuruyor ki, ilerde bunların anlamsızlığını ve acayipliğini görüp kendinden utansın diye hepsini kaydetmeye başladım.

  • Aramızdan Bir Kimse / Nadir Gezer

    Nadir Gezer ile ÖYKÜ Üzerine * maviADA ADINA Nilüfer Ünver Özyanık- Sayın Gezer ilk öykü kitabınız olan ‘’Hanife Nine’den Öyküler’’in okuyucuyla buluşmasının 25.yılındayız. Bu yapıtınızdan sonra ‘’Yürüyen Gece, Puslu Hüzün, Kırılgan Umutlar, Şenlet Öğretmenin Destanı’’adlı öykü kitaplarınız birbirini izledi. 2005 yılında ise ‘’Yürek Bağı ve Küçük Şirin Evin Gizleri’’ni okuyucuya sundunuz. On beş kitabınızın yarıdan fazlası öykü kitaplarından oluşuyor. Sorularıma bu noktadan başlamak istiyorum. Sizce öykü nedir? Sizi öykü yazmaya sürükleyen etkenler nelerdir?. N.Gezer- Sözlüklere göre öykü,’’Gerçek ya da tasarlanmış olayları anlatan düzyazı türü olarak tanımlanır, ama her yazarın öyküye, öykü konusuna yaklaşımı başka başkadır. Böyle olunca öykünün tanımı da yazara göre az çok değişebilir. Gerçekte konuya yaklaşım aynıdır diyebiliriz. Bu yaklaşım yazarın dünya görüşüne, yazın dünyasına, insana bakış açısına göre şekillenir. İnsanı sevmesine, insana karşı nefretine göre de öyküsü veya öyküye bakış açısı yön verir onun öykü dünyasına. N.Özyanık- Peki öykünün romandan ayrımı nedir? N.Gezer- Bu ayrımın oluşumunda konunun uzunluğunun kısalığının etkisi vardır, ama gerçek olan yazarın konuyu ele alışındadır. Ünlü Rus yazarı Çehov’un ‘’Bozkır’’adlı yapıtı buna örnek olarak gösterilebilinir. Bu yapıt oldukça kapsamlıdır. Bu yapıtın arka kapağına düşülen notta şöyle denir:’’Bozkır roman değilse bile uzun bir öyküdür. Çehov’un yazdığı öykülerin en uzunlarından, hem de en güçlülerinden biridir.’’(1) denilir. Romanda yazar daha bir özgürce konuyu ele alırken, öykü de bir kısıtlamayla karşı karşıyadır. Ele aldığı konuyu çok dikkatli irdelemek zorundadır. N.Özyanık- Sizce kısa bir öykü mü, yoksa roman mı yazmak daha güçtür? N.Gezer- Roman uzun soluklu, araştırmaya yönelik bir yazın türüdür. Yazardan büyük bir emek ister. Öyküyü, aynı şiir gibi bir anda yazarın usunun dolup boşalması gibi, yazarı disipline eden bir yazın türü olarak tanımlayabiliriz. Öyküde başıboşluk yoktur. Öykü yazarı çok sıkı bir yazma kaygısı taşır. Onun için yazar başıboşluktan uzaktır. Yazma disiplinine taşır yazarı öykü… N.Özyanık- Masalla öykü arasında bir bağ var mı? N.Gezer- Masal ‘’genellikle halkın yarattığı, ağızdan ağza, kuşaktan kuşağa sürüp gelen, çoğunlukla insanların ya da tanrıların başından geçen, olağandışı olayların yer aldığı anlatı türü’’(2) diye nitelenir. Yazarı belirsizdir. Ağızdan ağza değişime de uğrayabilir masal ama, öykünün geçmişine bir sınır çizilmiştir. Bir yazarı vardır ve yazarın geçmişi ve yazın yaşamı bellidir. N.Özyanık- Gazeteci-yazar Oktay Akbal bir yazısında büyük öykü yazarımız Sait Faik Abasıyanık’ın iletisini şöyle dile getirmiş: ‘’Yazmazsam deli olacak gibiyim!..’’ Bir yazar için bu iletinin önemi nedir? N.Gezer: Bilindiği üzere Sait Faik Türk öykücülüğünün temel direklerinden biridir. Yazmaya, özellikle öykü yazmaya karşı büyük ve içten bir tutkusu vardır. Bu ileti onun dur durak bilmeden öykü düşündüğünü, yazdığını iletir okura. Ondaki bu olağanın ötesindeki yapısal güzelliği Oktay Akbal gibi ünlü bir dostunun okura iletmesi insanı bir yanıyla sevindirici, bir yanıyla da özendiricidir. N.Özyanık- Siz öykü yazmaya ne zaman başladınız? Fen grubu öğretmeni olmanızın ve yıllarca bu alanda çalışmanızın öykü yazmada bu dalın yararını gördünüz mü? N.Gezer.- İlk öykülerim Türk Dili Dergisi’nin Mart 1979 (sayı:336) yayımlandığına göre,1970’li yıllar öykü üzerinde çalıştığım yıllardır. O günlerde adı geçen derginin o sayısında iki öykümün bir arada yayımlanmış olması ( Muhbir Halil ve Zeybek Ahmet) beni öykü yazmaya karşı yüreklendirmiştir. O yıllarda ve 80’li yıllarda sürekli öykü ürettiğimi söyleyebilirim. Fen dallarındaki öğretmenliğim yazın dünyamda bir konuyu uzatmadan, özlü olarak anlatma gibi bir güzelliğe taşımıştır beni… Bu da oldukça yararlı bir sonuç değil mi?.. N.Özyanık: Gerçekten de öyle. Oysa, bazen bir gazetenin köşe yazısı, bir roman veya öykü okurken öyle uzun cümlelerle karşılaşıyoruz ki, ne anlatıldığını algılamak da bazen zaman alıyor veya ne anlatıldığı hiç anlaşılamıyor… Tekrar sizin yayın hayatınıza dönersek, bugüne dek sizi yerli yabancı yazarlardan kimler etkiledi? En çok etkilendiğiniz bir öyküyü iletebilir misiniz? N.Gezer: Ben Köy Enstitüsü geleneğinden yetişmiş bir yazarım. Bu yüzden açıkça söyleyebilirim ki Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Mehmet Başaran, Talip Apaydın, Adnan Binyazar, Emin Özdemir…gibi yazarlarla içli dışlı oldum. Onların yapıtlarında kendimi buldum. Özellikle öykü yazarları içinde Sait Faik, Sabahattin Ali, Oktay Akbal ve Orhan Kemal her zaman yanı başımda bulunan yazarlarımdır. Onlardan hem çok güzellikler öğrendim, hem de yazın dünyamın gelişiminin güzelliklerini onlarda buldum…Dış ülkelerden ise Rus yazarı Çehov en çok özenle okuduğum bir öykücüdür. Çehov’un Varlık Yayınları’nda yayımlanmış olan, Mehmet Özgül’ün çevirdiği ‘’Köylüler’’ adlı yapıtındaki ‘’Vadide ‘’ adlı öyküsüyle, aynı yazarın öteki öyküleri elimden düşmeyen öykülerdir. Benim yazın dünyamda bir öykücü olarak Çehov’un apayrı bir yeri vardır… N.Özyanık - Kendi öykülerinizden en çok beğendiğinizi okurlarımıza iletir misiniz? N.Gezer- Yazarın her öyküsünün kendi üzerinde apayrı bir etkisi vardır ama, ‘’Hanife Nine’den Öyküler’’in ikinci basımına eklemiş olduğum ‘’Bu Dağlar Eze Dağlar’’ ve ‘’Varavara’’ adlı öykülerimin yeri benim için bambaşkadır… N.Özyanık- Bu öykülerin kahramanları kimler? Öykülerinizin konusunu kısacık da olsa anlatır mısınız? N.Gezer-‘’Bu dağlar Eze Dağlar’’ın geçtiği kırsal kesim İnegöl’ün Eymir Köyüdür yani benim doğduğum köy. Bir çobanın masal anlatmaya yönelik yapısı, çocukların hayranlığını taşır. O yüzden yazarın bulunduğu eve akşamları gelmesi için büyük bir özlemle adı geçen kahramanı beklerler. ‘’Varavara’’ ise çok değişik bir yapısı olan, giyimi kuşamıyla son kerte garip bir insandır. Ormanda nereye giderse gitsin topladığı çiçekleri, meyveleri cebinde taşır ve çocuklara dağıtır. Bu yüzden çok sevecen bir insandır çocuklar için. Hiç kimse onun gerçek adını bilmez. Ona konulmuş ad yeni bir addır ve adı Varavara’dır. Bu öykülerin her ikisi de gerçek birer öyküdür. Yaşamdan alınmıştır. N.Özyanık- Öykülerde bir ‘’ileti‘’ var mıdır? Yoksa yaşamın kendisi mi bir öyküdür?, diye klasik bir soru sorsam, ne dersiniz? N.Gezer - Ne tür bir öykü olursa olsun, onun insana bir iletisi mutlaka vardır.Kuşkusuz yazar insanın özünü konu etmişse,onun da insana bir iletisi olması doğal değil mi? N.Özyanık- Öykü, insanların ‘’düş gücünü’’varsıllaştırma yönünde gelişmiş bir sanat mıdır? N.Gezer- Bütün sanatların insanın düş gücünü tetikleyen bir yanı vardır. Öykü de bir yazın sanatı olduğuna göre, aynı masal gibi o da düş gücünü güçlendirir. N.Özyanık- Ülkemizde genel olarak kitap okuma alışkanlığının düşük olduğunu biliyoruz. Okumadan, insanın yazın dünyasında gelişme olabilir mi? Kısaca söylersek okumadan yazma gelişebilir mi? N.Gezer- Okumayan insan tez körelir. Okumak insanda düş gücünü sürekli tetikler, yeni üretilere sürükler insanoğlunu… Onun için yazmayla okuma birbirini kesintisiz izlemelidir… N.Özyanık- Çağımız bilgi çağı, bu çağ yeni bir çağla içli dışlı:’’İnternet Çağı’’… Yaygınlaşan internet çağı sizce kitabın yerini alabilir mi? Bu çağla birlikte ‘’kitabın’’iyice gözden düştüğü söylenmekte. Siz ne dersiniz? N.Gezer- Kitabın kendine özgü bir sıcaklığı, insanın dokunma duyusuna derin bir etkisi vardır. Bir de elinizin altındaki kitap her an gözlerinizin önündedir. Kanımca internet çağı ne denli gelişirse gelişsin kitaptan ayrı düşmek olanaksızdır. N.Özyanık- Çok güzel bir söyleşi oldu. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. N.Gezer - Bu güzel sorularla, benimle kurduğunuz sıcak iletişim için ben de teşekkürlerimi iletiyorum size… / * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * *

  • Muazzez İlmiye ÇIĞ

    ​ / söyleşi / Örnek Bir Cumhuriyet Kadını: Muazzez İlmiye ÇIĞ * Karaburun’da yapılan Ütopya Buluşmaları’nın 14’üncüsünde soluklarımızı tutarak dinledik bu anıt insanı. Belleği dupduru, sözcükler, tümceler, dahası konular arasında bir karmaşa yaratmadan, üstüne basa basa bir tarih yolculuğuna çıkardı hepimizi. Zaman zaman esprilerle havayı dağıtarak, hemen ardından sözü kaldığı yere ustaca bağlayarak sürdürdü anlatısını. İşte aklımda kalanlar. “Bakıyorum da benim yaşımı yaşayan yok aranızda! Atatürk’ün uzantısı gibiyim. Cumhuriyetin simgesiyim ben! Kendimi öyle görüyorum. Bugün Sümerlerden söz etmemi istemişler. Sümerlerin de ütopyaları vardı. Bir kral; insanın insana işkence etmediği, oğlun babayı saydığı, güçlüyle güçsüzün kavga etmediği gün yeryüzündeki bütün yaratıklar sevinecek! Tanrıların adaleti sağladığı, kardeşin abladan korktuğu gün… “Sümerler, yazı başlayınca okullar açıyorlar. Önce hayvan ve şehir adlarının listesini yapıyorlar. Otuz bin, kırk bin satır uzunluğunda edebi eserlere rastlıyoruz. Yirmi çeşit efsaneleri var. Bunlar Tevrat’a ve Kuran’a girmiş. Zaman içinde yaşadıkları topraklarda kuraklık olmuş. İnsanlar karnını doyurma derdine düşmüşler. Sulama yapamadıkları için yiyecek fiyatları o/o200 artmış. Aç kalmasınlar diye çocuklarını başkalarına satmışlar. Savaşı hiç sevmemişler. Bunlardan doğan günlük sıkıntılarını ve acılarını tabletlere yazmışlar. Felaketleri yaşadıkça çok sayıda ağıtlar yakmışlar. Zaman içinde, Fırat’ın ve Dicle’nin taşkınlıklarını kanallar açarak azaltmışlar. Tarımı geliştirmişler. Ardından hayvancılığı geliştirmişler. Deriyi altınla işlemişler. Ürünlerini başka ülkelere satmışlar. Karşılığında; taş, altın ve gümüş almışlar. Çalıştıkça varsıllaşmışlar. Varsıllaştıkça düşmanları çoğalmış. Dirlik içinde yaşamak için kurallar ve yasalar koymuşlar. “Kadın tek başına kefil olabiliyor Sümerlerde! Erkekler özel durumlar dışında bir kadınla evlenebiliyor. Evlilik belgesi olmayan evlilik geçersiz sayılıyor. “Araştırmalar sırasında bulunan bir küpte altmış yargıcın kararına rastlanıyor. Bu hem onların adalet anlayışları için hem de arşivleri için bulunan en önemli ipuçlarıdır. “İlk kadın şair Enhdianna, M.Ö. 2400 yılında yazmıştır şiirlerini. İlk aşk şiiri Sümerler’de yazılmıştır. O günden bugüne akan ne varsa her şey şiirlerle taşınmıştır. Nuh’un tufan hikayesi de Sümerler’ce yazılmıştır. Bu şiirlerin çoğunun neden Tevrat’ta olduğunu çözememiş din adamları. Sümer dili ile Türkçe arasında çok yakın benzerlikler olduğu görülmüştür. Kimi sözcükler o günlerden günümüze değin taşınmıştır. Sümerlerle Türklerin dillerinde 300 ortak sözcük olduğu saptanıyor. Ayrıca Türklerin yerleşik kökenleri olduğunu gösteren kalıntılar bulunuyor. Ben bunu çok önemsiyorum. “Akatlar, Sümerler’e karışınca kadının önemi azalmaya başlar. Özellikle ticaret başladığında daha da ötelenir kadın. Doğan çocuklar önceleri klanın malıydı. Aile hayatı başlayınca kadın eve hapsoluyor. Çocuklarını ve ailesini bırakamıyor. Ve o günlerden bugünlere nasıl taşındığını izliyoruz hep birlikte. Bugün aklıevvellerin tamamı kendi egoları için kadınları kapatıyorlar. Onlara çok acıyorum. En kötü yanı da örtünen kadın bunu özgürlük sanıyor,” Tam bir saat ayakta konuştu. Akıcı ve yalın söylemiyle, dipdiri belleğiyle zamana meydan okuyan, Atatürk’ün kızı olmakla övünen M.İ.Çığ yaşayan bir zaman parçası değil de neydi, diye düşündürttü hepimize… Konuşmasının hemen ardından kendisiyle söyleşi yapmak istediğimi söyledim. “Eeee sor o zaman!” dedi, güleç yüzüyle. Ertesi gün sözleştiğimiz saatte oteldeydim. Kapıyı kendisi açtı. Bir gün önceki fötr şapkalı Muazzez İlmiye Çığ gitmiş bahar dalı gibi bir kadın gelmişti. … Ve kaldığımız yerden, yeniden döndük ırmak yaşamına; Kimdir Muazzez İlmiye Çığ? Aynadaki size bakınca neler dillenir? Cumhuriyetin bir simgesiyim ben! Kendimi öyle görüyorum. Bu kuşakta benden yaşlısı yok. Atatürk’ün uzantısı gibiyim. Öncelikle bir Cumhuriyet kızı dahası Atatürk’ün kızı olduğunuzu hepimiz biliyoruz. Bu Cumhuriyet kızı kaç yapıtla anılıyor içinde yaşadığımız günlerde? On altı diyorlar. Bir Atatürk kitabım var. Atatürk’ün insan yanını; sevinçlerini, üzüntülerini ve ağlamalarını çıkardım ortaya. Bunu basmak istemediler. Yazdıklarımdan ödün vermedim. Adana Eğitim Vakfı bastı önce, sonra Kaynak Yayınları bastı. Oldukça ilgi çekiyor bu yapıt. Bakalım okuyunca siz ne diyeceksiniz? Bir çocuk kitabımda, çocuklara Sümerleri tanıttım. Ezop hikâyelerinin ucu Sümerlere kadar uzanıyor. Hayvan masalları yaptım. Nazan Erkmen resimledi bu kitabımı. Şiire ilginizi dahası ortaya çıkmayan şiirlerinizi biliyorum. Edebiyat ve Muazzez İlmiye Çığ yakın mı birbirine? Ben edebiyatçı değilim. Ama başkaları bana, siz edebiyatçısınız, diyorlar. Ben tabletlerden aldıklarımı ve Zaman Tünel’ini kurgu yaptım. Şiire yakın durdum ama bu şair olduğumu göstermez. Her anlamda karma bir toplum yapımız var. Bugün bile özgür kadının sıra dışı kaldığı ülkemizde, bir araştırmacı, dahası yaratıcı olarak size insanların bakışından söz eder misiniz? Bizim kadınlarımız eskiden beri sanatçıymışlar. Ama konuşamamışlar. Söze dökemediklerini çoraplara, kilimlere işlemişler. Yetenekleri hep bastırılmış, bunları ortaya dökmelerine izin verilmemiş. Bu benim kuşağım kadınlarında elbette ki daha fazla. Ben onların simgesiyim. Karşılaştığımız ve konuşma fırsatı bulduğumuz zaman o insanlar beni bağrına basıyorlar. Şu mahkeme olayını anımsayın. Ülkenin dört bir yanından, kadın kuruluşlarından destek gördüm ben. Bunlar parayla pulla sağlanamayan şeyler! Silinmez izler bırakan bir anıt kadınsınız! “Doğruyu söyleyenler dokuz köyden kovulmuştur,” ülkemizde. Onuncu köy aradınız mı hiç? Benimle uğraşanlar her zaman oldu, ama pek kovulmadım. Bundan ötürü de onuncu köy aramadım. Bu anlamda şanslı insanlardanım ben! 4000 yıl öncesine fener çevirdiniz… Günümüze değin ulaşan söylencelerin çoğunu onadınız bir anlamda. Koşulsuz inanılmasını istedikleri düzmecelerin çoğunun da perdesini indirdiniz… Doğal olarak da tepkiler aldınız! Bu tepkileri göğüsleyebildiniz mi? Sizi durduramadıklarını biliyorum. Ama bir an da olsa, keşke, dedirten bir duygu yaşadınız mı? Hayır, hayır hiç keşke demedim. Doğru olduğuna inandığımın ardından yürüdüm. Başörtüsü konusunu biliyorsunuz. Sümerlerde, genel kadınlar başörtü kullanıyorlar, diğer kadınlardan ayrılmak için. Bu bilgilere tabletlerden ulaştık. Bu konuyu basında çok konuştum. Kitaplarımda da yazdım. Basından izlemişsinizdir bir avukat beni mahkemeye verdi. O davada yargılanırken 25 gönüllü avukat görev aldı. Bunların içinde Aziz Nesin’in avukatı Veli Devecioğlu, Gülser Aytaç ve daha birçok avukatım vardı. Savcı beraatimi istedi. Bu davada, kamuoyundan da çok büyük destek gördüm. Unutmadan, Egeli Kadın Yazarlar’a da desteklerinden ötürü, bir kez de derginiz aracılığıyla teşekkür ederim. Basında genel olarak teşekkür ettim ama İzmir’de olunca, yanımda da onlardan birini görünce yeniden edeyim, istedim. En yakın durduğunuz yazın türü hangisi? Farklı türlerde yazdım, ama denemeye daha yakın duruyorum. Yakın tarihe tanıklık etmiş birisiniz. Ne söylersiniz köy enstitüleri deyince? Neler söylenmez ki… O akışkan ırmak devam etseydi, biz yüz yıl daha ileride olurduk bugün! Bunu istemeyenler de fark ettiler böyle olacağını. Düşünün Tayland’da halk yüzde doksan okuma yazma bilmezken bir uzman kişiyi araştırma yapmak üzere İngiltere’ye gönderiyorlar. Nasıl okutabiliriz insanlarımızı, diyerek araştırma yapıyorlar. İngiltere yetkilileri o görevliye Türkiye’yi öneriyor. Köy enstitüsü projemizden söz ediyorlar. Taylandlı görevliler, ülkesinin yetkililerinden izin alarak ülkemize geliyor. Altı ay Hasanoğlan’da kalıyor. Bu özgün okulların işlerliğini öğreniyor. Ve bilgilerle donanıp Tayland’a dönüyor. Öğrendiklerini yetkililere ve uygulamacılara anlatıyor. Tayland hiç zaman yitirmeden bunu uyguluyor. Bugün o ülkenin yüzde doksan beşi okuyor. Bir de bizim ülkemize bakalım! Birçok dünya ülkesine örnek olarak verdiğimiz projemize ne yazık ki sahip çıkamadık. Eğer sahip çıkabilseydik bugünkü durumda olmazdık. Böylesine şaşkına dönmezdik ulus olarak! Siz o yıllardan öncesinde de öğretmendiniz. Evet, ben 1933 yılında öğretmendim. 10.yılda bu ülkede son derece mutluyduk. Oysa hiçbir şeyimiz yoktu. Bütün olumsuzluklara karşın bana göre çok ilerledik. Fransa, devrimini yüz yılda tamamladı. Bizim devrimimiz daha ağırdı onlardan. Biz sanayi devrimi de yaptık. Dilimize sahip çıktık. Çok güçlü bir Rönesans’tı yaptığımız. Atatürk halkı ikna etti. Halka yazıyı değiştireceğiz, diyor. Halk kabul ediyor. Bir ayda öğrenilecek, dedi. Öğrendi halkımız. Bu konuda halkevlerinin çok büyük etkisi oldu. Okumayı çocuklar okullarda öğrendi, analar ve babalar halkevlerinde… İnsanların yetenekleri ortaya çıktı. İsterlerse neleri başarabileceklerini gördüler. Özgüvenleri çoğaldı. Ne yazık ki demokrat parti zamanında kıyıldı bu devrimlere. Ardından Kuran kursları, imam hatipler geldi. Menfaate soktular her şeyi. Siyasilerin yanlış kararları ne yazık ki iyi olanı sildi süpürdü. Ama hâlâ umut var. Ben halkıma güveniyorum. Teşekkür ederim Atatürk’ün kızına, çok hem de! Bana da umut aşıladınız! Ben de size ve maviADA'ya teşekkür ederim. Gençleri yanımda görmek beni mutlu ediyor, var olun! * Dünyanın en önemli Sümerologlarından biri olan Muazzez İlmiye Çığ, 20 Haziran 1914‘te Bursa‘da doğdu. Kurtuluş Savaşı yıllarında ailesi Çorum’a yerleşti. İlkokula burada başladı fakat o beşinci sınıfa geçtiğinde aile tekrar Bursa’ya döndü. Özel bir okul olan Bizim Mektep’te Fransızca ve keman dersleri gördü. 1926 yılında Kız Muallim Mektebi’ne girdi. 1931 yılında mezun olan Çığ, babası gibi öğretmenlik yapmaya başladı ve Eskişehir’e tayin oldu. 1935‘te Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sümeroloji bölümüne girdi. 1940 yılında mezun olan Çığ, İstanbul Arkeoloji Müzesi‘ne tayin edildi. Burada, dünya için çok büyük önem taşıyan bir işe imza attı ve Sümer, Akad ve Hitit dillerinde yazışan çivi yazılı belgeler arşivini oluşturdu ve katalog haline getirdi. Philadelphia Üniversitesi Müzesi Tabletler Bölümü Başkanı Prof. Kramer ile yaptığı çalışmalar ile Sümer edebiyatına yeni konular kazandırıldı, eksik olanlar tamamlandı. 1940 yılında aynı okulda okuduğu Kemal Çığ ile evlendi. Aynı yıl ilk kızı Yülmen, 1947‘de ise ikinci kızı Esin dünyaya geldi. 1957’de Münih‘te düzenlenen Oryantalistler Kongresi‘ne katıldı. 1960 yılında Heidelberg Üniversitesi‘nden aldığı davet üzerine 6 ay burada araştırma yaptı. 1965 yılında Roma‘da sergilenen Hitit sergisine başkanlık ederek sergiyi Londra’ya götürdü. Kısa bir süre kaldığı Londra’da da çalışmalarını sürdürdü. 1972 yılında Arkeoloji bölümünden emekliye ayrıldı ama çalışmalarına ve araştırmalarına devam etti. 1988 yılında Philadelphia Asuroloji kongresine katılan çığ, Prof. Dr. S. N. Kramer’in History Begins at Sumer(Tarih Sümerle Başlar) adlı kitabını çevirdi. 2000 yılında Fahri Doktor ünvanına layık görüldü. Sümer ve Hitit kültürlerinin en önemli araştırmacılarından olan Muazzez İlmiye Çığ, on üç kitap ve birçok bilimsel makale yazdı. Bir çok ödül alan Sümerolog çalışmalarına halen devam etmektedir. Kitapları # “Kur’an İncil ve Tevrat’ın Sumer’deki Kökeni”, 1995, Kaynak Yayınları # “Sumerli Ludingirra – Geçmişe Dönük Bilimkurgu”, 1996, Kaynak Yayınları # “İbrahim Peygamber- Sumer Yazılarına ve Arkeolojik Buluntulara Göre”, 1997, Kaynak Yayınları # “İnanna’nın Aşkı – Sumer’de İnanç ve Kutsal Evlenme”, 1998, Kaynak Yayınları # “Zaman Tüneliyle Sumer’e Yolculuk”, 1998, Kaynak Yayınları (genişletilmiş ikinci basım; ilk basım 1993, Kültür Bakanlığı Yayınları) # “Hititler ve Hattuşa – İştar’ın Kaleminden”, 2000, Kaynak Yayınları # “Gilgameş – Tarihte İlk Kral Kahraman”, 2000, Kaynak Yayınları # “Ortadoğu Uygarlık Mirası”, 2002, Kaynak Yayınları # “Ortadoğu Uygarlık Mirası 2”, 2003, Kaynak Yayınları # “Sumer Hayvan Masalları”, 2003, Kaynak Yayınları # “Çivi Çiviyi Söker – Muazzez İlmiye Çığ Kitabı”, Serhat Öztürk, 2002, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * * *

  • Denize Acıkmış Bir Kum Tanesi

    Bıkmaz, yanılmaz, iflah olmaz deniz tiryakisiyimdir, her gün içine girip yüzmesem de, denizin o eşsiz maviliklerini saatlerce seyredebilir, kalbimin kıyısını yalayan dalgaların sesini, sanki bir ayindeymişim gibi dinleyebilirim. „Ay ışığı sonatı‟ sahilimsin sen benim. Deniz tiryakisiyim, daha küçücük bir çocuk olsam da büyüyünce dalgıç olacağım. Oksijen tüpü nedir ki, deniz yoksa o zaman nefessiz kalabilirim, denize arkamı dönersem işte o zaman ölebilirim. Bedri Rahmi‟nin “mavi gezi” şiiridir vurgun yemiş sessizliğim. Deniz benim için binlerce yıldır yaşayan bilge bir türküdür, tükenmeyen. Kıyıların, kumsalların, sahillerin büyük gözlemcisidir. Rüzgâr eğilir önünde, köpüğü kalbidir, diz çöker önünde yosunlar. Yorgun bir kum tanesi uçan bir martının gözlerine dönüşebilir, işte bundan etkilenebilirim. Derinliği başımı döndürür, bana küçük balıkların yaşama sevincini püskürtür, muzip bir denizcinin dudaklarındaki o eşsiz aşk gülümsemesidir. Yanıp sönen bir fenerle göz kırpışırlar, eski bir denizciyim, arkadaşımdır yakamozlar, hiçbir gemiyi incitmedim. Rakı, balık çok severim, roka sevmem, yazları bir kır meyhanesinde ya da “adalardan bir yar gelir bizlere” diyerek, Burgaz Ada‟da denize bitişik değil; denizi koklayarak rakı içmiş miydiniz hiç? Deniz Gezmiş olsun masamızda, onun parkasını da koklar, hayat bilirim. Kendi denizinde usulca yüzen küçük bir tekneyim, geceleri yıldızlarla konuşur, kimsenin canı yanmasın, kimsenin kalbi karaya çarpmasın diye bütün kayaların pamuktan bir yastık olması için dua ederim. „Denizden babam çıksa yerim‟ der miyim? Asla demedim. Okyanus yüzlü kadındır, elinden tutmuştur Halikarnas Balıkçımın, hüzünlü şiirlerini okumuştur Mallarme‟nin, aşkın kalbine tutkuyla kulaç atar, müthiş bir esenliği vardır sesindeki sonsuzluğun, ya benim susuzluğum, sen benim aynamsın, incimsin, gözlerimsin diyemedim. Kalbinin kıyılarında koşmak istiyorum, hiçbir şey incitmesin seni, ne istiridyenin, ne yengecin şaşkınlığı, dem olan engin bir su damlasının gün ve güneş görmüş sevinci ısıtsın inceliğini, ışığın fısıltısını deniz bildim, rüya ne ki, açılmamış bir midyenin, mavi düşlerinin gazeliyim. * maviADA Dergisi GÜZ 2013: derginin bütününü görmek isterseniz tıklayın

  • Yeraltından Notlar VII

    Bütün bunlar sadece hayaldir. İlk kez kim insanın kendisi için gerçekten neyin faydalı olacağını bilmediği için kötülük yaptığını ortaya atmıştır? Aslında bunu bilse kirli işlerden uzak durur iyi ve ahlaklı birine dönüşüverirmiş, çünkü insanlar için asıl faydası olan tek şeyin iyilik olacağını bilirmiş. Bilinçli olarak kendi kendisine zarar vermeyeceğine göre kalan tek yol, iyilik yapmak olacakmış...Hey gidi saf, temiz yürekli çocuk! Dünya kurulduğundan beri insanların sadece kendisine fayda getirecek şekilde davrandıkları hiç görülmüş mü? O halde göz göre göre, yani asıl faydanın ne olduğunu bildiği halde bunu önemsemeden, başka tehlikeli yollara atılan milyonlarca insana ne demeli? Söz konusu insanları bu şekilde hareket etmeye mecbur kılan bir sebep yoktur; sanki kaderin onlar için çizdiği yoldan yürümek istememiş, inatla, başkaldırarak, karanlıklar içindeki yeni, zorlu ve karışık yollara girmişlerdir. Demek ki onlar için isyan, kendilerine fayda sağlayacak işlerden daha cazip görünmüştür. Fayda!..Fayda da neymiş? İnsanlar için tam olarak neyin faydalı olabileceğini kesin bir şekilde söyleyebilir misiniz? Ya asıl fayda insanın kendisi için bazen zararlı olanı isteyebilmesinde ise buna ne demeli? O zaman yukarıda söylediklerimizin tümü boşuna öyle değil mi? Demek gülüyorsunuz, gülün ama önce şu soruma cevap verin lütfen: İnsanlara fayda sağladığına emin olduğunuz şeylerin eksiksiz bir listesini çıkarabilir misiniz? İçlerinde hiçbir sınıflandırmaya dahil edemeyecekleriniz yok mudur? Bildiğim kadarıyla değerli okuyucularım, sizin insan için faydalı diyebilecekleriniz, istatistik bilgilerinden, bilimsel verilerden ve ekonomik formüllerden alınmıştır. Size göre refah, zenginlik, özgürlük, rahatlık vesaire vesaire insan için faydalıdır. Bütün bunlara kendi isteğiyle, açıkça sırt çeviren bir insana siz de, ben de cahil, deli adam gözüyle bakmaz mıyız? Bütün bu istatistikçiler ve bilginler, insan için faydalı şeylerin listesini çıkartırken faydalardan birini mutlaka gözden kaçırırlar. Halbuki çok önemli bir faydadır söz konusu olan. Ne olur sanki o da listeye alınsa? Bu işlem o kadar da zor olmasa gerek. Ne var ki bu fayda hiçbir sınıflandırmaya tabii tutulamıyor. Bir arkadaşım var mesela o. Ama kimin yok ki böyle bir arkadaşı, sizin de, herkesin de böyle bir arkadaşı vardır. Bir işe başlamadan evvel akıl, mantık kurallarına göre nasıl hareket edilmesi gerektiğini açık ve ikna edici bir şekilde ifade eder. İnsan için faydalı olan şeylerden heyecanlı, tutkulu bir şekilde bahsederek, bunu anlamayanlarla alay eder. Hemen ardından, bir çeyrek saat sonra mesela, gerçekte hiçbir sebep yokken, kendisi için faydalı olanları hiçe sayan bir içgüdüyle bambaşka bir yol izler; yani az evvel söylediklerinin tam tersini söylemeye başlar. Şunu da belirteyim: Arkadaşım derken belirli birinden bahsetmediğim için bütün suçu ona yüklemek zordur. Değerli okuyucularım, üzerinde durulması gereken en önemli nokta şudur: İnsan için bütün faydalardan daha önemli bir fayda var ki uğruna akıl, şeref, huzur, refah gibi bütün güzel ve faydalı şeylere karşı gelebilir. Yeter ki o en önemli faydayı sağlayabilsin. ''Ama uğruna başka faydaları feda ettiğimiz şey de bir fayda!'' diye sözümü keseceksiniz. Müsaadenizle izah edeyim. Laf cambazlığı değil mesele; bahsettiğim fayda bütün sınıflandırmalarımızı insanoğlunun mutluluğu için kurulan sistemleri paramparça etmektedir. Ama bu faydayı açıklamadan evvel kendimi olumsuz biri olarak gösterme pahasına da olsa insanlara onların gerçek faydalarını gösteren ve bu faydaların sağlanmasıyla herkesin iyi ve ahlaklı olacağı fikri, şimdilik sadece bir düşünce jimnastiği. Aslına bakarsanız, insanlığın gelişmesini insan için faydalı olanlara dayandıran bir sistemi kabul etmek, Buckle'ın(İngiliz Tarihçisi) Uygarlığın insanları yumuşattığını, bu sebeple daha az vahşi, savaşmaya daha az yatkın duruma getirdiğini savunmasına benzer. Mantık kurallarına sadık kalarak düşününce, böyle bir sonuca ulaşılabilir. Fakat insanlar sistemlere, bazı soyut kavramlara o denli bağlıdırlar ki sadece mantıklarını haklı çıkarmak için gerçekleri göz göre göre değiştirmeye, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkamaya razıdırlar. Bu, çok açık bir misal olduğu için onu ele aldım. Etrafınıza bir bakın kan gövdeyi götürüyor; üstelik şampanya gibi keyifli bir şekilde. İşte siz, Buckle'ın da yaşadığı on dokuzuncu asır! İşte, büyük Napolyon bugünkü Napolyon! İşte, sonsuz Kuzey Amerika Birliği! İşte size, karikatüre benzeyen bir Schlezwig Holstein Prensliği!..Uygarlık bizi nasıl yumuşatmış, görelim. Uygarlık insanların duyarlılığını artırır, budur bütün yaptığı.Duyarlılığı artınca belki de kan dökülmesinden haz duymaya başlayacaktır. Buna birçok misal verebiliriz; en ustalıkla işlenen cinayetlerin, çoğu kez kültürlü insanlar tarafından yapıldığına dikkat ettiniz mi? Attila'ların, Stenka Razin'lerin (Çara karşı isyan eden Don Kazaklarının lideri) ustalıkla geçemeyecekleri bu adamlar, eğer onlar kadar dikkat çekmiyorlarsa bunun tek sebebi sıkça rastlanmalarıdır. Uygarlıkla beraber insanlar, daha çok kan dökmeseler bile daha iğrenç birer cani olmuşlardır. Eskiden hak için kan dökülürdü ve insan vicdanı rahattı. Zamanımızda ise suç sayıldığı halde, cinayetlerin ardı arkası kesilmiyor, üstelik bu cinayetler eskiye oranla daha da fazla. Kleopatra, (Roma tarihinden örnek verdiğim için bağışlayın beni) cariyelerinin memelerine altın iğneler batırır, onların çığlıklarından, acı içinde kıvranmalarından haz alırmış. Şimdi siz, bunların, barbarlık dönemlerine ait misaller olduğunu ileri süreceksiniz. Ama insanların şimdi de birbirlerine altın iğneler batırdıklarını -mecazi anlamda tabii- düşünerek, yaşadığımız çağın da bir barbarlık dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Günümüz insanı, barbarlık çağlarına göre daha bilinçli olmakla birlikte henüz mantığın ve bilimin gereklerini yerine getirmeyi öğrenememiştir. Bunun yanında, eski ve kötü alışkanlıklar ortadan kaldırılınca, aklın ve bilimin, insanı daha ahlaklı bir varlık haline getireceğine inanıyorsunuz. O zaman insanların kendi istekleriyle yanlış yoldan gitmeyeceklerine ve iradelerinin, onlara faydalı olan şeyleri ellerinin tersiyle itmelerine engel olacağına inanıyorsunuz. Ayrıca bilim, insana aslında iradesinin ve kaprislerinin olmadığını öğreteceğine, onun ancak bir piyano tuşu ya da org cıvatası kadar değerli olduğuna yaptığı her şeyi kendi iradesiyle değil de tabiat kanunları öyle gerektirdiği için yaptığını söyleyeceksiniz. Şimdi karşımızda tek sorun kalıyor; bu tabiat kanunlarının neler olduğunu belirlemek. Böylece insan, eylemlerinden sorumlu olmayacak ve hayat, onun için daha kolay hale gelecek. Ondan sonra insanın bütün hareketleri, Matematiksel olarak yüz binlik logaritma cetvelleri haline getirilecek; bununla da kalmayıp her şeyin tanımlanıp hesaplandığı ve artık ne suçun ne de macera denen şeyin yer almadığı günümüzün ansiklopedik sözlüklerine benzer faydalı yayınlar çıkacaktır. İşte o zaman (bütün bunlar, sizin sözleriniz, benim değil) yeni, her şeyiyle matematiğin kesinliğiyle meydana getirilmiş bir ekonomik düzen kurulacak. Türlü sorular olduğu sürece onlara türlü cevaplar verme gerekliliği yüzünden her türlü soru ortadan kalkacak. İşte o zaman sırçadan bir saray yapılacak; Anka kuşu uçup gelecek o zaman. Fakat şu da var ki, (şimdi bunları ben söylüyorum) böyle bir hayat sürmenin sıkıcı olmayacağına söz veremem. (Her şey matematiksel olarak hesaplanınca insana yapılacak ne kalır ki?) Aklı başında insanlar aklı başında eylemlerde bulunacaklar. İnsan can sıkıntısından kurtulmak için neler yapmaz ki?Altın iğneler de can sıkıntısından batırılıyor zaten. En kötüsü, (Bunu yine ben söylüyorum) altın iğnelerine seviniriz çünkü ahmaktır insanoğlu. Daha doğrusu, ahmak değil de, bir eşine rastlanmayacak kadar nankördür. Bütün bu mantık düzeni içerisinde, bayağılığı yüzünden anlaşılan bir adam ortaya çıkıp, elini beline dayayarak, Ne dersiniz, şu logaritmaları cehenneme yollasak da biz, eskisi gibi ahmakça, canımızın istediği şekilde yaşasak, nasıl olur? derse, inanın hiç şaşırmam. O adamın böyle bağırması çok da önemli değil, ama peşinden bir sürü insan gidecek, önemli olan bu. İnsanın yaratılışı böyledir işte! Ve bunun tek sebebi -küçük belki de bahsetmeye değmeyecek bir sebep bu- insanın daima mantığın ona söylediği gibi kendine fayda sağlayacak şekilde değil de canının istediği gibi davranmasıdır. Kendimize fayda sağlamayacak şekilde de davranabiliriz hatta bazen kesinlikle böyle olmalıdır. (Ben böyle düşünüyorum.) Özgür, sınır tanımayan isteklerimiz, kaprislerimiz, çoğu zaman çılgınlığa kadar götüren hayallerimiz hiçbir sınıflandırmaya tabi tutulmayan bütün sistemleri ve düzenleri cehenneme yollayan, daima unutulduğu halde, faydalar listesinin en üstünde bulunması gereken budur işte! Bilginler, neden acaba insanların sadece aklı başında isteklerle yetineceğini düşünürler? İnsanoğluna gereken tek şey, hür, başı boş bir istektir. DOSTOYEVSKİ EKLEYEN :Zeliha AYDOĞMUŞ VENEDİK YAYINCILIK / 2018

  • BUZLAR KIRILIRKEN ya da VİTTULA MIKAEL NİEMİ

    20.yy Fransız yazarlarından Alain Fournier’nin Adsız Köşk isimli romanını çağrıştıran “Buzlar Kırılırken”, ilk gençlik yıllarını, delikanlılık çağını anlatan romantik bir yapıt olarak görünmesine karşın, kimlik, aidiyet sorunlarını içeren ve yazarın yapıt içerisinde belirttiği gibi “Örselenmiş bir çocuğun içine gömdüğü öfke kadar soğuk” anları irdeleyen bir derinlik içermektedir. 1959 yılında, İsveç’in en kuzeyindeki Finlandiya sınırındaki Pajala’da doğup büyüyen Mikael Niemi, Fin azınlığın gelenek ve sorunlarını, çocukluk anılarından yola çıkarak öykülemektedir. Klasik roman üslubundan farklı olan bu yapıt öncelikle “Vittula” isminden yola çıkarak, iç içe geçmiş çok katmanlı bir yapıya sahiptir. Romanda yazar anlatıcının yaşadığı bölgenin adı “Vittulajankka”, Fince “Dölyatağı” anlamına gelmektedir. Bu ismin tam kaynağı bilinmemekle birlikte, o bölgedeki yüksek doğum oranıyla ilgili olduğu ve kadınların doğurganlığına kaba bir övgü niteliğinde olabileceği belirtilmektedir. “Vittulajankka” nın kısaltılarak “Vittula” olarak telaffuz edildiğini açıklar yazar anlatıcı. Büyümenin anlatıldığı üçüncü bölümde, anlatıcı, çocuk parkının yanındaki “Hanım Hanımcıklar Okulu” dedikleri, kızların biçki dikiş ve aşçılık öğrendiği okulun yanındaki, kırmızı boyalı bir depoya gizlice girer. Atletik yapılı okul hademesinden korkan çocuk, deponun içinde bulunan eski bir kalorifer kazanının içine saklanır. İlginçtir ki, çocuk bu kazanı bir ana rahmine benzetir, böylece de kitabın ismi ile içerik aynı anlamı taşımaktadır. Biliriz ki anne rahmi en güvenilir yerdir, şiddet gören insanların anne rahmindeki pozisyonu almaları, en güvenilir yer olan anne rahmine dönme isteklerinin dışa vurumudur. Buradaki çocuk kahraman da, kendini hiçbir yere ait hissetmediğinden bir düşte bu pozisyonda görür kendini. “Kazanın içindeydim. Yuvarlak karnında bir cenin gibi kıvrıldım. Ayağa kalkmaya kalkıştım ama başım tepeye çarptı. İçeride kısılıp kalmıştım. Kazan bana hamileydi, rahminin kurşun geçirmez demir duvarlarıyla beni koruyordu.” (sf.43) Bu bölümde anne ramindeki bir çocuğun büyüyüp gelişmesi ve doğumu gibi, anlatıcı çocuk da kendi büyüme aşamasını kazanın içinden çıkış anını gerçek üstücü bir üslupla anlatır. Gerçeğin düşsel bir ifadeyle anlatımı bu bölüme masalsı bir içerik kazandırmıştır. “Yeni doğmuş bir bebek gibi çer çöpün arasında süründüm. Bir kitaplıktan destek alarak titrek bacaklarımın üzerinde güçlükle doğruldum. Şaşkınlık içinde tüm dünyanın küçüldüğünü fark ettim. Ama hayır, ben iki kat uzamıştım. Kasıklarımda kıllar belirmişti.” (sf.45) Yukarıdaki alıntı, anlatıcı yazarın gördüğü bir düşün masalsı anlatımıdır. “Vitgtula” isimli bu yapıt, masalsı bir anlatı içerse de postmodern kurguya daha yakın bir yapıdadır. Yazar anlatıcının isminin ilk kez ellinci sayfa, dördüncü bölümde verilmesi bu özelliklerden biridir. Anlatıcının adının Matthias olduğunu ancak ellinci sayfada öğreniriz. Bu yapıtta çocukluktan ergenliğe geçiş dönemi içerisinde, aslında daha önemli bir tema olan ait olma/yabancılık sorunsalı işlenmektedir. Roman kahramanı bilinçlendikçe, yaşadığı yerin aslında İsveç’in bir parçası olduğunu öğrenir. Üçüncü dünya ülkesi değil, dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri fakat azınlık-tırlar, bu nedenle de yabancılık hissetmektedirler. “Kuzeydeki bir ilaveydik sadece. Rastlantıyla oraya yerleştirilmiştik. Ucundan kıyısından İsveçli sayılabilecek birkaç kişinin yaşadığı sayılı çorak alanın bulunduğu bir yer. Biz farklıydık, biraz ezik, biraz cahil, biraz da saftık.” (sf.51) Yaşadıkları ülkeye ait olmamak, o ülkede azınlık olarak bulunmak, kendini yabancı gibi hissetmesine neden olmaktadır. Kültürel olarak da yabancılaşmayı hissetmektedir yazar anlatıcı. (sf.50) Gelenekleri farklıdır hatta daha da ileri giderek yürüyüşlerinin bile farklı olduğunu ve bir hiç olduklarını belirtir. “Sofra adabımız yoktu. Evin içinde yün bereler takardık. Mantar toplamaz, sebze yemez ve kerevit partileri vermezdik. Sohbet etme, şiir okuma, hediye paketleme ve konuşma yapma konularında berbattık. Dışa basarak yürürdük. Ne tam bir Finlandiyalı gibi Fince konuşabiliyorduk, ne de tam bir İsveçli gibi İsveççe. Koca bir hiçtik.” Bu, kendini ağır bir yargılama ve eziklik duygusu ifade etmektedir. Azınlıkların yaşadığı sorunlar bir çok ülkede olduğu gibi orada da benzerlikler içermektedir, yaşadıkları ülke dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri olan İsveç bile olsa. Hiçlikten kurtulmanın tek çıkış yolunun da başka bir yere taşınmak olduğunu düşünür yazar anlatıcı. “Tek bir çıkış yolu vardı. Eğer başka bir şey olmak istiyorsanız, bu küçük bir şey bile olsa, tek bir imkan vardı: Başka bir yere taşınmak. Hayattaki tek şansımızın bu olduğuna inanarak, sabırla, taşınacağımız günü bekledik ve taşındık.”(sf.52) Pajala’da yaşayan Fin azınlıkların birçok batıl inancı bulunmaktadır. Onuncu bölümde sözü edilen büyü sahnesinde masalsı, ilginç bir olayla anlatılmaktadır. “Gardiyanlar yine o karamsar ve aşırı duygusal votka partilerinden birini verirken Jussi, dışarıdaki ufak kulübeye gitti. Orada büyü yapıp bir kadına dönüştü. Dışarı çıkıp bir süre öyle bekledi. Kirli ve paçavralar içindeydi ama güzeldi.” (sf.105) Kurgu içerisinde, bu yapıtta ilginç fantastik öyküler yer almakta, bu öyküler yapıta derinlik kazandırırken macera türünün sürükleyici etkisiyle kolay ve zevkle okunabilirliğini sağlamaktadır. Azınlık olarak yaşanılan bölgeyi de örselenmiş bir çocuğun içine gömdüğü soğuk bir öfke olarak betimler Mikael Niemi. Anlatıcının yıllar sonra bir tren yolculuğu sırasında, Nepal’de doldurmaya başladığı bir not defteri olduğunu ve öğretmenlik yaptığını öğrenmekteyiz. Yazaranlatıcı 60’lı yıllarda geçen çocukluğunu bugünde anlatır, Vittula’da geriye dönüşler Proust’un “Yitirilmiş Zamanın Peşinde” yapıtında olduğu gibi bir koku, özellikle de bir tatla gerçekleşir. Bu tat geriye romanda geriye dönüşlere olanak sağlama işlevi görmektedir. Himalaya dağlarına tırmanırken karşılaştığı tehlikeli bir anda ölümü çok yakından hisseder ve birden 60’lı yıllarda geçen çocukluğuna döner. Himalaya dağlarına tırmanırken de tıpkı çocukluğunda olduğu gibi metal levhaya dokundurduğu dudakları metale yapışır ve metal tadı çocukluğuna alıp götürür. “”Susuzluktan neredeyse delirmek üzereydim. Vücudumdan yayılan nem, kazanın isli, soğuk yüzeyinde sıvılaşıp üzerime damlıyordu. Bu damlaları yalamaya çalıştım. Metalik bir tadı vardı ve daha çok susamama yol açtı.” (sf.44) Romanda, çocuğun kazan içindeki büyüme sahnesi, beşinci ve yedinci bölümdeki patlama sahneleri gerçeküstücü bir üslupla anlatılarak, romana masalsı, büyüleyici bir görsellik kazandırılmıştır. Bu masalsı anlatımda 1960-1970’li yılların Rock’n Roll kahramanları Elvis Presley ve Beatles, Jimi Hendrix ve çiçek çocuklardan da söz edilir. Ergenliğe geçişin ilk maceraları da önemli bir yet tutar romanda, Ablasının arkadaşlarından bir tarafından öpülen çocuk kahramanımızın en yakın arkadaşı kızın kendisine ne yaptığını sorduğunda, eğilip en iyi arkadaşı Niila’nın tuzlu ve çocuksu ağzını öper, ergenliğe geçiş belirtileridir bunlar. On yedinci bölümde bizdeki hıdrellez kutlamaları gibi büyük bir ateş yakma sahnesi söz konusudur. İlginçtir ki, azınlıkların bu geri kalmışlık geleneklerinde yakılan ateşin sönmesine doğru çocukların ateşin içine maytap ve harçlıklarından biriktirerek aldıkları iki havai fişekle bu muhteşem gösteri sonlanır. Bu yapıtın on beşinci bölümünde delilikle ilgili ilginç tespitler bulunmaktadır. Öncelikle şizofreniden söz edilir, on sekiz yaş civarında ortaya çıkar ve karşılıksız aşkın da bir tür şizofreni olduğu belirtilir. Deliliğin bir başka sebebinin de çok düşünmek olduğu söylenir. “Deliliğin bir başka sebebi de fazla düşünmekti. Babam bu konuda da çok dikkatli olmamı ve mümkün olduğunca az düşünmemi söyledi, çünkü düşünmek öyle bir belaydı ki düşün-dükçe durumunuz daha da kötüleşiyordu. Çare olarak kar küremek, odun kesmek ya da uzun mesafe kaymak gibi güç gerektiren işlerle uğraşmamı öneriyordu; ne de olsa düşünmek, en çok yatağınızda tembel tembel uzanırken ya da dinlenmek için bir yerlerde otururken insanların başına çörekleniyordu.” (sf.183) Delilikle ilgili üçüncü öneri de din konusunu fazla kurcalamamaktır. “Tanrı, ölüm ve hayatın anlamı, genç ve savunmasız bir kafa için kesinlikle çok tehlikeli konulardı; içinde kolayca kaybolabileceğiniz ve sonunda kafayı yiyeceğiniz sık bir orman.” (sf.183) Son tespit daha da ilginç, zira kitap okumanın da deliliğe yol açtığı, Fin azınlıkların cahilliklerinin göstergesi olarak gösteriliyor. “Ancak babam bütün bunların ötesinde, çok daha tehlikeli bir konu hakkında beni uyarmak istiyordu. Pek çok talihsiz genci deliliğin sisli dünyasına yollayan bir şeydi bu: Kitap okumak. Uyuşturucudan bile beter bir illetti bu. En tehlikeli kitap türü ise düşünmeyi tetikleyen ve teşvik eden edebiyat kitaplarıydı.” (sf.183) Yıllar önce bizim toplumumuzda da bu tür inançlar vardı geri kalmışlığın tablosu olarak. Yıllarca insanlar kitaplardan uzak tutuldu ve günümüzde gittikçe az okuyan bir nesil ortaya çıktı. Ön deyiş ve son deyiş arasında büyülü çocukluk maceralarının anlatıldığı “Vittula” isimli bu yapıtın ilk gençlik romanı olarak ülkemiz gençlerinin hayal dünyalarını genişleteceğini inanıyorum. Sadece gençlerin değil, yüreğindeki çocuksu düşleri, anıları saklayan yetişkin okuyucuların da bu romandan fantastik, masalsı büyüleyici bir tat alacağını düşünüyorum. Buzlar Kırılırken Vittula, Mikael Niemi, Yerdeniz Yayınları, 2005, 246 sayfa maviADA SAYI: 8 / 2006 YAZ DERGİYİ, yazıları GÖRMEK ve hepsini okumak için TIKLA

  • En İyisi

    Dağ tepesinde bir çam olamazsan, Vadide bir çalı ol. Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın. Çalı olamazsan bir ot parçası ol, bir yola neşe ver. Bir misk çiçeği olmazsan bir saz ol. Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın. Hepimiz kaptan olamayız, tayfa olmaya mecburuz. Dünyada hepimiz için bir şey var. Yapılacak büyük işler, küçük işler var. Yapacağınız iş, size en yakın olan iştir. Cadde olamazsan patika ol. Güneş olamazsan yıldız ol. Kazanmak yahut kaybetmek ölçü ile değildir. Sen her neysen, onun en iyisi olmalısın. Douglas MALLOCH Douglas Malloch, kereste endüstrisinin kalbi olarak bilinen Amerika'nın Muskegon, Michigan kentinde 5 Mayıs 1877'de dünyaya geldi. Ormanlar arasında büyüdü, ağaç kesme ve kerestecilikle uğraştı. Kereste sektöründe yirminci yüzyılın bilinen insanlarından oldu. Basın Ulusal Kadın Federasyonu'nun kurucusu gazeteci Helen Miller ile evlendi. Douglas Malloch, 2 Temmuz 1938' de doğduğu yerde yaşama veda etti. Eserleri In Forest Land (1906) The Woods (1913) Tote-Road and Trail: Ballads of the Lumberjack (1917) Come on Home (1923) Someone to Care (1925) The Heart Content (1927) Live Life Today (1938)

bottom of page