top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • Thomas MORE

    Ütopya * * Kral VIII. Henry'in danışmanlığına kadar yükselen ne var ki kralların mutlak hakimiyetine karşı çıkan, düşünceleri yüzünden 6 Temmuz 1535'te “Kötü bir amaç uğruna haince ve şeytanca davranmak”la suçlanıp idam edilen Thomas MORE, ÜTOPYA adlı kitabıyla devlet önermelerinde en başta gelir. Sonradan aristokratlık kazanmış, burjuva kökenli bir ailenin çocuğu olan Thomas More, 7 Şubat 1478'de, Londra'da dünyaya gelir. Babası dönemin önemli bir yargıcı olan Sir John More'dur. 1490-1492 yılları arasında Canterbury Başpiskoposu John Morton'nun hizmetine girerek burada eğitimine başlayan Thomas, bu dönemde Rönesans'tan da etkilenmeye başlar. Eğitimini tamamladıktan sonra Başpiskopos Morton'un sayesinde Oxford Üniversitesi'ne girmeye hak kazanır ve burada geçirdiği iki yıl boyunca yazılar yazmaya başlar. Antik Yunan ve Latin edebiyatına da bu dönemde ilgi duyar. Ancak bu iki yılın ardından babasının ısrarıyla Oxford'u bırakıp Londra'ya geri dönerek 1496 yılında hukuk fakültesine girer. 21 yaşına geldiğinde bir avukat olarak Londra Barosu'na kaydolarak göreve başlar. Hukuk öğrenimi gördüğü yıllarda bir manastır yaşamı süren ve rahip olma isteğiyle yanıp tutuşan More, 1501-1504 yılları arasında keşiş olmak amacıyla bir manastıra çekilir. 1504'te Avam Kamarası seçimlerine katılmaya karar verir ve parlamentoya seçilince manastır hayatına son vererek bir yıl sonra Jane Colt ile evlenir. 1499'da Hollandalı yazar Erasmus ile tanışınca aralarında sıkı bir dostluk başlar. Öyle ki Erasmus, 1509'da basılan Deliliğe Övgü adlı eserini Thomas More'a ithaf eder. Hem avukatlık yapan hem de parlamentoda yasama faaliyetlerine katılan More, kralların mutlak iktidarına şiddetle karşı çıkar ve bu düşüncesini etrafıyla paylaşır. Bu yüzden zamanla Kral VII. Henry'nin öfkesini üzerine çeker. Kralın öfkesinden kurtulmak için seyahate çıkmak zorunda kalan More, VII. Henry'nin 1509'da ölmesi üzerine ülkesine geri döner. Ertesi yıl yargıçlığa atanan More, hümanist tutumuyla halkın sevgisini kazanmaya başlar. Örneğin Chelsea'de bir huzurevi kuran More, 1517'de ayaklanan yoksul halkı yatıştırarak isyanı önler, isyanın elebaşlarını da idamdan kurtarır. More, üst düzey devlet görevlerine karşı isteksizdir ancak Kral VIII. Henry, 1517'de More'u hizmetine alarak özel danışmanı yapar. Bu dönemden sonra sürekli yükselen ve Kralın verdiği çeşitli görevleri yerine getiren ve onun düşüncelerini paylaşan More, zamanla kralın Protestanlığa artan ilgisi ve kiliseye olan negatif düşüncelerinden rahatsız olur. Bunun sonucunda 1531'de krala bağlılık yemini etmeyi reddeden More 1532 yılında hem Katolikliğe bağlı olduğu için hem de kralla çatışmak istemediği için sağlık problemlerini bahane ederek görevinden istifa eder. İstifasına rağmen kral, More'un peşini bırakmaz. Önce mallarına el konulan, ardından göstermelik nedenlerle sorgulanan More, 1533'te Anne Boleyn'in İngiltere Kraliçesi olarak ilan edildiği taç giyme törenine katılmayı reddedince şimşekleri üzerine çeker. Kralı kilisenin başı olarak görmemeyi sürdüren Thomas More, Mart 1534'te Act of Supremacy'yi kabul ettiğine dair yemin etmeye zorlanır. Bu yasaya direnmesi üzerine tutuklanarak Londra Kalesine hapsedilir. Aynı yıl yargılanmaya başlanan More başlarda sessiz kalmak ister, ancak hakkında vatan hainliğine varan asılsız iddialar öne sürülmesi üzerine konuşmaya başlar. Konuştuğunda Act of Supremacy'nin Tanrı'nın yasalarına aykırı olduğu ve parlamentonun kimseyi kilise'nin başı olarak ilân edemeyeceğini söyler. Bu sözleri üzerine ölüm cezasına çarptırılan More, 6 Temmuz 1535'te “Kötü bir amaç uğruna haince ve şeytanca davranmak”la suçlanıp idam edilir. Sözcük olarak baktığımızda “Ütopya” aslında olmayan, tasarlanmış ideal toplumu anlatmaktadır. İşte Thomas More da roman sanatının henüz olmadığı bir dönemde, anlatı metni olarak kurguladığı "Utopia" adlı eserinde ütopik bir devlet tasarımı ortaya koyar. Bu devlette özel mülkiyet yoktur ve yasaktır. Herkes devlet adına üretir, para geçerli değildir. Üretilenlerden herkes ihtiyacı kadar alır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler. Yöneticiler, tıpkı Platon’un ideal devletinde olduğu gibi, çok sıkı bir eğitimle yetiştirilirler. Krala hayatı pahasına direnen ve inançlarını hiçbir baskı altında değiştirmeyen More, ölümünden beş yüz yıl sonra bile insanlığa umut aşılayan ÜTOPYA’sıyla ve arkadaşı olan Erasmus’la birlikte “Sistematik olan her şeye” karşı hoşnutsuzluğu temsil ediyor.

  • Mavi Gömlekli Adam

    Semihat KARADAĞLI * -Güçlü Bir Şair, Siyasi Hayatta Halkın Karaoğlanı BÜLENT ECEVİT ‘İ  Saygıyla Anıyoruz.- (28 Mayıs 1925 – 5 Kasım 2006)   * Aristoteles “ Şiir, daha felsefidir ve ciddiye alınmayı tarihten daha çok hak eder.” der. Dünyanın tanıdığı şairimiz Nazım Hikmet “Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acılarıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde halkının nabzı atmalıdır... Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır. “ şeklinde anlatır şiiri. Siyaset ile uğraşanlar, şiiri kitleleri etkilemek için kullanırlar sadece, yazmazlar, çünkü şiir insanı inceltir, duygusallığını artırır. Ne var ki biri var istisna, siyasi yapısı kadar şiirleri ile de tanıdığımız Bülent ECEVİT var. Bu çok yönlü siyaset insanımızı doğumunun 95. yılında anmak istedik. Biz onu mavi gömleği, elinde güvercini, başında kasketi ile bizden birisi olarak tanıdık. Lüksten uzak halktan biri… Her yerde, her koşulda bir evliliğin nasıl olması gerektiğini eşi Rahşan Hanımla bütün dünyaya gösteren hatip, şair Ecevit’in, bir belgeselde büyük aşkını ancak ”...çokk aşk duydum..” diye zorlukla tanımlamasını izlerken çekingenliğini ve utanmasını da hissederseniz. Aynı Ecevit'in iktidara gelir gelmez Amerika'nın bütün tehditlerine ve amborgosuna karşın haşhaş yasağını kaldıracağını, Kıbrıs Barış Harekatını hiç tereddüt etmeden başlatacağını herhalde kimse beklemezdi. Aslında halktan biri değildi, ama öyle biri olmayı seçti. İyi bir aileden, Osmanlının elit kadrolarının devamı olarak geliyordu. Robert Koleji bitirdi. Birkaç kez üniversiteye başlamışsa da bitirmedi, bu da ileride cumhurbaşkanı olma şansını yok edecekti. Yerleşik statükoya yani CHP genel başkanı İNÖNÜ’ye başkaldırısıyla önce aykırılaştı, başarınca kahramanlaştı. Sosyal demokrat, demokratik sol gibi söylemleriyle geleneğe zencileşti, aristokratlardan ayrıldı, başkaldıran emekçiye dönüştü. Şair dili, sahici, gönülden yaklaşımı, devrin tanrılarına karşı mücadelelere korkmadan kimsesiz atılışı, dürüstlüğü… onu unutulmaz bir idole çevirdi. Denilebilir ki her kesimden siyasetin takdir ettiği örnek insan olmayı başardı. Kimdir peki bu naif görünümlü, ama mücadelesine bakarak çelikten bir iradeyle donatılmış siyasetçi, gazeteci, şair çok yönlü insan? Gelin birlikte tanımaya çalışalım. * "Mavi Gömlekli Adam" BÜLENT ECEVIT * Bülent Ecevit veya tam ismi ile Mustafa Bülent Ecevit 28 Mayıs 1925 tarihinde İstanbul'da doğdu. Mustafa ismi, Huzur-u Hümayun hocalarından dedesi Kürdizade Mustafa Şükrü Efendi'den kaynaklanmaktadır. Babası Kürdizade Mustafa Şükrü Efendi'nin Oğlu Kastamonu doğumlu Fahri Ecevit Ankara Hukuk Fakültesi'nde adli tıp profesörüydü. Fahri Ecevit daha sonra siyasete girerek 1943-1950 yılları arasında CHP'den Kastamonu milletvekilliği yaptı. İstanbul doğumlu olan annesi Fatma Nazlı ise ressamdı. Osmanlı döneminde Suudi Arabistan’da kutsal toprakların koruyucusu olarak görev yapan Mekke Şeyhülislamı Hacı Emin Paşa Bülent Ecevit’in anne tarafından büyük dedesiydi. Bülent Ecevit 1944 yılında Basın Yayın Genel Müdürlüğü'nde çevirmenlik yaparak çalışmaya başlamıştır. 1946-1950 yılları arasında Londra Elçiliğinin Basın Ataşeliği'nde kâtiplik yapmıştır. 1950 yılında Cumhuriyet Halk Partisi'nin yayın organı olan Ulus gazetesinde çalışmaya başladı. 1951-52'de yedek subay olarak askerliğini yaptıktan sonra yeniden gazeteye dönmüştür. Ulus gazetesi Demokrat Parti tarafından kapatılınca Yeni Ulus ve Halkçı gazetelerinde yazar ve yazı işleri müdürü olarak görev yapmıştır. 1955 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin Kuzey Karolina eyaletininde The Journal and Sentinel'de konuk gazeteci olarak çalıştı. 1957 yılında Rockefeller Foundation Fellowship Bursu ile yeniden ABD'ye gitmiş, Harvard Üniversitesi'nde sekiz ay sosyal psikoloji ve Orta Doğu tarihi üzerine incelemeler yapmıştır. 1950’li yıllarda Forum Dergisi’nin yazı işlerinde çalışmıştır. 1965 yılında Milliyet gazetesinde günlük yazılar yazmıştır. 1972 yılında aylık “Özgür İnsan”, 1981 yılında haftalık “Arayış” 1988 yılında aylık “Güvercin” dergilerini çıkartmıştır. PARA HIRSI OLMAYAN BİR İNSAN Mustafa Çolak tarafından yazılan “Bülent Ecevit – Karaoğlan” isimli biyografi kitabında Bülent Ecevit şöyle anlatır. “ CHP’de milletvekilliği yapmış bir babayla, ressam bir annenin oğlu... Entelektüel açıdan verimli, yirmiye yakın eser kaleme almış, üniversite yıllarından itibaren ülke meselelerine kafa yormuş bir Cumhuriyet aydını ... Toprağı evimiz gibi sevdik seninle, birlikte sevdik kuru toprakta, ev küren köstebeği, dizelerini yazan, doğada kendini evinde gibi hisseden, romantik, bilge şair... Memleket derdinde idealist gazeteci... Genç yaşında genel sekreteri olduğu CHP’de efsanevi lider İsmet İnönü’yü fikri bilek güreşinde yenerek bir kenara iten hırslı politikacı. Adı dağa taşa yazılan, 1977 seçimlerinde CHP’yi alıp, Türkiye’de yelpazenin solundaki bir partinin bugüne dek gördüğü en yüksek oya, yüzde 41 küsura ulaştıran ‘Karaoğlan’... ‘Ortanın Solu’ndan ‘Demokratik Sol’a Türkiye demokrasisi için, üzerine tam oturacak bir elbise arayan ve bu arayışta zaman zaman savrulan ideolog... Eşi Rahşan Ecevit’le beraber ülkeye, tertemiz bir aşk fonunda mütevazı bir siyasetçi yaşamı izleten, herkesin ittifak ettiği üzere ‘dürüst’ insan... Dediğim dedik, inatçı, kimi durumlarda hizipçi bir karakter... Bir ömür onlarca suret.” Şeklinde tasvir etmiştir. DEDESİNDEN KALAN YÜKLÜ MİRASI BAĞIŞLADI Anne tarafından dedesi olan Hacı Emin Paşa vefat ettiğinde Medine’de kendisinden büyük bir miras kalmıştır. Mirasçılardan Bülent Ecevit’in annesi olan Nazlı hanıma kalan miras payı annesinin 1971 yılında vefatı ile Bülent Ecevit’e intikal etmiştir. Mirasla ilgili öteden beri bilgi sahibi olan Ecevit, mirasa sahip olma adına herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Bu miras yaklaşık 110 dönümlük bir arazi ve bu arazilerdeki taşınmazlardan oluşuyordu. Miras kalan topraklar Mescidi Nebevi bölgesinin 99 dönümlük kısmını oluşturuyordu. Medine Mahkemesi tarafından yapılan gayri resmi değer tespitinde, gayrimenkule 11 milyar değer biçilmiştir. Ecevit, vefatından bir yıl önce miras yoluyla sahip olduğu serveti Türk hacıların faydalanması için bağışlamıştır. Bu bağış sırasında politikada aktif değildir. LÜKSE KARŞI BİR LİDER Siyaset hayatında politik kariyeri göz önüne alındığında en dikkat çeken özelliklerinden biri, dürüst ve siyasetin kirine bulaşmamış temiz bir politikacı olmasıdır. Siyasette adını duyurmaya başladığı andan itibaren sade yaşantısı ve mütevazı kişiliğiyle ön plana çıkmış, Lüks makam aracı istememiş, Başbakanlık Konutu’nun sadece bir odasını kullanmıştır. Hayatı boyunca ‘mal mülk, parada pulda’ gözü olmamıştır. Vefat ettiğinde kendisinden miras olarak geriye Ankara Or-An’da bir daire ve Gölbaşı’nda küçük bir arsa malvarlığı olarak kalmıştır. ECEVİT’İN AHÇISI ANLATIYOR Başbakanlık konutunun ahçısı Ecevit ile ilgili anılarında: “Başbakanlık konutuna taşındığında, beni çağırıp: ‘-Evlâdım, burası benim evim ve devlet bana maaş veriyor. Bütün yediğimiz, içtiğimizin parasını benden alacaksın. Sakın ola, devletin tek zeytin tanesi boğazımdan geçmesin. Ben de çok dikkat edeceğim ama, sizden bu konuda çok hassas olmanızı rica ediyorum.’ demişti. “Bir gün kahvaltı yapılacak ve peynir yok. Her nasılsa ihmal etmişiz. Gittim bizzat kendisinden peynir almak için para istedim. Bütün ceplerini karıştırdı, para çıkmadı. Rahşan Hanım bir tasın içinde, o zaman iki buçuk lira vardı, buldu, verdi… Gözyaşlarıma engel olamamıştım...” şeklinde anlatmıştır. SİYASİ HAYATI 1974–2002 seneleri arasında beş kere başbakanlık görevine gelmiştir. 1972–1980 seneleri arasında Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanlığında bulunmuş, 1987–2004 yılları arasında ise Demokratik Sol Parti Genel Başkanlığı yapmıştır. 1961–1965 seneleri arasında İsmet İnönü’nün kurduğu hükümetlerde Çalışma Bakanlığı görevlerini üstlenmiştir. 12 EYLÜL YASAKLARI 12 Eylül Darbesiyle Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in komutasındaki silahlı kuvvetler ülkenin yönetimine el koydu. Eşi Rahşan Ecevit ile birlikte Hamzakoy'da (Gelibolu) yaklaşık bir ay gözetim altında tutulan Ecevit diğer parti başkanlarıyla beraber siyasetten uzaklaştırıldı. 28 Ekim 1980'de siyasi parti çalışmaları durdurulunca, 30 Ekim 1980'de CHP Genel Başkanlığı'ndan istifa etti. Askeri yönetime karşı verdiği yoğun demokrasi mücadelesi ve çıkışları nedeniyle önce Nisan 1981'de yurtdışına çıkması yasaklandı. 1981'de çıkarmaya başladığı Arayış dergisinde yayımlanan bir yazısı nedeniyle Aralık 1981'den Şubat 1982'ye kadar cezaevinde kaldı, Arayış dergisi de 1982'de askerî rejim tarafından kapatıldı. Daha sonra yabancı basına siyasi demeç verdiği gerekçesiyle Nisan-Haziran 1982 arasında yine tutuklu kaldı. Ecevit, 7 Kasım 1982 halkoylamasında kabul edilen 1982 Anayasası'nın geçici 4. maddesi ile diğer bütün partilerin ileri gelenleriyle birlikte 10 yıl siyaset yasaklıları kapsamına alındı. SİYASETE DÖNÜŞÜ 1987 yılında yapılan referandumla eski siyasilerin siyaset yasağı kaldırılınca Bülent Ecevit tekrar siyate döndü ve 13 Eylül 1987 tarihinde DSP'nin başına geçti. EŞİ İLE YAŞADIĞI DAYANIŞMA VE SEVGİ 1946 yılında okuldan arkadaşı Rahşan Aral ile evlendi. Kendisinin vefatından 14 yıl sonra eşi Rahşan Ecevit 17 Ocak 2020 tarihinde vefat etmiştir. Evlilikleri boyunca birbirlerine karşı her zaman sevgi ve saygı içinde davranışları topluma örnek olmuştur. Eşi Rahşan hanım ile olan ilişkileri diğer liderlerin eşleri olan ilişkilerinden farklıdır. Rahşan hanım hayatın her alanında eşinin en büyük destekçisi olmuş hayatı iyi günde yoksullukta paylaşmıştır. Kurduğu Köylü Derneği ile siyasi yaşamının bir parçası olurken diğer yandan yaptığı çevirilerle maddi sıkıntıları paylaşmış, pişirdiği yemeklerle eşinin cezaevi yaşamını kolaylaştıran bir ahçı olmuştur. İkisi de hayat boyunca paralı işleri sevmemiştir. Gösterişsiz, sade bir hayatı tercih etmişlerdir. Ancak bu sebeple zaman zaman ciddi ekonomik sıkıntı çekmişlerdir. Hatta Londra’da yaşadıkları dönemde kazandıkları geçinmelerine yetmediği için nikah yüksüklerini satmak zorunda kalmışlardır. Ancak buna rağmen kültür ve sanattan uzak durmamışlar, maaşlarını aldıkları ilk gün kitap almış, yürüyerek tiyatro ve sanat gösterilerine gitmişlerdir. 12 Eylül döneminde geçim derdine düştükleri dönem ile ilgili Rahşan hanım “… "Bir şeyler satıyordum, yani evde satılabilecek şeyleri satmaya çalışıyordum. Mesela en son hatırlıyorum çay kaşıkları bulmuştum mutfakta gümüş, en son onları satmıştım 6 tane... Gümüş çay kaşığı götürüp onları vermiştim işte ne verdilerse avucuma onunla geçiniyordum. Bülent’e hasretimden geceleri ağlıyordum.” Yine de duruşma günleri yüzünden gülücük eksik olmayan Rahşan hanım "Asık bir yüzle sana gelmek istemezdim tabii, seni üzerdim başka türlü olsaydı" diyebilecek kadar eşine sevgi ve sadakat beslemiştir. Yine bu dönemde biriktirmiş olduğu pulları satışa çıkaran Ecevit eşine destek olmaya çalışmıştır. Aynı dönemde Dünya gazetesine yazdığı bir İsmet İnönü yazısı için kendisine gönderilen parayı ise "İçime sindiremiyorum" diyerek iade edecek kadar gururlu bir insandır. VEFATI İlerleyen yaşı, bozulan sağlığı ve doktorlarının karşı çıkmasına rağmen, Danıştay Saldırısı'nda yaşamını kaybeden Yücel Özbilgin'in 19 Mayıs 2006'daki cenazesine katılmıştır. Törenin ardından beyin kanaması geçiren Ecevit, uzun süre Gülhane Askerî Tıp Akademisi'nde yoğun bakımda kalmış. Bu dönemde kendisi için “Kaldırım Defteri” adıyla ziyaretçi defteri açılmıştır. Bitkisel hayata girdikten 172 gün sonra 5 Kasım 2006 pazar günü vefat etmiştir. 9 Kasım'da yapılan bir kanun değişikliğiyle Devlet Mezarlığı'na gömülmüştür. 11 Kasım 2006'da yapılan cenaze törenine yurdun dört bir yanından ve başta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmak üzere pek çok ülkeden gelen büyük bir kalabalık katılmış, törene beş eski cumhurbaşkanı ve siyasetçiler de katılmıştır. RAHŞAN HANIMIN VEFATI Eşinin vefatından 14 yıl sonra Rahşan Hanım da 17. Ocak 2020 tarihinde eşi ile sonsuzlukta buluşmuştur. Fikret Bila Rahşan hanımın vefatı ile ilgili “Ayakta ölen kadın..” başlığını kullanarak Rahşan Ecevit, dış görünüşü itibariyle iddiasız, olabildiğince sade, davranışları sıradan bir Anadolu kadını gibi anaç ama idealleri için ölümüne mücadele eden; fikirlerini savunurken granit gibi sert, dik duruşlu, yürüyüşünden milim sapmayan, otoriteye boyun eğmeyen, eğilip bükülmeyen, gerektiğinde siyasi rakipleri için ölümcül hamleler yapmaktan çekinmeyen Türkiye’nin en etkili kadın siyasetçisiydi. Rahşan Ecevit ve Bülent Ecevit’in günlük yaşamları Türkiye’de orta sınıfa mensup bir memur veya işçi ailesinden farksızdı. Bir memur kenti olan Ankara’da birçok memur gibi gençliklerinde girdikleri yapı kooperatifinden sahip oldukları sosyal konut niteliğindeki evde yaşadılar. Ev eşyaları her dar ve sabit gelirli Türk’ün evinde göreceğiniz eşyalardı. Bir televizyon, üç koltuk, bir yemek masası, sade bir yatak odası, küçük bir mutfak… Diğer evlerden en belirgin farkı, evin büyük bölümünü kitapların işgal etmesiydi. O kadar ki, bir süre sonra kitaplar eve sığmayınca aynı sitede bir başka apartmanın giriş katını satın aldılar ve onu "kütüphane ev"e dönüştürdüler. Son yıllarını, bu düzayak evde geçirdiler. Eski evlerini de, "İhtiyacı var, bize çok emeği geçti" diye devletin kendilerine tahsis ettiği polis memuruna hibe edecek kadar cömerttiler. … Uzun siyasi hayatlarında hiçbir devlet olanağından yararlanmadılar. Devletin başbakanlara tahsis ettiği konutta hiç kalmadılar. Halkın arasında, Oran semtinde yaşadılar. Rahşan Hanım yaşam mücadelesini de, siyasi mücadeleyi de tıpkı eşi Bülent Bey gibi dimdik ayakta verdi. Ve öyle dimdik ayakta öldü. Ağaç gibi…” demiştir. EDEBİ YÖNÜ ; İzmir’li gazeteci, Şair yazar Okan Yüksel “Cumhuriyet Dönemi Gazeteci şairler Antolojisi”nde “ Zordur Bülent Ecevit’i yazmak Bülent Ecevit üzerine yazmak cesaret işi görünür. Çünkü bunun nedeni politika ile sanatı birbirinden ayırmayan bir kişiliğe sahip oluşudur. Politika ve sanat Ecevit’in yaşamının ana unsurlarıdır, ama ne politika sanatı teslim alabilir, ne de sanatı politikanın güdümüne girer. İki zorlu çalışmalarında hep ülke gündemi yer alır” şeklinde tanımlar. Hakkında bir çok kitap yazılmıştır. Bir çok konuda kitap yazmıştır. Bir Şeyler Olacak Yarın (Tüm şiirleri), Doğan Kitapçılık (2005), El Ele Büyüttük Sevgiyi, Tekin Yayınevi (1997) , Işığı Taştan Oydum (1978), Şiirler (1976) adlı şiir kitapları bulunmaktadır. Biz kendisini şiir kitapları ve şiirleri ile analım istedik. İşte şiirlerinden bazıları YASA Elmalarda diş izi Senindir bu dişlem Yapıldı hanene Gereken işlem. Melekler de tanık Suçlusun İşbu yasa hükmünce Sen bir insanoğlusun. İnsanoğlu MADDE BİR Dünyaya gelmelidir. MADDE İKİ Sevmeli sevilmeli Dünyayı cennetin Kendisi bilmelidir. MADDE ÜÇ Yaşama sevgisinin Kökleri gönlünde İnsanoğlu günün birinde Ölmelidir. yazının devamı için lütfen resme TIKLAYINIZ. Dönmelidir dudaklarına Buruk bir elmanın tadı. (DÖRDÜNCÜ MADDE OKUNAMADI) İşbu yasayı Kim yürütür bilinmez Bilinmeyen ellere Karşı gelinmez. 1954 *** yazının devamı için lütfen T IKLAYINIZ .

  • Orhan Veli’nin Yarım Kalan Şiiri

    Nurten B. AKSOY * Bazen kitaplığınızın bir köşesine sıkışmış eski bir kitap geçer elinize. Defalarca okumanıza, içindekileri neredeyse ezbere bilmenize rağmen bir kez daha dalarsınız sayfaların arasına. İşte biz de tam 53 yıl önce Varlık Yayınları’nın üçüncü basımını yaptığı Orhan Veli’nin “Bütün Şiirler” adlı kitabını kitaplığımızda bulunca “mal bulmuş mağribi” misali çevirdik sayfaları. Kitabın en sonunda ya unuttuğumuz ya da gözümüzden kaçan şairin son şiiriyle karşılaşıverdik ve çok da bilinmeyen “Aşk Resmi Geçidi” adlı bu şiiri sizlerle paylaşmak istedik. Orhan Veli her ne kadar: “Bütün güzel kadınlar zannettiler ki/Aşk üstüne yazdığım her şiir / Kendileri için yazılmıştır / Bense daima üzüntüsünü çektim / Onları iş olsun diye yazdığımı / Bilmenin.” dese de hayatına giren kadınları anlatmış sanki bu son şiirinde… İlk Göz Ağrısı Birincisi o incecik, o dal gibi kız. Şimdi galiba bir tüccar karısı Ne kadar şişmanlamıştır kim bilir. Ama yine de görmeyi çok isterim, Kolay mı, ilk göz ağrısı… Yazar arkadaşı Sait Faik bir röportajında şairimizi şöyle betimler; “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol…” Sanki kendi gibi incecik bir kızmış ilk göz ağrısı da… İkincisi Meçhul Sevgili ……………………………….çıkar ……………………dururduk mahallede ……………………………….halde ….adlarımız yan yana yazılırdı duvarlara …………………….yangın yerlerinde… Garip Akımını yalnız yazdıklarıyla değil, hayata karşı duruşuyla da anlatan Orhan Veli, fiziğini bile bu uğurda kullanmaktan çekinmez. Bu yüzden şiirinin hayatının sonucu olduğuna değil, aksine hayatını şiirine göre yaşadığına inanılır. Üçüncüsü Münevver Abla Üçüncüsü Münevver Abla, benden büyük Yazıp yazıp bahçesine attığım mektupları Gülmekten katılırdı, okudukça. Bense bugünmüş gibi utanırım O mektupları hatırladıkça… Dördüncüsü… Dördüncüsü azgın bir kadın, Açık saçık şeyler anlatırdı bana. Bir gün de önümde soyunuverdi Yıllar geçti aradan, unutamadım, Kaç defa rüyama girdi. Beşinciyi Anlatmayalım Beşinciyi geçip altıncıya geldim Onun adı da Nurünnisa. Ah güzelim Ah esmerim Ah ! Canımın içi Nurünnisa… Belki de şairin anlatmayıp atladığı beşinci kadın; sona bıraktığı, hiç bitmemiş aşkı “İnsanları sevmesini de bilen” kadındı. Yedincisi Aliye Yedincisi Aliye, kibar bir kadın Ama ben pek varamadım tadına Bütün kibar kadınlar gibi, Küpe fiyatına, kürk fiyatına… Sekizinci Sekizinci de o bokun soyu: Sen elin karısında namus ara, Kendinde arandı mı, küplere bin. Üstelik kendinde de Yalanın düzenin bini bir para. Dokuzuncu Ayten Ayten’di dokuzuncunun adı, Barlarda göbek atar İş başında şunun bunun esiri, Ama bardan çıktı mı Kiminle isterse onunla yatar. Onuncusu Akıllı Onuncusu akıllı çıktı Bıraktı gitti beni. Ama haksız da değildi hani, Sevişmek zenginlerin harcıymış İşsizlerin harcıymış. İki gönül bir olunca Samanlık seyranmış ama İki çıplak da olsa olsa Bir hamama yakışırmış… İşine Bağlı Kadın İşine bağlı bir kadındı on birinci Hoş, olmasın da ne yapsın? Bir zalimin yanında gündelikçi; Adı Luksandra. Geceleri odama gelir Sabahlara kadar kalır Konyak içer, sarhoş olur Sabahı da işbaşı yapardı şafakla… Sonuncusu Yaşamayı Seven Kadın Gelelim sonuncuya. Ona bağlandığım kadar Hiçbirine bağlanmadım. Sade kadın değil, insan. Ne kibarlık budalası, Ne malda, mülkte gözü var. Eşit olsak, der Hür olsak, der İnsanları sevmesini de bilir, Yaşamayı sevdiği kadar… Orhan Veli’nin sonuncu aşkı, Nahit Hanım’dı. Kardeşi Adnan Veli de şairin ölene kadar Nahit Hanım’ı sevdiğini söylemiştir. Orhan Veli Kanık Ankara’da belediyenin açtığı bir çukura düştüğünde henüz 36 yaşındadır, başından yaralanır. İstanbul’a gelir, bir arkadaşının evinde rahatsızlanır. Üzerinde ceketi vardır. Son kez giydiği ceketi… Cebinde de bir diş fırçası ve o diş fırçasına sarılı bir kağıt parçası. Kağıdın üzerinde bitmemiş bir şiir… “Aşk Resmigeçidi”

  • Kuş Ölür Sen Uçuşu Hatırla

    Füruğ FERRUHZAD * Kim vurduya gitti aşkımız faili meçhul değilse nefsi müdafaadır... Ellerimizdeki kelepçenin anahtarı sende Kavgamızın tek seyircisi bu şehir Tutunduğumuz tek dal içimizdeki isyandır Söyle sevgilim sen söyle Akan kanımızın hesabını kime soracağız? Kim toplayacak gözyaşlarımızı Kim koyacak sevgiyi içimize Gittik gittik gittik Acılara gittik Keşkelere gittik Ben sana sen bana gittik Sonra öğrendik ki dünya yuvarlak, kaldık Sen bağıra bağıra ağlardın ben susardım Sen duvarları yumruklardın duvarlarında ellerinin izleri kan içinde Ben içime içime oyardım kendimi Sen çimenlere yatıp uyuyakalırdın Ben banklara tünemiş uykusuz Sen ot içerdin duman kusardın geceye Ben tek sigaralık ciğerimle öksürüklerde Sen aşka inanmazdın sen inanmazdın Ben maviye inanırdım Boynumdaki yorgun damarların mavisine Beyaz dalgaları omuzlayan deniz mavisine Denizin bittiği yerde başlayan göğün mavisine inanırdım Bi de ensemde ki dövmeye inanırdım Kuş Ölür Sen Uçuşu Hatırla … ,* Furuğ FERRUHZAD 15. Ocak 1935-13 Şubat 1967 Şair, yazar, oyuncu, yönetmen, ressam... İran'ın 20. yy'da yetiştirdiği en önemli kadın şairlerindendir. 5 Ocak 1935'te Tahran'da bir albayın kızı olarak doğdu. Kız sanat okuluna devam etti. 16 ya da 17 yaşlarına geldiğinde Perviz Şaρur ile evlendi. Eğitimine kocasının yanında Ahvaz'da devam etti. Bir yıl sonra tek çocuğu olan Kāmyār'ı dünyaya getirdi. Evliliğinden iki yıl sonra 1954 yılında Füruğ, eşinden ayrıldı. Mahkeme Kāmyār'ın velayetini babasına verdi. Füruğ, Tahran'a geri dönüp şiir yazmaya devam etti ve Esir adını verdiği ilk kitabını yayınladı.1958 yılında İbrahim Gülistan'la tanıştı, bir süre Avrupa'da yaşadı. Duvaɾ ve İsyan kitaplarını yaptı. İɾanlı cüzzam hastalaɾı ve onlaɾın soɾunlaɾı ile ilgili olaɾak Tebɾiz'de film yaρan Füruğ, 1962 yılında Кaɾa Ev adını veɾdiği filmiyle dünyanın çeşitli yeɾleɾinde ödülleɾ kazandı. Film çekimi sıɾasında cüzzamlılaɾ evinde tanıştığı Hüseyin Mansuɾ isimli çocuğu evlat edindi. 13 Şubat 1967 tarihinde öğleden sonɾa saat 14.30'da stüdyoya gitmek iςin hızla seyir halindeyken karşısına çıkan okul aɾacına çaɾpmamak iςin direksiyonu kıɾan Füɾuğ, aɾacından fırlayıp, boynunun kırılmasıyla 32 yaşında hayata gözlerini yumdu. Modern İɾan şiirine önemli katkılar sağlayan şaiɾin ölümünden sonɾa çalışmalaɾı Soğuk Mevsim adı altında biɾ kitaρta toplandı. Michael Hillman, Yalnız Кadın adıyla onun hayatını ve şiirlerini 1987 yılında yayınladı. Şaiɾin şiiɾleɾi ve yaşamı hakkında daha pek çok makale ve kitaρ yayınlandı, hayatı filme çekildi. Füɾuğ Feɾɾuhzad'in şiiɾleɾinde deɾin biɾ yalnızlık duygusu dikkat çekeɾ. Bunun yanında, şiirlerinde kadınların sorunlarını da ele alır, İɾan toplumunun kadınlara karşı uyguladığı ayɾımcılığı eleştirir. Bu fikiɾleɾi zaman zaman şiddetli tartışmalara yol açar. İɾan'da kadınlaɾın yaşamlaɾının daha iyi hak ve koşullaɾa kavuşmasını savunur. Döneminde Şah'ın despotluğuna da kaɾşı çıkar. Şiiɾleɾi kimi zaman İɾan toplumunca eɾotik bulunmuştuɾ. İɾanlı yönetmen Abbas Kiyaɾüstemi'nin 1999 yaρımı Rüzgâr Bizi Sürükleyecek filminin adı, şairin bir dizesinden alıntıdır. 13.02.2021

  • Victor Hugo

    AĞLAMAK İÇİN GÖZDEN YAŞ MI AKMALI / Victor HUGO * Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı? Sevmek için güzele mi bakmalı? Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı? Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır? Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı? Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır? Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı? Solması için gülü dalından mı koparmalı? Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı? Öldürmek için silah, hançer mi olmalı? Saçlar bağ, gözler silah, gülüş kurşun olamaz mı? * Doğum: 26 Şubat 1802 Besançon , Fransa Ölüm : 22 Mayıs 1885 (83 yaşında) Paris , Fransa Meslek : Şair, oyun yazarı, roman yazarı, deneme yazarı, devlet adamı Edebî akım : Romantizm Evlilikler : Adèle Foucher (1822–1868) -Nötre Dame'in Kamburu- Victor-Marie Hugo Babası subaydı. Aile içi çatışmalar nedeni ile mutlu bir çocukluk evresi geçirmediği bilinen yazar, yaşamının bu dönemini babasının görevi nedeni ile farklı şehirlerde geçirdi. Romantik akımın en tanınmış adları arasında yer aldı. Toplumsal sorunlar ve politikayla yakından ilgilendi, 1848 ayaklanmalarının ardından Kurucu Meclis’e katıldı, daha sonra milletvekilliği yaptı, l’Evénement adlı bir gazete çıkardı. 1852’de Louis Bonaparte’ın imparatorluğunu ilan ettiği hükümet darbesine karşı çıktığı için sürgün edildi. Cezası 1859’da sona erdi, fakat imparatorluk yıkılana kadar gönüllü olarak sürgünde kaldı, 1870’de Fransa’ya döndü. 1871’de Paris Komünü’nü desteklemese de komüncüleri savundu. Etkiledikleri: Louis-Honoré Fréchette, Charles Dickens, Fyodor Dostoevsky, Leo Tolstoy, Ayn Rand, Irvine Welsh, Albert Camus, Gérard de Nerval, Charles Baudelaire, Paul Verlaine, Oscar Wilde, Jean Cocteau, Gustave Flaubert, Jorge Luis Borges, Charles-Marie-René Leconte de Lisle Etkilendikleri: François-René de Chateaubriand , Walter Scott, Voltaire, Alphonse de Lamartine, William Shakespeare Eserleri Şiir Doğulular Cezalar Dalıp Gitmeler Müthiş Fil Dede Olma Sanatı Bu Çiçek Senin İçin Diana Dilenci Fransa Kadına Sitem Gelin Böceği Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı Sonbahar Yaprakları Asırların Efsanesi Söylesem Söyleyebilsem Ah Derdimi Aşk Dilencisi Aşkımın Aşkı Tiyatro Lucreca Borgia Ruy Blas Burgrave'lar Hernani Kral Eğleniyor Mary Tudor Roman Notre Dame'ın Kamburu (1831, 1958) Sefiller (1862, 1930) İdam Mahkumunun Son Günü (1829, 1972) Deniz İşçileri (1866, 1970) İzlanda Hanı 15 Yaşındaki Bir Kaptan İhtiyar Balıkçı Nişanlıya Mektuplar Politika Doksan Üç İhtilali (1874, 1962) - 1973 Devrimi (1967) - Doksan Üç (1985) derleyen: Aysu Afyonlu * 22.05.2021

  • İstemem Eksik Olsun

    Savinien Cyrano de Bergerac * FİLM * "Ne yapmak gerek peki? Saglam bir arka mı bulmalıyım? Onu mu bellemeliyim? Bir agaç gövdesine dolanan sarmasık gibi, önünde egilerek efendimiz sanmak mı? Bilek gücü yerine, dolanla tırmanmak mı? Istemem! Herkesin yaptıgı seyleri mi yapmalıyım Le Bret? Sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım? Bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz saklabanlık edip, taklalar mı atmalıyım? Istemem, eksik olsun! Her sabah kahvaltıda kurbaga mı yemeli? Sabah aksam dolasıp pabuç mu eskitmeli? Onun bunun önünde hep boyun mu egmeli? Istemem! Eksik olsun böyle bir söhret, eksik olsun! Cigeri bes para etmezlere mi “yetenekli” demeli? Elestiriden mi çekinmeli? “Adım Mercuré dergisinde geçse” diye mi sayıklamalı? Istemem! Istemem, eksik olsun! Korkmak, tükenmek, bitmek? Siir yazacak yerde ese dosta gitmek. Dilekçeler yazarak içini ortaya dökmek? Istemem, eksik olsun! Istemem, eksik olsun! Ama sarkı söylemek, düslemek, gülmek, yürümek? Tek basına? özgür olmak! Dünyaya kendi gözlerinle bakmak. Sesini çınlatmak, aklına esince Sapkanı yan yatırmak. Bir hiç ugruna kılıcına ya da kalemine sarılmak; ne ün pesinde olmak, para pul düsünmek; isteyince Ay’a bile gidebilmek? Basarıyı alnının teriyle elde edebilmek? Demek istedigim, asalak bir sarmasık olma sakın. Varsın boyun olmasın bir sögüdünki kadar. Yaprakların bulutlara erismezse bir zararın mı var? – Dök içindeki öfkeyi dostum. Ama saklama benden, seni sevmedigini! – Sus!" * Savinien Cyrano de Bergerac / -Filmi izlemek için TIKLAYIN- 1897 yılında Fransız yazar Edmond Rostand kaleme almıştır ve konusu 17.’nci yüzyılda yaşamış Savinien Cyrano de Bergerac’ın hayatıdır. Eser Sabri Esat Siyavuşgil tarafından 1942 yılında Türkçeye çevrilmiştir. 1950 yılında beyaz perdeye ilk aktarımı olan bu biyografik film ''Cyrano de Bergerac'' adıyla sinema izleyicisine sunulmuştur. Evet filmin 23 : 51'deki zaman diliminde başlıyor bugünlerde gündem oluşturan o ünlü, o muhteşem tirad... Fransız yazar 'Edmond Rostand’ın 1897 yılında kaleme aldığı Cyrano de Bergerac' ın hayatına değinecek olursak sanatçı, 6 Mart 1619 yılında Paris'te doğmuş, Fransız asıllı oyun yazarı, şair, asker ve düellocudur. Bergerac "libertin"di...Sanat üzerinde kilise ve kralın uyguladığı mutlak monarşiye (akademilere) karşı çıkıyordu. 28 Temmuz 1655' te öldü. Bu erken ve ani ölümün nedeni tam bilinmemekle beraber Bergerac'ın kralın emriyle düzenlenen bir suikastla öldürüldüğü söylenenler arasındadır. 1897'de ' Edmond Rostand 'ın yazdığı 'Cyrano de Bergerac' adlı oyun sanatçının yaşam öyküsünden uyarlanmıştır ve ününün yaygınlaşmasında katkıda bulunmuştur. Cyrano de Bergerac adlı biyografik film 1990 yılında Jean-Paul Rappeneau yönetmenliğinde renkli versiyonu ile beyaz perdede yeniden yerini almıştır. Filmin başrol oyuncusu Gérard Depardieu ' dur. Fransız komedi-dram filmi, En İyi Yabancı Dilde Film Altın Küre Ödülü dahil bir çok ödül almıştır. Gérard Depardieu ise 1990 Cannes Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü kazanmıştır. ESERLERİ Tiyatro oyunu: 1654 – La Mort d’Agrippine (Agrippine’nin ölümü) 1654 – Le Pedant joue (Bie bilgiçin taklidi) Roman : 1656 – Histoire comique des etats et empires de la june (Ay devletlerinin ve imparatorluklarının komik tarihi) 1622 – Histoire comique des etats et empires du soleil (Güneş devletlerinin ve imparatorluklarının komik tarihi). * derleyen: Zeliha AYDOĞMUŞ 31.05.2021

  • Turgut UYAR

    Göğe Bakma Durağı * Turgut UYAR * İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar Şu aranıp duran korkak ellerimi tut Bu evleri atla bu evleri de bunları da Göğe bakalım Fala nca durağa şimdi geliriz göğe bakalım İnecek var deriz otobüs durur ineriz Bu karanlık böyle iyi aferin tanrıya Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda Beni bırak göğe bakalım Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum Bu senin eski zaman gizlerin yalnız gibi ağaçlar gibi Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor Seni aldım bu sunturlu yere getirdim Sayısız penceren vardı bir bir kapattım Bana dönesin diye bir bir kapattım Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat Durma kendini hatırlat Durma göğe bakalım * TURGUT UYAR Türk edebiyatının usta şairlerindendir Turgut Uyar. İkinci Yeni akımının en önemli temsilcilerinden olan Turgut Uyar şiirlerinde; aşk, özlem, sevgi, hasret ve özellikle de hüzün konularını işledi. … 1927 yılında başladığı yaşam yolculuğuna, 1985 yılında veda etti. Sevilen şair Turgut Uyar’ı hayattan koparan siroz hastalığı oldu. *d: 4 Ağustos 1927, Ankara - ö: 22 Ağustos 1985 (58 yaşında), İstanbul Turgut Uyar, Fatma Hanım ile Hayri Bey'in altı çocuğundan beşincisi olarak 4 Ağustos 1927'de Ankara'da dünyaya gelir. Babası orduda harita binbaşısı olarak görev yapmış ve Ankara'nın ilk Latin alfabesiyle yazılan sokak levhalarını geceler boyu çalışarak yazmış bir hattattır. Annesi ise ev hanımıdır. Turgut Uyar, babasının görevinden ötürü ilköğrenimini farklı şehirlerde okurken ortaöğrenimine yatılı askerî okulda devam eder. Bursa Askerî Işıklar Lisesi'nden 1946'da mezun olan Uyar, bu okulda ruh halini şu sözlerle dile getirir: "Asker okullarında hiç mutlu olmadım. Genellikle yatılı okullarda mutlu olan çocuk yoktur sanıyorum. Başkalarının, hatta somut başkalarının değil de, hiç kavrayamadığım bir otoritenin belirlediği ve çoğu zaman saçma bulduğumuz bir şeyler yaşamak..." Yükseköğrenimini Askerî Memurlar Okulunda okurken annesinin isteği üzerine 1947'de Yezdan Şener ile evlenir ve bu evlilikten üç çocuğu olur. Okuldan mezun olduktan sonra "kura" ile memur olarak Posof'a atanır. Ayrıca Terme ve Ankara'da da personel subayı olarak görev yapar. 1958'de bu görevden ayrılarak Türkiye Selüloz ve Kâğıt Sanayi'nin Ankara'daki şubesinde çalışmaya başlar ve 1967'de buradan emekli olarak İstanbul'a yerleşir. 1960'ların başında eşinden boşanır. İstanbul'a yerleştiğinde, o dönem Cemal Süreya ile ilişkisi bitme aşamasında olan Tomris Uyar ile şiir üzerine mektuplaşmaya başlarlar. Bu mektuplaşmalar 1969'da evlilikle sonuçlanır. Tomris Uyar ile evliliklerinden bir erkek çocukları olur. Şairimiz 22 Ağustos 1985'te yaşama veda eder. Turgut Uyar'ın şiire olan ilgisi kendi ifadesine göre çocukluk yıllarında başlamıştır. İlk şiir denemesini de ilkokul yıllarında yapmıştır: "Güzeldir sevgilim her dakka her an / Güzeldir sözleri kaşı gözleri / Geçtiği her karış sönük topraktan / O anda fışkırır neşe özleri" Ortaokul ve lise yıllarında ise "Günde üç beş şiir, haftada on beş, günde bir roman yazmıştır." Roman yazarken sıkılan Uyar, Alain-Fournier'in Fransız edebiyatının klasiklerinden sayılan Adsız Ülke'siyle Fyodor Dostoyevski romanlarını okumasıyla roman yazmayı bırakır. Şiirde ise lise son sınıfta Ömer Hayyam, Nedim, Yahya Kemal Beyatlı, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim gibi şairleri taklit eder. 1946'da ise dönemin güncel şairlerini okur ve bu durumu "Sonra günümüzün şairlerini okudum da sevindim. Oh dünya varmış dedim." sözleriyle dile getirir. 1947'de "Yâd" adlı şiiri Yedigün'de yayımlanır. 1948'de Kaynak dergisinin başlatmış olduğu bir şiir yarışmasına "Arz-ı Hal" adlı şiiriyle katılır ve yarışmada ikinci olur. 1950'de Kaynak Yayınları tarafından Arz-ı Hal ve Akşam Üzeri Türküsü adıyla ilk kitabı yayımlanır. İkinci kitabı olan ve Nurullah Ataç'ın önsözünü yazdığı Türkiyem ise 1952'de piyasaya sürülmüştür. 1959'da Dünyanın En Güzel Arabistanı adlı şiir kitabı yayımlanır Kitap, Uyar'ın dil, tema, imge, anlatım biçimi, biçim/öz ilişkisi açısından büyük bir değişimi yansıttığı ilk İkinci Yeni kitabıdır. 1962'de Tütünler Islak'ı; 1968'de Her Pazartesi'yi; 1970'te Divan'ı; 1974'te Toplandılar'ı; 1982'de Kayayı Delen İncir'i yayımlamıştır. 1981 yılında Toplu Şiirler adıyla o güne kadar yayımladığı eserleri ilk kez; 1984'te Büyük Saat adıyla ikinci kez toplu olarak basılır.​ 22.08.2019

  • Mor Külhani

    MOR KÜLHANİ / Ece AYHAN * 1. Şiirimiz karadır abiler Kendi kendine çalan bir davul zurna Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan Taşınır mal helalarında kara kamunun Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler 2. Şiirimiz her işi yapar abiler Valde Atik'te Eski Şair Çıkmazı'nda oturur Saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta Saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler 3. Şiirimiz gül kurutur abiler Dönüşmeye başlamış Beşiktaşlı kuşçu bir babanın Taşınmaz kum taşır mavnalarla Karabiga'ya kaçan Gamze şeyli pek hoş benli son oğlunu Suriye hamamında sabuna boğmasının şiiridir Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler 4. Şiirimiz erkek emzirir abiler İlerde kim bilir göz okullarına gitmek ister Yanık karamelalar satar aşağısı kesik kör bir çocuğun Kinleri henüz tüfek biçimini bulamamış olmakla Tabanlarına tükürerek atış yapmasının şiiridir Böylesi haftalık resimler görür ve bacaklanır abiler 5. Şiirimiz mor külhanidir abiler Topağacından aparthanlarda odası bulunamaz Yarısı silinmiş bir ejderhanın düzüşüm üzre eylemde Kiralık bir kentin giriş kapılarına kara kireçle Şairlerin ümüğüne çökerken işaretlenmesinin şiiridir. Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler * ECE AYHAN Ece Ayhan Hayatı, Edebi KiSiliGi, Eserleri Ece Ayhan Çağlar (d. 10 Eylül 1931, Datça - ö. 12 Temmuz 2002, İzmir) 1931 yılında Muğla Datça'da doğdu. Asıl adı Ece Ayhan Çağlar. İlk ve orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1959'da Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdikten sonra Gürün, Alaca, Çardak ilçelerinde bir süre kaymakamlık yaptı. 1966'da memurluktan ayrıldı, İstanbul'a gelerek Sinematek'te, Meydan Larousse'da, e Yayınları'nda çalıştı. Üç yıl süre ile İsviçre'de tedavi gördü. Bir kaç kez beyin ameliyatı geçirdi. Dönüşünde bir süre İstanbul'da ve Bodrum-Gümüşlük'te yaşamını sürdürdü. Ardından Çanakkale'ye yerleşti. İlk şiiri 1954'te "Türk Dili Dergisi"nde yayınlandı. Daha sonra Türk Dili, Varlık, Yenilik, Seçilmiş Hikayeler, Pazar Postası, Yeditepe dergileri şiirlerine yer verdi. Özellikle Pazar Postası'ndaki şiirleriyle ünlendi. 1959'da basılan ilk kitabı "Kınar Hanımın Denizleri"yle büyük ilgi uyandırdı. Kendine özgü çağrışımlar ve göndermelerle örülü şiirleriyle hem Türk şiirinde hem de İkinci Yeni'nin içinde farklı bir kanal açtı. Şiirinin kilit noktası dildir. Çağdaşı Edip Cansever'e göre, bu dili aşmak, şiirini anlamak için başvurulacak yol yine Ece Ayhan'ın şiirleridir. Ece Ayhan her şiirinde hem şiir hem Türkiye üzerine görüşlerini anlatır. 1965'te basılan Bakışsız Bir Kedi Kara ve 1968'de yayınlanan Ortodoksluklar, Ece Ayhan'ın özel dilinin yapıtaşları oldu. 1973'te yayınlanan Devlet ve Tabiat kitabındaki şiirlerle bu kez okurlarını "sokağın diliyle buluşturdu. 1977'de yayımlanan ve kitapla aynı adı taşıyan ünlü şiiri ile ilk dört kitabını içeren Yort Savul da kendisinden sonraki kuşaklara yön gösterdi. 1981'de Zambaklı Padişah, 1982'de de "tarihin düzünden okunduğu" Çok Eski Adıyladır'ı yayınladı. Ece Ayhan'ın şiiri üzerinde Enis Batur, Tahta Troya'yı (1981), Ender Erenel Ece Ayhan Sözlüğü'nü, Kemal Yangın-Orhan Alkaya ikilisi ise Çok Eski Adıyladır Sözlüğü'nü hazırladı. Değerlendirme: O; öncülsüz, ardılsız, çıraklığı ve kalfalığı olmayan bir şair. 1966’da şöyle söylüyordu: “İster doğruyla bağlantısı içinde kavransın isterse kavranmasın, şiir imgelerin sanatıdır. Belirti ve görüntülerle ilgilidir.” Onun şiirinde yer alan uzak veya yakın tarihten olaylar, kent yaşamından tablolar, tipler, kişisel gözlemler, özel adlar, anılar ve uzak çağrışımlı eski sözcükler onu neredeyse bir şiir sözlüğü kurmaya götürür. Bu şiir kolaycı okur açısından bakılınca anlaşılmazmış gibi görünür. Oysa şiirlerin yaslandığı ve gönderimde bulunduğu ayrıntılar öğrenildiğinde anlam dünyaları da yavaş yavaş aydınlanmaya başlar. Kendi şiirinin çerçevesini çizdiği ve “Şiirimiz karadır abiler” ile başlayan “Mor Külhani” adlı şiirindeki dizeler onun İkinci Yeni içindeki ayrıksı konumunu iyice belirginleştirir. Ece Ayhan'ın Eserleri: Kınar Hanımın Denizleri (1959) Bakışsız Bir Kedi Kara (1965) Ortodokslular (1968) Devlet ve Tabiat ya da Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler (1973) Yort Savul (Toplu Şiirler, 1977) Zambaklı Padişah (1981) Çok Eski Adıyladır (1982) Çanakkaleli Melahat'a İki El Mektup ya da Özel Bir Fuhuş Tarihi (1991) Sivil Şiirler (1993) Bütün Yort Savullar (1993 Bütün şiirleri), Son Şiirler (1993) 19.10.2019

  • VakVak Ağacı

    VAKVAK AĞACI * Aycan AYTORE * VAKVAK ağacı resimde gördüğünüz gibi insan suretinde meyveler veren bir ağaçtır. Benzer türlü ağaçlar varsa da Hint mitolojisinde konu edilen ağaç gerçekle ilgisi olmayan bir efsanedir ve meyvelerin çıkardığı seslerden VAKVAK ağacı olarak adlandırılır. Tarihimizde adını bu ağaçtan alan Vaka i Vakvakiye adlı açgözlülük ve liyakat odaklı ünlü bir olay vardır. Son zamanlarda internette çok aranan bir sözcük var, Liyakat: Göreve görelik, uygunluk anlamı taşımaktadır. Türkçesi depreme dayanıklı bina tasarlayacaksan önce mimar olmalısın. Yumurtlayacaksan tavuk, balık, kuş cinsinden bir şey... Osmanlı zamanında sayısız örneklerini görsek de Cumhuriyet döneminde çok fazla görmediğimiz liyakatsiz uygulamalara son yirmi yılda bu denli sık rastlayınca şaşırıyoruz. Ne olursa olsun yeter ki bizden olsun 'un birer kötü örneği olan bu uygulamalar tepki topluyor. Güreşçiden bankacı görmüştük, ama herhalde İslam tarihçisi prof'dan mimarlık fakültesine dekanı ilk gördük. Oysa daha dün, Osmanlı zamanında bu tip olaylar ne kadar çoktu. Hele içlerinden biri var ki, göz diktiği makamı elde edebilmek için kışkırttığı olayların altında kalan bir sadrazamı anlatır. 1500 lü yılların sonunda Arnavutluk topraklarında doğan bir çocuk, devşirme olarak alınıp İstanbul'a getirilip Enderun mektebine verilir. Öteki çocuklardan farklı olarak sanata eğilimli olduğu gözlenince mehteran takımında zurnacılık görevine seçilir. Ne var ki yükselme heveslisi bu zurnacı kurduğu iyi ilişkilerle saraya kapıcıbaşı olmayı başarır. Kuşkusuz heveslerinden vazgeçmeyecek, yükselmek için elinden geleni yapacaktır. Ortam buna müsaittir; tek becerisi dönemin kudret macununu üretmek olan Safranbolulu bir cincinin ulaştığı gücü, hele padişahın da Deli İbrahim olduğunu düşününce... Rumeli Beylerbeyi , Baş Defterdar olacak... ama gözü sadrazamlıkta olduğundan durmayacaktır. Bu arada onu teşvik eden, önünü açan başka etkenler de vardır. Bunların başında uzun süren Girit'in fethi gelmektedir. Sadrazamlar sürekli Girit'tedir. Yaklaşık 25 yıl süren savaşta ekonomik durum bozulmuş, savaş diğer bölgelere, Ege ve Dalmaçya'ya da zaman zaman yansımıştır. Deli İbrahim'den sonra yerine geçen 10 yaşındaki padişah IV. Mehmet'e bir mektup yazıp sadrazamlığı ister. Büyük talihsizlik yazdığı mektup padişahtan önce sadrazam Ahmet Paşa'nın eline geçer. İstanbul'dan uzağa Karaman'a vali olarak gönderilir. Ardından Temeşvar valiliği göreviyle İstanbul dışında tutulan "zurnacı" yine de sonunda Kaptanı Derya olmayı başarır. Vaka-i Vakvakiye ya da Çınar Vakası , Osmanlı Devleti'nde 17. yüzyılda 1V. Mehmet‘in saltanatı sırasında 4-8 Mart 1656 arasında İstanbul'da çıkan askerî bir ayaklanmadır. Bu ayaklanma sonunda, isyancılar tarafından ölüme mahkûm edilen kişiler At Meydanı 'nda bulunan büyük bir çınar ağacının dallarına asılmış oldukları için bu ayaklanmaya Çınar Vakası denmiştir. Ayrıca, üzerine cesetler asılmış bu ağacın Hint mitolojisinde adı geçen ve meyveleri insan olan vakvak ağacına benzetilmesi sebebiyle Vaka-i Vakvakiye olarak da adlandırılmıştır. Büyük Valide Kösem Sultan ve ocak ağalarının öldürülmesiyle sonuçlanan ayaklanmanın neticesinde iktidar, iç oğlanları ve onlarla iş birliği yapan bazı kişilerin eline geçmiştir. Bunlar daha önceki ayaklanmalardan ders almayarak devlet işlerine karışmak, hazineden gereksiz harcamalar yapmak, yetkilerini kötüye kullanarak kendilerini resmî görevlilerden üstün saymaktaydılar. Bu arada Girit Savaşı 'nın sürmesi ve başarı elde edilememesi hükûmet otoritesini sarsmıştı. Paranın değer kaybetmesi iktidarı ellerine geçiren iç ağaları ve yardımcılarına karşı düşmanlığı arttırmıştır. Görevliler her aksayan işin sorumluluğunu bunlara yüklemekteydiler. Bu sebeple İstanbul'da halk ayaklanmaya hazır bulunuyordu. Bu ayaklanmaya önderlik edecek olanlar arasında Kaptan-ı Derya Zurnazen Mustafa Paşa ile Bostancıbaşı Hasan Ağa bulunuyordu. Bu sırada Girit'ten dönen yeniçerilerin aylıklarının ödenmemesi üzerine Ağa Kapısı'na başvurduklarında Kul kethüdası tarafından tahkir edilmeleri ve sadrazam Ermeni Süleyman Paşa 'nın ödeneklerinin düşük akçe olarak dağıtılması hoşnutsuzluğu arttırmıştır. Ayaklanmanın gelişimi ve sonuçları: 29 Şubat 1656 günü Hasan Ağa, Şamlı Mehmed Ağa ile Galata voyvodalarından Karakuş Mehmed Ağa, maaşlarını alamayan sipahiler ve maaşlarını alırken hakarete uğramış olan yeniçerileri ayaklandırdılar. Olay üzerine toplanan ayak divanında Mihter Hasan Ağa söz alarak, henüz genç yaştaki IV. Mehmed 'e kendisine karşı olmadıklarını bildiren bir duadan sonra isteklerini anlatarak idamlarını talep ettikleri kişilerin adları yazılı bir defteri padişaha verdi. Padişah listede olanların canlarının bağışlanmasını istediyse de ayaklananlar direndiler. Bunun üzerine bostancıbaşı istenilen kişileri öldürerek cesetlerini ayaklananlara teslim etti. Zurnacının Sonu Bu arada İsyancılar Zurnacı'yı sadrazam olarak sarayda görünce " Sen bizi sadrazam olmak için kullandın" diyerek onun da kellesini ister Her ne kadar kellesini kurtarmışsa da sadrazamlığı kaybeder Yine de Erzurum'a vali olarak tayin olur ve 1666'da orda ölür. Sebep olduğu isyan o kadar kolay bitmeyecek 30 devlet çalışanı boğularak isyancılara teslim edilecek, ardından cesetleri at meydanına değin sürüklenecekti. Oradaki çınar ağacına başaşağı asılırlar. Hint mitolojisindeki meyveleri insan görünümlü olan vakvak ağacını andırdığından olaya Vaka i Vakvakiye de denilir. *19.02.2023

  • DİDEM MADAK

    * * ACIYI ŞİİRLE ÖPEN ŞAİR * Semihat KARADAĞLI * “Şiirlerin içinden çıkıp gelen kadınlar vardır; Öpse şiir, saçını dağıtsa mısra, gülse kıt’a olur. Ellerinden evvel ruhları dokunur aşka.” İşte hayatını şiirle ören, şiirlerin içinden çıkıp gelen şair Didem Madak’ı saygıyla anıyoruz. * Didem Madak, 8 Nisan 1970 yılında Füsun ve Yusuf’un kızı olarak İzmir’de dünyaya geldi. “Annem çok sevmelerin kadınıydı. Daldaki kirazları, yazmasındaki oyaları, fistanında ki çiçekleri, asmada ki üzümleri, evin kedisini, sokağın delisini, babamın gömleğini, beni, bizi, mahalleyi.. Bildiğim her şeyi severdi. Bana da sevmeyi öğretti. Öyle az buz değil, ‘çok sev’ derdi. Annem gibiyim artık. Az sevme bilmiyorum ben. Çok sevdiğimdendir bu kadar incinmem…!” * Anne ve babası öğretmen olduğu için çocukluğunun büyük bir kısmını Amasya ve Burdur'da geçirdi. Kendisi altı yaşındayken, kardeşi Işıl dünyaya geldi. Kardeşine yazdığı şiirde şöyle seslenir Didem Madak: ışıl. uzun siyah saçlı kız bu rutubetli mektup selamlarla doludur hüznümü assam kururdu ütü masasına ama çoraplarım kurumayacak sabaha hem bilirsin, yağmur kadar İzmirliyimdir. plastik gardırobumun karnı deşilmiş. sanki kanat çırpmaya hazır bir martı. işe yine geç kalacağım. kızarsa, müdüre bir parça gevrek atarım. İzmir’de simite gevrek derler, gevrek apayrı bir şeydir bizim burda. böyle mavi, * Kız kardeşi ile birlikte büyür birlikte eğlenir oynarlar Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik Kardeşimle kendimize durmadan, Olmayan çayları, Olmayan fincanlardan içerdik. Olmayan kapıları açardık, Olmayan ziller çaldığında. Siyah papyonlu olurdu mutlaka Resim defterimizdeki damat. * 12 Eylül olayları sırasında babası Uşak'a sürülünce kardeşi ve annesiyle birlikte Burdur'da kalarak sıkıntılı bir hayat geçirmeye başlar. Didem 13, Işıl 7 yaşındayken, henüz 38 yaşında olan annesi Füsun’u 1983 yılında beyin kanseri sebebiyle kaybeder. Bu kayıp, Didem Madak'ın şiirlerine tesir edecek olan ilk büyük travmaya yol açar. Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.” * “Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum. Bir yağsam pahalıya malolacağım.” * “Ben bir bodrum kat kızıyım bayım Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum Fakat korkuyorum. Birazdan da Kırküç numara ayakkabılarınızla Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız Bu iyi olmaz bayım!” * Annesinin ölümü şiirlerine de yansır. “On dört yaşındaydı ruhum bayım Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.” * Yalnızlığı da şiirlerine satır satır yansır “Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz? Bir gül, bir güle derdi ki görse Yalan söylüyorum Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.” * Babası Yusuf Bey, eşi öldükten bir süre sonra ikinci evliliğini yapar. Madak ile babası arasına mesafeler girmesi ise şairin içindeki anne özlemini arttırmıştır. Şair bu özlemi her şiirinde dile getirse de özellikle şu dizeleri babasının evliliğinden çok etkilendiğini göstermektedir; Annesine yazdığı şiirde babasına olan sitemlerini de dile getirmiştir. “Hatırlar mısın? Mavi saçlı bir Tanrı gibi severdim Burdur gölünü O göl şimdi içimde kocaman bir anne ölüsü Vişne bahçeleriyle dolu, Neşeli bir şehre benzerdi senin sesin. Bazen ölmek istiyorum. Beni yeniden doğurman için İri, ekşi bir vişne tanesi gibi” * “Senin şarkıların aç kuşlara buğday saçardı.” * Babasına olan kırgınlığını şiirlerinde annesine anlatır şair. : “Yaşasaydın, hayatının ortasına Güller yığan bir adam olsun isterdim babam. Sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim. Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri diye başlayan bir çocuk romanında... Şalına sarınırdın, toprağa sarınır gibi Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için, bu acımasız ölü anne sesini.” * Annesinin erken yaşta ölümü ile kendisini yalnız bırakmasına kırgındır biraz da. “NOT: Ölen her kadın için bir şiir yazdım. Onları Muc'a evin karşılığında verdim Çok ucuza. Artık bütün üzgün oluşlarımın adı: Anne.” Üniversite sınavına girdiği ilk yıl Ege Üniversitesi Biyoloji Bölümünü kazanan Madak maddi sıkıntılardan dolayı çalışmak zorunda kalınca okulu bırakmıştır. “Yüzüm Güvercinlere Emanet” şiirinde şöyle anlatır yaşadığı zorlukları ve yaşam mücadelesini. “Gecenin vitrinine konulmuş Büyük bir yakut parçasıydı sabah” * “Gözlerim ormanda kaybolmuş çocuk gözü renginde Acemi ve pazartesi olurdu Kara sürmeler çekerdim gözlerime İzinliydim nasıl olsa dezavantajı bol şiirler yazmaya” * İnsanın içini ürperten ve yoksulluğu anlatan bu dizelerinde “Tartıl be abla! derlerdi Karınca gibi ince belli çocuklar” * “Tartın beni derdim Tartardı çocuklardan biri Binalar eğilir bakardı iç çekerek Camları ışıldardı. Küçük, nasırlı bir avuçtan Avuçlarıma dökülürdü tüm şehir Alır yüzüme sürer Güvercinlere emanet ederdim yüzümü Aç gagalarını ıslatırdı gözyaşlarım” * Tekrar sınava giren Madak Dokuz Eylül üniversitesi Hukuk Fakültesini kazanır. Ancak babası ile olan ilişkisi bozulduğu için kaydını dondurmak zorunda kalır. On dokuz yaşında ilk evliliğini yaparak evi terk eder. Dört yıl evli kaldıktan sonra boşanır. Şair yarıda bıraktığı hukuk fakültesine geri döndüğü zamanlarda eşinden yeni ayrılmıştır. O dönemde İzmir Bornova’da bodrum katta yaşamını sürdürürken bir dershanede sekreterlik yapan Madak bu dönemi anlatan şiirlerinde kendini bir bodrum kat kızı olarak tanımlar. Hukuk eğitimini 2000 yılında tamamlar. Avukatlık stajı yaptığı dönemde tasavvufa yönelir ve şiir yazmaya başlar. Aynı zamanda baş örtüsü takmaya başlar. Bu dönemi anlatan şiirlerinde Madak “kadın kimliğinden sıyrıldım ” sözleri ile kendi anlatır. * Madak bu dönemde , edebiyatçı Müjde Bilir ile sıkı bir dostluk ilişkisi kurar. Kardeşi bir dergide gördüğü “İnkılap Şiir Ödülü” yarışmasına katılmasını önerir. Madak ise “ boş işler “ diyerek bu öneriyi ret eder. Kardeşi kendisinden habersiz yarışmaya başvurur. Didem Madak 2000 Şiir Ödülünü “Grapon Kâğıtları” ile alır. Dünyayı bir salyangozun izlerinde dolaşsam, Elimde parlak bir harita Hiçbir atlasta henüz yer almamış. Ardımsıra yollara hayalimin kırıklarını bıraksam Yeter mi bu izler beni kendime getirmeye acaba? * Ödül törenine giderken Madak, kadın kimliği ile barışıp örtüsünü çıkarmıştır. Ödül töreninin öncesinde tanıştığı bir şairle buluşmalarında her ikisi de bir şiirle gelecek ve birbirlerine okuyacakları sözünü almıştır. Didem bu buluşmaya başörtüsü ile yaşadığı zamanları anlattığı “Siz Aşktan Ne Anlarsınız Bayım” şiiri ile gitmiştir. * “Siz Aştan N’anlarsınız bayım Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca Alt katında uyumayı bir ranzanın Üst katında çocukluğum... Kağıttan gemiler yaptım kalbimden Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı. Aşk diyorsunuz, limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!” “Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca Havı dökülmüş yerlerine yüzümün Büyük bir aşk yamadım Hayır Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı Tesbih tanelerim bitse göz yaşlarım... Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı. Aşk diyorsunuz ya Ben istemenin allahını bilirim bayım” * Siz aşkı ne bilirsiniz bayım Aşkı aşk bilir yalnız! * 2002 yılında İstanbul'a taşınır ve ölene kadar burada yaşar. İstanbul Eczacılar Odasının avukatlığını yapmaya başlayan Didem Madak, bir yandan da şiir çalışmalarına devam eder. 2002 yılında Ah’lar Ağacı isimli şiir kitabını yayınlar. “Başrolde kadınlar. Güçlü bir el silkeledi beni sonra Sanırım Tanrı’nın eliydi. Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan. Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi, Çok şey görmüşüm gibi, Ve çok şey geçmiş gibi başımdan, Ah...dedim sonra Ah!” * “Kaybolmak istemiştim bir zamanlar Kapının arkasında yokum demiştim Ve divanın altında da. Bulamazsınız ki artık beni, Hayatın ortasında. Kaybolmak istemiştim bir zamanlar Beni kimse bulamazdı Tanrı’nın arkasına saklansam. O Kocamandı, en kocamandı o. Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.” Şiirlerinde hem hüzün vardır hep yalnızlık… “Bir zamanlar kendimi Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım. Kaç metredir benim yokluğum?” * Annesi hüzünde de sevinçte de şiirlerine yansır. “Annem çok sevinmelerin kadınıydı. Bazen sevinince annem gibi, Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.” * “Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi, Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.” * Bir zamanlar meydan okumak isterdim. Kaç meydanını okudum da bu hayatın. Yalnızca iki harfini öğrendim: A H! * Güçlü bir el silkeledi beni sonra Sanırım tanrının eliydi, Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan, Çok şey geçmiş gibi başımdan Ah dedim sonra, Ah! İç ses, diye söylendim. Gel! Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla. Vasiyetimdir: Bin ahımın hakkı toprağa kalsın... * Şairin Pulbiber Mahallesi isimli şiir kitabı 2007 yılında yayınlanır. Öldüğünü kimseye söylemedim Oysa inanmıştık aşkın bedelsiz kamulaştırdığı hayatımıza Evimizin ortasından geçen baharat yoluna, Tarçın koklar, salep olurduk 2006 yılında, ikinci evliliğini Timur Çelik ile yapar. Bu evlilikten 2008 yılında doğan kızına annesi Füsun’un ismini verir. Anne olduktan sonra şiir yazmayı bırakan şair bir süre edebiyattan uzaklaşır. Madak’ın 2009 yılında yazar Şükran Yücel’e gönderdiği e-postanın ekindeki metin aynen şöyledir: “Canım Kızım Sana mektup yazacağım. Çünkü artık başka bir şey yazamıyorum. Bu konuda pek de dertli değilim doğrusunu istersen. Sen bana belki bugüne kadar yazdığımdan başka türlü bir yazı yazmayı öğretirsin. Kendimi bir sonbahar ağacı gibi hissediyorum. Mutlu bir sonbahar ağacıyım ben. Yere düşen yapraklarımı eğilip topluyorum. Saçıma tutuyorum. Bakın yakışmış mı diye soruyorum. Sonra yaprakları havaya savuruyorum. Ben iki kişilik bir kabilenin me isimli kölesiyim. Çünkü sen acıktığında me diye ağlıyorsun ve bu ismimi seviyorum reis! Canım kızım, cehaletimden şair oldum… Annesizlikten. Sen sakın şair olma!” 2010 yılında kolon kanserine yakalanan şair bir yılı aşkın süredir mücadele ettiği hastalığa yenik düşerek 23 Temmuz 2011 tarihinde aramızdan ayrılmıştır. “Herkes çıkarsın kalbini O çirkin mücevher sandığından Ve herkes onu birbirine fırlatsın tanrım” * Müjde Bilir, Didem Madak’ı anlatan yazısında şöyle söyler: Sombahar dergisinde yayımlanan şiirleriyle tanıdım onu. Ayla Abla'ya verdiği öğütleri, Mr. Parkinson'un yaşadığı depremi sevmiştim. İzmir'de yaşadığını öğrendim sonra. Bu gizemli şair hakkında başkaca bir şey bilinmiyordu. Bir dizi uğraşıdan sonra onu bulabildim. Telefondan tanıştık Didem'le. 1995 yılı sonbaharıydı. Konuşmanın başında ikimizde mahçupluk nedense. Ama ne olduysa iki cümle sonra kaynaşmış, dört cümlede buluşmaya karar vermiştik. Peki ama nasıl tanışacaktık birbirinizi cep telefonu internet gibi şeyler yoktu çünkü... Buluşma yerine Belgin Doruk şapkası ile gelmeyi teklif etti önce... ya da boynumuza bir eşarp ucuşmalıydı. Eski bir Türk filmi içine dalmıştık sanki... epey gülüştük. Bir sürü ürettikten sonra, elimizde kımızı bir gül olmasına karar vermiştik. Kim daha önce gelirse Sevinç Pastanesi'nin önünde bekleyecekti. Bir cumartesi günü saat tam bir buçukta işte or'da ... Sevinç'in önünde bekliyordu beni. Elinde kırmızı bir gülle... O gün bugün kardeşim oldu benim. Aramızda kimi zaman uzaklar girse de, bizi yakınlaştıran o ilk günkü bağ her zaman güçlüydü. 2010 yılı Kasım ayı sonunda öğrendim hastalandığını. Bu kötü haberi hayatında yer alan hiç kimseden saklamıştı. Zeynep ile birlikte (Zeynep Köylü) tedavisi süresince bütün gelişmeleri yakından izliyorduk. Hiç inanmadık öleceğine. İlaçlar onu öyle yoruyordu ki- daha da yorulmasın diye- yaşadığı süreci daha geniş bir şarj çevreye duyurmaktan özellikle kaçırdık. Bulduğum her fırsatta yanında alıyordum soluğu. Zeynep, hastaneye yatışlarında "has odabaşı" olarak ona refakat ediyordu. Her şeye rağmen bizi güldürmeyi nasıl da başarıyordu... Onca tedaviye rağmen, kahredici bir ışık hızıyla ilerliyordu her şey. Hale Teyzesi, kuzeni Pınar ve Işıl... İzmir'den kuş olup uçmuştuk yanına... Ama kısa bir süre sonra, ağrı duymasın diye verilen ilaçlarla, derin uykulara dalmıştı. Ağrısı dindiği için uyumasına seviniyorduk bir yandan. Her an bir mucize olabilirdi diye ikna ediyorduk birbirimizi. Ölümünden bir gün önce Işıl, hastaneye kucağında bir defterle geldi. İçinde Didem'in el yazısıyla notlar bulunan bu defter, aslında bir ajandaydı. "Son yazdığı şiir" olarak, Işıl'a bir süre önce okuduğu şiir vardı içinde: 128 Dikişli Şiir. Bu son şiiri bir kuytuda okuduk, son bir gece olacağını bilmeden... Işıl, Zeynep ve ben. Bir yokluğa yuvarlanır gibiydik... O gece Hale Teyze ile birlikte kaldık Didem'in yanında. Sabah olmak üzereydi... Hastanenin antetli kağıtlarına, fotokopi çeker gibi yazmaya başladım Didem'in emanetini. Kaybolmasından korkuyordum. Hem şiirin başına okşarsam, sanki Didem hiçbir yere gitmeyecekti... On gün kadar önce, ne kadar umutluyduk oysa... Doktor randevusu vardı. Yeni bir tedavini düşünülüyordu ve o gün heyecanla bekliyorduk. O sabah, Timur'la birlikte gelmişlerdi hastaneye, kafeteryada buluştuk. Özenle giyinmişti, neşeliydi ve çok hoş görünüyordu. Üç numarası saçları, yüzünün bütün güzelliğini ortaya çıkarmıştı. Makyaj yapmış, epeydir uzak durduğu küpelerini, kolyesini takmıştı. İçiyle dışıyla, her şeyiyle hazırdı iyi bir haber duymaya. Elinden gelen her şeyi yapıyordu iyileşmek için. Doktorun odasına vardığımızda bir kızı olduğunu hatırlattı özenle. Doktor gülümsedi, gülümserken, başka yüzün arkasına gizlemeye çalışıyordu sanki... O başka yüz olmasa, dünyanın bütün sabahları neredeyse sular altında kalacaktı. "Kaç şiir kaç kere sular altında kaldı"ysa... Bodrum katına, misafir olduğum, o rutubetli yalnızlığa dönebilseydik keşke. Onun 20'li yaşlarına... Buz kadar soğuk nemli bir odada çay içmiştik bisküvi eşliğinde, şiir okumuştuk. "Yüzüm Güvercinlere Emanet" şiirini kumruların seslerini taklit ederek okumuştu: Guk- guk- guk! sesleriyle içimiz dışımız şiir olmuş, ısınmıştık. Ve daha pek çok şeyle ısındık birlikte... Pek çok şey yüzünden de içimiz titredi. Yaşadığım bir acıyı paylaştım epey zaman önce. "Tüylerim diken diken oldu. Bana şiir yazdıracaksın" demişti. Syliva Plath'ın intihar eden oğlunu duyduğunda da böyle olmuş belli ki. Oturup şiir yazmış kardeşi Syliva'ya... Sonra Burcu'ya, Zeynep'e okumuş " Nicholas'ın Ölümü"nü. Ama daha sonra -duyduğuma göre- bir şeye çok kızmış...ve bir gece yarısı yırtıp çöpe atmış yazdığı bu şiiri. Öldüğü gün Zeynep aklında kalan tek dizeyi sayıklıyordu: "Syliva uyan! Nicholas sütünü içmedi!" Müjde Bilir ( Maviş Anne) İzmir Ekim 2012 * Şairin ölümünden önce yazdığı son şiiri 128 Dikişli Şiir İlk defa bu kadar sağlam yazıyorum. Haç şeklinde 128 dikişle. Galiba ahbap artık sana ulaşacağım. Yeteneğim geri geldi, göreceksin artık kutsal dizeler yazacağım. Hiç yapmadığım şeyler yapıyorum ahbap Maç seyrediyor ve devamlı topa bakıyorum Telepati yapıyorum. Hey ahbap ben arada bir fikir buluyorum. Kuşlar için küçük şemsiyeler yapabiliriz Böylece yağmurda ıslanmazlar Ve içimdeki ağır sözler için de şemsiyeler Böylece paraşütle iner gibi hafiflerler Şiirin içine girerken Bana bazı şarkılar lazım ahbap hafif şarkılar, acı olmayan şarkılar çok şarkıya ihtiyacım var Tutam tutam saçlarımı savuracak şarkılar Saçlarımla ne yapacağını bilemeyenler Bir gün onları kaybederler Böyle bir şey yani ahbap Çok acıyor. Saçlar zaman zaman Bana neşeli şarkılar B harfine notalardan sütyen yapan şarkılar Bir mutfak cadısıyım şu sıralar Çeşitli şeyleri çeşitli şeylere karıştırmak Ve seni düşünmek, mırıldanmak Bazı büyülü yemekler yapmak Bazı şifalı yemekler yapmak Ve kalmak istemek ahbap... Füsunun yeşil ela gözleri var Ve pembe plastik fincanı ile kahve getirişi var Ve bana anne deyişi var Benim pembe fincandan pembe kahve içişim var Bu kahveleri seviyorum ahbap İçimi pembe bulutlar kaplıyor Şekerli ve tatlı bir biçimde havalanıyorum. Sonra ağrılar, sonra hastaneler ve sonra doktorlar... Şeker donup yapışıp kalıyor bir kağıda Acı bazen öyle yoğun, çok yoğun Patlak gözlü bir kurbağa tarifsiz çirkin ve kel. Edibin kurbağası Yakup benimki Seyfettin Neden bilmem işte Nereden çıktı şimdi Seyfettin Acı dindi diyorum bazen yağmur dindi der gibi Öyle kendiliğinden ya da tanrı istediğinden Yüzüklerim yok takmıyorum kolyelerim yok istemiyorum Öyle çok şimşek çaktı gece Ben sonu Z harfi olarak düşündüm Son harf olarak Ben Zeni düşündüm ahbap. Doğdum, doğurdum Bir insan nasıl büyüyor gördüm Hayatta kalmak için Ve hayatta kalmanın yanında İnandım şiir bir gevezelikti Şimdi 128 harfli bir şiir var karnımda Satırlar artık bomboş Karnımda hissiz bir şiir var İçimde durmadan bölünen şiirler Birlikte yok olacağımız şiirler Birlikte unutulacağımız şiirler Hiç borcu olmamış şiirler Ve bu yüzden çok acıyan şiirler Acı aniden diner yağmurun dindiği gibi Bazen sadece tanrı öyle istediğinden Sadece bir mağarada resim çizerim belki Rüyaların büyük harfle başladığı bir ülkede Üstümden kaldırılmış bir ölü var Ahbap senin istediğin o mu *Genç yaşta aramızdan ayrılan Füsun’un kızı, Füsun’un annesi şiirlerin içinden çıkıp gelen değerli şair Didem Madak’a saygıyla…. Semihat Karadağlı Kaynak: 1)- Grapon Kağıtları/Didem Madak 2)- Ah’lar Ağacı/Didem Madak 3)- Pulbiber Mahallesi/Didem Madak 4)- Kadı Burhaneddin’den Günümüze Hukukçu Şairler Antolojisi 4 Baskı 2020 /Veysel Gültaş Sahife:716-722 5)- Wikipedia * Bu yazıyı PDF olarak bilgisayarınıza indirmek isterseniz buraya TIKLAYIN

  • İNSAN OLMANIN MİHENK TAŞI

    Niyazi UYAR * Akıl mı, duygu mu diye sorsalar, ikisi de derim. Birini tercih edip diğerini ötelemek olur mu? Derler ya insan beynini kullanması bakımından diğer canlılardan farklıdır, hayvanlar içgüdüleriyle alışkanlıkları ile hareket ederken, insan beyni yani onun ürünü aklı ile hareket eder. En azından az çok beyni olanlar için böyledir bu! Beyni geliştiren, büyüten, "işleyen demir ışıldar,” misali onun kullanılmasıdır. İnsanca çalışmak, hakça bölüşmek, ahlaki olan budur. Bu da aklını kullanmakla mümkündür. İnsan duyguları ile hareket ederse, yanlış yapar. İnsanın doğru davranış yapmasını sağlayan mantığıdır. Yalnız tek başına beynin üstesinden geleceği bir şey değildir bu! Mantık olmazsa beynin bir işlevi yoktur, doğru seçimi yaptıran mantıktır. Rahmetli anam uçuk kaçık, saçma sapan konuşanlara: “Huna bak mıntıksız mıntıksız gonuşup duruyo!" derdi. Ya  ana ne kadar akıllı imişsin, okuryazar olmadan bu ülkenin insan profilinin bir cümle ile tahlilini yapıp harika özetlemişsin! “Mantıksız mantıksız konuşup durma,” yani konuştukların dinlenir olsun, bir anlamı olsun; öyle evinsiz evinsiz konuşma. Bir şey biliyorsan anlat, biz de bir şey öğrenelim, bilmiyorsan adam olmak için sus dinle, feyiz al! Mantık, insan olmanın mihenk taşıdır. Bu “mihenk taşı” söz öbeğini Osman’ın at oynattığı düzlüklerin Mavilisi’nden duymuştum ilk kez. Yaşıyorsa, ömürlü olsun, vefat etmişse toprağı incitmesin. İşte öyle, insan olmanın mihenk taşı, insanın mantığını kullanabilmesidir. İnsanın duyguları ile hareket edip duygusal tepki vermesi… Ercişliler der ki “ olûm  akilli ôl, akilli!” Mantık önemli hem de çok önemlidir. Özellikle devlet adamlarının akıllı, mantıklı davranış sergilemesi ekmek su kadar azizdir. Mesela İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanın ölmesinin baş sorumlusu, Faşist Hitlerdir, duygularının, hırslarının, insanlık dışı emellerinin sonucu dünyaya kana bulamıştır. Alman halkına yalan söyleyerek, onların mili duygularını okşamış, bol bol hamaset yapmış! Hitler, Sovyet orduları tarafından mağlup edilmemiş olsaydı, insanlık bunun bedelini çok ağır ödeyecek, daha on milyonlarca insan ölecekti. Sovyetler Birliği sayesinde insanlık bir ruh hastasından kurtulmuştur, bu manada dünyanın Sovyet ordularına bir minnet borcu vardır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın mimarı, beyni, Mustafa Kemal’dir. Akıl ve mantık her daim kılavuzu olmuştur onun! Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Anadolu’ya geçtiğinde aziz vatanın büyük bir bölümü işgal altındadır. Ordusu dağıtılmış, silahları elinden alınmış ve iflas etmiş bir hazinesi, sürekli savaşlarla yenilen morali bozulan bir ordusu ve umutsuz milleti! Onun başarısı, inancından, mücadele azminden, akıl ve mantığının iyi kullanmasından geçer. Konuyu biraz daha somutlaştıralım. 1970 – 80’li yıllar siyasal kavgalar her yönüyle ülkeyi yaşanmaz hala getirmişti. Akıl değil, duygular hâkimdi, o kadar hâkimdi ki duygular, kardeş kardeşi öldürüyordu. Frenlenemez duygular, insanları esir almış, sağcısı solcusu akıl ve mantıktan uzaklaşmıştı. Eğitim enstitüsünde okuyordum, ev arkadaşlarımızla aynı ideolojiye sahip olduğumuz gibi aynı fraksiyondan da geliyorduk. Arkadaşlarımdan birinin kardeşi de aynı şehirde, aynı okuldaydı. Fakat onun fraksiyonu ayrı olduğundan o, başka arkadaşları ile başka bir evde kalıyordu. Ne tuhaf değil mi? İnsanoğlunun ruhunda sevgi varsa, duygu varsa, beyin hücrelerinin her bir noktasına sirayet edecektir. Beyin hücreleri iyi yönetiliyorsa, doğru davranış, mantıklı davranış gösterecektir kendini. Evet duygu, evet akıl; ama insan olmanın nüvesi hem akıl, hem duygudur. İnsan sözcüğünün içini doldurmak, ben insanım diyenler için ekmek, hava su kadar önemlidir. Peki onun icabı nedir, onun icabı; önce bileceksin, bilmek için de okuyacaksın. Salt okumakla olmaz bu iş, aklını, iradeni kullanacaksın, aklını iradeni kullanmanın yolu birey olmaktan geçer. “Şeyhim, şahım bilir,” demekle hiç olmaz. Birilerinin insanımızın okumasına, aklını kullanmasına neden karşı çıktığını anlayabiliyoruz değil mi? Memlekette anlı şanlı(!) bir profesör, “ben, cahillerin ferasetine güveniyorum,” demesinin iyi niyetle açıklanabileceğini düşünebilir miyiz? Bir ülkede ibadet yerlerinin sayıları eğitim kurumlarından fazla olmasının tartışmasına girmek istemem; lakin ibadet bireysel, eğitim toplumsaldır. Bütün dinlere göre iyi insanlar cennete gidecektir, cennete, cehenneme gitmek kişiseldir; fakat eğitimin, fennin yararı toplumsaldır, hatta insanlık içindir. Salgın günlerinde bilimin, tıbbın ne kadar kıymetli olduğunu küçücük bir virüs beynimize çaka çaka öğretmedi mi? Şöyle bir kıyaslama ile bu kısa yazıyı noktalamak isterim. Duygu hem insani hem hayvanidir. Duygunun yalnızca insanlarda olduğunu söylemek benciliktir. Bir olay karşısında gözyaşı döken çok hayvan gördüm. Derler ki konuya dair inceleme yapanlar: Duygulanan hayvanların vücut ısıları yükselir, kalp atışları hızlanır. Sevinen kedinin çıkardığı sesler, korkuya kapılan tavukların çıkardığı sesler… Mantık insanidir. İnsanı hayvanlardan ayıran en esaslı ayraçtır. Doğru davranış sergilemek ben insanım diyen herkesin görevidir. Doğru davranış sergileyemiyorsan ben sana nasıl insan derim?

  • KARANTİNA ADASI

    maviADA * Karantina Adası nerede, nasıl gidilir? Karantina Adası, İzmir Urla'da yer alıyor. Adaya gidebilmek için önce İzmir'e gitmeniz gerekiyor. Urla'ya ise özel arabanız yoksa Bornova merkezden otobüse binerek, sonrasında ise aktarma ile ulaşabilirsiniz. Ayrıca terminalden kalkan bir otobüsle de Urla'ya ulaşmanız mümkün. Eski adıyla Klozomenai, günümüz adıyla ise Karantina Adası, Büyük İskender döneminde karaya dolgu bir yolla bağlanan ada, 350 dönüm ve binlerce ağaçla kaplı... Şimdi bakımsız ve unutulmuş gibi duran bu tarihi ve güzel ada son zamanlarda yapılacak olan 'simülasyon hastane' fikri ile gündemde. 19.YÜZYILDA YAYGIN BULAŞICI hastalıklardan korunmak amacıyla tüm şehirlere giriş çıkışlar sıkı bir denetim altında tutulmakta ve bu salgın hastalıklara karşı her türlü önlem alınmaya çalışılmaktaydı. Şehirlerde bu kadar çok önlem alınmasına karşın hastalıklar deniz ticaretinde kullanılan gemiler ve gemi personeli tarafından başka ülkelerden taşınarak, büyük salgınlara yol açar. Avrupa ülkeleri de gemilerle kendilerine ulaşan bu salgın hastalıklardan korunmak amacıyla dış ülkelerden gelen gemileri limana girmeden önce 40 gün kadar açık denizde bekletmekteydi. Daha sonra bu uygulamadan vaz geçilerek gemi personelinden hastalık şüphesi olduğu düşünülenler, yaklaşık yedi gün gözlem altında tutulduktan sonra işlerinin başına dönmesine izin verilmekteydi . Bunu uygulamak içinde hastane yerleşiminden ayrı olarak karantina denilen binalar inşaa edilir ve hastalık şüphesi taşıyanlar, diğer arkadaşlarından izole edilerek uygun bir süre buralarda tutulurlardı. Karantina sözcüğü kelime anlamı olarak İtalyanca da ayrı ve korumalı yer anlamına gelen '' Quarantine'' sözcüğünden dilimize geçmiş olup, aynı anlamda kullanılmaktadır. Buradaki karantina binaları Osmanlılar tarafından Fransızlara yaptırılmıştır. Binalar hazırlanınca sahil ve hudutlar sağlık ekipleri tarafından başlayan çalışmalar 1950 senesine kadar aralıksız olarak sürdürüldü. Karantina sistemi şu şekilde işlemekteydi. Karantina adasına yanaşan gemiden indirilen yolcular ve gerektiği durumlarda gemi personeli ilk olarak soyunma odasına alınır. Burada ilk olarak Kıyafetlerini çıkartıp özel filelerin içerisine koyarlardı. Soyunma yerindeki dönen dolap sistemiyle odanın diğer tarafında bulunan görevli bu kıyafetleri alarak 360 derece dönen ve sıcak hava içeren dolaplara yerleştirip dezenfeksiyon işlemine başlardı. Sadece peştemal ve takunya giyen yolcular özel duş odalarına alınır, burada sabunla ve özel dezenfektanlarla duş yaptırılırdı. Giyinen yolcular doktor muayenesinden geçtikten sonra sağlam olanlar yollarına devam eder hasta olanlar ise tedavi edilmek amacıyla özel bölmelerde kontrol altında tutulurlardı. Bu sırada vefat etmeleri durumunda ise özel olarak sönmüş kireç dökülmüş olan mezarlara ve mümkün olduğunca derine gömülerek izole edilmeye çalışılırdı. Eşyaların mikroplardan arındırılması sırasında kıyafetler 120 derecede buharla sterilize edildiği için ıslanmıyor ve yolcuların tekrar giyilmesine olanak veriliyordu. Yolcuların kıyafetleri bu sterilizasyon sırasında ipekli ve normal olarak ikiye ayrılır. İpekli olanların zarar görmemesi için ayrı ve özel olarak bu işleme tabi tutulurdu. Karantina Adası Hikayesi Karantina Adası'ndaki ağaçlar, İzmir Valisi Kazım Dirik ve Belediye Başkanı Behçet Uz zamanında 1933 yılında dikilmiş. Adada su olmadığından dolayı bütün ağaçlar karadan eşekler ile taşınan sularla sulanmış. Adada bugün lojman olarak kullanılan az sayıda bina ve tahaffuzhane dışında bir de otel olarak kullanılan bir bina bulunuyor. Otel olarak kullanılan 66 yataklı bu binada Sağlık Bakanlığı deprem ve doğal afetlerde alınacak önlemler için kış aylarında eğitimler düzenliyor. 1994 yılında beri ise yaz aylarında Sağlık Bakanlığı personelleri için dinlenme hizmeti veriyor. Ada, Osmanlı döneminde karantina merkezine dönüştürülmüş. İzmir Limanı'na gelecek olan gemilerde bulaşıcı bir hastalık varsa, pruva direğine sarı bayrak çekilir ve bu durum liman idaresine bildirilirmiş. Daha sonra gemi Urla koyuna demirlermiş. İnsanlar, Fransızlar'ın 1865 yılında kurduğu tahaffuzhane ve tebhirhaneye sandallar ile taşınır, eşyaları ve giysileri etüv kazanlarında 110 derecelik buharla sterilize edilirmiş. Gemi yolcularında hastalık saptanmazsa, bir atlı İzmir valisine müjdeyi iletir, vali paşa da haberi getiren ulağa bir kese akçe verirmiş. O tarihlerde elektrik olmadığı için kazanlar ve madeni aksamın tamamı perçinle birleştirilmiş, vanalar ise pirinçten yapılmış. Karantina Adası'nda eskiden kalan tek sağlam bina olan tahaffuzhane, üç yıl önce yapılan restorasyonla zarar görmüş ve restorasyon sırasında yapılan boya ile vanalar ve musluklar çalışmıyor. Pirinç aksam da beyaza dönüşmüş. Son olarak 1952 yılında Kore gazilerinin yurda dönüşlerinde kullanılan tesis o tarihten sonra kendi haline terkedilmiş. Onarım yapıldıktan sonra ise müze olarak tekrar açılmış. Karantina Adası Tarihi Ada bugünkü adını 1865 yılında Fransızlar'ın yaptığı Karantina tesislerinden alıyor. 1950li yıllarda Deniz ve Güneş Enstitüsü, 60'larda Kemik ve Mafsal Hastalıkları Hastanesi olan tesisler, 1986'da Urla Devlet Hastanesi'ne dönüştürüldü. 2014 yılında 150 yataklı yeni hastane binasına taşınarak hizmet vermeye devam eden Ada, bugünlerde simülasyon hastane kurulması fikri ile gündemde. İlk kez Büyük İskender döneminde karaya bağlanan ada, şimdi fiilen Sağlık Bakanlığı'nın kullanımında. 1865 yılında 1950 yılına kadar işlevini sürdüren tahhaffuzhanede ise sistem şöyleydi; Yolcular gemiden indirilip soyunma odalarına alınır. Kıyafetler çıkarılıp filelere konurmuş. Peştemal ve takunya giydirilen yolcular giysilerini 360 derece dönen dolaplara yerleştirirmiş. Soyunma odalarının arka odalarında bekleyen görevliler ise dönme dolaplardan kıyafetleri alır ve dezenfekte işlemine başlarmış. Peştemal ve takunyalı yolcular özel duş odalarına alınır ve burada özel sterilize edilmiş sularla yıkanırlarmış. Duştan çıkanlara kıyafetleri iade edilir ve giyinenler doktor tarafından muayene edildikten sonra hastalar karantinaya alınır, sağlıklı olanlar ise yolculuğuna devam edermiş. Hastalık taşıyanlar adadan bir daha asla çıkamaz, ölene kadar o adada misafir edildikten sonra sönmüş kireç dökülmüş olan mezarlara gömülürlermiş. Tahaaffuzhane nedir? Türk Dil Kurumu'na göre tahaffuzhane, 'sefer sırasında, yolcu ve çalışanların arasında bulaşıcı hastalık görülen gemilerin karantina sürelerini geçirmeleri, gerekli sağlık önlemlerinin alınması ve hastaların iyileştirilmeleri için büyük limanlara yakın kıyılara kurulmuş sağlık kuruluşu' olarak tanımlanıyor. Ada tarihinden notlar; 1894 yılında Yemen'den gelen askerler Klazomen Tahaffuzhane'sine gönderilerek muayene edilip burada karantinaya alındı. Bingazi'den Girit'e uğrayan Kayderi vapurunda kara humma hastalığı görüldüğü için yolcular karantinaya alındı. 1896 yılında Petersburg'da kolera hastalığı görülmesinden dolayı Finlandiya Körfezi'Nden gelen gemiler Klazomen'de (Urla) karantinaya alındı. Koleranın yoğun olduğu Flemenk ve Belçika limanlarından gelen gemiler, adada 5 gün karantinada tutuldu. 1903 yılında İzmir'de vabadan bir kişinin ölmesi üzerine gemilerin tamamı burada karantinaya alındı. Gemideki tüm eşyalar dezenfekte edildi. 1912 yılında ise adada karantina altında tutulan Rusyalı hacılar, adada olay çıkardı. Yine de karantina süresi tamamlanana kadar hacca gönderilmediler. 1917 yılında Klazomen (Urla) Hastanesi doktoru iken Berlin'de cinayet işleyen ve Berlin Konsolosluğu'na sahte mühürlü mektup götürmesi nedeniyle takibe alınan Naster Rod, şüpheli davranışlarından dolayı sınır dışı edildi. * kaynak:İnternet

  • TOZ MU, SÖZ MÜ?

    İbrahim TIĞ * "BEYAZ GİYME" Güzel bir Bolu türküsü var: Beyaz giyme toz/söz olur, diye. Türküyü Emin Aldemir, Ahmet Sevinç’ten derlemiş. Söz konusu türkünün; “Beyaz giyme toz olur” dizesi tartışmalı. TRT Türk Halk Müziği sanatçısı, araştırmacı-yazar Dr. Halil Atılgan bu dizenin, “Beyaz giyme söz olur” şeklinde olması gerektiğini söylüyor programında. Gerekçe olarak da, beyazın toz olmayacağını, türküdeki “beyaz” sözcüğünün de iffet, namus olarak düşünülmesini gösteriyor. Üşenmedim, Youtube kanalında bu türküyü okuyan 30’un üzerinde sanatçıyı dinledim. Büyük üstatlardan; Nezahat Bayram, Saniye Can, Muzaffer Akgün (hanımefendiler), Cengiz Özkan, Kubat ve Zara bu dizeyi “Beyaz giyme toz olur” şeklinde, Orhan Hakalmaz, Hüseyin Turan, Erol Parlak da “söz” olur diye okuyor. Yalnız, Dr. Atılgan’ın bu tezini destekleyen bir Antakya türküsü daha var. Sıdıka Şerbetçi’nin kaynaklık ettiği, Ankara Devlet Konservatuvarı tarafından derlenen bu türkünün de bir dizesi şöyle: “Beyaz urba giysem üstüm aman kirlenir El oğluyla gezsem ismim amman söylenir”   Not: Giyme sözcüğü Bolu yöresinde “geyme” şeklindedir.   DEVREK’TE KADIN ADLARI… Devrek’te, özellikle de köylerinde bazı bayan adlarının ilginç kısaltmaları vardır. Hanife’ye “Henük”, Habibe’ye “Hebük” ya da “Hebiş”, Tenzile’ye “Tenzük”, Nazmiye’ye “Nazmük” ve Nebiye’ye de “Nebük” şeklinde hitap edilir, seslenilir . ‑Â Hebüksığırları koğdun mu? -Nazmü(k-ğ)’ü Çantılar’a veriyalamış. -Geliya gidiya Nebük kızına ekleşiyala. -Â Hebiş eyileştin mi gııı? “Eygen” de va abanın…   TEK TIRNAK İŞARETİ (‘ ‘) Tırnak içinde verilen cümlenin içinde yeniden tırnağa alınması gereken bir sözü, ibareyi belirtmek için kullanılır. - Edebiyat öğretmeni Elif Ünal Yağcı, “Şiirler içinde ‘Fahriye Abla’ gibisi var mı?” dedi ve Ahmet Muhip Dıranas’ın bu güzel şiirini okumaya başladı.

  • Dünyanın Bütün Çiçekleri

    DÜNYANIN BÜTÜN ÇİÇEKLERİ * Ceyhun Atıf KANSU Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum Bütün çiçekleri getirin buraya, Öğrencilerimi getirin, getirin buraya, Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzer Bütün köy çocuklarını getirin buraya, Son bir ders vereceğim onlara, Son şarkımı söyleyeceğim, Getirin getirin...ve sonra öleceğim. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, Kır ve dağ çiçeklerini istiyorum, Kaderleri bana benzeyen, Yalnızlıkta açarlar, kimse bilmez onları, Geniş ovalarda kaybolur kokuları... Yurdumun sevgili ve adsız çiçekleri, Hepinizi hepinizi istiyorum, gelin görün beni, Toprağı nasıl örterseniz öylece örtün beni. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, Afyon ovasında açan haşhaş çiçeklerini Bacımın suladığı fesleğenleri, Köy çiçeklerinin hepsini, hepsini, Avluların pembe entarili hatmisini, Çoban yastığını, peygamber çiçeğini de unutmayın. Aman Isparta güllerini de unutmayın Hepsini, hepsini bir anda koklamak istiyorum. Getirin, dünyanın bütün çiçeklerini istiyorum. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum. Ben köy öğretmeniyim, bir bahçıvanım, Ben bir bahçe suluyordum, gönlümden, Kimse bilmez, kimse anlamaz dilimden, Ne güller fışkırır çilelerimden, Kandır, hayattır, emektir, benim güllerim, Korkmadım, korkmuyorum ölümden, Siz çiçek getirin yalnız, çiçek getirin. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, Baharda Polatlı kırlarında açan, Güz geldi mi Kopdağı'na göçen, Yörükler yaylasında Toroslarda eğleşen. Muş ovasından, Ağrı eteğinden, Gücenmesin bütün yurt bahçelerinden Çiçek getirin, çiçek getirin, örtün beni, Eğin türkülerinin içine gömün beni. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, En güzellerini saymadım çiçeklerin, Çocukları, öğrencilerimi istiyorum. Yalnız ve çileli hayatımın çiçeklerini, Köy okullarında açan, gizli ve sessiz, O bakımsız, ama kokusu eşsiz çiçek. Kimse bilmeyecek, seni beni kimse bilmeyecek, Seni beni yalnızlık örtecek, yalnızlık örtecek. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, Ben mezarsız yaşamayı diliyorum, Ölmemek istiyorum, yaşamak istiyorum. Yetiştirdiğim bahçe yarıda kalmasın, Tarumar olmasın istiyorum, perişan olmasın, Yeni bilse bilse çiçekler bilir, dostlarım, Niçin yaşadığımı ben onlara söyledim, Çiçeklerde açar benim gizli arzularım. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum. Okulun duvarı çöktü altında kaldım, Ama ben dünya üstündeyim, toprakta, Yaz kış bir şey söyleyen sonsuz toprakta, Çile çektim, yalnız kaldım, ama yaşadım, Yurdumun çiçeklenmesi için daima, yaşadım, Bilir bunu bahçeler, kayalar, köyler bilir. Şimdi sustum, örtün beni, yatırın buraya, Dünyanın bütün çiçeklerini getirin buraya. Ceyhun Atıf KANSU * -videoyu izlemek isterseniz TIKLAYIN- Hazırlayan: Nurten B. AKSOY * " Bana çiçek getirin, dünyanın bütün çiçeklerini buraya getirin!"Köy öğretmeni Şefik Sınığ'ın son sözleri .

  • Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi

    Nurten B. AKSOY * Araştırmacı-gazeteciliği yaşam biçimine dönüştürmüş, “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.” ilkesini kendine düstur edinmiş, aydınlanma devrimini özümsemiş, ödünsüz bir devrimci olan gazeteci Uğur Mumcu‘nun anısına… Dağ gibi kara yağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken Bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, Yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük, dövüldük, vurulduk, asıldık, Vurulduk ey halkım, unutma bizi… Uğur Mumcu, 22 Ağustos 1942 tarihinde, Kırşehir’de, dört kardeşin üçüncüsü olarak dünyaya geldi. Annesi Nadire Hanım, babası Tapu Kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey’dir. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi… İlk ve orta okulları Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi’nde okuyan Uğur Mumcu çok aktif bir öğrenciydi. 1961’de başladığı üniversite öğrenimini avukat olmak üzere başladığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1965 yılında tamamladı. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi… Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, İşkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı, Bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi… Henüz öğrenciyken 26 Ağustos 1962’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Türk Sosyalizmi” başlıklı makalesiyle Yunus Nadi Ödülü’nü aldı. 1963’te fakültede öğrenci derneği başkanı seçildi. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Ölümcül hastaydık, bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde Öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, Birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu, hukuk sustu, insanlık sustu. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada, 12 Mart döneminde, bir yazısında kullandığı “ordu uyanık olmalı” sözleriyle, “orduya hakaret etmek” ve “sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak” suçunu işlediği iddiasıyla gözaltına alındı. Mamak Askeri Cezaevinde pek çok aydınla birlikte bir yıla yakın kalan Mumcu, bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkûm edildi. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Kanserdik, ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık, yurt dışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek, Yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Fakat bu mahkumiyet kararı Yargıtay tarafından bozuldu ve Mumcu serbest bırakıldı. Bu olaydan sonra askerliğini yedek subay olarak yapması gerektiği halde, 1972-1974 yılları arasında Ağrı’nın Patnos ilçesinde, resmi tanımıyla “sakıncalı piyade eri” olarak tamamladı. Patnos’ta, ağır koşullar altında askerliğini yaparken, zaten uzun zamandan beri var olan ülseri yüzünden mide kanaması geçirdi. Vurulduk, öldürüldük, asıldık ey halkım, unutma bizi… Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Egedeki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük. Vurulduk, öldürüldük, asıldık ey halkım, unutma bizi… İlk olarak günlük gazete Yeni Ortam‘da çalışmaya başladı. Asistan olduğu günlerde haftalık dergilerde, günlük gazetelerde yazılarını yazmaya devam etti. 1975’ten itibaren Cumhuriyet’te “Gözlem” başlıklı köşesinde düzenli olarak yazmaya başladı. Aynı zamanda Anka Ajansı’nda çalışmaktaydı. 1975’te Mart dönemini sergilediği makalelerinden oluşan Suçlular ve Güçlüler adlı kitabını yayınladı. Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi… Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin Bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, Gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi… 1977 yılından sonra sadece Cumhuriyet için yazmaya başladı. “Gözlem” başlıklı köşesinde 1991 yılının Kasım ayına kadar aralıksız olarak yazdı. 1977’de Sakıncalı Piyade ve Bir Pulsuz Dilekçe kitapları yayımlandı. Vurulduk ey halkım, unutma bizi… Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı Daha dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi, bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi… 1978 yılında Sakıncalı Piyade adlı yapıtını Rutkay Aziz ile birlikte tiyatroya uyarladı. Oyunu Ankara Sanat Tiyatrosunda tam 700 kere sahneledi. Asıldık ey halkım, unutma bizi… Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimize. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla Çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık, içimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, Mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere. Asıldık ey halkım, unutma bizi… 1981’de terörün silah kaçaklığıyla ilgisini ortaya koymak ve kamuoyunu bu konuda uyarmak için yazdığı “Silah Kaçakçılığı ve Terör” adlı kitabı yayımlandı. Aynı yıl, Mehmet Ali Ağca‘nın Papa’yı öldürme girişiminden sonra Ağca üzerine inceleme ve araştırmalarını yoğunlaştırdı. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi… Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, Ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, Ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların Gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi… Türkiye’de terör olaylarının artması nedeniyle 1979 yılında 12 Mart dönemi öncesi ve sonrası gençlik liderlerinin yaşadıklarını kendi ağızlarından yansıttığı ve silahlı eylemlerle bir yere varılamayacağına dikkat çektiği kitabı Çıkmaz Sokak’ı yayımladı. Bir gün mezarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi. 1987’de araştırmacı gazetecilik açısından büyük bir başarı kabul edilen “Rabıta ve 12 Eylül” adlı kitapları; 1991’de en önemli araştırmalarından biri olan “Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925″ yayımlandı. Hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi… Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi… Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993’te Ankara’da Karlı Sokaktaki evinin önünde, arabasına konan C-4 tipi plastik bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi. Suikasta kurban gitmeden önce polis-mafya-siyaset ağının derin boyutlarını araştırmaktaydı. Suikastın hemen sonrasında yapılan incelemeler ve açıklamalar büyük tartışma yaratmıştı. Patlamanın ardından olay yerine gelen emniyet uzmanları, patlamayla ortaya saçılan parçaları cımbızla toplamak yerine süpürmüştü. Yapılanlar, delillerin karartılmaya çalışıldığı şüphesini doğurmuştu. Dönemin siyasetçileri cinayetin ardından “Cinayeti çözmenin, devletin namus borcu olduğu”nu belirterek adeta namus sözü vermişlerdi ama ne yazık ki Uğur Mumcu suikastınınn failleri hâlâ yakalanamamıştır. Bu yiğit gazeteciyi saygı ve özlemle anıyoruz Unutma bizi… *Bu yazı ADA Derginin basılı KIŞ sayısında yayınlanmıştır.

  • Yıkın Heykellerimi

    * Süleyman Akaydın * Ey milletim Ben Mustafa Kemal'im Çağın gerisinde kaldıysa düşüncelerim Hala en hakiki mürşit değilse ilim Kurusun damağım dilim Özür dilerim Unutun tüm dediklerimi Yıkın diktiğiniz heykellerimi Özgürlük hala En yüce değer Değilse eğer Prangalı kalsın diyorsanız köleler Unutun tüm dediklerimi Yıkın diktiğiniz heykellerimi Yoksa çağdaş medeniyetin bir anlamı Ortaçağa taşımak istiyorsanız zamanı Baş tacı edebiliyorsanız Sanatın içine tüküren adamı Unutun tüm dediklerimi Yıkın diktiğiniz heykellerimi Yetmediyse acısı şiddetin savaşın Anlamı kalmadıysa Yurtta sulh dünyada barışın Eğer varsa ödülü silahlanmayla yarışın Unutun tüm dediklerimi Yıkın diktiğiniz heykellerimi Özlediyseniz fesi peçeyi Aydınlığa yeğliyorsanız kara geceyi Hala medet umuyorsanız Şıhtan şeyhten dervişten Şifa buluyorsanız Muskadan üfürükçüden Unutun tüm dediklerimi Yıkın diktiğiniz heykellerimi Eşit olmasın diyorsanız kadınla erkek Karaçarşafa girsin diyorsanız Yobazin gazabından ürkerek Diyorsanız ki okumasın Kadınımız kızımız Budur bizim alın yazımız Unutun tüm dediklerimi Yıkın diktiğiniz heykellerimi Fazla geldiyse size Hürriyet cumhuriyet Özlemini çekiyorsanız Saltanatın sultanın Hala önemini anlayamadıysanız Millet olmanın Kul olun Ümmet kalın Fetvasını bekleyin şeyhülislamın Unutun tüm dediklerimi Yıkın diktiğiniz heykellerimi RAHAT BIRAKIN BENİ ŞİİRİN VİDEOYA UYARLANMIŞ HALİNİ İZLEMEK İSTERSENİZ TIKLAYIN * Süleyman APAYDIN / Video uyarlama: Nurten Bengi AKSOY *videoyu tıklayarak büyütün

  • Karşı Evin Annesi

    * * Sen iki ters bir düz kırgınlıklar örerken beş numara şişle Yumuşacık kakaolu kekler yapardı karşı evin annesi İmrenirdim Mutfağındaki eksik malzemeden bihaber Tepeleme dolu kızgınlıklar yüklerdim dişlerimin arasına Bilmezdim anne Karşı evin babasında bitermiş iş Bunu görmezdim Hep başın ağrırdı Başın, hep ağrırdı Sırf bu yüzden bile bazı zamanlar Seni sevmezdim Küçüktüm anne Bilseydim evinde su faturası ödenmemiş Çeşmeden akmayan suya İsyan etmezdim Sen iki kere ikinin dört ettiğini ekmek hesabından bilirken Mis kokulu çamaşırlar asardı karşı evin annesi Özenirdim Ellerindeki çamaşır suyu kokusundan rahatsız Çocukça bir küskünlük eklerdim gecelerime Oysa ellerin ruhuma akarmış saçlarımdan Ömrümü tararmış titreyen parmakların Bilmezdim anne Büyümek denen illet dayanıncaya dek kapıma Ellerinin ne muhteşem olduğunu bilmezdim Küçüktüm anne Yoksa Gün aşırı patlayan sarı ampulü Mumla yamayacak yüce gönlünü Ezecek kadar ezilmezdim Sen çalı süpürgesiyle süpürürken dış kapının ağzını Taze boyalı saçlarını savurarak süzülürdü karşı evin annesi Ayağında yüksek topuklu bir isyan Düşündüm de şimdi Ne iğreti dururdu o topukların üstünde dursan Senin çatlamış ayakların vardı anne Hacı Şakir kokardın en beyazından İncecik bir yemeniyle gizlerdin Ölünce her bir teli yılan olacak sandığın sırma saçlarını Çok yeni anladım anne Ağaran her saç telinden üstüme düşen payımı Çocuktum anne Bir bisikletim olsa bütün mutluluklar benimdi Babam eve sarhoş gelmiş geç gelmiş Hepsi sabah sokağa çıktığımda biterdi Bilmezdim anne Karşı evden arta kalan çantalar dolusu giysi Üstümüze cuk otururken Ruhuna azap olur akarmış Bilmezdim benim annem gözünün yaşıyla Her bayram arifesi Vitrinlere bakarmış Sen ilkokul fişlerimi kardeşimle hecelerken Telefonu keşfetmiş karşı evin annesi Bilsen ne cahildin ne görgüsüzdün gözümde Yak deseler yakacağım o dakika dünyayı Yık deseler Ne şu eski divan kalacak Ne çiçekli perdeler Şimdiki aklımla ah bir sorsalar bana Desem O tertemiz günlerim Hani şimdi neredeler Ben ay sonunu nasıl getireceğim diye Hesaplar yaparken bir gün Oğlum nefes nefese yararak ortalığı girdi içeri Yumuşacık kakaolu kekler yapmış dedi karşı evin annesi Çok geç anlıyor insan anne İlle de kendi annesi İlle de kendi annesi

  • Nazım Hikmet – Ben İçeri Düştüğümden Beri

    FAZIL SAY&GENCO ERKAL Fazıl Say "Nâzım Oratoryosu", Op. 9, 2001 25-26 Aralık 2016, Volkswagen Arena, İstanbul 2. BÖLÜM - HAPİSHANEDE VI. Ben İçeri Düştüğümden Beri Genco Erkal, anlatıcı İbrahim Yazıcı, şef Fazıl Say, piyano Güvenç Dağüstün, bariton Serenad Bağcan, alto Gökçe Çatakoğlu, vokal İdil Bursa, blok flüt Çetin Özen, Fazıl Say Festival Orkestrası Nâzım Hikmet Korosu 25 - 26 Aralık 2016 konser kaydı, Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya Ona sorarsanız: ’Lafı bile edilemez, mikroskopik bi zaman…’ Bana sorarsanız: ‘On senesi ömrümün…’ Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene Bir haftada yaza yaza tükeniverdi Ona sorarsanız: ’Bütün bi hayat…’ Bana sorarsanız: ‘Adam sende bi hafta…’ Katillikten yatan Osman; ben içeri düştüğümden beri Yedibuçuğu doldurup çıktı. Dolaştı dışarda bi vakit, Sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri, altı ayı doldurup çıktı tekrar. Dün mektubu geldi; evlenmiş, bi çocuğu olacakmış baharda… Şimdi on yaşına bastı, ben içeri düştüğüm sene ana rahmine düşen çocuklar. Ve o yılın titrek, uzun bacaklı tayları, Rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldu çoktan. Fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur. Yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde, ben içeri düştüğümden beri… Ve bizim hane halkı, bilmediğim bir sokakta, görmediğim bi evde oturuyor Pamuk gibiydi bembeyazdı ekmek, ben içeri düştüğüm sene Sonra vesikaya bindi Bizim burda, içerde Birbirini vurdu millet, yumruk kadar simsiyah bi tayin için Şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsız Ben içeri düştüğüm sene, ikincisi başlamamıştı henüz Daşov kampında fırınlar yakılmamış, atom bombası atılmamıştı Hiroşimaya Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman Sonra kapandı resmen o fasıl, şimdi üçünden bahsediyor amerikan doları Fakat gün ışığı her şeye rağmen, ben içeri düştüğümden beri Ve karanlığın kenarından, onlar ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular yarı yarıya Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine ‘Onlar ki; toprakta karınca, su da balık, havada kuş kadar çokturlar. Korkak, cesur, cahil ,hakim ve çocukturlar, Ve kahreden yaratan ki onlardır, Şarkılarda yalnız onların maceraları vardır’ Ve gayrısı Mesela, benim on sene yatmam Laf’ı güzaf… * Genco Erkal & Fazıl Say Nazım Hikmet Oretoryasından

  • VAKTİ YOKTU SEVMEYE

    Vakti Yoktu Sevmeye * Niyazi UYAR İlk gençlik yıllarında Meydan okurdu dağa taşa. Umut taze, inanç taze, bellek tazeyken, Adamıştı inancına! Vakti yoktu aşka! Vakti yoktu sevmeye, Vakti yoktu sevilmeye…   Duygusuz değildi, hem de hiç! Yüreğinin mini minnacık bir uçuranı vardı, Kıvır kıvır sarı saçlı. Candı, canandı o. Sevmişti yürekten, Hem de en yürekten…   Vakti yoktu sevmeye, Vakti yoktu sevilmeye   Her an, her saat, her dakika Yanında, yönünde olmalıydı…   Olmadı, olamadı, Vakti yoktu onun. Yapacak, yapacak çok şey vardı daha! Güneş doğmamıştı en güzelliğiyle, Yeşil, en yeşiliyle Yeşermemişti daha. Mavi, mavilerin mavisinde değildi, Yapacak çok şey vardı daha!   Vakti yoktu sevmeye, Vakti yoktu sevilmeye!   Yapacak çok şey vardı daha! Gün, o gün değildi. Eli eline değemezdi daha. Vurmuştu sevisini Kırk katlı çelikten zincire,   Vakti yoktu sevmeye, Vakti yoktu sevilmeye.   Ay oldu, yıl oldu. Çok yıllar oldu Geçip gitti yalnız Geçip gitti onsuz! Gün oldu, yıl oldu. Çok yıllar oldu, geçip gitti, Derin bir özlem içinde.   Gün oldu, Günler oldu, çok yıllar oldu, Geçip gitti, onsuz!   Vakti yoktu sevmeye, Vakti yoktu sevilmeye… … Bir gün Bir yol üstünde Sangadak karşılaşıp göz göze geldiler! Ne o,  Ne o, Diyemediler bir merhaba, Baktılar, sadece baktılar, Kızarmış nara benzeyen yüzlerle.   Vakti yoktu sevmeye, Vakti yoktu sevilmeye.   Ahların derini, En derini çektiler sessiz! Diyebilselerdi bir kez, Seviyordum seni, Hem de canımdan çok, Diyemediler… Geçip gitti yıllar, haybeye!   Vakti yoktu sevmeye, Vakti yoktu sevilmeye… … Köçekler… Köçekler oynayıp geçti çoktan, Yürü git, durma, Yürü git, bekleyenine, Evli evine, Köylü köyüne, Yürü git, Evli evine, köylü köyüne… -Şiirin seslendirilmiş videosunu izlemek isterseniz TIKLAYIN- * Temmuz 2024 / Salihli

  • Aleksandr İsayeviç Soljenitsin

    Tarihi Değiştiren Bir Yazar * (d. 11 Aralık 1918; Kislovodsk , Stavropol Krayı - ö. 3 Ağustos 2008, Moskova ), 1970 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Rus yazardır. Bütün yazarlar o rüyayı görür; halkını kurtarmak düşünü. Ne var ki çok azı SOLJENİSTSYN gibi bunun hayata geçtiğine tanık olacaktır.  "Ben sosyal bir yazar olarak doğdum," diye tanımlardı kendini Soljenitsin. Belki de onun en önemli yanını işaret eder bu tanım. Elli yıllık bir mücadeleyle bir sistemin, SOVYET RUSYA'nın sonunu hazırladı Gulag Takım Adaları kitabıyla... A.I. Solzhenitsyn, 20. yüzyıl tarihinin en önemli isimlerinden biridir. Dünyaca ünlü bir yazar, alışılmadık bir biyografiye ve güçlü, parlak bir kişiliğe sahip bir entellektüel, olması bir yana 90 yıllık ömrünün büyük bir bölümünde, hem de çağdaş insanlığın henüz emekleme çağında olduğu bir zamanda, kararlı bir biçimde sistemle, yöneticilerle, Stalin gibi liderle mücadele azim ve cesaretine sahi yılmadan savaş veren bir insan .  Soljenitsin 'in hayatı ve eserleri gerçekten büyük ölçekli, olağanüstü bir olgudur. Yurttaşlarını yalanlarla yaşamamaya çağıran çok yazar görülse de bunun olumlu sonucunu gören belki tek yazar olarak, bu ilkeye her zaman sadık kaldı. Rusya'da sosyal düşüncenin gelişmesine yaptığı katkı önemlidir. Bu nedenle Gorboçov'un övgülerini kazandı, 1991'de Rus yurttaşlığına geri kabul edildi. Rusya Devlet Başkanı V.V. Putin, 2018'de yazarın yıldönümü kutlamalarına ilişkin bir kararname çıkardı. Alexander Solzhenitsyn, 20. ve 21. yüzyılların Rus kültürü alanında özel bir figürdür. Eserleri yalnızca Rus ve dünya edebiyatını zenginleştirmekle kalmadı, aynı zamanda insani bilginin çeşitli alanlarına da katkıda bulundu: tarih, felsefe, dilbilim ve insan düşüncesinin gelişim tarihinde bir dönüm noktası oldu. Uzun yaratıcı yolu boyunca, Gulag Takım Adaları ve öteki eserlerinde sanatçının ana itici güçleri, anavatan sevgisi, Rusya'nın 20. yüzyılda yaşadığı korkunç denemelere katlanmak zorunda kalan insanlarına olan acıma ve şefkati ile birleşecek, ona direnme gücü verecek, sürgünde ayakta tutacak böylece SOVYET sisteminin yıkımının en büyük mimarlarından biri olacaktır. * Şenol YAZICI Yaşamı 1942'de üniversite diplomasını aldı. 1939-1945 arasında dört sene Sovyet ordusunda görev aldı. 1942 yılında yüzbaşı rütbesiyle II. Dünya Savaşı 'na katıldı. Ancak cephedeyken yazdığı mektuplarda Josef Stalin  hakkında eleştirilerini belirtince tutuklandı ve sekiz yıl ceza kampında hapis cezasına çarptırıldı. Sovyetler Birliği 'nin Adolf Hitler 'le uzlaşma yolu bulmasının savaşı önleyebileceğini, bu yüzden Sovyet halkının savaştan dolayı yaşadığı yıkımdan Stalin'in Hitler'den daha fazla sorumlu olduğunu iddia etti. Savaş bittikten sonra Moskova  yakınlarındaki bir hapishaneye konulan Soljenitsin, 1950'de Kazakistan 'da bulunan Ekibastus'ta siyasal tutuklular için düzenlenmiş özel bir kampa gönderildi ve üç yıl burada kaldı. Onu izleyen yıllarda istenmeyen kişi (persona non grata) ilan edildiği için sürgüne gönderildi. Kazakistan 'ın Kok Terek köyünde öğretmenlik yapmaya başlayan yazar, bu dönemde kansere yakalandı ve bir süre Taşkent 'te tedavi gördü. Yeni parti şefi Nikita Kruşçev tarafından başlatılan Stalin 'in etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik operasyonlar çerçevesinde hakları geri verildiği için Ryasan'da çalışmasına olanak tanındı. 1962'de " İvan Denisoviç'in Yaşamında Bir Gün" adlı kitabını çıkardı. Bu öyküsünün başarısı üzerine kendini tamamen yazarlığa veren Soljenitsin , zorunlu çalışmayı anlatan Stalin karşıtı bu yapıtıyla Hruşçyov'in takdirini kazandı ve bir yıl sonra Sovyet Yazarlar Birliği 'ne kabul edildi. Ancak "Matryonin dvor" ve "Dlya polzı dela" adlı öyküleriyle tekrar partinin hedef tahtası haline geldi. 1966'da yazara ülke dışına çıkma yasağı konuldu ve üç yıl sonra Yazarlar Birliği'nden çıkartıldı. Yaşadığı dönem boyunca çeşitli cezalara çarptırılan Soljenitsin'in çalışma kampları hakkındaki kitabı Gulag Takımadaları , kapitalist ülkelerde yayına girdi ve anti-Sovyet propagandanın öğelerinden biri oldu. Yazar kendisine verilen 1970 Nobel Edebiyat Ödülü 'nü dört yıl sonra alabildi. Bu ödülün kendisine politik nedenlerle verildiği iddia edildi. 1974'te Sovyet hükûmeti Soljenitsin'in vatandaşlığını iptal edip, onu sınır dışı etti. İki sene İsviçre 'de kaldıktan sonra 1976'da Amerika Birleşik Devletleri 'ne yerleşti. Bu dönemde Soljenitsin Vietnam 'a Amerikan müdahalesini destekledi, Vietnam'da Amerikalı tutsakların köleleştirildiğini iddia etti. 1974 Portekiz Karanfil Devrimi 'ne karşı Amerika 'nın müdahale etmesi gerektiğini savundu. ABD ve Sovyetler Birliği barışı hakkında yazan Amerikalı yazarları eleştirdi. " 1989'da yeniden Yazarlar Birliği'ne alındı. O dönem iktidarda bulunan Mihail Gorbaçov , yazarın yurttaşlık haklarının geri verilmesi doğrultusunda çalışmalar başlattı ve sürgünüyle ilgili kararı 1991 yılında resmen kaldırttı. 1994'te Rusya 'ya dönen yazar parlamento önünde yaptığı konuşmada Rusya'nın kendisine göre hatalarla dolu demokrasiye geçiş şeklini eleştirdi. Komünizm dönemi Rusyasını anlattığı Gulag Takımadaları, birçok otoriteye göre komünizmin sonunu getiren eserdir. " Solzhenitsyn, 3 Ağustos 2008'de 89 yaşında Moskova yakınlarında kalp yetmezliğinden öldü. 6 Ağustos 2008'de Moskova'daki Donskoy Manastırı'nda bir cenaze töreni düzenlendi. Aynı gün manastırda, seçtiği bir yere gömüldü. Tarih ve Siyaset Üzerine Görüşleri Hıristiyanlık, Çarlık ve Rus Milliyetçiligi Üzerine William Harrison'a göre Solzhenitsyn, Sovyet Devletinin geleneksel Rus ve Ukrayna kültürünü "bastırdığını" iddia eden, Rusya, Ukrayna ve Belarus'u kapsayan birleşik bir Slav devletinin kurulmasını isteyen ve Ukrayna'nın bağımsızlığının şiddetli bir rakibi olan "ezeli gerici" idi. Ukrayna'nın bağımsızlığına ilişkin olumsuz görüşlerinin yıllar içinde daha radikal hale geldiği iyi belgelenmiştir. Harrison ayrıca Solzhenitsyn'in Pan-Slavist ve monarşist görüşlere sahip olduğunu iddia etti. Harrison'a göre, "Tarihsel yazımı, görünüşte her şeyin pembe olduğu idealize edilmiş bir Çarlık döneminden sonra bir özlemle doludur. Ortodoks temeller üzerine inşa edilmiş birleşik bir Slav devletinin (Rus imparatorluğu) batı bireyci liberalizmine ideolojik bir alternatif sağladığına inandığı rüya gibi bir geçmişe sığındı." Ancak Solzhenitsyn, yazılarında ve konuşmalarında Romanov Evinden her Çarın politikalarını sert bir şekilde eleştirdi. Eleştirisinde ısrarcı bir tema, Romanov'ların, 1848 Macar Devrimi sırasında I. Nicholas gibi, yurt içinde kötü yönetirken yabancı ülkelerin iç işlerine müdahale etmeyi tercih etmeleriydi. Solzhenitsyn ayrıca, Rusya'nın Çarı Alexis'i ve Moskova'nın Patriği Nikon'u, Solzhenitsyn'in birliğin umutsuzca ihtiyaç duyulduğu bir zamanda Rus Ortodoks Kilisesi'ni hem böldüğünü hem de zayıflattığını söylediği 1666'in Büyük Bölünmesine neden olduğu için defalarca kınadı. Solzhenitsyn ayrıca, Bölünmeye neden olan ayin değişikliklerini reddeden Eski İnananlara karşı aforoz, Sibirya sürgünü, hapis, işkence ve hatta tehlikede yanma kullanmak için hem Çar'a hem de Patriğe saldırdı. Solzhenitsyn ayrıca, Bolşevik Devrimi'nden en sorumlu olduğunu düşündüğü Rus kültürünün 1666'da başladığını, Büyük Çar Peter Döneminde çok daha kötüye gittiğini ve Aydınlanma, Romantik dönem ve Gümüş Çağ'da bir salgına dönüştüğünü savundu. [1] Bu temayı genişleten Solzhenitsyn bir keresinde şöyle demişti: "Yarım asırdan fazla bir süre önce, ben hala çocukken, bazı yaşlıların Rusya'nın başına gelen büyük felaketler için şu açıklamayı sunduğunu duyduğumu hatırlıyorum: 'İnsanlar Tanrı'yı unuttu; bütün bunlar bu yüzden oldu. O zamandan bu yana devrimimizin tarihi üzerinde yaklaşık 50 yıl çalıştım; Bu süreçte yüzlerce kitap okudum, yüzlerce kişisel tanıklık topladım ve bu kargaşanın bıraktığı molozları temizleme çabasına şimdiden sekiz ciltlik katkıda bulundum. Fakat bugün, 60 milyon insanımızı yutan yıkıcı devrimin temel nedenini olabildiğince özlü bir şekilde formüle etmem istendiyse, bunu tekrarlamaktan daha doğru bir şekilde ifade edemezdim: 'İnsanlar Tanrı'yı unuttu; bütün bunlar bu yüzden oldu.'" Bununla birlikte, Joseph Pearce ile yaptığı röportajda Solzhenitsyn, "[Eski İnananlar] inanılmaz derecede haksız muamele gördüler, çünkü ritüeldeki bazı çok önemsiz, önemsiz farklılıklar, kötü yargıyla ve çok sağlam bir temel olmadan teşvik edildi. Bu küçük farklılıklar nedeniyle, çok acımasız şekillerde zulüm gördüler, bastırıldılar, sürgün edildiler. Tarihsel adalet açısından, onlara sempati duyuyorum ve onların tarafındayım, ancak bu, insanlığa ayak uydurabilmek için dinin formlarını modern kültüre uyarlaması gerektiği konusunda söylediklerimle hiçbir şekilde bağlantılı değil. Başka bir deyişle, Eski İnananlarla dinin donması ve hiç hareket etmemesi gerektiği konusunda hemfikir miyim? Hiç de değil!" Solzhenitsyn, Pearce tarafından Roma Katolik Kilisesi içindeki İkinci Vatikan Konseyi ve Paul VI Kitlesi üzerindeki bölünme hakkındaki görüşleri sorulduğunda, "Rus Ortodoks Kilisesi'ne özgü bir soru, Eski Kilise Slavonic'i kullanmaya devam etmeli miyiz, yoksa çağdaş Kiliseyi daha fazla tanıtmaya başlamalı mıyız?" Rus dili hizmete girdi mi? Hem Ortodoks'ta hem de Katolik Kilisesi'ndekilerin korkularını, ihtiyatlılıklarını, tereddütlerini ve bunun Kiliseyi modern duruma, modern çevreye düşürdüğü korkusunu anlıyorum. Bunu anlıyorum, ama ne yazık ki, eğer din değişmesine izin vermezse, dünyayı dine döndürmenin imkansız olacağından korkuyorum çünkü dünya kendi başına dinin eski talepleri kadar yükselmekten aciz. Dinin gelip onu biraz karşılaması gerekiyor." Solzhenitsyn'in "sık sık reformcuların yanına inen bir ezeli gelenekçi olarak algılandığını" duyduğuna şaşırmış olan Pearce, daha sonra Solzhenitsyn'e, Anglikan Cemaatinde kadın rahiplere emir verme kararının neden olduğu bölünme hakkında ne düşündüğünü sordu. Solzhenitsyn, "Kesinlikle değiştirilmemesi gereken birçok kesin sınır var. Günümüzün kültürel normları arasında bir çeşit bağıntıdan bahsettiğimde, bu gerçekten her şeyin sadece küçük bir kısmı." Solzhenitsyn daha sonra ekledi, "Elbette, kadın rahiplerin gitmenin yolu olduğuna inanmıyorum!" Edebiyat Kariyeri Soljenitsin'in romanları hapis ve savaş deneyimlerini anlatır. İvan Denisoviç'in Yaşamında Bir Gün (1962) ve İlk Çember (1964) hapis sahneleri içerir. Kanser Koğuşu (1966) bir hastanede geçmektedir. Hapishane ve hastane imgelerini toplumsal simgeler olarak kullanan yazar, devrimci ideallerle sert politik gerçeklikler arasındaki çelişkiyi gösterir. Kahramanları, tiranlık ve zulüm üzerindeki onurun zaferini belirtir. Soljenitsin bu bağlamda, Kırmızı Tekerlek adında dört ciltlik uzun bir tarihsel roman tasarlamıştır. Birinci cilt, Ağustos 1914 (1971) 1914'teki I. Dünya Savaşı 'nı anlatır. Bu romanın 1917 Ekim Devrimi 'nin tarihsel anlamına vurgu yapan genişletilmiş ve düzenlenmiş bir baskısı 1989'da yayımlanmıştır. İkinci cilt, Kasım 1916 1993'te yayımlanmıştır. 1960'ların sonu ve 1970'lerin başında, Sovyet hükûmeti, Soljenitsin'i romanlarında ülkesini küçük düşürdüğü için suçlamış ve 1973'te Paris 'te yayınladığı üç ciltlik Gulag Takımadaları, 1918-1956 romanından sonra da bu baskılarını arttırmıştır. Bu kitap, Sovyet hapishane kamplarının bir incelemesiydi. Gulag Takımadaları 'nın iki cildi 1975'te, üçüncü cildi de 1976'da yayımlandı. Soljenitsin, Sovyetler Birliği 'ndeki son yıllarından Görünmez Müttefikler (1971) ve Meşe ve Dana (1975) otobiyografilerinde bahsetmiştir. 1990'da, Sovyet hükûmeti yazarın vatandaşlığını geri verdi ve Soljenitsin 1994'te Rusya'ya geri döndü. 3 Ağustos 2008'de babasının Moskova 'daki evinde kalp yetmezliğinden 89 yaşında öldü. 2007 yılında Rusya devlet başkanı Vladimir Putin kendisine ödül vermiştir. * Araştırma, Derleme: ŞENOL YAZICI

bottom of page