top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Şükran KURDAKUL Kararlılık ve Direnç Anıtı

    ÖNER YAĞCI/ * 22. Aralık. 2014 “Gücünüz varsa sizin/ Sözcüğü tutuklayın./ Öğrenci, kitap, Türkçe/ En güzel kavramı dilimin/ özgürlüğü tutuklayın/ Gücünüz varsa artık/ Usumu tutuklayın.../ Gücünüz varsa sizin/ Ölümü tutuklayın” diyen Şükran Kurdakul için ilk söylenecek şeyin onun bir kararlılık ve direnç anıtı olduğudur. Yaşamıyla ve yüreğiyle direnen bir anıt; düşünceleri doğrultusunda yaşayan, düşüncelerinin eyleme ve yaşama geçirilmesi için örgütlü savaşımlarla dolu bir anıt; acıyla, dirençle, sevgiyle, coşkuyla, bilinçle yükselen bir anıt… Şükran Kurdakul deyince akla, yaşamın edebiyatla güzelleştirilmesi, edebiyatçının yaşamdan sorumluluk duyması gelir. II. Dünya Savaşı yıllarındaki Yeni Düzen heveslilerinin faşist barbarlığının ve ülkemizdeki işbirlikçilerinin kudurmuş saldırganlığına karşı bir Cumhuriyet aydını olmanın bilinciyle direnen bir kuşağın son temsilcilerindendi o. “İzmir’in içinde Amerikan neferi/ Yiğit olan evinde duramaz gayrı” diyen ve 1960’lı yıllardaki antiemperyalist dalganın bayrak taşıyıcılarındandı. O, örnek bir yazar ve aydın olarak, “Biz ki acılar döneminden/ Ellerimizi kirletmeden geçtik” demenin onuruyla yaşadı. “Kırk yılın sömüre sömüre bitiremediği” yurduna sevdalı bir yazardı; “Ülkesi ağıdistana dönmüş bir ozan”dı; “Işığı titremeyen dirence selam” gönderendi. “Korkunun cesareti yenemediği meydanda” diyen bir direnç ve coşku ustasıydı. Yeni Dünya Düzeninin kirli imparatorluğunun sömürgeleştirip parçalamaya çalıştığı yurdumuzda Şükran Kurdakul, çoğalan aydınlığımızın cesur bir çığlığı olarak emperyalist dayatmalara ve ülkemizin pazarlanmasına karşı çıkma yürekliliğini gösteren bir aydınımızdı. O, yalnızca bir şair, bir öykücü, bir edebiyat tarihçisi olmakla kalmayan, düşünce ve örgüt adamı olarak da kültürümüzün ve yaşamımızın ufuklarını genişleten bir aydındı. 15 Aralık 2004’te yaşama veda etti; kendisinin söylemiyle, ona anlamlı bir yaşam bağışlayan doğaya borcunu ödedi. “Aydın yüzünüzün bilince ulaştığı yerde/ Bütün kitapların eyleme dönüştüğü yerde/ Sesleriniz geliyor özgürlük alanlarından/ Bir bayrak yarışı bu, mutlaka geçeceksiniz/ Güzel başladınız çocuklar, güzel bitireceksiniz” diyen Şükran Kurdakul, toprağımızın aydınlık yolculuğunun “acılar dönemi”ne yazgılı şairiydi. O, düşüncesi, duyarlılığı, sevgisiyle yaşamış ve yazmıştı hep. Ses olmuş, söz olmuş, sunmuştu aydınlığını, akmıştı sanat ırmağına. “Tutsak edilemeyen Türkçe gücünün güzelliği”yle yaşadı hep. Özgürlük için çıktığı yolda 1940’lı yıllardan beri şiirler (“Tomurcuk, Zevklerin ve Hülyaların Şiirleri, Giderayak, Nice Kaygılardan Sonra, İzmir’in İçinde Amerikan Neferi, Halk Orduları, Acılar Dönemi, Bir Yürekten Bir Yaşamdan, Ökselerin Yöresinde, Ölümsüzlerle, İhtiyar Yüzyıla”); öyküler (“Tanığın Biri, Beyaz Yakalılar, Kurtuluştan Sonra, Onların Çocukları”) yazdı. Edebiyatımıza “Şairler ve Yazarlar Sözlüğü, Çağdaş Türk Edebiyatı, Namık Kemal, Zindandaki Şair, Nâzım’ın Bilinmeyen Mektupları, Şairce Düşünmek, Nâzım Dünya ve Biz”i armağan etti. Alpay Kabacalı’nın “Coşkunun ve Direncin Şairi Şükran Kurdakul”, Öner Yağcı’nın “Şükran Kurdakul: Yaşamı Sanatı Yapıtları” adlı çalışmaların yanı sıra onu anılarından da tanıyabiliriz: “Cezaevinden Babıali’ye Babıali’den TİP’e.” Yeni Dünya Düzeninin tüketim toplumu olmamız yolunda şırıngaladığı değersizliklerin egemenliğindeki, sanatçı onurunun ve sanatın özgürlüğünün hiçe sayıldığı koşullarda örnek ve öncü aydın Şükran Kurdakul, aydınlıklar içinde, aydınlığıyla yatsın.

  • Çizgilerin Efendisi 98 Yaşında

    Turhan Selçuk (30 Temmuz 1922,Milas - 11 Mart 2010, İstanbul), Türk karikatürist. Sade çizgi ve yazısız karikatürleriyle tanınmıştır. 1953'ten itibaren baş karikatüristi olduğu Milliyet gazetesinde 1959 yılında yayınlamaya başladığı Abdülcanbaz serisi Türk karikatür tarihinde önemli yeri vardır. Türkiye'de Semih Balcıoğlu ve Ferit Öngören ile beraber Karikatürcüler Derneği'nin kurucularındandır. 1922'de Milas'ta doğdu. Babası Mehmet Kasım Selçuk, annesi Hikmet Selçuk'tur. Asker olan babasının görevi sebebiyle çocukluğunda Türkiye'nin bir çok değişik yerinde bulundu. 1941 yılında Adana Erkek Lisesi'nden mezun oldu. 1942 yılında İstanbul'a giderek Diş Tababet Mektebi'nde başladı ancak bu okuldaki eğitimini yarıda bıraktı. 1948'de İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi'ne kaydoldu ancak bu okuldaki eğitimini de tamamlamadı. İlk karikatürleri 1941'de Adana'da yayınlanan Türk Sözü gazetesi ile İstanbul'da yayınlanan Kırmızı ve Beyaz, Şut spor dergilerinde yayınlandı. İlk olarak 1943'te Akbaba'da düzenli olarak karikatür yayımlayan sanatçı, 1945 yılında bir süre Tasvir gazetesinde karikatürcü ve ressam olarak çalıştı; 1948-1949 yıllarında Refik Halit Karay'ın çıkardığı Aydede'de çalıştı. 1949 yılında Yeni İstanbul gazetesinde baş çizer oldu ve karikatürleri birinci sayfada yayımlandı. Bu yıllarda Saul Steinberg'in yazısız karikatür anlayışına yönelmeye başladı. Aynı gazetede karikatürün tarihsel sürecini irdeleyen ve grafik mizah anlayışını savunan yazılar kaleme aldı. İlk sergisini 1951 yılında açtı. Kardeşi İlhan Selçuk'la birlikte 41 Buçuk (1952) adlı dergiyi 15 sayı çıkardı; ardından Karikatür (1953) adlı dergiyi çıkardı. Yeni Gazete, Akşam gazetelerinin ardından 1953 yılına Milliyet gazetesinde çalışmaya başladı. Aynı yıl ilk karikatür albümünü "Karikatür" adıyla yayımladı. 1954 yılı sonunda Milliyet gazetesinin baş karikatüristi oldu. Bu dönemde çizgi tarzını geometrik formlara dönüştürdü. 1954-1961 arasında Akis için de karikatürler çizdi. Kardeşi İlhan Selçuk ile Dolmuş (1956) mizah dergisini dönemin yeni yazısız karikatür anlayışıyla çıkardı. Cumhuriyet gazetelerinde, Yön, Devrim, Toplum dergilerinde çizdi.1957'de Milliyet gazetesinde çizmeye başladığı Abdülcanbaz dizisi ile tanınan sanatçının bu karakteri tiyatro ve sinemada da canlandırıldı. Ayrıca Abdülcanbaz 1991 yılında PTT tarafından bir posta pulu üzerinde resmedildi. Türkiye ve Avrupa'da birçok müzede karikatürleri sergilenen sanatçının "İnsan Hakları" konulu karikatür sergisi Avrupa Konseyi'nin önerisiyle ilk kez Strazburg’da açıldı ve dünyanın birçok ülkesinde sergilendi (1992-1997). "Barış ve Kitap" konulu karikatürü 1992'de Avrupa Konseyi'nin başlattığı kitap okuma kampanyasının afiş ve logolarında kullanıldı. Çizer Turhan Selçuk, en son Cumhuriyet gazetesinde çizmekteydi. Acıbadem Maslak Hastanesi'nde karın içindeki aort damarının yırtılması nedeniyle ameliyat oldu. Bu ameliyat sonrasında yoğun bakıma kaldırılan Selçuk, 11 Mart 2010 tarihinde İstanbul'da yaşamını yitirdi. Milas Belediyesi tarafından Turhan Selçuk anısına, "Uluslararası Turhan Selçuk Karikatür Yarışması" adı altında her yıl düzenli olarak ödüller verilmektedir.

  • And Olsun Şart Olsun

    Ben Böyle Kalmışsam Yalnızsam Hor Görülmüşsem Arkasızsam Ve Böyleyse Bahtı Siyahım Yemin Kasem Olsun Ve And Olsun Şart Olsun Yerde Kalmaz Ahım. * Enver Gökçe (d. 1920, Kemaliye, Erzincan - ö. 19 Kasım 1981, Ankara), Türk şair, yazar ve çevirmen. 1920 yılında Erzincan'ın Kemaliye (Eğin) ilçesine bağlı, Çit köyünde doğdu. 1929 yılında ailesiyle Ankara'ya göç ettiler. Burada özel ilkokulda okumaya başladı. Daha sonra Cebeci Ortaokulu'na girdi (1935). Ankara Gazi Lisesi'nin ardından Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu (1947). Türk dilinin tüm kolları, Türkmence, Kırgızca, Karaimce, Göktürk ve Oğuz lehçeleri, İstanbul ağzı vd. üzerinde çalıştı, Divan Edebiyatı'nı uzmanlık derecesinde öğrendi/hakim oldu. Pek çok halk öyküsünü, masalını, bu arada da, Dede Korkut Masalları'nı derleyerek bugünün Türkiye Türkçesine kazandırdı. Sosyalist düşünceye yakınlaşmaya başladı. Türkiye Gençler Derneği'nin (Ankara, 1946) kurucu üyeleri arasında yer aldı. Mezuniyet sonrası, öğretmen olarak atanması siyasî polisin engeline takıldığından, iş bulduğu Yurtlar Müdürlüğü'nün İstanbul öğrenci yurtlarında çalışmaya başladı. 1951 Türkiye Komünist Partisi Tevkifatı'nda tutuklandı ve mahkemede en yüksek cezayı alanlar arasında yer aldı. Tutukluluğu sırasında ve mahkûmiyet sonrası tutulduğu İstanbul Sirkeci'deki Siyasî Şube, Sansaryan Hanı'nın tabutluklarında iki yıl süresince çok ağır işkence gördü. Fiziksel ve psikolojik sağlığını önemli ölçüde yok eden, pek çok şiirinin ve ünlü destanı, Yusuf İle Balaban'ın kaybolmasına neden olan tutukluluk, hapislik ve sürgünlerin sonunda (1959) bu kez de işsizlik ve yoksulluk yakasına yapıştı. İstanbul ve Ankara'da yaşadığı acı deneyimler onun çok zor koşullar altında yaşamak zorunda kalacağı köyüne gitmesine neden oldu. Ağırlaşan hastalığı nedeniyle tekrar Ankara'ya dönmek zorunda kaldı. Kısa bir süre Bulgaristan'da tedavi gördü (1977). Son yıllarını Ankara'daki bir huzurevinde tamamladı. Enver Gökçe, 19 Kasım 1981'de yeğeninin Ankara'daki evinde öldü. Enver Gökçe, öğrencilik yıllarında, Nurullah Ataç, Ahmed Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer'in de katılımları olan, dönemin ünlü Halkevleri yayını, Ülkü Dergisi'nde görev aldı; ilk şiirleri (Ağıt, Bir Alıp Satıcı Gönül - 1943) ve yazısı (Çit Köyü - 1943) da burada yayımlandı. Ant dergisinde yayımlanan Köylülerime şiiri büyük yankı uyandırdı. Ant, Yağmur ve Toprak dergilerinin yayımında çalıştı. Daha sonra da şiirleri, 1940'lı yıllarda, Ant, Söz, Gün, Yağmur ve Toprak, Meydan, 1960'lı yıllarda şairin “yeniden keşfi”nin ardından, Türk Solu, Ant, nihayet 1970'lerde, Doğrultu, Yansıma, Yarına Doğru, Toplumcu Gerçekçiliğe Çağrı, Halkevi, Yapıt, Yaba, Yeni Adımlar, Türkiye Yazıları, Sanat Emeği gibi dergilerde yayımlandı.Toplumcu gerçekçi şiir akımının mensubudur. Mezuniyet tezi (1947) olan Eğin Türküleri, türünün ilk örnekleri arasındadır. Dünya şairi Şili Komünist Partisi militanı Pablo Neruda'nın şiirlerinden seçmeler ilk kez, Enver Gökçe tarafından Türkçeye çevrilmiş ve 1959 yılında Türkiye'de yayımlanmıştır. Bazı şiirleri Zülfü Livaneli, Timur Selçuk, Sadık Gürbüz, Kerem Güney ve Ahmet Kaya tarafından bestelendi. Yazıları (bilinenler): Çit Köyü (Ülkü Dergisi, 1943), Sanat ve Sanatçı Üzerine (Yeryüzü Dergisi, 1951), Aşık Veysel'e Dair (1960?/Bkz.: www.envergokce.org>Düzyazıları). Masal derlemeleri (bilinenler): Usta Nazar (DTCF, 1946), Şehzade ve Üç Turunçlar (DTCF, 1946?)- Bu masallar Dost yayınları tarafından 1960'lı yıllarda yayımlanan masallar dizisinde imzasız olarak yer aldı. Şairin ölümünden sonra İlhan Başgöz'ün uyarısıyla, Yaba yayınları tarafından 1984 (Şehzade ve Üç Turunçlar) ve 1985 (Usta Nazar) yıllarında çıkartılmakta olan iki aylık, Yaba Öykü kitapçıklarında bu kez şairin imzasıyla yer aldı. Yaba Yayınları daha sonra (2015), Enver Gökçe'nin elde olan tüm masallarını dört kitapçık halinde (Öksüzoğlan, Altın Top, Cimri ile Cömert, Nalıncı Padişah) yayımladı. Kitapları: Kemâlettin Kamu (biyografi)-"Mustafa Gökçe" adıyla-(1958), Ömer Bedrettin Uşaklı (biyografi)-"Mustafa Gökçe" adıyla-(1958) Dost Dost İlle Kavga (1973), Panzerler Üstümüze Kalkar (1977), Yaşamı Bütün Şiirleri (1981), Eğin Türküleri (yazımı: 1947, kitap halinde ilk yayını: 1982). Çevirileri (bilinenler): Antil Masalları (1958), Hint Masalları (1958), Çin Masalları (1958), Mısır Masalları -"Mustafa Gökçe" adıyla- (1959), Çağımızın Büyük Şairlerinden Pablo Neruda’nın Şiirlerinden Seçmeler -"Mustafa Gökçe" adıyla- (1961), Dede Korkut Masalları -"Aydın Tataroğlu" takma adıyla- (1968), Pugaçef Ayaklanması/A. Gesinoviç (1969), Çocuk/Vera Panova (1972), Pablo Neruda Seçmeler (1975), Ömer Hayyam Rubailer (Dost Dost İlle Kavga'nın 1975'teki 2. baskısına ve 1977'deki 3. baskısına ek), Kelile ve Dimne/Beydaba (-"Aydın Tataroğlu" takma adıyla- ilk basım 1969; Enver Gökçe adıyla basımı, 2003). Kayıp çalışmaları (bilinenler): Yusuf ile Balaban Destanı (şiir/destan), Dünya Masal ve Efsaneleri (çeviri). Ve tutuklamalarda, gözaltılarda, aramalarda kaybolan, yok edilen sayısı bilinmeyen şiirler, yazılar, çeviriler. Enver Gökçe'nin tüm çeviri ve telif eserleri Evrensel Basım Yayın tarafından yayınlanmıştır.

  • BİR ANDA

    “Bir kitabı okuduğumda bütün bedenim hiçbir ateşin ısıtamayacağı kadar üşürse bilirim ki o, şiirdir.”​ Bir anda olur biter -Ölmek Hiç canın yanmaz diyorlar Solmaktır aşama aşama Sonra gözden tamamen yitmek Kara bir Şerit günün üzerinde Şapkanın üzerinde bir tül Derken günün hoş ışıkları gelir Yardımcı olur unutmamıza Yoktur O gizemli varlık İçi bizim zekamızla dolu Çekildi derin bir uykuya Artık kalmadı yorgunluğu. (Çev.:Tozan Alkan) * Emily Dickinson (1830-1886) Amerikalı kadın şair. Çok zengin bir dede ve baskın bir babanın gölgesinde büyüdü. Arkadaşları onu ziyarete geldiğinde onlarla görüşmediği ya da kapı arkasından konuşarak görüştüğü söylenir. Ancak ev içerisinde mutlu, yemek yapan, mahallenin çocuklarına pencereden sepetle şeker sarkıtan bir kadındı Dickinson. Sevdikleriyle daha çok mektuplaşarak iletişim kurdu. Toplumdan kaçma nedeni; bunun insanı en çok özgürleştiren davranış olduğunu düşünmesiydi. “Yaşananların bir daha asla geri gelmeyecek olması hayatı tatlı kılar.” (“That it will never come again is what makes life so sweet.”) Emily Dickinson Dickinson tercih ettiği münzevi hayatında hiç evlenmedi. Yazılı bazı kaynaklarda en son 1862 yılından sonra tamamen eve kapanarak kendisini yazmaya adadığı ve bu şekilde 24 yıl yaşadığı belirtiliyor. Şiirleri çok tartışılsa da Amerikan'ın en çok okunan şairlerinden olduı. Yazdığı 2000 kadar şiirinin sadece bir kaçının basılmasına izin veren Dickinson, kendisi öldükten sonra tüm şiirlerinin yakılmasını istedi. Ancak bu isteği gerçekleştirilemedi. Kızkardeşi Lavinia kardeşinin isteğini yerine getirmek için bazı şiirlerini yaktı ancak yakmadıkları aynı mahallede yaşayan Mabel Loom tarafından bulunup basıldı.

  • ZAMAN

    Yunan mitolojisinde pek çok olayın, olgunun, varlığın, kavramın tanrısı vardır. Aşkın Eros, savaşın Ares, denizin Poseidon, güzelliğin Afrodit, sanatın Apollon... zamanın tanrısı ise Khronos (Kronos)tur. Kronos çok güçlü bir tanrı (titan)dır. Başı sonu yoktur. Durdurulamaz, geri döndürülemez. Varlıkları yaratır, sırası gelince de öldürür. Hatta oğlu Zeus bile saklanarak kurtarılmıştır. Düşünüldüğünde zamanın ne denli güçlü olduğu, tanrısal özellikler taşıdığı anlaşılır. İnsan için zaman önemlidir. Dünyaya gelişi, yaşadıkları, ölümü zaman içinde geçer. Bazen mutlu bazen mutsuzdur. Ama onu sona yaklaştıran her yılı (doğum günü) kutlamayı ihmal etmez. İnsanın zamanı ölümüyle sonlanır. Ama pek çok dine göre, zaman, ahirette sonsuz olacaktır. “Nasıl bir zamana geldik” denilerek yaşanılan zaman dilimini geçmişle karşılaştırarak kötüleyenler vardır. Oysa zamanı iyi ya da kötü yapan insanın kendisidir. Savaşlarla, açgözlülüklerle, doğayı tahriple kötü ortamı yaratan insandır. Doğada her şeyin bir zamanı vardır. Atalarımız “zamanı gelmeden bir çiçek açmaz” diyerek varlıkların, durumların, olayların belli bir olgunlaşmadan sonra ortaya çıkacağını anlatmak istemişlerdir. Her şeyin uygun olduğu zamanı iyi bilmek gerekir. “Demir tavında dövülür”, “su akarken testiyi doldurmak gerek”, “vakitsiz öten horozun başını keserler”, “erteye kalan arkaya kalır” atasözleri bu durumu en iyi anlatırlar. İnsanın zamanı (ömrü) kısadır. Başım, gözüm diyene kadar biter. Yunus Emre “Geldi geçti ömrüm benim / Şol yel esip geçmiş gibi / Hele bana şöyle gelir / Bir göz açıp yummuş gibi” dörtlüğünde bu durumu en güzel biçimde anlatır. “Zamanı öldürmek, en pahalı harcamadır” sözü zamanın ne denli değerli olduğunu anlatır. Zaman iyi değerlendirilmeli, boşa harcanmamalıdır. Son pişmanlık fayda etmez, giden geri gelmez. Kimi insanlar zamanını aşar. Düşünceleri, buluşları, sanatları, insanlara hizmetleriyle öldükten sonra da yaşarlar. Atatürk, hala yaşıyor, yaşayacak tüm canlılığıyla. Fuat ÖZGEN

  • Güzelim Taşkent

    Uçağımız, Moskova Havaalanı'ndan saat 23.00'de kalktı. Bir süre sonra, gökyüzünde sanki rüzgârsız, bu­lutsuz, yıldızsız bir noktaya, uzun bir süre takılı kaldık. Önce koyu lacivert, sonra açık mavi bir gökyüzü, pence­relerimizi süslemeye başladı. Böyle, saatlerce güneydo­ğuya doğru uçtuk. Taşkent'e indiğimiz zaman, güneşin ilk ışıkları, Türkistan topraklarını daha yeni yeni öpüyor­du. Anlatılmaz bir şafak güzelliği, ruhumu ürpertilerle doldururken Taşkent toprağına ilk adımımı attım... Serin bir rüzgâr yüzümü okşadı. Siz hiç rüzgâr öp­tünüz mü? Ben rüzgârı, hem de yüzlerce defa, o güzel Taşkent sabahında öperek yürüdüm. İçimden: "Merha­ba huzur" diyordum. "Merhaba sevgili Taşkent!..." De­mek ki artık, Türkistan Toprağı'ndayım. Karşı binalardan iki Özbek, uçağa doğru koşmaya başladı, ikisinin de başında, ipek ibrişimlerle çiçek açan badem ve gözyaşı motifli Özbek takkeleri var. Badem motifleri, Asya Türkü'nün, çekik gözlerine benziyor. Orta yaşlı Özbek, genç yardımcısına bağırdı: "-Envar! Envar! Sen mihmanları surda yığışla, son­ra bile getgen! çabıkl çabık! çabık!" Taşkent'te, Türkçe duyduğum ilk cümle budur. Her kelime bir dost selâmı gibi gelip yüreğimi buldu: "Enver! Enver! Sen misafirleri şuraya topla. Sonra birlik­te gidelim. Çabuk, çabuk, çabuk!" Misafirler, sağa sola koşuşan Enver'in gösterdiği salonda toplanmakta gecikmediler. Biraz sonra, araba­larla Taşkent yoluna düştük. Ay yüzüne inmiş bir insan gibi, her yere dikkatle bakmaya, her kelimeye kulak ka­bartmaya başladım. Alabildiğine uzanan düz bir toprak, sonsuzda, ufukla birleşiyor. Toprak tanınır mı hiç? Gök­yüzü tanınır mı? Rüzgâr tanınır mı? Herhalde hayır diye­ceksiniz! Ama ben, ilk defa gördüğüm o aziz toprakları tanıdım? Gökyüzünü tanıdım! Rüzgârını tanıdım! Kendi kendime: "Şu alabildiğine dümdüz uzanan topraklar, bal gibi Konya bozkırı! Şu açık, şu insana huzur veren mas­mavi gökyüzü, bizim Bursa'dan! Şu mis gibi serin rüzgâr Sivas yaylalarından! Ve bu sevimli yüzler, badem gözler, bizim eşimizden dostumuzdan; bizim kavim kardeşimiz­den!" diyordum. Kilometrelerce yol aldığımız halde, ne bir karış yüksekliğinde bir tümsekten atlıyor, ne de çok hafif bir meyilden kayıyoruz. Taşkent'e huzurlu yaklaşıyoruz. Taşkent, sabahın ilk ışıkları altında yavaş yavaş gerinen bir dev gibi... Ken­disine yaklaştıkça karşımızda önce toparlanıp oturmaya, sonra doğrulup ayağa kalkmaya başlıyor. Arabalarımız şehrin büyük ve geniş caddelerine gi­rer girmez şaşırıp kaldım. Çünkü gördüm ki Taşkent, pı­rıl pırıl geniş caddeler, kocaman havuzlarla güzelleşen büyük meydanlar, heybetli apartmanlar, gölgeli ve çi­çekli parklar, gösterişli sinemalar, Özbek Nakışları'yla süslü zengin müzeler, alımlı heykeller, çeşitli üniversite­ler ve uğultulu fabrikalar şehri... Etrafta ne bir kerpiç ev, ne bir kerpiç duvar, ne tozlu topraklı bir eski yol var. Taşkent, Asya ruhundan sıyrılarak, tam bir Avrupa şehri olmaya başlamış. Arabalarımız 16 katlı "Özbekistan Mihmanhanası" önünde durduğu zaman, güneş bir-iki minare boyu an­cak yükselmişti. Gördüm ki; Özbekistan Mihmanhanası, etrafını kuşatan geniş caddelere, birkaç metre yükselti­len yığma bir düzlükten bakıyor. 16 katlı Özbekistan Mi­safirhanesi, modern bir otel. Meydanın bir köşesinde, kocaman bir havuzun sayısız fıskiyelerinden sakırdaya­rak dökülen suların ince musikisi, kuş cıvıltılarıyla birlik­te, etrafa perde perde yayılıyor. Ve o serin meydanı süs­leyen iri güller, sabah mahmurluğuyla yüzümüze gülüm­süyorlar. İki bin kişilik Özbekistan Mihmanhanası'nda, bizim için ayrılan odalarımıza çekildik. Taşkent'i yakından tanımak için, akşama doğru so­kağa çıkabildik. Günlerden pazardı. Dışarıda nefis bir hava vardı. Rastgele yürümeye başladık. Büyük ve güzel parklardan geçtik. Büyük ve güzel meydanlar gördük. Büyük ve güzel fıskiyeli havuzlar, ruhumuzu bir sonsuz­luk türküsüyle kucakladılar. Geniş kaldırımlı caddelerde, yer yer açılıp saçılan zarif çiçeklikler, yüreğimizi sevda­landırdı. Birdenbire Taşkent'i bu haliyle de sevmeye başladım. Taşkent bana, sessiz ve sakin bir sayfiye şehriymiş gibi geldi. Müthiş bir sessizlik, müthiş bir ıssızlık, şehrin bütün caddelerini, bütün meydanlarını kucağına çekmişti. Görünürlerde, hemen hemen hiç kimse yoktu. Güzelim Taşkent, sanki bir hava hücumuna uğramış ve­ya terk edilmiş bir şehir kaderiyle, derinden derine ken­disini dinliyordu. Geniş yapraklı ağaçların arkasında yük­selen blok apartmanlar, pencerelerin ve balkon kapıları­nı sıkı sıkıya kapayarak, esrarengiz hâllerini gözlerimiz­den kaçırmaya çalışıyorlardı. Bizi, zaman zaman olduğu­muz yere çivileyen bazı büyük binaların mimarileri, Türk - İslâm medeniyetinin nakışlarıyla süslüydü. Ben, modern binaların ön cephelerinin büyük bir kilim gibi boy­dan boya işlendiğini, ilk defa Taşkent'te gördüm. Bu çarpıcı güzellikler içinde, birkaç Özbek'e rastlamak, ko­nuşmalarına kulak kabartmak, yüzlerine, gözlerine, kıya­fetlerine bakmak için can atıyordum. Hayret! Kilometre­lerce yürüdüğümüz halde, karşılaştığımız kimseler ancak 5-10 sayısı içinde kaldılar. Kırmızı yanan trafik lambala­rı önünde 3-5 araba ya var; ya yoktu. Her köşe başın­da, her cadde üzerinde, her meydan ortasında, sessizlik âdeta taş kesilmiş. Peki, ama bu bir milyon sekiz yüz bin nüfuslu şehrin halkı nerelerde acaba? Çetin Tunca, içimden geçenleri duymuş gibi söze başladı: "-Taşkent böyledir işte! Âdeta bir sayfiye şehridir. Ama Baku sıcak, canlı, güzel bir şehir." Yavuz Bülent Bakiler (Türkistan Türkistan)

  • İzmir'de Bir Gün

    Kim bilir kaçıncı gelişim bu İzmir'e... Yaşamak için bile düşünebileceğim bir yer oldu İzmir hep (Kimin olmadı ki? Kimle konuşsam İzmir'i ne çok sevdiği var dilinde). Mübadele yıllarında Anadolu'daki bütün şehirler mübadele kapsamında olsa da, gayrimüslimlerin şehir ekonomisindeki ağırlığı nedeniyle İzmir'de yaşayanlara dokunulmadı. Bugün gavur İzmir diye anılması ve Türkiye'nin en renkli ve rahat şehirlerinden biri olmasında bu durumunun çok etkisi olduğunu düşünüyorum. Kaldığım otel Balçova'da. Zamanında Agamemnon'un da yaşadığı bu topraklarda o yıllarda da sıcak su kaynakları çok rağbet görürmüş. Şimdilerde yine İzmir'in bu bölgesine sıcak su kaynaklarından faydalanmak için çok kişi geliyor. İzmir'de sabah güne otelde kahvaltı yaparak başlıyorum. İzmirlilerin gevrek dediği simit ve başka bir yerde bulamayacağınız, aslen Yahudilere ait bir hamur işi olan boyoz yiyip vuruyorum kendimi yollara. Boyozun tadı hala damağımdayken şehirdeki ender sinagoglardan olan Bet İsrail Sinagogu'na ulaşıyorum. Dünyanın bir çok yerinde polis korumasında olan sinagoglar gördüm. Türkiye'dekilerde durum biraz daha farklı oluyor: Etrafındaki tüm binalar boşaltılmış ya da sinagoga bağlı vakıflar tarafından satın alınmış oluyor (Bkz. Bursa'da Arap Şükrü'deki sinagog). Burası da aynı durumda. 1900'lerin başında inşa edilmiş bu yapı şu anda kullanılıyor mu bilmiyorum, tüm kapıları mühürlü gibi kapalıydı. Ancak semtteki diğer müstakil binalarla hoş bir havası var bu binanın da. Hemen yan tarafa geçerseniz Dario Moreno Sokağı'na ulaşacaksınız. Asansöre giden bu sokakta yaşamış olan Dario Moreno anısına asansörde hep onun şarkıları çalınıyor. Deniz ve Mehtap'ı burada dinlemenin keyfi bir başka oluyor. Belli ki koruma altındaki bu sokaktaki binaların sonundaki asansörle yukarı çıktığınızda güzel bir İzmir manzarası sunan Ceneviz Cafe sizleri bekliyor. Aslında mola vermek için güzel bir yer burası ama hem daha yolun başındayız hem de gezecek çok yer var... Asansörle aşağıya inip Konak Meydanı'na doğru yürürken Ayhan Işık'ın doğduğu evin de önünden geçiyoruz. Eski Türk filmleri nostaljisi yaşatan bir şehir İzmir. Sanki daha o vahşi alışveriş ve tüketim zombilerine dönüşmemiş insanlardan ve vahşi kapitalizme teslim olmamış semtlerden oluşuyor gibi (Evet, İzmir'e dışardan bakanlar aynen bu hislere kapılıyorlar. Gerçek olması gerekmiyor tabii bu hissettiklerimin. Bir süre İzmir'de yaşasam ben de İzmir Masalı'ndan uyanıp gerçek yüzünü görürüm elbette). Konak Meydanı'na ulaşınca gözünüze ilk önce İzmir'in sembolü Saat Kulesi çarpacaktır. Osmanlı'nın son dönemlerinde, modernleşme adına yurdun bir çok köşesinde inşa edilen saat kulelerinden biri bu da ama itiraf etmeliyim ki gördüklerim içinde en güzeli de aynı zamanda. Adana'daki, Bursa'daki ya da Urfa'daki hiç bu kadar zarif değil. Saat Kulesi'nin hemen yanında da ufak bir cami yer alıyor, Yalı Camii. Sevimli, kendi halinde, bağırmayan bir camii bu. Konak Meydanı'nın yan tarafında İzmir'in merkez çarşısı Kemeraltı yer alıyor. Bursa'daki Uzun Çarşı ayarında bir yer burası. Hemen yakınlardaki ilk mola yerimiz olan Kızlarağası Hanı'na ulaşınca, hanın ortasındaki çay bahçesine çöküyoruz. Boş tabure bulmak hafta içi olmasına rağmen hiç kolay olmuyor. Handa gümüş ve hediyelik eşyalar da satılıyor. Molanın ardından Agora'ya gidiyoruz okları takip ede ede. İzmir, Antik Yunan medeniyetinden beri (ve çok daha öncesinde de) aralıksız bir çok uygarlığa ev sahipliği yapmış bir yer olduğundan, Agora gibi kalıntılar yönünden çok zengin (Bir ara Efes'i de yazayım). Hala kazıların devam ettiği Agora'dan çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Roma'daki Forum'un biraz küçüğü var karşımızda. Hala sapasağlam duran 1000 küsur yıllık kemerlerin altında dolaşıp buraların yıllar önceki halini düşünmek güzel. Gezi boyunca, fotoğrafta gördüğünüz köpek de bize rehberlik yaptı. Agora'dan çıkınca başlıyoruz tırmanmaya. Bir sonraki ziyaret edeceğimiz yer Kadifekale. Nefesine güvenmeyen, yürümeyi sevmeyen taksiye binsin baştan söyleyeyim. İzmir'in doğudan göç almış bir semti Kadifekale. Ben Çingenelerin yaşadığını duymuştum ama duvar yazılarından ve konuşulan dilden anladığım kadarıyla Kürt nüfusu daha baskın burada. Sokak aralarında eski, hoş evler görmeniz de mümkün sokakta fare ölüsü de... Kaçak çay ve Mahmood Cafe satan, Mardin'e Nusaybin'e otobüs bileti satan turizm acentaları da semtteki yerleşimle ilgili bilgi veriyor. Bu arada şahane manzaralı mahalle kahveleri de gördüm. Eminim evlerin bir kısmının da enfes manzarası vardır. 2014 yılında restore edilmiş Kadifekale şehre panaromik gören tepelere kaleler kurulup şehre hakim olunan zamanlardan kalma bir yapı. Şimdilerde içinde çocuklar oyun oynuyorlar ve tek tük satıcılar hediyelik eşyalar satıyorlar ama semtin kötü şöhretinden midir bilinmez dışardan gelen pek kimse yok ortalıkta. Sokak aralarından yardıra yardıra iniyoruz Fuar Alanı'na. İzmir Fuarı malumunuz zamanında şehrin en önemli etkinliklerinden biriydi. Dönemin en ünlü sesleri gelir, fuar alanındaki gazinolarda konserler verirler, biz de magazin sayfalarından takip ederdik bu konserleri. Şimdilerde şehrin içinde yeşil alan olarak kaldı Fuar Alanı. Haa bir de Lunapark var tabii içinde. Özellikle Türkiye'de başka hiç bir yerde görmediğim Uçan Halı çocukluğumdan beri favorim, belirteyim (3 sene önce bir geldiğimde gidip binmiştim bu korkunç alete... Kalbi olan binmesin.). Aslında bugün eski İzmir kalıntılarını görmek üzere limanın öte tarafına da geçecektik ama ne yazık ki saat geç olduğundan onu bir sonraki sefere bırakıp Alsancak'a doğru devam ediyoruz. Yolumuzun üstünde St. John Katedrali var. Kapıdaki rahibe selam verip giriyoruz bu kiliseye. Dıştan bakında bu kadar büyük olduğu anlaşılmıyor ama gayet büyük bir Katolik kilisesi var karşımızda. Girişteki panoda Kasım ayında Türkiye'yi ziyaret eden Papa'nın gezi programı asılı. Kordon'a ulaşınca keşke yaz olsaydı diyorum içimden. Bir de boş olsaydım... Biralarımı alıp yayılsaydım çimenlere... Kordon'un aslında çevre yolu yapılmak üzere deniz doldurulduktan sonra halkın tepkisi ve mücadelesiyle bu plan iptal edilince nasıl yeşil alan olduğunu anımsatan hikayesinin kalıntısı bir kaç viyadük ayağı hala sahil şeridinin sonunda görülebilir. Şehrine sahip çıkanların mücadelesinin Gezi'yle başlamadığını da gösteriyor o beton ayaklar bize... Kıbrıs Şehitleri Caddesi'nin sonundaki Yakın Kitabevi'ne uğruyorum gelmişken. İzmir'in en güzel kitapçılarından biridir Yakın. İzmir'e geleceksem mutlaka kitap alışverişimin bir kısmını buradan yapmaya çalışırım. Şimdilerde ön kısmına açılan kafe "kapanmıyordur umarım" endişesi yarattı bende. Bu arada İzmir'e gelince kumru yemeden dönmek istemeyen arkadaşımın hatırına Kumrucu Şevki'ye uğruyoruz. Çeşme'nin meşhur kumrusunu merkezde bir kaç yerde bulabilirsiniz. Kıbrıs Şehitleri'nin diğer tarafında İzmir'in en meşhur buluşma yeri bulunuyor: Sevinç Pastanesi. Bir nevi Taksim Burger King gibi bir yer burası. İzmir'de hiç yaşamamış ben bile kim bilir kaç kez burada birileriyle buluşmuşumdur (En son Sibel'le buluşmuştum sanırım. Buradan kendisine de selam ederim :) ). Bu sefer bir şeyler atıştırmak için gidiyorum Sevinç Pastanesine. Mekan müşterilerinin yaş ortalaması gayet yüksek (ben ortalamayı düşürüyordum öyle düşünün). Çilekli, ahududulu meşhur Pavlova pastası gayet lezzetliydi. Dönüşte kordon boyunca yürüyoruz Konak'a kadar. Kordon'da sıra sıra dizilip binalar tarafındaki kaldırımda rahat rahat yürümemizi engelleyen kafeleri saymazsam, Pasaport iskelesi, yıllar öncesinden kalma dalga desenli kaldırım döşemesi (aynısını Brezilya Recife'de görmek beni çok şaşırtmıştı), ama en çok da trafiğe takılmadan ve merdiven tırmanmadan karşı tarafta yürüyüşünüze devam etmenizi sağlayan yürüme yolu İzmir'e olan sevgimi daha arttıran şeyler oluyor. İzmir'e yerleşirsem bir gün ve maddi sıkıntım olmazsa, Alsancak'ta Yunan Konsolosluğu'nun yakınlarında, körfeze karşı sıra sıra dizilmiş apartmanlardan birinin üst katlarında oturmak isterim. Önünde trafik olmadan Kordon'u ve körfezi gören bu evlerin balkonlarının keyfini hayal edemiyorum. / Bu yazı buradan alıntıdır.

  • BİZİM AKDENİZ

    Antalya, Nisan 1941 Bir akşamüstü Erenkuş 'a doğru yürüyünüz ve elektrik santralinin taraçasına inerek iki yanınızda gür çağlayanlar, Körfez'i ve Akdağ'ı seyre­diniz. Fransız seyyahı diyor ki: "Bu dağların arkasına inen güneşi Antalya yakasında görmek kadar haşmetli bir şey akla gelemez." Kumsaldan en yükseği 3450 metreye çıkan bu dağ, tepe, sırt ve geçit yığınlarının ılık bir ekim ikindisinde aydın ve koyu, sönüp yanan renklerine bakıyorum. Toroslar, Antalya Körfezi'nden bu dalgalarla Akdeniz'e kavuşuyor. Sıfır­dan üç bin metre, şehir ve liman üstünde ezici, boğucu ve bunaltıcı bir ufuksuzluk hatıra getirebilir. Yatık kıydı, dar limanlı ve yakın yüksek dağ­lı İskenderun'da da hâl böyledir. Antalya'nın arkası ve bir yanı alabildi­ğine açıktır. Körfezi çeviren dağlar ise hem millerce uzaktadır hem de al­çaktı yüksekli tepeler, yaylalar, girinti ve çıkıntılarla yüceliğini kaybetme­yen fakat ağırlığı da duyulmayan eşsiz bir değişkenlik gösterir. Günün he­men hiçbir saatinde ışın-kara resim oyunlarının eksildiği görülmez. Ora­lardan pınarlar gibi saf Türk isimleri akıyor: Akdağ, Beydağ, Çanakyaran, Deliktaş, Yanartaş, Kızûcadağ... Türklerin bu yalçın kayalar üstüne ne zaman konduğu pek bilinmez. Çağlayan sesleri ile gönül oyalayıp renklerine, resimlerine doyamadı­ğımız bu şeyin adına tabiat diyoruz. Burada tabiatın her türlüsü var: Lüb­nan çamları yetişen yaylaları ile dağ ve orman tabiatı, denize yukarıdan bakan ve çağlayan döken sonra uzaklarda alçala alçala geniş ve derin bir kumsalda eriyen yalısı ile eşsiz bir kıyılar tabiatı, sağa döndüğünüzde gözlerinizi görünmez çizgileri ile dinlendiren sola baktığınızda hayalinizi enginler rüyası içinde sallayan deniz tabiatı iki taraça ile Toros etekleri­ne doğru geniş, düz avlık ve seyranlık ova tabiatı, hepsi, her çeşidi var. İsviçre'deki dağ karşınızda, Riviyera'daki kıyılar önünüzde Macaristan'da­ki ova arkanızdadır. Kaleleri, sarayları ve mezarları ile oyma kayadan, kapılarında İsken­der'i durduran Termesus, işte şu tepenin üstündedir. Atina'ya kadar gül yağı ve balsam yollayan Phaselis (Faselis), karşı kumsalın biraz yukarısındadır. Eski Olbiya, ağaçlarını gördüğünüz çiftliğin yanlarında idi. Siz, kendiniz, şimdi Bergama Kralı II. Attalus'un kurduğu 2099 yıllık Attalia (Atalya)'nın içindesiniz. Yirmi yirmi beş kilometrede bir jimnazları ile ti­yatroları ve stadyumları ile surları ve sütunları ile bir site yıkıntılarına rast­lıyorsunuz. Bu tarihtir. Onun da devir devir, bin türlüsü, bin hatıralısı var. Tabiat, tarih ve sanat; iç içe, koyun koyuna katran çamı bir saray sü­tununa gölge vererek bir hisar, Akdeniz parçalarının en tatlısı üstüne ak­sini sunarak çağlayanların burçlardan sesi gelerek her şey bir aradadır. Birini bulanı bahtiyardır. Fakat sizi Antalya'da nereye davet edeyim? Otel bulamayacaksınız. Katran çamlarının gölgesine kavuşabilmek için katır sırtı arayacaksınız. Aspendos Tiyatrosu'na gitmek için kuru hava bekleyeceksiniz ve orada küçük bir kulübe çatısı altına sığınamazsınız- İn­sanların yapamayacağı, yaratamayacağı, erişemeyeceği her şey var. Sizi bunların hazzına doyurabilmek, bunların koynunda avutmak için fakir, zengin herkesin yapabileceği şey eksik! Alanya "Gök, onun katında yer gibi görünür ve dağ, onun eteğinde tepecik gi­bi görünür ve denizden hendeği, mermer taşından hisarı var." Uğurlu sal­tanatı ile halka dirlik, ülkeye düzen veren Alaaddin Keykubat, Alanya'nın methini emirlerin ağzından böyle duymuştu. O zamanki adı ile Galonorus, Mısır üzerine ağır baç ve haraç yükleyen bir Bizans kalesi idi. — Öyle bir payitaht cihan padişahından gayri kimseye yaraşmaz. Göklerle öpüşen o kaleyi biz kullanırız, kementlerimizin bağı ile çekelim ve ülke denizinin o incisini de ötekilerin sırasına dizelim. Harp iki ay sürdü. Yorgun ve umutsuz asker bozulup dağılmak üzere idi. Tam bu sırada kale kumandanının yüreğine korku düşüyor: "Biz sul­tanın elinden kurtulamayız. Gerçi hisarımız yıldızlarla diz dize, kartallar­la yan yanadır. Fakat kaderin hükmünden kaçamayız. Padişah ile düş­manlığı dostluğa çevirelim." Elçi, şöyle bir mektupla Selçukluların karargâhına geldi: "Cihan pa­dişahı duymuşlardır ki Dara Huşenk, İskender ve Kayser devrinden beri düşmana daima gıpta veren bu yalçın kale, baba ve dedelerimin yurdu ve benim mülkümdür. Şimdiye kadar hiçbir padişah onu almak için dövüşe kalkmamışlar. İçindeki yiyecek ve malzeme kıyamete kadar yeter. Fakat uzaktan cetlerinize baktıkça kendi kendime bu savaş, dağı yerinden oy­natmak, bez üstüne yumruk indirmek, başını rüzgâra vermek gibi fayda­sız olacaktı, dedim. Padişah ülkesinde kendime sığınacak ve gizlenecek bir yer aramayı daha doğru buldum. Eğer bana canımdan aman, şu saltanat ülkesinde ge­çinecek bir yer verirseniz büyük lütufta bulunursunuz." Sultan, cetir ve sancağı ile kaleye girdi. Kale halkı altın ve gümüş pa­ralar saçarak karşılamaya geldiler. Dağ sırtlarını deniz tarafından ve yüksekten dolaşan yoldan Alanya Kalesi 'ni bir görüp bir kaybediyoruz. Sağımızda alabildiğine Akdeniz, ak­şam karartısı içinde sönüyor. Bu yalçın yamaçlardan kaleyi ve Alanya kıyılarını seyretmek kadar hiçbir şey Akdeniz korsanlık destanlarını gözde canlandırmaz. Adacıkları, koyları, yakın dağları ve mağaraları ile bütün Antalya kıyıları tarihte kor­sanların ve esir kaçakçılarının yatağı idi. Deniz kenarları, talan eşyasını saklamak için hisarlarla donanmıştı. Alanya Hisarı da bunlardan biridir. Denizle yaşayan Roma bir zamanlar bu korsanlardan o kadar yıldı ki Pompe'yi beş yüz gemi, yüz yirmi bin yaya, binlerce süvari ile buralarda büyük bir sefere çıkardı. Pompe, binden fazla gemi yaktı ve otuz binden fazla korsan yakaladı. Bununla beraber ne yağmalar ne kaçakçılık ne baskınlar durdu. Side (Eski Antalya), Koraksior (Alanya) ve Phaselis (Tekirova)lilerin başlıca şöhreti korsanlık ve esir alım satımı idi. Korsanların pek güzel, burnu yaldızlı, kürekleri gümüşlü, küpeştesi erguvan halılarla süslü gemi­leri vardı. Kaçırdıkları esirlerden biri Romalı olduğunu söylerse karşısın­da saygı ile eğilir, diz çöker, bizi affediniz, derler; gene bir yanlışlığa uğ­ramaması için arkasına bir toga giydirirler, sonra denize bir merdiven ku­rarak: "Vatanınıza teşrif buyurunuz." derlerdi. Romalı denize inmek iste­mezse bir tafya tekmesi ile yuvarlanıp giderdi. Benim şimdi gördüğüm ufuklar henüz korsanlık ederken Barbaros'un da tekneleri ile sık sık ka­rarmıştır. Falih Rıfkı Atay -Gezerek Gördüklerim

  • Rio Günlüğü

    Rio Havaalanı’na iner inmez boğulacak gibi oldum. Paris’te akşam uçağa binerken ısı eksi on dereceydi, Rio’da, gündoğumunda gölgede kırk. Nem oranıysa yüzde seksen. Takside, kuzeyden güneye doğru ikiye böldüm kenti. Sivri tepeler ile okyanus arasına sıkışıp kalmış modern bir kent Rio. Tünellerden geçtik. Gökdelenler, geniş caddeler, yeşil tepelere tünemiş gecekondular. Sonra Copacabana… göz alabildiğine uzanan kumsal. Güzel kızlar, sıcakta çıplak gövdelerin dalgalanışı. Kolay alıştım Rio’ya. Copacabana, ipanema… Eskiden Portekizlilerin yeni kıtaya ayak basmalarından önce yerlilerin oturdukları bu geniş kumsalda lüks oteller, şık apartmanlar yükseliyor şimdi. Santa Teresa Mahallesi’ni dolaştım ilk gün. Kentin merkezinden tramvaya biniliyor. Neredeyse yüz yaşında, eski mi eski, sarı bir tramvaya. Bir su kemerinin üzerinden geçip tırmanmaya başlıyoruz. Bahçe içinde iki katlı evler, mozaikle kaplı duvarlar. Ve ağaçlar, kocaman yapraklı bitkiler. Burada meyveleri keşfettim. Guava, mango, kaju, karpuz büyüklüğünde hindistancevizleri. İki Rio var. Yoksulluk ile görkemi bir arada barındıran bir kentteyim. İki Rio var. Birincisi İpanema’da bosanova dinliyor, ikincisi “favela” adı verilen gecekonduların pencerelerinden aşağıda lüks içinde yüzen kente bakıyor. “Favela” korku ve endişe uyandıran bir sözcük burada, ama kesinlikle acıma duygusu uyandırmıyor. Gece herkes uyurken biraz daha yukarıya tırmanıyor gecekondular. Bir zenci çocuk sokak kapısını açınca içeriye bulut giriyor. Derme çatma evler rengârenk. Muz ağaçları arasından kente bakıyorlar. Ama kent onların farkında değilmiş gibi akıp gidiyor caddeler boyunca. “Şeker ekmeği’nin anlamını bilmiyordum, burada öğrendim. Kervanların yiyecek stokunda önemli bir yeri varmış “şeker ekmeği’nin. Uzun, yuvarlak bir nesne. Rio’nun simgesi. Yüksek ve çıplak bir tepenin adı. Teleferikle çıktım. Kent aşağıda, dağla okyanus arasındaki düzlükte, kayalıkların arasında bir yer bulmaya çalışıyordu kendine. Kayaları delip tüneller açıyor, sırtını dağa verip ilerliyordu. Doğanın elinden çıkmış bunca ayrıntılı bir danteli ilk kez görüyorum. Uçaklar altımızdan hızla dönüp adaların üzerinden yükseliyorlar, göğün mavisinde yitip gidiyorlar, irili ufaklı körfezler, denize inen orman ve kayalar. Kent aşağıda uğulduyor. Rio da, Konstantin gibi uçurumların, derin boşlukların kenti. Dikey bir kent. 16 Şubat 1985, Rio

  • BALKAN'DA SEYAHAT

    İstanbul'dan Sofya'ya kadar küçük bir seyahat, mazinin kalbinde kalan hayalini sileceği yerde, daha ziyade alevlendirdi. Türklük, cezir ve meddi biten bir deniz gibi, o dağlardan çekilmiş, lâkin tuzunu bırakmış. Bütün o toprak Türklük kokuyor. Bu tuz, Bulgar vatanının toprağında mı kalmamış? Kanında mı, huyunda mı, yaşayışında mı, giyinişinde mi, duyup düşünüşünde mi, oturup kalkışında mı; lisanında mı kalmamış? Daha nerelerinde Yarabbi... O toprakta gezdiğim müddetçe hep bunu hissettim. Bulgar yaratılıştan politikacı ve çok hırslı. Bizden aldığı beş yüz senelik elastikiyet de, bu unsuru elle tutulmaz bir kaplan etmiş, ilk bakışta göründüğü kadar basit değil; içindekini saklamasını biliyor. Dostuna karşı cana yakın, kurnaz; düşmanına karşı cana kıyasıya zalim. Siyaset oyunlarında gayet hünerli. En seçkin siyasileri, mutlaka, rovelvler, bomba ve bıçak oyunuyla sahneden çekilen bu memleketin halkı, az çok, bir şahıs etrafında birleşmiş görünüyor: Şâir İvon Vazof, elli seneden beri, Bulgarlığı, domuzundan kırmızı biberine kadar, bütün millîlikleriyle anan bu ihtiyar şâiri, akşamüstleri, Sofya'nın Tokatlıyan'ı olan Panap Bahçesi'nin taraçasında oturur görüyordum. Önünde akan bu halk, ona Hâlik'ına bakar gibi bakıp geçiyordu. O halkı bir havari gözleriyle süzüyordu. Bütün hayâlinde milletinin Victor Hugo'su olmaya özenen bu şâirin tercüme edilmiş bazı parçalarını okudum, hiç sevemedim. Bana, örneğinin soluk bir gölgesi göründü. Lâkin özü itibariyle Bulgar mı Bulgar... Ziyaretine gitmemi teklif ettiler: "Beşi Bir Süngüde "adlı parçasını gördüğüm için, gitmek istemedim. Ben orada iken âni bir ölümle öldü. Derhal, şehrin sokakları siyahlara büründü. Hükümet, resmî matem ilân etti. Bütün Bulgaristan şehirlerinde, köylerinde kasabalarında çanlar çalmıyor, pencerelerden siyah bayraklar sarkıyor. Hudutsuz bir matem haftası. Bütün gazeteler Vazof'la dolu. Ah esaret! Ne feci cilvelerin var! O gün cenazede (tabiî mecburen) Vazof'un nefret ettiği Türklerin de heyetleri vardı. Ben o fesli kafileye hüzünle bakarken gafil Türklerimizden biri: "Bizde yazık ki, böyle büyük şâirler yetişmedi!" dedi. Fuzulî'yi, Bakî'yi, Nefî'yi, Nedim'i; Galib'i, Hâmid'i, Vazof a göre, bu Himalaya tepelerini düşündüm. Yüzüne baktım; sustum, Cehalet, gözüme esaretten bile bin kat feci göründü... Sofya'nın iç bahçeleri çok kötü, can sıkıcı. Bir de meşhur Boris Bahçesi var: bizim eski mezarlıklarımızdan birinde, pek ziyade itina ile yetiştirilmiş bir bahçe. Bir kaç defa gidilince, o da nazarda ilk tesirini kaybediyor. Bana öyle göründü ki: tarihi olmayan bir şehrin canı da yok. Bu yepyeni şehrin başlıca kusuru bu Dönüşte Filibe'ye vardığım zaman, bunaltan bir Amerikan kasabasından, şirin bir Türk şehrine geçmiş kadar sevindim. Bu eski şehir; o yeni şehirden ne kadar güzel! Memleketime dönmüş gibiyim...

  • Celal BAYAR'ın Anıt Mezarı

    Celal Bayar Anıt Mezarı Umurbey ,GEMLİK / BURSA CELAL BAYAR: 16 Mayıs 1883, Bursa Umurbey - 22 Ağustos 1986, İstanbul Politikacı, devlet adamı, Cumhurbaşkanı. Orta öğreniminden sonra memuriyette bulundu. İttihat ve Terakki'de yer aldı. Kurtuluş Savaşında Galip Hoca adıyla fiilen yer aldı. 1920'de vekil seçildi. Bayar, Meclis-i Mebusan üyesi, Cumhuriyet döneminde iktisat vekili, Atatürk'ün son başbakanı, DP kurucusu, başbakan 1950-1960 arası Türkiye Cumhuriyeti'nin üçüncü cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. 27 Mayıs İhtilali sonrası önce idama, ardından hapse mahkum oldu. 1964'te serbest kaldı. Anıt mezarının yer aldığı Umurbey'e Gemlik merkezden dik bir rampayla çıkılıyor. Zeytin ağaçlarıyla kaplı köyün yamacına kurulu anıt mezar bütün vadiye, denize ve Gemlik'e hakim. (devamı için TIKLAYIN maviADA ALBÜMLERİ) *

  • Beyaz Geceler

    POLONYA-LİTVANYA-LETONYA-ESTONYA-FİNLANDİYA-2 Dünyadaki şehirlerin her birinde güneşin batışı benzersizdir. Sadece buna şahit olmak için bile yolculuğa çıkılabilir. Güneşin batmaya niyetli olmadığı şehirlerde var. Gidelim görelim dedik; Çıktık yollara. Gelmeden önce araştırma yaparak öğrendiğimiz, beyaz gecelerin yaşandığı LETONYA’ya ulaşmak için sabırsızlanıyorum. Otobüsle giderken gökyüzünde uçan leylekleri görünce attığım sevinç çığlığı herkesi güldürüyor. Turun en genci olmanın bana verdiği yetkiye dayanarak çocuksu hallerim hoş karşılanıyor. Gezilerimin devamı gelecek diye yorum yapanlar haklı çıkıyor. O günden sonra uzak diyarlara kuşlar gibi kanat açtım. Taa ki korona beni durdurana dek. Buna da şükür. Bitti diye üzülmüyorum, yaşandı diye seviniyorum. Letonya’ya varmadan Litvanya'daki Üç Haç Tepesi'ni ziyaret ettiğimizde yarı hacı olduğumuzu söyleyen rehbere hak vermemek elde değildi. Sayısını hiç kimsenin tahmin edemediği kadar çok olan , küçük büyük binlerce haç o tepedeydi. Dilek dileyen bir haç dikiyordu; dileği gerçekleşen tekrar gelip haç dikerek yeni bir dilekte bulunuyordu. Küçük bir dağ olmuştu. Yürürken zorlandığımız haç yığılı tepeye ulaştığımızda içimde bir ürperti hissettim. Gönüllerinden geçen isteklerini düşündüm. Benim de bir dileğim oldu. Kim ne dilediyse gerçek olsun diye içimden geçirdim... Eşi Rus asıllı olan tur rehberimiz hangi dilde sorulursa sorulsun bize cevap veriyordu. Yol boyu kıyılarda dikilen haçları ve üstündeki çiçekleri merak edip sorunca; Baltık ülkelerinde trafik kazasında ölenlerin, olay yerine haç dikilerek, her sene anma töreni yapıldığını söyledi. Çiçek bahçesine benzeyen mezarlıkları görerek yol alıyoruz; sanırsınız herkes aynı günde ölmüş. Mezarların üstü rengarenk çiçeklerle kaplanmış capcanlı; hayatı sorgulatıyor. RİGA’ya girer girmez gördüğümüz manzara nefes kesici. Güneşin en güzel battığı yer olarak birinci sırada olduğu söyleniyor. Otelimize yürüyerek giderken uzunca bir köprünün tam ortasında güneşin batışını seyre dalıyoruz. İki gün geçirdiğimiz bu özel şehirdeki turumuz sırasında 1201 yılında kurulan Riga'nın Old Town denilen tarihi merkezindeki önemli yapılarını görüyoruz. St. Peter's Kilisesi, Brotherhood of the Blackheads Evi, Dome Katedrali, Büyük ve Küçük Guildhalls, St. Jacob's Kilisesi, Riga Kalesi, Özgürlük Heykeli ve şehrin eşsiz mimarisine tanık olacağımız art nouveau sitilinde yapılarıyla süslü sokaklarda yürüyoruz. Evlerin fiyatları uçuk çıkaracak cinsten;aşırı pahalı. Herkes bir tane ev beğenip bunu ben satın alacağım şakası yapıyor, gülüşüyoruz. Sokaklarda resim çekilen gelin damatların sadeliği ve güzelliği gözümüzü alıyor. Hediye olarak Riga şehrine özel ''Balsam'' adı verilen, yedi türlü bitkiden yapılmış içeceklerden alıyoruz. Şehir turunun ardından Letonya'nın Baltık Denizi kıyısında yer alan Jurmala şehir turunda bembeyaz kumsalları ve orman içerisinde yer alan romantik ağaç evleriyle Letonya'nın sayfiye bölgesini ziyaret ediyoruz. Ayakkabılarımızı çıkarıp Baltık denizinde sahilde yürümenin keyfini yaşıyoruz. Tertemiz çam kokulu havası, dingin atmosferi, şifalı suları, çamur kürleri ile Baltık Ülkeleri'nin en ünlü Spa otelleriyle yerli halkın ve turistlerin rehabilitasyon merkeziymiş. Hava kirliliğini önlemek amacıyla araba girişlerinin ücretli olduğu bu şirin sahil kasabasında dilerseniz yol boyunca uzanan kafelerde keyif yapabiliyorsunuz. Gezilecek yer çok olunca kafelerde oturanları seyrederek yürümeye devam ediyoruz. Otelimize geldiğimizde uyuyabilmek için kalın perdelerimizi kapatıyoruz. Ben çektiğim resimlere bakmaktan geç uyuyorum; uykumu aldım diyerek uyandığımda dört saat geçtiğini görüp, nasıl dinlenmiş olduğuma şaşırıyorum. Meğer Riga’nın havasındanmış. Nehirde sal gezintisi yapamamış olmanın verdiği hüzünle Riga’ya doyamayıp bir daha gelmeye and içerek, ESTONYA’ya doğru hareket ediyoruz. En iyi korunmuş orta çağ şehirlerinden biri kabul edilen başkent Tallinn şehir turumuzda, UNESCO'nun “Dünya Mirası” olarak koruma altına aldığı ve şehrin karakteristik özelliklerini taşıyan tarihi yapılar ziyaret ediyoruz. Estonya bayrağının dalgalandığı Tall Hermann Kulesi, Toompea Kalesi, Alexander Nevsky Katedrali, Dome Kilisesi'ni görüp Toompea Tepesi'nden şehrin en güzel panoramik manzarasının fotoğrafını çektikten sonra St.Nicholas Kilisesi'ne geçiyoruz. Rahibelerle fotoğraf çektirirken bize sarılmaları, sevgi dilinin en geçerli dil olduğunu gösteriyor. Sokaklarında gezerken insanların giydiği milli kıyafetler, orta çağ filminin içinde olma hissi uyandırıyor. Baltık altını denilen kehribar taşlı kolye almak için yarışa giriyoruz. Gezinin sonunda herkesin bir kolyesi ve küpesi çantasının bir köşesinde yerini alıyor. Hediye paketiyle birlikte verilen ''madenden çıkmıştır'' sertifikasını, satıcıların takıları camekandan çıkartırken verdikleri özeni izlemek bile eğlenceli olmuştu. Turdaki herkes otobüse doğru yavaş yürürken anahtarlıklar gözüme çarpınca meşhur İngilizce aksamımla ‘’How much ? ’’ diyerek iletişime geçtiğim anda parayı verip arkamı dönene kadar arkadaşımı ve rehber dahil hiç kimseyi göremiyorum. İşte o an beni seyretmenin zamanıdır. Moris amcanın yavaş yürümesine güvenip ''nasılsa görür yetişirim'' derken, koca meydanda kalır mısın bir başına? Yabancı dil hak getire. Telefon yurt dışına nedense bir türlü açılamamış. Başka bir ülkeye otobüsle geçeceğimiz için otelden de çıkmışız. Bağıra çağıra ağlasam beni susturamazlar. Allah'tan gözlerim henüz çok bozulmamış. Şahin bakışı atıp, turdan benim gibi geride kalan birini görüp, tazı gibi yanına bir koştum, bir koştum; sanırsınız olimpiyatlarda birincilik yarışına girmişim. Otobüste sakinleşene kadar geçen zamanda uslu uslu oturuyorum. Bir saat yol gittikten sonra ormanlık bir yerde yemek molası veriyoruz. Geyik etinin tadının ekşi olduğunu daha önce tadına bakmış olanların söylemesi üzerine, biraz da fiyatı tuzluca olduğundan çorbasını içmekle yetiniyoruz. Etini bilmem ama geyik çorbası yediğim en lezzetli yemekti.. Otantik bir ortamda içmekte cabası. Tahta masamda ekmek kırıntılarımı kuşlarla paylaşmanın keyfini anlatamam; yaşamak gerek. Hava serin mi serin. Elektrik sobası eşiliğinde bir bardak kahve içerek ısınmaya çalışıyoruz. Çikolatası meşhur dediklerinden gözümüze kestirdiğimiz her çeşitten alıyoruz. Yağmur yağdıkça toprak kokusu burnumuzun direğini sızlatmaya başlıyor. Memleketten hikayeler anlatmaya başlıyoruz, telefondan çocuklarımızın resimlerini gösterirken, torunlarıyla görüntülü konuşanlara kulak veriyoruz...“Bir yolculuğun en iyi ölçüsü katettiğin kilometreler değil, yolculuk sırasında edindiğin arkadaşlardır.”der – Tim Cahill, Turda her meslek grubundan arkadaşlarla unutulmayacak anılar biriktiriyoruz. Balayına gelmiş yeni evli çift bizden bağımsız gezi boyu selfi çekiyorlar. Bayramı başka ülkede yaşarken rehberimizin ikram ettiği çikolatalarla mutlu oluyoruz. Keyifli bir gemi yolculuğu ile Helsinki’ye geçiş ve Helsinki panoramik şehir turumuzu aynı gün yapıyoruz. Tur içinde Helsinki Katedrali, Rus Ortodoks Kilisesi, Finlandiya Parlamento binası, balık pazarı, Jean Sibelius Anıtı, taştan yapılmış olan Temppeliaukion Kilisesi vardı. Sahil boyu kurulmuş olan pazarda rengarenk, sebzelerle süslenmiş kalamar ve balığın tadını asla unutamayacağım. Finlandiya en pahallı ülke olmasına rağmen deniz ürünleri lezzetli ve uygun fiyattaydı. Halkın kurduğu pazarda gezerken Türk olduğumu anlayan satıcı İstanbul diyerek benimle iletişim kurmaya çalıştığında gayri ihtiyari ''No İstanbul, İzmir'' diye sayıklayınca karşılıklı gülüştük. Adam nereden bilsin bizim memleketi. Bundan sonra öğrenmiştir artık. Serbest zamanda herkes tek başına bir yerlere dağılınca ben de elimdeki bozuk paralarımla kendime Helsinki dondurması ısmarladım. İngilizce konuşmadan parmağımla gösterdiğim her renk dondurmayı istedim. Masmavi gökyüzüne ve denize bakarak dondurmamı yerken bir hayalimi daha gerçekleştirmenin iç huzurunu yaşadım. Uçağa binmeden turdaki herkes birbiriyle vedalaştı. O geziden sonra hayat tecrübelerinden yararlandığım, çok sevdiğim ablalarım ve abilerim oldu. Uzun ve yorucu bir gezi olması rağmen hayatı anlamak açısından bir adım önde olmak mutluluk verdi. Hiçbir hayal gerçekleşemeyecek kadar büyük, hiçbir UMUT hafife alınacak kadar küçük değildir. Yeter ki hayatı ve hayallerinizi ertelemeyin. Ben hayalimi gerçekleştirdim. Darısı sizlerin başına. *** BALTIK GEZİSİ 1.BÖLÜM "Yol sözsüz bırakır" GEZİ ALBÜMÜ

  • Tarihler Arası Yolculuk

    MAKEDONYA - 1 (Üsküp-Manastır) Geçmişinde balkan tarihi olan herkesin yapmak isteyebileceği geziye ailecek sıcak bir yaz günü çıkmaya karar verdik. Yeni yerler görecek olmanın yanı sıra, atalarımızın yaşadığı topraklarda nefes almak, ışınlanmadan ve moleküllere ayrılmadan tarihler arası yolculuk yapmak, kalbimizin sesini duyuracak kadar bizleri heyecanlandırdı. Yeni bir hayali gerçekleştirecek olmanın sevinci ile gökyüzüne uçakla değil, sanki kanatlarımla havalandım. Ziyaret edeceğimiz ilk ülke olan Makedonya'nın başkenti ıhlamur kokulu Üsküp'e kısa sürede ulaştık. Makedonca Skopje olarak bilinen Üsküp, İliryalılar tarafından Milattan Önce 5. yüzyılın sonlarında kurulmuş. Bir yakasında Arnavutlar ve Müslümanlar, diğer tarafta Ortodoks Hristiyanların yaşadığı, tarihi bir Osmanlı yerleşim yeri. 520 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalan Üsküp, iki milyonluk nüfusuyla Makedonya’nın başkenti ve en büyük şehridir. Vodna Dağı’nın eteklerinde kurulmuş bu başkentte halkın neredeyse yarısı Müslümandır’’ diye anlatan rehberimiz Talha’nın şivesinin güzelliği, ilk günden onu sevmemizi sağladı. Ne kadar şanslı olduğumuzu ilerleyen günlerde bize söylediği balkan türkülerinden, yaptığı esprilerden anlayacaktık. ''ÜSKÜP tarihi güzellikleri, yapıları ve sıcakkanlı insanıyla her yıl pek çok turistin gezilecek yerler listesinde yer almaktadır. Özellikle 2010’dan itibaren yapılan yapısal değişikliklerle şehre pek çok güzellik eklenmiştir. Vardar Nehri üzerine yeni köprüler inşa edilmiş, Makedonya Meydanı heykellerle süslenmiştir. Bu sebeple Üsküp, heykeller şehri olarak da anılmaya başlamıştır. Ülkenin politik, kültürel, ekonomik ve akademik merkezi olan Üsküp, ortasından geçen Vardar Nehri ile ikiye ayrılmaktadır. Bu durum şehrin güzelliğine güzellik katmaktadır. Kentin simgesi olan 13 kemerli Taşköprü ve köprünün bağlandığı 18.500 metrekarelik devasa Makedonya Meydanı şehrin kalbi sayılmaktadır. Makedonya’nın kuruluşunun 20. yılı anısına Floransa’da yapılmış olan Atlı Savaşçı Heykeli de buradadır. Makedon, Türk, Arnavut, Çingene, Ulah, Yunan, Bulgar ve Boşnak başta olmak üzere 34 farklı millet ve etnik grup burada yaşamaktadır'' bilgisini dinledikten sonra '' serbestsiniz '' sözüyle şehri kendimiz keşfetmeye çıktık. Para birimi Makedonya dinarı olunca bir miktar Euro bozdurduk. Caddenin sonundaki pazar yerini, yolda yürürken Türk olduğunu sandığımız Üsküp vatandaşından, Türkçe konuşarak öğrendik. Memleketteymiş gibi özgürce dolaşmaya başladık. Kavurucu yaz sıcağına rağmen gezerken Osmanlı'ya ait birçok yapıtın bulunduğu, her heykelin ve binanın resmini çekerek, hikayelerini öğrenerek, şehri tanımanın keyfini yaşadık. Pazardan sebzeli baharat (vegeta) ve ajvar sosunu kendimize ve sevdiklerimize hediye edilmek üzere fazlaca aldık. Bamyaların büyüklüğüne şaşırmamıza rağmen satın almayı düşünmedik; ama resmini çektik. (Ajvar: kırmızı dolmalık biber, kırmızı tatlı biber ve sarımsaktan oluşan bir çeşni karışımı) Yemek yeme zamanına kadar gezdiğimiz ÜSKÜP şehrinin en güzel camilerinden biri olan, eskiden “Hünkar Camisi” olarak da bilinen SULTAN MURAT PAŞA Camisi’ni, sırasıyla KURŞUNLU Han’ı TARİHİ SULU Han’ı şehir merkezindeki muhteşem anıtları ve en önemlisi olan BÜYÜK İSKENDER Heykeli’ni görmek hoşumuza gitti. Çifte hamamı biraz geçip Vardar nehrine doğru Türk çarşısını arkamıza alarak yürüyünce Büyük İskender'in babası II. Philip karşımıza çıktı. Kiril alfabesini Yunan alfabesini değiştirerek oluşturan Kiril ile Metodius’un heykelleri ile bakıştıktan sonra Samuil heykeli, Gotse delçev heykeli, sağında bulunan birkaç askerden oluşan heykeller ise 19. yüzyılda Osmanlı'ya karşı yapılan sabotaj eylemleri anısına dikilmiş. GEMİCİLER HEYKELİ, DENİZCİLİK MÜZESİ, TİYATRO BİNASI, CUMHURİYET BİNASI, Makedonya ARKEOLOJİ MÜZESİ görüldü, resimleri bol bol çekildi. Beni en çok etkileyen III. Alexander (Büyük İskender)'in annesi Olympias’nın 360 derecelik heykeli, çeşmesi, havuzu oldu. Bu anıtta hemen II.Phillip'in yanında. Yaz günlerinde havuz açılıyor ve fıskiyeleri çalıştırılıyor. Bu heykelde de Olympias’nın, oğlu İskender'e hamileyken, onu emzirirken, kucağına almış, onunla oynarken olmak üzere figürler yer alıyor. Meydanda yerdeki su fıskiyelerinden elbiseleriyle ıslanan insanları, çocukların neşeyle koşmalarını izlemek sıcaktan bunaldığımız anda aynı şeyleri yapma isteği uyandırdı. Kendimiz zor tuttuk. Üsküp kalesine çıkıp ''şehri tepeden seyretmeden dönülmezmiş'' diye ayaklarımızın ağrımasına aldırmadan tırmandık. Manzara görülmeye değerdi. Yorgunluğumuz oracıkta geçiverdi.Gezimize Vardar Nehri üzerindeki Taş Köprü’nün Müslüman mahallesi tarafında bulunan Türk Çarşısında bakırcılar, kuyumcular, hediyelik eşya satan butik mağazalarla devam ettik. 17’nci yüzyılda, şehri ziyaret ettiğinde, Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan 12 tane yarım daire kemer bulunan uzunluğu: 214 metre olan TAŞ Köprü’nün üzerinde yürümek yerine koşarak geçtik. Bu köprünün dili olsa tam bir tarih dersi verebilir. Eski Şehrin 1800’lü yılların sonunu andıran düzeninden ve havasından sadece birkaç adımla “modern” olarak tabir edeceğimiz şimdiki zamana da bu köprü sayesinde geçebiliyoruz. Ne devrimler, devirler, dönemler, insanlar gördüğünü ya da ayaklarının Vardar Nehri’nin coşkun sularıyla sarsılmadan nasıl sımsıkı yere bastığını sorsak ne cevap alırız kim bilir? Buluşma zamanını kaçırdığımızı, sokaklarda gezerken meşhur ‘’cevabi köfte’’ kokusunu aldığımızda anladık. Bizim gibi geç gelenlerle beklerken rehberimizin geldiğini görüp çocuklar gibi sevindik. Yol yorgunluğu, stres heyecan yüzünden kurt gibi acıkınca, Üsküp köftesi ile güveçte kuru fasulyeyi sıcaktan ağzımız yana yana yedik… Üstüne ev limonatası içince bir ‘’Oh çekerek’’ tura devam ettik. Otobüse doğru giderken buranın ünlü tuzlu fıstığı “kikiriki’’den almayı da ihmal etmedik. Üsküp Şehri, Makedon, Arnavut ve Türk kültürünü en iyi şekilde bünyesinde barındırdığı için Hristiyan kesimin yaşadığı bölüm modern ve gelişmiş bir Avrupa kentini andırırken Müslümanların yaşam alanları daha mütevazı ve geleneksel bir yapıda olduğunu görmüş olduk. Hristiyanlar ve Müslümanlar birbirlerine oldukça saygılı bir şekilde birlikte yaşıyorlarmış. Yine de Hristiyanların şehrin her noktasından görülebilecek devasa boyuttaki Milenyum Haçı’nı Vodvo Dağı’na diktikleri bir gerçek. Otobüsle giderken gördüğümüz haç için yolumuzu değiştirmedik. Rehberimiz’in Vardar ovası türküsünü keyifle dinleyerek BİTOLA MANASTIR’a doğru yol aldık. Huzurla yaşanacak bir şehir etkisi yaratan ÜSKÜP’e özellikle büyük porsiyonda yediğimiz köfte için tekrar gelinebilir diye not aldık. Makedonya’nın Manastır (Bitola) şehrine giderken rehberimiz ‘’Manastır Askerî Îdâdîsi Makedonya'nın Manastır şehrinde bulunmaktadır ve günümüzde müze olarak kullanılmaktadır’’ diye anlatmaya başlıyor. Bizim için de önemli olan Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün lise yıllarını okuduğu Manastır Askeri İdadi'yi ve Atatürk Müzesini ziyaretti . Aslında müzenin arkeloji ve eski kültürel yaşam ile ilgili bölümleride var. Öncelikle ikinci katta bulunan Atatürk Anı odası ve müzesini gezdik. Önce Atatürk'le ilgili bir video filim izledik. Daha sonra Atatürk'e ait özel eşyalarının bulunduğu anı odasına geçtik. Bir Osmanlı eseri olan askeri lise şimdi sadece müze olarak kullanılıyor. Askeri kart gösterip iki euro giriş bedeli uygulama olmadan gezebildik. Atamızın okulunda müze ve diğer alanda yer alan halk sanatları müzesini de ziyaret ettik. . Atatürk'e aşık Eleni Karinte’ nin evini görmek,yazdığı mektubu okumak bize duygusal anlar yaşattı.Ümitsiz bir aşkla kavrulan bir kadın duygularını ancak bu kadar güzel ifade edebilirdi. Şimdiki yalan aşkları düşününce etkilenmemek mümkün değildi. Yolumuz üzerinde bulunan ve İttihat ve Terakkinin en ünlü üç simasından biri Resne’li Niyazi’nin Sarayını da ziyaret ettik. Ne yazık ki evinde pek oturamamış, çünkü Tiran Arnavutlukta bir suikast kurban gitmiş. ''ELVADA RUMELİ'' dizisindeki kasap, berber dükkanını görüp sokak çeşmesinden avucumuzu dayayarak kana kana su içmek çocukluğumuza küçük bir yolculuk yapmamızı sağladı. Çınarın altındaki kahvede oturup Atatürk'ün sevdiği gibi sade kahvemizi içtikten sonra OHRİD'e doğru yola çıktık. Otelimize yerleşip gecesi gündüzü ayrı güzel olduğu söylenen bu şehri doyasıya yaşamak için yarının olmasını sabırsızlıkla bekledik. Balkan turunun en güzel yanı ziyaret edilen her şehrin birbirinden farklı yapıda olması. Doğal güzelliğinin yanında tarihsel yaşanan olayların izlerini görmek, hikayelerini bilmek gezinin önemini arttırıyor. Gezide daha neler neler yaşadık. Devamı bir sonraki yazıda... Kalın Sağlıcakla... *** SONRAKİ BÖLÜM MAVİ İNCİ

  • MAVİ İNCİ

    Makedonya-2 - Arnavutluk- Karadağ "Hayatınızın en değerli anı, yarını güzelleştirebilme anıdır. Yapmak, anlayışı getirir, uygulamak, bilgiyi bilgeliğe dönüştürür," der Dan Millman. Hayatı sorguladığımız bu günlerde ilk öğrenilmesi gereken herhalde kimsenin yaşamı erteleyecek zamanı yoktur, olmalı. Ertelemeden yaşadığım güzel günler için şükrederek yeni yerler gezmeyi sürdürüyoruz. Baksanıza anımsaması bile keyifli... OHRİD Makedonya’nın ikinci şehri ; gölün kıyısına kurulmuş cennet mekan, çiçek kokularının saklı duyguları coşturduğu, ulaşılması imkansız bir periler diyarı değil, hemen yanı başımızda yer alıyor. "Tanrı cenneti yaratırken bir damlasını Ohrid'e düşürmüş" diye boşuna söylenmemiş. Şehre adımımızı attığımız andan itibaren güzellikleri yudumlayarak gezmeye başlıyoruz. Balkanlara gelen gezginlerin uğramadan geçmedikleri bir yerdeyiz... Dünya buranın kıymetini çok önceleri anlamış… Büyük İskender'in babasının imparatorluğa kattığı ilk şehir, Osmanlı'nın Balkanlardaki göz bebeği, Kiril alfabesinin ortaya çıktığı, İncil'in Latin ve Slav dillerine ilk çevrildiği yer de burası… Ohrid'de eski çağlardan kalma birbirinden güzel on cami, bir tekke ve çeşitli devirlerde yapılan kırk kilise var. Gül bahçeleriyle çevrilmiş bu camilerin mistik sessizliği ve güzelliği ilk dakikalardan itibaren bizi büyüledi. Rehberin söylediklerine kulak asmayarak parmak arası terliklerle yokuş tırmananların ilerleyen saatlerde yalınayak yürüdüğüne şahit olarak, taş döşemeli dar sokaklarda gezmeye devam ettik. Şehrin en önemli kültür miraslarından biri olan St. Naum Manastırı'na ulaşırken yokuş çıkmak zor olsa da çam ağaçlardan düşen dikenli yapraklara basıp kayarak düşmemize rağmen tepeden gördüğümüz manzara bizi mest etti. Etrafta tavus kuşlarının dolaştığı manastır 16.yy’dan kalma ve içindeki kilisede Kiril Alfabesi’ni bu coğrafyaya yayan azizlerden biri olarak kabul edilen Aziz Naum’un mezarı var. Mezarın duvarına başınızı yasladığınızda Aziz Naum’un kalp atışını duyduğunuza dair bir de efsanesi var. Muhtemelen yer altı sularının sesi ama siz yine de bir kulağınızı yaslayın. Manastırın yanından göl kıyısına inip yeni çarşının içinden geçerken almayı düşündüğümüz inci takılar için dükkanların camekânlarına merakla bakışlarla yürüdük. Ohrid’e gelipte tekne turu yapmadan dönülür mü hiç! Ohrid’i, bir de göl üzerinden izleyebilecek, nefes kesen manzaraları fotoğraflama şansı elde edeceğiz diye sevinerek, tekneye binişimiz görülmeye değerdi... Gökyüzünün göle yansıyan maviliğine bakmaya doyamadığım için fotoğraf makinamın deklanşörüne durmadan bastım. Derinliği 286 metre olan gölün suyu oldukça berrak. Bu özelliği ile dünyadaki en berrak suya sahip ilk dört gölden biri olduğunu öğreniyoruz. Bizim gibi tekne turu yapanlara ve Manastıra karadan gezmeye çıkanlara canı gönülden el sallıyoruz… Bunu yapan ilk olmadığımız gibi son kişiler de olmayacağımız kesin…Yazın ve hayatın karmaşasından arta kalan saf huzurun tadını çıkarırken gün batımına şahit olup bu eşsiz tabloyu da kaçırmıyoruz. Tekneden indiğimiz anda bizi yakalayan fotoğrafçının Türkçesi sanki memlekette kültür turuna çıkmışız gibi hissettiriyor. Rehberin serbest zaman dediği an; Ohri’nin sokaklarında kaybolmanın diğer bir deyişle kendimizi kaybetmenin tadına varıyoruz. Gelmeden önce övgüyle bahsedilen incinin peşine düşüyoruz. ‘’Ohrid incisinin özelliği: gökkuşağı renklerini yansıtmasıdır. İnci işi, asırlarca aile sırrı gibi saklanmaktadır. Filevi ailesi bu geleneksel inci yapma metodunu, nesilden nesile 80 yıldır aktarıyor. İnciler: göldeki bir tür balığın pullarının, toz haline getirilip sonra yeniden şekillendirilmesiyle elde ediliyor. Bu balık türüne “plasica” deniyor. Bu balık yaklaşık 7-10 kilo ağırlıktadır. Restoranlarda yenmesi için pazarlanan bu balıkların pulları ve kemiği çıkarılıp, inci atölyelerine veriliyor, burada pullar ve kemikleri toz haline getiriliyor ve özel boyalar kullanılarak inci ürünler ve teşbihler yapılıyor’’ bilgisini dükkân sahibinden öğreniyoruz. Kızlarımla kendime aldığım kolye ve küpeler sahip olduğum en değerli mücevherlerim oldu. Şarabının meşhur olduğu duyan eşim de kendine hediye olarak birkaç şişe alınca kendimizi Balkan gezisi değil de Side de yaz tatiline gelmiş gibi hissettik. Herkesi Türk sanıp her isteğimizi Türkçe dile getirip anlaşılmayı beklemek bazen komik anlar yaşatsa da güzeldi. Gece olduğunda göle yansıyan ay, neşe içerisinde gezen insanlar günün yorgunluğunu çoktan unutturdu. Sabah uyandığımızda dinlenmiş olmamız Balkan havasının her zaman soğukları değil, bahar havasını da yaşattığı için olduğunu anlıyoruz. STRUGA Ohrid Gölü’nün batı kıyısı yönünde ilerleyip, göl kıyısındaki diğer bir şehir olan STRUGA’yı gezmeye gidiyoruz. Kara Drim Nehri üzerine kurulu şairler Köprüsü ve çarşısını geziyoruz. Rehberimiz kısaca bilgi veriyor. Struga, Balkanların tam ortasında bulunan Makedonya’nın, adeta cennetten bir köşesi Ohri Gölü’nün kıyısında yer alan bir şehirdir. Dünyaca ünlü Struga Şiir Akşamları ile de tanınmaktadır. Makedon, Arnavut, Türk ve Vlah halklarının yaşadığı huzur dolu turistik bir kenttir. Kara Drim Irmağı’nın gölden doğmasından daha güzel ve haşmetli bir görüntü olabilir mi? Bu doğal fenomen, ruhunuzu en yüce duygularla doldurur. Kara Drim Irmağı, kristal berraklığındaki sularından büyülenmiş biçimde kıyılarında yürüyen ziyaretçileri rahatsız etmek istemezmişçesine, şehrin içinden usul usul akar. Kara Drim, akşam olup ışıklar yandığında, sularından yansıyan ışıklarla daha da güzel bir görünüme kavuşur diyerek sözünü bitirdikten sonra yemeklerimiz geliyor. Arka masadaki müşterilere çalınan keman ve saksafon eşliğinde küçük konseri dinlerken, yediğimiz lezzetli balığın ve adet üzerine balla içilen çayın, tadını bir daha nerede buluruz diye düşünmeden edemiyoruz. Sarı Saltuk’ta sal gezintisini aheste aheste yaparken ilk kez otobüse geç kaldığımız için biraz utansak da ‘’bir daha nerede bulacağız bunu’’ diye sesimizi çıkarmadan yerimize yerleşiyoruz. Rehber şaka yollu ‘’sizi burada bırakırım geç kalırsanız’’ dediğinde içimizden’’inşallah ‘’ diye dua ettiğimizi kim bilebilirdi ki... Otobüs tekrar yola koyulduğunda balkan türkülerinin herkesi efkarlandırdığını camlara yüzlerinin yansımasından izlerken aynı duyguları paylaştığımızı gözlerim dolarak düşündüm. Ohri’den ayrılırken kendinizi cennetten kovulan Âdem ile Havva gibi hissedeceksiniz demişlerdi; doğruymuş. Gidin, görün; bakalım siz de öyle hissedecek misiniz? TİRAN Arnavutluk’a doğru yol alırken rehberimizin ilk kez yüzünün asıldığını görüyoruz. ‘’Mümkün olsa oraya uğramadan geçip gitsek ‘’diyor. Anne tarafının Arnavut olmasına rağmen hiç sevmediğini, Enver Hoca'dan şikayetini, üzüntüsünü, kızgınlığını dile getiriyor. Söylediklerinde ne kadar haklı bilemiyorum. Bazılarına göre de Enver Hoca Arnavutluk'un kaderini değiştiren adam... Siyaset nasıl olursa olsun birilerine yararken ötekine zarar oluyor. St Stefan’a hareket ederken, elbasan tava yemek isteyen kaç kişi var, sorusuyla konuyu değiştirerek kararsız kalanlar yüzünden yemek seçimini bizlere bıraktı. İki saatin sonunda eskiden balıkçıların yerleşim alanı olan bir adanın, kamulaştırılması ve sonrasında Singapur’lu bir multimilyardere satılması ile günümüzde turizme kazandırılan Sveti Stefan’ı Panoramik olarak tepeden görebileceğimiz bir mola veriyoruz. Tepeden bile olsa görmek hoşumuza gidiyor. Arnavutluk başkenti Tiran’da elbasan tava yemek için sokaklarda yürümeye başlamadan önce illa onların para birimini kullanmak zorunda olduğumuz için döviz bürosu arayıp buluyoruz. Sıcaklığından ağzımız yana yana terbiye edilmiş kemikli et yemeğini yerken ilk kez yabancı dil bildiğimizi gösteriyoruz. Yan masada başka tur yolcularının Türk olması ile muhabbeti koyulaştırmamız yemeğin güzelliğini arttırıyor.Bu arada Arnavutluk içerisinde gezdiğimiz yerler; Ethem bey camii, tarihi saat kulesi, Ulusal Müze, Opera ve Bale binası, Rahibe Teresa heykeli ve İskender bey Meydanı oldu. Konaklama için Podgorica yakınlarındaki otelimize acıklı aşk türküsünü söyleyen rehberimizi dinleyerek akşama doğru ancak varabildik. BUDVA -KOTOR Sabah erkenden uyanıp yollara düştüğümüzde heyecanlıyız. Muhteşem sahilleri, çok renkli gece hayatı ile Balkanlar’ın en ünlü tatil merkezlerinden biri olan Budva’ya yol alıyoruz. “Karadağ’ın Miami’si” olan bu yer göz alıcı ve uzun sahillerinin yanı sıra hareketli gece yaşamı ve tarihi dokusu ile her yıl çok sayıda turistin ziyaret ettiği küçük ve güzel bir sahil şehriymiş. Adriyatik Denizi'nin kıyısında yer alan, aynı zamanda da en eski yerleşim bölgelerinden biri olan Budva toplamda on yedi sahilinin yanı sıra adaları, tarihi geçmişi ve bu mirası başarılı bir şekilde koruması sayesinde hem deniz tatili hem de kültürel anlamda zengin bir bölge. Uzun ve temiz sahillerinde güneş ve denizin tadını çıkarmanın yanı sıra orta çağdan kalma ve çok iyi şekilde korunmuş; eski şehri de gezerek birbirinden farklı ve doyurucu deneyimi aynı anda yaşayabilirsiniz. Fakat yeme içme konusunda biraz pahalı diye rehberimiz biz uyarıyor. Burada yaptığımız yürüyüş turunda StariGrad (eski şehir merkezi) ve kaleyi geziyoruz. Merakla beklediğimiz Adriyatik Denizinin İNCİSİ dünyanın en genç ülkelerinden biri olan Karadağ`a giriş yapıyoruz. Karadağ`daki ilk durağımız nefes kesici bir orta çağ kasabası olan, Balkanlardaki Fiyordları ile meşhur KOTOR. Önemli tarih ve doğa cenneti ve turistik cazibe merkezi durumunda bulunan bu şehirde Balkanların en eski okullarından ilk turizm okulunu görüp kalenin içine adım atıyoruz… Havanın sıcak olması bizi yıldırmıyor. Kalenin içine kurulan ilk dükkândan aldığımız kocaman pizza dilimlerini elimizde yerken herkesin bizim gibi yapması rahat hareket etmemizi sağlıyor. İçerisi turist dolu…. Kocaman kale duvarlarının çevrelediği tatil beldesinde film setinin içinde ki oyuncular gibi hissedip, dedikodu çeşmesi denilen yere geliyoruz. Kadınların su doldururken bilgi alışverişi yapmalarından daha doğal ne olabilir ki desek de tulumbanın önünde ve dev boyuttaki sandalyenin üstüne çıkarak fotoğraf çekilerek geziyi sonlandırıyoruz. Nasıl geçtiğini anlamadığımız serbest zamanı geride bırakarak otobüse bu sefer ilk biz biniyoruz. Yorgun ama huzurlu otelimize vardığımızda gezinin üç gününü bitirmiş oluyoruz. Sevdiklerimle yaşadığım Balkan turunun devamı bir sonraki yazımda. Kalın sağlıcakla.. * SONRAKİ BÖLÜM Kalpler Üşürse

  • Kalpler Üşürse

    HIRVATİSTAN – BOSNA HERSEK - SIRBİSTAN -DUBROVNİK- ‘’Bir adım atın ve kendinize bol keşifli bir sürpriz yapın’’ sözünü örnek almıştım yola çıkarken... Öyle de geçti gezimiz. Keyifli ve süprizliydi. Ne var ki, son günlerine geldik. Farkına vardıkça çoğalan duygusallığımız yüreğimizde ağırlaştıkça ağırlaştı.İnsan dün gördüğü bir yeri böyle benimser mi? Oluyormuş demek. O ruh haliyle Dalmaçya kıyılarının yıldızı Hırvatistan`ın tatil cenneti Dubrovnik`e Adriyatiğin güzel manzaraları eşliğinde doğru yola çıktık. Yeşilin inadına yeşil mavinin inadına mavi ve yüreğimizi coşkuyla dolduran güzelliğini seyrederek yolculuk yapmak keyifliydi; taa ki sınır kapısına gelene kadar. Bakınca ucu bucağı görünmeyen kuyruk, Pile kapısından giriş sırası üç saat sürünce yaşananlar unutulmayacak türdendi. Rehberin bizi oyalamak için anlattıkları bitince, hava kararmaya yüz tutup, gündüz gözüyle çok istediğimiz bu özel şehri tam göremeyeceğimizi anlayan herkes haklı olarak söylenmeye başladı. Otobüsten iner inmez UNESCO tarafından Dünya Mirasları Listesi’ne alınmış eski şehir meydanına doğru geziye yürüyerek/koşarak başladık. Akşam karanlığında bir şey göremeyeceğimiz için üzülürken, her yerinin gözlerimizi kamaştıran ışıklarla aydınlatılması sayesinde, kuleler ile muhteşem surları şaşkın bakışlarla seyrettik. 14. yy.dan kalma ve dünyanın en eski eczanesine de ev sahipliği yapan, Francis Manastırı, Rector Sarayı, şehir kapıları, ve diğer önemli yapıları gördükten sonra serbest zamanda şehrin sokaklarını keşfe çıktık. Kırışıklık giderici krem alma aşkıyla eczanenin yerini bulduğumuzda kapalı olduğunu görerek hayal kırıklığı yaşasak da meydanda konser zamanına denk gelmemize sevindik. Elinde bastonu, boynunda inci kolyesi, saçları yapılı, dudağı boyalı yaşça olgun kadınlar, koluna girdikleri delikanlılarla asil bir görüntü sergiliyorlardı. Sokaklarda gezinirken meşhur kalamar ve balığını yemek istememize rağmen boş bir masa kalmadığını görünce , ailenin en küçük üyesinin isteğini yerine getirdik. Elimizde kocaman pizza dilimlerini Spanish steps yani İspanyol merdivenlerinde oturarak yiyen Türkler olarak tarihe geçtik. Ününü duyduğumuz küçük taş parçasının üstüne çıktık. Bir inanışa göre taşın üzerinde kalıp aynı zamanda da gömleğini çıkarabilenler sevdiklerine aşklarını ispat etmiş olurlarmış. Yapabilenleri alkışladık. Onofrio çeşmelerinden kana kana su içerken, eskiden gemilerin yapıldığı tersane bölümünü de görüp, kalabalık içinde nehirde sürüklenen saman çöpü gibi oradan oraya aktık... Otobüse binip otele giden yolda yorgunluktan bütün yolcular uyurken şoförün sağ salim bizi ulaştırması bir şanstı. Ertesi gün tur şirketi kendini affettirmek için bizleri kuzu çevirmesiyle ünlü Zdravo Voda Restoran’a götürdü. Manzarası dağların eteğindeki akan nehrin su sesi eşliğinde yediğimiz etler çok lezzetliydi. Vegeta (sebzeli tuz) atarken biraz fazlaca koyduklarından, yol boyu su isteyenler mola için otobüsü durdurmak zorunda kalsalar da buna değdiğini düşündük. MOSTAR Hırvatistan’dan Bosna Hersek’e giderken manzara izlemek keyifliydi. Sırada Mostar ve Saraybosna gezisine geldiğinde otobüste bilgi veren rehber bizi hüzünlü dakikalara hazırlıyor gibiydi. İnsanın kalbinde yara bırakan görüntülere doğru ilerledik. Her yerde, savaşın geride bıraktığı acının izleri duruyordu. Binalarda yüzlerce kurşun delikleri vardı. Birçok insan evlerini savaşı unutmamak için özellikle yaptırmıyormuş, bir kısmı ise parasızlıktan. Gezinin en ilgi çekici yerlerinden biri olan Mostar’a yaklaştığımızda anlatılanlardan daha güzel olan köprüyü görüyoruz. Fotoğraf çekilebilmek için yarışmamıza rağmen kadraja tek başımıza giremiyoruz. Köprünün kaygan taşları üzerinde yürümekte zorlanınca birbirimizden yardım alarak devam ediyoruz. Aklıma o an Honoré de Balzac'ın meşhur sözü geliyor “Dost için sırtımı köprü yapmaya hazırım ben; yeter ki, temiz kalpleri taşıyan ayaklar geçsin üstümden.” Mimar Hayreddin tarafından 1557 yılında inşa edilen köprü Osmanlı mimarisinin bir şaheseri. Kentin erkekleri nişanlılarına cesaretlerini kanıtlamak için düğün öncesinde köprüden Neretva nehrine atlarlarmış... Köprüye ilk saldırıyı 1992 de Bosnalı sırplar düzenlemiş…Kasım 1993 te Hırvat tankları köprüye daha büyük bir zarar veren saldırılarını başlatmışlar…ve 8.11.1993' te Hırvat topçu ateşiyle yıkılmış…Yerine derme çatma bir köprü yapılsa da köprünün yeniden inşaatı için çalışmalar 1997 başlamış…Macar ordusunun dalgıçları orjinal taşları nehirden çıkarmış ve bir Türk şirketi yapımı üstlenmiş.aslına uygun olarak yapılan köprü temelleri daha da sağlamlaştırarak 2003 ağustosta bitirilmiş... 2004 te de hizmete açılmış… Köprü etrafında yerleşim yapılmış Osmanlı döneminde. Camiisi, pazarı, dükkanları, atölyeleri, evleri…Bugün hala bu geçerli. Şehrin dokusu muhteşem. Etkileniyoruz. Biraz ilerleyince Koska Mehmet Paşa Camii'ni görüyoruz. Müslümanlar Mostar'ın doğusunda, Hırvatlar batısında yaşamaya başlamış. Sırpların çoğu ise şehirden ayrılmış. Savaştan sonra şehirde zarar gören binalar tamir, tarihi eserler restore edilmiş. Bu arada yıkılan Mostar Köprüsü’nün ABD, Türkiye, Hollanda, İtalya ve Hırvatistan'ın katkılarıyla Yapı Merkezi tarafından temel, beden duvarları ve zemini güçlendirilmiş, ER-BU adlı diğer bir Türk şirketi tarafından aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. 2005 tarihinde eski Mostar şehri, UNESCO tarafından Dünya Miras Listesine alınmış. Mimar Sinan Kayseri doğumlu olduğu için, Kayseri kardeş şehir ilan edilmiştir.’’ bilgisini rehberden dinledikten sonra Mostar köprüsünden atlayan genç delikanlıları seyretmek için köprünün ayaklarının olduğu yere iniyoruz. Para karşılığı köprünün tam ortasındaki duvara çıkarak suya atladıkları an kuşlar gibi uçtuklarını hayretle izliyoruz…Alkışlar eşliğinde yapılan bu seronomi hepimize heyecanlı dakikalar yaşattıktan sonra Avrupa’nın en güçlü su kaynağının, Buna nehrinin doğduğu yere kurulmuş olan Blagay Alperenler Tekkesini ziyaret ederek tekrar yola çıkıyoruz... SARAY BOSNA Saraybosna’ya hareket ve varışımıza istinaden şehir turumuza başlıyoruz. Saraybosna’ya gidip tarihi bir yolculuk yapmaya hazır mısınız? “Avrupa’nın Kudüs’ü” Üç büyük imparatorluğun tarihine şahitlik etmiş bir Balkan başkenti. Bosna adı tarihte ilk defa 10. yy. da bir kitapta yer almıştır ve kelime anlamı “İYİ İNSANLARIN BÖLGESİ’’dir. Birçok Avrupa şehrinde olduğu gibi Saraybosna da tarihteki yerini Roma İmparatorluğu ile birlikte almıştır. Tarihi 13. yy. a kadar uzanan Saraybosna 15. yy da Osmanlı idaresine geçmiş ve yaklaşık 400 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde kalmıştır. Bu nedenle Saraybosna Osmanlı mimarisi ve eserleri açısından oldukça zengindir denilebilir. Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna acının ve hayatın bin bir rengi maneviyatıyla bizi kuşatan şehir 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti toprakları içerisinde yer alan Bosna-Hersek’in başkenti ve en kalabalık şehri olan Saraybosna’nın tarih kokan sokaklarını ve mimari eserlerini dikkatle dinlerseniz size bir şeyler anlattıklarını duyabilirsiniz. Şehrin kalbine hoş geldiniz! Tam anlamıyla yaşayan bir şehir olan Tarihe Yön Veren Yapı: Latin Köprüsü 16. yüzyılda Osmanlı tarafından yapılan bu köprünün önemi büyük. Franz Ferdinand’ın ölümüyle sonuçlanan suikast burada gerçekleşmiş ve bu olay I. Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak kabul edilmiş. Saraybosna’da görülecek yerler listesinde ilk sıralarda yer alan Latin Köprüsü, şehrin en eski ve en önemli yapılarından. Yolcu ve ziyaretçilere temiz su sağlamak amacıyla 18. yüzyılda yapılan Sebil, Saraybosna’nın önemli noktası Başçarşı’da yer alıyor. Mehmet Paşa tarafından yaptırılan bu yapı savaştan zarar görse de yapılan yenileme çalışmalarının ardından şu anda hala kullanılabiliyor. “Avrupa’daki Osmanlı Çarşısı” olarak anılan Başçarşı, Milijacka Nehri’nin kuzey kısmında yer almakta. 19. yüzyılda çıkan yangının ardından küçülmek zorunda kalan Başçarşı’da alışveriş yapabileceğiniz bir çok dükkan bulunuyor. Çevresinde bulunan cami ve medreseler ise tarihi çarşının resmini güçlendiren eserlerden. Bizden Biri: Saraybosna. Neden? diye soracak olursanız Osmanlı Mimarisiyle Şekillenmiş bir Şehir: Türkçe Oldukça Yaygın... Yemek Kültürü Damak Tadımıza Uyuyor... İsmi Osmanlı Zamanlarından Kalma... Sıcakkanlı, Yardımsever ve Samimi Yerliler var... Avrupa’nın en müstesna çarşısı Başçarşı’da gezimizi yaparken ilk olarak Osmanlı döneminden beri faaliyete devam eden Kurşunlu Medresesini geziyoruz. Ardından Kanuni Sultan Süleyman’ın akrabası Hüsrev Bey Cami'sini ziyaret ediyoruz. Osmanlı Çeşmesinin önüne geliyoruz. Bu çeşmeden su içenler bir daha Saraybosna ya gelirlermiş…Biz mi, içtik tabii... Turumuzun devamında Saat Kulesi, Katolik Katedrali, Ortodoks Kiliseleri ve Musevi Sinagogu’nu görüyoruz. Kapalı olduğu için kapısının önünde fotoğraf çekilmekle yetiniyoruz. Ardından I. Dünya Savaşı’nın çıktığı Latin Köprüsü’nü gezdikten sonra Fatih Sultan Mehmet’in şehre girdiği kapıdan geçip son olarak Fatih Sultan Mehmet Han’a atfedilen Fatih Camii ziyaretimiz sonrası"Trileçe"tatlısını yerken ve kahve içerken orada okuyan Türk öğrencilerle karşılaşıyoruz. Kendilerini evlerindeki kadar rahat hissettiklerini söylüyorlar. 'Sönmeyen Ateş Anıtı’ İkinci dünya savaşını simgeleyen bir anıt. Hiç durmadan gece gündüz yanıyor... ikinci Dünya Savaşı sonrası Yugoslavya'nın bağımsızlığını kazanmasının ardından 1945 yılında yakılan ateş ve bu ateşin arkasına yapılan anıt ise; Boşnak, Hırvat ve Sırpların hep birlikte özgürlüklerini kazandıklarını simgeliyor. Yerdeki kan izlerinin zamanla silinmesi üzerine kırmızı boyayla boyanarak o anların hatırlanması sağlanıyor. Şehir sakin, insanlar sakin ancak şehirde bir hüzün var. 5 Şubat 1994’te Saraybosna’daki Markale Pazarı’na kalabalığın en yoğun olduğu öğle vakitlerinde Sırp birliklerinin 120 mm’lik havan topuyla gerçekleştirdiği saldırıda ve Katliamda 68 kişi hayatını kaybetmiş, 144 kişi yaralanmış… Binaların neredeyse birçoğunda bulunan mermi ve bomba izleri içimizi acıtıyor. Birçoğunda şarapnel parçaları savaşın üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen gözüküyor. 1992 – 1996 yılları arasında yoğun bir kuşatma altında yaşayan ve insanların hayatını kaybetme korkusuyla aylarca evden çıkamadığı günlere sahne olan Saraybosna, şimdilerde tüm kötü anılara rağmen huzur ve neşenin harmanlanarak tüketildiği duygulu bir şehir olarak varlığını sürdürüyor. Hemen her gidenin döndüğünde zihninde ilk canlanan şeyin duvarlardaki mermi izleri olduğuna bakmayın, Saraybosnalılar o günleri de, o izleri de belleklerinin uzak bir noktasına yerleştirmiş. Çok şey var elbet konuşulacak, bu şehrin ve bu şehrin insanlarının çektiği çilelere, savaşın soğuk yüzüne dair. Birazda güzel hatıralardan söz edelim... Osmanlı’nın uzun yıllar hüküm sürdüğü topraklar olduğu için bizden çok iz taşır ama şehirde bir o kadar da Avrupai bir hava eser. Müslüman, Katolik, Ortodoks ve Musevi dinine mensup toplumların yaşadığı bu ülkedeki denge ve düzen insanı hem şaşırtıyor hem de hayran bırakıyor. Ayrıca dağların himayesindeki şehir, doğal güzellikleriyle de büyülüyor. Hemen her malzemeden yapılan meşhur Boşnak börekleri de kesinlikle tatmadan geçilmemelidir. Börekçiler günün her saatinde çok kalabalık. Börekler yanında biraz sıvı kıvamlı bir yoğurt ile servis ediliyor. Burada börekler farklı bir yöntemle kömürde pişiyor. Mangal gibi büyük bir tezgahın tabanı tamamen kömür ile dolu, üzerinde tepsileri oturttukları bir demir halka ve bu halkanın üzerindeki tepsiyi üstten kapatan ve üzeri kömür ile dolu bir düzenek var. Böylece börek hem alttan hem de üstten kömür ateşinde pişiyor. Bosnalıların Türklere ve Türk dizilerine olan hayranlıkları sayesinde ise buranın halkı ile hemen keyifli bir diyaloga girmenize fırsat tanıyor. Yabancı dil yerine beden dilimi kullanarak anlaştığım, son bozuk paralarımı avucuna bıraktığım dükkân sahibi gülerek sıcacık börek paketini elime tutuşturdu. Canınız çekmesin ama yediğim en harika börekti. Az kalsın turdakileri kaybediyorum derken şanslıyım gene. Benim gibi geride kalan alışveriş yapan yolcuyla otobüsü buluyoruz. Eşsiz manzaralar eşliğinde devam ederek ardından sınırı da geçerek ve Sırbistan’a varıyoruz. BELGRAD, NOVİ-SAD Balkan ülkeleri arasında Nikola Tesla’nın güzel ülkesi Sırbistan, doğası tarihi mekanları ile keyifle gezebileceğiniz bir ülke. Başkent Belgrad ve Novi Sad ülkenin gezilebilecek öncelikle iki güzel şehri bence. Belgrad büyük metropol bir başkent. İsmi Sırpça’da “Beyaz Şehir” anlamına gelen bu huzurlu ve aydınlık şehir kara günleri geride bırakmış aydınlık bugünlere ve yarınlara işgaller sonucu tanıştığı ve kaynaştığı kültürler ile birlikte gelmiş ve kozmopolitan bir yapıya ulaşmıştır. Günümüzde 2 milyon nüfuslu, güler yüzlü insanları, güzel yüzlü kızları, yemyeşil parkları, kartpostalları aratmayacak doğal güzellikleri ve eğlenceli geceleriyle Belgrad insanın içerisinde yerleşme isteği bırakan güzide bir Sırbistan şehridir. Şehrin kalbi ise Kalemegdan bölgesi. Kalemeydan’dan ise Tuna ve Sava nehirlerini saatlerce seyredebileceğiniz güzellikte. Momo Kapor’un düşük bütçeli Paris dediği Belgrad; Sırbistan’ın en kalabalık şehrive başkentidir. Belgrad günün her saati yaşayan ve ruhu olan bir yerleşim bölgesidir. Stratejik konumu itibariyle birçok kez işgal edilmiş; yakılmış yıkılmış ve ardından tekrar kurulmuştur. Belgrad, kentin üzerinde gururla oturan Kalemegdan isimli beyaz duvarlarından dolayı ‘Beyaz Şehir’ olarak anılıyor. Zengin gece hayatı, güçlü mimari yapıları, ilginç müze ve galerilere ev sahipliği yapmasıyla popüler bir hafta sonu Avrupa kaçamağı. Çoğu kişi belki burun kıvırır. Ama bilmezler ki Belgrad’ın, Berlin ve Paris kadar güzel caddeleri, harika bir coğrafi konumu, yemyeşil devasa parkları, ve renkli bir gece hayatı vardır. Sokakları tertemiz ve güvenlidir. Sava ile Tuna nehirlerinin birleşme noktasında bulunan Sırbistan’ın başkenti, enerjisiyle ve canlılığıyla bizleri kendine hayran bırakmayı başardı. Şehrin en meşhur caddesi, bir nevi Belgrad’ın İstiklal Caddesi olan Knez Mihailova Caddesi butikleri, dükkanları, kafeleri ve restoranlarıyla kesinlikle görülmesi gereken bir yer. 5000 yıllık mirasa sahip en eski Avrupa şehirlerinden biri olan Belgrad, geçmişten günümüze, tarihi eserlere, geleneksel sanat eserlerine ve ünlü cazibe merkezlerine hayranlık uyandırıyor. Zengin kültürel ve tarihi miraslarıyla eski binalar, kiliseler, katedraller, anıtlar, çeşmeler, doğal güzellikler ve daha neler neler… Merkezindeki Prens Obrenovic Heykeli ve Ulusal Tiyatro, Ulusal Müze ve Bosko Buha Tiyatrosu, Cumhuriyet Meydanı’nı çevreleyen noktalardan sadece birkaçı. İstiklal Caddesine çok benzeyen boylu boyunca uzanmış bu sokakta bol bol yürüyerek bale yapan kızı seyrettikten sonra kendimizi şımarttık; cafelerinden birine oturup kahve içtik. İnce narin şişelerde özenle yapılmış yerli içki Rakıjomuzu aldık. Çorba – Čorba, dolma, sarma, börek – burek , güveç – guvec, salata, pilav, kebab – čevap, köfte – ćufte kelimelerini de kullanarak yemek yedik, alışveriş yaptık. Knez Mihailova caddesi ise bizim İstiklal caddesi gibi keyiflice dolaşabileceğiniz Belgrad’ın en kalabalık caddesi. Kalemegdanın içerisinde ise Damat Ali Paşa’nın mezarını ziyaret ederek gezmeye başladık… Şehrin diğer büyük sembolü ise Balkanların en büyük Ortodokslara ait en büyük ibadethane olan Aziz Sava Katedrali idi. Müzik ve kalabalığın olduğu yöne doğru gidince muhteşem yapının önünde bulduk kendimizi.Aziz Sava Katedrali Sırbistan’ın en büyük katedrali olarak biliniyor. Bu devasa katedral aynı zamanda Avrupa’da da benzerleri arasında büyüklük kıstasına göre 10. sırada yer alıyor. Belgrad’ın Vracar bölgesinde konumlanan katedralin öyküsü 1550 yıllarına kadar uzanıyor. 1550 ve 1553 yılları arasındaki Osmanlı Donanması’nın en büyük rütbeli ismi olan Sinan Paşa’nın hatıratlarında Aziz Sava Katedrali’nden bahsedildiği biliniyor. Bu devasa katedral aynı anda 10 bin kişinin bir arada ibadet edebileceği kadar büyük bir alana yayılmış. Şehirde görmeden dönmeyin diyeceğim yerlerden biri de Nikola Tesla müzesi. Kıymeti bilinmeyen bir adam için açılmış bir müze. Peki kim bu adam? Efendim Nikola TESLA, Sırp-Amerikan fizikçi. Elektriğin kablosuz taşınmasını sağlamış bir kere! Ötesi var mı? Tesla, AC sistemini, elektrik bobinini ve ilgili maddeleri icat ederek elektriğe güç verdi. Bu adamcağız bu zamana kadar “Neler yapmış, neler icat etmiş?” diyorsanız içeride çeşitli ve epey eğlenceli demolar ile görüp deneyimleme şansını bulacaksınız. Biletinizi alıp kendiniz müzeyi dolaşabilirsiniz veya rehberli tura katılabilirsiniz. Müzede belli saatlerde İngilizce ve Sırpça rehberli turlar düzenleniyor. Nikola Tesla Müzesi, Belgrad’ın merkezine yakın olan Krunska Caddesi üzerinde. İçeride elektrik ve icatları ile ilgili yapılan sunum ise harika. Sırbistan diğer ülkelere geçiş açısından kapı beşiği gibi, buradan bir çok Avrupa ülkesi ve şehrine her gün düzenli otobüs var. Balkan ülkeleri arasında doğal güzelliği, uygun fiyatları geniş coğrafyası ile keyifli bir ülke Sırbistan. Novi Sad ise Sırbistan’da Belgrad’dan sonra gezebileceğiniz en keyifli şehridir. Estetik görünümlü binalarına bakarken yolunuzu şaşırmayın, aman diyelim! Ucuz olan bu huzur dolu şehre bir hafta sonunuzu ayırmanız tüm yerleri gezmeniz için yeterli olacaktır. Zamanında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na ev sahibi olmuş Novi Sad’ı gezerken Avusturyalı mimarların tasarımlarına aşık olacaksınız. Tarihiyle, doğal güzellikleriyle, havasıyla, suyuyla, her dinden, her dilden insanlarıyla biz Rumeli ve balkanları çok sevdik... Gezinin son gününü dolu dolu geçirerek yorgun ama mutlu olarak evimize döndük. * ÖNCEKİ BÖLÜM Mavi İnci

  • Selanik

    YOL SENDROMU Ne kadar da heyecanlıyım. Oysa hazırlığın son aşamasında, eksik gedik olmasın diye danışmanlığına başvurduğumuz ve rehberliğimizi yapacak olan arkadaş ise bu kez heyecanlı olmadığını söylüyor. Evet, doğrudur bu onların aynı grupla ve ailece çıktıkları dördüncü yurt dışı gezisi. Bizimse ilk. İlkler hep daha heyecanlı ve coşkulu değil midir? Yurt dışına çıkmayı istemişimdir hep. Kim istemez ki… Bu isteği gerçekleştirmenin kenarından, kıyısından döndüğüm oldu. Yani tam gidecekken bir aksilikle karşılaştım. Gitmeyi kurduğum ama ölü doğmuş bir bebek gibi canlandıramadığım da… Örneğin, İsviçre’de yaşayan arkadaşlarımızdan davet almıştık bir keresinde. İki aile birlikte tam da gidecektik bir trafik kazası geçirdik. Maddi hasarlı kazada canımızı kurtardığımıza sevindik sevinmesine de gidişimizi iptal etmek zorunda kaldık. Bir de şu var aklımda; erkek kardeşimle, o on sekiz yaşına geldiğinde Venedik’e gidip gondola binme hayalimiz vardı. Kardeşim o yaşa gelmeden evlendiğimden bu hayali gerçekleştirmek mümkün olmadı. Neden böyle bir hayal kurmuştuk ve hedefimiz neden on sekiz yaştı bilmiyorum. Ama kurduğumuz hayali geliştiremedik. Unutuldu gitti sanırım. Bugüne kısmetmiş ne yapalım. Otobüsle gidilecek bir gezi bu. Bu nedenle gezimizin ana hedefi İtalya ise de yolumuzu başka ülkelere de düşüreceğiz. Sadece yol ve konaklama parası ödeyerek katıldığımız gezide yeme-içme, alış-veriş ve müze ziyaretleri için bütçemizi ayarlamamız gerekiyor. Rehber arkadaşımız tuvalet alışkanlıklarının farklı olduğu uyarısında bulunuyor. Klozetlerde sifon harici su olmadığını söylüyor. Yanımıza bolca ıslak mendil almalıyız. Başka öneriler de alıyoruz. Tecrübesine dayanarak Yetsel ablam ayaklarımızın şişmemesi için minik bir tabure, oğlum ise boynumuzun tutulmaması için boyun yastığı öneriyor. Yanımıza bol su almamızı ve sırt yastığı bulundurmamızı söyleyen oluyor. Kahvaltılık malzemeleri vakumlatıyoruz. Karnımız doyurma fırsatı bulamadığımızda atıştırmalık çerez paketleri hazırlıyoruz. Olmazsa olmazım elmalar tek tek yıkanıp paketleniyor. Yedek sularımız var. Her gün için temiz giysiler sayarak yerleştiriliyor. Yanımıza havanın durumuna göre giyilecek kalın ve de ince giyseler alıyoruz. Şapka ve mont ikilisi kurtarıcılar arasında. Yağmurluk ve şemsiyemiz de var tabi ki. Havlu ve çarşaf da var. Otobüsle seyahat edecek olmanın avantajından yararlanıyoruz. Yollar biriken tozlarımızı alacak üzerimizden yenileri savrulurken havada. Gülgün Çako / 1 Ağustos Yola Revan… Gece geçmek bilmiyor. Uyur uyanık bir haldeyim. Ya uyanamazsam psikolojisi. Saati kurmama rağmen, ya çalmazsa sendromu… Gece saat 3.00. Saat çalıyor ve uyanıyorum. Ne kadar uyuyabildiysem işte. Hazırlanıp arabaya binmek bir saate mal oluyor. Ve Lapseki’deyiz. Arabamızı bir haftalığına öğretmenevi bahçesine park edip 6: 00 feribotuyla Gelibolu’ya geçiyoruz. 75. Yıl Cumhuriyet İlkokulu’nun önünde duruyor otobüsümüz. Taksiyle oraya vardığımızda yerleşme telaşındaki yol arkadaşlarımızla karşılaşıyoruz. Herkes yanında götürmek için getirdiklerine yer bulma telaşında. Biz de bagajımızı yerleştiriyoruz. Şoför öğretmen edasıyla elindeki listeden yerimizi bulup gösteriyor. Turu düzenleyen öğretmen arkadaşlarla ön görüşme yapıyoruz. Kural gereği her gün bir arka sıraya geçip yolculuğa devam edeceğimiz söyleniyor. Herkesin pozitif enerji yaydığını hissetmek güzel. Hoş bir samimiyetin ortasındayız. Bize bu turu öneren arkadaşların pozitifliği ve samimiyeti de etkili bunda tabi ki. Herkes kendine bakar durumda aslında. Bizim yabancılığımız yabancılık değil. Benzer mesleklere sahip, benzer yaşantılardan çıkıp gelmiş, aynı yörenin insanlarıyız. Kendini bu ortama ait hissetmek zor değil. Çok neşeli bir şoförümüz var. Komedyen Ata Demirer’e oldukça benziyor. Öyle ki Ata Demirer’in sol yanağındaki ben onun sağ yanağından gülümsüyor. Ata Demirer’in negatifi sanki, diye düşünmeden edemiyor insan. Bunun farkındalığı ile bolca izlediği komedyenin jest ve mimiklerini kullanıyor sıklıkla. Öyle sevimli ki ortamı ısıtıyor. Yola revan oluyoruz. Gelibolu, Keşan, İpsala… İlk geçtiğimiz kapı Türkiye İpsala sınır kapısı. İlk dikkatimi çeken her iki ülke sınırındaki geçiş korkulukları. Türkiye tarafında kırmızı beyaz, Yunanistan tarafında mavi beyaz. Her iki tarafınki de örümcek bağlamış. Hava sıcak. Boş durmuyor örümcekler. Yunan bayrağının yanında lacivertin üzerine sarı yaldızlı on iki yıldızın bulunduğu Avrupa Birliği bayrağı dalgalanıyor. Pasaportlarımızı onaylatıp sınırı geçiyoruz. Ne bekliyorsam, pek de bir şey fark etmedi ne kadar da ülkemize benziyor derken düzgün yollar, çoğunda mısır ekili düzgün taranmış saçlar gibi tarlalar ve bolca zeytinlikle karşılaşıyoruz. Tek bir çöpe rastlamak mümkün değil. Önce Alexandroupoli (Dedeağaç), Komothini (Gümülcine ) ve Xanthi (İskeçe)’yi geçiyoruz. Kavala yakınlarında bir dinlenme istasyonunda durup ilk kahvaltımızı etmek güzel. Gecenin üçünde yediklerimi henüz sindiremediğimden sadece tesiste ikram edilen çay ile geçiştiriyorum. Çok sevdiğim Kavala kurabiyelerinden alıyoruz. Tam yeri olduğu ve yolda gördüğümüz onca badem ağacına rağmen kurabiyelerde badem ara ki bulasın. Oysa İstanbul’dan gelip aslen Edirne’den tura katılan Hülya Hanımın ikram ettiği Kavala kurabiyelerde bol badem içi var. Adı farklı. Minik karelere ayrılmış bir lokmalık. Ne ince davranış biz neden böyle bir şeyi akıl edemedik, diye düşünmeye kalmadan Hülya Hanımın eşinin o kurabiye firmasının sahiplerinden olduğunu öğreniyoruz. Kahvaltı sonrası hedefimiz Selânik. Selânik’ te uzun kalamayacağız ne yazık ki. Programda yalnızca Atatürk’ün doğduğu ev var. Kahvaltı molamızdan iki saat sonra hedefe varıyoruz. Yakınında park eden otobüsümüzden indiğimde aklımda evin karşısında denizi görmek var. Oysa ev denize bakmayan bir çarşının içinde. Bugün müze olarak kullanılıyor ve bitişiğinde Türk Konsolosluğu var. Bulunduğumuz mahallenin Aya Dimitriya Mahallesi ve evin bulunduğu caddenin Apostolu Pavlu Caddesi olduğunu öğreniyorum. Kapı No:75 Evin caddeye bakan yüzü kitaplarda gördüğümüz o pembe gülümsemesi ile bizi selamlıyor. Ama bildiğimizden biraz solgun. Eski ya da harap olduğundan değil gayet bakımlı aksine.Sanırım bakımını yapanların yeni tercihi bu olmuş. Sağ yanından bahçeye girdiğimizde evin bodrum katıyla birlikte üç katlı olduğunu görüyoruz. İlk dikkatimi çeken bahçedeki nar ağacı. O ağacı Ali Rıza Bey dikmiş. Ağacı alışkanlıkla içten selamlıyorum. Öğrendiğimden yaptığım yorumla kiracı olunan bir eve dikilen ağacı daha bir anlamlı buluyorum. Bahçede bulunan levhada şöyle yazıyor: Selanik arşiv belgelerine göre, şimdi müze olan Atatürk Evi, 1870 yılından önce Rodoslu müderris Hacı Mehmed tarafından yaptırılmış olup önce İbrahim Zühdü adlı birisine, daha sonra da yine Selanik halkından Abdullah Ağa ve Eşi Ümmü Gülsüm'e satılmıştır. Bu kayıtlardan anlaşıldığına göre ev, Atatürk'ün babası Ali Rıza efendi tarafından inşa ettirilmemiş, sahiplerinden kiralanmıştır. Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey’in kereste ticaretiyle uğraştığı söylenirdi. Oysa o bir süre Selanik Evkaf katipliğinde bulunmuş, gümrük memurluğu yapmış, 1876 yılında da Selanik Asakir-i milliye taburunda birinci mülazım olarak görev almış, daha sonra serbest ticaret hayatına atılmış.. Selanik'in tanınmış ailelerinden Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa'nın kızı Zübeyde Hanım'la 1878 yıllarına doğru evlenen Ali Rıza Bey Kırmızı Hafız diye şöhret bulan babası Ahmed Efendi'nin (Subaşı) mahallesindeki evinden ayrılarak Koca Kasım Paşa mahallesindeki aslı vakıf olan şimdiki evi sahiplerinden kiralamış, eşi ile birlikte bu eve taşınmışlar. Ev o zamanlar, etrafı yüksek duvarlarla çevrili olup, harem ve selamlığı olan üç katlı tapu kayıtlarına göre ( Bir bab fekani oda ve bir divanhane ve bir tahtessema ve iki bab tahtani oda, bir çeşme bir miktar avlu) klasik, çıkartmalı bir evmiş. Dış yüzü sıva üzerine pembe boyalı olup alt pencerelerine demir, üst pencerelerine de ahşap kafesler yapılmış. Atatürk 1881 yılında bu evin ikinci katındaki sol tarafa düşen ocaklı odada doğmuş. Odaların kullanımına ev halkının maketlerini katmışlar. Zübeyde hanım oturmuş İstanbul’daki oğlunun yolunu gözlüyordu. Mutfakta gurbete çıkmanın hüznü içinde henüz delikanlı bir Mustafa Kemal oturuyordu. Bir başka odada cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk vardı. Evi gezerken gördüğüm bir ayrıntıdan söz etmeden edemeyeceğim. Ziyaret eden çocuklar için bir kütüphane oluşturulmuş. Minik sandalyelere oturup sinevizyon izliyorlar. Kitap okuyabiliyorlar. Raflarda Rıfat Ilgaz’ın “Bacaksız Okulda” kitabı dikkatimi çekiyor. Atatürk’ün karnesi ve cumhurbaşkanlığı mührü evi gezerken objektifime takılan ayrıntılardan. Aramızda daha önce de Atatürk Evi’ni ziyaret edenler var. Önceden böyle değilmiş. Evin gerçeğine uygun döşenmiş halinin daha anlamlı olduğunu söylüyorlar. Ben günümüze müzeciliğine uygun bu halini de sevdim. Bu ev hep bizimleydi zaten. Köşedeki ağacı görmezden gelemezdim elbet. Fotoğraf makinemle kareliyorum ağacı. Ve dinlenme zamanı… Pazar günü olduğu için mağazalar ve dükkânlar kapalı. Yalnızca oturup dinlenecek, yenip içilecek yerler açık. Cadde ve sokaklar nerdeyse bomboş. Grup rehberlerimiz Lütfiye hanım, soğuk bir kahve türü olan Frappe’yi denememizi öneriyor. Selanik’e gelip Frappe içmeden dönmek olmazmış. Deniyoruz, çok da iyi geliyor. Üstü köpüklü buzlu bir kahve bu. Pipetle içiliyor. Öğrendiğime göre, ilk defa 1957 yılında Selânik’te yapılmış. Nestlé firması için çalışmakta olan Yannis Dritsas, çocuklar için çikolatalı pratik bir içecek (çikolatalı karışımı suyla çalkalamaktan ibaret) tanıtımı yaparken, yanında çalışan Dimitris Vakondios bu yöntemi standart hazır kahveyi sıcak su yerine soğuk su ile hazırlamak için kullanmış. Böylece, tesadüfen de olsa Frappe'yi bulmuş. 1957’den sonra Yunanlılar Frappe'yi ulusal kahve içecekleri olarak benimsemişler. Yunanistan'dan hızla komşu ülkelere yayılan Frappe, bugün yaygın şekilde içilen bir soğuk kahve türü. Hazır kahvenin kahve piyasasına hakim olduğu ülkelerde daha yoğun şekilde içilmekteymiş. Otobüse binip Selânik’ten ayrılırken bu ziyaretin eksikliği içindeydim. Yine gelmeli ve şehri daha bir tanımalı. Otobüsü park ettiğimiz yerdeki o güvercin gözlerini uzaklara dikmişti. / 2 Ağustos * GELECEK HAFTA: İTALYA; POMPEİ

  • Zaman Makinası ve Geçmişe Yolculuk

    İstanbul Boğazı'nın güneyinden batısına doğru uzanan, boynuz şeklindeki yapısından dolayı İlk Çağ’da Khrysokeras yani Altın Boynuz olarak anılan ve Avrupalıların “Golden Horn” olarak bildikleri Haliç semti İstanbul'un en sevdiğim köşelerinden biri. Ve bir yol arkadaşı bulduğumda gitmekten hiç yüksünmediğim buram buram tarih kokan bir semt. Hatırlar mısınız bilmem, 1980'li yıllarda çok ses getiren, çok sevilen bir film vardı, dizi halinde çekilen. Steven Spielberg'in yönettiği, bir delikanlının kazara tam otuz yıl geriye, yani 1985 yılından 1955 yılına gitmesinin anlatıldığı GELECEĞE DÖNÜŞ filmi. Filmde çılgın profesör Brown ile Marty ismindeki delikanlı bir zaman makinesiyle geçmişe yolculuk yapıyorlardı. Çok güzel ve eğlenceli bir filmdi. Bugün ben de yol arkadaşlarımla geçmişe bir yolculuk yapayım istedim. Gerçi zaman makinesine binmedik ama daracık ve dik yokuşlu eski İstanbul sokaklarında gerilere, çok gerilere gittik. Kadıköy vapurundan Eminönü'nde indikten sonra Haliç kıyısından yürüyerek Fener'e geldik. Fener’in o kimi yenilenmiş, kimi yıkılmaya yüz tutmuş evleriyle dolu daracık yollarına saptığınızda sanki bir film platosunun içinde buluyorsunuz kendinizi… Eski, yıkık dökük, virane evler; o evlerin arasına gerilmiş iplerde uçuşan rengarenk çamaşırlar, eli yüzü kir içinde koşuşturan çocuklar ve tüm o sokaklara sinmiş yoksulluk ve yoksunluğa karşın gülümseyen yüzler, ışıldayan bakışlar… Fener'de ziyaret ettiğimiz ilk mekan 17. Yüzyıldan kalma Dimitri Kantemiroğlu'nun eviydi. Boğdanlı olan Dimitri Kantemiroğlu 14 yaşına geldiğinde Osmanlı Devleti babasını Boğdan beyliğine atar. Geleneğe uyularak genç Dimitri de 1687 yılında rehin olarak İstanbul’a gönderilir. Öğrenimini İstanbul’da sürdüren Dimitri, Rum Ortodoks Patrikhanesindeki akademide antik Yunan ve Latin kültürüyle Bizans ağırlıklı Ortodoks kültürünü, Enderunda ise Osmanlıca, Farsça ve Arapça dillerini öğrenir. Osmanlı siyaset ve kültür çevreleriyle yakın ilişki kurar. Çocukluğunda başlayan müzik ilgisi İstanbul'da da devam eder Dimitri Kantemir'in, Türk müziğine merak sarar. Padişah II.Ahmet zamanında Enderuna öğrenci olarak alınır.Yaptığı besteleri ve oluşturduğu nota sistemiyle Türk müziğine büyük katkıda bulunur. Padişah da bu hizmetlerinden dolayı kendisine Fener'de koca bir saray bağışlar. İşte bu sarayın bahçesinde biraz nefeslenip kahvelerimizi içtikten sonra, ikinci durağımıza, buranın hemen üstünde bir kartal edasıyla Haliç'e ve Fener'e tepeden bakan "Kırmızı Mektebe" doğru tırmanmaya başladık. İstanbul'un en güzel yerlerinden birinde yer alan bu okul, gerek mimari yapısı, gerekse tarihsel değeri ile İstanbul’un en görkemli binalarından biri. İstanbul’da faaliyet gösteren çok az sayıdaki Rum eğitim kurumundan biri olan bu okul, 1881'de mimar Dimadis tarafından, Fransa’dan getirtilen kırmızı ateş tuğlalarından yaptırıldığı için halk arasında “Kırmızı Mektep” diye de anılıyor. Okulun tarihi ise ta Fatih Sultan dönemine dayanıyor. Okulun önüne geldiğimizde tırmandığımız merdivenlerden, çevredeki tarihi binalardan ve muhteşem Haliç manzarasından nefesimiz kesildi ama daha görecek yerlerimiz vardı. Zaman makinesiyle Kanuni Dönemine gidecek; onun, babası Yavuz Sultan Selim için yaptırdığı camiyi ziyaret edecektik.Yokuşu biraz daha tırmanmamız gerekiyordu. Yokuşun sonuna geldiğimizde bir sokak ismi dikkatimizi çekti. Levhada "İsmail Ağa Sokağı" yazıyordu. Birden içinde yaşadığımız şu sıkıntılı günlerde çok duyduğumuz cemaatlerden birinin yaşadığı mahalleye geldiğimizi fark ettik. Zaman makinemiz karanlık bir dehlize girmişti sanki, bir başka boyuta geçmiştik. Sokakta kara çarşaflı, hatta peçeli kadınlar, genç kızlar arzı endam ederken, başları sarıklı, cübbeli, sakallı adamlar fütursuzca dolaşıyordu. Sokakta oynayan küçücük kız çocuklarının bile başları örtülü, erkek çocukların başları takkeli ve sarıklıydı. Çeşit çeşit sarıkların, şalvarların, cübbelerin satıldığı onlarca dükkan vardı mahallede ve sokakların bir kısmının adları yine 1,2,3 rakamlarının eklendiği İsmail Ağa Sokağı idi. Neredeyse bizden başka normal kıyafetli kimsenin olmadığı sokakta, üstünde "Kur'an Kursu" yazan çok çok büyük bir bina dikkatimizi çekti. Kim bilir kaç bin öğrenci barınıyordu burada. Cemaat ve tarikatlardan bunca yüreğimizin yandığı şu günlerde bu manzarayı görmek, bu dehlizin içinden geçmek bütün neşemizi bir anda söndürdü ne yazık ki... Son durağımız olarak geldiğimiz Yavuz Selim Caminin görkemli yapısı ve o güzelim Haliç manzarasını görecek halimiz bile kalmadı. Aslında bu son satırlarda anlattıklarımla kimsenin inancını, dinini sorgulamak niyetinde değilim, ama İstanbul gibi bir şehrin göbeğinde, dini ve inancı böylesi çağ dışı görüntülerle yaşayıp, "Hz. Muhammed'in yaşam tarzını ve sünnetini" yerine getirdiklerini savunanların, çağın bütün teknolojik olanaklarını kullanmaları da son derece ironik geldi bana. Umarım yaşananlardan ders alınır da yeni KANDIRILMALAR ve ALDATILMALAR, ardından da AF DİLEMELER yaşamayız... Aydınlık günlere kavuşmamız dileğiyle...

  • BİR YİĞİTLİK ANI

    Gece yarısı uykusundan uyandırıp sürüklediler onu, Kılıç şakırtıları duyulur hapishanenin avlusunda Ve buyurgan sesler; bu bilinmezlikte Titreşir korkutucu gölgeler birer hayalet gibi. İleriye doğru itiyorlar onu ve derin bir dehlizden geçiliyor Uzun ve karanlık, karanlık ve uzun. Bir sürgü gıcırdıyor, bir kapı gacırdıyor; Gökyüzünü ve buz gibi havayı duyuyor içinde Ve onu bir arabaya, tekerlekli bir lahte Bindiriyorlar ite ite. Adamın yanında, zincire vurulmuş Suskun ve yüzleri solgun Dokuz yoldaş; Tek bir sözcük bile çıkmıyor ağızlarından Hepsi seziyor çünkü Arabanın kendisini nereye götürdüğünü Şu altında dönüp duran tekerleklerin dingiline bağlı olduğunu Yaşamının, İşte durdu Gümbür gümbür giden araba, kapılar gıcırdadı: Üzgün ve şaşkın bakışlarla bakıyorlar Açılan demir parmaklıktan Karanlık bir dünya parçasına. Alçak ve kirli damlarla örtülü evler Bu karanlık ve karla örtülü alanı çevrelemekte. Kül rengi bir sis tabakası Süslemekte yüce mahkemeyi Ve kilisenin altın kubbesini yalıyor ilk ışıkları Henüz doğmakta olan soğuk güneşin Hiç konuşmadan sıra sıra diziliyorlar alanda. Bir teğmen, haklarında verilen kararı okuyor: Yaptıkları ihanetin karşılığı öldürmektir, kurşuna dizilerek Ölüm! Bu sözcük, kocaman bir taş gibi düşüyor Sessizliğin titreyen aynasına, Ve sert bir ses duyuluyor Sanki bir şey kırılıp iki parça olmuşçasına, Ve sonra, Sessiz bir mezara düşüyor Bu sesin bomboş yankısı, buz gibi sabah sessizliğinde. Sanki düş görür gibi, Bütün olup bitenleri hissetmekte adam, Ve şu anda ölmek zorunda olduğunu biliyor. Birisi öne çıkıyor ve onun sırtına Bembeyaz ölüm gömleğini giydiriyor sessizce Son bir söz ve sıcak bir bakış, yoldaşları selamlıyor; Sessiz bir feryatla Öpüyor adam rahibin kendisine emrederek uzattığı şeyi, Çarmıha gerilmiş Mesih’i. Sonra, üçer üçer Onunu da, kazıklara bağlıyorlar. İşte aceleyle bir kazak geliyor Gözlerini bağlamaya. Ve adam, Bu gördüklerinin sonsuzca körlükten önceki son görüntü olduğunu biliyor. Ve şu uzaklardaki gökyüzünün sunduğu Küçücük bir dünya parçasına, tutkuyla bakıyor. Sabahın ilk ışıklarıyla pırıl pırıl ışıldayan kiliseyi görüyor: Sanki son kutsal akşam yemeğine hazırlanmış gibi İçi kutsal sabah kızıllığıyla dolu çanağı alev alev yanmakta Ve o, ani bir mutlulukla ona doğru uzanıyor, Ölümden sonraki kutsal yaşama uzanır gibi. İşte şimdi gözlerinin önüne sonsuzca bir gece bağlıyorlar. Ama şu anda, Damarlarında dolaşmakta olan kan daha da renkli Ve bu kandan Pırıltılı dalgalar halinde akan Bütün bir yaşam fışkırıyor. Ve o, Bu anda, şu ölüm ânında Kaybedilmiş bütün bir geçmişi Ruhunda yeniden canlandırıyor; Bütün bir yaşam yeniden uyanıyor içinde Ve perde perde gözlerinin önünden geçiyor: Çocukluğu, yoksulluk içinde geçen çocukluğu, o renksiz ruhsuz yüzü, Babası, annesi, erkek kardeşi, evi Birkaç dost, iki yudum şehvet, Şöhret olma düşü ve bir tutam rezalet; Kaybolan gençlik bütün güzelliğiyle Damarlarında dolaşıyor; Ve adam, kazığa bağlandığı şu son âna kadar Bütün yaşamını yeniden duyumsuyor yüreğinin derinliklerinde. Ama acı gerçek, Siyah ve ağır Gölgeliyor içindeki bütün güzellikleri bir anda. Ve şimdi, Birinin kendisine doğru gelmekte olduğunu seziyor. Seziyor siyah ve sessiz adımların Giderek yaklaştığını; Ve seziyor, elini göğsünün üzerine koyduğunda Kalp atışlarının giderek zayıfladığını Ve sonunda atmaz olduğunu. Bir dakika daha sonra her şey bitecek. Kazaklar, Diziliyorlar önünde, parlayan üniformalarıyla Silahlar omuzlardan iniyor, nişan almış eller tetikte, Davul sesleri yeri göğü inletmekte, Bu bir tek saniye bin yıla bedel. Ve birden bir haykırış: Durun! Subay öne çıkıyor, elinde beyaz bir kâğıt parçası, Sesi açık ve berrak Ölüm sessizliğini kesiyor: Çar hazretleri Tanrı adına merhamete gelip Kararı bozdu ve daha hafif bir cezaya çevirdi. Sözcükler kulağına yabancı geliyor, Söylenenleri anlamaktan henüz çok uzak, Fakat damarlarındaki kan Yeniden harekete geçiyor. Adam yerinden doğruluyor ve bir şarkı mırıldanıyor Ve ölüm Donmuş eklemlerinden duraksayarak uzaklaşıyor, Hâlâ karanlığa bakmakta olan gözleri Sonsuz ışığın selamını seziyor. Gardiyan, Bağlarını çözüyor sessizce, Bir çift el, gözündeki beyaz bağı sıyırıyor Soyulmuş bir ağaç kabuğu gibi Yanan şakaklarından. Bakışları sendeleyerek uzaklaşıyor mezardan Ve bu halsiz, gözleri bulanık zavallı adam, Donmuş benliğine dönmek için Çevresini yokluyor. Ve o anda Sabah kızıllığında hâlâ ışıl ışıl parıldamakta olan Kilise ve kubbesi ilişiyor gözlerine. Sabah kızıllığının olgun gülleri, Kutsal dualar gibi sarmış kiliseyi, Çatısı üzerinde parıldayan haç, Kutsal bir kılıç gibi Yukarıyı, sevinçle kızarmakta olan bulutları işaret ediyor. Ve orada, sabah aydınlığında yükseliyor Çağıldayarak kilisenin dev kubbesi. Bir ışık seli, Alev alev yanan dalgalarını Kutsal ilahilerle çınlayan gökyüzüne fırlatıyor. Sis bulutları Dünyanın bütün kötülüklerini sırtına yüklenmiş gibi, Kara bulutlar halinde Yukarıya, o ilahi aydınlığa doğru yükselmekte. Ve bin sesli bir koro okuyormuşçasına Derinliklerden ilahi sesleri geliyor, Ve adam, Çektikleri işkenceler yüzünden acı içinde kıvranan İnsanların anlatıldığı kutsal ezgileri duyuyor ilk defa, Ve işitiyor adam ilk defa Küçüklerin, zayıfların, erkeklere peşkeş çekilen kadınların, Duygularıyla alay edilen genç kızların seslerini, Yaşamları boyunca hep ezilenlerin nefret ve kinini Ve dudaklarında hiçbir gülümseme belirtisi bulunmayan yalnızları; İşitiyor, hıçkırarak ağlayan çocukların yakınmalarını, Kandırılmışların feryadını. Ve işitiyor adam, Bütün acı çekenlerin feryatlarını, Haksız yere suçlananların, bitkinlerin ve horlanmışların seslerini, Bütün sokakların ve günlerin değeri anlaşılmamış soylu varlıklarının sızlanmalarını. Ve duyuyor, bütün bunların seslerini ve bütün bu seslerin Eşsiz bir uyum içinde gökyüzüne yükseldiğini. İşitiyor o, Tanrı’ya sadece acıların ulaştığını, Görüyor ötekilerin, kurşun gibi ağır bir yaşamı yeryüzüne nasıl bağladıklarını. Fakat, yukardaki ışık seli, Koronun yükselen sesinin kabarıp coşmasıyla Dünya acılardan uzaklaşıp Öyle büyüyor, öyle genişliyor ki! Ve adam biliyor, bütün bu insanların dileklerini Yerine getireceğini Tanrı’nın. Onun göklerinde merhamet ve bağışlama ezgileri dolaşmakta çünkü. Tanrı ezilmişleri sorgulamaz, Ve sonsuz bir bağışlayış, Tanrı’nın evini sonsuzca bir ışıkla aydınlatır. Mahşerin dört atlısı uzaklaşıyor oradan, Ölüm ânında bütün bir yaşamı yaşayanlar için Acı, neşe oluyor, mutluluk ise acı. Alev kırmızısı bir melek Yeryüzüne doğru daha şimdiden süzülüyor Ve adamın ürperen yüreğine Acının çocuğu İsa’nın kutsal sevgisinin parıltısını serpiyor. Ve adam, Yere yıkılırcasına dize geliyor, Bir anda, sonsuz acılar içindeki Bütün evreni hissediyor içinde. Vücudu tirtir titremekte, Beyaz köpükler saçılıyor ağzından, Vücudu kaskatı kesiliyor ve değişiyor yüz hatları, Ağlıyor, sırtındaki ölüm giysisini Islatıyor boşanan gözyaşları. Çünkü adam, ölümün acısını dudaklarında yaşadı yaşayalı Yaşamın tadına vardığını hissediyor içinde, Ruhu işkence görmek ve yaralanmak için yanıp tutuşmakta, Ve o, Bu bir tek saniyede Bin yıl önce çarmıha gerilmiş İsa’dan başkası olmadığını, Tıpkı onun gibi, Ölümün acı busesini dudaklarında tattı tadalı Anlamıştır, yaşamı acı çekerek sevmeyi. Askerler, iplerini çözüp kazıktan uzaklaştırıyorlar onu. Yüzü solgun Ve sönük. İtiyorlar onu ötekilerin arasına saygısızca. Bakışları, Yabancı ve tamamen içine kapanık, Ve titreyen dudaklarının çevresinde Karamazovların sarı gülüşü var. * Stefan Zweig

  • Çokluk Senindir

    özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir suya giden bir adam mesela omuzunu eğri tutsa güneş su ve adamın omzundaki eğrilik senindir ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir kararan dünya, yeni bir güle bir ateş parçasıdır bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın ben bilirim sen de bil ilk aydınlık senindir benim sevdiğim su senin suyunun öz kardeşidir senin soyunun bıraktığı güçler artık senindir çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir senindir ey sonsuzveren ne varsa hayat gibi tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir.

  • Yaşamaya Dair

    1 Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak. Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından. 1947 2 Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, yani, beyaz masadan, bir daha kalkmamak ihtimali de var. Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz en son ajans haberlerini. Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, diyelim ki, cephedeyiz. Daha orda ilk hücumda, daha o gün yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. Diyelim ki hapisteyiz, yaşımız da elliye yakın, daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla yani, duvarın ardındaki dışarıyla. Yani, nasıl ve nerede olursak olalım hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 1948 3 Bu dünya soğuyacak, yıldızların arasında bir yıldız, hem de en ufacıklarından, mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, yani bu koskocaman dünyamız. Bu dünya soğuyacak günün birinde, hatta bir buz yığını yahut ölü bir bulut gibi de değil, boş bir ceviz gibi yuvarlanacak zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. Şimdiden çekilecek acısı bunun, duyulacak mahzunluğu şimdiden. Böylesine sevilecek bu dünya "Yaşadım" diyebilmen için...

bottom of page