top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Teknolojiden Anlayan Varsa

    maviADA Yardım Bekliyor Pandemiyle çoğalan yeni kuşak İnternet dergilerinde içerik sıkıntısı varsa da sayfa düzenlemeleri çok güzel. Benim ilgimi özellikle dergilerin toplu sunumu çekti. Görünen PDF elektronik kitap ve yayıncılık devri de bitti. Resme tıklayıp bakar mısınız? Bir arkadaşımızın ricam üzerine zaman ayırıp yaptığı bir örnek bu. Bizim dergilerimiz de öyle olsaydı ne güzel olurdu, diye düşündüm. Bu konuda bilgi ve deneyimi olup yardım edebilecek hiç olmazsa yol gösterecek kimse var mı? Düşüncelerinizi foruma yazarsanız bir sesli düşünme atölyesi oldurmuş oluruz, bu da yol gösterici olabilir.

  • Kurs ve Yazarlık

    Kurs ile yazarlık konusunda değişken düşüncelerim var. Önceleri bir ticari mekanizma olarak yazma heveslilerini kandırmak gibi görünüyordu. Suistimaller yapıldığına tanık oluyordum. Sonra hiç olmazsa yazma hevesi ile bir şeyler öğrenmek istiyorlar, hatim indirme kursuna gitmiyorlar diye düşündüm. Bu süreçte yazma öğreten kitaplar basıldı. Yurt dışındaki edebiyat derslerinde kullanılan yazma teknikleri şablonlar halinde öğretildi. Yönlendirilmiş yazma türleri, resme veya fotoya öykü yazma, yarım öyküyü tamamlama gibi teknikler ile yazma geliştirme çalışmaları yapıldı. Bütün bunlar özel yetenek istemeyen, yurtdışında okullardaki çağdaş eğitimin bir parçası olan çalışmalardı. Bizim ülkemizde çoktan vazgeçilmiş olan kompozisyon derslerinde yapılması gerekeni bu kurslar yapmaya çalışıyordu. Yazmayı öğrenmek bence kompozisyon derslerinde lisede kitap okuma ile birlikte yürümesi gereken bir süreç. Yazım kurallarını bilen, bol okuduğu için sözcük bilgisi zenginleşmiş kişiler için yazma sürecine girişte bir tek aşama kalıyor. Söyleyecek sözü olması. Gerçekten de yazım kurallarını bilmeden kitap yazmak ve bu işi editörlere havale etmek çok garibime gidiyor. Türkçeye hakimiyet de yazmanın olmazsa olmazıdır bence… Şimdiye kadar yazma dedim. Yazarlıktan söz etmedim. Yazma edimi her bireyin erişmesi mümkün olan bir aşama… Daha sonrası ise yazarlık için gerekenleri gerektiriyor. Yani kişinin dil ve bilgi -birikim zenginligini yazı dili ile de sözlü olarak da aktarabilmesi yetmiyor. Bütün bunlara ek olarak yazarlık için örneğin öyküde kurgu pratiği çalışmaları yapılabilir. Şiir ise konu, dizeler sözcükler ile oynamalar sesli okumalar yapılabilir. Yazarlık öğretilen bir şey mi diye soruyorum. Tek bir kurs süresini aşan süreç gerekiyor. Düşünüp konuşup dinleyerek birikim oluşması gözlem ve deneyimlerin yamalı bohça misali uygun düşecek şekilde bir araya getirilmesi gerekiyor. Buna kurgu diyoruz. Uyum burada bizi bağlıyor. Her beğendiğimiz parçayı öyküye katamıyoruz. Söyleyecek bir sözümüz varsa yazarız dedik. Söylemek istediğimizi öyküde, şiirde, romanda anlatırız. Yazılanın “edebi olması” yazanı yazar yapar. Buna kim karar verecek derseniz o iş iyice zor. Geçmişte yayınevlerinin editörleri edebi birikimleri olan kişiler olarak buna karar verecek eleştirmen yetkinliğindeydi. Okurlar şimdikinin aksine donanımlı idi. Her öne sürülen ve popülerleştirilene yönelmiyor seçici okur olarak kültür düzeyimizi yükseltiyorlardı. Küresel bir dozer tüm ülkelerden geçti… Yabancılaştırma, kimliksizleştirme dinselleştirme ve cahilleştirme ile dümdüz olduk. Çorak ve yavan bir iklimde kültür fideleri sürmekte ısrarlıyız. Ne yapabiliriz. İnternette edebiyat siteleri var. Eğer interaktif çalışanlar varsa yararlı olabiliyorlar. İçlerinde yer alıp geliştirici bulduklarım oldu. Edebi algıların gelişmesi için karşılıksız katkı vermek, her fırsatı değerlendirmek yazmaya yazarlığa yönelenlere dostça destek ve eleştiri görevimiz olmalıdır.

  • "Mükemmel Değil İyi İnsan Yetiştirelim” Diyen Doğan Cüceloğlu

    * Mükemmel Değil İyi İnsan Yetiştirelim” Diyen Doğan Cüceoğlu Hocanın Öğrettikleri ve Topluma (Kamuya) Katkıları / Prof. Dr. İbrahim Ortaş, Çukurova Üniversitesi, iortas@cu.edu.tr * Psikolog ve yazar Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu ülkemiz insanının “yetişkin birey” olması yolundaki öğretileri ve paylaşımları ile topluma katkısı olan öncüler arasında yerini alarak aramızda ayrıldı. Hayata iyi insan, başarılı ve yararlı bir birey olacaksak mutlaka birinin/birilerinin yaşamına dokunmak ve onun/onların yaşamına anlamlı bir katkı bulunmak gerekir. Çoğumuzun hayatına dokunan ve ufuklarımızı açan Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu hoca da yaşam okulunda benim de yaşamına dokunmuştur. 1995 yılında beş yıllık yurtdışında doktora sonrası Türkiye’ye döndükten sonra, ortamdan uzak olmanın da verdiği kopukluğun etkisi ile, Türkiye’de kültür, sanat ve okunanlar ilgi ve merakımı çekmişti. Kitapevlerinde kişisel gelişim alanında Doğan Cüceloğlu’nun kitapları ile karşılaştım. “İyi Düşün Doğru Karar Ver” kitabı ilk okuduğum kitabıydı. Çok önemsedim ve daha sonra “İnsan İnsana, İnsan ve Davranışı, İçimizdeki Çocuk, İçimizdeki Biz, Yetişkin Çocuklar, Savaşçı, Keşke’siz Bir Yaşam İçin İletişim, Mış Gibi Yaşamlar, Onlar Benim Kahramanım” kitaplarını okudum ve öğrencilerime de önerdim. Bizim gibi gelişme aşamasında olan, eğitim düzeyi yeterince gelişmemiş ülkelerde yaşanan “Mış” gibi yaşamı bütün çıplaklığı ile yaşadığımızı gösterdi. Doğan bey bütün öğretileri ile adeta bizi aynanın karşısına geçirdi ve kendi zihin kodlarımızdaki yerleşmiş yanlışları yok varsayıp yanlışlarımızla yüzleşmemizi sağlattı. Daha sonra Doğan beyin TV programlarını hep izlemeye çalıştım ve notlar aldım. Doğan bey ülkemizin temel sorunu olan “yetişkin birey olamama” sorunu yaşadığımızı öğretiyordu. Cüceloğlu, insanımızın düşünce, duygu ve davranışlarının temelindeki yetersizlikleri, kendisinin de içinde geldiği, toplumsal alt yapı ile analiz ederek bilimsel psikoloji kavramlarına boğmadan açık seçik anlatmaya çalışıyordu. Konferanslarında kendine özgü içten ve rahat anlatım tavırları ile herkesin dikkatini çekmiş, iş çevreleri ve okullarda anne-babaların sorumluklarını ve insan ilişkilerini anlatmıştır. Doğan bey içinde bulunduğumuz toplumda egosu şişmiş milyonlarca insana “ben” değil “biz” eksenli olmamız gerektiği konusunda kendimiz ile yüzleşmemizi bize gösterdi. Kendisi olmamış, empati yapmayan, burnundan kıl aldırtmayan, asık suratlı yöneticilerin empati yapamamasının yarattığı tahribatı anlattı. Öğretici Kimliği, Sınırlar ve Sorumluk Bilinci Kitaplarında ortaya koyduğu interaktif açıklamaları ile aynada kendimizi görebilmemizi sağladı. Canımız anne, baba ve öğretmenlerimizin çocuk yetiştirme konusundaki yetersizliklerini de ortaya koyarak en büyük öğretmen olan annelerimizin ve okullardaki öğretmenlerimizin eğitiminin önemini anlattı. İrfan Erdoğan ile yazdığı “Öğretmen Olmak” adlı kitabında öğretmenin yetkinlikleri ve sorumlulukları üniversite öğretim üyesi öğretmenin hiçte o kadar kolay olmadığını öğrendim. Sırlar ve sorumluluk bilincinin ne olduğunu daha iyi hissetim. Öğretim üyesi kimliği ile omuzlarımdaki yükün çok ağır olduğunun daha iyi biliyor ve ona göre öğrencilerin karşısına ne denli hazırlıklı olmanın ve iletişimin önemi bilinci ile çıkıyorum. Halende kendimi test ettiğimde öğretim üyesi kimliği ile zorlu bir mesleği seçtiğimi belirtebilirim. Öğrencilerime genelde ilk derslerde üniversite nedir? Üniversitede ne öğrenilir, öğrenci sorumluluğu ve kemliği konularını işlerim. Çoğu öğrencimizin öğrenci kimliği üzerinden sınırları ve sorumluluk bilincini kavramadıklarını görüyorum. Bu bağlamda Doğan Beyin yaptığı işin ülkenin gelişmesi için ilk iş olduğunu hep düşmüşümdür. Kendi Seçimini Kendisi mi, Yoksa Başkası mı Yapıyor? Hayatımızı nasıl sürdürüyoruz, yaşamda seçimlerimizi biz kendimiz mi yapıyoruz, yoksa başkası mı karar veriyor sorgulaması ile hepimize yön gösterdi. Hepimize ne zaman “ben”, ne zaman “sen” ve ne zaman “biz” duygusu ile hareket etmemiz ve anlamamız durumunda yetişkin birey olacağımızı anlattı. Geleneksel kültürümüzde yerleşik, ezbere bildiğimiz çoğu söz, klişe slogan ve ifadelerin ne denli yanlış olduğunu kendi üslubu ile anlatmaya çalıştı. Kişinin kendisi olmasının önündeki engelin yine kendimiz olduğunu belirtmekle birlikte, eğitim ve yaşam ortamının önemini anlattı. Kişinin içine doğduğu aile, okul ve sokak ortamlarının önemini işledi. Evinde kitabı olmayan, barışık olmayan aile yapıları, okullarda bina değil, insanın yaratıcılıkları ve paylaşımlarının önemini anlattı. “Okullar kişiyi var edecek şekilde, insanın kendisini ifade edeceği ortamı sağlamalı, kişiler düşüncelerini özgürce açıklayabilmeli ve tartışabilmelidirler. Yaratıcılığını gelişmesi için insanın meraklı, sorun, sorgulayan hata burnunu her şeye sokacak kadar her olayla ilgili olmasını belirtiyordu. Geleneksel aile yetiştirme sitemimizde olan “sus, sen ne anlarsın” gibi çok erken yaşta çocukların yaratıcılığını körelten eğim sistemini Nobel ödüllü araştırıcılar yetiştiremeyeceğini belirtiyordu. Okul ve Üniversite Ortamı Sözle Değil Yaptıkları ile Örnek Olmalı Bir konuşmasında, üniversitelerde öğrenci ve öğretim üyelerinin aynı ortamda yediğini içtiğini, aynı tuvaleti kullandığını anlattı. İnsanın birbirinden öğrenecek çok şeyi olabileceğini belirtiyordu. Öğrenim gördüğüm üniversitenin ilk yıllarında bizler de aynı kafeteryada yer içer, toplantılarda bir araya gelir ve yöneticiler ile rahatlıkla konuşup taleplerimizi iletirdik. Üniversite bir öğrenme ortamı-bir laboratuvar olduğu için öğrencilerin bizlerle birlikte olmasını hep önemsemişimdir. Doğan Hocamız çoğu kişinin fizyolojik yaşı ile gelişmişlik yaşının birbirine uymadığını belirtiyordu. Çoğunun çocukluğunu aşmadığını ve okulun, üniversitenin de yardımcı olacak ortam yaratmadığını belirtiyordu. Kişi beynine değer vermeden ve kendini gerçekleştirmeden yetkili ve etkili yere geldiğinde yarattığı tahribatın çok yüksek olduğunu vurguluyordu. Değerler eğitiminin verilmediği ortamlarda kişilerin de gelişmediği bilimsel veriler ile ortaya konmuştur. Okul Başarısı Değil, Hayat Başarısının Önemi Doğan hoca yaşam başarısının öneminin okul başarısından çok daha önemli olduğunu sıklıkla belirtmiştir. Üniversitelerin verdiği diplomaların çoğu zaman toplumsal yaşama katkı sağlamadığını ifade etmiştir. Yaşamlarından ders çıkararak sorun çözmeye çalışan, motivasyonu yüksek insanların bugün başarılı olduklarını belirtiyordu. Öğrencilik yıllarında akademik başarısı yüksek öğrencilerin bir kısmının iş ve sosyal yaşamda çokta başarılı olduğunu yaşayarak gördük, bütünü kavramak, özgür birey olarak kendisi olmak, yeri geldiğinde risk alabilmeyi bilmek ve başarmak kişileri diğerlerinden farklılaştırmaktadır. Kendini hayta her yönü ile hazırlamak için okumak, sorgulamak, yaşananlardan ders çıkarmak ancak hayat başarısına katkıda bulunur. Damdan Düşen Psikolog İle Kompleksiz Yaşam “Damdan düşen psikolog’ adlı söyleşi kitabında damdan düşmenin utanılacak bir şey olmadığını, geldiği koşulları ve yaşamdaki zorluklarını içtenlikle anlattı. Söyleşi kitabında Cüceloğlu’nun nasıl bir toplumsal katmanda ve ne tür zorluklarla olgunlaştığını kendisiyle barışık bir şekilde anlattı. Toplumun alt katmanlarından gelmenin ve kırsaldaki kadınların elinde büyümüş olmanın kendisine kazandırdıklarını içselleştirmiş ve kompleksten kurtarmıştı kendini. Doğan Cüceloğlu yaşamın anlamını, “İnsan İnsan”, “İçimizdeki Çocuk” kitaplarında ne kadar yetersiz bilgi ve bilinçten yoksun yetiştirildiğimizi vurguladı. Doğan bey psikoloji bilimini terimlere, kavramlara indirgemeden hepimizin anlayacağı bir şekilde anlatıp sevdirdi. “İyi düşün doğru karar ver” kitabında eğitimde farkındalığın geliştirilmesinde sorgulamanın değerini anladım. İnsan ilişkilerinde empati ve önemsemeyi en sade ve gerçek bir dille vurguladı. En çok da annesinden ve üvey annesinden öğrendiği o kadınların doğal bilgeliğinin önemini çok önemsedim. Annesinin ölümüne dair hissettiklerini özetlediği “annen yok, kimsen yok” ifadesi ile annelerimizin hayatımızdaki yerini, içimizi burkarak, gözlerimizden yaş getirterek, hepimizi derinden düşündürerek hatırlattı. Hepimize içimizdeki çocuğu ve coşkuyu öldürmememiz gerektiğini ve yerine göre o coşkulu çocuğu yaşatmamız gerektiğinin önemini kendi vücut dili ile anlattı. Zorluklara Karşı Savaşçı Olmak Doğan Cüceloğlu insanlara umut aşılamayı somut olarak ortaya koymuş, kitaplarında, özellikle “Savaşçı” kitabında kişinin doğanın kurallarını bilmesini ve zorluklara karşı dirençli olmasını hatırlatmıştır. Öncelikle her öğrencinin mutlaka “Savaşçı” ve “İyi Düşün Doğru Karar Ver” kitaplarını okumasını hep öneririm. “İçimizdeki Çocuk” ve coşku hiç sönmesin ifadelerini Doğan Bey’den öğrendik. Bir söyleşisinde “Eğer bir insan, ‘ben kendi yaşamımda vardım, ben hayatı tribünlerden seyretmedim, sahadaydım, toz toprak oyun devam etti, kar, yağmur yağdı, ama her şeye rağmen oyun devam etti. Ben öptüm, öpüldüm, gol attım, gol yedim, ama bir curcunaydı ki, yaşadım ve hep oradaydım’ diyebiliyorsa işte bu yaşam başarısıdır” diyordu. Özet Olarak; Yaşam yolculuğunda, ‘anlamlı bir hayat’ için kendin olmak, kendini gerçekleştirmek gerektiğini öğretti. Mutluluk denen arayışta ‘coşkulu bir hayat’ için yaşamı temelden anlamak ve olduğu gibi kavramanın önemini vurguladı. Neşeli ve sağlıklı yaşam için ‘güçlü bir hayat’ ifadesi ile kendine (vücuduna ve beynine) değer vermenin önemini öğretti hepimize. Sınırlar sorumluluklar bilincinin farkında olarak yaşamanın anlamlılığını anlattı. Evet, işin aslı insan diyen, insanı anlamaya çalışırken hakikati arayan insanlık peşinde koşan ve insanın yeniden insan olması yolunda koşan Koca insan Doğan Cüceloğlu da aramızdan ayrıldı. Cenazede konuşan ağabeyi Şahin Cüceloğlu doktorların "sakin bir yaşam sür" tavsiyesine rağmen "Türk halkına hizmet etmeye devam edeceğim. Uzun mutsuz bir yaşam değil, kısa yararlı bir yaşam tercih ediyorum" dediğini aktardı. Yazı ve anlatılarında uzun değil, kaliteli ve anlamlı yaşamı öğretiyordu. Doğan Cüceloğlu’nun yazdıkları, anlattıkları kendi yaşamımda örnek olmaya devam edecek. Bana da yaşamı içselleştirmeyi kavrattığı için kendilerine teşekkür borçluyum. Kendileri ile iki kez Adana’da konuşma fırsatı bulmuş, aralıklarla yazışmıştık. En son bir hafta kadar önce ülkemizde kopan iletişimi işlemesini istemiştim. Ancak yaşam buraya kadarmış. Ülkemizin başı sağ olsun. Kabri doğadaki bütün çiçeklerle dolsun, renklensin.

  • Yaşar Kemal Ustaya Selam

    -Çukurova bilgesi Yaşar Kemal, o güçlü önseziyle beni kalıcı eser üretmeye yönlendiriyor, ders kitaplarından koparıyor, hayatımın akışını değiştiriyordu yeniden. Büyük yazar, büyük insan olmak bu olsa gerek; değiştirip dönüştürebilmek… Koca Usta, bir nesli değiştirdi, bir nesle öğretti Çukurova’yı, Çukurova insanını. Değil ki beni…- * Elimdeki bir fotoğrafa bakarken dalıp gittim. Resimde Yaşar Kemal ortamızda; bir yanında ben, diğer yanında arkadaşım Fatma Sezen. O, kartal gibi açtığı kollarını dolamış omuzlarımıza. Heybetli. Kollarının arasında ufak tefek halimizle, balinanın yanında yüzen hamsi gibiyiz. Mutlu gülümsüyoruz. Fotoğrafın arkasına bakıyorum, tarih atmamışım. Oysa Remzi İnanç (benim Remzi Amcam) her zaman tembih ederdi ”Aman tarih atın fotoğrafların arkasına, not düşün.” diye. Büyük sözü tutmamışım demek ki… Belleğim beni yanıltmıyorsa, sanıyorum ya 1980’li yılların sonu, ya da 1990’lı yılların başları. O vakitler Mustafa Şerif Onaran Edebiyatçılar Derneği başkanıydı. Ankara’da “Yaşar Kemal Günleri” düzenlemişti dernek. Dersten çıkıp koşa koşa, -şimdi tiyatro olan- Tunalı’daki Şinası Sahnesine gitmiştik Fatoş’la. Eserlerini hayranlıkla okuduğum, okuttuğum, bu yüzden soruşturma bile geçirdiğim Yaşar Kemal sahnede. İlk kez yakından görüyordum Türk Edebiyatın bu yüzakı yazarını. Boylu poslu, iri yarı biriydi. Gümbür gümbür bir sesle, gürül gürül konuşuyor, okurlardan gelen soruları yanıtlıyordu. Kısa süre önce de “Devlet Sanatçısı” unvanıyla onurlandırılmış, beratını zamanın Cumhurbaşkanından (Demirel olabilir (?)) almıştı. Dinleyiciler arasında gençten biri, “Siz Kürtsünüz ve de solcusunuz. Bir Kürt ve bir solcu olarak, nasıl böyle bir ödülü kabul ettiniz?” der demez, gök gürültüsünü andıran bir sesle gürledi Yaşar Kemal. Şimşek oldu boşandı gencin üzerine ”Ben” dedi, “Kürdüm. Bundan onur duyarım. Kürt asıllı bir Türk yazarıyım. Türk vatandaşı olmaktan da Kürtlüğüm kadar onur duyuyorum. Solculuğuma gelince, daha sen doğmadan, ben, bu yola baş koymuş, mücadele etmiş, acı çekmiş, hapis yatmışım biriyim. Sen kim oluyorsun da benim Devlet Sanatçılığımı yargılayıp beni eleştiriyorsun. Defol…” Beklemedik bu tepki karşısında salondakiler bir an dondu kaldı, sonra müthiş bir alkış koptu. Soru soran da yanındakiler de orayı terk etmek zorunda kaldılar bu tepki üzerine. Bu olayın ardından hemen ara verildi. Büyük Usta dışarı çıktı. Aralarında benim de olduğum bir grup çevresini sardı. Sohbet etmeye durduk. Biraz önceki nahoş olayı, sanki yaşayan o değildi. Sakindi çok. Espriler yapıyor, gülüp söylüyordu. Bir ara nasıl oldu bilmem, bana döndü, içtenlikle “Kız, sen ne iş yaparsın?” diye sordu. Hiç beklemediğim kadar içtendi hali, sıcacıktı sesi. Güldüm. Sonra da ‘Karga ile Tilki’ okutuyorum okullarda.” deyince, ağız dolusu gevrek gevrek güldü. Sonra otoriter bir sesle “Bırak onu” dedi, “Ne yaparsın onu söyle?” diye yeniledi sorusunu. Bunun üzerine ben de “Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeniyim. Ders kitapları yazıyorum” dedim. Yanıtımı beğenmemiş olmalı ki yüzünü buruşturdu, babacan bir tavırla omzuma elini koydu. Baba öğüdü verircesine “Bırak ders kitabı yazmayı. Onu herkes yazar. Sen kalıcı şeyler üret.” dedi. Oradan çıkıp durağa giderken Fatoş, “Azboz, bana bir şey söylemedi, sana söyledi. Seni gözü tuttu, beni beğenmedi a kardeş! Ustanın bu sözünü ciddi ciddi düşün.” diyerek epey güldürdü beni yolda. Eve geldim. O güne değin yayımlanmış bir şiir kitabı ile bir romanım vardı. Ancak ben bu işe biraz ara vermiştim. Bunda da kendine özgü şiiriyle, ünlü şair Ali Yüce etkili olmuştu. Bir gün Remzi İnanç’ın Toplum Kitapevi’nde Ali Yüce ile karşılaştığımda çok üzgündü. Nedenini soran Remzi İnanç’a “Remzi” dedi “ne vakit ev sahibi çık veya kirayı arttır dese, ömrümden beş yıl gidiyor.” Duyduklarımdan şaşırmış, bakakalmıştım yüzüne alık alık. Çok da üzüldüm. O ki, ünlü bir şairdi. O, böyle söylüyorsa, bu denli ekonomik sıkıntı çekiyorsa, ben onun durumuna gelinceye dek, canım çıkardı. Tâ oracıkta karar verdim. “Öyleyse kendime belli bir yaşam standardı hazırlamalıyım, sonra yeniden kalıcı eserler üretirim. Yazdıklarımı meraklısı alır, ama ders kitabını herkes almak zorunda. Bu, çıkış yolum olabilir.” düşüncesiyle, ders kitapları yazmaya koyuldum. O sıralar koşullar da uygundu buna. Ustalardan, insanın alacağı ne çok ders var. Çukurova bilgesi Yaşar Kemal, o güçlü önseziyle beni kalıcı eser üretmeye yönlendiriyor, ders kitaplarından koparıyor, hayatımın akışını değiştiriyordu yeniden. Büyük yazar, büyük insan olmak bu olsa gerek; değiştirip dönüştürebilmek… Koca Usta, bir nesli değiştirdi, bir nesle öğretti Çukurova’yı, Çukurova insanını. Değil ki beni… Ona çok şey borçlu olduğumu düşünürüm hep. Ne zaman kitaplarımı elime alıp dokunsam, onlara baksam, bunlarda Yaşar Kemal’in de en az benim kadar emeği ve payı var der, gönenirim, onurlanırım, ona borçlu olduğumu hissederim. Acep bir selamla ödenir mi gönül borcu? Datça’dan gönül dolusu selam Sevgili Ustama. Ellerinden öperim… Datça, 6.9.2009

  • KIRMIZI ve SİYAH

    Evet evet, bu garip görüntüyle beş yıl önce ilk kez karşılaştığım günün sisli sabahında nasıl hatırladıysam şimdi de aşağı yukarı öylesine canlı hatırlayabiliyorum. Düş ve gerçek arası bir görüntü. Bir dizi film gibi beş yıldır sürüyor. Başlangıçta daha sık görüyordum. Neredeyse her gece. Sonra sonra azaldı. Ama gene de sürüyordu. Israrlı bir biçimde. Son zamanlarda ise neredeyse unutmuştum. Bir alan görüyordum. Sapsarı, güneş içinde. Genellikle boğa güreşi alanlarında ''öğleden sonra beşte'' görüldüğü gibi güneş ve gölge çizgisi yoktu. Tümü güneşti. ''Ne kadar benziyoruz İspanyollara'' diyorum sessizce, ''Ve İstanbul ne kadar benziyor Endülüs'e...'' Çünkü bu tıpkı bir corrida alanı idi ve üstelik Taksim'di. Daha da tuhafı alanı çevreleyen ve çok eski taşlardan yapılmış surların hemen öbür yanında uçsuz bucaksız bir bozkır uzanıyordu. Belki de Mardin ya da Harran düzü. Taşların aralarından yabani incirler fışkırmıştı ve yabani güvercin yuvaları fark ediliyordu. Sanki alanda kimse yokmuş gibi duvarın yüzünü yalayan rüzgarı duyabiliyordum. Bakarken hafifçe ürperiyordum. Yönetmenin adı Witold Giersz. Polonyalı bir çizgi film ustası. Kırmızı ve Siyah'ı ilk kez Krakow'd görmüştüm. Birden bir pencere açılıyor, güçlü bir esinti masanın üstünde duran kırmızı ve siyah çini mürekkebi şişelerini deviriyordu. İri, kırmızı ve siyah taneli bir yağmur gibi sapsarı alanın güneşli zeminine dökülüyordu mürekkepler. Ve şaşırtıcı bir hareket başlıyordu. Büyüklü küçüklü boğa kırmızı güreşçileri, siyah boğalar arasında. Aynı zamanda hem bir dövüştü bu, hem de bir şölen. Boğalar hınçla saldırıyor, güreşçiler kılıçlarını zarif çalımlarla parlatıyorlardı. Zaman zaman kışkırtıcılar doluyordu alana. Siyah atların üstündeydiler ve ellerinde uzun kargılar vardı. Sarı giysilerinden ötürü alanın zemini üstünde kendileri görünmüyordu. İzleyiciler coşkundu. Şapkalarını sık sık havaya fırlatıyorlar, zaman zaman hızlarını alamayıp alana fırlatıyorlardı. Ben hemen kıyıda duruyordum. Yanımda karım, çocuklarım. Az ileride sevgilim duruyordu, kendi ailesiyle birlikte. Sonra komşular, çalıştığım iş yerinin siyah pileli eteklik ve beyaz ipekli bluz giymiş sekreterleri. Az ilerde avukatları fark edebiliyordum. Nedense topluca duruyorlar ve ellerini kollarını sallayarak tartışıyorlardı. Teknisyenler, hatta gümrük komisyoncuları bile vardı. Hep birlikte bu tuhaf şöleni izliyorduk. Tuhaftı, çünkü tüm coşkunluğuna karşın, bir şenlikten beklenmeyecek kadar şiddetle doluydu. Sevinç, zafer, incelik, kan, öfke ve hınç bir aradaydı. Uzaktan gülüşüyle beni okşayan sevgilime ''Korkma!'' diyordum, ''Sadece bir film bu...'' Yüzünden bir gölge geçiyordu. ''Zaten korkmuyorum. Üzülüyorum...'' Oysa ben korkuyordum. Geceye ya da savaşa giden çocuklar gibi korkuyordum. Parterle sahne arasındaki görünmez sınırı aşarken duyulan korku. Hızla bir halk karnavalına dönüşüyordu alanın görüntüsü. Bir ayine, bir sevişme törenine ya da özgürlüğün ilk günü yaşanan çılgınlığa. Dönüyordum çocuklarıma gururla ''İşte böyle zamanlar yaşadık biz'' diyordum, ''Ben gördüm bütün bunları... Sizler de mutlaka göreceksiniz.'' Ama gene de tuhaf bir durumdaydım. Sanki eski bir filmden söz ediyordum, aynı zamanda onun gösterdiği gerçekliği de yaşayarak. Çünkü hep böyle olur. Bir an gelir, kopar film. Umulmadık bir anda tutulur güneş. Gece vakitsiz iner. İşte tam öyle oluyordu. Ağır ve karanlık bir kapak gibi iniyordu gökyüzü, alanın üstüne. Masadaki renklerin çıldırdığı paletlerin, boya ve mürekkep şişelerinin, fırçaların üstüne siyah bir örtü. İnsanlar şaşkın kaçışıyordu, yüksek duvarların çevrelediği alanın kıyılarına doğru. Gene de çoğu kalıyordu içeride. Biz, kıyıda, kıpırdamadan duruyorduk. Hep aynı soruyu sorarak: ''Niçin?'' Savaş, deprem, salgın ya da karabasan. Gerçekti, ama biz inanmadık hiçbir zaman bunlara. ''Bu kadarı olamaz... Bir düş bu!'' diyorduk. Ne düşünürsek düşünelim, alanın ortasında, içinde insanlar bulunan o kara örtü, çağdışı bir heykel gibi duruyordu. Kentin tam orta yerinde, her gün binlerce insanın geçtiği yerde böylesine garip bir nesnenin bulunuşuna bir türlü alışamıyorduk. Bir şeyler yapabileceklerine inandığımız her yere başvuruyorduk. Üniversitelere, basına, yetkililere. Hiçbir sonuç yoktu. Duruyor ve geçen zamanla sağlamlaşan bir beton yığını gibi meydan okuyordu hepimize. Kimi zaman gözüpek kişiler çıkıyordu aramızdan. Bileklerine güvenerek bir ucunu kaldırmaya çalışıyorlardı örtünün. Ama o tuhaf kitle, etobur bir bitki gibi bir an açılıyor ve onları da alıyordu içine. Uzun süre kimse haber alamıyordu onlardan. Çevrede arada sırada gözü yaşlı, sessiz kadınlar görüyorduk. Utancımızdan bakamıyorduk onlara. Düşün sonlarına doğru, karabasan içinde karabasan gibi daha da korkunç gelen bir sahne izliyordum. Alanın kıyısında, iri taşlardan örülmüş duvarın önünde duruyordum. Çevremde kimse yoktu. Taş aralıklarından görünen bozkır bomboştu. Rüzgar yabani incirlerin tozlu yapraklarını hafifçe sallıyor, duvar dibinden ince bir toz bulutu kaldırıyordu. Gittikçe uzaklaşan bir ses duyuyordum. Ağıt, dua, ayin benzeri bıktırıcı bir ses. Alan ise canlıydı. İnsanlar her günkü yaşamlarını sürdürüyorlardı. Pırıl pırıl otomobiller, troleybüsler, ayakkabı boyacıları, birahaneler, gazete kulübeleri, yaya geçitleri, seyyar satıcılar her zamanki gibiydi. Boğulur gibi bir sıkıntıyla insan yüzlerine bakıyordum. Bir şaşkınlık, bir yadırgama ifadesi bulmak için. Yoktu. Alnın ortasını boydan boya kaplayan o karanlık kitle öylece duruyordu ve kimse dönüp bakmıyordu bile. Alışılmıştı ya da unutulmuştu. Evet evet unutulmuştu. İlk zamanlarda düşünüyordum, acaba bir sanrı mıydı bu? Bir hastalık mı? Şimdi pek aldırmıyorum. Çünkü ben de daha seyrek görmeye başladım bu düşü. Yakında, biliyorum, tüm ''normal'' ve ''uysal'' vatandaşlar gibi alışarak kurtulacağım bu karabasandan. Ama yine de bir kaygı yok değil içimde. Herkes unuttuğunda kim hatırlayacak o örtünün altındakileri?

  • Uzaklardan, Dağlardan

    En çok güneş batarken anlatır kendini dağlar. Üstlerinde ter ter tepinen güneşe öfkelerinden olacak, dağlar gün ortasında göstermez başlarını. Ne kadar yukarı çevirsen de yüzünü, ne kadar siper etsen de avcunu gözüne bir türlü tam bakamazsın en tepeye, göstermezler. Uzaklarda bir yerlerde, bir dağın tepesinde, bir evin içindeyim şimdi. Yeni bir kitap için geldim, kaçtım şehirden. Darısı sizin de başınıza. Uzun süre yazmaktan sırtım çok ağrıyınca ara veriyorum 10-15 dakika. O zaman dağlara bakıyorum. Bu yazıyı şimdi o aralardan birinde yazıyorum. Dağlara baka baka şehre mektup atıyorum. Düşünüyorum da, belki de tarih boyunca hep böyleydi. Dağlar ve kayalıklar hep kaçakları karnında gizledi. Kaya evleri var şimdi baktığım dağlarda. İlk Hıristiyanlar zalim zalim Roma imparatorlarından kaçmak için ta oralara çıkmışlar. Düzenin zulmünden tarih boyunca kaçanlar dağları seçmişler. Denizlerin ortalarındaki adalara değil, uzak şehirlere değil, yeryüzünün en nemrut kucağına gitmişler. Küçük tanrılar Denize bakmayı sever çoğu insan. Lebiderya evler o kadar pahalı bu yüzden. Niyeyse, denize bakmak iyi etmiyor beni. Beni tedavi eden bir tek dağlar, kayalıklar. Tuhaf bir güven hissi, anlaşılmaz bir huzur. Düşünüyorum da şimdi, belki insanlar daha başlangıçtan beri o yüzden tanrıları oralara, tepelere yerleştirmişler. Tanrı sofraları var baktığım dağlarda, düz tepeler. Kayalar kızardıkça güneş batarken tanrılar efkârlanıp eski aşklarından bahsediyor olmalılar. Mavi bir pervanesi olan bir böcek uçuyor önümden. Hayret etmeyerek geçen zamanda yaşlanır insan. Yaşlanmamak için takılıyorum böceğin peşine, çınarların arasında kaybolup dağa çeviriyor dümenini, mavi. Düşünüyorum da acaba, eski tanrılar ne büyüklükteydi? Dağlardaki bu sofralarda yemek yedikleri var sayıldığına göre bizim şimdiki tanrılarımızdan küçük, birer dev büyüklüğündelerdi. Öyle değil mi? İnsanın aklı büyüdükçe büyür tanrılar. Belki de eski tanrılar bizimkiler kadar kocaman değillerdi. Örümceğin teki, işini bitirmiş tam bakarken ağına, yağmur atıştırıyor. Damlalar ağın üzerinde asılı kalıyor. Bir sürü küçük damla, ağın düğüm yerlerinden sarkıyor. Belki aşağıda bir böcek, bir kurtçuk yukarı baktığında onu gökyüzü sanıyor. Damlalar ağa takılmış yıldızlar gibi duruyor. Belki bizim baktığımız gökyüzünde de tanrıların gönderdiği bir yağmurun ışıklı damlaları takılı kalıyor, yıldızlar tanrıların damlalarından oluyor. Tanrıları çok büyüttüğümüz için artık onlar dağlarda değil, gökyüzünde oturuyor. Eski evlerinden kovduğumuz için onları artık onlar tepelerdeki sofralarda yemek yiyemiyor. Bu yüzden kahkahaları kulağımıza gelmiyor. Tanrı sözü Eski bir Türk atasözü imiş: "Kötü periler denizlerde, iyi periler dağlarda gezer." Dağlarda iyilikle ilgili bir şey var. Yeni tanrılar da bunu biliyorlar. O yüzden insanoğluna bir şey söylemek istediklerinde, hatırlayın, hep öyle olur, insanlardan birini seçip dağlara çağırırlar. Acaba şimdi o tanrılar, dağın eteğinde dururken ben, bazen yazmakta güçlük çekerken, beni de yanlarına çağırıp birkaç cümle söylerler mi? Düşünüyorum da acaba, tanrıların seçtikleri insanoğlunun kulaklarına fısıldadıklarından ne kadarını biliyoruz biz. Belki de tanrı kelamının bir kısmı tepelerden aşağı inerken dinleyen, yolda kırıldı. Olamaz mı? Belki de dağlar akşam olurken bu yüzden bu kadar güzelleşiyorlar. İnsana, hâlâ duyulmamış bir tanrı sözü olduğunu hatırlatıyorlar...

  • KORKU

    Farkındalıklar, farklılıklar Cesaret bulup gürleyen zayıflıklar Yeni şeyler, yeni deneyimler Gezdin, tozdun, gördün Şimdi biraz karantinada kal Delirdik mi? Aklımız yerinde mi? Neler oluyor? Nasıl, neden? Kadın, erkek, siyah, beyaz Sen, ben, o Ne farkımız var? Sonuça hepimiz İnsanız, değil miyiz? Ne Corona'ymış Ne politikaymış Ne protestolarmış Asya, Avrupa, Amerika'da, Sonunda "her şey" ortada Ne bir suçtur düşünmek Ne de bir cezası olmalı Ama yine de sor bir kendine Başkasına zarar mı? Bana fikirlerinle gel Dostluğunla gel Sorunlarınla da gelebilirsin Ama çözümlerinle de gel Yaklaş sorun değil Ama vurma, hırpalama Sevmek zorunda değilsin Katlanmak da. Son zamanlarda bir telaş sardı ortalığı Öyle bir telaş ki tüm dünyayı delicesine… Bir yerden başladı, başladığı gibi kalmadı Değişti, dağıldı, yayıldıkça evrildi Bastırılan sancıları gün yüzüne çıkardı Çıkan sancıları gittiği yerlere uyarladı Bu yaşadığımız süreç İlginç bir süreç, kabul etmeli Kafamızda binbir soru, binbir düşünce Nasıl idare etmeli? Bıktım, usandım Dünyadaki kötülüklerden İzleyip harekete geçmemekten Geçememekten Bıktım, kendimden Çevremden Usandım... Ne kadar oyun, komplo Ne kadar şiddet, yalan Ne kadar işkence, savaş Gördü bu tarih Kaç kez çoğunluk ifadesini Özgürce ifade edebildi? Ne zaman önce kendini geliştirmek Bu kadar önem kazandı? Bilmiyorum insanlık için Iyi mi kötü mü yaşadığımız zaman Bir yandan sözde herkesin hakkı varken Karşı çıkmaya, itiraz etmeye, baş kaldırmaya Bir yandan atalarımızdan kalma "Doğamızda" olan Yok edemediğimiz Bir korku var... Korku Hastalık bulaştırma, ölüm korkusu sandığımız 2020'de o ilk toplu korku Aslında insan korkusu Başkasından ama herhangi birinden değil Bize yanlış yaklaşan herkesten Ark niyetlilerden Üst mevkilerden Baştakilerden Güvenemediklerimizden Güvenip de hala sırtımızdan bıçaklayabileceklerden Daha denizden, uzaydan Hayvan şiddetinden, çevre düşmanlarından Küresel ısınmadan Küresel çöplükten Bahsetmiyorum bile! Neden böyleyiz? İleriye en büyük adımlar genelde en büyük sorunlar karşısında atılsa da Birbirimizi yemeye değer mi? Merakımız, birlikteliğimizle bir şeyler gerçekleştiremez mi? Sen değil o yapsa ve herkes mutlu olsa n'olur sanki? Yabancı biri işe alınsa senin yerine? Evinin önünden sevmediğin/istemediğin biri geçse? Kadın mini etek giyse, kendini güzel hissetse n'olur? Homoseksüeli, pan seksüeli, fantezileri çılgın olanı yadırgamasan? Ya da sende de varsa bu gizli kutular, açsan kilitleri hatta haykırsan benliğini? Bazen sadece karşındakini anlamaya çalışsan n'olur? Sadece dinlesen, konuşması bitene kadar Bağırmasan, kaçmasan, kırmasan kolunu veya kalbini? Sonra da kendini anlatsan kendin için? Kendinle gurur duysan, başkalarını yok yere yargılamasan? Yani bilmiyorum böyle bir çok soru devam ederim Saatlerce sor dur cevapla Güzel olur, hepsi çok güzel olur Eğer yanıtın olmaz gibi bir şeyse Yanıtların değişmedikçe, düşüncelerin açılmadıkça Korkun büyür, daha çok çekinirsin insanlardan, insanlıktan Daha az anlarsın farklıyı Yok bir anormal kimse, gariplik başka Hepimiz farklıyız, tek aynı şeyimiz tür olarak biyolojik tanımımız Bir de biz meraklı hayvanlarız Bilmeyince korkuyoruz evet ama Yanlış öğrenince daha çok... Evlerimizde kapalı düşünüyoruz dünyaca Bilinmezlik ve bekleme streslendiriyor Kötü düşüncelerimize hapsolmayalım! Eda ŞENÇALIŞ 06/06/2020 FRANSA

  • HAVVA'NIN KIZLARI

    Elif Şafak, son dönem, özgün demiyorum, orijinal yazarlarımızdan biri... Olağanüstü bir pazarlama yöntemiyle İngilizce yazıp Türkçe okuttuğunu vurgulayarak ün yapmış...Elbette iyi de satış... Havva'nın Üç Kızı son romanı... Biri zorla okumam için verdi, yoksa ŞEMS hikayesini fotoromana çevirdiği AŞK'tan bu yana ona verecek kadar aptal param yok. Pöpüler, egemen erkin gündeme taşıdığı ne varsa onun konusu olmuş; silkelemiş tozunu, bayat konulara uysun uymasın bir de evrensel mesajlar eklemiş, azıcık güncellemiş, okunur çok satan kitaplar yapmış. Aldığı ödüllere ve veren kurumlara bakarsanız, bulduğu verimli tarlayı ve onun ithal yazar resmini daha iyi görürsünüz. PİNHAN- Mevlana Büyük Ödülü KİTAP ve ödül değerlendirmesi ekşi sözlükten: " ....Çok iddialı bir giriş denemiş ama roman sürecinde bunun altından kalkamamıştır. Dil ve derinlik olarak böylesi bir arayış romanına müsait yapıda değildir. Zaten aldığı Mevlana ödülü de üfürüktendir. Kombassan vakfı tarafından verilen bu sevgi ödülü tamamıyla holding tanıtımı için atılmış bir adımdır. Çünkü ödül jürisinde roman değerlendirmesi yapacak kişi yok gibidir. Pinhan, Osmanlı devrinde derviş olmak için yollara düşüp kendi hikayesini arayan iki cinsiyetli bir kişinin başından geçenleri anlatıyor. " ŞEHRİN AYNALARI- Yazarlar Birliği Ödülü KİTAPLA İLGİLİ EKŞİ SÖZLÜKTEN ALINTI: "Elif Şafak'ın ''olmasa da olurdu'' dediğim; Pinhan'dan sonra, Mahrem'den önce çıkan 278 sayfalık kitabı... Brezilya dizilerinden fırlama isimler, bölüm başlarındaki epigraflar v.s... kitabı benim için çekilir kılan, bildik Elif Şafak üslubudur..." ...ve HAVVA'NIN ÜÇ KIZI Noktasında virgülünde hiç hata yok, karton kapak, iyisinden baskı. Ötesi? Orası kaygılı, hem de ilk cümlelerden... "Sıradan bir sonbahar günüydü İstanbul'da, birini öldürebileceğini anladığında. Bu hikaye, diğerlerinden pek de farkı olmayan, kurşun gibi ağır ve fazlasıyla sakin bir akşamüstü başladı. Şu dünyada en munis ve en cici..." KİTABIN GİRİŞİNDEN AYNIYLA ALINTI Kitapta giriş böyle... Her biri ötekilerden anlamsal, hatta çağrışımsal yönden bile bağlantısız ayrı bir paragraf olması gereken üç cümleyle başlayan bu kitap, acemi bir yazarın bin bir güçlükle dizdirip merdiven altında bastırdığı umutsuzca ışık görmüş bir kitap değil... Güya önce İngilizce yazılmış, ardından kırk editörden geçmiş, Türkçe olmuş, Doğan Kitap gibi bir yayınevinden allanıp pullanıp çıkmış, içinde gözlükle arasam da göremediğim ama sözde kadına ve kadın haklarına sahip çıkan misyon kitabı olarak ilan edilmiş ve o sayede de çok satmış deneyimli bir yazar kitabı... Her zamanki gibi... Yersen... Gerisi... Havva'nın esas kızı Peri başrolde, Cüneytvari bir kimlikle önde. Mahallenin kabadayısı esasında balici, eli bıçaklı dayıyı mahalle aralarında kovalayıp yine Cüneyt ağbi benzeri darbe ve taktiklerle öldüresiye döven kadın bu; Zaloğlu Rüstem'in hormon iflasına uğramış kadın versiyonu. Yok bu okuru aptal yerine koymak değil, dünyayı aptal sanmak... Diğer iki kızını aramazsan, ne diyor bu diye sormazsan akıcı bir anlatım, o kadar... Ötesine hiç değinmiyorum, meraklısı 27 lira verip bulsun... Ben yazsam kimse okumaz bunu valla, bir de tokmağa davul yaparlar... Okumalı, kitap kitaptır. Her birinde yazmaya niyetliye bir ders vardır. Örneğin bunda bir kitapta ne olmaz, var. Böyle acemi, dil, kurgu, tipleme, karakter yaratma bilmeyen, ama bunu keramet gibi yutturan bir kitabı okumak için harcayacak zamanı olanlar yani... Ne var ki, Elif Şafak bu anlatım ve reklam gücüyle, azıcık da yazarlık atölyelerine devam etse Nobel bile alır... *

  • DOĞU'nun PLATON'u FARABİ

    Ebu Nasr Muhammed el-Farabi, Batı′da bilinen adıyla Alpharabius ya da kısaca hepimizin bildiği adıyla Farabî, 8. Yüzyıl ile 13. yüzyıllar arasındaki İslam'ın Altın Çağı'nda yaşamış ünlü bir filozof, bilim adamı, gökbilimci, mantıkçı ve müzisyendir. 873 yılında Türkistan’ın Farab kentinde doğduğu için Farabi diye anılır. İlk öğrenimini doğduğu şehirde, medrese öğrenimini ise Rey ve Bağdat’ta görür. Bu arada Arapça, Farsça, Grekçe ve Latinceyi çok iyi öğrenir. Harran’da felsefe araştırmaları yaptığı yıllarda tanıştığı Yuhanna bin Haylan’la birlikte Aristoteles’in yapıtlarını okuyarak "Gezimciler Okulunun" ilkelerini özümser. FARABİ denilebilir ki çok ulus ve kültür tarafından sahiplenilmiş, evrensel olmayı da başarmış şanslı düşünürlerdendir. Yorumları ve incelemeleri sayesinde Ortaçağ islam aydınları arasında “Muallim-i Evvel” yani ilk hoca Aristoteles’ten sonra “Muallim-i Sânî” yani İkinci Hoca unvanıyla anılan Fârâbî, geriye 43’ü günümüze ulaşan 100’e yakın eser bırakmıştır. Aristotales’in ortaya attığı madde ve suret (varlığın görünen yanı, beş duyu ile algılanan yönü) kavramını hiçbir değişiklik yapmadan benimseyen; eşyanın oluşumunda, yani yaradılışta madde ve sureti iki temel ilke olarak gören Farabi’nin fiziği de metafiziğe bağlıdır. Buna göre, evrenin ve eşyanın özünü oluşturan dört öğe (toprak, hava, ateş, su) ilk madde olan el-aklül-faalden çıkmıştır. Söz konusu dört öğe, birbirleriyle belli ölçülerde kaynaşır, ayrışır ve içinde bulunduğumuz evreni (el-alem) oluştururlar. Farabi insanı tanımlarken “alem büyük insandır; insan küçük alemdir.” diyerek bu iki kavramı birleştirmiştir. İnsan ahlakının temeli, ona göre bilgidir. Akıl iyiyi kötüden ancak bilgiyle ayırır. İnsan için en yüksek erdem olan bilgi, insan beyninin çalışması sonucu elde edilemez; çünkü tanrısaldır, doğuştandır. Bilimin üç kaynağı vardır: Duyu, akıl ve nazar. Buna göre bilimler ikiye ayrılır: Kurumsal (nazari) bilimler, uygulamalı (ameli) bilimler. Ahlak, siyaset, müzik, matematik uygulamalı bilimlere girer. Toplumlar da öz bakımından ikiye ayrılırlar: Erdemli toplumlar ve erdemsiz toplumlar. Bu toplumları yönetecek en kusursuz devletse, bütün insanlığı kapsayan dünya devletidir. Farabi’nin devrine gelinceye kadar ilimler trivium (üçüzlü) ve quadrivium (dördüzlü) diye iki kısımda toplanıyordu. Sözdizimi, mantık ve beyan üçüzlü ilimlere; matematik, geometri, musiki ve astronomi de dördüzlü ilimler kısmına giriyordu. Farabi ise ilimleri; fizik, matematik ve metafizik ilimler diye üçe ayırdı. Onun bu metodu Avrupalı bilginler tarafından da kabul edildi. Varlığı zorunlu ve zorunsuz varlık şeklinde iki kategoride ele alan Fârâbî, zorunsuz varlıklar ile zorunlu varlık yani Tanrı arasındaki ilişkiyi “sudûr teorisi” ile açıklar. Ona göre her türlü iyilik ve yetkinliğin kaynağı olan Tanrı, âlemi amaçlamış olamayacağından, âlem O’ndan yani Tanrı’dan bir tür zorunlulukla ve “taşmak” (sudûr, feyezan) suretiyle var olmuştur. Mantık disiplinini bir bakıma gramere benzeten Farabî’ye göre mantık bütün insanlığın ortak paydası olan düşünmenin/düşüncenin kanunlarını ortaya koyarken, gramer bir milletin diline ait kuralları verir. Diğer bir deyişle gramer hatasız konuşmanın, mantık ise doğru düşünmenin kurallarını içerir. Gramerin dil ve kelimelerle ilişkisi ne ise mantığın akıl ve kavramlarla ilişkisi de odur. Filozofun mantık alanına getirdiği bir yenilik de felsefe, tartışma, safsata, hitabet ve şiirin “beş sanat” olarak değerlendirilmesidir. Farabi'ye ait eserlerin büyük bir kısmı mantık ve dil felsefesine ilişkindir. Bunun dışında siyaset felsefesi, siyaset felsefesinin bir dalı olarak gördüğü din felsefesi, metafizik, müzik, psikoloji gibi alanlarda da önemli eserler vermiştir. * Not: Gezimciler Okulu: Lyseum'un bahçesinde öğrencileriyle birlikte gezinerek ders vermesinden dolayı Aristoteles'in yönettiği okula verilen ad. Felsefede Aristotelesçi demektir. Gizemli dinlerden esin alan GİZEMCİ FELSEFEYLE ne benzerliği ne de paydası yoktur. * DERLEME

  • Fikret Kızılok

    1947 -2001 Satışlarının en üst noktasındayken müzikten çekilmesini açıklarken "Dünya halklarının yüzde 80'i bilinçsiz, sadece üretim için yaşıyor, Amerika da dahil. Gerçek entelektüel yüzde 5'i bile bulmaz. Demek ki cahil olan yüzde 80'le ilişki kurup meşhur oluyorsun. Böyle meşhur olmak aslında utanılacak bir şey, ben utanırım. Değerli olmak önemli. Müziğim, sesim, şarkılarım tanınsın, ama ben tanınmayayım." diyerek kitle problemine değinmiştir. Öğrenim hayatına Galatasaray Lisesi'nin ilkokul kısmında başlayan Kızılok, müzikle de ilk tanışması burada gerçekleştirdi. İlk enstrümanı kendisine yaş gününde armağan edilen kırmızı bir akordeondu. İlk müzik derslerini sınıf arkadaşlarından birinin klarnetçi olan babasından aldı; ilk konserini de bir 23 Nisan kutlamasında Taksim Belediye Gazinosu’nda düzenlenen okul müsameresinde veren sanatçı Fikret Kızılok ve Orkestrası adlı küçük grubun elemanları, Kızılok’un sınıf arkadaşlarıdır ve çaldıkları halk türküleri ile alkış alıyorlardı. Bu dönemdeki en büyük hitleri "Tamzara" türküsünün yorumuydu İstanbul Diş Hekimliği Yüksekokulu'nun son sınıfında okurken mahalleden arkadaşı Arda Uskan ile bir yolculuğa çıktı; bu müzik hayatını tümüyle etkileyecek bir yolculuktu. Bu yolculukta Aşık Veysel ile tanıştı. Dönüşte gitarını eline alan Kızılok stüdyoya girdi ve 1969'da Aşık Veysel'in Uzun İnce Bir Yoldayım türküsünü yeni bir düzenlemeyle kayda aldı. Bunu bir 45'lik olarak yayınladı. İkinci solo 45’liği Fikret Kızılok'un hayatında da önemli bir dönüm noktası oldu. Arka yüzünde sözlerini kendi yazdığı bir halk şarkısı, "Pınar Başından Bulanır" türküsünün bir bölümünü kullanan Benim Aşkım Beni Geçti yer aldı. O güne dek sürdürdüğü suskunluğu ve bunu bozmasının nedenini de plak kapağında şöyle açıkladı: "Piyasa, öylesine Türk benliğinden uzak melodilere kucak açmıştı ki, beni dinlemeyeceklerdi bile. Bugün ise durum büyük bir hızla değişiyor. Bu öz benliğimize dönüşte ben de üzerime düşen görevi yapmaya karar verdim..." Kasım 1969'da yine Aşık Veysel'in yanına Sivrialan'a gitti. Kar yolları kapayınca üç ay ustasının yanında kaldı. Dönüşte "Yumma Gözün Kör Gibi / Yağmur Olsam", Kızılok’un asıl çıkışını yaptığı plak oldu.1970 tarihli plaktaki iki şarkının da sözleri Aşık Veysel'e, besteleri Fikret Kızılok'undu. Plakta, gitar, tumba ve sazın yanında değişiklik olsun diye enstrüman olarak tahta ve taş kullandı. Şarkılar çok beğenildi, plak çok sattı ve sanatçı ilk altın plağını aldı. 1973'te Aşık Veysel hayatını kaybetti. Kızılok cenaze törenine de katıldı. Bu ölüm üzerine daha sonra Kızılok sazını kırdı, bir süreliğine müziği bıraktı ve kendini tümüyle diş hekimliğine verdi. Bu dönemde eşi Şeyda Kızılok ile evlendi. Kızılok son yıllarında kendini, "Ben Marksist’in daha ötesinde bir komünistim" diyerek tanımlamıştı. Aynı röportajda 28 Şubat Süreci'ni desteklediğini açıklamış, Süleyman Demirel'i "En büyük demagog", Bülent Ecevit'e "iyi şair ama siyasal hayatı zigzaglarla dolu", Devlet Bahçeli'ye "ılımlı ve dürüst", Necmettin Erbakan'a "Türkiye'yi dinamitleyen adam", Recep Tayyip Erdoğan için de "yenilikçi değil, o da oyunun bir parçası" yorumlarını yapmıştı. Satışlarının en üst noktasındayken müzikten çekilmesini açıklarken "Dünya halklarının yüzde 80'i bilinçsiz, sadece üretim için yaşıyor, Amerika da dahil. Gerçek entelektüel yüzde 5'i bile bulmaz. Demek ki cahil olan yüzde 80'le ilişki kurup meşhur oluyorsun. Böyle meşhur olmak aslında utanılacak bir şey, ben utanırım. Değerli olmak önemli. Müziğim, sesim, şarkılarım tanınsın, ama ben tanınmayayım." diyerek kitle problemine değinmiştir. * *Derleme

  • Burası Galatadır

    Burası Galata'dır, Burası ekmeği fakirin, eski Ceneviz yuvasıdır. Gelirken Taksim'den, eylem vardır yine, Kalbim mantığımı protesto eder, Yargılarım seni, kendimi tutuklarım içimde. Hansel'e benzer talihim, ve biraz da Gratel'e, İstiklal'de hayaller kurar, kırıklarını bırakırım caddeye, Dönecekken geriye, yolu bulabileyim diye. Burası Galata'dır, Hüzün sokağının yanı, Hezarfen'in yalanıdır. Bir tarih kokusu başımı aklımdan alır, "Geri getiririm" deyip, Arnavut kaldırımlara bırakır. Akıl yeksan olur yerle, düş kuleye tırmanır, Bir kule ki bu, tepesi, umudu kanatlandırır. Burası Galata'dır, ve belki de adıdır yokluğunun, Son durağıdır burası, masalına yolculuğumun.

  • GEZİ YAZILARI

    ÇOK YÖNLÜ BİR EDEBİ TÜR OLARAK; GEZİ YAZILARI 1. GEZİ YAZISI Genel Olarak Gezip görülen yerlerin ilgi çekici özellikleriyle anlatıldığı yazı türüdür. Gezi yazıları herkesin yapabileceği olsa da konu edebiyatsa gezip görmenin yanısıra gözlem gücü, derin bir kültür birikimi, iyi bir anlatıcılık ister. Bu nedenle malzemesi hazır; bir yazarı en çok zorlayan nerden başlasam sorusu olmayan olduğundan en kolay ama okurun ilgisini çekmek yönünden de en zor yazılardır. Klasik edebiyat bakışında düşünce yazısı olarak değerlendirilse de onda yaratıcı yazıların fettan yanları, çok yönlü anlatım olanakları vardır. Yaratıcı yazıların sihrini dozunda katmayı başaranlar türün ustaları sayılır. Belki bu nedenle herkesin değil, yazarların yazdıklarına gezi yazıları demek, kural değil, bir kategorize etme alışkanlığıdır. Kuşkusuz anlatı deneyimi olmayanın ya da hep makale yazmış, dili iddia etmeye ve kanıtlamaya koşullanmış birinin başarılı, okunur bir gezi yazısı yazması ötekilere göre daha güç olacaktır, ama olmaz da değildir. Siz anlatırsanız gezi yazısı olmaz mı? Bu olsa olsa konservatuvara gitmeyenin şarkı söyleyemeyeceğini savlamak gibidir. Kusursuz yazmaksa konu, kuşkusuz o başka bir disiplindir ve ancak eğitimle kazanılır. Günümüzün yaygın medyatik olanakları dünyanın çoklu kültürünü ve bütün ilginçliklerini ayağımıza getirse de gezi yazılarının ilgi çekiciliği azalmamıştır. Bazen bir kitap boyutlarında bile olabilen gezi yazıları okurun sıkılmadan, ilgiyle okuduğu bir edebi türdür. O nedenle kendine özgü bir yetenek istediği gerçektir. Önce gezdiğiniz yerlerin ilginçliklerini fark edecek kıvrak bir zekâya ve kültür birikiminin yanında onu okura hoş gelecek bir anlatı gücü de gerektirir. Gezi yazısının tarihi ve ünlü örnekler: Gezi yazılarına “seyahatname” deniyordu, günümüzde ise Türkçe bir sözcük olan “gezi” kullanılıyor. Dünya edebiyatının en önemli seyahatnameleri arasında Antik devirden Herodot Tarihi ve benzer özellikleriyle dönemin Ege kıyılarını adım adım dolaştıran Homeros'un İlyada ve Odysseia destanı, 13. yüzyılda yayımlanmış Marko Polo’nun Uzak Doğu izlenimlerini içeren Seyahatnamesi ve 14. yüzyılda yaşamış Arap gezgin İbni Batuta’nın İslâm dünyası gezilerini konu edinen Seyahatnamesi yer alır. Türk edebiyatının ilk seyahatname eserleri arasında Farsça yazılan Hoca Gıyaseddin Nakkaş’ın Acâibü’lLetâif adlı eseriyle Ali Ekber Hatâî’nin 1515’te yazdığı Hıtâînâme adlı eseri sayılabilir. Seydî Ali Reis (ö.1562) Mir’atü’lMemâlik (1557) adlı seyahatnamesinde Belücistan, Hindistan, Afganistan, Buhara, Maveraünnehir’le ilgili gözlemlerini ve yaşadığı olayları anlatmıştır. III. Sultan Murat (1575) döneminde Tokatlı İbrahim oğlu Ahmet, Acâibnamei Hindistan adlı eserinde Kabil, Hindistan, Basra, Yemen, Hicaz izlenimlerini aktarır. Trabzonlu Mehmet Aşık’ın (1555?) Menâzıru’lAvâlim adındaki eseri de gezi edebiyatının önemli eserlerindendir. Türk edebiyatının en önemli seyahatname eserlerinden biri Evliya Çelebi’nin17.yüzyıldan kalma 10 ciltlik seyahatnamesidir. Evliya Çelebi , 40 yıllık gezilerinden elde ettiği coğrafî, etnografik, tarihî, kültürel pek çok bilgiyi akıcı ve mübalağa sanatıyla donanmış bir üslûpla kaleme almıştır. Türk edebiyatında “seyahatname” adıyla birçok eser yazıldığı gibi, adı “seyahatname” olmadığı hâlde bu türe özgü özellikler gösteren başka eserler de vardır. Pirî Reis’in Bahriye adlı eseri buna bir örnektir. Günümüzde gezi yazıları en çok kullanılan türlerden biridir. Gezi yazısı ile röportaj ve diğer yazı türleri arasındaki ilgi ve farklar Gezi yazılarıyla onu en çok andıran röportaj birbirinden özellikle amaçları ve anlatı teknikleri bakımından ayrılır . Gezi yazısında ilgi çekici yerler bir iddia amacı taşımadan anlatılırken röportajda olduğu gibi, sorunları duyurmak, kamuoyu oluşturmak amacı güdülmez. Gezi yazıları yer yer anıya, denemeye, öykülemeye ve günlüğe de başvurur, felsefeden, sosyolojiden, tarihten yerine göre tüm bilimlerden de yararlanır, günümüz medyası gibi fotoğrafı da kullanır, fakat bu özellikler benzerlikten öteye geçmez, onlardan tümüyle ayrı bir yazı türüdür. Gezi yazısının belirleyici özellikleri şunlardır: Gezi yazıları birer izlenimci, algı yazılarıdır gerçekte... Yani gidilen, görülen yerlerin siz de bıraktığıdır anlatılan. Ne var ki gerçekliğiyle "herkesin bir şeysi" olan bir yerden ya da olaydan söz ettiğinizde roman ve öyküye getirilen hoşgörüyü beklemeyin, gerçeğe sadık kalmanız önemlidir. Konu İstanbul Boğazı ise köprüyü Fatih'e tarihleyemezsiniz, bu yönüyle belgeseldir. kaynaklardan yararlanmak zorunlu olmasa da bir ön bilgi edinmek, yazılmış örneklere bakmak, ansiklopedik, belgesel nitelikte taşıyacak durumlarda doğrulamakta yarar vardır. • Gezi yazılarında çoğu kez kronolojik zamanlı plân uygulanır. • Gezi için yapılan hazırlıklar; yolculuk, yolculuk sırasında görülen ilgi çekici olaylar; varış, varıştaki ilk izlenimler...• Gezi yazılarında farklı şeyler anlatmak önemlidir, kuşkusuz kendinden önceki söylenmişlerden, yazılmışlardan ayrı olmak da... Aynı yerler daha önce de başkaları tarafından görülmüş, yazılmış, hatta sizin ikinci gidişiniz de olabilir, bu hiç önemli değildir, önemli olan sizdeki o an oluşan izlenim ve anlatıdır. • Anlattıklarınıza göre konuşma ile bilgi toplama ve fotoğraflar kullanılabilir. • Gezi yazılarında yazar; açıklayıcı anlatım, öyküleyici anlatım, betimleyici anlatım ve tartışmalı anlatım gibi bütün anlatım yollarından yararlanır. •Ayrıca okuyucuya değişikliği gösterebilmek için resim, video kullanır, örnekleme, karşılaştırma, tanık gösterme gibi nesnel verilerden de yararlanır. * meraklısına: maviADA' arşivinde yer alan özgün gezi yazılarını okumak isterseniz TIKLAYIN.

  • HESAPLAŞMA

    Adam gibi yaşamak, insan gibi yaşamak, ertelenemez, isteğiydi. Hep onun için gecesini gündüzüne katmış, hep onun için çalışmıştı. Hep onun için, yok haliyle, zalime, zulme, karşı koymuştu. Yok halinde bir Allah’ın kuluna eyvallah etmemiş, kavganın ön saflarında olmuştu hep. Gençlikte bir kızın yol arkadaşlığı güzeldir; güzeldir güzel olmasına da ya bu arkadaşlık bir gönül ilişkisine dönerse… Korkmuştu sevmekten, korkmuştu aşık olmaktan, ya tutulursa... gönül bu ya akıverip giderse… İşte onu açıklamak zordur. İşte ondan mıdır, nedir yoluna yoldaş olmak isteyenleri hep duymazdan gelmiş. Nazife’ye, Nigâr’a, Habibe’ye… Birine bakmamış, fakat Aynur, o başka, o başkadır… Bir genç kızın bu insani duygularına duymazdan gelmek, ne fena… Kendi ile baş başa kaldığı günler aklına bir geldi mi dün, aynanın karşısına geçer “tüküreyim senin suratına deyip” başlardı kendi ile hesaplaşmaya. İnsanın, insan gibi yaşayacağı bir dünya kurmak için çabalayıp durmuştur hep. Yarınların daha yaşanılır olması adına, sarılmış yaşama, yarınlar savaşsız, sömürüsüz olsun diye sarılmış kavgaya! Bu kavgada ne ölmek, ne öldürmek vardı. Bu kavga yaşamaktı, yaşatmaktı; bu kavga başı dik onurlu yaşamanın kavgasıydı. Bu kavga it gibi kuyruğu kıçına yaşamaktansa, bu kavga seksen yıl bir sürüngen gibi sürünmektense; şahin olup uçurumlara kanat açmaktı. Gerçekte kazayla okudu, kazayla ayakta kaldı, kazayla ölmedi, kazayla üniversite bitirdi; kazayla da ülkenin geleceğine ışık oldu. Aslında gerçekleştirdiği bir mucizenin öteki adıydı. Onun yaşadıklarını bugün bir ananın kuzusu yaşayıp bir baltaya sap olabilir mi? Aydınlık yarınları ömrü olduğu sürece anlatacaktı, söz vermişti, aldan al, gülden gül sevdiciğine, bekleyenlere umut olacaktı, inandırmıştı bunu kendine. O inançla dişini tırnağına takarak katılmıştı kavgaya. Güzellikleri, güneşli günleri, evladım dediği öğrencilerini al atlara, bindirip yeni, yepyeni bir cennet yaratmaktı bütün muradı. Tam otuz yıl bu uğurda çalıştı, hep bunun için mücadele etti, bunun için gecesini gündüzüne kattı; fakat… Dayanamıyordu, sindiremiyordu içine. Boşu boşuna geçip gitmiş demek ki yıllar diye diye aynadaki cemaliyle konuşuyordu: “Olmamış, yapamamışım yazıklar olsun bana! Ben, hiçbir şey anlatmamışım, ben hiçbir şey yapmamışım, bin kere yazıklar olsun! Anzavur’u, Delibaş’ı, Kuyucu’su ayağa kalkmış, lanet olsun; lanetim kırk bir olsun!” Verip veriştiriyordu aynanın karşısında boyuna: “Ben bunları hak etmedim, ben böyle bir dünyayı hiç hak etmedim. Zalimin zulmü yanına kar kaldı, lanet olsun. Lanetim kırk bir olsun! Yüzlerce insana aydınlık olduğumu düşlerken karanlığa mahkûm olduk. Onca emeğim heba olup gitti. Bu ülkenin insanı, onurlu bir başkaldırışla işgalciyi denize dökmeyi bilmişti. Belki ki, “o güzel insanlar, o güzel atlara binip gitmişler!” O aydan arı, günden duru güzel insanlar yarınları da alıp gitmişler! Yoksa bu güzel insanların evlatları bir avuç nafakaya kanmazdı!” Söylendikçe söyleniyor, öfkesi kabardıkça kabarıyor, gözler ağlamaklı, kan çanağı, dişler sıkmaktan gacır gucur, lanet olsun; lanetim kırk bir olsun, diye devam ediyor söylenmeye! “Siz Kuvvacılar, Atamın yoldaşları, o güzel insanlar özgürlük adına, karşı durdunuz işgalciye, karşı durdunuz işbirlikçiye, savaş açtınız haine! Hak edilmeyen şeyin kıymeti bilinmez, derler; doğru derler. Ben böyle bir dünyayı hak etmedim, benim çocuklarım bu karanlığı hiç hak etmedi. Benim dostlarım da hak etmedi. Serap’ım, Ömer’im, İsmet’im, Celal’im, Emel’im, Aynur’um, İsmail’im, Serpil’im… Hak etmedi bu kara günleri Nazife, Nigar, Ayşe, Ahmet, Ali, Leyla… Hiçbiriniz böyle bir dünyayı hak etmedi!” Öfkesi gittikçe büyüyor, karşısında dahili ve harici bedhahlar var gibi, sesinin gücünü artırdıkça artıyordu. Öfkeden deliye dönüyor, yüzü kızardıkça kızarıyor, sinirden çatlayacakmış gibi oluyor, öfke kasırgasına tutuluyor, sesi titredikçe öfkesi kendine dönüyor, lanet olsun, lanetim kırk bir olsun deyip devam ediyor söylenmeye: “Siz bu güzel yurdu hak etmediniz, siz Mustafa Kemal’i hiç hak etmediniz!” “Sevda diyeceğim amma; ha ha ha siz sevmekten, aşktan ne anlarsınız, siz umuttan ne anlarsınız, ruhunuz karanlık sizin!” Sen, sen kestane kızılı saçlı sevgili, sen neredesin, sen fır döndü olup dönenlere mi karıştın, ya da benim bir dilim ekmeğim var deyip deve kuşu misali, kuma mı gömdün başını?” Güneş sıvanmazmış balçıkla, vardır, her akşamın bir sabahı, karanlığın en dibi, aydınlığın yanı başıdır. Yurdumun mutlu günleri gelecek gündedir. Boşa sevinmeyin “dâhili ve harici bedhahlar,” sevindik delisi olmayın; tarihin akışını değiştiremeyeceksiniz. Kırmızı karanfiller, mor menekşeler, soğuğun katmerlisinde isyan edip açan kardelenler alabildiğine boy verecek sizlere inat; fırtına kuşları göğün en yükseğinde uçacak lodosa inat!

  • Adam Olmak

    Çevrende herkes şaşırsa, Bunu da senden bilse, Sen aklı başında kalabilirsen eğer, Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır, Hem kendine güvenirsen eğer, Bekleyebilirsen usanmadan, Yalanla karşılık vermezsen yalana, Kendini evliya sanmadan Kin tutmayabilirsen kin tutana, Düşlere kapılmadan düş kurabilir, Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer, Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir, İkisine de vermeyebilirsen değer, Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz, Kandırabilir diye safları, dert edinmezsen, Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz, Koyulabilirsen işe yeniden, Döküp ortaya varını yoğunu, Bir yazı turada yitirsen bile Yitirdiklerini dolamaksızın dile Baştan tutabilirsen yolunu Yüreğine, sinirine dayan diyecek Direncinden başka bir şeyin kalmasa da, Herkesin bırakıp gittiği noktada, Sen dayanabilirsen tek Herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen, Unutmayabilirsen halkı, krallarla gezerken Dost da düşman da incitmezse seni Ne küçümser ne büyültürsen çevreni Her saatin her dakikasına Emeğini katarsan hakçasına Her şeyi ile dünya önüne serilir Üstelik oğlum, adam oldun demektir... Joseph Rudyard Kipling (d. 30 Aralık 1865, Bombay, Hindistan – ö.17 Ocak 1936, Londra), İngiliz şair, roman ve hikâye yazarı. (Çeviren: Bülent Ecevit)

  • DOĞRU ile YALAN

    Her doğruyu söylemeye gelmezmiş, birtakım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekmiş... Peki ama, bir doğruyu söylemek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek sürmesine bırakmaya hakkınız var mıdır?... Bu yalanlar kutsalmış, onlara dokunmaya gelmezmiş... Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına inanmıyoruz demektir; bunun için "kutsal yalan" sözü bir şeyin hem köşeli hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. Ama duygularını birer düşünce saymaktan çekinmeyenler böyle saçmalarla kolayca bağdaşabiliyor. Birtakım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik (aristocratie) -aristokrat- düşüncenin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille birtakım ayrıcalıklar ister. Eski acunun kibarlığı, aristokratlığı yıkıldı ama onun yerine aydınlar türedi... Bir kişi olarak ilk ödevimiz, yalan olduğunu anladığımız düşüncelerden benzerlerimizi yani bütün kişileri kurtarmaya çalışmaktır. "Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur." diyen kimse, öğrendiği anladığı doğrulara layık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: Bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu. Ancak kendisini düşünür, büyük görmek için bir yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalan yayıyoruz demektir. *** Nurullah Ataç: (1898-1957), Türk edebiyatında modern anlamda deneme türünde ürün veren ilk yazar ve eleştirmendir. Dergâh dergisinde yayımlanan şiir ve yazılarıyla edebiyat dünyasına giren Ataç, çeviri, deneme ve eleştirileriyle Cumhuriyet dönemine damgasını vurmuştur. Yeni bir kültür ve dil arayışı içinde, kendi türettiği sözcükleri, devrik tümceleri ve kendine özgü biçemiyle dili bir uygarlık sorunu olarak ele almış; Batılılaşma, Divan şiiri, yeni şiir, eleştiri gibi çeşitli konularda, kişisel yönü ağır basan yazılarındaki kuşkucu ve cesur tavrıyla pek çok genç yazarı da etkilemiştir. Elliye yakın çeviri yapan Nurullah Ataç'ın yazıları şu yapıtlarda toplanmıştır: Günlerin Getirdiği (1946), Sözden Söze (1952), Karalama Defteri (1953), Ararken (1954), Diyelim (1954), Söz Arasında (ös 1957), Okuruma Mektuplar (ös 1958), Prospero ile Caliban (ös 1961), Söyleşiler (ös 1964), Günce I -II (ös 1972), Dergilerde (ös 1980).

  • YALNIZLIK

    Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş, daha rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bıraktığını sanır; oysaki bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerede bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur; ev işlerinin az önemli olmaları, daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş olmuyoruz. Dertlerimizi avutan akıl ve hikmettir, O engin denizlerin ötesindeki yerler değil. (Ratio et prudentia curas, Non locus effusi late maris arbiter, aufert. / Horatlus) Ülke değiştirmekle kıskançlık, cimrilik, kararsızlık, korku, tutku bizi bırakmaz. Ve keder, atımızın terkisine binip gelir. (Et post equitem sade atra cura. / Horatius) Onlar manastırlarda, medreselerde bile peşimizi bırakmazlar. Bizi onlardan ne çöller kurtarabilir, ne mağaralar, ne de bedenimize ettiğimiz işkenceler ... Öldürücü yara bağrımızda kalır. (Haeret lateri letalis arundo. / Virgilius) Sokrates'e birisi için, seyahat onu hiç değiştirmedi, demişler. O da: Çok doğal, çünkü kendisini de beraber götürmüştür, demiş. Niçin başka güneş başka toprak ararsın? Yurdundan kaçmakla kendinden kaçar mısın? (Quid terras alio calentesSole mutamus? patria quis exul Se quoque fugit? /Horatius) İnsan önce içindeki sıkıntıyı dağıtmazsa yer değiştirmek daha fazla bunaltır onu: Nasıl ki yerine oturmuş yükler daha az engel olur geminin gidişine. Bir hastaya iyilikten çok kötülük edersiniz yerini değiştirmekle. Hastalığı azdırırsınız kımıldatmakla, nasıl ki kazıklar daha derine gidip sağlamlaşır sarsıp sallamakla. Onun için kalabalıktan kaçmak yetmez, bir yerden başka bir yere gitmekle iş bitmez: İçimizdeki kalabalık hallerimizden kurtulmamız, kendimizi kendimizden koparmamız gerek . Kırdım diyorsun zincirlerini; Evet, köpek de çeker koparır zincirini, Kaçar o da, ama halkaları boynunda taşıyarak (Rupi jam vincula dicas;Nam luctata canis nodum arripit; attemen illi, Cum fugit, a collo trahitur pars longa catenae. / Persius) Zincirlerimizi götürürüz kendimizle birlikte; tam bir özgürlük değildir kavuştuğumuz; döner döner bakarız bırakıp gittiğimize; onunla dolu kalır düşlerimiz. İçi arınmamışsa, neler bekler insanı, Kendi kendisiyle ne savaşlar eder boşuna! Tutkuları içinde ne kemirici kaygılar. Ne korkular içinde kıvranır insan! Ne çöküntüler yapar bizde gurur, şehvet, Öfke, gevşeklik ve tembellik! (Nisi purgatum est pectus, quae prelia nobis Atque pericula tonc ingratis insinuandum? Quantae conscindunt hominem cuppedinis acres Sollicitum curae, quantique perinde timores? Quidve superbia spurcita, ac petulantia, quantas Efficiunt clades? Quid luxus desidiesque? / Lucretius) Kötülüğümüz içimizde bizim; içimizse kurtulamıyor kendi kendisinden. Ruhun derdi içinde ve kaçamaz kendi kendinden. (In culpa est animus qui se non efiugit unquam. / Horatius) İnsanın, olanak varsa karısı, çocuğu, parası ve hele sağlığı olmalı, ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkanın arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada, yabancı hiçbir konuğa yer vermeksizin kendi kendimizle her gün başbaşa verip dertleşmeliyiz; karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki, hepsini yitirmek felaketine uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni bir şey olmasın. Kendi içine çevrilebilen bir ruhumuz var; kendi kendine yoldaş olabilir; kendi kendisiyle, çekiş dövüş, alışveriş edebilir. Yalnız kalınca sıkılır, ne yapacağımızı bilmez oluruz diye korkmamalıyız. Issız yerlerde kendin için bir evren ol. (In solis sis tibi turba locis / Tibulhıs) Erdem, der Antishenes, kendi kendisiyle yetinir; ne kurallara baş vurur, ne laflara, ne gösterişlere. Yapmaya alıştırıldığımız işlerden binde biri bile kendimizle doğrudan doğruya ilgili değil. Bakarsınız bir adam canını dişine takmış, kurşun yağmuru altında, yıkık bir kale duvarına tırmanıyor bütün hıncıyla; bir başkası, karşı tarafta, kan revan içinde, aç susuz savunuyor o kaleyi ölesiye: Kendileri için mi gösteriyorlar bu yararlığı? Uğrunda ölecekleri ve hiç görmedikleri insan belki o sırada kılım kıpırdatmadan keyif sürmektedir. Bakarsınız bir başkası, bitkin, perişan, saçı sakalı birbirine karışmış kitaplıktan çıkıyor gece yansından sonra: Bunca kitabı daha iyi, daha akıllı bir insan olmak için mi karıştırdı sanırsınız? Yok canım sen de! Ya ölecek o kitaplıkta ya öğretecek yarınki kuşaklara Platus'un dizelerini hangi düzenle kurduğunu ve falan Latince sözcüğün nasıl yazılması gerektiğini. Kim seve seve feda etmiyor sağlığını, canını şan şeref için? Oysa kalp bir paradan başka nedir ki şan şeref? Kendi ölümümüzden korkmakla yetinemeyiz; karılarımızın, çocuklarımızın, adamlarımızın ölümünden de korkmak zorundayız. Kendi işlerimizden çektiğimiz sıkıntı yetmiyormuş gibi komşularımızın, dostlarımızın işleriyle de dertlere sokar, bunaltırız kendimizi. Vah, vah! Nasıl olur da insan bir şeyi Kendinden daha çok sevmeye kalkar? (Vah! quemquamne hominem in animum instituere, aut Parare, quod sit charius quam ipse est sibi? / Terentius) Michel de Montaigne; 16. yüzyıl Fransız deneme yazarı. 8 Şubat 1533 tarihinde Périgord'da dünyaya gelen Montaigne, 13 Eylül 1592 tarihinde aynı kentte öldü. Katolik inançlarına bağlı varlıklı ve soylu bir ailenin çocuğudur. Babasının etkisiyle çok küçük yaşta öğrenim görmeye başladı. 1546 yılında Collége de Guinne'yi bitirdi. Toulouse Üniversitesi'nde hukuk okudu. Bir süre Bordeaux parlamentosunda danışmanlık, sonra belediye başkanlığı, Etat Généraux'da milletvekilliği yaptı. Almanya ve İtalya'yı gezdi. Daha sonra şatosuna çekilerek kendini bütünüyle felsefe ve edebiyata verdi.Felsefede us ilkelerine dayalı kuşkucu bir yöntemi benimsedi. Montaigne başlıca yapıtı denemeler (Essais) için "Ben kitabımı yaptığım kadar da kitabım beni yaptı" der. Deneme türünün yaratıcısı olarak kabul edilir. En önemli eseri Denemeler'de, insanı, özellikle de kendini büyük bir açık sözlülükle inceler. Bu denemelerin bir bölümü Sabahattin Eyüboğlu tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

  • BAHAR

    Mart başlayalı kırkını geçmiş nice tanıdıklarım hastalandı. Bazılarının bronşiti, bazılarının romatizması azmış. Bazılarının hastalıkları saymakla tükenmez ki... Mart güneşi, uzviyette çöreklenip yatan, bütün yılanları uyandırıyor; toprağın yeniden gençliğe kavuştuğu bu mevsimde, hava kuş cıvıltılarıyle beraber insan iniltileri ve hırıltılariyle dolu. Dün· neşeli bir kır köşesinde baharın bu iki zıt levhasını yan yana gördüm: Bir tarafta genç hayvanlar oynaşıyor, kuşlar uçuşuyor, taze duldalarda, ağaç kütüklerinin siperinde, sonu gelmez buselerle öpüşüyor; diğer tarafta ise, yaşlı hastalar, yorgun iskeletlerinin soğumuş kemiklerini güneşte ısıtımakla meşgul. Bahar bir muhasip gibi, hayata yeni kavuşturduğu yaratıkların sayısını yaşayanların yekünundan durmadan çıkarmakta ... Ne yazık ki vücudun çökmesi zekanın olgunluk zamanına tesadüf eder. Manasız çocukluk, tatsız gençlik, olgunluk çağına hazırlanmaktan başka nedir? Zeka; nar, ayva ve portakal gibi geç ;renk ve koku kazanan bir sonbahar mahsulüdür. En az kırk sene güneşte pişmeden bu asil meyve ballanmıyor. Dünyayı idare eden, ilim, fen, sanat ve edebiyat cereyanlarını idare eden, şakakları beyazlaşmış kafalardır. Genç allame ve genç dahi bir mucizedir ki bazı yerlerde vücut buluyor. Ne olacağı meçhul yeni doğmuşlara yer açmak için ölümlerin her sene, bilhassa baharda, kır saçlara attığı tırpan, kim bilir, tabiata karşı insan zaferini ne kadar geciktirmektedir! AHMET HAŞİM 1884 yılında Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yer alan Bağdat'ta doğdu. Babası Bağdat'ın eski ve bilinen ailelerinden Alusizadelere mensup Arif Hikmet Bey, annesi ise yine Bağdat'ın ileri gelenlerinden Kahyazadelerin kızı Sara Hanım'dır. Babasının Arabistan vilayetlerindeki memuriyeti sebebiyle düzensiz bir ilkokul eğitimi gördü. Aynı nedenden, dil olarak yalnızca Arapçayı öğrendi. Annesi hayatını kaybettikten sonra 12 yaşında babasıyla birlikte İstanbul'a geldi. 1897 senesinde Galatasaray Sultanisi'nde yatılı olarak eğitim almaya başladı. Ahmet Haşim'in sanat ve edebiyata ilgisi Galatasaray Sultanisi'nde başladı. Bilinen ilk manzumesi “Leyâl-i Aşkım” 1901 yılında “Mecmua-i Edebiyye'de yayınlandı. 1905-1908 seneleri arasında yazdığı ve Piyale kitabına aldığı “Şi'r-i Kamer” serisindeki şiirleri, hayal zenginliği, iç ahenkteki kuvvet ve büyük telkin kabiliyetiyle dikkat çekti. 1909 yılında kurulan Fecr-i Âti grubuna dahil oldu. Okuldan mezun olunca Reji İdaresi'ne memur olarak girdi. Aynı zamanda Mekteb-i Hukuk'a devam etti. 1914-1918 seneleri arasında askerliğini yaparken Çanakkale Cephesi'nde bulundu. 1924 senesinde Paris' giden Haşim, 1932 senesinde rahatsızlığı nedeniyle Frankfurt'a gitti. Çeşitli yerlerde memur olarak çalışan Ahmet Haşim daha çok öğretmenlik yaptı. Sanâyi-i Nefise Mektebi'nde (Güzel Sanatlar Akademisi) mitoloji, Mülkiye Mektebi'nde de Fransızca derslerine girdi. Bu vazifelerine ölünceye kadar devam etti. Servet-i Fünûn dergisinde şiirler yayınladı. 1911 yılında yayınlanan Göl Saatleri adlı şiiriyle haklı bir şöhret kazandı. Fecr-i Âti dağıldıktan sonra, siyasi ve edebi akımların dışında kalarak kendine has bir şiir ve nesir anlayışının tek temsilcisi olarak kaldı. Ahmet Haşim 4 Haziran 1933'de 49 yaşındayken hayatını kaybetti. ESERLERİ Ağaç ,Akşam yine toplandı derinde, Bahçe, Bir günün sonunda arzu, Bir Yaz Gecesi Hatırası, BülBül, Başım, Gece, Gelmeden Evvel Geldin, Birlikte, Havuz, Hayal-i Aşkım, Karanfil, Karanlık, Kari'e, Mehtapta Leylekler, Merdiven (Popüler), Mukaddime, O belde, O Eski Hücreye Benzer ki, Orman, Öğle, Parıltı, Seher, Sonbahar, Süvari, Şafakta, Şairsiz Dünya, Tahattur, Yarı Yol, Göl saatleri, Piyale

  • Yeni Şiir

    Yeni şiir başka, yeni şair başka... Yeni şiir dıştadır, yani bugün yeni şiir denilen şey, dış bakımdan eski şiire benzemeyen şeydir: değişik kalıpta; ama öz değişmemiş olabilir. Yeni şair ise şiire, kendisinden önce gelenlerin eserlerinde bulunmayan bir öz getirmiş olan adamdır. Onun şiiri dıştan bakılınca, eski şiire tıpkı benzeyebilir. Nedim de Baki gibi, Naili gibi gazeller, kasideler yazar, hem de hep o konular üzerinde yazar. Ama içten bakınca onun şiirinin Baki'nin şiirinden, Naili'nin şiirinden apayrı olduğunu görürsünüz: "Bu söz Nedim'in sözüdür" dedirten bir hali vardır. Galip için de bunları söyleyebiliriz. Nedim ile Galip edebiyatımızda birer yeni şairdir, bütün büyük şairler birer yeni şairdir. Yeni şairin başlıca vasfı eskimemektir. Nedim eskiyemez, Galip eskiyemez. Villon, Hugo, Rimbaud eskiyemezler. Yahya Kemal eskiyemez (yani ben onun yeni bir şair olduğuna, yeni bir şair olduğu için de eskiyemeyeceğine inanıyorum.) Yeni şiir ise eskidir. Bir zamanlar gazel yazmak da elbette yeni, yepyeni, züppelik sayılacak bir şey olmuştur; aradan yıllar geçip de herkes alışınca gazel yazmak eskimiştir. Vezinsiz, kafiyesiz şiir yazmak elli yıl sürerse, o çeşit şiirlere ama bizim için eski bir aşinadır. Bir de İstanbul'un bizim çocukluğumuzdaki bir tahtası kalmadı. Edebiyat-ı Cedide bize ne kadar köhne geliyor... Böyle söylemekle yeni şiiri, vezinsiz, kafiyesiz şiiri kötülemek mi istiyorum? Hayır, onu ne kadar sevdiğimi yıllarca söyledim durdum. Şairin keyfine karışmam: Vezni, kafiyeyi ister kullanır, ister kullanmaz. Ama bir şiiri vezinsiz kafiyesizdir diye ille yeni bulanlardan da değilim. Vezin, kafiye dış kalıplardır. Bir dış kalıp olduğu gibi bir de iç kalıp vardır. Bugünkü şairlerimizi incelediğimiz zaman bulduğumuz ortak vasıflar iç kalıptır. Dış kalıp nasıl eskirse iç kalıp da öylece eskir. Diyelim ki bugünkü şiirin, genç şiirin başlıca vasfı, bazı kimselerin söyledikleri gibi yaşamak sevgisi, yaşamaktan duyulan hazdır. Gün gelir, bu konudan bezilir, yaşamaktan duyulan hazzı söylemek eskir. Öyle ise yaşamak hazzı, bugünkü şiirin iç kalıbıdır: vezinsizliği kafiyesizliği gibi onun üzerinde de çok durmaya değmez. Yarın eskiyecek bir yenilikten bana ne? Ben ona yenilik dersem bundan yüz yıl sonra gelecek insanlar: "Şuna da bak! Bu kadar eski bir şeye yeni diyorlar!" demezler mi? Benim bugün yeni sayacağım şey, bundan beş yüz yıl, bin yıl sonra da yeni gözükmelidir. Gerek bugün, gerek bundan bin yıl sonra yeni gözükecek şey ise ancak bir şairin, bir sanat adamının kişiliği, kendinden başka kimsede bulunmayan vasfıdır. Yeni şair Homeros, yeni yazar Montaigne... O yenilik eskimediği gibi ona benzemek de kimsenin elinden gelmez. Nurullah Ataç(Biyografisi) (1898-1957), Türk edebiyatında modern anlamda deneme türünde ürün veren ilk yazar ve eleştirmendir. Dergâh dergisinde yayımlanan şiir ve yazılarıyla edebiyat dünyasına giren Ataç, çeviri, deneme ve eleştirileriyle Cumhuriyet dönemine damgasını vurmuştur. Yeni bir kültür ve dil arayışı içinde, kendi türettiği sözcükleri, devrik tümceleri ve kendine özgü biçemiyle dili bir uygarlık sorunu olarak ele almış; Batılılaşma, Divan şiiri, yeni şiir, eleştiri gibi çeşitli konularda, kişisel yönü ağır basan yazılarındaki kuşkucu ve cesur tavrıyla pek çok genç yazarı da etkilemiştir. Elliye yakın çeviri yapan Nurullah Ataç'ın yazıları şu yapıtlarda toplanmıştır: Günlerin Getirdiği (1946), Sözden Söze (1952), Karalama Defteri (1953), Ararken (1954), Diyelim (1954), Söz Arasında (ös 1957), Okuruma Mektuplar (ös 1958), Prospero ile Caliban (ös 1961), Söyleşiler (ös 1964), Günce I -II (ös 1972), Dergilerde (ös 1980)

  • Kağıtsız Yazı

    Kağıtsız yazı olur mu? Oluyor, oldu bile, çoktan girdi dünyamıza kağıtsız yazı, yerini açtı, genişletiyor. Yağma, talan peşinde bir istilâcı mı, kana susamış bir sömürgeci mi, yoksa yeni ve amansız bir emperyal düzenin akıllı silâhlarla donatılmış ordusu mu ekranın dibindeki dünyanın hakimi mi, bilemiyorum. Bildiğim, bir münafık olarak ona teslim olmakta gecikmediğim: Adıma kurulmuş bir sanal site, beşinci yılını dolduran bir tartışma grubu, indirilmesine izin verdiğim metinler, seyrek ya da sık katkıda bulunduğum ortamlar, herhangi bir arama motoruna künyem yüklendiği an beliren uçsuz bucaksız adres listeleri tutuk ve iştahsız davrandım desem kargalar güler. Kim, hangi sesle gülerse gülsün, kağıtsız yazının ortamıyla aramda bir mesafe olduğu kesin. Bilgisayar edineli on beş yıl oldu; İnternete ara sıra başvuruyorum; yazışmaktan çok haberleşmek için kullanıyorum ekranı; kopuk, kesintili, kısacası oldukça düzensiz takiplerim oluyor, gelgelelim bütün bunlar için günde ortalama on dakikadan fazla zaman ayırmıyorum, bilgisayarımı taşınabilir olmasına karşın taşımıyorum, o nedenle de günler boyu ekran yüzü görmeden pek güzel yaşıyorum. Daha önemlisi: İşlerimi bilgisayarda yapmıyorum. Yardımcım temize çekiyor hâlâ, yazdıklarımı. Artık yakınımda olmadığı için, bir süredir düzeltilerimi kendim yapıyorum, ama o işlemi bile çıkış alıp gerçekleştiriyorum. Kitaplarımın sayfa düzeni, içyapısı ve gerektirdikleri pek düzayak sayılmaz; özellikle ‘resimli kitaplar’ımın sayfa üstünde çatısını oluşturmak için enikonu çaba harcarım, ne ki bütün bu ayrıntıları dolaylı yoldan çözerim hep, ekran önüne geçmeye heves duymam. Her şey, öyleyse, şunu söylemek için: Kağıtsız yazı olmaz! Otuz sekiz yıldır yazıyor, otuz altı yıldır yayımlıyorum. Bu toplam süreyi kağıt kalemle geçirdim, daktiloya da ısınamamıştım, bundan böyle de alışkanlığımı sürdüreceğimden hiçbir şüphem yok. Kağıtsız yazı, öncelikle haz verici değildir. Yazmak, benim gözümde, hem gövdemin bütününü, hem de tenimi bağlayan bir fiil. Her şey temasla başlar içimde, hızlanır, harlanır: Kağıda, kaleme dokunmazsam haz güdüsü geri çekilir, söner. Kağıt seçen biriyimdir; yılların içinde yalandan tanımaya çalıştım farklı türlerini, atölyelere ve fabrikaya gittim, kağıt ürettirdim. Seçkin ve pahalı örnekleri için hovardalık yaptığım oldu, her vakit ömrüm boyunca tüketemeyeceğim bir stoğun önümde arkamda beklemesine özen gösterdim, bu bana ölçülmesi güç bir güvence duygusu aşıladı. Dileyen bu eğilimi bir sapkı, anlamsız bir sapkınlık türü sayabilir, yoruma karışılmaz. Kağıdın bana sağladığı doyumun yanında bunun sözü mü olur? Yazma aşamasında kalan bir ilişki değil, burada üzerinde durduğum. Yoksa, kime ne, nasıl neye yazıyor olmanızdan denilebilirdi pekâlâ. Gelgelelim, kağıt tutkusu bu boyutlara eriştiğinde, yazılanın hangi koşullarda yayımlanacağı, dolayısıyla okunacağı da aynı estetik haz kaygısının pençesine düşer. Yıllar, okur alışkanlıklarımı değiştirmedi: Kendi kitaplarımın basılışında, her zaman dilediğim kağıt türünün kullanılmasını şart koşabilecek lüksüm olmadı belki; gene de oldukça sık, yayıncılarımı ikna etme çabası içine girdim. Kimi yayınevleriyle çalışmayı yeğlememde malzemeye duydukları ilgi ve saygının payı büyüktü bundan önemlisi, kitap alıcısı kimliğinin bir parçası olarak kaldı kâğıt seçiciliği: Hâlâ, özgün baskıyı cep baskısına yeğlerim. Kimileri, biçimsel tasaların içeriğe ağır basışının öyküsünü okuyabilirler bu bağlanışta; seçkinci, gösterişçi, hafifletici yaklaşım sayacakların da sayısı az olmayabilir. Açıkçası: Bu yaşımda, okuyarak ve yazarak geçirdiğim bir ömrün şu aşamasında, vız gelir tırıs gider. Kağıtsız yazı, geri dönüşsüz bir evrim halkası, bir uygarlığın geri dönüşsüz sonunun miladi takviminin başlangıcı büyük olasılıkla. Bir nesne olarak kitap, gelecekte kısıtlı bir yere sahip olacak besbelli; kim bilir, belki de ortadan kalkacak. Kâğıdın üretemeyeceği, kâğıda gereksinme duyulmayacak bir çağın kapısından içeri attığımız ilk adımlar ola ki bunlar. Bu geçişi görmeden çekip gitmek istemezdim buradan. Bu geçiş tamamlanmadan gideceğim için kendimi şanslı sayıyorum. Enis Batur-Pervasız Pertavsız

  • SENECA

    Lucius Annaeus Seneca, Romalı düşünür, devlet adamı, oyun yazarı. (Córdoba, İspanya MÖ 4 -Roma, MS 65) 'Mutlu yaşam, tutku ve korku üzerinde mantığın ve düşüncenin elde ettiği bir zaferdir.'' Bilginler ailesinden gelen Seneca’nın babası hatip Seneca (Baba Seneca olarak da tanınır) hitabete düşkün Roma’da ün kazanmış bir kişiydi. Seneca, babasının yanında, Cicero’dan beri en gözde edebiyat etkinliği olan hitabeti öğrendi. Daha sonra öğrenimini Roma’da sürdürdü ve yeni-pythagorasçı Sotion, stoacı Attalus gibi felsefecilerle yakınlık kurdu. Söz konusu felsefecilerin etkisinde kalan Seneca dünya nimetlerine yüz çeviren bir stoacılığı benimsedi. Pek az yemek yemesinden ötürü sağlığı çok kötüleşti. Babasının ricalarını kıramayarak bu davranıştan vazgeçti ve Mısır’a gitti. Helen kültürünün o çağdaki en önemli merkezlerinden biri olan İskenderiye’de bilim ve felsefe çevreleriyle ilişki kurdu. ''Hakikat daima azınlıktadır ve azınlık daima çoğunluktan güçlüdür. Çünkü kural olarak azınlık gerçekten bir fikre sahip olanlardan oluşmuştur. Buna karşın çoğunluğun gücü aldatıcıdır, kalabalığın hiçbir görüşü olmaması anlayışına dayanır.'' Zamanın toplumunu bir vahşi hayvanlar topluluğu olarak gören Seneca, bilge kişisini, kenԁi kenԁine yeten, hazza olԁuğu kaԁar eleme karşı ԁa ԁuygusuz, korku bilmez, evrenin gerçek efenԁisi, erԁemi özgür iraԁesinin sonucu olan ve ölümԁen korkmayan kişi olarak tanımlamıştır. ''Doktor kendini kaybetmiş bir hastanın huysuzluklarına kızmaz. Ateşlendiği bir sırada kendisine dil uzatmasına da sinirlenmez. İşte akıllı bir adamın da insanlara yapacağı muamele böyle olmalıdır.'' Her ne kadar Stoacı maddeciliği benimsemiş olsa da, Tanrı'nın aşkın olduğunu öne süren Seneca, pratik felsefeyi öne çıkarmış ve gerçek erdemle değerin, dışarıda değil de, insanın içinde olduğunu belirtmiştir. Ayrıca harici iyiler ve zenginliklerin, insana mutluluk sağlamayacağını da söylemiştir. ''Hayat öyle lanet bir şey ki; ya yanlış zamanda doğru insanı karşına çıkarır. Ya da yanlış insanla, zamanını harcatır.'' Roma’ya dönünce, güzel konuşmasıyla kısa sürede ün yaptı ve böylece siyasal yaşama atıldı. Bu sırada Caligula ailesiyle bağlantı kurmuştu; ama Glaudius I imparator olunca, Seneca Korsika’ya sürgüne gitmek zorunda kaldı, orada Consolatio ad Marciam’ı (Marcia’ya Avunmalar) yazdı ve kendini felsefeye verdi. 49’da Agrippina tarafından yeniden Roma’ya çağrıldı; siyasal yaşamını sürdürerek, önce praetor, daha sonra konsül seçildi. O sırada on üç yaşında olan Neron’un eğitmeni oldu. Öğrencisi için, stoa felsefesine dayanan ve insan yaşamının temel sorunlarına ilişkin olan Diyaloglar yazdı. ''Evet, öyle yap, kendin için kazan kendini. Şimdiye değin senden zorla alınan ya da çalınan ya da boşuna akıp giden zamanına sarıl, iyi kullan onu. Sarıl bütün saatlerine: bugününe el koyarsan, daha az bağlı kalacaksın yarına. Böyledir bu iş: yaşamak ertelemeye gelmez.'' Seneca’nın görüşlerini açıkça anlaşılır kılmaya yönelik olan yapıtları kesinlikle didaktik bir nitelik taşırlar. Dram sanatını ve ikna etme sanatını kaynaştıran Seneca soru-yanıt biçimini benimser ve böylece istediği amaca ulaşır. Okurda, beklenen eylemi ya da tavrı ortaya çıkarma amacı güder ve üsluptan, bu amacı gerçekleştirmek için yararlanır. Bu bakımdan parlak sözler, alaycılık, lirik atılımlar, bilgiç alıntılar ve nükteler, estetik araştırmaların sonucu olarak değil, bu amacı gerçekleştirmek için kullanılırlar. Düzyazılarında ve şiir yapıtlarında, içeriği, biçime hiçbir zaman feda etmez. ''Arzularımız gerçekleşmediği takdirde, nelerle karşılaşabileceğimizi şöyle mantıklıca bir düşünürsek, yaşayabileceğimiz sorunların, yol açtıkları huzursuzluğa kıyasla çok daha küçük olduklarını görürüz.'' Seneca’nın dramatik yapıtları, çağının tiyatro akımı içinde yer alır. Helen tiyatrosunun etkisinde kalan oyunları, bilgili ve kültürlü bir seyirci kitlesi için yazılmıştır. Sahne ve metin ustalıkları yerine Seneca,kahramanlarını karşı karşıya ve uzun uzadıya konuşturarak felsefi görüşlerini açıklar. ''Sürekli ikiyüzlülükle azap çekmektense, içtenlikten dolayı hor görülmek daha iyidir.'' ''Unutma ki, birlikte olduğun insanın geçmişini kurcalamak, onunla kurmayı düşündüğün geleceği yok etmekten başka bir şeye yaramaz.'' Göz kamaştırıcı bir sahneleme ve çok sayıda figüran, bu tür tiyatroyla, daha önce sözlü halk sanatından çıkmış olan ve onun izlerini taşıyan İ.Ö. III. ve II. yüzyılların tiyatrosu arasındaki kopukluğu kapatamaz. ''Bütün kaygılarından kurtulmak istiyorsan, korktuğun şeyin başına geldiğini düşün.'' 62’de gözden düşen Seneca, yeniden felsefeyle uğraşmaya başladı. İmparatorluk sarayının tantanası, onun ahlakının sağlamlığını ve şaşmazlığını etkileyememişti. 65 yılında Piso gizli komplosuna karıştığı ileri sürüldü ve ölüm ile sürgünden birini seçmesine karar verildi. Ölümü küçümseyen Seneca, bileklerini keserek intihar etti. FELSEFİ GÖRÜŞLERİ Seneca’nın felsefesinin önemli konuları, düşüncelerini, kalabalıklara açıklama aracı olarak gördüğü edebiyat yapıtlarında yer alır. Seneca’ya göre insan, yaradancı bir evrende yer alır; Doğayı ve Tanrı Yardımını izlemek zorundadır. Yalnızca ruhu insana aittir ve onu, bilgiyle, bilgelik arayışıyla, “mutlu yaşam”la işlemek gerekir. ''Tanrı soylu ruhları sert biçimde sınıyorsa, bunda şaşılacak ne var? Erdemin kanıtı asla kolay değildir. Talih bizi kamçılar ve vurarak ezer, dayanalım! Bu vahşet değil, bir mücadeledir; bu mücadeleyle ne kadar sık karşılaşırsak o kadar cesur oluruz.'' Bügece yaşam davranışları, eylemde gerçekleşir; bundan ötürü bilgelik, yetkin bilgeliğini yaratışta gerçekleştiren tanrısal modeli göz önüne almalıdır. Her eylem, genel tasarı uyarınca etkili olmalıdır. Çağdaşlarını yola getirme, ideal bir hükümdarın yetişmesine yardımcı olma girişimiyle, bilgeliğin tek insana ait olduğu ve onun için anlam taşıdığı düşüncesi arasında bir karşıtlık vardır. Tek başına elde edilen bu güç, insanın kendisine, yaşama ve ölüme, yani bilge ruhun Evren’de bir yansıması olarak ortaya çıkan mutlu ölüme egemen olmasıdır. ''Hayat bu, zaman gelir, her şey bir anda son olur. Hayat bu, son dediğin an, her şey yeniden can bulur.'' Eserleri Tragedyalar : Hercules Furens (Çıldıran Hercules) Medea, Troiades (Troyalı Kadınlar) Phaedra Agamemnon Oedipus Hercules Oeta'da, Phoenissae (Fenikeli Kadınlar) Thyestes Octavia Diyaloglar : Ad Marciam de Consolatione (Marcia'ya Teselli) Ad Helviam Matrem de Consolatione (Annem Helvia'ya Teselli) Ad Polybium de Consolatione (Polybius'a Teselli) Oyunlar : Tragödische Schriften, (ö.s.), 1924 Tiyatro yapıtları : Troades (Troyalılar) Medea (Medea) Thyestes (Thyesces) Oedipus (Oedipus) Apocolocyntosis sive Ludus de Morte Claudii (İmparator Claudius'un Kabaklaşması) Felsefe : Naturales Quaestiones (Doğa İncelemeleri) De Clemcntia (Acıma Üstüne) De Beneficiis (İyilikler Üstüne) Dıaloglar (12 cilt) Epistulae Morales ad Lucilium (Luçullus'a Ahlak Mektupları). Öğretiler : De Providentia (Tanrısal Öngörü) De Constantia Sapientis (Bilgenin Sarsılmazlığı) De Ira (Öfke) De Vita Beata (Mutlu Yaşam) De Otio (Boş Zaman) De Clementia (Hoşgörü) De Beneficiis (İyilikler) Naturales Quaestiones (Doğa Sorunları) Mektup : Lucius'a yazdığı Epistulae ad Lucilium (Lucius'a Mektuplar) 124 mektuptur. Düzyazı ve Şiir : Divi Claudii Apocolyntosis DERLEYEN : Aysu AFYONLU

bottom of page