top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • BAĞBOZUMU 8

    -pazar kitapları- Şenol Yazıcı, Roman, * Bölüm 8 " As'lolan Hüzündür" / roman / "As'lolan Hüzündür " Ay, yüreğine sarkıtılmış bir kandil olup Kot Kaya’nın ordan ulu göğe sıyrılınca, dalları usul bir rüzgâr sarar, korkuları şakır şakır kanat açardı. Büyülenmiş gibi cama ve beynini pençeleyen düşlerine takılır, bir tek güzellik düşünemeyen, anlatamayan büyükannesine, yaşamla tek bağlantısı gibi asılırdı. Capcanlı, kılıktan kılığa geçerek büyürdü gece... Büyükanne, oğlu öldürüldüğünden beri, herkesin kulaklarını tıkadığı sesini çocuğun yüreğine dayar, tek diş kalmış ağzını, korkutucu biçimlere sokup anlatırdı. Çocuk da bütün bedeniyle kulak kesilmiş, onun ağzına odaklanmış dinlerdi. "- Bak, baban orda yatıyor. Boğaz’da pusuya düşürüp vurdular onu. Şıra gibi köpürdü kanı." Bak, dediği yer camın ardıydı. Büyüyen geceyle biçim değiştiren uzun servileri, kimi yıkık sarıklı taşlarıyla öte dünyaya, ürkünçlüklere ait duran mezarlıktı. Bütün benliğiyle bakmamaya kararlı, kaskatı durur, ama sonunda büyükannenin kuru parmaklarının acımasız iticiliğiyle yüzünü o yana çevirirdi. "Ali," derdi büyükanne. " Ali adını anan seni erkek doğurdu diye koyduk. Bir mezarlığa bakamıyorsun, uy başıma..." Ait olduğu bir gücü ve onun kutsal andını çiğnediğini fark etmese de hisseden Ali, utanırdı . Korkmayacaktı, yüreği uçup gitmeye hazır bir kuş olsa da bakacaktı mezarlığa. Oysa çocuk yüreği, büyükannesinin anlattıklarıyla kilitli ama dağlar gibi endişelerle zorlanır, her şeyde korkacak bir nen bulurdu. Geceler, çocuk dünyasının geceleri biçim biçim yürürdü. Sallanan dal, büyüyen ay, doludizgin giden bulut, uçuşan gölge... büyük korku kaynaklarına dönüşürdü. Ali, erkekliğinin bilincinde kimi hortlak, kimi cin, kimi mezarında rahat edemeyen bir komşu ölü ya da Hazreti Ali'nin dövüştüğü ejder olan görüntüleri yenmek için çırpınır dururdu.Çocuk beynine işlenenleri aşmak kolay mıydı? Aklın sınırlarına doğru dörtnal giderken birden büyüdü. Korkuları da… Sadece, artık onları saklamayı öğrenmişti. "- Korkmayın," diyordu, Gökçe'nin dedesi Yusuf. "Korkmayın. Birden öyle büyüyeceksiniz ki, cinler, periler korkutamayacak sizi. Dünya sizi korkutmak için daha büyük ürkünçlükler icat etmek zorunda kalacak. Siz büyüdükçe, o daha büyük dehşetlere soyunmak zorunda kalacak. Bir yılan, bir akrep ne ki? Onları yenmeyi çoktan öğrenmiş olacaksınız çünkü." İki çalının arasına sıkıştırdığı akrebi, ispirto ateşinin içine kordu. Akrep, öldürmeye hazır dolanır durur, ateşin yalımları onu sarmaya başlayıp çıkış kapısı bulamayınca umarsız, iğnesini geriye doğru kıvırır, siyah zırhının ortalarında bir yere saplardı. " - Yediremedi kendine. Herkesin zorlanmaya karşı bir çapı vardır. Akrebinki de o kadar. Dünya, siz büyüdükçe yenilerini bulacak dedim ya, aşamazsanız korkunuzu, kilitlenirseniz, çapınız da o kadarsa, orda bitersiniz. Ya dünya bitirir işinizi, ya kendiniz..." Gökçe hayran hayran sorardı. "- Senin kadar büyür müyüz dede?" "- Benden büyük olamazsanız, yer sizi bu dünya." Gökçe nerdeydi şimdi? Öldüğünü duymuşlardı, ama aslı çıkmamış, ölüsü gelmemişti. Büyüyememiş miydi yeterince, baş edememiş miydi dünyayla? Büyüklük, dünyanın bin türlü düzeniyle, ürkünçlükleriyle baş edebilmek, var olabilmek değil miydi? Yani büyüklük ezilmeden yaşamaktı. Gökçe’nin öldüğüne hiç inanmamıştı. Bir yerlerde olmalıydı. Belki sınırı geçmiş, yurtdışına çıkmıştı. Belki de daha Eylül gelmeden gitmişti. 12 Eylül'den sonra herkes bir yerlere kaçmıştı. Belki de dağlardaydı. Belki de yaşamla baş edebilecek bir yol bulmuştu. Ölmüşse, ruhu... Bilinçsizce göğe baktı. Gökyüzünün boşluğuna şaşırdı. Gökçe'nin ruhunu göreceğini mi ummuştu, ne? Onu orada görse, onu bir ruh olarak görse sevinecekti, öyle arandı. Ne çabuk büyümüşlerdi, gerçekten. Zaman dediğin hızlı bir Arap atıydı. Dün bir damla çocukken, bugün Gökçe'nin dedesinin sözünü ettiği yeni ürkünçlüklerle birebir savaş veriyorlardı. Bir kenarda oturup seyretmiyorlar, en ön safta dövüşüyorlardı. Sıra insan, kahraman olmak zorunda bırakılmıştı. Yaşam, sanki onların büyümesini beklemiş ve hiç kimsenin akıl edemeyeceği bir kargaşa üretmişti. Olağan bir yaşamın gereklerini bile göğüslemeye hazır değilken, ateşin tam ortasına, hem de çiçekli bir bahar dalı olup doğmuşlardı. Büyüyemeyen çocuk yürekleriyle nasıl başa çıkarlardı? Savaşmak ve aşabilmek donanmış insanların işiydi, onlar neylerdi? Dede kadar güçlü olmak bile yetmezken... Dede belindeki silahın sapına takılı gümüş zinciriyle oynarken gülümserdi onlara, Zülfikarlı Ali kadar güçlü görünürdü. "- Bizim zamanımızda, insan santim santim büyürken, dünya da santim santim büyürdü. Arada bir yangın yerine döndüğü olurdu, yaşamın, ama arada bir... Ve o da büyüklerin işiydi. Şimdi öyle değil. Kim derdi ki, şu dağlar makinelerin oyuncağı olacak, kim derdi insan yapısı ışıklar dağ başlarının gecelerini yutacak, kim derdi insan aya gidecek? Görmem o ki, işiniz bundan sonra zor. Bizden büyük olamazsanız, yer sizi bu dünya. O yemezse, ama siz yenilir de yüreğinizi de hissedecek kadar akıllı ve onurlu olursanız, akrep gibi kendinizi sokarsınız, mecburen." Dünya, bin yıldır sürdürdüğü durağanlığını bırakıp çılgınca bir hızla değişirken, bu değişime uyamayıp sancılar çekerken onlar büyüdü. Yanmaya, acı çekmeye, zorla büyümeye geldiler. Yerine oturmaya çalışan dünyanın sarsıntısından kuşkusuz, o da payını aldı. Yine de ucuz kurtardı. Ucuz kurtaranlar, anımsamak istemedikleri geçmişin mezarını, her gün toprak taşıyarak örtmeye çalışırken aslında hiç unutmuyorlardı. Sonu gelmez öz eleştirilerle kendilerini yiyorlar, bir kedi pençesiyle yaralarını kaşımaya çalışıyorlardı. Başkalarının daha kötü durumda olduğunu düşünmek bir avunmaydı. Sürekli olmasa da bir serinlikti. Öyle ya, ölüp gidebilirlerdi, sakat kalabilirler, tutuklanır, fişlenir, yaşamı boyunca büyük bir gözün hapsinde yaşayabilir ya da sürgit içerde yatabilirlerdi. Ondan sonra ne kadar inkâr edersen et, o uzak yaşama biçiminin bir lanetli üyesi olmaktan kurtulamaz, şimdi silah elde olmayan kurtuluşlara kaçmak için dolanıp durabilirdin. Anası ne akıllıydı: "- Sin, gözükme. Gözükürsen, er geç hatırlarlar. Bir ihbar edilirsen, bir damgalanırsan...” 12 Eylül sonrası evden dışarı adımını atmamış, sonra İstanbul'a halasına gitmiş, aylar sonra, tutuklamalar hız kesince dönüp gelmişti. Ne korkular yaşadığını, gerçeklerden daha çok, aklının ürettiği dehşetle nasıl başa çıktığını kendi bilirdi. Sonunda kurtulmuştu ya ona bakmalıydı. Arkadaşlarının bir kısmını içerden çıktıktan sonra görmüştü. Artık bu dünyalı değillerdi. Üstüne üstlük daha dün onlarla yan yana olmak bir onurken, şimdi, herkes onlardan kaçıyordu. O duruma düşmemişti ya... Gerçi, burada, bir kıyamet sonrasında tek başına kalmış insanın dehşetli burukluğunu yaşamıyor değildi, ama as'lolan yaşamak, ne olursa olsun yaşamaktı. Öyleydi de, nedense, arada bir içinde ayağa kalkan bir şey, değmeyecek bir yaşamı sürüklediğini ve böyle öleceğini anımsatıyordu. Bin yıl yaşasa, hiçbir şey değişmeden, öyle bir köylü olarak kalacaktı. Öyle zamanlarda, Gökçe'yi çok kıskanırdı. Onun okumaya Ankara’ya gitmesini, kentleşme gayretini, başarmasını hep kıskanmıştı. Hele örnek gösterilmesi… Artık istese de bir köylü olamıyordu. Takındığı siyasi tavrın bakışı, lise eğitilmişliği, okuduğu kitaplar, köylünün o kaderci, kurnaz, kısır yaşamını irdelemesine neden oluyor, tepkileşiyordu. Büyüttüğü korkuları sonucu tavırlarına yansıyan ürkeklik, yaranma kaygısı, tedbirli olmaya çalışmak, 12 Eylül'den sonra, arkadaşlarından uzak durma gayreti, onu çevresinden iyice koparmıştı. Herkes tutuklanmış, bir basit afiş asan bile aylarca içerde yatmış, onunsa kılına bile dokunulmamıştı. Kimse ona güvenmiyordu. Dahası kimi ihbarları onun yaptığı düşünülüyordu. En sonunda, sadece üç kişinin bildiği, ormandaki büyük kestanenin içinde, bir Alman tüfeğiyle, iki yapma tabanca da bulununca, şaşmaz biçimde buna herkes inanmıştı;Ali ispiyonluyordu. Bu üç kişiden biri Gökçe, biri Eylül'den hemen önce İstanbul'da öldürülmüş Osman, diğeri de Ali'ydi. Burada durduğu günce, bin yıl yaşasa dahi, hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyordu. Her şeye yeniden başlayabileceği, geçmişin olmadığı bir yer bulabilse, biraz parası olsa, en önemlisi anası olmasa, her şey durulmuşken yeniden girse, üniversite sınavlarına... Artık bundan sonra, içi bu kadar kirlenmişken olur muydu? Kendisiyle eğlendi. Artık geç kalmıştı, o zaman gitmeliydi. Anasının, sen de ölürsün, demesine aldırmadan, en önemlisi korkularını aşıp üniversiteye gitmeliydi. Gitse ölür müydü? Ölüm, bugünden daha mı kötüydü? Hem hiçbir şeye karışmadan da... Hadi canım, bu ülkenin neresinde kim bir şeylere karıştırılmadı? Dağ başlarındakiler bile, korkunç bir organizasyonla, bu toplumsal isteriye sürüklenmedi mi? Ağabeysi burada, dört yan hısım akraba doluyken vurulmadı mı? Ağabeysi… Onun dobra dobralığını, hiç korkmaz duruşunu, beyaz dişlerini parlatan gülüşünü, aydınlık yüzünü kıskançlıkla anımsadı. Yaşasaydı şimdi... Ölüsü, paramparça beyaz bezlerle sarılı yüzü gözlerinin önüne geldi. Jandarmayı, gelip gidenleri, evdeki kan ve ölü kokusunu, annesinin yeri göğü tutan çığlıklarını, büyükannesinin çıldırmaya doğru kayan aklını ürpererek anımsadı. Annesi bir kanlı yumağa dönen gözlerini ona dikip: "- Kim ne derse desin, bulaşmayacaksın. Ağabeyin gitti, bir sen kaldın. Ocağımızı tümden söndürme. Bu evden kaç yıldır eceliyle ölen yok," demişti. Sonraki günlerde, bir kenara çekilip inildeyip durmuş, ama gözleriyle hep aynı şeyi söylemişti. Ne var ki, büyükanne, yürüyen şekil değiştiren geceleri ve söylenceleri yükleyip sözlerine, öyle gelmişti. Cenaze servilerin altında toprağa verildiği günün gecesi, camın önünde çöküp salt kemik parmağını mezarlığa uzatıp, başlamıştı. "Oğul," demişti, usul usul. " Öldü, evimizin direği öldü, onun öcünü almak sana düşer." Kat kat giysilerin altından, göğsünden mumlu bir beze sarılı tabancayı çıkarmış, kutsal bir emanet gibi uzatmıştı. Bir hayalet gibi köşede duran ana, boydan boya çığlık kesilmiş, ortaya atılmış, karşı durmuştu, ama büyükannenin yıllardır bilenmiş öç tutkusuyla başa çıkamamış, cılız bir hayır kalmıştı. "- Onlar sağ sol, kan davası değil bu." İtirazı hiç kimseyi etkilememişti. "- Onu öldüren bir insan, senin benim gibi. Yakalanmış, hapiste çürümeye bırakma, vur onu," demişti büyükanne. Silah, dokununca canlanacak bir yılan gibi durmuştu masanın üstünde. O durdukça büyükanne köpürmüş, buyruğu yalvarmaya, yalvarma tehdide dönüşmüş, etkileyecek her yöntemi deneyerek, yaşamanın tek anlamı intikammış gibi anlatmıştı Anlatısı, aklın sınırlarını aşmış, bir eski zaman büyücüsünün, insanı kurban olması için ikna etmeye uğraşan bir şamanın sözlerine dönmüştü. "- Bu memeyle emzirdim babanı, erkek olsun, erkek soy versin diye..." Meme, bir Rus süngüsüyle yırtılıp içi boş bir ağaç kabuğuna dönmeden yaşamın kaynağı olmuş, ama şimdi, kadının avuçları içinde, hala kan ve irin akar gibi gizemli korkuların üreticisi duruyordu. Tarih Rus'uyla, Rum'uyla, Ermeni'siyle zülüm ve şiddet saçarak evin içinde dört dönüyordu. Ali, kimi bir Ermeni süngüsünün ucunda çocuk, kimi Rum çetecinin kafa derisini yüzdüğü Kemal Paşanın ordusuna silah kaçıran Türk oluyor; baskı büyüdükçe, düşleri ve korkuları da artıyordu. Yer ocağındaki çam dallarının mavi alevi, bin bir kılıkta hortlaklar olur, dolanıp dururdu evi. Dolanır, tür tür korkular üretirdi. "-Yak ateşi oğlum. Ermeni'den mi korkun, hasımdan mı korkun ki, evinde ateş bile yakmıyorsun. Yak! Korku, bir kez aşmışsa bizi, ölüm yeğdir. Yak, korkma! Ateş, insan demektir, evim insan solusun. Kaç ev var, ateşi yanmaz, ısıtan bir aleve hasret? Kaç ev var, karanlık artınca insanlarını özler, taş taş? Yak dalları oğul! Hasmından bu kadar da korkma, korkundan utan, yak." Ana, büyükannenin yönlendirişine engel olmaya çalışırdı: "- Böyle deyip erkeklerimizi ölüme sürdün. Bari bu sabiyi bırak." Onun duyan mı vardı? Büyükanne, o bildiği büyüyü sürdürürdü. Ali'nin beynine bir eşsiz devrin ayrıntılarını, denenmiş erkekliklerin, ağdalana ağdalana büyüyen onurların, törpülenmemiş insanlıkların öykülerini; yaşanmış, akıl almaz acımasızlıkları ve destansı intikamları işlerdi. Tam o günler çıkıp gelmişti Gökçe. Okulu olaylar yüzünden kapanmıştı. Burada oturup büyükannesinin elinden kurtulduğuna memnun konuşmuşlardı. "- Bir yola girdik," demişti, Gökçe. "Eskiden insanlar evreni tanıyıncaya kadar, ne büyük haksızlıklar olduğunu anlayıncaya kadar büyüdüklerinden yıkım az olurdu. Oysa salt bizim kuşağa her şey ayan beyan göründü sanki. Bu kadar kahra ve haksızlığa hazır değildik, dünya bizi zorladı, zorlandıkça arttı öfkemiz. Egemen güçlerin işine geldi bu, kışkırttılar, azdırdılar sanki. Baktılar ki, sesimiz çoğalıyor gene bizden birilerini diktiler karşımıza. Şiddet bundan. Her şey durulacaktır eminim. Hiçbir güzellik kurbansız elde edilmemiş. Ağabeyin onlardan biri." Öyle anlatıyordu ki, sanki bin yıldır ezilen bir masumluk, birden çılgın bir yüreklilikle deve başkaldırmıştı. Devin kim ve ne olduğunu kestiremiyordu, Gökçe de somutlaştıramadığı sözlerle tanımlıyordu ya önemli değildi, birilerine başkaldırmışlardı ya önemli olan oydu. Gökçe, alınacak bir öcü yokken soyunmuştu da o ise... Büyükannesine ondan öyle, biraz olur gibi mi bakmıştı? Bir gece, silahı balmumu kaplı kabından sıyırıp koymuştu masaya. Işığın menevişlendiği öldürücü siyah metal bütün yürekliliğini çözmüş, elini süremeden bakıp kalmıştı öyle. Yaşlı kadın çocuktaki yönelişi sezmiş, yüklenişini artırmıştı. Bir hayalete dönen bedenini zor sürükleyerek peşinde dolaşıyor, anlatıyordu. Anlattıkça, anlattığının işlediğini hissettikçe, gözleri metal mavisi kesiyor, o mavi, ölüm kokan bedenini sarıyor, diriltiyordu. Ali, o büyüyen maviliğin ardını apaydınlık görüyordu. Gözlerin ardı mezardı. Bir mezardan onca ışık nasıl çıkardı, şaşmıştı. Korkmuş, acımış, yine de onu erince kavuşturacak şeyi yapamamış, silahı kucaklayıp karanlıklara dalamamıştı. Yaşlı kadının umudu azalınca gözlerindeki o zehirleyici mavi, usul usul sönüyor, geç kalmış, alınmamış öçlerin ayakta tuttuğu beden eriyordu. Umutsuzluk ışığı yiyordu. Bir çığlığı kalmıştı salt. "- Ali'm!.. Sarı Ali'm!" Kayıp gittiği sonsuzluktan bir sesini kurtarmıştı, sanki. Çok zaman önce ölmüş, ama ruhunun koruyucu olarak buralarda bir yerde dolaştığına inandığı kocasını çağırıyordu. Ev direk direk, hartama hartama canlanıp Sarı Ali'nin darmadağınık ruhunu bir araya getirecekmiş gibi gelmişti, Ali'ye. Ne var ki, yerevi, zifir kesmiş tahtaları, bel vermiş arka duvarıyla ölmeye hazırdı, hiçbir çığlığa yanıt olacak gibi değildi. Yaşlı kadın, ocağın küllerinin üzerine kapanmış, dünyayla tüm bağlantısını koparmış, olanca gücünü, yıllar önce gene böyle bir öç ateşi yakarak, hiç kazanamayacağı bir savaşa ittiği kocasının gittiği yere, ölüm ve ötesine çevirmişti. Sanki insanüstü bir güçle oraya erişmeye çalışıyor, biraz daha gayret etse ulaşacakmış gibi duruyor, inancının ve arzusunun ateşli tırnaklarıyla bir yerlere kenetleniyordu. Tutunduğu yer, neresiyse artık geri gelemezdi. Bu kesindi. "- Sari Ali'm, yiğidim!" diye inliyordu arada bir. Delirmenin bıçak sırtı kıyıcığında durduğunu algılamıştı birden. Etini çimdiklemiş, en doğru bildiği gerçeklikleri bir bir düşünmüş, aklının bulduğu ilk aralıktan su gibi sızıp geldiğini duyumsamıştı. Büyükannesini, yeniden gerçek boyutlarında görmüştü. "- Büyük ana!" diye haykırmıştı. Onu oradan, tutunduğu yerden geri alabilmek için tek yolun silah olduğunu kavrayıp tabancayı elinde sallarken bağırmıştı. "- Sari Ali kim bilir hangi komar kafulunda zifin çiçeği olalı bin yıl oldu. Kalk ana, kurtar kendini!" Kadın çoktan, belki birkaç ay daha sürükleyebileceği yaşamıyla tek bağ bırakmadan, erkeğinin güvencesini duyduğu zamanlara kaçmıştı. Annesi, o zaman, artık evin büyük kadınlığını devraldığını algılayıp önüne durmuştu. "-Yapma oğlum, vururlar seni, hapse düşersin. Neylerim ben? Ağabeyini hiçbir şey geri getirmez. Vuran cezasını buldu." Annesiyle arasındaki benzerliğe şaşmıştı. İkisi de dehşetli biçimde korkaktılar ve aşamadıkları korkularına ne de mantıklı gerekçeler buluyorlardı. "- Vazgeçmenin hep bir yolu var. Çekil ana," demişti. Ömründe ilk kez yürekli, savaşçı fırlayıp çıkmıştı geceye. Haklılığının yarattığı öfkeyi boşaltacak yeri buluncaya değin gidecekti. Örümcek ağı gibi yüzüne yapışan pis bir gecede, mezarlığı aşmış, dereye inen yamacı geçip buraya gelmişti. Burada, içindeki ateş tükenmiş, nemli çimenlerin üstüne çöküp kalmıştı. Endişeleri, korkulara dönüp onu ele geçirmeden bir şeylere bulaşması gerekiyordu. Belki o zaman, eyleminden duyduğu suçluluk, korkularına baskın gelir ve sürdürürdü. Daha çok düşünmemişti. Silahın haznesine mermiyi sürmüş ve fındıkların içinden öteye, solgun ışığının bir nokta gibi göründüğü eve doğru yürümüştü. O evde, o gece bir kadın öldürülmüştü. Çorap söküğü gibi gelmişti ardı. Yakalanmamıştı. Yaptığının dehşeti, eylemi yaygın bir inancın örtüsüyle örtülünce azalmış, kimseye anlatamasa da içten içe gurur bile duymuştu. Ağabeyinin öcünü almış, inandığı dava adına karşı davaya inananlardan birinin yaşamına son vermiş, başkaldırı ordusunun içinde artık yerini almıştı. Korkuları onu yakalayamıyordu. Sürü psikolojisinin gücünden dehşetli yürekli, en keskin, en tavırcı oydu. En zalim de... Arada bir o kadının, ekmeğini pişirmek, fındığını toplamak, çocuğunu emzirmek dışında bir şey bilmediğini, bilemeyeceğini düşünmedi değil. Savunma hazırdı: Karşı tarafın yaptıklarının yanında onunki masum bile kalırdı. Onlar da, kimseye zararı olmayan insanları öldürüyordu. Yaşadığı geçmişin ürperticiliğiyle kaskatı kesilmiş, dalmış gitmişti, yaklaşan ayak sesini neden sonra duydu. Ses yürüdü, yürüdü yanı başına geldi. - Ne yapıyorsun burada, böyle? Sesi alıyordu, insan soluğunu alıyordu, ama dönüp bakamıyordu. Ardında sanki büyükannesinin hortlağı vardı, düşmanıyla ebediyen birlikte yatacağı mezara açılan kapı vardı. Öyle tutulmuştu. Gelen durumunu ya fark etmemiş ya da alışkın yanına çöktü. İlk gene o konuştu. - Hatırlıyor musun? Eskiden bu saatlerde, burada oturur, bir gün gelip geleceğimizi konuşurduk. Bir geleceğimiz olacaktı sözde. Okuyacak doktor, mühendis olacaktık, kentli olacaktık. Şimdi?.. Hala bir sanrı sanıyordu onu. Yine de aydınlık gülümsedi. - Artık bir olağanüstülük olmaz, sanıyordum. Gelen de güldü. O zaman yüzüne bakabildi. Uzun saçlı, çökmüş avurtlu yorgun arkadaşını inceledi. Sertleşen bakışlarına karşın gözleri hala eski gözlerdi. - Gökçe, sen misin? - Emin değilim. Senin neyin var asıl? Üzüntüyle başını salladı. - Bilmiyorum bugünlerde... Belki hep öyleydim ya, özellikle bugünlerde... Gökçe anlar gibi baktı. Avuttu onu. - Çoğumuz öyleyiz. Kendimizi fazla zorladık ondan, aklın ve yüreğin sınırlarını zorladık. Öyle ya neler yaşamıştı kim bilir. O durumda bile, ona sığınılacak yer olmaya çalışması hoşuna gitti. Duygulandı. Konuşurken sesi titriyordu. - Akrepleri hatırlıyor musun? Kendini sokan akrepleri? - Biz oyuz, birer alevle çevrili akrebiz, dedi Gökçe. Ne tuhaf, şu an, seninle ben apayrı yerdeyiz, ayrı koşullarda ve ayrı gelecekteyiz. Öyle de ikimiz de kendini, kendi gücüne yenilen akrep gibi hissediyoruz. Apayrı gelecek, sözü tehlikeyi duyurdu, Ali'ye. Gerçeğe ayıktı. O anda Gökçe boyut değiştirdi, üstüne üstüne gelen düşmanlık oldu. - Nasıl geldin? Her yer polis dolu, asker... - Zordu, ama olmaz değildi. Ya sen? Tutuklandın mı? Bir eksiklik, kendini ele verecek bir eksiklik duydu. - Yo, tutuklanmadım da… Bir an düşündü. - Sorgulandım bir iki kez. Bir şey tutturamadılar. Bana boş ver de, sen ne durumdasın şimdi? Yoksa, aklanıp geri mi, dönmüştü? Suçlarına bir delil bulunamamış ya da, o da arkadaşlarını ele verip sıyrılmıştı, az bir cezayla. Bu olasılıktan hoşlanmadı. - Bilemem. Yakalanırsam, neden arandığımı öğreneceğim. Birçok şeye karıştım tabi, ama onlar ne kadarını biliyorlar, arkadaşlarım ne kadarını anlattı, bilmiyorum. Ne var ki, yakalananlara öyle ilgisiz suçlar yüklüyorlar ki, benim payıma da, ipe götürecek çok şey düşer her halde. Aksini nasıl ispat edeceğim? İçeri düşen bir arkadaşım anlattı, sen de tanırsın Akçaabatlı Nurettin'i. İçerde, silahları nereye sakladıklarını soruyorlarmış, öyle gülerek sormuyorlar tabi. Çocuk uyduruyor, filan yerde diye, atıyor yani. Silahtan hiç haberi yok. Ertesi gün yerinde tespite götürüyorlar. "Dua ediyorum Allah'a ki, birileri oraya silah saklasa da, tank, top bile olabilir, üstlensem, kurtulsam, sorgularından, diyordu ' İkisi de sustu. Usul usul bir yaban gülü gibi kızaran ufka baktılar. “Birazdan şafak söker," diye düşündü Gökçe. "Birazdan güneş düşer ormanlara." Ali'ye döndü. - Çok şafak bekledim, burada. Bir fındık ayında o şafağa yakalanmış, bir daha da bırakamamıştım. Hacer annem beni burda bulur, kızardı. Sahi nasıl öldü, Hacer annem? Ali şaşırdı bir an. O kadar çok insan ölmüştü ki, bir yaşlının doğal ölümü önemli gözükmüyordu. En son dileniyordu kentte. Sonra öldüğünü duymuşlardı. Cenazesi köye gelmemişti, belediye kaldırmıştı galiba. - Dilendiğini duymuştum. Bana para gönderebilmek için dilendiğini duyurdular. Yalvardım, yakardım, kar etmedi. Baktım olur gibi değil, okulun da biteceği yok, olaylar yüzünden. Öldü, diye yazdırttım, dedirttim, bırakıp köye çıksın diye. Zavallı kadın, okuyayım diye nelere katlandı. İyi ki kurtuldu, ölüp de... ya bugünümü görseydi. Ev de yanmış ha. Zaten tükenmişti. Bu eski evleri, insan varlığı ayakta tutardı. Bir boşalıp insandan uzak kaldı mı, kendi kendini yerdi ev. Öyle yıkılmaya yüz tutmuşken biri ya da bir çocuk çakıvermişti kibriti. Ali'nin aklı bir kaçakla olmanın tehlikesindeydi. Ya biri görür derse ya Gökçe yakalanıp... - Bura senin için tehlikeli değil mi? - Ölmek için her yer bir. Bura da, Ankara da, Filistin de. Lübnan'dan bir gemiye tayfa girip geldim İstanbul'a. Gelirken çok düşündüm, ölmek için yer ne fark eder, öyle geldim. Ne bulacağımı bilmiyordum ama... Durdu bir an, Ali'nin yüzünü inceledi. - Sanki bu dünya, bizim dünyamız değil, sanki bize yabancı. Öyle düşündüm. Uğruna savaşılacak her şey, yalan görünüyor, gidecek yerimiz yok. Dönüp göz attı. Ali'nin tepkisizliğinden rahatsız oldu. - Seninle ben aynı dili mi, konuşuyoruz? Gerginliğin tırmanışını hissedemedi, Ali. Kendi endişelerine takılmıştı. Gökçe'yi hiç görmemiş olmayı isterdi. Bir türlü huzuru bulamasa da, dengeyi sağlayamasa da, üstünden bir silindir gibi geçip onu tuz buz edebilecek geçmişi yaşamaktan, hesabını vermekten iyiydi. Oysa şimdi geçmişi en gizli yanlarıyla bilen biri hortlak gibi geri dönmüş yanı başındaydı ve gün doğmasına karşın hiç de yok olmaya niyetli gözükmüyordu. Keşke ölmüş olsaydı. Beyni panik içinde çıkış yolları arıyordu. Onu teslim olmaya ikna edemez miydi? Böylece yasal açıdan itibarı bile olurdu. Sözü teslim olmaya getirmeye uygun bulmadı, dolaştırdı. - Tabi aynı dili konuşuyoruz. Benim düşündüğüm, başlangıçta bir iki yürüyüş, slogandı. Kim derdi ki, böyle bir kargaşa yaratacak? Gökçe durduk yerde öfkelendi: - Öyle. Ne garip değil mi? Kırklı yıllarda hükümet güdümünde matbaa basıp yakan gençlik, altmışlı yıllarda orduyla birlik hükümet deviriyor, devlet koruyucusu oluyor, yetmişteyse 'büyüklerine' baş kaldıran anarşist... Sanki birileri istediğinde ipleri çekiyor, biz de uyuyoruz. Yok, arkadaş biz de hiçbir hareket bir diğerinin devamı değil. Kuşkusuz, hiçbir şey birden doğmaz ama, 68, batıya özenmeydi, sahiplenme değil. Ülkenin kendi koşullarının ürettiği bir hareket değil, çapı kendiyle sınırlı bir modaydı. Bizse... Bizi bu ülke üretti. İçte başlayan hastalıklara bir uyarı olarak nasıl lenfleriniz şişer, biz de öyle, belki bir hastalığa, toplumsal bozulmaya bir tepki olarak doğduk. Biz halktık, çokluktuk; moda değil, yaşama biçimiydik. Şimdi düşünüyorum da çokluktuk da, neden silaha gerek duyuldu? Belki de istenilen buydu. Bizi kana bulaştırmak, gençliği birbirine düşürmek, bölmek, parçalamak, azlık yapmak, koparmak halkından, kana bulaştırıp öcü göstermek... Silah hataydı. Böyle düşününce bizi de koşulların değil, birilerinin ürettiğini düşünmek mümkün tabi. Öyle ya, Hasan Sabbah’ın Fedaileri gibi ölmeye kararlı, sağından solundan çoğu gerçekten yurtsever binlerce genç, nasıl oldu da birden bire ortaya çıktı? Zamanı, diye düşünüp atıldı Ali. - Madem hataydı, teslim olunsa... Umduğu olmadı. Öfkesi artmadı, Gökçe'nin. Duruldu dahası, düşündü. - Bak, sen ki, bir şeylere bulaştın. Şimdi kendini dışarıya çekmiş, ahkâm kesiyorsun. Biz günah keçisi olduk, siz yakalanmayanlarsa temiz. Belki de bundan, herkes bir ölçüde bulaştığı bu işte, kendi sorumluluğunu unutturmak için başka karalayacak birini arıyor, kurban arıyor. Bulunca da öyle bir saldırıyor ki, tozdan dumandan gerçeği kimse ayırt edemiyor ya da etmek işine gelmiyor, çünkü aynı dramı o da yaşıyor. Durdu. Temiz havayı soludu. Geceyi dinledi. Gökyüzünün yüksekleri gecenin koyu laciverdinden günün mavisine geçiyordu. Orman dingin bir hışırtıda sesleniyor, dünya duyulur bir huzuru yaşıyordu. Bu huzura uymayan haline tepkileşti yeniden. - Sen ne diyorsun, arkadaş? Bu dünya bizim değil artık. Sevdiklerimiz ya öldü ya hapis damlarında ya da bir Vietnam gazisi gibi hasta. Herkes sığınacak yer derdinde. Her bir şeylerini inkar ederek, yeniden doğarak… Yirmisinde bebek olmak nasıl bir şey bilemezsin, öyle başlayarak yaşamı öğrenmeye çalışıyor. On yıl gitti. Gelecekte bu ülkeyi yönetecek, eğitilmiş beş binden fazla insan öldü, ondan fazlası sakat, ruhsal, bedensel sakat, gelecek yok artık. Akıl almaz, belki farkına bile varılamayacak, başka şeylere yorulacak tuhaf bir ülke olacağız. Geriden gelenlerin örnek alacağı ağabeyler, ablalar yok. En az yirmi yıl, bu ülkeyi yönetecek doğru insan bulunamayacak. Çok sürmez görürsün, varsa erdemlerimiz boydan boya alt üst olacak. Bunu anlamak için o günü görmek gerek. Ayakların baş olduğunu görmek için çok beklemeyeceğiz. Doğru diye bir şey olmayacak artık. Neyse... Baksana gökyüzü kızarıyor, şafağa çok yok, gitmeliyim. - Nereye? - Uzaklara. Biraz mermi, biraz da yiyeceğe ihtiyacım var. Sen... Geriledi Ali, hiçbir şekilde bulaşmak istemiyordu. - Bulamam, nerden bulayım? Herkes Eylül’den sonra teslim etti silahını. - Bulursun. Bir kutu olsa yeter, dokuz milimlik. Burada kimse silahsız duramaz. - Topladılar hepsini. Çok zamandır, en zor iş güvenmekti. Ali'ye güvenmişti işte. Düş kırıklığı sinirlendirdi onu. - Çıldırtma adamı. Uyduruk silahların teslim edildiğini biliyorum. Ayağa kalktı. Yüzü karmakarışıktı. - Kimileri şanslıydı, dedi. Kimileri her haltı yiyip yağdan kıl çeker gibi sıyrılıverdiler. Kimileri bir şafakta, masum insanların ciğerlerini söküp adına ideoloji dediler, senin gibi. Kimileri hasta beyinlerinin zulmünü bu maskeyle doyurdular ve gün hesap günü olunca, önce onlar saldırdılar bize. Biz kaybettik. Biz, itilip kakılmaktan usananlar, kim de umut görmüşsek, kim bilmem neyim hıyar demişse, onun peşine takılıp biraz daha diyenler, bin bir çeşit yaftayla damgalanıp, sizi niçin aramıza aldığımızı bile düşünmeden kaybettik. Eli belindeydi. Eli montunun altında kabarık duran yerdeydi. Ali telaşlandı: - Bulacağım, dedi. Nereye getireyim? - Bulacaksın, dedi kesin bir dille. Artık aralarında barış yoktu. Artık dünden, bugünden tek ilinti yoktu. Gökçe, sözün bıçağını derine daldırdı. - Bir puştluk edersen o kadını herkes öğrenir. Vurduğun kadını, adına ideoloji dediğin, ağabeyinin öcü dediğin iğrenç eylemini belki unuttun. Ali, istese de unutamazdı. Büyükannesinin doldurduğu yüreği bu düzlükte tükenmişti o gece. Ömründe ilk kez gösterdiği kararlılık hoşuna gitmişti. Bir şeylere bulaşmalı onun yükümlülüğüyle hep sürdürmeliydi. Kadını hiç sevmezdi, dedikoducu, fesat biriydi. Kocası karşı düşüncedendi, ağabeyinin vuranların yakını oluyordu. Almanya’da işçiydi, senede bir gelirdi. Ağabeysini öldürenlerle birlik düşünmüyor muydu, adam? Evine girer, karısını, çocuklarını biraz korkutamaz mıydı? Bulursa bilezik milezik filan... Birilerini öldürmeyecekti, hiç olmazsa. Kapıyı çalıp tabancayı kadının alnına dayasa tamamdı. Böyle öç alamaz mıydı? Umduğu gibi olmamıştı. Kadın, tabancadan korkmuş gibi duruyordu. Ne var ki, elini boynundaki altını almak için uzatınca bütün korkusunu silip atmış, inanılmaz bir savunmayla saldırmıştı ona. Karanlığın ve ağaçların boğduğu çığlıklar atmış, dişiyle tırnağıyla savaşmıştı. Bilinçsizce ateşlediği tabancasıyla ağır yaralamış, anca öyle durdurabilmişti. Sonra da... Az mı acı çekmiş, az mı pişmanlık duymuştu? Öyle olmasını istememişti. Zaman içinde karşı düşüncenin kendi eylemini fersah fersah aşan yaptıklarını duydukça haklılıklar bile üretmiş, bir ölçüde rahatlamıştı. Böyle bir haklılığa sarılıp bir içki sofrasında, biraz da kendini önemsetmek için anlatmıştı Gökçe'ye. Sonradan korkmuştu. Gökçe ağzından kaçırırsa ne olurdu? Bir bu nedenle Gökçe'nin ölüm haberi geldiğinde sevinmişti. Oysa şimdi... - Sana güvenmemeliydim, diye kekeledi. - Ben de sana şimdi güveniyorum işte. Kaldı ki, savunman gereken insanlara yaptığın affedilir değil. - Onlar yapmıyor muydu? Bebekleri bile öldürmediler mi, bombalarla? Gökçe kararlı bir sesle kestirip attı. - Bizim farkımız oydu, olmalıydı. Başkalarının iğrençliklerine bakarak kendi suçlarımızı bağışlayamayız. Sırtını dönüp ormana yürüdü. Ali onun kaçmak, kimseye görünmemek zorunda olduğunu düşünemedi. Ardından koştu. - Ne yapacaksın, beni ihbar mı edeceksin? - Ne yararı olur? Siz, asıl suçlular bir yolunu bulup sıyrılırsınız. Mermi istiyorum, yiyecek de. Artık şafak söktü. Bu akşam Keşişin oraya getir. Üç kısa ıslık çal geldiğinde. Ali, ruhu korkunun pençelerinde, ardından bakakaldı. Her şey bitmiş, her şey düzelmiş derken bir ağzını tutamayışın bedelini ödeyecekti şimdi. Yeniden korkuları büyüyecek, içgüdülerinin peşinde kurtulmak için çırpınacaktı. Dağılan düşüncelerini ne yapsa bir araya getiremiyordu. Ağzı kuruyor, elleri sigarayı tutamıyordu. Eve gidip sakladığı silahı almayı ve onu öldürmeyi kurdu. Yapamazdı, ardında büyükannesinin gerçeküstü itişi yoktu. Götürse mermi ve yiyeceği, bıraksa gitse, kurtulsa... Şimdi de kurtulduğunu sanmıştı. Gene aynı şey olmaz mıydı? Günün birinde çıkıp geleceği korkusuyla mı, yaşayacaktı? Bakardın bir af çıkardı. Bakardın yeni bir yol tutulur, başka düşmanlıklar üretilir, eskiler bağışlanırdı. Geçmişte öyle olmadı mı, vatan haini denilenler, bir zaman sonra baş tacı edilmedi mi? Birilerine söylediğini ya da jandarmaya ihbar ettiğini varsayıyordu. Ne olurdu? Onca yıl sonra kanıtlanamazdı belki, ama kadının akrabaları duyarsa, kanıt filan aramazlardı. Akşamı bulmaz vururlardı onu. Nasıl duyacaklardı? Gökçe bu durumda köyün içinde dolaşıp anlatamazdı ya. Anında jandarmaya haber giderdi. Jandarmada ifade verirken anlatırsa... Onca yararlı olmuştu onlara. O kadar kişiyi ihbar etmişti, sanki bugünü hesap edip. Jandarma korur muydu onu? Hadi canım. Nasıl ispat edilecekti peki? Ya duyulursa? Nasıl duyulacaktı? Suçu neydi, belli değildi ama Gökçe'nin hapse atılacağına emindi. Uzak bir kentte, kimsiz kimsesiz hapisliğe ne kadar dayanırdı? Bir bakarsın, asarlardı onu, hemen. Belki de teslim olmayacaktı. Çatışmaya girecek ve ölecekti. Aklına geleni beğendi. Çoğu arananlar, ölü ele geçiriliyordu. Ne yapacaklardı, bunca adamı hapiste mi, bakacaklardı? O zaman öyle yapmalıydı ki, komutan onun çok azılı biri olduğuna inanmalıydı. Gökçe de, teslim olmamalı, silah kullanmalıydı. Teslim olacak gibi durmuyordu zaten. Ola ki, planı tutmadı, ne olurdu? Kaçardı en çok. Ya da, tutuklanıp çıkamayacağı bir hapse girerdi. Bugünkünden kötü olmazdı ya. Olurdu. Gökçe kendisini ihbar edenin o olduğunu, anlamayacak mıydı? Yok, yüzbaşıyı ikna etmeliydi. Tepeden vadiye, derenin kıyısındaki karakola bir solukta indi. Sabahın serinliğinde, yokuş aşağı geldiği halde ter içindeydi. Komutanın odasında çayını içerken, önce kekeleyerek, sonra bir ezberi okur gibi anlattı anlattı. - Yani, dedi yüzbaşı. Aranılanlardan biri, silahlı olarak Keşişin Düz’de seni bekliyor, öyle mi? Yiyecek, silah istiyor, götürmezsen aileni de öldürmekle tehdit ediyor ve de büyük bir eylem planlıyor ha. Askerler ve Ali dağlara giden yollara vurduklarında karanlık çökmüştü. Gök yıldız doluydu. Ateş böcekleri, ağaçların arasında, dallara özenle asılmış minik, parlak çiçekler gibi gözüküyordu. K eşişin Düz, ırmakların üstünde, sarp yamaçları, tepeleri kaplayan sık ormanların içinde yer alıyordu. Güneyde, düzlüğün tek çıkış yolu olan dar yolun bitiminde, belki de İsa'nın çarmıha gerildiğine tanık olmuş çamların arasında, mora ve zibilanke dikenleriyle ağ gibi sarılmış kilise yıkıntısı vardı. Gökçe, düzlüğün ucunda çimenlerin üstüne sırtüstü uzanmıştı. Aklı karmakarışıktı. Gökyüzünden denize doğru bir şelale gibi akan yıldız dolu geceye görmeden bakıyordu. Duyulur bir sesle akıp giden enerjisini, posalaşan genç vücudunu dinliyordu. O, yüreğine çakılı olduğunu sandığı umut, yeri göğü sarsan çığlıklarla sökülüp gitmişti. Bura sondu? Keşişin düzlüğü, altmış yıldır umudun ve geleceğin mezarıydı. En çok da geçmişin… Doğruldu. Dolunayın dal dal, taş taş aydınlattığı düzlüğe, kilise yıkıntısına, burada son yüzyılda yaşanmış olan her şeyi görüyormuş gibi göz gezdirdi. Mavi aydınlıkta inanılmaz ölümüne ağlar gibi ağlar gibiydi yıkıntı.. - Ulan dede! dedi, boşluğa öfkeli sesiyle. Dedenin hayali bütün düzlüğü kaplamıştı. Bir tüfek namlusu gibi duran gözlerini aça aça anlattı yeniden: "Kudurdular. Rus, denizden bir kara duman gibi gelip gemileriyle, çökünce üstümüze, kudurdu bu Ermeni, Rum milleti. Durun, dedik, ulan durun, onca yıllık hukukumuz var, onca yıllık birlikteliğimiz, kardeşliğimiz... Devran onların ya tek bir Osmanlı koymayacaklar akıllarınca, öyle bizi tüketmeye kararlı geldiler, tükettiler de. Sonra bir ulu gece, hiç unutmam, yıldızlar sabaha değin yediveren gülü gibi açtı, gök içten içten yandı durdu, öyle bir gece, ayağa kalktı bunalan. Tersine akan sel olup Keşişin düze dayandı. İşte o gece, hak galip geldi." - Ah dede! Yalanını, insanın insana ettiğini anlamam için, bin yaşına mı, gelmem gerekti? Taş duvarlar, ölümü bin bir çeşit otla birlik olmuş saklıyordu, ama kıyılmış insan emeğini gizleyemiyor, avadanlıkların, moraların arasından su üstünde uçan bir yunusun, salkım salkım üzümlerin ya da parlak, iri demir elmalarının özenle işlendiği bir taş, bir Rum ustanın alın terini akıttığı bir mermer, inadına ölümsüzlüğü haykırıyordu. O ölümsüz taşlar, gecenin çok özel bir yerinde, insan acımasızlığına inat kanatlanıyor, duvar, kapı, tavan birleşip capcanlı küçük kilise oluyordu. Kilise, insan varlığının, emeğinin, alın terinin sembolü olarak ormanın orta yerine, o ıssızlığa ve yabanıllığa, var olan bütün kimsesizliklere meydan okuyarak gelip yerleşmişti. Keşiş, uzun eteklerini toplayarak küçük çan kulesinin tahta merdivenlerini tırmanıyor, yankılarda büyüyen çanı çalıyordu. Ormana dağılmış, ağaçların arasındaki çakal folları kadar küçük evlerden çıkan kıvır kıvır siyah saçlı, renkli gözlü, uzun burunlu insanlar, mutlu kahkahalarla yollara dökülüyor, açık kalmış kapılarından tedirgin olmadan, küçük düzlüğü tıklım tıklım dolduruyordu... Ve orman vahşiliği yeniyor, dağ taş insan kokuyordu. Tam o anda, geliyorlardı. Gecenin o özel anında, göklerin yıldız açtığı saatte geliyorlardı. Taşlar kanat açıp geldikleri yerlere dönemeden, mermer oluktan su içen geyik, başını kaldırıp gökte dolaşan ayı selamlayamadan tersine akan bir sel gibi, ellerinde meşaleleri karşı konulmaz bir ölüm ırmağından farksız kıvrıla kıvrıla tırmanıyor, tek çıkış yolu olan orman kıyısını kesip geliyorlardı. "Bir düşün dede. Senin Osmanlın yetmiş yıldır şuraya gelip de ev bile kuramadı. Onlar, ta o zaman insan emeğini, insan onurunu dikmişler buraya. Sense kalktın öldürdün. İnsan bu, nasılsa ölmeyecek miydi? Sen ölmedin mi? Bıraksanız da öleceklerdi, hem de, yüreğiniz de damla azap bırakmadan. Ne var ki, yaşadıkça dünyaya, dünyanın kahrolası çirkinliğine bir damla güzellik katsalardı, kötü müydü? Neye yaradı ölümleri? Umduğunuz oldu mu sanki? Bak sen öldün gittin, oysa bura, bu taşlar, taşınıp birinin evinin duvarı da olsa, bu yıkıntı, bu mermer oluk, bu Keşişin Düz bütün öyküsüyle hep var olacak. Dahası da var dede, bir gün birisi çıkıp o küçük kilisenin aynını belki turist gelsin hesabıyla, dikerse buraya, mezarında dört dönmekten öteye ne yapacaksın? Yanlışın ne olacak? Ne olacak bu dağlara çektirdiğin yalnızlık?" Canı sigara çekiyordu. Çıkardı. Yaksa... Büyüyen ay şafağında durması bile deliceyken, sigaranın ateşiyle, kokusuyla ölüme kolay av olmaz mıydı? Olurdu da, başından beri, ilk slogan, ilk yürüyüş, ilk başkaldırıdan beri kolay av değil miydiler? İsteseler daha ağzını açmadan, daha eli silaha varmadan gırtlağına çökmezler miydi? Ulaştığı nokta dehşet vericiydi. Ne acımasız bir doğruydu bu? Baştan beri onları bu noktaya sürüyorlardı. Bu açmaza gelmelerini bekliyorlardı. İlk içeri düştüğünde, sorgulayan polis ne demişti? "- Sizin ne haltlar yediğinizi bilmediğimizi mi sanıyorsunuz? İstesek hepinizi saklanmış olduğunuz deliklerden bir gecede toplamaz mıyız? Ama zamanı var..." Zaman ne zamandı? Öyle ya iki slogan attı, yürüdü sokaklarda diye kimi içeri atarsın? Atsan kaç gün tutarsın? Basını var, muhalefeti var, kamuoyu var. Bunlar var diye, sayıları giderek artsa da, üç beş zibidinin kurulu düzenin canına okumasına göz mü yumacaklardı? O zaman biraz daha palazlansınlardı hele. Sonra gırtlaklarına çöker, ülkeyi kurtarırlardı o üç buçuk anarşistten. Kahraman da olurlardı, böylece. Toplum hastalıklı çocuklarını öldürmek için, belirtilerin ortaya çıkmasını beklemişti. Daha önemlisi onların hastalıklarını kışkırtacak özel koşullar hazırlamıştı. Sürek avındaki geyik gibi, avcıların önüne sürüldüklerini yeni değildi fark etmesi. Ecevit, devletin içinde kontrgerilla var, dediğinde, solcu paranoyası demişlerdi, solcular da dahil. Tümden ayıkmaları, niçin bunca zaman almıştı? Bir açmazda, kana ve kavgaya bulaşmış, toplumsal köklerini yitirmiştiler anladıklarında. O komiserin tanımladığı, zaman da gelmiş olmalıydı. O güne kadar, başa çıkamayan, günde otuzlara varan ölümlerle, giderek tam bir savaş görünümüne ulaşan olaylara engel olamayan güvenlik güçleri, nasıl olmuşsa bir gecede, 12 Eylül'de bitirebilmişti her şeyi? Nasıl olmuştu da, bunca güçlü olan yasa dışı güçler, tek bir direniş gösteremeden silinmişti, ortadan? Ya diğerleri... Her gün gazetesinde, radyoda en yurtsever düşüncenin kendisininki olduğunu iddia ederek karşı düşünceyi kanla boğmaktan söz eden kışkırtıcılar, sakalı bitmemiş delikanlılar, gelinlik kızlar güpe gündüz sokak ortalarında boğazlanırken, kimlik kariyer, mal mülk sahibi olanlar şimdi nerdeydi? Her şey için çok geçti artık. Avcılar ardındaydı. O, istemediği bir yerde, düz bir duvara tırmanmaya uğraşıyordu. Tıpkı dedesi gibi... Onun gibi bir yanılgıya ulaştığını dehşetle algılıyor, artık sığınacak bir yeri kalmadığından soyunduğu o yanlışı, kaskatı kesilmiş savunuyordu. Çünkü varlığı, harcanan geçmişin aklanması, o yanlışın herkesin paylaştığı bir doğru haline gelmesine bağlıydı. Korkusu çözüldü. Komiserin sözünü ettiği zamanı, nihayet fark edebilmek haz verdi ona. Beri yandan hep birilerinin istediği çizgide yürüdüğünü düşünmek, kendini yadsımak gibi geldiğinden itti o bakış açısını. Kim ne derse desin, başlangıç, ulaşılmak istenen için yeterince soylu, duru ve katıksızdı. İzlenen yol yanlış olabilirdi, ama insan kendini savunmak zorunda bırakılırsa başlangıcı unutup yanlışı görmez olurdu. Başlangıcı anımsıyor muydu? Erinç dolu bir yaşama ulaşmak, suyun başını tutanlardan biri olmak için nesi var, nesi yok tüketirken, tam ulaştım derken, onca yıllık amacına ihanet edip bu savaşa soyunmuştu. Arzularının, belki kendini kanıtlama derdinin, belki bir rastlantının ürettiği bir başlangıçtı. Bir yerde yer alması gerekiyordu, almıştı. Tam karşıda da olabilirdi. Ulusların da tıpkı insanlar gibi sorunlu zamanları oluyordu. Dokuz doğurduğu zamanlar... Sürüklendiğiniz o ortamlarda doğruyu, her zaman doğruyu yapamayabilirdiniz? Yargıyı belirleyen başlangıç ve varılan çizgiydi. Dedesi de böyle bir zamanda bir taraf seçmişti. Başlangıçta doğruluğuna o da inanmamış mıydı? Anlattığında, herkesin olur vereceği soylu amaçlara oturtan kendisiydi tabi ki. Öyküyü bin bir ağızdan dinlemişti. Sonunda dedesinin o acıklı öyküde sahiplendiği yeri, başlangıçtaki kahramanlıktan bir soysuzluğa kaymıştı. Ucunun kendisine dokunduğunu algılayınca da unutmaya karar vermişti. Aşağılara, vadinin dibinden bir gümüş yılan gibi süzülen dereye baktı. Ondan ayrılan, sık ağaçların içinde kaybolan yolu araştırdı. Sonra uzanıp başını toprağa dayadı. Toprak yeşil kokuyordu, ham yeşil. Anlatsaydı ya, dedesi. Doğruyu bir o değil, herkesin bildiği günde değil, o zamanlar anlatsaydı ya. Haklılıklarını da... "- Anlatsana dede. Bak zamanı yiyoruz, hadi anlat." Dede dayak yemiş bir köpek eniği gibi inledi. Pos kaşları dağılıp camlaşan yaşlı gözlerinin üstüne dökülmüş, bakamıyordu. Acıdı ona. Yiğit adamın utancı taşınmıyordu. İnsanın utancı yere göğe sığmıyordu, ama erkekliğe soyunmuş, hep onu oynamış insanın ki en zoruydu. "- Dedik ya, oğul, bir haber gelmiş, Mavra Düzünde muhacirlikten dönen Osmanlı katledilmiş. Keşişin orayı yatak yapan Rum eşkıyası yapmış. Durun dedim bizimkilere, bir aslına astarına bakıp gelelim. Dursun, ben, bir de Sarı Temel, üç kişi çıktık yola. Daha gençliğe yeni durduğumuzdan Rum bize kıymaz diyorduk..." Dedesi, şu an bile dümdüz doğruyu anlatsa affederdi onu sanki. Oysa o her seferinde ayrıntıları değişen, ama aslını değiştiremediği, o yüzden de bitiremediği bir yalanı sürdürüyordu. Dedesinden yüzünü alıp yere tükürdü. Gene aşağıya, gümüş yılan gibi akan dereye, belli belirsiz ayrılan yola, beklediğine baktı. Bu cılız umudun da, yüzüne tükürdü, öfkeyle. "- Sen..." dedi. "Dede sen..." Dede şimdi anlamlanıyordu. O avı tuzağa süren avcıydı. Zamanı yaratan, kuralları koyan başoyuncu. Gücü bundan geliyordu. Diğerleri, onunla gidenler, bak onlar kendine benziyordu. Tek farkları, gücün yanında yer almaları, kazanan yandan olmalarıydı. Ya, zaman onlardan yana olmasaydı. Kaybetselerdi? Yeni hükümetin, Atatürk'ün önünde nereye kaçacaklardı? Gökçeler gibi, sığınacak yer bulamayan bir akrep benzeri kendilerine mi yöneleceklerdi? Küçükken, Ali'yle birlik, Ermeni, Rum evlerinin yıkıntılarında, masallardakine benzer olağanüstü bir nenler bulacakları umuduyla dolanır dururlardı. Kimi eski bir çömlek, kimi üzerinde Arap harfleri olan bir para buldukları olurdu, bakla bakla yılanlar, fareler ve yığınla akreple karşılaşırlardı. O zaman çığlıkları yere göğe sığmaz eve koşarlardı. Dedesi yüzlerine tükürürdü ilkin. Sonra seyrine doyamadıkları bir oyuna başlardı. Akrebi boşluğa çeker, dört yanını ispirtoyla dolaşır, verirdi ateşi. Garip, şekilsiz, ölüm yüklü yaratık binlerce yıldır ateşi tanır, gücünü bilir olmalı ki, aleve doğru yürümez, ortada döner dururdu. Sonra... Kuyruğunu kıvırır, beline saplardı. Dedesi gözlerinde garip bir ışıkla: " Hayvan hayvanken aşağılanmaya dayanamadı, bir de insanı düşün, çıkış kapısı bulamayan insanı." Sorun çıkış kapısı bulmaktaydı. O kapıyı bulan yasayı koyuyor, sırasında yanılgısını yasa yapıyordu. Ya bulamazsa? İğne usul usul arkaya doğru kıvrılıyor, belin üstünde gergin bir yay gibi titreyip... İlk, sınırdan geçtiklerinde düşmüştü aklına bu. Filistin'e gitmek moda mıydı ne? Yoksa direnişin kutsal kabesi miydi, Filistin? Sınırdan öte yana geçliğinde toprağa değil, sonu bulunmayan bir dipsiz kuyuya adım attığını sanmıştı. Dönüşü yoktu. Dev bir makasın ağzındaydı ve usul usul kapanan bıçaklardan kaçamıyordu. Uzun, ilkel, sanki beş yüzyıl öncelerde yürünmesi gereken bir ortaçağ yolunu aşarken aklı, hep bu iki ağzı keskin bıçak hesaptaydı. Değil çözümü, sorunu bile tam bulamıyorsa da, tek umudun kazanmaya kaldığını hissediyordu. Önünde kurulu bir makine giden Yakup'a ilk kez belli ettiği bir kuşkuyla sormuştu. "- Kazanamazsak ne olur?" Bunun yanıtını çok iyi biliyordu ama, sormuştu işte. "- Kuşku inancı yıkar. Kazanacağız, halkımız yenilmeyecektir," demişti, Yakup. Arkasında homurdanarak yürüyen kırk beş milyonun gücünü mü, duymuştu ne. O çıplak tepeleri, tarihi ve geleceği dolduran kırk beş milyon… İyi de diğerleri, karşı gruplar da aynı şeyi söylüyordu. Onlar da halkı arkalarına aldıklarından dem vuruyordu. Ne garip, Filistin kampları tuhaf bir tapınaktı. Karşıt guruplar, aynı yerde yeni silahları, gerilla taktiklerini öğrenirler, birbirine yan bakmazlar, Türkiye'ye dönünce... İnsan eylemin içinde kendini göreceği boy aynası bulamıyordu. Bulduğu olursa da bilinçle algılayamıyordu. Yanılgıyı bir sabah aydınlığında Mavi Kız'ı severken dile getirmemiş miydi, kendisi? Kırmızı bir şafak, perdenin kenarlarından sızıp Mavi’nin üzerinde, yağmur düşmüş bir portakala benzettiği nemli göğüslerinde düğüm oluyordu. Az sonra yeni bir yürüyüşe gideceklerdi. Belki de birileri o yürüyüşten geri dönmeyecekti. İnsan, kalabalıklarda, ölümün gelip kendisini bulmayacağına öyle inanıyordu ki, eğer onunla gitmezse, Mavi ölebilirdi. Kaygıyla konuşuyordu: "- Halkı kurtarmak dedin? Kimden? Kurtulmayı istemeyen bir halkı kendinden mi kurtaracaksın? Çözüm bu değil. O halkı eğitmeli, doğruyu seçer hale getirmeli." Bunu kim bilmiyordu ki? Biliyordu da niçin yapılmıyordu? Yapılsa çözüm müydü? O zaman da bilmiyordu, şimdi... Dünyanın dört bir yanında çözümü bilmeden, çaresizliğinden kendince çözümler üreterek, sonunda gene çözümsüzlükte ölen, öldüren iyi niyetli insanlar vardı. Sonunda akrep gibi kendine dönen insanlar vardı. Mavi kız şehla şehla gözlerini açarak boşversene der gibi ellerini sallardı. "- Kim eğitecek o halkı? Osmanlı altı yüzyıl geri bırakmış egemen olması gereken ulusu. Ya öncesi, Selçuklu ne yapmış sanki? Saadettin Köpek'i hatırla, adı ne güldürmüştü bizi. Moğol'la işbirliği yapıp kendi halkını kırdıran beyleri hatırla. Şimdi onca yıla gereksinme var. Kim bekleyecek, kim yapacak? Herkesin dolacak havuzu var. O zaman, suyun başını tutanın bir umudu kalır. Halkın gözünü açmaması, ortaçağ inanlarını santim aşmaması. O zaman onun yobazlığını sömürür, koyun sürüsü gibi güdebilir. Dedik ya kim yapacak?" Çözüm sözcüklerde çok basit duruyordu. "- Eğer, Atatürk bir on yıl daha yaşasaydı." Bu hayalciliğe kızardı, Mavi. "- Ama öldü. Atatürk binlerce yıl yaşayıp bu halkı koruyamazdı ya, hem bil ki, tam zamanında öldü. Yaşasaydı kahrolurdu. Adamın ölüsüyle bu kadar uğraşıyorlar ya dirisine ne yapmazlardı? Şimdi görev bizim." Öyle iterdi onu kız. Doğrulur, uzun saçlarını bir yağmur gibi, biçimli omuzlarına boşaltarak az biraz dargın giyinmeye dururdu. Sonra, döner sitemli sitemli bakardı. "- Seni anlamıyorum. Hep kuşkulusun. Korkuyorsun, diyemiyorum. Halkı kendi dışında alıyor, kendini halk saymıyor, tanımadığın için de sorunlarını kavrayamıyorsun. Oysa senin sorunların halkın da sorunu. Bu kadar çok sorguladığın bir davayı nasıl savunursun?" Kapıya doğru yürürdü öyle dargın. Sonra onu yakalayacak bir şeyler bulur ya da bulmayı beklerdi. Bulup, iletişimi tekrar kurunca odaya sanki koca bir deniz dolar, dört yan maviye ağardı. ”- Ne işin var senin bu hareketin içinde?" Ne işim mi var? Ne işim olabilirdi? Sen vardın ya, Mavi Kız. Sen neredeysen, ben ordaydım ya. Başlangıçta, hangimiz için bu denli rastlantısal değildi. Başlangıçta, sadece gökyüzünü maviye boyamıyor muyduk? Nereye varacağımızı hangimiz biliyorduk. Bir oyun değil miydi her şey, bir mahalle kavgası? Sadece, dünyayı değiştirebileceğini sanmak, o kadar korkunç değildi. Sanki binlerce yıldır ilk kez onlar, başka türlü düşünüyor, haykırıyorlardı. Parmak uçlarına basarak yürüdükleri sokaklarda, ayak seslerinin yeri göğü tutması onca ezilmişlikten sonra sevimliydi. Bütün istedikleri gökyüzünü maviye boyamaktı. O zaman sadece sestiler. Müthiş bir türküyü aynı notada, tam havasında söyleyen tek ses. Birileri o sesten korktu. O zaman karşıtlar üretildi. Özünde aynı sesin parçaları karşıt yapılıp, şiddetle ağdalanıp önlerine sürülmedi mi? Ses, o zaman somutlaştı, maddeleşti. Belirlenen hedefi şaşırıp, gösterilen yeni hedeflere yürüdü. Karmaşa başladı. Kan aktı. Oradan buradan boğazlanmaya başlandılar bir bir. Önce korkutulmak için, sonra yok edilmek için. Artık rastlantısal değildi. Sorarsan idealler için, insanların iyiliği için kardeşler öldürülüyordu. Tuhaftır, tarih boyu, öldürmenin büyük günah olduğundan ve barıştan dem vuran dinler ve ideolojiler için her kezinde ne çok insan öldürülmüştür. Mavi Kız, parçalanan bir yürüyüşte öldü. Kanı korkuyla koşanların ayaklarının altında köpürdü köpürdü bitti. Artık yanılgı başlamıştı. Artık ödünsüz, katı, tek doğrucu, yanılgıda taş kesilip sürdürülmeliydi. Savaş elde etmek için değil, var olmak içindi. Bahar Ankara'da kelebek gibidir. Öyle güzel, öyle kısa ömürlü. Çankaya sırtlarından yürüyen akşamlarla birlik hanımeli ve iğde kokusunu getirir bahar. Ola ki, yaşınız on sekizdir ya da yetmiştir, ama yüreğiniz yetiyordur henüz, bahar sevmek zamanıdır. Değildi. Akla sığmaz bir bağbozumunu yaşayacaklardı. Yaşamak, sevmek, sanki yarınları varmış gibi, sanki sonraları varmış gibi erteleniyordu. Sevgiliye söylenecek en güzel sözler bekletiliyordu. Şimdi daha önemli işleri vardı. Atatürk'ün ölümünden bu yana biriken, devletin, toplumun ürettiği baskı, zülüm ve haksızlıkları algılıyor, toplum adına, gelecek adına, toplumu pisliklerinden kurtarmaya çalışıyorlardı. Sadece tepki, sadece tavır, sadece başkaldırıydılar. Onları sihirli bir kavalla istediğiniz yere sürerdiniz. Ne var ki, kaval ve kavalcı bir tane değildi. Yürüyorlardı. Güneş, Ankara kalesinin üstünde bir top olmuş dönüyordu. Tandoğan iğde kokuyordu. Kiraz ağaçları çiçeğe durmuştu. Uzun sıcaklara daha çok vardı. Ecel, tam tepede, elinde tırpanı körpe cana düşkün bekliyordu. Nasıl ki, 60 İhtilalinin vaz geçilmez piyonlarıydı gençlik, gene öyle önlerdeydiler. Ama bu kez hazırlıklıydılar. Yukarılarda bir yerde, bir alıcı kuş, gözlerinde timsah yaşları bekliyordu. Altmış'ın cumhuriyet bekçisi gençliği, kendisine yüklenmiş misyona deli divane sarılmış yürüyordu. Altmış'ta, hareketin içine halkı çekmek, eylemi meşrulaştırmak için kullanılmışlar ve Türkiye'yi kurtarmışlardı ya gene kurtaracaklardı. Bir düğüne gider gibi, sevgilinin elinden tutup uzun ağaçların altından gezintiye gider gibi, yürüyorlardı. Dört yan polisti, dört yan duvar. Mavi kız elindeydi. Mavi Kız, o gün öldü. Ölüm davuluyla, zurnasıyla gelmedi. Ölüm sinsi sinsi, pusuda, kurarak tuzağını bekledi. Mavi yurdu için, anlatamadığı sevgisini haykırmak için öldü. Sokaklarda bağırarak yürümekle, yurdu sevmenin ne ilişkisi vardı? Anlatmanın başka bir yolu olsaydı, gösterselerdi, onu yaparlardı. Bir koyun boğazlanır gibi sokak ortasında boğazlandı. Kimsenin kılı kıpırdamadı. "Beni ayakta sadece korku tutuyordu dede. Hiçbir şey anlayamadan öylece, ölümün ağzında dikiliyor, kargaşanın bitmesini bekliyordum sanki. Mavi Kızın düştüğünü görmedim. Onun vurulup tek bir kanat çırpmadan düştüğünü görmedim. Yalnız avucumdaki buz kesen elinin, an bir an ölümü kucaklayışını duyumsadım. Garip değil mi, şu anda hiçbir şeye, Mavi Kız'ın gerçekten olup olmadığına bile emin değilim. Yetmiş altı diye bir yıl oldu mu, ona bile emin değilim. Tüm insanlar unutmuş. Bizi günah keçisi yapıp unutmuşlar. Beş bin insanın öldüğü yetmişli yıllar unutuldu. Emin değilim, dede. Mavi'yi bir haklılık bulmak için mi, uyduruyor belleğim, senin kendine haklılık üretmen gibi. Değilim de, avucumdaki o eli, an bir an çözülüşünü... o buz kesişi..." Gökçe yerinden doğrulup esen rüzgârın önünde dikildi. Artık umutla bakmıyordu. Göze oynaş geldiğinden dağların üstünde usul usul kıpır kıpırdanan gümüşi çizgiyi izliyordu ara ara. Dedesini düşünüyordu. Altmış yıl önce, bir ulu gecenin başında iki arkadaşıyla bir sırtlan gibi ava çıkan dedesini. Çamların arasından, düzenlerini iyice olgunlaştırarak geçmiş olmalıydılar. Sonun öyle geleceğini kestiremeden, hızlı yürümüşler, ağaçları aşıp kilisenin ardına dolanan yamaca vurmuşlardı. Tam buraya ilişmişlerdi, teker teker. Birden büyüyen, bütün dünyayı kaplayan ayla burun buruna gelmişlerdi. Hiç ayı öyle büyük görmemişlerdi. Sanki ayın içindeydiler. Korkmuşlardı. Yusuf, Sarı Temel ve Dursun sine sine, çamların içinde zor fark edilen kalın kereste duvarlı eve sokulmuşlar, niyetlerini yeniden hesaplamışlardı. Keşişin olası altınları orda olmalıydı. Ve kadınla; ergenliklerini azdıran kadınlar, hesabı sorulamayacak kadınlar. İnce kan oluklu Sürmene bıçaklarını avuçlarında sıkıp duvar boyu, seslerini aldıkları kadınları görecekleri ışık sızan bir aralık aradılar. "- Bugünler son," demişti, Yusuf. "Kemal Paşa gâvuru denize döktü. Döktü de düzenini oturtmasına var daha, oturtsa gücünün buralara erişmesine var. Çok değil ama. Bugünler son, bu karışıklıkta, bu siste..." Oturdukları harmandan yukarılara, çamların altında solgun ışıklarıyla canlanan Rum evlerine bakmıştı üçü de, bakıp yeşertmişlerdi düşüncelerini. "- Bu dumanda kurt ne yapmaz." demişti, Dursun. "Ne yapıp da yanına kalmaz." "- Öyle," demişti, üçü de. Yusuf, kural koyucuydu. Yanlışlığı doğrulayandı. İnsanların düşünmesine olanak vermeden, eksik gedik bırakmadan, kafalardaki bütün soruları öldürerek saldırtandı. "- Bir mübadele lafı gidiyor, gidecekmiş Rumlar. Yerleri biz dururken dışardan gelen Türklere verilecek." Kıvır kıvır siyah saçlı, ince belli, yaprak gözlü Rum kadınları ve sarı altınlar, keşişin küple sakladığı Pontus altınları... Nasılsa gitmeyecekler miydi? Öyle yürümüşler, yürüyüp ayın tüm dünya kesildiği küçük düzlüğe erişip bir sırtlan gibi tırnaklarını geçirmişlerdi. "- Ben pencereye gidiyorum," demişti, Dursun. O mavi gözlü gelin, orda.." Rum erkekleri belirsizlikte beklerken, dönen ve çoğu acılı Türklerin saldırısına uğramamak için ormanlarda, evlerinden uzakta saklanıyorlardı. Dursun, Ağustos gecesinin sıcağından nefes almak için aralanan pencereden gelinin yanına kaydı. Berikiler kapıya dayandılar direk. Kapı kolayca açılabilecek gibi değildi. - Ey gidi dede! İnsanın inanacağı tek şeysi kalmaması en kötüsü. Dede, saklanacak tek bir yeri kalmamış çakal gibi, harmanın ortasında duruyordu. Artık bir olağanüstülüğü yoktu. Artık kimse kahraman değildi. Yüreği dağ kadar ağır bir kahırla dolmuştu. Çığ düşen çimenlerin üstüne uzanıp ağladı. Gözyaşlarıyla birlik yalnızlığı, kimsesizliği, bütün yürekliliği aktı gitti. Kendini akrebi seyreden çocuk gibi, büyük bilinmezliklere kanat açmış, meraklı, onca korkak, onca masum buldu. Ay, küçük bir buluta takılmış, uçuk bir fosforla yanıyordu. Yaşlı gözlerle mavi aydınlığa, göğün derinliklerine baktı. O zaman ormandaki garip, ağır sessizliği hissetti. Tek bir gece kuşu ötmüyordu. Doğal olmayan derin bir sessizlik vardı. Doğa, kendi dışında bir şeylere tepkileşiyor, karanlığına çekiliyordu. Umut tükenmişti. Kaçsa, nereye kaçacaktı? Çoktandır, gidecek hiçbir yeri olmadığını biliyordu. - Alın beni, diye mırıldandı boşluğa. Gelin alın. Kimse gelmedi. Tam uca, aydınlığın ortasına yürüyüp, hiç saklanmadan dimdik durdu. Rüzgâr uzun saçlarını yüzüne doladı. - İyi ki, gelmedin. İyi ki, ihaneti seçtin, dedi, gümüş dereden ayrılan yoldan gelecek beklediğine. Gelseydi, umudu çıkıp gelseydi, ihanet etmeseydi, nereye gidecekti sanki? Dünya, bir devir sevdayla büyüttüğü çocuklarını şimdi yiyordu. Ali’yi, ihaneti seçeni düşündü. Akrep kovaladıkları günden bugüne az yol gelmemişlerdi. Biri burada, biri büyük şehirlerde, ikisi de birilerinin öcüne soyunup aynı düşüncede büyümüşlerdi. Büyük şehrin belası daha bir büyüktü. Ondan dolayı o, daha onulmaz dertlere düşmüştü. Diğeri, hep keskin, hep sivri uçlarda değil miydi sanki? Şimdi aynı noktada olmayışları nedendi peki? O, ölümü öğrenirken, diğerinin ihaneti öğrenmesi sadece saçma bir rastlantı değil miydi? Dönünce bir gece yarısı, çocukluklarında oturdukları düzlükte bulmuştu onu. Şafağa kadar oturmuşlardı. Yabancılığını, tedirginliğini algılamıştı ya, başka seçeneği mi vardı? Kime güvenebilirdi artık? "- Elimden tut," demişti." Her ne kadar köprünün altından çok sular akmışsa da, tut elimden, aynı çizginin adamı değil miydik? Buraya niye geldiğimi bile bilmiyorum, ama gitmem gerektiğini iyi biliyorum. Silah, mermi..." Onun gevelediği sözcüklerde kesin bir olmazlık vardı, ama o zaman görememişti. Öyle ya, herkes bir yerlere sığınmak, saklanmak, kendini unutturmak derdindeydi. 12 Eylül her bir şeyi bıçak gibi kesip atmak kararlılığındaydı. Hem de öyle bir kararlıydı ki, bir ihbarla masum insanların bile ocağı sönüyordu. Ali silahların toplandığından dem vurmuş, olmazlanmıştı. İnanmamış, sabırsızlanmıştı. Onun korkusunu, yabancılığını anlamıyordu. Köşeye sıkıştırılmış bir hayvan gibiydi ve artık ne çıkarsa önüne dövüşmeye hazırdı. Müthiş bir aşağılamayı sözcüklere yüklemiş, saldırmıştı. Geçmişte köyde öldürülen bir kadını anımsatmış, tehdit etmişti. Ali hemen anlamış, kül kesilmişti. Yine de yakasını bırakmamış, sözcüklerin vuruculuğunu kullanmıştı. "- Yoksa, o kadını duymayan kalmaz," demişti. Hemen teslim olmuştu, Ali. Çok çabuk yön değiştirmesinden kuşkulanmalıydı. O sırra çok güvenmişti. "- Derede biri satıyormuş, bir bakayım," demişti. Ayrılmışlardı. Kilisenin taşları arasına saklanmış birkaç yarasa, başını alıp beceriksiz, dalgalı uçuşlarla aşağılara atıldılar. Ay aydınlığı, o denli güçlüydü ki, çamların üstünde bir gümüş nokta oluncaya değin gördü onları. Bir şey onları yerlerinden etmiş olmalıydı. Hassas kulakları doğal olmayan titreşimleri almıştı. Ordan gelmiş olmalıydılar. Dedesinin ve Sarı Temel'in kışkırttığı köylüler, o çamların içinden yamaçlara sarılıp tepeye çıkmış olmalıydılar. Bir bölümü de, düzlüğün tek çıkış yeri olan ormanla birleştiği yeri kesmişlerdi. Uzun palaları, çifte su verilmiş ama paslı kılıçları, ağızdan dolma tüfekleri, kazma ağzından bozma bıçakları vardı. Hiçbir silahları olmasa da, uzun savaşın güçlü nefret ve korkularıyla dişleriyle boğmaya, parçalamaya hazır çıkıp gelmişlerdi. Ala karanlıkta, bir ürkütücü yığın olup düzlüğü çevirdiler. Keşiş, gelin akı badanalı evinden çıkıp mavi ay ışığında, acının hayvanlaştırdığı yüzlerde tanıdıklık aramıştı, ölüm ve kan dışında. Çok zamandır, hiçbir şeyle tatmin olmayan gözlerdeki o buzdan bakışı görünce, insan merhameti üzerine her iki dinde de söylenen birkaç sözü de unutmuş, korkuya teslim olurken mırıldanmıştı. "- Birileri sizi kışkırtıyor, yalan söylüyor. O evde iki kadını ırzına geçip öldürmüşler, hangi dinde var bu?" Yusuf'la, Sarı Temel sararmıştı. Kapıyı kırıp içeri girdiklerinde, donmuş kalmış kadınlara ürkütücü gözlerle bakarken, acemi elleriyle nereleri gelirse oraları ellemeye çalışırken, odanın kapısı geriye yatmış ve Dursun yüreğinin orta yerinde bir bıçak, öyle anadan doğma yerevine yuvarlanmıştı. Bıçak yerinden fırlamış çıkmış, kan ta tavana değin fışkırmıştı. O zaman, işte korkuları panik olmuş, önlerine ne gelirse doğrayarak... Sarı Temel, kalabalığı önüne alarak bağırdı, arkadan. "- Mavra düzünde öldürdükleriniz yetmedi mi? Yetmedi, bir de. Dursun kardaşımı katlettiniz, durduk yere.”" "- Ne Mavra'sı kardaşlarım? Tam barış gelmişken, tam bağımıza bahçemize dönecekken, tam..." Keşiş umarsız, çemberin orta yerinde dört dönerek, anlar birilerine bir ömür vermeye hazır arandı durdu. "- Yüzlerce yıldır beraberiz, yüzlerce yıldır..." Yaşlı bir kadın sıyrıldı kalabalıktan, yanında Yusuf'u sürükleyerek. Elinde, alev alev yanan çaput bağlı meşalesi ve sıkıca kavradığı uzun saplı kör tırpanıyla gerçek dışı gibiydi. "- Bak hele keşiş, bak hele. Kim yaptı bunu? Kim öldürdü bebelerimizi, süngü ucuna takıp, kim geçti kızlarımızın ırzına Urus'la birlik? Yetmedi mi, keşiş, şimdi de Mavra düzü ha..." Yırtıp açtığı göğsünü aydınlattı meşale. Memelerinin olduğu yerde hala irin akan pis, geniş bir yara vardı salt. Keşiş önce yaraya, sonra kadının yüzüne baktı. Tanıdı. İrkildi. Hiç affetmeyecek bir düşmanla karşılaşmanın sıkıntısı, bir dehşet olup yüzüne yansıdı. "- Rabia!" dedi fısıltıyla. Kadın, dişsiz ağzını açarak zalimce gülümsedi. "- Tanıdın, değil mi?" Yanında dikilen Yusuf'u çekeledi. "- Vur Yusuf!" dedi. "Vur ırz düşmanına." Elinde tırpanla donmuş kalmış genci iteledi. Tırpan ışıklandı havada. Keşiş, yukardan gelen ölümü engellemek için bilinçsizce ellerini kaldırırken, şaşkınlıkla Yusuf’a bakıyordu. Bir yandan da Tevrat’tan bir bölüm okuyordu. Musa’ya inen on emirden ilkini. - Asla öldürme! Öldürdüğün yakının olabilir. Ay ışığında ışık saçan bir kılıç oldu, uzun kör bıçak. Elleri doğrayarak İndi. Keşişin bedeni daha soğumadan kiliseyi yakmış olmalıydılar. Yusuf dedesi, öz babasını, Gülizar anasının büyük sevdasını kör bir tırpanla ikiye biçmişti. Sigarasını ormanlara savurdu Gökçe, kendi kendine söylendi: - Çok alçaksın dünya! İnsan gücünün ve güçsüzlüğünün tüm sınırları sende. İçindeki şeytan böbürlenmemize kahkahalarla gülüyor olmalı. Üç kısa ıslık duyuldu. Ali çok yakında olmalıydı. Başını çevirip baktı. Mermer oluğun yanındaydı, çaprazda durarak ateş hattının dışına çıkmış olmalıydı, ya diğerleri? Ötekiler de, saklanabilecekleri tek yerde mora dikenlerinin ardındaydı, her hal. Ne kolay hedefti şimdi. Yine de istese kaçardı. Hiç olmasa denerdi. Dik yamaçtan çamlara değin bomboştu. Bir adım atsa, yuvarlansa, onlar düzlüğün ucuna varıncaya değin çoktan ağaçların arasında yitip giderdi. Nereye gidecekti? Gelirken, oradan sınıra ulaşır, İran'a geçerim diye düşünmüştü. Irak'a karşı savaşacak paralı asker aldığını duymuştu. O zaman düşünmüştü, işte. Şimdi, o düşüncenin sadece buraya gelmesi için aklının ürettiği bir neden olduğunu fark ediyordu. Gidecek hiçbir yeri yoktu. Kendini uzaydan dünyaya düşmüş, yurduna hiç dönemeyecek biri gibi algıladı. Şu anda, Türkiye'nin yüzlerce yerinde binlerce gencin aynı konumda olduğunu biliyordu. Belki, yasalar onlara içeri tıkmaya ya da ipe çekmeye yetecek kadar suç yüklemiyordu, ama gidecek bir yerleri yoktu. Artık bu dünyalı değillerdi. O büyük sarsıntıda, dünyalarını yitirmişler, bu dünyaya sığamayacak kadar büyümüşlerdi. Dengeyi bir türlü tutturamayacaklar, bir türlü dünyanın istediği insanlar olamayacaklardı, kimse de onları ne anlamaya çalışacak, ne de acıyacaktı. Ne demişti, yaralandığında onu evinde saklayan Kıbrıslı kız? "- Sorarsan kimse, savaşı istemez. Yine de bir ulus göster bana ki, katıldığı her hangi bir savaşın kutsallığını savunmasın. Başka türlü kimseyi savaşa süremezsin ki. Başka türlü kimseye, git öl, ben istiyorum, diyemezsin. Asıl sorun savaştan sonra sağ kalanlar için... Artık katıldığı savaşı, öldürdüğü insanı, ölen arkadaşını sorgulayan insandır o. Böyle birini de kimse istemez. Onlarda, ya kimsenin kendilerini anlamayacağını bildiklerinden, ya da kahraman olmanın yolunun savaşı savunmaktan geçtiğini anladıklarından olsa gerek, müthiş bir savaş yanlısı kesilirler. Başka türlü, ya hapse, ya tımarhaneye gideceklerini bilirler tabi. Bir de, kimlik derdi. Lağım temizleyen de önemli sayılmak ister, cumhurbaşkanlığı köşkünde oturan da, pezevenklikle geçinen de. Herkes cumhurbaşkanı olmayacağına göre... Yanlış da olsa insan yaptığını savunur. Onu güzelleştirir, büyütür. Sizi de anlamayacaklar. Siz de yanlışı savunup olağanüstü bir geçmiş yaratacaksınız kendinize. Belki de tarihin tekrarının altında birazcık da bu yatar. "- Ya diğerleri? Karşıt grup, komünistlere karşı ülkemizi savunduk diye mi, övünecekler? Maraş'ta, Çorum'da tüyü bitmemiş çocukları ondan mı yaktık, diyecekler?" diye sormuştu, Gökçe. "- Onlarınki, iyice acıklı. İnandıkları anlamsızlaştı. Birileri adına savaşıyorlar. Sadece size engel olmaya kurulmuşlar. Onlar hiçbir yere tutunamayacaklar. Boş bir geçmişle övünen mahalle külhanbeyleri gibi boşluğa düşecekler ya da var olmaları için yeni karmaşalar yaratacaklar. Sizler ve onlar ancak toplumda çöküş varsa yaşayabilirsiniz." Yüreği burkuldu. Çimenden gözlerini gökler kadar açarak kendine bakan Mavi Kız'a gülümsedi. - Gördün mü? dedi görüntüye. Ben haklıydım. 68 modaydı. Bir solukluk, insana onurlu devirlerini anımsatan bir moda. Ondan göklere çıkartılıyor. Oysa biz kemikleşmiş bir yaşam tarzıyız. İşte bunu bağışlayamazlar. İnsanları, dağ başındaki çobanı bile kendini, düzeni sorgulamaya ittik. İzlediğimiz yol yanlış olabilir, ama yaptık bunu. Bitirmek istiyorlar, ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, bilmiyorlar. Birileri anımsamasın diye bellekleri bile kazımaya uğraşacaklar. Bizi bırakmayacaklar. Mavi Kız: - Boş ver, herkes başkaları doğrulasın diye yaşarsa Spartaküs olur muydu? Boş ver, biz, doğru bildiğimizi yaptık. Daha iyi bir doğru üretselerdi onu yapardık. Hiç olmazsa bundan sonra ayaklarının altında kalanı da düşünürler." Hüzünle başını salladı, Gökçe. - Ama, benim gidecek hiçbir yerim yok. Bizi onlar üretti, ama neden bağışlayamıyorlar, anlamıyorum. - Gidecek yerin var, dedi Mavi. Birkaç kır menekşesi, aslanağzı, kekik oldu, dümdüz çimen oldu, yitti gitti. Ardındaki ayak sesine döndü. - Geldin mi? dedi Ali'ye Ali nedense öksürdü. - Geldim, dediklerini de aldım. Orda taşın dibinde hepsi. Biraz daha yaklaştı, Gökçe'ye. Anlamsız bir gizlilikle fısıldadı. - Sanki, bir hışırtı duydum arkamda. Ne olur ne olmaz, silahını eline al. Gülümsedi Gökçe. Onun ne yapmaya çalıştığını bildiği halde, dediğini yaptı. Ağır ağır gösterilen yere, büyük mora kafuluna doğru yürüdüler. O birkaç adımda, yakalanırsa yatacağı uzun hapislik yıllarını düşündü. Yanlışlarıyla, doğrularıyla boğuşarak, kimi kendini aklayarak, kimi mahkûm ederek geçecek uzun yıllarını. Çıktığında doğrular iyice değişmiş olacak, hiçbir şeyin yanlışını kestiremeyecekti. Bir tabaka tütün yüzünden hapislerde sürünen biri, şimdi dört yan yabancı sigaralarla doluyken ne düşünürdü acep? O hapisteyken dünya hızla değişecek, insanlar günahlarının üstüne çabucak sünger çekip, gençleri sürecekleri yeni ürkünçlükler üretme derdine düşeceklerdi. Kimse onları anımsamayacaktı bile. Şimdi içine düştüğü uzaklıktan çok daha uzaklara yuvarlanacaktı. Beri yandan, parasız pulsuz hapislik... Asılmak da vardı ya. Katıldığı eylemleri düşündü. Hiç tanımadığı, nasıl bir insandır, hiçbir zaman öğrenemeyeceği, belki de dünyanın en erdemli insanını, sadece okuduğu gazete, gittiği kahve ya da çevresindeki arkadaşları nedeniyle belli bir kimliğe dahil edip öldürdüğünü, yaraladığını düşündü. Yerdeki paketi almadan dikildiler. Cebinden sigarasını çıkardı. Aldırışsız yaktı. Dumanını nerdeyse bütün göğü kaplayacak dende büyümüş aya doğru üfledi. Hep belli bir uzaklıkta durmaya çalışan Ali'ye göz attı. Onun yerinde olmak istemezdi. Bu ihanetin ağırlığını bir ömür nasıl taşıyacaktı? Bir gülümseme dolaştı yüzünde. - Biz bittik, bitti, dedi. Senden benden belli bu. Ali, şaşkın mırıldandı. - Ne, anlayamadım? - Ne çabuk büyüdük, değil mi? Derin derin nefes aldı, kollarını açıp, gümüş bir örtüyle sarılı tepelere, uzak ormanlara, kuzeyde gözükmeyen şehrin ışıklarıyla pembeleşmiş gökyüzüne baktı. Bakışları yakına, kiliseye çevrilince yumuşadı, hüzünlendi. - Yusuf dedem, burada Rabia büyükannemle Keşişi öldürürken, yakarken bu evleri, gerçek babasını öldürdüğünü biliyor muydu acaba? Ali şaşırmıştı:. - Sen bu hikayeyi duymuş muydun? Yanıt vermeden yürüdü iki adım kala durdu. Yüzüne dikkatlice baktı. " Ne fark eder," diyecekti. " Dedem, bilmeden öz babasını öldürdü, bilerek kızını. Öldürdüğümüz herkes bir yerden yakınımız olamaz mı, yok ettiğimiz her şey bizim bir parçamız değil midir? Sen bana ihanet ederken, satarken beni ölüme, akraban, çocukluk arkadaşın olduğumu bilmiyor muydun? " demedi. - Ben, dedi. O seni korkutan olaydan kimseye söz edemezdim. Boşuna korktun. Ali bu candan üzüntüyü anlamazlıktan geldi, üstüne gitti inadına. Kendince vurulabilecek neresi varsa, oradan vurmaya kararlı konuştu. - Senin için anasını dilendirerek Ankara'da orospularla geziyor, dediler, bunu yapmışsan, o hainliği niye yapmayasın? Gökçe bu anlamsız, yerden bitme, ama apaçık kışkırtmayı fark edemedi. Çok sonraları Hacer Ananın fındık parası diyerek gönderdiklerinin, aslında dilenerek kazandığı paralar olduğunu anlayacaktı. Bir akrabasına denk gelmişti Ankara’da. Adam, sanki yarada bıçak çeviren bir edayla, nenen dileniyor, sana para gönderiyor, sen de buralarda geziyorsun, diyecekti. Delirecekti nerdeyse. Oturup daktiloda bir mektup yazmıştı, Hacer Anaya başkalarının ağzından, öldü dedirtmişti, kendi için. Çok geçmeden de Hacer Ananın öldüğünü duymuştu. Aranıyordu o günler, gelip mezarını bile görememişti. Ordan buraya, ne yapabilirdi? Onun dilenmesini o istememişti ki. Duyması bile hayli zaman almıştı. Şimdi bu haksızlıktı? Tükenmiş sinirleri yay gibi gerildi. Ağlamaya dönen kabullenmiş yüzü, kaskatı öfke kesildi. - Hangi şerefsiz bunu söyledi? Ali, üretebildiği öfkeden memnundu. Ne var ki, istediği bir başka sorumlu aranması değildi. Bu tepkiyi azaltabilirdi. Bu güne değin hiç bir riski açıktan göğüslememişti. Şimdi yaparsa ölebilirdi, ama eğer umduğu gibi gelişmezse her şey, bundan sonraki yaşamı ölümden beter olacak gibiydi. Yüzbaşı hiç de, anarşistleri yaşatmam, düşüncesinde değildi. Silaha sarılmazsa, kimse ateş etmeyecek, demişti erlere. Ne olacaktı, peki? Üç gün sonra Gökçe, içerden çıkacak, sonra... Bir iki adım yerinden oynadı. Böğürtlenlerin hizasından iyice uzaklaşıp Gökçe'yi ortada bıraktı. Nefret ediyordu. Hep etmişti, şimdi çok net duyumsuyordu. Çocukluğundan beri onun övülmesinden, örnek gösterilmesinden bıkmıştı. Öldürecek ve ölecek kadar nefret ediyordu. - O şerefsizlerden biri benim. Söyleyip gözlerini yummuştu. Gökçe'nin silah tutan elinin havaya kalktığını görmüştü, son anda. Namlu önce Ali’yi hedeflemiş, el tetiğe kilitlendiği anda birden yukarıya, gökyüzüne, yükseklerde kendi uzak dünyası gibi yanarak yüzen aya çevrilmişti. Tetiğe bastı. Orman, altmış yıldır ilk kez yüreğinden titredi. Sisli dağlar, uzun yankılarla büyüdü büyüdü. Mora kafulunun ardındaki, çoktandır onu hedefleyip bekleyen uzun namlulu, geniş çaplı tüfeklerin aç ağızları ateş ve barut kustu. Gece, o soylu yediveren gül gibi durmadan yıldız açan gece paramparça oldu. Zayıf vücudu, güçlü kurşun darbeleriyle bir o yana, bir bu yana savruldu. Sonra dalından kopan bir çınar yaprağı gibi usul usul, Mavi Kız'ın topraktan, gülümseyen yüzüne doğru düştü. Jandarmalar, yerlerinden çıktı. Başlarındaki genç yüzbaşı, yere düşmüş tabancayı aldı, baktı. Ardından kendi dünyasını özleyen gözleri ateş gibi yanan Gökçe’nin yüzünü ay ışığına çevirdi. Elindeki feneri gözbebeklerine tuttu, bir tepki yoktu. - Ölmüş, dedi askerlere. Sonra başı elleri arasında, çökmüş kalmış Ali'ye çıkıştı. - Hani bir orduya yetecek cephanesi vardı. Topu topu bir kaç mermisi varmış, onu da... Hadi arayın her yeri. Cesetten biraz uzağa çimene oturdu. Hayranlıkla, aşağıdaki vadiyi, dağları, gökyüzünü seyretti. Ağzı acılandı. Ne demeye ateş etmişti durduk yere? Bu muhbiri vursaydı hadi neyse? O kadar mesafeden kör bile şaşırmazdı. Geldiklerini anlamıştı demek ki. Belki de çok azılı biriydi. Bir yere kaçamayacağını anlayınca ölmek istemişti. Böyle bir gecede bu kadar genç ölmeye kalkmak akıl alır gibi gelmiyordu. Ölüye son kez baktı. Kalktı, ölünün yanına gitti. Feneri yeniden gözbebeklerine tuttu, katılaşmaya başlayan gözkapaklarını elleriyle sıvazlayarak kapattı. Sonra Ali’ye döndü: - Ne biçim göz rengi var, menekşe rengi gibi, öyle miydi? - Rum o, dedi Ali. Dedesi Rum’du. - Anlamadım. - Dedesi bu düzlükteki Kilise’nin keşişiydi. - Hımmm... Peki seninki ne biliyor musun? dedi Yüzbaşı. Ali'nin yanıtını beklemeden sürdürdü konuşmasını: Bu hikayeyi ıstiyorum, Yaz, Pazartesi getir, tamam mı? - Tamam, getiririm. Gökçe, ancak şimdi tüm sorunlarını aşmış mutlu bir çocuk yüzüyle çimenlerin üstünde uzanmış yatıyordu. Annesinin çoktan çürüyüp toprağa karışmış yanık kemikleri, üç adım ilerde, toprağın bir metre aşağısında, dedesinin mezarı bulunsun diye diktiği yaban gülünün hemen altındaydı. Oğlunun kuş bedenindeki olanca kan, sanki bir an önce ona ulaşabilmek için, çoktandır yağmur görmeyen toprağın çatlaklarından aşağıya süzülüyordu. … Sarı Temel ölmüştü, ama anası Fadime Abla hala sağdı. Köyün tüm öyküsünü bilirdi, Keşiş’i, Gülizar’ı tanımıştı. Ona gitti ertesi gün. Kadının anlattıklarını bir öykü gibi yazdı, Keşiş’in ağzından, Gülizar’ın ağzından. Pazartesi götürüp Yüzbaşıya verdi. Yüzbaşı yorgundu. Gökçe’nin ölüsünü kente iletip morga kaldırmıştı. Tam dönmüştü ki, yukarıdan emirler gelmişti. Seçime katılacak yeni kurulan partilerden birinin Turgut Özal adlı başkanı oradan geçecekti, önlemler alması gerekmişti. Gene de ilgiyle okumuştu öyküyü. Ali’ye bakmıştı bitirince: - Sende sadece Judas karakteri yok, aynı zamanda iyi bir yazar yeteneği de var, demişti ciddiyetle. Ali gururlanmıştı, ama Judas kim, diye hep merak edecekti. * SON * ÖNCEKİ BÖLÜM "Son Kez Mavileşti Gökyüzü" BAĞBOZUMU

  • Yaşamı Yakalamak

    ''Hayatta mutlu olma noktasını yakalamak için Sanatın gerekliliği'' İnsanın, yaşamını güzelleştirmek için ne yapabilirim, arayışlarının sonucudur sanatla uğraşmak. Yemeğe lezzet veren tuz misali yeryüzünün insana kattığı değerdir. Gerçeği görebilen insanın, aklıyla, elinin ve kalbinin birlikte hareket etmesidir. Taş taştır; ama Rodin’in elinde taş heykeldir. Renk renktir, doğada da uyumlu bir biçimde vardır; ama Van Gogh’ta renk, resimdir. Ses tüm doğada kesintisiz olarak vardır; ama ses Beethoven’de müziktir. Sanat, insan için bir üst eylemdir. Anlamsızlığa anlam katabilme çabasıdır. Sanat yapmak ‘’beni gör’’ demenin en masum halidir... Sesinizi duyuramadığınız çığlıklarınızdır... Ruhunuzun izdüşümüdür... Aslında hayatı yaşamak bir kurgudan ibarettir. Oyuncusu da sizsiniz yönetmeni de. Kendi filminizi yönetmeye başladığınız an sahip olduğunuz gücün farkına varırsınız. Hayatınızın kaliteli olması için kendi değerinizi artırmak sanat yoluyla keyif verici hale gelir. Sanılanın tersine sanat bizi gerçeklerden kaçırmaz. Tam aksine insanlığın düşünsel kapasitesinin ulaşabileceği sınırları göstererek, kendi gerçekliğimize uyanmamızı sağlar. Eğer sanat olmasaydı, gerçeğin kabalığı katlanılmaz kılardı dünyayı. Sanatta güzeli , bilimde doğruyu arayan insan ruhu ve zekası, aslında kendini aramaktır. Sanat, insanın DOĞAYI ve GERÇEĞİ, dile getirmesidir. Sanat, hayatın tamamlayamadığı boşluklardan doğar. Tek amacı bu boşlukları doldurmak değildir. Sanat yaparken duyulan heyecanın yerini hiçbir zevk tutamaz. Bireyin toplumsal hayatının içerisinde sendelediği anlarda tutunacağı bir dal olabileceği gibi, toplumun tüm bireylerinin, zayıf yüreklerine ruh götüren bir ağaç da olabilir. Kişilere ve toplumlara bambaşka bir bakış açısı sağlar. Yani sanat aynı anda hem bireysel hem de toplumsaldır. Robert Schumann sanatçının görevini ‘’İnsanların karanlık kalplerine ışık götürmek’’ olarak açıklar. Sanatın insan bedeninde ya da ruhunda hangi ihtiyacı karşıladığı önemlidir. Sanat bizlere, gündelik hayatın içerisinde sahip olmakta zorlandığımız duyguları, gerçekliğimizin dışında gezdirerek yaşatır. Gücü de hayal dünyamızda saklıdır. İnsana bir bütünün parçası olduğunu, yalnız ve değersiz olmadığını hissettirir. Kolayca vazgeçilmemesinin sebebi de budur. Sanat, bireyin sosyal ilişkilerini ayarlamasını, işbirliği ve yardımlaşmayı, doğruyu seçme ve ifade edebilmeyi, bir işe başlayıp bitirme sevincini tatmayı, üretken olmayı sağladığı için gereklidir. Sanatın, bir gün öleceğini bilerek yaşayan insanoğlunun kaygı ve korkularını azaltmak gibi sihirli bir yanı vardır. Ve hayatın zorluklarıyla baş etmenin en iyi yollarından biridir. İnsan, ruhunu şenlendirmek için her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir resme bakmalı. Yakın zamanda kaybettiğimiz usta oyuncumuz YILDIZ KENTER gibi şiirleri içten okumalı. . Bazen ORHAN VELİ KANIK' ın dediği gibi gözlerimizi kapatarak, yaşadığımızı hissettiren seslere kulak asmalı. Bazen de yeteneğinin olup olmadığını sorgulamadan yaşadıklarını kaleme almalı ki yaşamın ve doğanın bilincine vararak sanatın içine girmeli... Memleketim İzmir’in sevimli kasabası Urla’nın ‘’Sanat Sokağı’’ adında tarih kokan sokağını gezerken, içsel sıkıntılarınız bir nebze hafifler. Kendi tasarımı olan, el emeği göz nuru yapılan el işlerinin, takıların, resimlerin yanı sıra kaldırımda gitar ve keman çalan gençleri seyrederek coşma şansını yakalayabilirsiniz. Sanatın olduğu sokakta NE GAM NE DE KEDERE rastlarsınız. Sokak hayvanlarının yararına satış yapan, gülümsemesiyle içinizi ısıtan, kişilerden alışverişi zevkle yaparsınız. Eski taş binanın içine kurulan üretici kadın pazarında Türkiye’nin her yöresinden olan kadınların hünerlerini görerek, merak ettiklerinizi sorarak, her masayı keyifle seyrederek gezersiniz. Ege’nin bu küçük kasabasında Karadeniz’li bayanın kendi şivesiyle size ikram ettiği karalahana dolmasını, çeşitli otlardan yapılan börekleri, el açması baklavaları yerken, elinde tığ ve şişle yapılan el işlerine sahip olmak için can atarsınız. Sanatın en güzel YANSIMASI, ürettiklerini sergilerken kendileriyle gurur duyduklarını sizlerle ayaküstü muhabbettin sıcaklığından anlarsınız. Urla’dan Çeşme’ye doğru yol alırken Germiyan köyüne uğradığınızda yöresel kıyafeti üzerinde, elinde resim fırçası ve boyalarıyla bembeyaz duvarlara hayat veren Nuran Erden’i görürsünüz. Mütevazı halinin tam aksine yapmış olduğu harika resimlerle köye adeta can veren, ruhundaki tüm güzellikleri duvarlara yansıtan bu kadının hayat hikayesini kendi ağzından dinlerken, zeytin toplamaktan arta kalan zamanda, ruhunu yansıttığı resimlere bakarak ona hayran kalır, tebrik etmeden geçmezsiniz. Sanat; insanın hayatını tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir. İnsan duygusal bir varlık olduğuna göre sahip olduğu ruh diğer varlıklardan onu ayıran en belirgin özelliktir. Beden sağlığı yerinde olmayan nice insanlar sanat yoluyla kendilerine çıkış noktası bulmuşlardır. Spastik engelli Serhat Demir ‘in ayak parmaklarıyla resim yaparak, şiir yazarak geçimini sağlaması takdire şayandır. Gözleri görmeyen Aleksandr Romanov’un ahşaptan yaptığı heykellerle insanları hayrete düşürmektedir. Kulağının duymaması, Beethoven’in 9.senfoniyi bestelemesine, dünyacı ünlü besteci olmasına engel olmamıştır. Hayatta varoluşumuzun amacını sorgularken, kendimize sorduğumuz soruları yaptığımız sanatsal etkinliklerle cevaplamış oluyoruz. RUHUMUZUN YANSIMASI böylece ortaya sergilenmiş oluyor. Ölümsüzleşmenin diğer bir adı da sanat yapmak oluyor. Sanat benim için insanın duygularının dışa vurum şeklidir. Kimileri sesinin güzel olduğunun fark edilmesine kadar söylediği şarkılardan kendince keyif alırken, kimileri de benim gibi yazı yazmayı öğrendiği andan itibaren çevresini gözlemleyerek önce zihninde sonra da bulduğu her kağıda yazarak, sanatın içine girmiştir… Yazdıklarımla hayatımı kayıt altına alırken, meğer kişisel gelişimimi, hayal dünyamın zenginliğini görerek, etrafımdakilere varlığımı haberdar etmek istiyormuşum. Öğrencilik sürecimde araştıran, inceleyen, sorgulayan bir birey olmamı yazdıklarımın sağladığını öğretmen olduktan sonra anladım. Yirmi beş yıllık öğretmenlik hayatımda öğrencilerimin bana yansıttıkları, ruhumdaki zenginliği onlara aktarabilmiş olmamdı. Özet olarak; özgürleşmek, ruhunuzun sesini duyarak, onun ÇIĞLIKLARINI DUYURMAK için size uyan sanatsal etkinlik içerisinde olmalısınız. Yaşamın ucundan, kıyısından hatta yakasından YAKALAMAK için sanata elinizi verin. Kâğıda, duvara, deniz kenarındaki taşlara resim yaparak, yüreğinizi titreten şiirler, yazılar yazarak, sizi ve dinleyenleri coşturan şarkılar söyleyerek, çamura ruhunuzdaki fırtınanın rüzgarını üfleyerek, ahşap tahtayı oyarak, kendine uygun sanatsal olguyu bularak, hayatınıza anlam katarsanız, asla pişman olmayacaksınız. ‘’MUCİZE, kapılarını ancak kendisine inananlara açar’’kendime inanmamı sağlayan mucizemin Mavi Ada olmasından dolayı mutluyum. Mavi sevginin rengiyse; günleriniz maviliklerle dolu olsun . Her daim sanatla ve anda kalmak dileğiyle....

  • Nedir Bu Köpeklerden Çektiğimiz?

    * Elbette sevginin, bir başkasına zararı yoksa, hangi türü olursa olsun, başkasını ilgilendiren bir yanı yok. Tabi o sevgiyi bir mahalle baskısına döndürüp size de dayatmıyorlarsa. Bir hayvan sevgisidir gidiyor, son yirmi yıldır. Her bir şeyimiz eksik olabilir, son zamlardan sonra aybaşı nasıl gelecek diyebiliriz, her gün birkaç kadın öldürülebilir, çocuklar tacize uğrayabilir, hatta intihar edebilir, hiç bir şeyimiz tamam olmayabilir, ama hayvan sevgimize laf ettirmeyiz. O sevgimiz de ayrımcıdır : Öyle rüya gibi bir kelebek, çalışkan karınca, sevda ile yüzen balık, toprağı havalandıran solucan, renk cümbüşü yılan, dalında öten kuş... filan ötekidir, yerli ve milli olmalı...ve de büyük... Onlar da köpeklerdir, hayvan diyerek en çok sevdiklerimiz. Evler de öyle ama asıl çıkın bakın sokaklar köpek dolu. Hele bir ıssız saatte geçin de görün... Kangalından, tazısından, pitbul'una cins cins... Burası çağdaş bir kent sokağı, kurttan korkan sürü mü var etrafta... diyemezsiniz. Onca köpekle bir arada kardeş kardeş yaşamayı beceremeyene de "bizden değil misin" diye sorulmasa bile "hayvan düşmanı" diye yafta takılır. Oysa o sokak köpeklerini nasıl bakacağını düşünmeden satın alan, ilk zoru gördüğünde arka kapıdan sokağa salan, ardından ön kapıya çıkıp "sokak hayvanları aç kalıyor, merhametsizler" diye samimi gözyaşlarıyla yakınan da biziz. Öyle ya, her gün çoğalan bunca köpek sokaklara nereden salınıyor, büyük şehirlerin çevresinde çiftlik mi kaldı, sürüsü olan? Bu arada azgın bir Pitbul'a ya da bir Bengal kaplanına ya da Nil timsahına gözü gibi bakan, tatil günleri maaile; anne baba, nine, kundaktaki bebek dahil sıkıca gemledikleri hayvanlarıyla sokaklarda gezinenleri de gördük. Aynı tehlikeli hayvanları denetimsiz bir biçimde insanlar arasında gezdirme rahatlığına sahip olanlar da var. Hepsi hayvan sevgisinden söz eder. ...ve bunların hepsi, ister sokak köpeği olsun, ister sosyetenin hava atmak için satın aldığı timsah olsun, ne kadar eğitilirse eğitilsin hiçbir şekilde yaratılışındaki eğilimler yok edilemeyen, son derece tehlikeli, etçil ve alan düşkünü yırtıcı yaratıklardır ve bazen medyada gördüğümüz örnekleri gibi kendi sahiplerinin bile gözünün yaşına bakmayabilirler. Geçenlerde olanları anımsarsınız, Minik Asiye'yi parçalayan pitbull köpeklerini. Pitbull sahipleri babasını işten çıkarmış, Asiye de öyle ortada kalmıştı. Allahtan Cumhurbaşkanı araya girdi, Olaydan haberdar olunca köpeklerin sahibine ateş püskürüp, "beyaz Türkler " diye adlandırarak kınamıştı. Cumhurbaşkanı ne anlamda kullandı bunu ama herhalde varsıl ve tuzu kuru anlamında, ötekine aldırışsız... bu deyiş... Ya da benim yorumumla köpek seviyor, ama insan sevmiyor... Bir başka resim, ilahi mukadderat mı demeli, kendisi de köpek sahibi olan bir iş insanı spor yaparken sekiz sokak köpeğinin saldırısına uğradı. Neye uğradığını şaşıran adama, bütün yardım istemelerine karşın kimse dönüp bakmadı, hatta arkasında kovalayan köpekler kendini araçların önüne attı, kapı kollarına sarıldığı araçlar bile hızla onu köpekler arasında bırakıp gittiler. Dedik ya bizim sevgimiz, merhametimiz çoktur, bir şartla ama yerine göre; insana değil, ama köpeklere karşı sonsuz. Deprem sonrası Yalova'da yapılan kalıcı konutlarda onlarca köpek sokakları işgal etmişti. Sağlam tek bir evi kalmayan, yıkılan, viran olan kentte hayvanlarına bakamayan , terk eden insanlar dönüp gelmesin diye kentten uzakta kurulan bu yerleşimlere getirip bırakıyordu. Gündüz de dertti, ama hava kararınca havlamalardan duramazdık. Sokağa çıkmak, dolaşmak hele başlıbaşına intihar. Birden sürü haline dönüşen köpekler insanları sıkıştırıyor, evine girmeden de rahat bırakmıyordu. Yakındığımız yetkililerse; "Aşılı onlar, korkmayın..."diyorlardı. "Ne alaka," deyip yanıtlıyana kızanımız varsa da" Ne aşısı bu, kuduz mu?" diye soranlarımıza "Hayır , kısırlık aşısı," denildiğini anımsarım. Yazık, çok çekici, sürmeli gözlü, delikanlı bir kangal vardı aralarında, ama mürüvvetini göremedikten sonra... Hadi bakalım sevin köpeklerinizi. Ama ben almayayım... İŞ İNSANINA SALDIRAN KÖPEKLER 8 sokak köpeği iş insanına saldırdı! Saldırıya uğrayan adamın yaşadığı ikinci şok ise yardım istediği insanların kayıtsız tavrı oldu... *

  • Sen İyisi mi

    Mevsim kış Geceler uzun Daha çok var sabaha Önce üşür Sonra ısınırız Şöyle canımız çektiğince Uzun uzadıya Demem o ki Sen iyisi mi önce beni sev Gözlerimden başla mesela Alıcı kuşlar gibi değil Derin derin bak ve gül Gül ki içim ılınsın Kıvılcım ol Çıngılar saç Güneşten önce sarıl şafağa Sen içimdesin diye Titreyen yüreğim Nasıl da yerinden çıkacak Hadi en güzel, en duru nefesini bırak Dökül ak ırmaklarla Mevsim kış Geceler uzun Daha...sabaha... Isındıkça titreyen dudaklar Fırtına Parmakların ve parmak uçların pusula... Önce üşürüz Sonra Şöyle canımız hangi baharı çektiyse Hangi denizi Volkanı ve gökyüzünü Cemre düştüğünde toprağa Uzun uzadıya Sen bilmezsin Kalbim kadar Demem o ki inceldi zaman Sen iyisi mi... Hadi usulca Yavaş yavaş Geceler uzun Çok var sabaha... Hece hece yaz kendini Önce üşürüz Sonralar sonra Şöyle canımız çektiğince Uzun..... Ne kaldı şunun şurasında Ömür sayfamda üç beş satır anca Sen iyisi mi önce... Çok var sabaha Önce üşür sonralar ....nokta nokta...

  • İBRAHİM'İN AİLESİ

    İbrahim’in ailesi, dört katlı apartmanın zemin katında oturuyordu. Evin iki odası kot farkından dolayı, yol seviyesinin altındaydı. Şen şakrak, hayatı ciddiye almayan İbrahim’in ailesi, ne giyim, ne de yeme içme için kendilerine işkence etmezdi. Üstlerine ne bulurlarsa pijama, eşofman, kot mot, penye… ne olursa, geçiriverirdi. Hele yemeği hiç dert etmezler, bir çay kaynatıp yanında da kuru yavan ne bulurlarsa, geçiştirirlerdi. İbrahim’in ana babası, Selendi’nin bir dağ köyünde tarım ve hayvancılıkla uğraşıyordu. O da para kazanmak için değil yaşamak içindi sadece. İbrahim’imi, “bir dilim ekmeğe muhtaç,” derler ya, öyle yoksul bir ailenin kızı ile baş göz etmişler. Şehirde çevresi olduğu söylenen, siyasetçilerin yancısı Yandan Süleyman’ın himmeti(!) ile milli eğitimin hizmetli kadrolarına istidamı sağlanmıştı. İbrahim artık şehirlidir. Salihli Sağlık Mahallesi 185 Sokakta, çalıştığı okulun aile birliği başkanı sayesinde bir ev kiralar. Ev sahibi Şükrü amca tok gözlü biridir. Onlara acıdığı için beş edecek evini üçe verdiği gibi, yılda bir kirayı “başımın gözümün sadakası olur,” deyip almayacağını söylemiştir. “Dünya böyle insanların yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor,” derler ya, öyledir… İbrahim ve ailesi güller gibi geçinip gitmektedir. Kimseye zararları yoktur, sabah erken kalkar, havanın soğuğuna sıcağına aldırmadan apartmanın bahçesinde şıngır şıngır çaylarını karıştırıp güle oynaya kahvaltı ederler. Daha güneş doğmadan, neye, niçin gülerler bunun sebebini bilmek imkânsızdır. Hayat onları ciddiye almadığı için onlar da hayatı ciddiye almamış, hastalığı, ekonomik sıkıntıları, insani olan her şeye meydan okumuşlar. Evin ilk çocuğu kızdır, bu yavrucağın bir yaşına gelince engelli olduğu görülür. “Ah yavrucuğum, çekeceğin var bu dünyada” deyip acıyıverirler. Doğru dürüst konuşamaz, sözcükler yarım yamalak çıkar ağzından. Bu çocuk, İbrahim keçi arkasında koştururken komşu kızıyla oynaş tutarken nasıl olduğunu anlamadan, sangadak oluveren bir çocuktur. Kimse uzun süre kızın hamile olduğunu akıllarına bile getirmez “kilo alıyor çok yiyor, ekmeği çok yiyor, göbeği ondan büyüyor,” diye hüküm yürütürler. Teslime’dir kızın adı, kötü hastalıktan ana babasını kaybettiği için Komşusu Celil Amca tarafından büyütülmüş, ana baba sevgini yaşamadan Celil’in evinde besleme olarak hayatı sürdürmüş, evin keçilerini gümüştür. Teslime’nin içi içine sığmaz delirecek gibi olur, ya gebe olduğunu sezerlerse, o zaman ne yapacaktır, korkudan tepeden tırnağa ter içinde kalır. Ne olursa olsun, bunu İbrahim’e anlatıp kaçırmasını isteyecektir. İbrahim’le görüşmenin yollarını arar. Tam bir hafta yolunu gözler, kimsenin olmadığı bir anda peşine takılır tenhada, hal vaziyeti olduğu gibi anlatır. İbrahim: “Ne yapam, ben bi şe bilmem gı?” “Beni evinize götür!” “Nasıl olu öle gız?” “Olu, bal gibi olu; gebe oldumu fak edelese, öldürle beni, hemen şincik götür; yosa aha buda kendimi öldürün, gatilim de sen olursun,” bimiş ol!” İbrahim korkar, yapacak bir şeyi de yoktur, “yürü” deyip kızı evlerine götürür, anasına vaziyeti anlatır. Anası hayretler içinde kalarak, “Allah Allah, ne yürek yakan mışın sen İbo, şaşdım galdım. Siz geçin içeri ben he bi şeyi halledecen, hiç kimsenin burnu ganamadan çözcen, hiç dışarı çıkman, sakın kapıdan burnunuzu bile çıkamıcanız, tamam mı?” “Tamam!” “Tekra soruyon, tamam mı, helaya bilem gitmiceniz, söz mü?” “Söz, dedik ya ana!” Gerçekten, hiç gürültü, patırtı olmadan, düğün dernek kurulmadan, daha o akşam köyün imamına kıydırdıkları nikâh ile evlendirirler Teslime ile İbrahim’i. Duyulmasın diye kimse ses çıkarmadı. Fakat bu işin bu kadar kolay olmasının altında muhakkak bir şeyler vardır; ama ne? Olur mu, köy yerde böyle şeyler, olmuş işte! Doğum zamanı gelmiştir, Teslime bugünlük, yarınlıktır. Sancıları iyice arttığında, köyün Kara Fatma’sını çağırıp “gereğini yap” derler. Kara Fatma köyün doğumcu ebesidir… Allah’ın hikmeti ya Teslime doğum yaparken ölür, nasıl olur, neden ölür, kimse bilmez, merak da etmez zaten. “Vadesi gemiş, ömrü o gadamış,” deyip neticeyi böyle yazmış köyün akıldaneleri. Anasız, babasız büyüyen çocuğa, on gün önce doğum yapan Gülser kadını sütanne olarak tayin etmişler, sonra da kara ineğin sütünü sulandırıp içirmişler. Derler ya “takdiri ilahi” öyle uygun görmüş, bu dünyada çekeceği çok şey varmış bu kızcağızın. Kız çocukları kadersizdir, bu erkek egemen toplumunda. Kıza Filiz adını koymuşlar. Filiz büyüyüp serpilmiş, uzun boylu, uzun saçlı, vücut ölçüleri orantısında, çok güzel bir kız olmuş. Anasızlık çekmesin diye çocuk diye İbrahim’e “Emine’yi almışlar!" Emine boyca İbrahim’den uzun, güçlü kuvvetli, kumral bir kızdır. Eli yüzü pürüzsüz, göz kapaklarının altındaki gözler fıldır fıldır her bir yanı tarar, öyle bir tarar önünde arkasında ne var yok görür. İbrahim gibileri üst üste, on sefer leblebiciye değişip gelir. Gözü kör olsun fakirliğin, kimsesizliğin, malları makırdakları olmadığı için taliplisi çıkmamıştır. Anası ile birlikte yaşayan Emine babasız büyümüştür. Babası dermansız bir hastalıktan, tedavi olacak paraları olmadığından, evinde sesi yıldızlara çıka çıka ölmüştür. Genç yaşta dul kalan Emine’nin anası, “ben şahanla et yedim karga ile bok yemem,” deyip evlenmek şöyle dursun lafını bile ettirmemiştir. Birkaç baş hayvan, üç beş dönüm tarlayı ekip biçerek sürdürmüşler hayatlarını. “Gız sen dul başınla kokmuyon mu,” diyenlere elindeki baltayı gösterip “ölümüne susayan, gesin yamacıma, anasından doğdene peşman etmezsem dimit gavırın gızı olen, bene Deli Aşa demişle!” İbrahim ne kadar sessizse, Emine bir o kadar konuşkan, bir o kadar cana yakındır. İbrahim’in çakır gözleri yuvalarında zümrüt gibi, alımlı mı alımlıdır. Bu gözler bir kadında olsa ne canlar yakar kim bilir? … Pandeminin, hani Covit 19 dedikleri, günlerimizi, aylarımızı, yıllarımızı esir alan melun salgının dördüncü ayı idi. Dört katlı apartmanın zemin katından müzik sesi gelince konu komşu herkes kaş kaş olmuş, cam cam olmuş, İbrahim’in ailesinin evine bakıyordu. On beş, yirmi kişi bir araya gelmiş, bayramlık, seyranlık giysilerini giymiş, oynayıp dururlar. “Gelinimizi isteriz, damadımızı isteriz!” “Filiz, Filiz, Cemal, Cemal!” “Damat oyuna, gelin oyuna!” Konu komşu, evlerinin içinde günlerdir kapalı kalmanın sıkıntısı ile balkonlara çıkmış İbrahim’in evine bakıyor. Sokağa çıkmanın yasak olduğuna aldırmayan, on beş, yirmi kişilik insan grubunun bir araya gelmesinden kimse rahatsız değildir. Filiz, damadın elinden tuttuğu gibi ortaya getirdi, sonra anlaşılır anlaşılmaz sözlerle: “Bi dagga, bi dagga, dinleyin! Bu düğün benim düğünüm, çiftetelli isteyom!” Müzik setinin yönetimindeki esmer kilolu kız: “Az bekle, şimdi açıyom!” Filiz yine anlaşılır, anlaşılmaz sözlerle: “Çabık, çabık, bekletme,” dedi. Cemal’in de Filiz gibi yoksul bir ailenin çocuğu olduğu her halinden belliydi. Eli yüzü kap kara, çok sıkıntı çekmiş, mahsun, garip bir hali vardı. Sigara içmekten dişleri bu yaşta sapsarı sararmış. O, bir taraftan oynarken, bir taraftan ağzında sigara oynamaya çalışıyor; Filiz’in içine girecekmiş gibi sokuluyordu. Filiz’le Cemal’i evlendirdiler. Evliliklerinin üçüncü ayıydı. Allah'ın her günü, Cemal’in geleceği saatte, Filiz kapı önüne çıkıyor, dakikalarca onu bekliyordu. Cemal göründü mü buldumcuk delisi gibi kıkır kıkır gülmeye başlıyordu. Cemal eve gelince kimse var mı, yok mu diye aldırmadan Filiz’in elinden tuttuğu gibi onu içeri götürür, kapıyı da arkasından kilitlerdi. Bu sırada İbrahim, Emine, Tarkan dışarıda plastik sandalyelerin üstünde kalakalırlardı. Günler böyle böyle akıp giderken Tarkan bu duruma kızıyor, kızdıkça öfkesi büyüyordu. Cemal eve geldiği saatlerde onlar dışarıda oturuyorlardı. Onlar içeri girip kapıyı şıkırt diye kilitledi mi, Tarkan deliriyor, anasına babasına verip veriştiriyordu. Bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyor; fakat ne yapacağını bilmiyordu. Yine bir gün Filiz, kapı önüne çıkmış, Cemal’i bekliyordu. Tarkan’ın eli yüzü katran kazanı gibi kap kara kararmış, biraz sonra yapacağı şeyi düşünürken, Filiz’in tıkır tıkır gülüşü sokağı dolduruyordu. Cemal aşağıdan görünmüş, o da güle oynaya geliyordu. Yolun ortasında kavuştular, ele güne aldırmadan sarılıp öpüştüler ve öpüşe öpüşe bahçe kapısından içeri girdiler. “Bu şerefsizi bu evde istemiyorum, bir daha bu eve gelmeyecek onu isteyen de defolup gidecek,” deyip kapı arkasına sakladığı sopayı kaptığı gibi Cemal’in orasına burasına, neresine geldiğine bakmadan vurmaya başladı. Cemal güç bela kendini dışarı atıp kaçmaya başladı. Can havliyle yalabık gibi öyle bir koşuyor, kurşun atsan tutmazdı. “O ahlaksızı bu evde istemiyorum, o ahlaksız ablamın zaafını kullanıp terbiyesizlik yapıyor, hem de utanmadan sıkılmadan bizim evde!” “Sus yavrım, ayıp ablanın eşi o!” “Ne eşi, ahlaksız o, şerefsiz o!” “Sus ayıp, el âlem bize bakıyo, kapa çeneni!” Filiz ağlarken bir taraftan da “Ben gocamı isteyom, ben onsuz duramam!” diye anlaşılır anlaşılmaz avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Sus kızım, deli deli ne diyosun öyle, sus anırıp duma!” “Ayıp mayıp bilmem, gocamı istiyom ben!” Filiz böyle dedikten sonra baktı kimsenin aldırmadığını görünce kendini yere yere atmaya başladı. “O gemezse öldürün kendimi, o bu eve gelcek, o hemen şimdi gelcek; gidin getirin!” “Öldürürsen öldür, hiç üzülmem, sen de defol git, gittttt!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı Tarkan. Delirmişti ağzından çıkan damlacıklar oraya buraya saçılıyordu, sonra birden, bahçedeki cennet elması ağacını tekmelemeye başladı. Sonra annesine dönüp sen de bu şerefsizden yanaysan, sen de defol git, hiçbirinizi istemiyorum!” İbrahim, ağzını açıp bir kelime konuşmamıştı daha, komşular gibi seyrediyordu sadece. Ellerini beline koyan Yörük azması Emine, öfkeden dudaklarını ısırıyor, dişlerini gıcırdatıyordu. Sonra yapamadı öfkesini kontrol edemiyordu. On metre karelik bahçede başını sallaya sallaya gidip gelmeye başladı. Sonra birden deli deli bağırıp çağıran, kendini yerden yere atan Filiz’e, sonra eloğlu gibi plastik sandalyenin üstüne ayak ayaküstüne oturup duran ve sigara üstüne sigara içen İbrahim’e Allah yarattı demeden ikişer tokat indirdi ki ne tokat, şeytanlar maşallah çekti. İbrahim “ne oluyor, bana neye vuruyorsun,” demiyor o, boyuna çekiyordu. Tokat Filiz’in zoruna gitmiş olacak ki daha çok bağırmaya, hakaretler yağdırmaya başladı. “Beni gocamdan ayıranların Allah belasını vesin, ölün, hemen ölün,” diye anlaşılır anlaşılmaz ilenmeye başladı. İbrahim plastik sandalyeden kalkmamış tüttürüyordu boyuna. Üç kuruş hizmetli maaşı alıyor onu da duman olarak üflüyordu. Bu sırada karşı sıradaki görkemli apartmanın üst katındaki sarışın kadın, “Komşu, komşu girin içeri, içeride ne yapacaksanız yapın, kavga edin, ne ederseniz edin, ele güne karşı ayıp olmuyor mu?” Yörük kızı Emine eli belinde sarışın kadından tarafa bakıp “sana ne oluyor dercesine öfkeli bakışlarla Allah’ım sen sabır ver bana, aklıma mukayyet ol!” deyip başını sağa sola çevirerek kendi kendine konuşmaya başladı. “Kötü bi şey demiyom komşu, girin içeri, içeride ne yapcaksanız yapın, bakın herkes size bakıyo!” “Gir içeri be, bi de senle uğreşmak istemiyom, tövbe tövbe!” “Ben gocamı istiyom, ben onsuz yapamam, onsuz yaşayamam,” diye yine anlaşılır anlaşılmaz bağırıp çağırırken Filiz, öte yanda Tarkan: “O bu eve gelmeyecek, gelirse hepinizi pişman ederim, deyip elindeki sopayı bahçe korkuluklarına vuruyordu. “Anlaşıldı mı, o bu eve adım atmayacak, ben böyle bir ahlaksızı istemiyorum!” Korkuluklardan çıkan sesle aşka gelen Tarkan gözlerini bir noktaya dikip bağırıyordu. “Sana diyorum anne, o bu evin eşiğini çiğnemeyecek, o bu eve gelmeyecek, gelirse ne yapacağımı Allah bilir!” İbrahim plastik sandalyenin üstünde ucu ucuna sigara eklemeye devam ediyordu hala. Tarkan’a bakıp bir şey diyecek oldu, vazgeçip sigarasına devam etti. Sokak sakinleri evlerinin balkonlarında şov izliyormuş gibi, kaş kaş olmuş, cam cam olmuş aile kavgasını izliyordu. Emine: “Utanmıyonuz de mi, ayı mı oynatıyoz biz burda, ne bakıyonuz? Eeee ne bakıyonuz, sizin kefiniz denk tabi, Allah vurmuş bize, kelli felli adamlasınız… Yazıkla olsun hepicenize!” Öfkeden kontrolü kaybeden Emine, hırsla, İbrahim’i, Tarkan’ı, Filiz’i kollarından tuttuğu gibi içeri fırlattı. “Girin içeri, el aleme irezil olduk, girin içeri, çabık!” Diye bağırırken Emine’nin sesinden sokak inledi, camlar şangırdadı. Sokak sakinleri Emine’den aldıkları bu hayat dersiyle balkon kapılarını kapatıp evlerine çekildiler. Aradan bir hafta geçmişti. İbrahim’in ailesinden kimse dışarı çıkmıyor, yalnızca acil ihtiyaçlar için İbrahim yan sokakta bulunan Işık markete gidip çabuk çabuk bir şeyler alıp tekrar eve kapanıyordu. On gündür Cemal’ini göremeyen Filiz, özleminden, aşkından deli divaneye dönmüştü. Her gece kapının önüne çıkıyor, hayaller kuruyor, kendi kendine konuşuyor, başını sağa sola yatırıyor; anlaşılır, anlaşılmaz sözlerle ağıtlar yakıyordu. İnce, uzun, kara suratlı, garip bakışlı sigara içmekten dişleri sararmış Cemal, on altısında, on yedisinde var yoktu. O günden sonra, o da İbrahim’in evinin yanındaki mekruh binanın bahçesine giriyor, saatlerce duruyor, arada “Filiz, seni seviyorum, seni kaçıracağım,” diyor, başka da bir şey demiyor, boyuna oturuyordu. O böyle oturup dururken bir taraftan da çareler düşünüyordu. Babaannesi Karaağaç köyünde bir başına yaşıyordu. Gidip durumu ona anlattı yaşadığı her bir şeyi dramatize ede ede öyle bir anlattı ki, babaannesinin içi kıyıldı. Babaanne: “Yarın getir bure, barabar duruz, üç beş guruşum va, tarla da bize yetcek gada, süre, çapala, eke biçesin, doğurduklam bi balteya sap omadı, kimi garısından ayrıldı, kimi gocasından… Ne areyola, ne soruyola, hiçbirine hakkımı halal etmiyon, yarın huzuru maşada sorgucu melekleri hesap sorcek onladan! Yarın, git garını getir ge, çok arasını da açma, tamam mı’?” “Yaşa ebe,” deyip boynuna sarılır babaannenin. “Dikkatli ol emme, evlat acısı yaşadım, bi de senin acını yaşameyen!” “Tamam, ebe, çok tikkat ederin, gece kimse duymadan garımı getirip gelcen!” Her gece kapı önüne çıkıp kah kendi kendine anlaşılır, anlaşılmaz şeyler konuşan Filiz, birden Cemal’i karşısında görünce sevindik delisi olur. Sonra birden Cemal’in boyuna sarılıp anlaşılır anlaşılmaz sözlerle “götür beni,” der. Cemal, hiç konuşmadan Filiz’in elinden tuttuğu gibi yan sokakta babaannenin çocukluk aşkı Mustafa’nın oğlunun arabasına atlayıp Karaağaç’a doğru yola çıkarlar. İbrahim’in evinde bir nüfus eksilir, eksilir eksilmesine de ne İbrahim, ne Emine, ne de Tarkan polise gidip şikayet edelim demezler. İbrahim evinde has evlat Tarkan kalmıştır yalnızca, her şey onun içindir. Aradan uzunca bir zaman geçmiş, Filiz’in anne olduğundan haberleri olmamış.

  • İlkyaz

    "Kadından şair olmaz" tezini çürüten inceliklerin şairine saygıyla... Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı Bakıp kapatıyorlar. Geceye giriyor türküler ve ince şeyler “Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz sisin dere ağızlarından bayan sokulup akşamları Fındıklarımızı basıyor Neyleriz kararan tomurcukları Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz Tecimenlere yalvarıyoruz: Bir “Hotel” bir gizli evlenme az çiziniz Bir banka az çiziniz bir yalvarma Bizden size ve sizden dışardakilere Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye -Evet efendim- Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet Yazların motorlu çingeneleri Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş Toprağa tutku, kendinden dolayı Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde -Bilmiyoruz neden kavga. Sonra kasabanın cezaevinde Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz Günlerimiz iterek genişletiyoruz Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye Durup ince şeyleri anlatmaya Kimselerin vakti olmasa da Okulların kadın öğretmencikleri Tatil günlerini çoğaltsalar da Kutsal nemiz varsa onun adına Gözlerimiz için bağlar dokusalar da Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide Açmaya ilkyaz çiçekleri Bir gün birileri öte geçelerden Islık çalar yanıt veririz Gülten Akın D: 23 Ocak 1933, Yozgat Ö: 4 Kasım 2015 Türk şair ve yazar. Ekleyen: Semihat Karadağlı

  • Var mısınız?

    Bu gece Yıldızları tek tek Toplayıp gökyüzünden., Çocukların pencerelerine Umut, sevgi saçalım Ay dedenin kucağına Tırmanıp, Masal dinleyelim, usulca Bulutları heybemize doldurup Pamuk helva yapalım Pembe beyaz Bütün silahları toplayıp, Gülen oyuncaklar koyalım Siyahları grileri torbaya koyup, Gün ışığıyla Gökkuşağını indirelim yeryüzüne Uyuyan çocukların rüyalarına Kelebekler gönderelim Bezeyelim sokakları Bahar çiçekleri ile Kötülükleri ve nefreti Silelim yeryüzünden Yüreğimizdeki sevgiyi de ekleyerek Sevgi ekelim insanların yüreklerine Sahi!... Var mısın? Var mısınız? * Semihat Karadağlı /05.06.2014/İzmir Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • Kutlu Bir Kenti Öldürmek

    -Böyle kaç evimiz, kaç şehrimiz var? Belki de en önemli soru bu...- Çok eskiden yeni bir bölgede yerleşim kurmak isteyen insanlar; akşam kestikleri ciğeri bir ağaca asıp beklerlermiş. Oluşacak değişime göre o yer yerleşilir bulunur ya da kabul görmezmiş. Bu sanmam ki bizim hikayemiz olsun. Kaç şehri biz kurduk ki? Fethettik, kiliseyi cami, surları tahkim, evlerini de konut ettik. Adını bile değiştirdik, ruhları geri gelir diye. Burası belki tüm uluslar da benzer uygulama. Çin hala Uygur Türklerini silmeye uğraşıyor, İsrail Filistinlileri... Yenisini kuramayan, daha iyisini üretemeyen bizse, var olana acımasızca kıyıyoruz. İşte yeni yapılan "saray"la birlikte unutulan "cumhurbaşkanlığı köşkü..." Geleneği tutuculuk olarak alırsak delicesine bağlı olduğumuz alışkanlıkları, bazen çağdışı, zararlı da olsa terk edemezken, bazı konularda kolayca görmezlikten gelebilmemiz ilginç bir ulusal paradoks. Gündemler ne çabuk değişiyor? Bir yere varmasa da uzun sürdü konusu, tartışması. Araya olağanüstü başka olaylar girmeseydi daha da sürerdi. Sonradan siyasete malzeme olmasa ciddi bir kentsel duyarlılık gibi duruyordu. Şimdi elbet tek derdimiz o muydu oldu; can, vatan... gibi daha elzem ve acıtıcı gerçeklerimiz varken ... konusu bile tevatür kalır. Kurtuluş savaşının sembolü Cumhurbaşkanlığı köşkünün kolayca yok sayılması ilginç olmasının yanında düşündürücüdür de... Devlet bu tip köşk, bayrak, marş... gibi sembollerle güçlüdür. Başka türlü akıl yürütmelerle işe başlarsanız, varacağınız nokta aklınızın zorlanacağı bir yer olabilir. Nasıl ki din için denir, çok sorgulamayın, günaha girersiniz diye, böylesine değerler için de aynı şey düşünülebilir. Ulusal ruh bakımından değeri bir yana 1930'lu yıllarda yapılan köşk, Türk mimari geleneğinin çağdaş örneklerinin ilklerinden olması bakımından da çok önemlidir. Zaten bu alanda sitilini kolayca adlandıramayacağımız saraylar, camiler ve Mimar Sinan'ın köprüleri dışında fazlaca bir geleneğimiz yok, bir kök oluşturmak derdindeyken olanı da yok etmek ne kadar doğru? Başımızı sokacak bir ev telaşından sağlıklı yapılaşmanın ne olduğuna bu ülkede çok kafa yorulmadı. Kaç ciddi dergide ya da gazetede bununla ilgili bir çalışma görebildik. Gördüklerimizin hepsi sermayenin buyurduğu yalanların bilimsel inceleme ambalajına sarılmış yutturması oldu çoğu kez. Yapılmış çalışmalar varsa bile sıra halka ulaşmadı. Bir geleneğimiz yok bu konuda. Kent mimarisinde ve yapılaşmada gelenek oluşturamayışımızın bir nedeni de biraz da bizim çok fazla şehir kurmayışımızla ilgili herhalde. Açın bakın hangi şehri biz kurmuşuz. Cumhuriyet döneminde bile çok fazla örnek yok. İsimleri değiştirmeyi kent kurmak olarak alıyorsak o ayrı. Var olanı imar etmişiz, diğer adıyla restore... Ve durumları ya da restorasyon çapımız ortada... Var olan bütün büyük şehirleri birilerinden fetih yoluyla almışız. Yenisini yapmak zaman ve para gerektireceğinden olan binaları kendimize göre yapılandırıp kalelerden bahçe duvarı, kiliseleri cami yapmışız, surları tahkim etmişiz; işe yarar binaları kamu binası, konutları da kendi evimiz haline getirmişiz. Eklediğimiz binalar, saraylar, camiler, vakıf malları, çeşmeler ve benzerleri de genelde yönetim sınıfının gönlünden kopanlar ya da gereksinmesi olmuş, ticaretle uğraştığından zengin olan azınlıklar dışında sıra halkın yapılaşma olanağı pek olmamış. Genel de yoksul olan ulus da bırak ev yapmayı kulübe bile inşa edememiş, ömrünü barınacağı bir çatı hayal etmekle geçirerek tüketmiştir. Daha doğrusu bir çatı oluşturmanın bin bir türlü zorluğunu görerek konargöçer olarak yaşamış çoğu. Devlet onları yerleşime zorladı, ama yardım etmedi. Aşiretleri vergiye bağlamak için ikameti zorunlu tutan devletle yerleşmeyi reddeden konar göçer aşiretler sık sık çatıştı. Elbette devletin bir hesabı vardı, vatandaşın neden sonra anlayabildiği. Şimdiki büyük şehir olayı gibi... Allahın dağlarındaki köyler hiç bir yatırımsız, alt yapısız birden köylükten çıkıp mahalleye döndü de köyler ne kazandı? Belki bir gün yararlı olacak, ama şimdi nedir bunun anlamı ilk adımda? Birincisi artık her şeyi büyük şehrin belediyesine soracaksınız bir, ikincisi çakacağınız her çivi için de vergi ödeyeceksiniz. Tabi çakmadığınız için de... Yapılaşma geleneğimiz olmadığını şuradan daha somut görebiliriz, Atatürk'e armağan edilen köşklerin çoğunluğu azınlıkların terk ettiği evlerdir, Anadolu halkının gönlünden kopan değil. yok ki versin. Sahip olmadığı şeyler üzerine de halk genel olarak hiç kafasını yormamış. yapılaşma kentsel imar ve benzerleri devleti, belediyeleri ve elbette bir avuç bu alandan beslenen tüccarı ilgilendirmiştir. Ne açıdan ve ne kadar ilgilendirmişse tabi... Gelişmiş ülkelerde böyle mi? Kentsel yapılaşmayı masa başındakilere ve ince siyasi hesaplara mı bırakıyorlar? Notre Dame Katedralini yıkmaya karar veriyorlar bakımsızlıktan. Victor HUGO o ünlü romanını yazıyor ve tüm Fransa sahip çıkıyor ona. İki yüz yıl önce hem de. Şimdi Katedral tüm gösterişiyle Fransa'nın gururu... Viyana için “Kadın kadar baş döndürücü, aşk şarkısı kadar romantik, gizemli bir mektup kadar anlaşılamaz!” denilir. Gerçekten de şehrin güzelliği karşısında kendinizden geçmemeniz mümkün değil. Şehrin tarihi dokusu, faytonlar, kiliseler ziyaretçilerinin Viyana sokaklarında tatlı bir rüyaya dalmasına yardımcı oluyor. Şehir 414 bin km² yüzölçümü ile Avusturya’nın en küçük eyaletidir. Kaplamış olduğu alanın yüzde otuzunu yeşil alan oluşturur. Ayrıca Tuna Nehri’nin de şehrin oluşmasına büyük katkıları olmuştur. Viyana günümüzde 23 bölgeden oluşur. Bunların adlarının yanında numaraları da vardır. Mesela 'Innere Stadt'a ayrıca '1. Bölge' denir. Adres ve posta kodlarında da bu bölge numaraları bulunur. Viyana 1850 yılına kadar bugün 1. Bölge'nin büyük bir bölümünü oluşturan tarihi kentten oluşuyordu. İmparator Franz Joseph döneminde ilk büyük kent genişletilmesi yapıldı: Kentin yakın çevresindeki varoşlar, kentin bugünkü 9. bölgesine kadar olan ilçeleri oluşturacak şekilde kente dahil edildi. 1 Ocak 1892'de kent ikinci defa genişletildi ve toplam 19 bölgeye kavuştu. 1900 yılında 2. bölgenin kuzey kesimi 20. bölge haline geldi. Şu anda şehrin birinci bölgesinde itibarlı ve zengin kişiler oturmaktadır. Şehrin 3.bölgesinden itibaren yabancılar ( Macarlar, Sırplar, Slovaklar, Türkler vb...) yaşar. Ankara farklı değil, çok eski bir yerleşim. Bilinen tarihi en az 10 bin yıl öncesine, Eski Taş Çağı'na ulaşan Ankara, tarih öncesinden günümüze dek pek çok medeniyeti barındırmıştır. Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, Persler, Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti, il topraklarını kontrolleri altında tutmuştur. Tektosagların ve Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti olan Ankara şehri ve Frigyalıların başkenti Gordion, il sınırları içinde yer alır. Yıldırım Bayezid'in Timurlenk'e yenik düştüğü Ankara Muharebesi Çubuk yakınlarında ve Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktası olan Sakarya Muharebesi Polatlı yakınlarında yapılmıştır. Milli mücadelede ise bir kasaba görünümündedir. Kerpiç binalar ne kadar dayanırsa anıtsallığı da o kadardır, kalesi dışında köy... Toprak altında kalmış Gordion'u gezin anlarsınız. Konumu nedeniyle başkent yapılır ve kısa sürede çağdaş, bakımlı, örnek bir kent yaratılır oradan. Sonra ülkemizdeki şehirlerin kaderi onu da bulur. Hatta ilk onu bulur. Merkezi yerleşim ıssızlığa terk edilirken ulaşımsız, alt yapısız banliyöler gösterişli reklamlarla, kar hesaplarıyla gösterişli ama şehir ruhu olmayan kentlere döndürülür. Bizim şehrimizin, bu kutlu başkentimizin birinci bölgesi bugün varoş haline döndürüldü bile. Belki birçok şehirde aynı şey yapılıyor. İstanbul bitirildi. Beyoğlu’nda Taksim'de altı pahalı dükkânlar üstü virane, insanları banliyölere göç etmiş yüzlerce taş bina var. Bursa da kent merkezi yıllarca süren bir ince politikayla boşaltılıp bir barbar istilasına teslim edildi. Geçenlerde gittiğim Ankara’da da aynını gördüm. Kent merkezi Kızılay ve çevresi bir mezbelelik halini aldı alacak. Düne kadar yolu yolağı olmayan uydu kentler pahalı yaşam merkezleri haline gelmiş … Son günlerde moda deyiş göklere çıkarılan restorasyonu çok daha ucuza uygulamak yerine dağ başlarında, alt yapısı, ulaşımı, sosyal imkanları oluşturmanın dünya kadar maliyeti olacak, dudak uçuklatacak rakamlarla satılan evler üretip satmak kimin çıkarına? Kent merkezlerini restore edecek, yaşanılır kılacak, çağa uygulayacak kimdir, belediye... Belediye bu görevini yapmaz da hatta hizmeti bilinçle aksatırsa insanlar yeni yaşanılacak yerler aramaya başlar doğal olarak. O zaman da ortaya müteahhitler çıkar. Dağ başlarını parıltılı imajlarla satmaya uğraşır size. Bir süre sonra da moda olur ve siz başka bir yerde durmayı sınıf kaybı saymaya başlarsınız. Toki'ler dar gelirli belki bir kesimi konut sahibi yaptı bir süre, geleneksiz, zevksiz, tatsız tuzsuz konutlar ama başını sokacak çatı bu ülkenin her devir öncelikli derdi. Peki şimdi ne yapıyor TOKİLER? Milyonluk evler hangi dar gelirlinin evi olacak acaba? HER ŞEYİ BOZMAKTAKİ USTALIĞIMIZI ONDA DA GÖSTERDİK. Şimdi devletin TOKİ’ler eliyle müteahhit olduğunu düşünürsek… Bu politika Özal’dan başlayan, AKP’yle yükselen bilinçli bir politika gibi duruyor. Şimdi üç beş müteahhitle ortaklıklara dökerek işi büyüttü. Üstünde kıyamet koparılan "İstanbul Kanal" projesi de açıkça belli ki benzer bir proje... Eleştirel yaklaşmak bile yasak ya da günah... Ne güzel iktidarın eli değince "milli dava" bile olabiliyor. Oysa bazı konular güncel iktidarların değil de ulusal konu olmalı; eğitim, sağlık, güvenlik, imar ve bayındırlık... Devlet diyebilmek için gerekli bu. Kent merkezleri bilinçle öldürülüyor, yaşanmaz kılınıyor. Hava sirkülasyonu, depreme dayanıklılık ve benzeri nedenlerle binlerce yıldır kadim yerleşimler haline gelen anıtsal yapıların da yer aldığı kent merkezleri bir varoşa döndürülürken tabanı jöle kıvamında ilk depremle en azından oturulmaz hale gelecek sulu tarım ovalarında, uzak dağ başlarında göz göre göre tabutluk evler üretiliyor. Onlar alt yapı ulaştırmak için de halktan toplanan vergilerle yatırımlar yapılıyor ve bununla övünülüyor. Birkaç yıl öncesine kadar çok da ilgi görmeyen kooperatifimsi bu yapılaşmalar bugün çizilen imajlarla ilgi odağı haline getiriliyor ve akla durgunluk verecek rakamlarla satılıyor. -Ya da böyle Paris gibi, planlı kaç şehir yaratabildik?- Paris

  • ÖZGÜR YAŞAMI SAVUNMAK

    19 yaşında Tıp Fakültesi öğrencisi Enes KARA’ nın yaşamına son vermesi tüm vicdan sahibi insanları derinden üzmüştür. Daha 19 yaşında, çocukluk döneminden yeni sıyrılmaya çalışan Enes’in ölümüne sebep olan nedenler ise yaşamak zorunda kaldığı Cemaat-Tarikat yurdunda ve babası tarafından uygulanan mobing adı verilen psikolojik şiddet, yaşadığı çağın düşünceleriyle taban tabana çelişen ve baskı altında zorla verilen doğma öğreti seansları ve tüm yaşadıkları karşısında yalnızlık duygusudur. "Yaşama sevincimi kaybettim", diyor Enes. Vasiyeti ise yürekleri dağlıyor "Anneme söz vermiştim işe girince ona fırın alacaktım babam almıyor benden küçük iki kız kardeşim var, İmam Hatip Lisesine gidiyorlar. Ama orada okumak istemiyorlar. Ailemden isteğim, bana göstermediğiniz toleransı onlara gösterin; okumak istedikleri okullarda okusunlar, sizden tek istediğim bu. Özelikle Zeynep çok zorlanıyor lütfen bunu yapmayın!” Maalesef ki Enes ile tekrar gündeme gelen bu çok acı ve yıkıcı son hepimizin de bildiği gibi ülkemizde ne ilk ne de son olay olacak gibi. Çünkü ölümlere, cinayetlere, katliamlara sebep olan kör inanç ve denetlenmeyen faaliyetler üzerinden güç devşirme süreci hız alarak sürüyor. Uğur Mumcu’nun “Tarikat-Siyaset-Ticaret” diye ifade ettiği ve aynı adlı kitabında da anlattığı yapıların elini kollunu sallayarak işlerine devam etmesi inanç sömürüsü ve baskısını devam ettiriyor. Yaşanılan acı olayın bir yönü böyle. Diğer yönü ise eğitim sisteminin uygulamaları ile yaşananalardır. Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası EĞİTİM SEN’ in son yaşanan bu acı olayın ardından yaptığı açıklama çok dikkate değerdir: "Okullarda din derslerini zorunlu olarak sürdürmek, seçmeli dersleri adeta ‘zorunlu’ dersler gibi seçtirmek, imam hatip liselerine öğrencileri ve ailelerini yönlendirme yoluyla özendirmek, zorlamak, dini vakıf ve derneklerin il ve ilçe milli eğitim müdürlükleri ile yapılan protokollerle bu yapıların “örtük müfredatını” eğitimin görece kamusal olan içeriğine ‘sızdırmalarını’ sağlamak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı devasa bütçesi ile yetişkinler kadar çocukların eğitimine de müdahale edecek biçimde güçlendirmek ve Kur’an Kurslarını okul öncesi eğitime denk diploma verecek biçimde meşrulaştırmaya çalışmak, öğrencilerin yurt gereksinmelerini kamusal olarak karşılamayarak özellikle yoksul ve muhafazakâr velileri çocuklarını tarikat yurtlarına kimi zaman zorla kimi zaman da ikna ile yollamalarını sağlamak… Enes Kara ve öncesinde vahim sonuçları olan benzer olayların kökeninde işte bu yaklaşımlar vardır. Çocuklarımızın ve gençlerimizin hayatta kalması ve demokratik bir eğitim alması, bu dinci döngünün kırılmasına ve kamusal, bilimsel ve laik eğitimin yaşama geçirilmesine bağlıdır." Ataerkil alışkanlıklardan kurtulmak istemeyen azımsanmayacak sayıda anne baba çocukların tüm yaşantısını ve geleceğini kendi arzu ve istekleri doğrultusunda ipotek altına almak istemektedir. Özellikle muhafazakâr aile babaları çocuklarının biat altında ezilerek, büzülerek kendi muhafazakâr değer yargılarını kutsatarak denetimleri altında yaşamaya zorlamaktadır. Bu çağda özgürlük yaşadığımız coğrafyada ne yazık ki uzak bir özlem gibi durmaktadır. Bu bağlamda toplumsal değer yargıları bir bütün olarak amasız fakatsız sorgulanmalıdır. Sorgulanmayan her değer ve düşünce, cezalandırılmayan her fiziki ya da psikolojik şiddet, taciz, tecavüz ve cinayetler yakın tarihimizde yaşadığımız tahammül edilmez kötülüklerle bizi yeniden karşı karşıya getirir. Toplumsal hafızamız istendik şekilde tembelleştirilip silinse de hatırladıklarımıza bir göz atalım ve karanlığa karşı ses ve güç olalım: “Aladağ'da kaldıkları tarikat yurdunda yanan kızların aileleri şikâyetçi olmamıştı. Ensar Vakfı yurdunda tecavüze uğrayan çocuklardan birinin tarikat müridi babası: "Çocuk benim çocuğum; tecavüze uğrayan çocuk benim; davacı da olmuyorum; size ne oluyor?" demişti. Antalya'da tarikat yurdunda boğazı kesilerek katledilen evladının cenazesinde: “Allah verdi, Allah aldı" diye konuşmuştu gencin babası. Enes'in babası ise: "Ben bu cemaatin 25 yıldır içindeyim, bir zararını görmedim. Kaldığı yerde hiç bir sorun yoktu. Biz kimseden şikâyetçi değiliz." dedi.” Kapiltalist emperyalist sistemin hem beslediği hem de beslendiği bu karanlığa karşı olmak, karanlığın arkasındaki sisteme de karşı olmaktan geçmektedir. Geleceğimiz olan çocuklarımızın daha çok yok olmadan, ‘sevinçlerini tümden yitirmeden’ laik, özgür, demokratik ve adaletli bir toplumsal düzen için saklanılan cesaret ile yüzleşmekten ve gereğini yapmaktan daha fazla kaçmamalıyız. Aksi halde yeni Aladağlar, Ensar vb. vakıflar gibi cemaat-tarikat yurtlarında yaşanan ağır trajediler; yeni Maraşlar, Çorumlar, Otel odalarına sıkıştırılan insanların yakıldığı yeni Madımaklar ortaya çıkar. Özgür yaşamı savunabildiğimiz ve özgür yaşayabildiğimiz oranda insanlaşma ve toplumsallaşma sürecimizi ileriye taşıyabileceğiz. Özgürlük emek ister. Öyleyse haydin göreve …

  • BENİM KİMSEM OLSANA

    Ad yoktu mektupta. Yazı tanıdık geliyordu, ama asıl bir şey hep beklediğiniz, hep korktuğunuzsa bilirdiniz, işte öyle, hemen anladı. Tepeye kurulu görkemli ev, ayaklarının altında bir denizanası gibi yayılmış şehre, dal dal oynayan o dev canlıya alıcı bir kuş gibi bakıyordu. Gece mavisi çiçekler açan sarmaşıklarla örtülü balkonu, o büyük kalabalığın ya da kimsesizliğin tam üstüne açılıyordu. Su, balkonda dikilmiş, üstüne saldıran kente direniyordu. Ne zaman, bunalan bedenini bir esintiyle soluklandırmak istese, kent, bütün düşmanlığını toplayarak sırtlara saldırır, geçmiş dört yandan duvar olup üstüne üstüne gelirdi. Gene öyle oldu. Buz kesen vücudunu, şehirden uzanan görünmez ellerden zorlukla koparıp salonun pahalı aydınlığına sürükledi. Bu akşam şehir daha güçlü, daha ürkütücüydü. “Seni almaya dönüyorum.” İnanılmaz bir düş gibiydi. Hani, bıçak sırtındasınız, attığınız adım sizi bir başka boyuta taşıyacaktır, öyle bir andır, bilirsiniz. O boyut hem var, hem yoktur. Girmeseniz o kapıdan, çekseniz ayağınızı, olağan yaşamınıza dönebilirsiniz; vazgeçmek o kadar kolaydır. Oyundan çekilirsiniz ya da girip adam gibi iliklerinizde duyarak yaşayabilirsiniz, yaşayacağınız neyse. Bu neysenin sonunda darmadağın olmak da vardır ya. O yaşamayı yeğleyecekti. Bunca yıl sonra nasıl bulabilmişti onu? Her halde Yankı kanalıyla… Yankı, dergideki büroya uğramış, bırakmıştı mektubu. O sırada Su, başbakanın eşine eşlik etmek için yurt dışındaydı. Yankı, ikisinin de o günlerden kalma arkadaşıydı. Eski solcu, yeni liberallerden. Bir zamanlar getir götür işlerine baktığı turizm işletmesinin şimdi patronuydu. Ona ulaşmış olmalıydı önce. “Bu zarfı Su’ya, ayın dokuzuna değin ilet,” demişti, sekreterine. Dün, uçaktan iner inmez de mektup kendisine ulaştırılmıştı. Hemen aramıştı, bu kez de Yankı yoktu. Kazakistan’a bilmem ne için gitmişti. Parçalanan Rusya, altın vaat eden Batı olmuştu, bir hücumdur gidiyordu. “- İki gün oldu,” demişti, her arayana aynı yanıtı, aynı ses tonuyla veren Yankı’nın sekreteri kız. ”Henüz bize de telefon etmedi. Cep telefonu da uluslar arası hatta girmeye uygun değil. İletişim kurulursa sizin aradığınızı söylerim.” Yankı, ayın dokuzuna değil iletin, demişti. Ayın dokuzu bugündü. Kalkıp duvardaki takvime baktı. Sonucu bilse de inanmak istemedi. Takvime güvenmedi. Zaman zaman en güvenilir belgeler bile insanı yanıltamaz mıydı? Ajandasına göz attı. Yurt dışından gelirken, en büyük Papatya'nın uçakta kendisine imzaladığı, iktidar partisinin programını anlatan kitaba baktı. “Papatyaların en güzeline. 8, Mayıs, Londra…” Bugün ayın dokuzuydu. Adresi biliyor muydu? Yankı’yı bulmuşsa, onunla ilgili her şeyi öğrenmiş olmalıydı. Büroyu, iş yerini, evini, telefonlarını… Neden telefon etmiyordu o zaman? Sabahtan beri telefon hiç çalmamıştı. Belki bir yanlış anlama vardı. Belki Yankı bir oyun oynamıştı. Ne var ki bu yazı, bu imgeler, bu tarz başka kimseye ait olamazdı. Daha zarfı eline aldığında hissetmişti. Çok eskilerden kalma bir tanıdıklık vardı. Kimden geldiği belli değildi, kime gittiği de. Ne iş ilişkileri içinde olduğu şirketlerden, politikacılardan ne de arkadaşlarından değildi. Herkes aynı zarfı kullansa da bir im, bir şey onu özelleştirirdi. Bu zarf geçmişten geliyordu ve olumsuz bir enerji yayıyordu. Daha yazıyı okumadan anlamıştı, oydu. Kâğıdın sol kenarını hep katlardı. Hiçbir zaman bilinen tarih, bilinen zaman olmazdı. Onun tanımladığı tarih olurdu. İlkyaz yazıyordu. Ve yıldız zamanı... Son mektubunu anımsıyordu. Tarih yerine, as’lolan hüzündür, yazılıydı. Bir olayda vurulmuş, tamamen rastlantıyla onun evine getirmişlerdi. Uzun sürmüştü iyileşmesi. Sonra, küsmüş, seni paylaşmayı beceremem, deyip gitmişti. Gidecek hiçbir yeri olmadan nereye gitmişti ki? Dağlarına mı? Hapse mi? Ölmeye mi? Hep ölmeyi özlememişler miydi? Ya da hep hüznü? Sonra karışık bir biçimde hapisle ilgili bir şeyler duymuştu hakkında, aramış, ulaşamamış, sonra da kendisi de evlenmişti işte… Şimdi yıldız zamanı? Bu imge, yeniden yaşama dönüş demekti. Nasıl olacaktı? İdamlardan, ömür boyu hapislerden söz ediliyordu. Kaçak mıydı yoksa? Gerçi son infaz yasası, cezaları aza indirse de, onlara uygulanır mıydı? Uygulansa da, bu kadar?.. Dahası hapse girmiş miydi gerçekten? Yüreği sıkışıyordu. Sevinmiş miydi? Hayır. Bu hayırı, nasıl bu denli kolay bulduğuna şaşırıyor, kahroluyordu, ama içinden gelen ses oydu. Onca zaman, dönse ne olur, diye düşünmüştü. Her seferinde yanıtı, neyim varsa bir tekme atar, tutarım elinden, yürü, derimdi. “Haydi dağlarımıza dönelim. Kitaplarımıza, televizyonumuza, sevişmelerimize… Kırmızı panjurlarımızı açtık mı, sarı güller dolsun odaya.” Bir tek sarı gül dikeceklerdi bahçeye. Kırmızı panjurlu evler, o günkü yerli filmlerin değişmez mutluluk simgesiydi. Ya sarı güller, kimin hüznünün resmiydi? Camdan görmüştü. Bahçede, yağmurun altında, bakla bakla ıslanan güller vardı, yağmur yüklü sarı güller. Her yanı beyaza boyalı, sıkıntılı hastahane odasını iyi anımsıyordu. Odadaki tek yatakta göğsünün üstünden, omzuna yakın bir yerden yaralanmış bir genç yatıyordu. Uzun saçları, sakalları yeni çıkan yüzünü örtüyordu. Zaman zaman inliyor, annesini sayıklıyordu. Çocukken kurtlar tarafından parçalanan küçük köpeğinden, Pilot’tan söz ediyordu. Su, gencecik bir kız, başında oturuyordu. Sandalye vermemişler, dahası çıkıp gitmesini istemişler, kıyameti koparmış, gitmemişti. “- Benim için bu hale geldi,” demişti. “İyileşmeden gitmem.” “- Ölürse?” demişti aptal yüzlü bir hastabakıcı. “ Salak,” demişti o aptal yüze içinden, ”- Ben de ölürüm,” demişti. Öyle onu kendinden sayıyordu, daha hiç tanımadan. İnsan kimsesizse sorgulamıyor, sevmeye öyle hazır duruyordu. Hastane için kimlik gerekiyordu. Gencin kanlı giysilerinin ceplerinden çıkan pasodan öğrenmişti; adı Yıldız’dı. Başhekim bile gelmiş, çıkaramamıştı onu. “- Öldürseniz gitmem”, demişti. Öyküsünü anlatmaya uğraşmıştı. Başhekim, onu çıkarmaya kararlı, ama sözde bir babacanlıkla dinler gibi yapmıştı. Sonra ona bir çay söylemiş ve gerçekten dinlemişti. Su, Kıbrıs’tan 74 savaşından hemen sonra, üniversite eğitimi için gelmişti. Okulunu görünce şaşırmıştı. Sanki savaş geçirmişti. Fakültenin duvarları kurşunlardan delik deşikti. Tanık olmayanlar için, iki yıl öncesi inanılmaz öykülerdi. Burada Cumhuriyet kurulduğundan beri görülen en kanlı iç çatışmalardan biri yaşanmıştı. Onlar geldiği zaman, yani birkaç yılda her şey unutulmuş, asılan asılmış, hapishaneler en eğitimli ve aydın konuklarını ağırlamış, ülke bir budamadan geçmişti. Bu ağaç, artık filiz tutmasın, der gibi budanmıştı. O günlerde bir kız arkadaşıyla birlikte kiraladıkları küçük dairenin tam önünde, trafonun yanında biri öldürülmüştü. Çocuğa o kadar çok kurşun sıkılmıştı ki, elektrik direğinin demir ayaklarından biri kopmuştu. Direk, kaç yıldır, eksik ayağıyla öyle yıkıldı yıkılacak duruyor, sanki o kötü günleri anımsatan, ders alınacak örnek bir anıt olarak saklanıyordu. Olaylar kısa bir süre sonra, bırakılan yerden aynen başlamıştı. Artık her iki taraf silahıyla, adamıyla daha da güçlenmiş ve hazırdı. Su, Türkiye’nin siyasi yapısını, sağ ve sol kavramlarının bu ülke için ne ifade ettiğini bilmiyordu, ama o günlerde Kıbrıs’tan gelen çoğu öğrenci gibi sola yakın duruyordu. Okulunda sıra sürtüşmeler dışında pek olay çıkmıyordu. Gerçi başka okullardaki olayların yansımaları görülüyorsa da ciddiye alınacak boyutta değildi. Tedirginlikse, Kıbrıs gibi gerçek savaş ortamından gelenler için alışkın oldukları bir şeydi. İlk o günlerde görmüştü onu. Tam karşılarındaki yamaca dayalı, çevresinde çoğalan apartmanlara inat ayakta duran, iki katlı bir gecekondunun alt katında iki genç oturuyordu. Her sabah aynı saatlerde duraktan otobüse biniyorlar, okullarına gidiyorlardı. Uzun saçlı, Akdeniz yüzlü, gözleri yüzünde iki zeytin yaprağı gibi duran çocuk, Su ile aynı okuldaydı. Gide gele tanış olmuşlardı. Her karşılaşmalarında, çocuk düz kaşlarının altından öyle bir bakıyor, gülümsüyor, ama konuşmuyordu. Ondan hoşlanmıştı. Hani kimilerini sevmen için onun özel bir şey yapması gerekmez, bir görüşte ısınırsın, öyle. Sanki hep tanıyordu, sanki aynı mahallede büyümüşlerdi. Konuşmayı, arkadaş olmayı istese de, Akdenizlilere göre Türkiyelilerin daha bir tutucu olduğunu çabuk anlamıştı. Bir kezinde otobüste bozuk parası çıkmamış, çaresiz düşünürken yetişmişti çocuk. “- Ben alırım,” demişti. “Sonra verirsiniz.” O kadardı. Konuşmak için bir neden olacağını umut etmişti, ama nerede? Parayı geri verdiğinde de birkaç sözcük, hepsi o.. Penceresinden onun gidiş gelişini, arkadaşıyla kapı önünde sohbetlerini izlerdi. Öyle zamanlarda camları silmelere dururdu, ama bir kez bile başını çevirip bakmamıştı. Yanındaki grisarışın, kıvırcık saçlı çocuğun gözü hep onlardaydı, ama onun seçimi ötekiydi. Bir defasında Moskova Buz Revüsünün biletlerinden geçmişti ellerine. İkisini bakkalda gördükleri grisarışın dediği gence vermişti. Nasılsa gelir, arkadaş olmak için fırsat olur, diye ummuştu. Özenle hazırlanıp gittiklerinde, adının Ali olduğunu öğrendikleri gencin yalnız geldiğini görmek ne çok üzmüştü Su’yu. “- Anlayın ben neler çekiyorum. Hep öyledir o, burnu kaf dağlarında,” demişti arkadaşı. “Ama iyidir.” Su, grisarı çocuğa, yani Ali'ye Judas diyordu. Yani, hain. Neden öyle düşünüyordu bilmiyordu, ama öyle bir elektrik yayıyordu ve ne garip çok sonraları, onun Yıldız’ı ihbar ettiğini ve yakalanmasını sağladığını duyunca hiç şaşırmamıştı. Olaylar büyümüştü. Su, anlamıştı ki, ulusların hafızası yoktu, olsa tarih olmazdı. Önce tüm üniversiteler, sonra ana caddeler, ardından kılcal damarlarına değin bütün ülke politize olup birbirine vurmaya başlamıştı. Su’yun sokağını da karşı grup ele geçirmişti. İçlerinden biri, Su ile aynı bölümde okuyordu ve o günlerde bıçaklandı. Onun bir bağlantısı olduğu düşünülmüş olmalı ki, tehdit ediliyor, mahalleyi terk etmesi isteniyordu. Bir an önce başka bir yere taşınması gerektiğini biliyordu, ama ne arkadaşı vardı, ne de yeni bir ev bulacak durumu. Bir sabah hava aydınlanmadan, ekmek almaya gitmişti. Yaz kış kömür kokan sokaklarda vardiyadan dönen işçilerden ve okula giden birkaç öğrenciden başka kimse yoktu. Bakkala varmadan biri kesmişti yolunu. “- Bu mahalleden gitmeliydin, ” demişti. “Arkadaşımızı sen sattın.” “- Tanımazdım,” demişti. “Nasıl satacaktım?” Bir yandan adamın davranışlarını kollarken bir yandan da, yardım isteyecek birini aramıştı. Dönüp kaçmayı düşünürken, ardından gelen ayak seslerini duymuştu. Birileri de arkasını çevirmişti. “- Seni uyardık,” demişti biri. “Güvendiğin yer olmalı. Ama şimdi…” Elinde birbirine zincirle bağlı kısa sopalardan vardı. Bruce Lee ortaya çıktığından beri bu sopalar varoşların ve siyasi eylemlerin korkutucu silahıydı. Duvara doğru geri geri çekilirken, ekmek almış dönen grisarı genci görmüş, umutla bağırmıştı. “- Ne olur, yardım edin! ” Genç, şöyle bir bakmış, ardından bacaklarının bütün gücüyle koşarak uzaklaşmıştı. Dizlerinin bağı çözülmüş, içi akmıştı. Oraya kenara yığıldı. Öleceğini düşünmüştü. Sinmiş inecek darbeyi bekliyordu ki, o anda birinin geldiğini anlamış, gözlerini açmıştı. “- Bir kıza vurmak yakışıyor mu size?” diyordu dost bir ses. Uzun saçlarının arasından parlayan gözlerini anımsıyordu. Evden aceleyle çıktığı belliydi. Ayakları çıplaktı. Duyunca, öylece fırlayıp gelmiş olmalıydı. Adamlar duralamış, bir ağız dalaşı başlamıştı. O arada yanaşıp kızın elinden tutup kaldırmıştı. “- Sen git,” diye fısıldamıştı. Aklı onda kalkıp gitmişti. Gittiği için şimdi bile kendini bağışlamıyordu, ama çok korkmuştu. Eve varmadan duymuştu çığlığı. Dönüp koşarken bütün mahalleyi ayağa kaldırmıştı bağırışlarıyla. Genç yere düşmüş, omzunu tutarak çırpınıyordu. Göğüs cebinin üstünden kan sızıyordu. Ötekiler çoktan kayıplara karışmıştı. Gerisini tam anımsamıyordu. Onca çığlığına yanıt vermeyen mahalleli, saldırganlar gidince ortaya çıkmıştı. Bir taksiyle buraya geldiklerini anımsıyordu. “- Şimdi bana onu bırakın gidin, diyorsunuz. Gitmem.” “- Gitme,” demişti başhekim de. “Sana ihtiyacı olacak.” Soruşturma için gelen polise de aynını anlatmıştı. Esnemeye başlayan, çok ayrıntıya girmeseniz de olur, diyen polisi dinlemeden uzun uzun anlatmıştı. Yara ameliyat edilmiş, sarılmıştı. Onun inlemelerini dinlemişti, sayıklamalarını. Terini silmiş, ellerini eline alıp yüzünü ezberlemişti. Çok iyi bilmediği Tanrı’ya dualar etmişti. Doktorlar gelip gitmiş, iğneler yapılmış, haplar verilmişti. Ertesi gün, gözlerini araladığında dünyalar onun olmuştu. Yeniden ilaçlar verilmiş, uyumuştu. O da ilk kez ayakucuna kıvrılıp gözlerini yumabilmişti. Gelen hemşire için kalktığında yağmur çiseliyordu. Camdan dışarıya baktığında görmüştü gül ağacını. İri sarı güllerinin ağırlığıyla devrilecek gibiydi. Sarı gül, ihaneti ve ayrılığı anlatırdı biliyordu, ama orda çiseleyen yağmur altında ne kadar kimsesiz, masum, hüzünlü duruyordu. Yurdundan uzak, bir kargaşanın ortasında yalnız, dönecek yeri olmayan kendine benzetti onu. Güllere bakarken gözlerinin dolduğunu anımsıyordu. Dönüp yatağın yanına gitmiş, uyuyan gencin yüzünü okşamıştı. “- Sen, benim kimsem olsana,” demişti. “ “Bırakma beni ne olur?” Genç ilacın etkisindeydi. Yerinde dönmüş, çatlak, susamış dudaklarıyla elini öpmeye çalışmıştı, “- Nergis,” diye fısıldamıştı. Sevgilisinin adı olduğunu çok sonradan öğrenmişti. Ne çok kırılmıştı. O anda güveneceği, sığınabileceği bir kişi olmadığını düşünmek mi kırmıştı onu? Sığındığı her saçak altından tekmeyle kovulan, terk edilmiş bir kedi yavrusu gibi olmak mı? Hemen kararını vermişti. Akşam yemeğini beklemiş, sonra bahçeye çıkmıştı. Üstü damla damla çiy dolu sarı güllerden birini koparıp saklamıştı çantasına. Sonra dalgın uyuyan genci uyandırmaya uğraşmış, tam ayıltamamıştı, ama gene de birkaç lokma yedirmişti. Ardından tekrar yatmış, uykuya dalmıştı çocuk. Birden esmişti aklına. Kapıyı içerden kilitlemiş, soyunmuş yanına girmişti. Dokununca ayılır gibi olmuştu genç. Sıkıca sarılmıştı, Su’ya. Kim olduğunu ayırt edebilmiş miydi, bilmiyordu, ama öpmelerine, sevmelerine yanıt verememişti. Sonra üstünü örtmüş, minik bir kağıda, “ Borcumu ödeyecek başka hiçbir şeyim yoktu. Teşekkürler ve elveda,” diye yazmış, sarı gülle birlik masanın üstüne bırakmıştı. Çıkıp gitmişti. Artık mahalleye dönemezdi. Okulu bırakıp Kıbrıs’a gidecekti. Belki de hiç görüşemeyeceklerdi. Ne var ki, onca emeğine kıyamamış, bırakıp dönememişti. Bir ay sonra, okulda, ana binanın kantininde rastlamıştı ona. Kızın biriyle sarmaş dolaş oturuyordu. Geçip gitmek isterdi ya, ayaklarına egemen olamamış, sürüklenmişti yanına. “- Geçmiş olsun,” demişti. Çocuk onu görünce ayağa kalkmıştı. Yanındaki kızla tanıştırmıştı. “- Nergis, Su; Kıbrıslı Su,” demişti. Anlaşılan önceden konuşmuşlardı. Kız, sahip olduğu bahçede dolaşan bu yabancıyı hoşgörür bir edayla süzmüştü. konuşması biraz iğneleyici gelmişti Su’ya. “- Sizin için ölmeye kalkan birini bunca zaman aramayışınız… Ben demiştim zaten Kıbrıslılar bizim gibi değildir.” Su, Nergis’i kıskanmıştı, fakat o anda da nefret etmişti. Yıldız’ın kendini savunacağı umuduyla bakmıştı. “- Ne yapsın? Eve git demiştim ona. Yalnız beni kim hastaneye götürdü, merak ediyorum. Bir de…” Çok sonraları hastanede yanında kaldığını, şöyle böyle de olsa anımsadığını söyleyecekti. Onunla seviştiğini sandığını ya da öyle bir düş gördüğünü, uyandığında masanın üstünde sarı gülle notu bulduğunu… “- Sana borcumu ödemek isterim,” demişti, ayrılırken onlardan. “Bir akşam yemeğe götüreceğim, söz.” Sonra Nergis’in inadına Yıldız’ a yönelik, eklemişti. “- Kıbrıslıların nasıl insan olduğunu anlatmak için, yalnız seni...” Bir hafta sonra da, Papazın Bağı’na gözleme yemeğe götürmüştü onu. Sonra Botanik’te bir ahududunun altında, çalıların arasında Nergis’ten intikam alır gibi sevişmeye zorlamıştı onu.. Sokulmalarına yanıt vermeyen kahramanını ikna etmek içinde hastanede düş görmediğini, onunla seviştiğini anlatmıştı. “- Benim bir sevgilim var,” demişti çocuk. “Hiçbir şey için söz veremem.” “- İsteyen yok,” demişti. “ Benim de sevgilim var, senden bir şey beklediğim yok. Bu hoşlanma sadece. Biz sizin gibi değiliz, biz Avrupalıyız,” Sevişmeyi pardonu olmayan bir eylem, bir namus saymadığını, önemsiz olduğunu söylüyordu, ama söylerken içi kanıyordu. Ne yapacaktı, bu sevgilisi olduğunu söyleyen, bu yüzden ondan uzak durmaya çalışan çocuğu hem çok sevmiş, hem çok özlemişti. Kendini bir or..pu yerine koysa da, tek çözüm buysa ne yapacaktı? Gerçekte sevgilisi yoktu. Beklediği yok muydu? Sadece o gösterişli, mağrur Türkiyeli kızın yanında, pek şansı olmadığını, sahiplenmeye kalktığı anda terk edileceğini düşünüyordu. Ama bu rolü oynayabilirdi; sözlüğünde hayır olmayan rahat kızı, her şeye katlanan iyi arkadaşı… Sebebi de vardı, yaşamını kurtarmıştı, karşılığını ödüyordu. İnsan bir şeye niyetlenmesin, olmazı karakter biçimine döndürüyordu. Şimdi düşünüyordu da, eğer Nergis olmasaydı, ya da onunla yarışabilecek güçte olduğunu düşünseydi, geleceğe yönelik bir hesap yapar mıydı? O gün yapamazdı. Kıbrıs savaştan yeni çıkmış, ambargo altında, umutlarını yitirmiş bir yangın yeriydi. Tutunacak hiçbir dalı yoktu. Sığınacak bir yer arıyordu, değecek bir yer. Kendinden büyük birine, koruyup gözetecek birine çok ihtiyacı vardı. Yıldız değecek gibiydi, kimi insanlar yaratılıştan büyüktü, onun da öyle olduğunu düşünüyordu. İnsan kendinden büyük saydığı biriyle evlenmeye kalkmamalıydı. Evlilik eşit bir ilişkiydi. Onun için bir şeyler yapabilirdi. Onu sevebilirdi, ona omuz verir, onu mutlu edebilirdi, bunun karşılığında da dostluğunu isteyebilirdi, ama eşi olmak… Su’ya göre değildi. Olaylar artıp Nergis daha güvenli bir başka kentteki okula gittiğinde bile başka türlü düşünememişti. Ama Yıldız önerse, isterdi. Uymayacağını, çok acı çekeceğini bile bile isterdi. Artık hemen her gün beraberdiler. Nergis varsa, alçak gönüllü, konuşmayan, borçlu, iyi bir ikinci arkadaştı, o yoksa arsız bir sevgili. Ne tartışacak, ne irdeleyecek şansları vardı. Yaşam son hız koşturuyordu, onlar da kaptırmış kendilerini gidiyorlardı. Ayrıntıyı tartışmak dingin insanların işiydi, canlarını kurtarma derdinde olanların değil. karmaşa başlamıştı. Okullar üst üste üç gün ender olarak açık duruyordu. Ölümler olağandı. Kavgalardan nefes alabildikleri zamanlar düşler kurarlardı. Okul biterse ve de sağ kalırlarsa kitap dolu, televizyonlu, bahçesi sarı gül dolu bir evleri olacaktı. Televizyon her yerde yoktu, o devir. Çay parasını denkleştirip gittikleri pastanelerde daha yeni yeni boy gösteren o tuhaf kutuya büyülenmiş gibi bakarlardı. Bu başka bir şeydi; kitaplardan daha vurucu bir şey. Bir devir bu tip yerlerin değişmez eğlencesi pikaplardan bile daha büyüleyiciydi. Kitap ve televizyon ulaşamadıkları yaşamları öğrenmenin yoluydu. Sadece lüks yerlerde olduğuna göre de pahalı olmalıydı. Geç koltuğuna al çayını eline, bas düğmesine, dünyanın öteki ucuna taşın. Dalıp dalıp giderlerdi. Ama garsonlar durmazdı. İki de bir gelip, garip bir acımasızlıkla, oranın söğüt gölgesi ya da cami avlusu olmadığını anımsatırlar, duvardaki, her saat başı servis zorunludur, yazısını gösterirlerdi. Her saat pahalı bir çay… O kadar paraları hiç olmamıştı ki. Nişanlı bir çift, toplumdan da onay almış bir ilişkiyi yaşıyorlarmış gibi davranıyorlardı. Gerçek altından daha gösterişli duran, Bent Deresi’nde bir seyyar satıcıdan aldıkları yüzükleri vardı parmaklarında. Ne garipti insan, her bir şeye kafa tutabilirdi, fakat iş aşka gelince, büyük annesi, kurt dedesi gibi seviyor, törenini de aynen öyle yapıyordu, bin yıl önceki gibi. Sevmek hep aynıydı, kendini hiç yenilemiyordu, ama aynılıktan dolayı da gücünden hiçbir şey yitirmiyordu. Nerde sevişmemişlerdi ki? Bütün parkları, köşeleri bilirlerdi. Siyasal’ın önünden kalkan bir cenazeye gitmişlerdi. Yağmur altında cenazeyi kaldırmak için saatlerce beklemişler, polis ölü genci vermeyince olay çıkmıştı. Kurtuluş Parkına doğru kovalamıştı onları polis. Parkın içinde, ağaçların arasında saklanacak yer bulduklarında ancak yara berelerine bakabilmişlerdi. Yıldız’ın gözüne aldığı bir darbe nedeniyle kaşı patlamış, dudağı yarılmıştı. Kendisinin de çorabı yırtılmış, burnu kanıyordu. Kediler gibi tükürüklerle yaralarını iyileştirmeye çalışmışlardı. Gövdesine Latince adı minik bir plakayla çakılmış, bodur, sık dallı iki ağacın ve çalılıkların koruması altındaydılar. Kolay kolay görünmezlerdi fakat dışarı da çıkamıyorlardı. Polis yakaladığı öğrenciyi coplayarak emniyetin aracına tıkıyordu. Yağmur bütün hızıyla sürüyordu. Üşüyorlardı. Bedenleri soğudukça yedikleri copların acısı her yerlerinde belirmeye başlamıştı. Birbirine sokulmuş iki kedi yavrusu gibi ısınmaya çalışıyorlardı. İlk Yıldız öpmüştü ağlamasını bastırmak için iç geçiren Su’yu. Yaşadıkları dehşeti, kendilerini her an bulabilecek polisi bile unutmuş, sevişmişlerdi. Sevdiğinle öpüşmek, ona dokunmak ilaç gibiydi, ruhun merhemiydi sanki. Öyle mi sanıyorlardı yoksa? Ne sanıyorlarsa, o koşullarda her şeyi unutturabiliyorsa çok şeydi. Polis sirenleri, bağrışmalar hepsi sanki bir başka boyutta kalmıştı. Dışarı çıktıkları anda üstlerine çökecek karabasanı, dünyayı, acı veren tüm gerçekleri unutmuşlar, yitip gitmişlerdi birbirinin bedeninde. Birinin parkası altta, diğerininki üstte öyle uyuya kalmışlardı. Şimdi inanılmaz geliyordu, ama saatlerce uyumuşlardı. Uyandıklarında yağmur kesilmiş, karanlık çökmüştü. Ne polis sireni duyuluyordu, ne de gençlerin sloganları. Bedenleri kaskatı ve ıslaktı. Hep öyle bıçak sırtında beraber olmuşlardı. “- Okul bitince evimizi iş yerimize yakın tutalım, bir solukta gidip gelebilelim. Bir şey bahane edip eve kaçarız,” der, göz kırpardı Su. Öyle ya, sevişmek istiyorlarsa akşamı mı bekleyeceklerdi? o günlerde tek istedikleri, sanki büyük bir gözün gözetimindeymiş gibi hissetmeden, birbirine sokulacakları bir ev, kapalı bir yerdi. Başka hiçbir şeyleri olmasa da olurdu. Gerçi sonradan gecekondu semtlerinden birinde evi olmuştu, ancak okula da kent merkezine de çok uzaktı. Ya okulda ya bir yürüyüşte ya bir ülkeyi kurtarma toplantılarında oluyorlardı. Bir sandviç, bir simitle karın doyurmak kolaydı, onca yolu aşıp eve gitmek, sevişmek, dönmek… Ya onlar, evde insani işlerle uğraşırken ülke kurtarılırsa ne olacaktı? Bu tarihi yanılgıyı nasıl açıklayacaklardı? Parktaki çıplak uykularını anımsayınca, sıcak yataklarında o huzuru yakalayamayan, birbirine ulaşamayan insanlar geldi aklına. Elinde olmadan kahkahayla güldü. Saate baktı. On dokuzu geçiyordu. Yeniden mektubu okudu. İsim aradı. Sarı Gül, yazıyordu salt. Kıyamet öncesinden, öte dünyalardan gelir gibi, öyle gerçek dışıydı. - Gelmeyeceksin, dedi kendi kendine. Her şey bir oyun. Yankı’nın bir oyunu. Tabi oyundu. Yankı, giderayak bir şaka yapmıştı; her zamanki eşek şakalarından birini. Yaşadıkları, bugün kimsenin taşımaya dayanamayacağı anılardı. O yüzden şakalarına da, konuşmalarına da sızıyordu. O gün dayanmışlardı. Yaşarken tek derdin kurtulmaktı. Üzerindeki ağırlığı görebilmek için biraz uzağa çekilmek gerekliydi. Biraz yukarı çıkmak ve oradan bakmak. Şimdi yukarıdaydı ve bakıyordu. Nasıl dev bir basınç altında ezildiklerini dehşetle görüyordu. Bedenlerini kurtarmak için minicik elleriyle çırpınırken üzerlerindeki ağırlığın boyutlarını kestirmeleri olası mıydı? Belki kafa bile tutabileceklerini sanmaları bundandı. Kimisi paramparça sıyrılmıştı, ama sadece bedenleriydi sıyrılan. Ruhları orda kalmıştı. Ruh şimdi bile çatır çatır eziliyor, çığlıklar atıyor, kurtulmaya çalışıyordu. Bu kadarı gerçek olamazdı. Bu akıl dışı bir şey, bir sanrıydı sadece. O gün gerçek olmayan bugüne nasıl taşınırdı? Beyni ona oyunlar oynuyordu. Nasıl olurdu da Atatürk'ün kurduğu, her bir şeysini düşünüp tasarladığı umut veren bir ülke, elli yıl sonra sokak sokak ikiye bölünmüş, kardeş kardeşi öldürür olmuştu? Bunaldı. Yeniden balkona yürüdü. Ne çiçek kokularını duydu, ne büyüyen ışıktan kubbeyi gördü. Kent gökyüzüne yayılan, yayıldıkça kızıllaşan ışık rengi bir kubbe örüyordu üstüne. Orda durup boşluğa görmeden baktı. Telefon çaldığında her şeyin bir oyun olduğuna iyice inanmıştı. Gene de, telefona uzanan eli titriyordu. Açtı, ses alıncaya değin konuşmadan bekledi. Kocasıydı. İtalya’daydı. Bir otomobil deviyle, Türkiye’de ortak üretim için anlaşmaya gitmişlerdi. Olursa İzmit, Yalova arasında büyük bir fabrika kuracaklardı. Gelip yer bile bakmışlardı. Son aşamalardaydı her şey. Ne zaman geldiğini, yolculuğun nasıl geçtiğini soruyordu. - Aynı hikaye. Bavulları doldurduk, geldik. Canının sıkıntısını yansıtmak istemiyordu, kocasına. Yansıtsa ne kadar anlayacaktı ayrı. - Sen nasılsın? Anlaşma ne durumda? - Fena değil. Sadece yer sorun. Yalova’yı seçiyor adamlar. Ulaşım, işçi kapasitesi, Anadolu’ya yayılma şansı filan… - Olacak şey mi? Bir yeşillik ora kaldı Marmara’da. Körfez çoktan bitti. Zaten bir iki fabrika var, çevreyi kirleten. - Sen de çevreciler gibi konuşma. Fabrika ekmek demek. Aç insan yeşilliği ne yapacak? - Yalova’dan çok daha aç yerler var, oraya gitsenize, Bilecik’e örneğin. Kocası bu anlamsız çekişmeden sıkıldı. - Yahu sana ne? Yalovalılar düşünsün bunu. Birkaç politikacısını ayarladık bile. Adamlar şimdi seçim yatırımı olarak anlatıyorlar fabrikamızı. Bırak da dua et, anlaşalım. - Affedersin. Ümit ederim anlaşırsınız. Ne zaman geliyorsun kısmetse? - Kolay değil. ama en erken hafta sonu. - Ne yapalım? Ben de bir iki gün dinlenirim. - İyi dinlenmene bak. Bu işi aşarsak dönünce, bir yerlere gideriz, Mısır gibi. Nil, bu mevsimde sıcak olurdu, yine de hoşuna gitti. - Hele bir dön. Gelmeden haber ver, evde olayım. Telefonu kapatıp oturdu. Bugün çarşamba. En iyi olasılıkla hafta sonuna gelirim, diyordu. Ne yapacaktı evde bir başına? Hep yalnız olduğu geldi aklına. Elde etmeye soyunduğu ekonomik ve sosyal gücün bir bedeli vardı. Çoğu kez kocasıyla ayrı ayrı yerlerde iş peşindeydiler. Bugüne değin nasıl sorun yapmamıştı, farkına varmamıştı? Arada bir aklına takılan dün korkusuydu, ama şimdi… Yalnızlıktan üşüdüğünü duyumsadı. İçeriye koştu. Yatak odasındaki dolapları karıştırdı. Yığınla fotoğraf arasından birkaçını seçti. O yıllara aitti fotoğraflar. Birinde fakültenin bahçesinde, bir bankta oturuyordu. Üstünde kısacık bir etek, kolsuz bir bluz vardı. Uzun saçlarından bir tutam, rüzgârın önünde savrulup dudaklarının üstüne gelmiş, bıyık gibi duruyordu. Fotoğrafın yarısı özenle kesilmiş, kim varsa çıkarılmıştı. Dikkatle bakınca, omzundan dolaşan bir el görülüyordu. Onun eliydi. Elde minik bir gül vardı. Siyah beyaz fotoğrafta tam gözükmüyordu, ama sarı bir gül olduğunu biliyordu. Resmin kesip çıkardığı bölümünü tüm ayrıntılarıyla anımsamaya çalıştı. Evlenince kestiği bölümde Yıldız vardı. Siyah bir pantolon, gri renkli kaşe ceket giyiyordu. Uzun saçları alnına, yüzüne dökülüyordu. Düz kaşlarının altında iri gözleri oyuncağını yitirmiş çocuklar gibi hüzünle bakıyordu. Dudaklarını büzmüştü galiba. Etli, biçimli dudakları hep küsmüş çocuklar gibi dururdu. Fotoğrafın arkasına bakıp tarihini bulmaya çalıştı. Yazılar vardı. Ama tarih ve tamamı öteki kesilen tarafta kalmıştı. Yazılarını anımsıyordu. “Sensizlik mavi bir bıçak ucudur. Ölüm gibi, Yalnızlık, kimsesizlik gibi, Hele şimdi… gül zamanı 77. Ankara Sarı Gül “Keşke gelseydi,” diye düşündü. Yankı’nın bir oyunu olmasaydı her şey, çıkıp gelseydi, keşke. İki gün kalıp, sonra gider miydi? Onu almadan gider miydi? Ya da o, her şeyi bırakıp gidebilir miydi onunla? Yankı onunla olan ilişkisini, geçmişini biliyordu, aklına esip böyle bir oyun oynamış olamaz mıydı? İyi de… Yeniden içerideki odaya geçti. Mektuba yeniden baktı. Bunu nasıl düşünmemişti? Sarı Gülü bilmezdi Yankı. Sarı Gülü onlardan başka kimse bilmezdi. - Aman Allahım, dedi. O burada. Fotoğrafları çabucak kaldırdı. Odaya göz attı. Yer değiştirmiş bir iki eşyayı düzeltti. Dolabın en alt gözünden, eski giysilerin arasından kısa bir gecelik çıkardı, yatağın üstüne serdi. İlk giydiği geceyi anımsadı. Bir reklâm şirketinde iş bulup çalıştığı zamanlardı. Eskiciden iki koltuk almıştı evine. Parkta ne kadar sarı gül varsa yolmuşlardı. İlk kez bir kaçış, bir sığınma değil, onla olmaya geliyordu. Doğum gününü birlikte kutlayacaklardı. Kavaklıdere’nin ucuz şaraplarından bir şişe ve bu geceliği getirmişti gelirken. Keşke gelse, diye düşündü. Her şey güzel olabilir, özledikleri dinginlik geri gelebilirdi. Yaşamlarında kış yeterince sürmüştü ve baharın sırasıydı, gelsindi. Şiirdeki gibi, artık şarkı söylemek istiyordu. Keşke bir oyun olmasaydı her şey ve gelseydi. İki gün birlikte, böyle bir evde kalsalardı, çalılıklarda, parklarda değil. Birlikte hiç banyo yapmışlar mıydı? Jakuzide yıkansalar, birlikte korkusuz, kaygısız uyusalar, uyansalar ne güzel olurdu. Bu uzun, karmakarışık süreçte neler yaşamış, neler görmüştüler, paylaşsalardı. İrkildi. Paylaşma sözcüğünden nefret ederdi o, çağrıştırdıklarından. Her şey onun yüzünden başlamamış mıydı? Daha gencecik iki insanken o yüzden kopmamışlar mıydı? Salonu unuttuğunu düşündü. Çıkıp kolaçan etti. Umduğundan daha çabuk bitirmişti her şeyi. Gelirse eğer, nerede oturmalıydı, onu bile belirlemişti. Tam apliklerin altına, sırtını ışığa vererek oturacaktı. Işık arkasından ve yandan vurursa daha iyi gözükecekti. En azından yüzündeki çizgiler, gözlerinin kıyısındaki kedi tırnakları gözükmeyecekti. Yeni porselen dişleri rahatsızlık veriyordu. Konuşurken ağzından fırlayacaklarından korkuyordu. Aynada dikkat etmişti görünen bir şey yoktu ama gene de güvenli bir uzaklık ve loşlukta oturmakta yarar gördü. Onu tam karşısına ışığın önüne oturtacaktı, iyi görebileceği, gözlerini okuyabileceği kadar aydınlık bir yere. Her şey tamamdı. Ne yapacağını bilemeden bir zaman durdu. İki de bir aynaya koşuyordu. Durmadan değiştirdiği saçları kötü gözüktü. Teni de soluk muydu ne? Sabah banyo yapmıştı, ama sıcak bir duş iyi gelebilirdi. Telsiz telefonu alıp banyoya girdi. Jakuziyi sıcak suyla doldurdu, içine girdi. Bir süre sonra paniği azalır gibi oldu. Oynayan, dalgalanan su vücudunu okşuyor, rahatlatıyordu. Bedenini sabunlayıp uzandı. Gözlerini kapanıyordu. Anımsıyordu. Sıcaktı. Baraja gitmişlerdi. Gölün çevresi gecekondulardan gelen piknikçilerle doluydu. Kimileri, bekçilerin tehditlerine aldırmadan suya giriyordu. Issız bir köşe bulmuşlardı. Birbirlerine sarılmış otururken kendilerini kaybetmiş olmalıydılar. Yarı yarıya çıplak yakalamıştı onları bekçi. Daha doğrusu bir zaman çalıların arasından izledikten sonra, elinde copuyla naralar atarak üstlerine gelmişti. Çıplak halde onları karakola götürmeye kalkmıştı. Giyinmelerine izin versin diye yalvarıp yakarmışlar, dinletememişlerdi. O arada suçluluk duygusunu atmış olmalıydılar ki, ağabeylerinin emniyet müdürlüğünde amir olduğu yalanını inandırıcı bir biçimde söyleyince kurtulabilmişlerdi elinden. O da çabucak orayı terk etmeleri koşuluyla. Kaçar gibi giderken giyinmişlerdi. Yolda fark etmişti ki, sutyenini kaybetmişti. Şimdi düşünüyordu: Bekçi, onları, karakola öyle çıplak götürüp ne yapacaktı? Ertesi gün gazetelerde resimleri çıkardı her halde: “Anarşistler çıplak yakalandı,” diye de başlık atarlardı artık. Telefonun sesini, ancak beşinci çalışında duyabildi. Önce bulunduğu yeri ayırt edemeden bakındı. Bir pencere arandı. Islak sarı güllerin üstüne açılan bir pencere… Sonra banyoyu, dört bir yanı saran buharı, kızarmış, çıplak bedenini algıladı. - Efendim! - Benim, dedi, biri. Bu sesi, bin ses arasından tanırdı. Soluğu kesildi. Yıllarca beklediği, başlangıçta deli gibi arzuladığı, şimdi korkusuna dönüşmüştü. Karar vermesi gerekeceğini hissediyordu. Bu karar, bugüne değin elde ettiği ne varsa hepsini silip götürebilirdi. Sessizliğin uzamasından karşısındaki tedirgin oldu. - Tanımadın, dedi. Öyle ya, çok zaman oldu. - Ne dediğimi biliyor muyum, sanıyorsun? Neredesin? Bir yanı deli gibi onu görmek istiyordu, bir yanı uzaklarda olmasını. - Buradayım, Ankara’da. - Ne yapacaksın? Ne anlamsız soruydu? Bir kez daha bu aptal soruyu, yanlış yerde sorduğunu anımsıyordu. - Bilmiyorum? Sesi kırılmış gibiydi. Onun çok değiştiğini düşündü kadın. Eskiden hemen tepki verirdi. O masumluğun altında ne yaptığını bilen, hiç durdurulamayacak bir kararlılık saklardı; onu deli eden bir kararlılık. Her şeye gücü yetecekmiş gibi. Ne var ki, bu yumuşaklık, bir aslanın kedi rolüne soyunması yakışmamıştı ona, erinçsiz oldu. Bir yandan da, eğer bu değişim gerçekse belki de, her şey istediği gibi gelişebilir, diye düşündü. Onu yönlendirebilirdi. - Seni görmek istiyorum. Bu kez ses kesindi. Burada çok kalmak istemiyorum. - Evimi biliyor musun? - Evet. - Hakkımda her şeyi? - Hemen hemen. Arzu ettiğin her yere ulaşmış gibisin. Kimsesiz değilsin. Görecek miyim seni? Bir yer söyle, oraya gel. Bunu hiç düşünmemişti. Dışarıda daha savunmasız hissedecekti kendini. Korkusu arttı. Belli etmemeye çalıştı. - Evim uygun. Birden, bir genç kız gibi heyecanlandı. İstersen… O zaman konuşuruz. - Birkaç saati bulur gelmem. Telefonu kapattıktan sonra ne yapacağını bilemedi. Özen göstermeden giyindi. Banyoya girmeden onu canlandıran neyse yok olmuş, yerini büyük bir endişe almıştı. Bir kenara darmadağın uzanıp soluklandı. Artık hep böyle mi olacaktı? Hep korkacak mıydı, geçmişten? Kalkıp balkona çıktı. Yüreği yerinden çıkacak gibiydi, yine de dayandı, oturdu. Kent demirkırı bir sisin ardına yatmış, sanki yediklerini sindiriyordu. Anlatsa, alsa kocasını karşısına, onun koyungözlerine baka baka anlatsa, yeniden geçmişe döner gibi olduğunu, ruhunun yeniden sokaklara döküldüğünü, büyük sevgisizliklere bulanmış, yıkıcı bir insan acımasızlığıyla kuşatılmış yaşadığını anlatsa; ne zaman bu balkona çıksa kentin arka sokaklarının, ellerini yüreğine daldırdığını, kendine kendine çektiğini anlatsa… anlar mıydı? Kocası yüzünde abartılmış bir acıma, aklında güç dengesinin sonunda kendinden yana bozulduğuna dair sevinç çığlıkları, ilk takışmalarında, istersen sokaklara dön, açlığına, istersen kimsesizliğine dön, demek için artık hazır, telefona uzanırdı. “- Doktor bir gelsin gözük, sinirlerin bozulmuş.” Doktor, şişman yüzünde, yaz kış boncuk boncuk terler anında evde olurdu. Kapının tam önünde gözlüklerini, görüş açısını netleştirmek için dengeleyerek vıcık vıcık bir yağcılıkla sorardı. “- Han’fendi mi? Han’fendi rahatsız değilse, doktorun yüzünden kaybolan gülümsemeyi kocası dışında herkes görürdü. Eğer kadın hastaysa gülümseme genişlerdi. Üstünde dolaşan eller bir doktorun eli değil, avuçlarının içine bütün cinsel iştahını taşımış erkek eli olurdu. Adam, mıymıntılığından umulmadık kurnazlıklarda bulunurdu. Kocasını oradan uzaklaştırmak için bir bahane yaratırdı, her zaman: “- Hadi Erol, senin şu yeni gelen viskilerini duyduk. Bir içki hak etmedik mi?” der, yatak odasına bir yığın koridorla erişen salona yollardı. Sonra eller, apayrı bir insana aitmiş gibi kimi cesur, kimi yaptığına utanır, kimi alabildiğine duygulu, kimi ilkel ve saldırgan vücudunu dolaşırdı. Ellerin ritmine uyarak solukları hızlanır, alnında kocaman bir damar şişer, bilmem kaçlık merceklerin altındaki gözlerin akları büyür büyür… Hepsi o kadardı. Adamın bütün cinselliği o kadardı. Belki de evlenmeyişinin nedeni de buydu ya. Kapı çalınca ya da kadının tepkili bir tavrıyla dupduru, öyle mıymıntı haline çabucak dönerdi. Birkaç saniye önce içine girecek kadar yakın olan adam, inanılmaz bir resmiyetle ötelerdeki doktorluğuna otururdu. İlk başlarda bir iğrenmeyle kocasına açmayı düşünmüş, ne var ki, kuruntuyla suçlanacağına, adamın bilmem nesi olsa evleneceğini duyacağına emin susmuştu. Birkaç kez, başka doktora gitmeyi önermişse de kocası itiraz etmişti: “- Bakma mıymıntılığına, iyi doktordur, Şefik. Her yönden güvenilirdir, 68’den bilirim onu.” Altmışsekizliler’e karşı hiçbir tavrı yoktu kadının. Ne var ki kocasının bu putlaştırmasına içerlemiş, bir karşı tavır oluşturmuştu giderek. Doktorla ilgili tedirginliğine, kocasının aldırışsızlığına, bir de bu eklenince öfkesi patlamıştı. Merak ediyordu, kocası neden hiç sorgulamazdı? “- Bıktım bu hikâyeden. Nesiniz siz Allah aşkına? Sanki o yıllarda üniversiteye uğrayan herkes, bir azizliğe ulaşıyor. Öyle bir söz kalabalığısınız ki, duyan da sizi Prag baharındaki tanklar altında ezilen gençlik sanacak…” Baştan aşağı öfke, 68’e de, onun azizlerine de vermiş veriştirmişti. Oysa evlenirken birbirine söz vermişlerdi: Bir daha 68’li, 70’li… diye tartışmayacaklardı. Okullar sık sık kapanıp uzayınca, bir iş bulmaya çalışmıştı. Sonunda bir dergide, gördüğü eğitimle, resimle ilgili bir iş buldu. Zamana pek bağlı değildi. İstenen çizimleri alıp evine götürür yapardı. Erol da o derginin ortaklarından biriydi. Tanışmışlar, birkaç kez yemeğe çıkmışlardı. Bir kezinde yaşanan siyasi olaylardan söz edip biraz da ağırca eleştirmişti öğrencileri. İlk tartışma da o zaman kopmuştu. Erol, tırmanan şiddet olayları nedeniyle duyduğu kaygıyı dile getirmişti. Gerçekte kendi küçük işinin geleceğinden endişe duyuyor, sözde ülkeyi düşünerek gençleri acımasızca eleştiriyordu. Olumlu örnek olarak kendi kuşağını 68 gençliğini örnek veriyordu. Şiddete birkaç küçük örnek dışında bulaşmadıklarını, halka aykırı düşmediklerini söylüyordu. Saklama gayretine karşın bütün söylediklerinde kendini düşünen bir egonun izleri vardı ve asıl bu Su’yu kızdırıyordu. Gerçi şiddetin ideali boğabileceğine katılıyordu, ama ortada bir yanlış varsa 68'lilerin günahsızlığını asla kabul etmiyordu. İlk ölümler o zaman başlamamış mıydı?12 Martçılar bir silindir gibi ezip geçmeselerdi, her şey nereye ulaşacaktı belli miydi? Bir şey doğruydu yalnız, 68 seçkin, iyi okullarda okuyan, çoğu dil bilen gençlerin, Avrupa’daki gençlik hareketlerini bir taklidi olmasına karşın, 70’li yıllarda bu tabana inmiş, sıra insanın işi haline gelmişti. Babasına, dolmuş sürücüsüne, mahalle bakkalına kızan, parasızlığına içerleyen tepkisini toplumsal bir kılıfta, yandaş bulduğu solda ya da sağda açıklar olmuştu. Su, bütün bunları büyük bir ateşle ortaya koyuyor, Erol’un kuşağının devrimci tırmanışta sadece bir yapı taşı olduğunu, 70’lilerin tuğla tuğla ama bir duvar olduğunu iddia ediyordu. Bu kör dövüşünden kendisi de memnun değilse de savunmada saldırı esastır, diyerek kaş göz demeden vuruyordu. “- Evet duvarsınız, ama kolay yıkılan bir duvar, ezbere, ajitasyona dayalı,” deyip inadına üstüne gidiyordu, Erol da. Bir kezinde neye bulursa ona saldırmış, Erol’un da içinde bulunduğu iş dünyasını yargılamış, dahası, onun kendine gösterdiği yakınlığı da aşağılamıştı. Bunu bir lokantada yüksek sesle yapmıştı. Erkek kıpkırmızı kesilmiş, kendilerine bakan var mı, diye endişeyle etrafına göz gezdirmişti. Arada bir çevresini hesaba katarak cılız itirazlarda bulunsa da, onun pervasız saldırılarıyla susmuştu. Tuhaf bir birliktelikleri vardı. Erkek önce onu kızdırıyor, sonra da susturmaya çabalıyordu. Lokantadan o yorucu tartışmayı beraberlerinde sürükleyerek çıkmışlardı. Botanik’in orda arabayı kenara çekmişler, gergin bir susuşla oturmuşlardı. Çevrelerindeki insanların etkisiyle içini dökemeyen Erol, daha gergindi. Su’ya bakmadan üzüntülü bir sesle konuşmuştu. “- Ben tek çocuktum. Kimse bana hayır demedi pek, karşı durmadı. İnsan bir garip, olmayanı arıyor. Sen de beni en çok saran, karşı koyuşun, savunmaya olan müthiş yatkınlığın. Ne var ki beni çok hırpalıyorsun, neden? Hak etmiş olabilirim ayrı, asıl neden?” Verecek yanıt bulamamış, adamın teslim oluşundan utanmış, camdan dışarı bakıp durmuştu. Biraz ileri gittiğini düşünmüştü. Dahası söylediklerinin bir kısmına kendisi de katılmıyordu, ama ona karşı kabullenmeye de niyetli değildi. Kızmayan, bağırıp çağırmayan, yenilgisini öylece kabullenen Erol’a karşı bir eziklik duymuşsa da belli etmek istemiyordu. Elinde olmadan alaycı, itici bir sesle, “- Ne yapacağız şimdi?” dediğini anımsıyordu. Öyle, dalga geçer gibi. Bu soru başının belasıydı. Bu anlamsız tümcenin; bir tür yok sayışın, meydan okuyuşun, belki de bir barış yolu arayan Erol’u nasıl sarstığını sanki iliklerinde hissetmişti. Tepkiyi beklemişti. “- İstesem yarın o işten attırırım seni.” Erol da onurunu geri alma derdindeydi. Belki bir uzun tepkinin başlangıcıydı sözler. Belki yumuşayacaktı, sonrası. Sonrasını duymak istemiyordu. O dergideki işi, bir zamanlar ülkeyi kurtardığını iddia eden 68’li, iktidarsız, aşağılık bir adamla birlikte olarak elde etmişti. Önemliydi o iş. Açlığı, yabancılığı, kimsesizliği biraz azalmış gelmişti ona. Botanik’in küçük ağaçlarının dalları kış rüzgârının altında iki büklümdü. Soğuk eksi bilmem kaçlarda olmalıydı. Yine de bir çift, kanepeye oturmuş, sarmaş dolaş öpüşüyorlardı. Ucuz montu, kot pantolonu, bozulmamış makyajsız yüzüyle bir üniversiteliye benziyordu kız. O biçim biri olamazdı. Onların hiçbiri, en ucuzları bile, bu ayazda bir park kanepesine razı gelmez, ancak bir sevgili katlanır, diye düşünmüştü o anda. Susarak öfkesini öldürebileceğini sanmıştı, olmamıştı. Biraz daha sussa çatlayabilirdi yüreği. “- Ben,” demişti.” 74’te Kıbrıs’tan geldiğimde sen yoktun. Anavatanı anaya benzetip, bizi koruyup gözeteceğine inanıp geldiğimizde yoktun. Tıpkı bir İngiliz’e gibi, Amerikalıya takınılan gibi, yabancılara takınılan sevgisiz tavırlarla karşılaştığımızda da… Sonradan siz zaten kendi çocuklarınızı yemeye başladınız, bizi mi düşünecektiniz? Uğradığımız şaşkınlıkta, kim şeyim hıyar dese, bir avuç tuz alıp peşinden koştuğumuz günlerde, bir yandan açlık, bir yandan anarşi, en kötüsü zulüm ve sevgisizlikle kuşatılmış, bir başımıza karşı koymaya, şu iğrenç şehirde varolmaya çırpınırken sen ve senin gibiler yoktu.” Sadece zonklayan kulaklarını duyuyordu. Erol’un yüzünde dal dal büyüyen endişeyi anımsıyordu. Sürdürmüştü: “- Ne zaman ki, sokağa döküldük, ne zaman ki, uzayan, hiç açılmayan, güvenlik müvenlik diyerek aslında üç buçuk eşkıyayla başa çıkamayarak açamadığınız okullarımız peşinde buralarda sürünür olduk, ne zaman ki, ekonomik açmazlarımız büyüdü, yasal çalışamadığımız için gece kulüplerinde, diskolarda, o sözde aile gazinosu iğrenç yerlerinizde iş arar olduk, ortaya çıktınız. Önce sözde insan, yardımsever öyle çıktınız. Ne zamanki olmaz, dedik, hayır, dedik, üstünüzdeki postu atıp salyalarınızı akıtarak olanca sırtlanlığınızla dikildiniz.” Kararını vermişti. Belki aptallık ediyordu, ama bu adam, onu işten attırırsa sevinemeyecekti bile. Mademki kendini ateşe sürüyordu, onu da hırpalayacaktı. “- Evet, Erol Bey! O işi bulduğumda sen yoktun. Benim için ne kadar önemli olduğunu biliyorsun. Çalışma iznim de yok. Hakkımı arayamam da, çünkü Kıbrıslıyım. Ama senin ayaklarına kapanmam. Hadi sırtlan postuna bürünsene. Hadi çıkarsana tırnaklarını, hadi, yatmazsan benimle, işin tamam, de!” Bu kadarını istememişti. Kendi sözünün büyüsüne kapılmış, uzatmıştı. Ok yaydan çıkmıştı artık. Kapıyı açmış, soğuk, aç sokağın kokusu, içeri dolmuştu. Umutsuzluğunu hissetmişti. Yine de, boyun eğmediğinden dolayı büyük bir haz alarak karanlığa dalmıştı. Öyle gidebilseydi, basamakları inip Botanik’in alacalı karanlığını aşıp gidebilseydi, şimdi kim bilir nerede olacaktı? Buz tutmuş merdivenleri inerken büyük bir belirsizliğe doğru yürüdüğünü biliyordu. Erol’un ardından yetiştiğini, tutup çevirdiğini ve suratının ortasına şiddetli bir tokat attığını nasıl unuturdu? Savrulup sırt üstü çimenlere serilmiş, içinde Rum milislerin süngüsüyle ölen bir kadının öyküsünün geçtiği usul bir ağlama tutturmuştu. Haksızlığın göz kırpışına canavar kesilen benliği tepkisiz kalıvermişti. Uzun süredir, babası, 74 Kıbrıs Çıkartması’nda Beşparmak Dağlarında öldürüldüğünden bu yana ilk kez böyle ağlamıştı. Büyük bir pişmanlıkla yanına çökmüş, onu sakinleştirmeye çalışan Erol’a sığınabileceği bir dostmuş gibi sarılıp ağlamıştı. Yaklaşan bekçi düdüklerinin yırtıcılığı duyulmuştu. “- Hadi gidelim. Bir yerde konuşalım, ama burada değil. Hadi lütfen.” Yalvarıyordu Erol. Kalkmak istemiyordu. Kalkarsa, tokat için bir tepki göstermek zorunda olduğunu kestiriyor, insanlığın bu tuhaf koşullanmışlığına gülmek geliyordu içinden. Ne haksızlıklara, ne zulümlere gık demeyiz de, bir tokat, bir söz… “- Gidelim de, tokat ne olacak? Nereye koyacağız benim onurumu? Sen, seninkini kurtardın. ” Sözde gülmeye dönüktü. Kendi sözcüklerinin yırtıcılığına ve hüznüne kapılmış yeni gözyaşlarına boğulmuştu. Erol, ne yapacağını şaşırmış, yüzünü, gözünü, saçlarını, kalın kabanını bile öpmüştü. O öyle üzerine düşükçe, çok zamandır yüreğinde bir çığlık gibi yükselen yalnızlığı, ağlama isteği büyümüş büyümüştü. “- Seni seviyorum. Beni itmene dayanamam,” demişti Erol. Ayna gibi anımsıyordu, ben de seni seviyorum diyememişti, birine demek için çıldırdığı o anda bile. Ona o kadar ihtiyaç duyduğu anda bile. Kim bilir daha ne kadar, Su’dan yayılan kimsesizliğe ikisi de boydan boya bulaşmış öpüşürlerdi ya, bekçinin feneri bıçak gibi üstlerine inmişti. Apar topar bu eve gelmişlerdi. O gece Erol’la arasındaki bütün ayrım ortadan kalkmıştı, sanki ikisi de yetmişli yılların yetimleriydiler. Sanki ikisi de zulmün ve acının sınamasından neleri varsa yitirerek çığlık çığlığa çıkmış, artık sonsuz duyarlıklara erişmiş, anlayamayacakları, hoş göremeyecekleri hiçbir şeyleri yokmuş gibi sevişmişlerdi. Dünyalarından uzak düşüp bu hiç tükenmeyen ıssızlıkta bir başlarına kalmış gibi… “- Evlen benimle. Yarın atlayıp babamlara gidelim,” demişti Erol, yüzlerce kez. Erol’u sevip sevmediğini hiç düşünmemişti. Yaşamında böyle şeyleri düşünme lüksü yoktu. Çocukluğu, gençliği Eoka’cıların ölüm tehditleriyle geçmişti. Pek çok arkadaşı, ergenliğini göremeden toprak olup gitmişti. Evlenmek, sadece evlenecek yaşa gelebilmek büyük bir şanstı. Genç yüreği, kuşkusuz simgeleşmiş biçimlerle donanmış bir evliliği düşlerdi. Ne var ki yaşam, özellikle şu Türkiye’de geçirdiği yaşam, onu öyle bir ezmişti ki, tek istediği kendini korumaktı artık. Heveslere hiç yüz vermiyordu. Güzelliğini biliyordu. Bir yere varacaksa tükenmeden ondan yararlanması gerektiğini de. Gerçek gücü, ekonomik gücü böyle elde edebileceğini kuruyordu. Paran olmadıktan sonra, diğer güçlerin bir anlamı olmadığını çok acı deneylerle kavramıştı. Fakat evlenmek için erken değil miydi? Bir yandan da, hep gelecek kaygısı çeken yanı, Erol’un gücünün, arzularına yetip yetmeyeceğini hesaplamıştı. Antalya’da babasıyla annesinin çalıştırdığı bir otelleri, Ankara’da evleri, İzmir’de bir şeyleri olduğunu biliyordu. Şu an, öyle yalnız ve güçsüz duyuyordu ki kendini, neden olmasındı? Belki, böylece kimsesizliğini aşardı. En azından evlenince Kıbrıs’a, ne olacağı bilinmeyen dört yanı deniz o büyük hapishaneye dönmek zorunda değildi. Çalışması, burada yerleşmesi sorun olmayacaktı. “- Bir düzine sarı gül isterim,” demişti, gülerek. “- Söz. Evlen benimle, sana bir kamyon sarı gül alacağım.” Gece şafağa dönerken, bıçak gibi kesen bozkır ayazına aldırmadan battaniyelere sarılıp balkonda oturmuşlar, aşağılarda yorgun ve tükenmiş bir canavara dönmüş şehri seyretmişlerdi. O yoksulluğun ve kimsesizliğin sokakları saran iticiliğini algılamış, bu ev, bu kenti umursamadan çok uzaklara, enginlere bakan ev, müthiş sıcak ve güvenilir gelmişti. Ayrılmak istememişti. Erol, onun hissettiklerini, korkuyu duymadan, ışık ışık dağlara yayılan kente hayran hayran bakmış, “- Benim endişem bu,” demişti. “Her gün artıyor şiddetin dozu. Bu güzelliği, insanlığın ulaştığı bu çizgiyi yok etmek istiyorlar sanki.” “- Bundan mı, bize düşmanlığın? Yakıp yıkma, biz yokken de vardı. Yarın, iki bin beş yüz yılında olmayacak mı? Ne adamlar var içimiz de? Her düşünce kendi pisliklerini üretmez mi?” Erol saklamadığı bir beğeniyle eğilip öpmüştü. “- Hiç yanılmazsın, değil mi? İnandıkların yanlış çıksa mahvolacaksın gibi savunuyorsun her bir şeyi. Ne iş kadını olurdun sen. Gel bir karar alalım. Tartışmayalım.” “- Neden, tartışmazsak doğruyu nasıl bulacağız?” “- Bırak zaman belirlesin doğruyu.” “- Bu çok zor,” demişti gülerek.” Gene siz kazanırsınız. Doğruyu zaman değil, güç belirler. Bizimkiler güç olamayacak dende sıradan insanlar. Hiçbir zaman baş olamayacaklar. Siz tüm güçleri elinizde bulunduruyorsunuz. Kimi isterseniz o yükselir. Siz izin verirseniz konuşacağız. Size şirin gözükmek için patilerimizi kaldırıp kuyruk sallayacağız. Siz, neyi derseniz ondan söz edeceğiz. Bizimkiler, öyle bir yangın yerine dönecekler ki, bırak doğruyu belirlemeyi, kendilerini inkâr edecekler, solukları duyulmayacak. Ne diyorsun sen?” Erol anlamaz anlamaz bakmıştı. “- Bunca savunuyorsun, bir yandan da bir yere varamayacağını söylüyorsun, öyle mi?” İhanet ediyormuş gibi bir hisle kente bakmıştı kız. Ondan kurtulmaya çalışsa da oraya aitti. Kim bilir kent, şimdi kaç arka sokakta, kendine ait olanları boğazlıyordu, sağ sol diye. “-İnandığını savunmak başka, bilimsel doğruyu görmek başka bir şey. Kim demişti o sözü: Yirmisinde solcu olmayanın yüreği, kırkında kapitalist olmayanın aklı yoktur, diye. Bizim ki, bilimsel değil ki, tepki, yani yürek işi…” “-Daha çok seviyorum, seni,” demişti Erol. Seni bir…” “-Anarşist sanıyordun.” “-Hadi evlen benimle.” O balkonda oturup kentin aç saldırılarına gülemez miydi? Boğazlasınlar birbirini ona neydi? İstediği yer burası değil miydi? Kendini güvende ve güçlü hissedeceği yer. “- Bir kamyon sarı gül alacaksın, unutma?” Kimseyi belki henüz bulamamıştı, ancak o sığınılacak yeri, belki onu da değil ama korkmayacak gücü bulmuştu. Belki gerçek kimseyi… Aslında kimse, niteliği ve kimliği ne olursa olsun, kullanabileceğiniz güç müydü? Daha sonra, ne 68 ne 70 tartışmamışlardı. Sonra 12 Eylül bıçak gibi her şeyi kökünden kesip atmıştı. Danışma meclisi, partiler, seçim çalışmaları ve Su’yu doğrulayan, tüyleri diken diken eden konuşmalar… Ülke bir yılda belleğini tümden yitirmiş, geçmişe ait nesi varsa silip atmıştı. Söylediği çıkıyordu. Arka mahalleden gelen eski devrimcilerin bir kısmı, suyun başını tutmuş ağabeylerinin yanında, ikinci cumhuriyetçi, mezhep ya da ırk solcusu olmuştu. En hızlılar, bir karşı partide yer kapmak uğruna, uzlaşma arayışlarından söz ediyor, ama uzlaşma zemini olarak zıt partinin taraflı çizgisini gösteriyordu. Ortodoks Türk solcuları bile türemişti. Ülkücülerse, mafya babaları olma yolundaydı. Radikal dinciler, sisteme muhalifliği yeğlemiş, hızla çoğalıyordu. Atatürk’ün kurduğu kurumlar bile, vasiyeti de çiğnenerek kapatılmıştı. Yankı bile bir sağ partinin dört eğiliminden biriydi artık. Herkes kol kola kendi havuzunu dolduruyordu. Aman ona neydi? O burada bütün dünyaya meydan okuyarak oturacaktı. Artık ne değişirse değişsin, kim gelirse gelsin, suyun başında var olacaktı. Öyleydi de, neden kafasındaki keşkeler çoğalıp duruyordu? Neden saman tadı alıyordu bu yaşamdan? Arkadaşlarından kaçı kendi gibiydi? Daha ne istiyordu? Koca bir derginin başındaydı. İnsanlar ona yaranmak için çırpınıyorlardı. Yarın, uykularını çalan aç bir canavar değildi. Saygı görüyordu. Kocasının yükselen işiyle birlik saygınlığı artıyor, bakan eşleriyle yemeklere katılıyordu. Doğruları belirleyecek şansı vardı artık. O zaman?.. Kurtulamamıştı. Ayaklarının altındaki yer, geçmişe doğru kayıyordu. Sanki bir sabah ayıldığında bakacaktı ki, bir arka sokakta, bir bodrum katında, tek süsü bahar desenli perdeleri olan rutubet kokan odasındadır. Yarın korkusu koca bir ejderha olmuş başucunda beklemektedir. Kalktı. Kendisine bir içki hazırladı. Yeniden balkona dönüp koltuğuna oturdu. Gazeteleri eline aldı, ama bakamadı. Bütün yaptığı boşaydı. Ondan kurtulamıyordu. Beynini başka şeylerle oyalamaya çalıştı. Kente korkmadan, ayrıntıları bile yakalamaya çalışarak baktı. Batıda, büyük binanın arkasında, çok uzaklarda güneş batıyordu. Oralarda bir yerde sanki dev bir yaratık şah damarından vurulmuş, kanı, bozuk bir fiskiye gibi koyu maviye boyanan gökyüzüne gelişigüzel fışkırıyordu. Gün yaprak yaprak, dal dal geceye teslim oluyor, ışık karanlığa bölünüyor, müthiş bir hüzünle ölüyordu. SarıGül, o yaralı çocuk, gerçekten geri gelecek miydi? Gelip onca yılda, onca emekle oluşturduğu tüm yaşamı, bir karton kule gibi darmadağın edecek miydi? İnsan güçlerinden dem vuruyor, ama bir beynine egemen olamıyordu. Bütün zorlamasına karşın yeşeren düşünceyi, öyle kolay, ha, deyince silip atamıyor, yönlendiremiyordu bile. Düşünce bağımsız bir biçimde koşullarını zorlayarak oluşuyor, şekilleniyor, büyüyordu. Sen silmek için uğraştıkça, o sanki baskıyla beslenen bir canlıya dönüşüyor, köpürüyor, gelişiyordu. En iyisi korkmadan üstüne gitmekti. Belki o zaman… Korkmadan mı? Onu düşününce endişe yüreğine her çatlaktan sızıyordu. Yüreğinin o kadar çok çatlağı, karanlık dehlizi vardı ki, birini buluyor, sokulup çörekleniyordu. Sanki bir ihanet soluyordu öyle zamanlar. Vücudu geriliyor, bu asılsız suçlamaya yanıt olmaya davranıyor, beceremiyor, çözülüyordu. Ona hiçbir söz vermediğini, düşündü. Geri dönmüş aramamıştı doğru, kızgındı, arasa nerde bulacaktı? Okulların çoğu bilinmeyen tarihlere değin kapalıydı. Birçok kişi ölmüş, birçoğu tutuklu ya da kaçaktı. Sadece ayakta kalmak istiyordu. Geçmişi unutmak… Sonra o niye aramamıştı? Çekip gitmiş, aylar sonra önce tutuklandığını, ortadan kaybolduğunu duymuştu. Kıbrıs’taki adresini bilmiyor değildi, yazabilirdi, fakat yazmamıştı. Artık kıyametti. Okula gitmek olanaksızdı. En son toplu olarak gitmeyi denemişler bir ölü, bir kaç yaralı vermişler, birçok kişi tutuklanmıştı. Yıldız, birden, habersiz ortadan kaybolmuştu. O zaman fark etmişti; onsuz ayakta duramıyordu. Çok yalnızdı. Aklına neler gelmemişti? Kim bilir kime gitmişti? Belki de Nergis’e. Gene de sabırla beklemişti. Gazeteler, Yıldız ve birkaç kişinin arandığını yazmıştı. Tutuklandığı duyulmuştu önce, ardından arandığı. Umudu kesmişti. Kimsesizdi. Parası yoktu. Geceleri, bombalanan, kurşunlanan evleri düşünüyor, öldürüleceği endişesiyle uyku uyuyamıyordu. Daha fazla dayanamayacaktı. Kıbrıs’a dönmüştü. Niyeti, her şeyi unutmak, akrabalarının olduğu İngiltere’ye gitmekti. Türkiye’nin adayı işgal ettiğini savunan İngilizler, eskisi gibi davranmıyor, Kıbrıslı Türklere de sorunlar üretiyordu. Bir süre sonra ada, tam bir kapan gibi gelmişti ona. Rumlar yenilgiyi hazmedemiyor, yeni bir kavgaya hazırlanıyorlardı. Geçmişte olduğu gibi, bir gece tüm Türkleri keseceklerdi. Hele Avrupa ve Amerika Türk ordusunun çekilmesini sağlasındı, bak sen. Türkiye bir çekilirse bir daha gelinceye değin… İnönü 60’ta ayağa kalkmış, ancak girememişti Kıbrıs’a. Öyle olursa nereye sığınacaklardı? Dört yanı denizle çevrili adadan kaçacak nere vardı? Ecevit yeniden iktidar olunca bir umutla dönmüştü geri. Bu kez kararlıydı. Ne sağına, ne soluna karışacak, okulunu bitirip Türkiye’de kalmanın bir yolunu bulacaktı. Döndüğünde onu bulsaydı, onunla… Şimdi ya mahpus damında ya da büyük bir düşkünlüğün kucağında, koy sevgiyi, birbirini yiyor olurlardı, her hal. Yine de, o yaprak yeşili gözlere, masum yüze gülümsedi. Özlemle gülümsedi. Küs dudaklarını öptüğünü kurdu. SarıGül, 12 Eylül’den kısa bir süre önce, olayların iyice yoğunlaştığı dönemde, kim bilir kaç yıl sonra, garip bir rastlantıyla yeniden çıkmıştı karşısına. Kıbrıs’tan döndükten sonra bir süre özel bir yurtta, tam karakolun yanında kalmıştı. Okul bir açık, üç gün kapalıydı. Yurt giderini karşılamakta zorlanınca bir gecekondu bulmuştu. Ne var ki, dergideki işe başlamıştı ve çok fazla bir şikâyeti yoktu. Artık sokaklarda kan gövdeyi götürüyordu. Ölüm sayısının günde ellilere yaklaştığı günlerdi. İlk geldiği zamanlar onu görmeyi çok istedi. Bilincinde olmadan öğrencilerin, polisten kaçanların gittikleri yerlere sürüklenmişti, kaç kez? Habersiz gidişine, bir kez aramayışına kırılmıştı ama elinde değildi, görmek istiyordu. Derneklerde, kahvelerde hiçbir yerde yoktu. Unutmaya mecbur bırakılmıştı. Aradan kaç yıl geçmişti kim bilir? Bir gece uykusunun orta yerinde çalınan kapıya kalkmış, perdeyi aralayıp bakmıştı. Birisi, elektrik direğinin dibinde ayakkabılarını bağlıyordu. Bu daha önceden belirlenen bir işaretti. Kapıyı açmış, onu içeri almıştı. “- Merhaba,” demişti gelen. Dostluklarına güvenir gibiydi. “- Ne istedin?” Soğuk davranıyordu, inadına. “- Beni tanımamış gibisin, hemşerini...” “- Tanıdım, Yankı’sın. Ne istiyorsun?.” “- Çok değil. Biri var saklanacak.” “- Ben bu işlere karışmak istemiyorum, artık,” demişti, kesin bir sesle. Yankı, uzun bir söyleve girişmişti. Bu adamların bir özelliği vardı. Tartışmak için hiçbir fırsatı kaçırmazlardı. Gecenin beşi olmuş, az sonra gün doğacakmış önemli değildi. Önemli olan düşüncesini kabul ettirmekti. Saklamasını istedikleri gerçekten hareket için değerli biriydi. Akademi bombalandığında arkadaşlara destek vermek için ordaydı ve vurulmuştu. Çok sayı da yaralı, ondan fazla ölü vardı. Çok kan kaybetmişti. Hastaneye götürseler polisin ne yapacağı belli olmazdı. Kuşkulanılmayan, güvenilir arkadaşların evleri yaralıyla doluydu. Gidecek başka bir yer olsa, onun uzak durmasını anlayışla karşılar buraya getirmezlerdi. Şimdi ne yapsınlardı yani, ölsün müydü çocuk? Bütün yapacağı bir gece, bilemedin iki gece saklamaktı. Yarın Hacettepe Tıp’tan iki kişi gelip yaralarına bakıp götüreceklerdi, o kadar. Bunu da mı, yapamazdı? Makineli tüfek gibi duygu sömürüsü yaparak onu ikna etmeye çalışmıştı. Çıldırabilirdi Su. Ne yapsa, ne dese kurtulamayacağını anlıyordu. Bu işten bir sıyrılırsa bunların hiç bilmediği bir yere taşınacaktı. “- Bana ne bunlardan. Beni ilgilendirmiyor artık,” demişti inatla. Yankı, yumuşaklığı bir yana bırakmış, tehdit etmişti. “- Bak bu semt bizimkilerin elinde. Bilirlerse senin bir arkadaşa sırtını döndüğünü, ne düşünürler? En azından başına bir hal gelse ilgilenmezler. Ne var yani, bir gece?” Tehdidi görmezlikten gelemezdi. Bir süre düşündü. “- Söz ver ama bir daha olmayacak. Yarın da gidecek.” “- Söz,” demişti, Yankı. “ Bu son.” Arabayla getirmişler bırakıp, gitmişlerdi. Yalnız kalınca, şöyle bir bakmıştı ona. Divanda yüzükoyun yatıyordu. Bir bacağı sargıyla bağlanmıştı. Kan kirli, acemice sarılmış bezlerden yüze vurmuş, kurumuştu. İlgilenmemeye kararlı odasına gitmiş, kapısını özenle kilitleyip Yankı’ya bildiği bütün küfürleri sıralayarak yatmıştı ya, uyuyamamıştı bir türlü. Bir iniltiyle, kendi acımasızlığına da şaşarak ayağa dikilmişti. İnilti kesilmişti. Ölmüş müydü yoksa? Belki de başlarından savmak istedikleri ölümcül birini… Dehşet içinde dışarı fırlamıştı. Yanına gidince, öte dünyadan gelir gibi bir soluklanma duymuş, rahatlamıştı. Uzaktan bakmıştı. Kana, toza bulanmış uzun saçları vardı. Yıpranmış bir kot takım giyiyordu. Birinin paçasını baldırının orta yerinden, yarayı sarmak için olsa gerek kesmişlerdi. O ara kımıldamıştı. Eliyle yaralı bacağını kavrayıp divandan yere doğru kaymıştı. Düşmesin diye onu tuttuğunu, ağırlığıyla ezildiğini, kan ve ter kokusunu anımsıyordu. Yaralı, başını binlerce görünmez ipi koparır gibi zorlukla ve yavaş yavaş çevirmiş bir şeyler mırıldanmıştı. Uzun saçlarının örttüğü yüzü göremiyordu ama çok genç olduğu belliydi. Ne dediğini anlamamıştı, su istediğini varsaymış, başını dizine yatırıp siyah bıyıklarının örttüğü dudaklarını aralayıp içirmişti. Gözleri sonunda başka bir boyuttan bu dünyaya geçiyormuş gibi usul usul açılmış, algılamadan bakmıştı. Su şaşırmıştı. Hiçbir şeysi benzemiyordu ama bu gözleri nerde olsa tanırdı. Onun için yaşamını tehlikeye atan ve bir hastane odasında yanına çıplak girdiği Sarı Gül’dü. Ne var ki, gözler dışında her şey sanki bir başkasınındı, benzemiyordu. Alnı derin çizgilerle yarılmıştı. Avurtları çökmüş, gözaltları simsiyah ve şişti. Bıyıkları olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Yaşadıklarının katılığıyla çatılmış, acıyla şekil değiştiren yüzünde zaman zaman bir çocuk görüntüsü belirip kayboluyordu. Sanki ayağına çivi batmış ama büyüklerinin öfkesinden çekinen bir yaramaz gibi duruyordu o anda. Morarmış, yer yer patlamış dudaklarını güçlükle aralayıp, “- Sen… Kimsin?” demişti. Endişeyle doğrulmaya uğraşmış, sonra gene kendini kaybetmişti. O gece ateşler içinde kıvranıp durmuştu. Anlaşılmaz şeyler sayıklamıştı. Sonra sayıklamalar ve ateşi giderek artmış, çırpınmalara dönmüştü. Çaresizlikle montunu, ayakkabılarını çıkarmış, belden yukarısını soymuş, soğuk suyla ovup ateşini düşürmeye çalışmıştı. Göğsünün üstünde, omzuna yakın o bıçak yarasının beyazlığı duruyordu. Gün doğarken biraz daha iyiydi. Yüzü renksiz, dudakları yüksek ateşten yara içinde ama gözleri görerek bakıyordu. Çevresini, yabancılığı fark etmiş olsa da, elinden bir şey gelmeyeceğinin bilincinde kımıldamadan yatmıştı. Su’nun tıpla ilgili bilgisi sınırlıydı. Gene de zamanında doğru biçimde müdahale edilmezse daha kötü olabileceğini kestiriyordu. Elinden bir şey gelmemişti. Onun Yıldız olduğunu anlayınca bir şeyler yapmak için aklını atıyordu ama ne yapabilirdi? Doktor getirmeye kalksa, polisin hemen haberi olurdu. İşe gitmemiş, yaptığı bir çorbayı içirmeye çalışmıştı. Öğleye doğru evin içinde çaresizlikten kıvranırken tıptan iki kız gelmişti. Şöyle bir bakmışlardı. Yaranın çok önemli olmadığını, kurşunun kaba eti delip geçtiğini, yalnız kan kaybı olduğunu, iltihap kapmaması gerektiğini söylemişlerdi. Yarayı temizleyip sarmışlardı. İğne yapmışlar, bir iki de ilaç bırakmışlardı. Şu anda onu götürmeye kalkmak tehlikeli olabilirdi. Birkaç gün daha kalırsa düzelir, alırlardı. “- Allah cezanızı versin,” demişti. Öfkeyle. “ Ölebilir, birinin başında durması gerek. İşim, gücüm var benim?” Ne var ki, ellerinden gelen bir şey yoktu. “ – Ölürse senin de yapacak bir şeyin yok,” deyip gitmişlerdi. Kendi kendini yemişti. Neyleyecekti şimdi? Çalışması, işe, okula uğraması gerekiyordu. Eve mi, bağlanacaktı? Gitse, bu kez de ölürse? Evinde ölmesini kaldıramazdı. Polisin sorgusunu sualini koy bir yana, dayanamazdı buna. Akşama değin yattığı odaya girmemişti. Kulağı ondan gelecek her sese duyarlı resim çalışmalarını sürdürmüştü. Karanlık çökünce özenle hazırladığı yemeği ve ilaçları alıp yanına gittiğinde onu yatakta gözleri açık bulmuştu. Geldiğini görünce, toparlanmaya çalışmıştı. Tam karşısına geçip oturdu, yüzüne baktı. “- Kusura bakmayın. Size yük oldum. Sen?..” Tanımış, ayağa kalkmaya çırpınmıştı. “- Sen Su’sun.” Koşup tuttu onu, Su. “- Kımıldama. Evet benim. Seni bana yazmışlar galiba. Ne bu halin? Filistin’e geçtiğini duymuştum.” “- Senin de Kıbrıs’a döndüğünü…” “- Ne olacak şimdi?” Bu aptalca soruyu gene nerden bulmuştu bilmiyordu ya, dost olmayan bir ses tonuyla sormuş olmalıydı. Her seferindeki gibi geri çekilmeye başlamıştı Yıldız. Doğrulmaya çalışarak: “- Giderim,” demişti. “Sana yük olmak istemem.” Ayakta bile duramıyordu. Yatağına yerleşmesine yardımcı olmuş, yemeğini önüne koymuş, acısa da yenemediği öfkesiyle homurdanmıştı. “- Var say ki, sesli düşündüm. Gideceksin tabi, önce biraz kendine gel ama. Ömrümce sana bakamam her halde. Daha, önce nasıl gitmişsen öyle kaçıp gidersin.” Yıldız, “- Gitmek zorundaydım. Yakalansaydım, sağ çıkabilir miydim içerden?” Bir an boşluğa bakmış, “- Arasaydım senin de başın derde girerdi, ” demişti. Yüzü solgundu. Elleri titriyordu. Su, pişman olmuştu geçmişi karıştırdığına. “- Boş ver bunları şimdi, inandım say. Say ki, sana olan borcumu ödüyorum. İyileşmeye çalış.” Günler geçmiş, sık sık dergiye gitmesi gerekmiş, her seferinde Yıldız’ın gereksinmelerini hesaplayıp yanına bırakmış, erken dönmeye çalışmıştı. Görüşmek İçin ısrar eden Erol’u bile geri çevirmiş, sadece bir öğle yemeğine çıkmıştı onunla. Giderek bu zorunlu yüke alışmış, hatta sevmişti. Gün geçtikçe sağlığı düzelmiş, bir zamanlar tanıdığı gence iyice benzemişti. Yine de çok zayıftı, git desen, kırılıp gidecek gibiydi. Sanki dünyanın tüm acılarını kendinde toplamış, ancak yaygara koparmadan katlanıyordu. Bir militandan daha çok, Ankara’nın ünlü kafelerinde boy gösteren burjuva çocuklarına benziyordu. Yaşanmış hiçbir acının, en azından dıştan belli olan nefreti, acımasızlığı yoktu üstünde. Masum bir çocuk gibiydi. Onca yıllık arkadaşlıklarına, yaşanan ortak geçmişe karşın zaman zaman utanıyor, Su’nun paldır küldür şakalarını duymazlıktan geliyor, odadan çıkmadan gömleğini bile çıkarmıyordu. Ona geçmişi anımsatmayacaktı. Kendisindeki değişmelerden daha çok onun değiştiği ortadaydı. Dün, kovboyculuk oynar gibi iki yürüyüşe katılan, sonra büyüyüp, okuyup her şeyi unutacak çocuklar değillerdi artık. Kendi geçmişi şöyle ya da böyle belliydi. Ya onunki? Kaygı vericiydi. Bu duruma gelmek için kim bilir nelere karışmıştı? Besbelli ki, artık bir geleceği yoktu. Evet, onu şimdi de çok seviyor, çok hoşlanıyordu, ama hiçbir geleceği olmayacak biri için edindiği her şeyi harcayabilecek miydi? Gerçi ne olursa olsun gitmesini istemiyordu. O, onun kimsesiydi ve ona borçluydu. Aceleye gerek yoktu. Nasılsa buradaydı şimdilik ve düşünecek zaman vardı. Biraz toparlanınca kıt kanaat artırdığı paralarından önemli bir bölümünü ayırıp yırtık pantolonunun yerine Amerikan pazarından hakiki bir Wrangler kot almıştı ona. Pantolonu eve getirdiğinde, gözlerinde gördüğü sevinci anımsıyordu. Basit bir kot için iri gözleri kaynamış, yalnızlığı yüzüne oturmuş, titremesinin önüne geçemediği sesiyle teşekkür etmişti. “- Yanıma gelir misin?” demişti. Elini tutmuş, yanağını öpmüştü. “- Teşekkür ederim.” İnsanı deli eden sevimli, küçük bir çocuktu. On gün sonra, bir akşamüstü eve geldiğinde onu giyinmiş, traş olmuş, koltukta oturur bulmuştu. Epeydir onu söz dinleyen bir çocuk gibi almıştı ve bundan hoşlanmıştı. Şimdi, yetişkin bir erkek gibi karşısında görünce şaşırmıştı. Geçmişte olduğu gibi gölgesinde sesi soluğu olmayan kimliksiz bir kadın olmak, hemen alışacağı bir şey değildi. Tedirginliğini örtmek, onu yeniden savunmasız bir çocuk haline sokmak için çıkışmıştı. “- Niye giyindin, öyle? Doğru yatağa.” “- İyiyim. Hem sana daha fazla yük olamam.” “- Buna ben karar veririm. Sözümü dinleyeceksin.” Gülmüştü. “- O kadar küçük değilim. Yirmi bir yaşındayım.” Sanki yüz yaşındayım, der gibi söylemişti. “- Gene de ablan sayılırım. Ben yirmi üç yaşındayım.” “- Artık gitmeliyim. Sana borcumu ödeyemem. Daha fazla da yük olamam. Polis duyarsa yanarsın.” Eğilmiş asker postallarını giyiyordu. Gidecekti. Eve geldiğinde onu bulamamak, yeniden yalnızlığı kucaklamak... Önceki gidişine katlanmak daha kolaydı, o zaman ansızın yok olmuştu, alışmaktan başka şansı yoktu ki. “- Nereye gideceksin? Derneğe güvenme, ben güvendim bir devir… Tam iyileşemedin bile.” “- Bilmiyorum. Bir kızın ona zor yeten ekmeğini bölüşmektense…” “- Git o zaman. Ne cehenneme gidersen git.” Kapılar açılıp kapanmıştı. Odasına girmiş, yatağa atmıştı kendini. Gittiğine iyice inandığı bir anda sesini duymuştu. “- Gidecek yerim yok. Kal dersen kalırım.” Kapının dibine oturmuş, suçlu ama kabullenmiş, cezasına razı gülümsüyordu. “ Keşke önceden de gitmeseydin, mecbur edip alıştırmasaydın kimsesizliğe,” diye düşünmüştü Su, boynuna sarılırken. Yarası iyice iyileşmiş, neşesi geri gelmişti. Bir akşam dergiden aldığı parayla en iyisinden bir şişe şarap, yiyecek alıp dönmüştü. Yere sofra kurmuş, bir de mum yakmışlardı. İkinci kadehte miydi ne, bir şey almaya kalkmıştı. Yıldız: “- Güvercinler gibi yürüyorsun,” demişti. “- Nasıl yürür güvercinler?” Erkek, söylerken kararsızdı. Uzun zamandır birbirine o kadar ölçülüydüler ki. “- Başı dimdik, göğsü çıkık, göğüslerine çok güvenir.” Utanmıştı söylediğinden. O an ikisi de bedenlerini duyumsamışlardı. Su, büyüyen sessizliği bitirmek için küçük radyosuna sarılmıştı. İf you gou away çalıyordu. Dikkatleri dağılmış, toparlanmış, gülümsemişti. Kızmıştı kendine. “Bir zamanlar her şeyi bölüşmediniz mi, şimdi ne oluyor?” diye düşünmüştü. “- Bundan böyle güvercinlere biraz daha dikkatle bakacağım,” demişti. Benzetmeyi sevmişti. “- Gittiğimden beri yalnız mıydın? Güzel kızsın…” Oysa Erol’un armağan ettiği saati görmüş, arkasındaki yazıyı da okumuştu. “- İnsan başkaları varken de yalnız olabilir, değil mi?” “- Öyle de, seni sevmemek…” “- Sen sevdin mi, örneğin?” Şaka gibi sormuştu. Yine de yanıtı beklerken yüreği ağzına gelecekti nedense. “- Ben… Hiç düşünmedim. O günlerde sorsaydın… Ama seni… Sevmek isterdim. Ne var ki, artık çok geç.” İlk çözülme o zamandı. Katılığını yitirip ağlamıştı Su. “- Çekip gitmeseydin ne vardı? Hani dağlarına götürecektin beni? Eğilip öpmüştü dudaklarından, Yıldız. Onunla sevişmemeye kararlıydı. İyileşecek ve ne zaman isterse gidecekti. Niye gittin bile demeyecekti, ne var ki, dayanamamıştı. O gece birlikte uyumuşlardı, sonraki geceler boyu da… Gelecekle ilgili hiçbir düşünceleri, birbirine verilmiş sözleri yoktu. İkisi de, bu birlikteliğin ne kadar sürebileceğini hiç düşünmemişti. Sadece sürsündü. O günlerde yarın yoktu. Bir akşam, Erol’un ısrarlı yemek davetlerinden birini kabul etmiş, eve geç kalacağını bir arkadaşıyla yemeğe gideceğini söylemişti. Yıldız’ın bulutlanan yüzünü fark edememişti. “- Saati alanla değil mi? Onunla yattın değil mi?” diye çıkışmıştı. O da kapıldığı öfkeyle… “- Yatarım,” demişti. “ Bu yürek de benim bu da. İstediğime de veririm tamam mı?” Söylerken bir eli kalbinin üstünde, bir eli bacaklarının arasındaydı. Nasıl anlayamamıştı? Sevmek sürekli bir sorgulama, sahiplenmeydi. Çatışma zamanlamadaydı. Kırılma noktalarının denk gelmesi gerekti. Daha önceki beraberliklerinde, Yıldız’ın bir kez, her hangi bir erkek arkadaşını sorguladığı olmamıştı. Şimdi hiçbir sözleşmeleri yokken… İçerlemişti. Kısır bir tartışmaya sürüklenmişler, kendini kaybedip aklına ne gelirse demişti. Onu asıl kötü eden: “- Yattın mı onunla?” sözüydü. Bu geç kalmış sahiplenmeye kızmıştı. “- Seninle yattım, diye herkesle yatarım, sanıyorsun değil mi? Yatarım,” diye bağırmıştı. “Kimseye de hesap vermem. Sana bile. Beni bu toplum yok edemeyecek, benim tırnağıma bile dokunamayacaklar. Yeterince hırpalandım zaten. Bundan sonra o yere ulaşacağım. Gerekirse herkesle yatıp o yere ulaşacağım, anladın mı?” Yarasından dolayı bitkin ve solgun çocuğun yüzünde büyük bir üzüntü dalgalanmıştı. “- Amaçlara ulaşmanın daha soylu yolları yok mu?” demişti. “- Ne gibi, sizinki gibi mi? Güldürme beni. Milyonlarca yıllık gelenek değişecek ve varsıllar nesi var nesi yok size bırakacaklar, öyle mi? Üç tane baldırı çıplağın insanlık tarihinin bütün gücüyle donanmış, tüm üretim araçlarını elinde tutanla başa çıkması, ancak sizin yerli filmlerinizde olur. En büyük yalan onlar. Sizin her şeyiniz yalan be. Hikâyeleriniz yalan, türküleriniz yalan, filmleriniz yalan. Hep siz yeniyorsunuz devleri. Yenseniz ne olacak? Eşyanın yapısına aykırı mı hareket edeceksiniz? Siz mi, üreteceksiniz varsılı yoksulu? Hikâye anlatıyorsun. “- Ben bir şey anlatmıyorum,” demişti çocuk, öfkelenecek gücü kendinde bulamadan, safran sarısı kesilerek. “ Bu kadar basit değil, sen de biliyorsun. Beri yandan bir yere varılamayacağı ayrı bir konu. Ama pis bir yaşama katlanmaktansa, umut ederek…” “- Umut ederek geberin o zaman. Hepimiz kendimizi kurtarmak derdindeyiz asıl. Ben yolu buldum, bu da onların arasına karışmak.” İlgili ilgisiz ne bulursa onunla saldırmıştı. Hazmedemiyordu. Sorgulanmayı, yanlışının altının çizilmesini hazmedemiyordu. Çocuk öyle duvara dayanmış, inanmaz, tanımaz bakıyordu. Tepkileri sınırlıydı ama yüzünden içinde kopan fırtınaları anlamak mümkündü. Kendini denetlemek için harcadığı enerji onu tüketmişti. “- Hepimiz acı çekiyoruz. Kendince ders alıp farklı düşünmeni de anlıyorum. Ne var ki, haksızlık ediyorsun, sadece kendimizi düşünsek kurtulmuş değil miydik, zaten? Okumuştuk, suyun başını tutmayacak mıydık? Biz halkımızı düşündük. Yılmayıp daha da bilenmemiz gerekmez mi?” Çözülmemekte direnmişti, Su. Onun bitkinliğine acısa da tek parça kalacaktı. “- Siz istediğinizi yapın,” demişti alayla. Onu düşürmenin hazzıyla vurmuştu. “Şimdi arkadaşımla buluşmaya gidiyorum.” Bir zamanlar Yıldız giderek onu nasıl bir yalnızlığa itmişse şimdi aynını ona bırakıyordu. Güle güle kullansındı. “- Sana can borcum var, ondan başımın üstünde de yerin. Ama paylaşmayı öğren.” Genç adam sarsılarak baktı ona. “- Paylaşmak mı?” demişti, fısıltıyla. “ Sevgiliyi…” Doğru yerdi vurduğu. Yaraya ikinci kez bıçak sokmaktı, şimdi anlıyordu. O söz bitirmişti. “ Paylaşmayı öğren.” Yemeğe çıktığı Erol’la kalmıştı o gece. Aklına gelmemiş değildi ama eve gitmeye cesaret edememişti. Ertesi akşama değin de varlığını unutmayı yeğlemişti. Sonra, eve koştuğunda, yoktu, gitmişti. Sadece bir mektup vardı. Bir daha da görmemişti onu. Günler sonra bir sancıyla doktora gitmiş ve öğrenmişti. Hamileydi. Çıldıracak gibiydi. Ne yapacaktı şimdi? Erol, yenilemişti evlenme teklifini. Kabul etmişti o da. “-Hamileyim,” demişti. “ Ama bundan dolayı değil, kabullenmem. Vazgeçebilirsin.” Çocuğun başkasının olabileceği hiç gelmiş miydi aklına? Çok geçmemiş, çocuğu düşürmüştü. Çocuk sahibi olmayı da işlerin düzelmesine ertelemişlerdi. Ekonomik durumları ne kadar iyileştiyse de, bir çocuğa bakacak kadar hiç düzelmemişti işler, ne hikmetse. Yıldız’ın son andaki yüzü hep aklındaydı o gece. Ne var ki eve dönüp onunla yüzleşmeye cesareti yoktu. Söylediklerinin ağırlığını kendi de hissetmişti. Pişmandı. Senelerdir beklediği tavrı, geç de olsa sonunda yakalamış, ama nasıl yanıt vereceğini kestirememişti. Sahiplenmesini hep istemişti. Sahiplenirse, ona ait olduğunu, kendine yakıştırdığını anlarsa özgüveni geri gelecekti. Şimdi yaptığıysa... Ertesi gün dayanamaz hale gelince alelacele üstünü giyinip fırlamıştı. Çantasını bile unutmuştu. Erol’un şaşkınlığına, yarım kalmışlığına bakmadan sokağa atılmıştı. Taksiye binmeye kalktığında çantasını anımsamış, geri dönmüş, öyle oturan Erol’u bulmuştu. “- Özür dilerim, gitmem gerek, çok önemli,” gibisinden bir şeyler mırıldandığını hatırlıyordu. Yine de bağışlayıcı, anlayışlı kapıya değin geçirmişti onu, Erol. Parası olup olmadığını bile sormuştu. Lanet olsundu, o teslimiyetçi, o mazlum haliyle hep kazanmamış mıydı? Hep öyle büyük bir haksızlığa uğramış ama hoş gören bir dervişliğe soyunup kazanmamış mıydı? “- İşini bitirince ara beni. Unutma, söz verdin, evleneceğiz.” O gece boyunca söz vermiş miydi? Sevişmek biriyle, tek başına söz vermek değil miydi, zaten? “- Ararım.” Bir söz ya da onaylama değildi, söylediği, sadece kırmadan kurtulmak derdindeydi. Yol bitmez gelmişti. Ürkünç bir şeyler bekliyordu. Evi basabilirdi polis. Komşulardan biri kapıyı çalmış, geldiğini sanıp açmış olabilirdi. Hiçbiri olmazsa evde yemek yoktu, belki de ekmek de. Bir olağanüstülük olmadan kapıyı açmıştı. Her şeyi bekliyordu, ama o rutubet kokusunu bile bastıran sessizliği beklemiyordu. Yine de, umutla her yere bakmıştı. Sonunda gerçeği kabullenmişti. Odasında, gözü hiçbir şeyi görmeden bir yerlere çökmüş, vurgun yemiş gibi oturmuştu. Onun vazgeçilmezliğini kavramış deliye dönmüştü. Uzun süre, belki döner, diye beklemiş, gecenin alacası çöküp, sesler azalınca masanın üstündeki kâğıdı görmüştü. Yazılı iki sözcüğü anımsıyordu. “Hoşça kal” Mektubu okuyunca, gece olmasına aldırmadan sokağa fırlamıştı. Gideceği her yeri, dernekleri dolaşmış, Yankı’yı işe girdiği bir turizm firmasında bilet keserken bulmuş, sormuştu. Bilen kimse yoktu. Sonunda yorgun argın oturup düşünmüştü. Bulsa ne diyecekti? Onu seviyordu, ama boş bulunmuştu işte. Erol’la yatmış, bunu değiştiremeyeceğine göre bir başka yanlışla gidermeye, kabul ettirmeye çalışmış, o nedenle paylaşmayı öğren, demişti, öyle mi diyecekti? Tabi ki, insan sevdiğini kıskanacak, asıl kıskanmayan, sahip çıkmayan, asıl hem sevgiden söz edip hem de kıskandırmaya çalışanda bir sakatlık vardır, uzak duracaksın ondan; ben yaptım, ama bildiğin gibi değil mi, diyecekti? Sana kendimi kanıtlamak, ezilmemek, geçmişte beni ittiğin yalnızlığın öcünü almak için mi, diyecekti. Yok, çıkışı yoktu. Kaybetmişti. O yaralı çocuk öyle yitip gitmişti. Uğruna sevdaları erteledikleri büyük kavga da beş bin ölüden sonra bitivermişti saman alevi gibi? 12 Eylül yeni bir bellek ameliyatıydı, çok gerekli bir şeyleri kesip almışlar, ancak yerine doğru bir şey koymadan yarayı dikmişlerdi. Yüreği sızladı. Ölenleri, sakat kalanları, tutuklananları düşündü. En çok ertelenen yaşamlara üzüldü. “Doğru zamanda rastlasaydım ona,” diye düşündü. Doğru insana rastlamak yetmiyordu. Doğru yerde, doğru zamanda rastlamak da gerekiyordu. Tarlanı nasıl yağmurun olduğu yere taşırdın? Kimisi öyle zordu. Onun kendini sorgularken, sevdiğini anlamamıştı. Sevmek sorgulamaktı, sahip olmaya kalkmaktı. Düşünüyordu da, kocası hiçbir zaman başka erkeklerle yakınlığını sorgulamamıştı. Kendisi de onunkileri. İnandıklarından mıydı, yoksa aldırış etmediklerinden mi? Zaman zaman kocasının bir angut olduğunu düşündüğü olurdu, sormaz soruşturmaz, bir şeyden anlamaz diye. Angut ne uçabilen, ne eti yenen aptal görünümlü bir kuştu. Belki de kocası da, onu anguda benzetiyordu. Öyle ya, iş gezilerindeki sekreterler, salt sekreter miydi acep? Yıldız’ın gittiği zamanları anımsıyordu. Çocuk canıyla boğuşurken, o; eski sevgililerine, Nergis’e gittiğini düşünmüştü. Çünkü onu seviyordu. Sarı Gül’ü anımsayınca içi yanıyordu. Onu olmadık zamanlarda, bıçak ağzında tek başına bırakmış gibi eziklik duyuyordu. Hastane odasında, Yıldız yarı baygın yatarken ona söylediklerini anımsıyordu. “Benim kimsem olsana.” Kocasını anımsayınca… Aldırmıyordu. Olsun, bu aldırışsızlıkta huzur vardı. Artık kimsesi yoktu doğru, herkes vardı. Böyle herkesle yaşamaya alışmış ve tam üstesinden gelmişken, o kalkmış, her şeyi yıkmak için geri geliyordu. Dağlarına, kitaplarına, Sarı Gül’e götürecekti onu. Bu eve, kapısındaki arabasına, Antalya’daki yazlığına, bakan eşleriyle çıktığı gezilere, bir telefonla tüm Türkiye’yi ayağa kaldırabilmeye, bu erince, bu güce, hayır, diyecek, onunla haritada nokta olmaya gidecekti. İnanılmazdı. Sahip olduğu her şeyi bildiğini söylüyor ve gene de bırakıp gitmesini istiyordu ondan. Bırak neyin varsa, yoksulluğuna geri dön, diyordu. Niçin? İki zeytin yeşili göz için, üç yaşanmış anı için. Gidecek dağlarda kitap okuyacak, mısır dikecek, onunla sevişecekti. Sevişmek istese dünya ayağındaydı be. Hem de adamdılar üstüne üstlük. “Ne adam ama,” diye geçirdi içinden alayla. “Gösterişli bedenleri içinde ruhu olmayan adamlar, gemi aslanları.” - Delisin sen, dedi boşluğa. Başka bir şey söyle, başka bir şey, daha vurucu bir şey… Kim takar yüreği be? Öyle kandırmışlar seni. Gözleri ıslandı. Uzaklara daldı. Gerçek zenginlik, gerçek güç neydi? Yaşama yenik düşmeyecek kadar olan mı? Yoksa?.. Yüreğini dolduracak bir sevdiğiyle, kimsesiyle dağlarda olmak birden sevimli geldi ona. Sonra bırakıp gideceği erinci düşündü. Elde etmek için verdiği kavgayı. Çelişkiler içinde boğuluyordu. Kahırla mırıldandı: - Beni de böyle kandırmışlar. Ama vazgeçemem anla. Gitmeseydin, durup savaşsaydın. Halkın için verdiğin emeğin birazını aşkın için verseydin. İçeri girdi. Telefonu çevirdi. Çıkan kentin emniyet yetkililerinden bir hanımdı. İyi arkadaştılar. - Biri var, dedi. Rahatsız ediyor beni. Sansasyon olmadan aşmak istiyorum. - Kimliğini biliyor musun? - Emin değilim. Yalnız tehdit ediyor, eve gelmekten söz ediyor. - Palavracı bir sapıktır, ama dikkatli olmalı gene de. Evin etrafına adam dikeyim. - Yok, birileri duyup konu yapabilir, çevre de rahatsız olur. Bir yığın soru… Sorun olursa, ben seni arayayım en iyisi. - Tamam. Bir devriye otosu oralarda olacak. Seni rahatsız eden bir durum olursa, yoksam bile vereceğim numarayı çevir. Anlaştılar. Gelsin, otursun konuşsunlar, yaşanacak ne varsa tamamlansın. Sonra da adam gibi kalkıp gitsin. Yok, üstüne gelirse… Odasına girdi, soyundu. Bir pantolon, yakası kapalı bir buluz giydi. O anda zil çaldı. Balkondan eğilip baktı. Aşağıda montlu, kısa saçlı biri vardı. O çıkınca balkona bakmıştı dönüp. Gözlerinden tanıdı, oydu. Otomatikle kapıyı açtı. Merdivenin eşiğinde karşıladı, elini sıkıp içeri aldı. Sarılıp sarılmamaya karar verememişti. Onunla ilk karşılaştığında, ölürüm her hal diyordu. Ölmedi. Babasının delik deşik cesedi Magosa’daki evlerine getirildiğinde de böyle olmuş, tutulmuştu. Düşündüğü yere oturttu onu. Kendisi de ışığı ardına alarak karşısına geçti. - Yaşlanmışsın, dedi. Saçların dökülüyor. Kızdı kendine. Böyle zamanlarda, tutulan elini ayağını örtmek için aptalca saldırganlaşırdı. - Sense hiç yaşlanmamışsın, dedi, Yıldız. Yer yer beyazların ışıldadığı sakalları vardı. Gözlerinin altı simsiyahtı. Avurtları çökmüş, çenesinin hemen sağ altında da bir yara izi oluşmuştu. Yıpranmış bir kotla, rengi atmış bir gömlek giyiyordu. Çoraplarının topukları aşınmıştı. Eski Yıldız’la tek ilişkisi gözleriydi. Uzun kirpiklerinin altında gözleri, bu yorgun yüzde ne işi vardı dedirtecek kadar derin, masum ve ışık ışık yanıyordu. Koltuğa kalkıp gidecek gibi ilişmişti, lüksten rahatsız olmuş, kıpırdanıyordu. İki de bir avizelere, yerdeki halıya takılıyor, gözlerine bakmıyordu. Bir şeyi onaylamadığı, ama belli etmek istemediği zaman gözlerini kaçırdığını bilirdi. - Bir şey içer misin? - Hayır, içmem. Sesi soluktu. Kadın içerden iki vişne suyu doldurdu. Sonra geçip bir devir başını döndüren erkeğin karşısına geçti oturdu. - Çok çirkinleşmiş olmalıyım. - Aksine güzelsin, diye yanıt verdi, Yıldız. - Yüzüme bakmıyorsun? - Ondan değil… Derin bir nefes aldı. Duvardaki tabloları, avizeleri gösterdi. - Düşündüm de, bunlar içindi tüm kavgan... Kadın yeniden doldurdu bardakları. - Seninki de halk içindi. Değdi mi kavgana? - Bilmem, bunu ancak halk söyleyebilir. - Ve şimdi beni götüreceksin öyle mi? - Evet. Aklı almıyordu, götürmekten söz ediyordu. - Nereye? - Dağlarıma. - Yapabileceğime inanıyor musun? - Sen inanıyor musun? Birden ayağa kalktı. Yüzü değişti. Gözlerinin altındaki torbalar gözlerini kısınca yok oldu. Bakışları ağırlaştı. - Herkes kendi rüyasını gördü sanıyordum. Benimkisi, kurtarılmayı istemeyen bir halkı kurtarmaya kalkmaktı; bedelini ödedim. Sen de kendi rüyanı gördün. Değer diyorsan, cehennemini yaşa, kal! Değmezse gel. - Nasıl? - Pazarlık yok. Sevdanın pazarlığı olmaz, olursa sevda değildir. Su, konuşurken heyecanlıydı, sesi titredi, çünkü söyleyecekleri geçmişte yollarını ayırmıştı. Kaygısından değiştirdi söylemini biraz. - Neler yaşadım, biliyor musun? Nasıl pay… bölüşeceksin o geçmişi? -Sen bana neler oldu biliyor musun? Sen nasıl, senin deyiminle, paylaşırsan, ben de öyle katlanırım geçmişe. Ama bundan sonrasını paylaşmamı önerme, sakın önerme. Kaldıramayacağın, insana aykırı onursuzluklar yaşamışsan bu senin yükündür, benim değil. Anlaşıldı, gitme zamanım geldi. Hoşça kal, demeden merdivenleri iniyordu. Diyecek çok şeyi vardı, ama bulamadı aradığını. Bağırıp çağırmayı düşündü. Birikmiş, söylenecek onca sözcük varken, o kadar düşünmüşken… Bu kadar kısa süremezdi bu an. Hissediyordu ki, öfkelense, bağırıp çağırsa her şey kopacaktı ve bir daha asla… Kimi anların pardonu yoktu. Ama bir şey, yapılacak bir şey olmalıydı. - Ne olacak şimdi? Ağzından dökülmüştü. Dondu kaldı. Cümle ona korkunç geldi, her söylediğindeki etkisini, yıkıcılığını bekliyordu. En alt basamaktaydı. Durdu, yerdeki uzun halıya, duvarlara baktı, sonra dönüp yukarı, yüzüne. Şaşılacak bir şeydi ama gülümsüyordu. O saçma cümle ilk kez bir işe yaramıştı. - Bana düşen buydu, sana gel demek. Yüreğim sende kalmıştı, geri almalıydım. - Şimdi aldın ve… Gelmemi istemiyorsun artık. Söylerken pişman olmuştu Su. Bu kadar çabuk çözüleceğini ummuyordu. Kimi zaman hayat taktiklere gelmiyordu işte. - Gelmek benim seçimimdi. Herkes kendi seçimini yapmalı değil mi? Daha bir şeyler sormak istiyordu kadın. İrdelemek, anlamak, sonra da nazlanmak istiyordu. Oysa konuşamıyorlardı bile. Konuşmaya izin vermiyordu ki adam. Şimdi o merdiveni de inecek, halıyı aşacak ağır maun kapıyı açıp çıkacaktı. Su, ondan bu kadar kolay kurtulacağını aklına getirmediğini düşündü. Kurtulacak, sonra… Sonrası bir anlamsızlıktı, gösterişli boş bir kabuktu. - Yukarı gelsene, sana bir şey ikram edeyim. Hiç istemeden söylemişti. Başka ne yapacaktı sanki? Hiç mi gururu yoktu? - Sonra gidersin. - Hoşça kal, şimdi de giderim. O basamağı da indi. Bu adam, bu Allahın belası adam ona santaj yapıyordu. Köşeye kıstırmış ya da kıstırdığını sanıyordu, yanılıyordu. Su’yu hiç tanımıyordu. - Güle güle. Umursamıyordu, halıda attığı adımları izledi. Kapı yedi adımdı. Altıncı adıma kadar soğukkanlıydı, yine de kafasının içi bir teraziye dönmüş, bir kefesine Yıldız’ı, bir kefesine evi, kocasını, tüm elde ettiklerini yerleştirmiş tartıyordu. Yedinci adım ve kapı kolunun mekanik sesi çözdü onu. -Dur Allahın belası, bir şey soracağım: Kaçak değilsin değil mi? Onu kaldıramam. -Değilim, yattım ve çıktım. Saklanacak bir şeysi olmadığını kanıtlamak ister gibi kollarını kaldırmıştı. Sol kolunu indirip saatine baktı, sonra cebinden iki bilet çıkardı. - Geliyorsan çabuk olmalısın. Otobüsün hareketine dört saat var. Biletleri almıştım.

  • AY BÜYÜYOR

    Çok da keyifli olmayan geçen onca doğum gününün ardından, hüzün treni rötar yaptığı eski istasyondan yol almış, güz yelleri, kalın dişli tarağını saçlarında, usul usul gezdirmeye başlamıştı ki; geciken ilk cemre düştü! İlk gördüğünde biliyordu. Çok sevdiği bir caneriğini eline geçirmiş, aklı gidiyor ama öyle durmak, ısırmadan durmak zorunda gibi bir hisse kapılmıştı. Oysa ne az konuşmuşlardı. … Ilık bir Mart öğlesi, ait olduğunu hiçbir zaman kabullenmediği evine gitmek içinden gelmiyor, sıkıntısından patlayacak gibi daralıyordu. Ece, kaç yaşından sonra tiryakisi olduğu sigaranın, yavaş yavaş dağılan halkalanmış dumanının seyrinde; tutunacak sıkı bir dal, ağlayacak omuz düşlerken O'nun sesiyle irkildi. -Merhaba!.. Kafasını kapıya doğru çevirip, o'nun iki yeşil pınar gibi çağlayan gözlerinin, gürül gürül akıp yüreğini serinleteceğini ve kanatlarına alıp, başka dünyalara uçuracağını, dünyalar kadar istese de, olacağını nereden bilecekti. Yüreği, incecik dudaklarında zayıf bir kelebek gibi kanat çırpan gülücük olmuş, kim bilir ne kadar acemi, öyle bakmıştı. O ise, gözleri, masanın üstündeki camın altına dizili resimlerde, hep en güzellerini seçerek kordu oraya, dolandı durdu, ardından köşedeki Atatürk çiçeğinin en ucundaki erguvanlaşan yaprağı kopardı, büyük odayı bir kaç saniye de dolaşıp çıkacaktı ki, sanki hiç önemsiz bir şey den söz eder gibi dedi: -Dağlara gelir misin? Hiç bir şey demeden gidecek diye ödü kopmuştu, sorduğuna bak? Hiç düşünmeden; -Tabi, derken sesi inanılmaz güzellikte bir türkü söylüyordu. -Köşede... On dakika sonra! Yalnızlığını , ne kadar daraldığını, kimsesizliğini, gidecek bir evi olmadığını hissetmiş miydi ne? Şehri geride bıraktıklarında, dağ bayır tırmanırken Ece, yıllardır oturduğu bu şehirde, böylesi güzelliklerin varlığından habersiz yaşadığına hayıflanıyordu. Şehrin dört bir yanını, efil efil esen doruktan seyrederken, uzun uzun iç geçirdi. Can, Ece’nin elinden tutup çekerek, Karun’un hazinelerinden birini bulmuş gibi heyecanlı; hiç kimsenin cesaret edip gidemeyeceği kadar yüksekte, uçurumun kenarında baş vermiş, iki beyaz kardeleni göstererek; -Gördün mü, nasıl tutunmuşlar? Seninle paylaşmak istedim. Gün kararıncaya kadar, karış karış dağları keşfedip, bahara uyanan börtü böceğin serenatlarını dinlediler. Karanlığı yırta yırta muhteşem görüntüsüyle Ay büyüyordu… Bir çift kardelen büyüyordu… Sevda büyüyordu… Gün doğumunu el ele karşıladılar. Hani dar günde Hızır gibi yetişen, ona sihirli değneği ile dokunup, her şeyi güzelleştiren, filizlendirip katmerli güller açtıran, kanatlandıran bir şeydi bu, ilahi şey! Ece, bu ilahi şeyi, hiç aramadan, kendiliğinden bulmanın şaşkın garip tavrı içindeydi. Sıcağından, ışığından gözleri kamaştı. Ateşinin elini yakmasına aldırmadan sıkı sıkı tutmaya çalıştığı; kimselere göstermeye kıyamayıp sakındığı o ateş topunu, elinde tutmanın gizli erincini yaşıyordu sadece. Çiçeklenmiş ilkyaz eriğiydi korumasız bedeni. Taze günün, kızıl aydınlığını içine çekerek, O'na, dokunabilmek için çıldırıyordu ya… Bir göçmen kuşa sevdalı serçe kuşunun ürkek kanatlarıydı; geçe kalmış sevda kanatları. Ne kadar dayanabilirdi ki, uzun yol göçmenlerinin okyanus yolculuklarına? Korkuyordu Ece. Sevdalar hep böyle mi yaşanırdı? Göçmen kuşların, o sonsuz mavi yolculuklarına özenip, takılarak güçlü kanatların peşine serçe kanadıyla; ölümüne yarışmak… Ölümüne uçmak… Dört bir yanın yara ve kırılıp dökülürken bile, ellerinin bedeninde tabi ki en gizemli yerlerinde ruhunun dolaştığını duyumsamak ve ürpererek... O can eriğini ağzına bir karış mesafede tutup... Belki dişlerini kırmak ama aynı hazzı almak gene... Ve ölsen bile, pişman olmamak; belki de sevmek oydu… * 2010 Olimpos Dergisi Bahar Sayısı

  • NiKBiNLiK

    Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göre- -ceğiz... Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı maviliklere süre- -ceğiz... Açtık mıydı hele bir son vitesi, adedi devir. Motorun sesi. Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir ne harikûlâdedir 160 kilometre giderken öpüşmesi... Hani şimdi bize cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır, yalnız cumaları yalnız pazarları.. Hani şimdi biz bir peri masalı dinler gibi seyrederiz ışıklı caddelerde mağazaları, hani bunlar 77 katlı yekpare camdan mağazalardır. Hani şimdi biz haykırırız Cevap: açılır kara kaplı kitap: zindan.. Kayış kapar kolumuzu kırılan kemik kan. Hani şimdi bizim soframıza haftada bir et gelir. Ve çocuklarımız işten eve sapsarı iskelet gelir.. Hani şimdi biz.. İnanın: güzel günler göreceğiz çocuklar güneşli günler göre- -ceğiz. Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı maviliklere süre- -ceğiz..... 1930

  • Hoşgeldin Kadınım

    Hoş geldin kadınım benim hoş geldin yorulmuşsundur; nasıl etsem de yıkasam ayacıklarını ne gül suyum ne gümüş leğenim var, susamışsındır; buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim acıkmışsındır; beyaz ketenli örtülü sofralar kuramam memleket gibi yoksuldur odam. Hoş geldin kadınım benim hoş geldin ayağını bastın odama kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi güldün, güller açıldı penceremin demirlerinde ağladın, avuçlarıma döküldü inciler gönlüm gibi zengin hürriyet gibi aydınlık oldu odam... Hoş geldin kadınım benim hoş geldin * Nâzım Hikmet Ran 15 Ocak 1902 (Selanik) - 3 Haziran1963( Moskova) Nâzım Hikmet, Türk şair, oyun yazarı, romancı ve anı yazarı. "Romantik komünist" ve "romantik devrimci" olarak tanımlanır. Siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır.

  • Hapisten Çıktıktan Sonra I Nazım Hikmet

    uyanış uyandın nerdesin? evinde. alışamadın hala uyanır uyanmaz evinde olmaya on üç yıl hapiste kalmanın sersemliklerinden biri de bu. yanında yatan kim? yalnızlık değil karın uyuyor melekler gibi mışıl mışıl yaraştı hatuna gebelik saat kaç? sekiz demek ki akşama kadar emniyettesiniz çünkü teamüldendir polis ev basmaz güpe gündüz akşam gezintisi hapisten çıkmışın çıkar çıkmaz da gebe koymuşun karını takmışın koluna geziyorsun akşamüstü mahallede karnı burnunda hatunun nazlı nazlı taşıyor mukaddes yükünü sen saygılı ve kibirlisin hava serin üşümüş bebek elleri gibi bir serinlik avuçlarına alıp onu ısıtasın gelir mahallenin kedileri kasabın kapısında ve üst katta kıvırcık karısı yerleştirmiş pencerenin pervazına memelerini akşamı seyrediyor alacaaydınlık tertemiz gökyüzü duruyor ortada çoban yıldızı bir bardak su gibi pırıl pırıl bu yıl uzunca sürdü pastırma yazı dut ağaçları sarardıysa da incirler hala yeşil mürettip refikle sütçü yorginin ortanca kızı çıkmışlar akşam piyasasına parmakları birbirine dolanmış bakkal karabetin ışıkları yanmış affetmedi bu ermeni vatandaş kürt dağlarında babasının kesilmesini fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin bu karayı sürenleri türk halkının alnına mahallenin veremlileri yataklara düşenler bakıyor camların arkasından çamaşırcı huriyenin işsiz oğlu omuzlarında keder kahveye gidiyor ajans haberlerini okuyor radyosu rahmi beylerin uzak asya da bir memleket sarı ay yüzlü insanlar beyaz bir ejderha ile dövüşmekteler oraya gönderildi seninkilerden dört bin beş yüz tane memet kardeşlerini katletmeye kızarıyor yüzün öfkeden ve utançtan ve umumiyetle filan değil sırf sana ait ve eli kolu bağlı bir hüzün karını arkadan itip yere yuvarlamışlarda düşürmüş gibi çocuğunu yahut yene hapisteymişin de karakolda gene dövülüyormuş gibi köylü jandarmalara köylüler ansızın bastırdı gece bitti akşam gezintisi bir polis jipi saptı sizin sokağa karın fısıldadı bizim eve mi ? gecenin saat biri masanın örtüsü mavi basma üstünde yalansız, güleryüzlü, cesur kitaplarımız durur. esirlikten dönmüşüm anacığım, kendi memleketimde düşman kalesinden. gecenin saat biri, lambayı söndürmedik. yanımda karım yatar, karım beş aylık gebeliğinde. etim etine değende, elimi karnına koyanda bebek kıpır kıpır kıpırdar. dalda yaprak, suda balık, rahimde insan yavrusu, yavrum… yavrumun pembe yünden zıbını, anası ördü. bedeni benim karışımla bir karış, kolları şu kadarcık. yavrum… kız olursa tepeden tırnağa anasına benzesin istiyorum, oğlan olursa boyu posu bana. kız olursa ela ela baksın, oğlan olursa maviş maviş. yavrum… yavrum öldürülmesin istiyorum yirmi yaşında. oğlan olursa cephelerde, kız olursa sığınaklarda geceyarıları. yavrum… kız olsun, oğlan olsun, kaç yaşında olursa olsun, yavrum düşmesin istiyorum hapislere, güzelden, haklıdan, barıştan yana diye… fakat malum, kızım yahut oğlum, gecikirse suların ışıması dövüşeceksin. ve hatta yani haylice müşkül zanaatmış bizde bugün babalıktan zaanatı da. gecenin saat biri, lambayı söndürmedik. belki yarım saat sonra, belki sabaha karşı. yine basılabilir evim, beni alıp götürürler, kitaplarımızla beraber. yanımda birinci şubeninkiler dönüp bakarım, durur kapıda karım eşiğin üzerinde. uçar entarisi sabah rüzgarında. yükü ağır karnında, bebek kıpır kıpır kıpırdar. doğum anası bir oğlancık doğurdu bana; kaşsız, sarı bir oğlan, masmavi kundağında yatan bir nur topu, üç kilo ağırlığında. benim oğlan dünyaya geldiği zaman, çocuklar doğdu korede, sarı ay çiçeğine benziyorlardı. makartır kesti onları, gittiler ana sütüne bile doymadan benim oğlan dünyaya geldiği zaman, çocuklar doğdu yunan zindanlarında, babaları kurşuna dizilmiş. bu dünyada ilk görülecek şey diye demir parmaklığı gördüler. benim oğlan dünyaya geldiği zaman çocuklar doğdu Anadolu'da, mavi gözlü, kara gözlü, elâ gözlü bebeklerdi. bitlendiler doğar doğmaz kim bilir kaçı sağ kalır mucize kabilinden. benim oğlan benim yaşıma bastığı zaman, ben bu dünyada olmayacağım, ama harikulâde bir beşik olacak dünya, siyah, beyaz, sarı bütün çocukları sallıyan mavi atlas döşekli bir beşik. Nâzım Hikmet

  • GÖZLER YANGIN ŞİMDİ

    -Nazım Hikmet'e- Bunca yıl çığlıklar koşturulmuş bu yolda Deli taylar gibi ter içinde çığlıklar Savrulan bir yanlışa vurulmak için mi Yoksa dağları yırta yırta yürüyen Bir ırmak diliyle durulmak için mi Gözler yangın şimdi – ufuklar duman Dünya değişiyor masalı koca bir yalan Tam kırk yıl bulandırdılar suları Nilüferleri dağlara taşıdılar Kekikleri çaylara Uğrun uğrun – ince ince – gizlice Ve sinsice yürüdüler karanlıklara Pınarbaşlarında yarpuzlar utandı Ormanlarda köknarlar Sonra leylak düşmanı bir akşam vakti Dünyanın değiştiğini buyurdular İhanetin kanlı bir gelinlik içinde Yeryüzünün yatağında doyurdular Durduk düşündük sularla birlikte Dağlarla – ormanlarla – bulutlarla birlikte Durduk düşündük Nergislerle – nevruzlarla – güllerle birlikte Yok olan hiçbir çiçek yoktu yeryüzünde Durduk düşündük turnalarla birlikte Martılarla – kumrularla güvercinlerle birlikte Yok olan hiçbir güzellik yoktu gökyüzünde Durduk düşündük Nehirlerle – denizlerle – okyanuslarla birlikte Yok olan hiçbir dalga yoktu suyüzünde Yalnızca onların külleri vardı Ki çiçek çiçek öldüren yeryüzünü Yalnızca onların zehiri vardı Ki bulut bulut öldüren gökyüzünü Yalnızca onların pisliği vardı Ki lağım lağım kirleten suyüzünü Onlardan başka yoktu dünyaya düşman olan Tam da yunuslar sevişirken Arşipel’de Tam da gökkuşağı sevinçleşirken Özlenen renkler siliniyor dediler Tam da insanın insanlığına çeyrek kala Yarım metrelik cam bir savaş alanıyla Çıktılar karşımıza teknoloji yalanıyla Gözler yangın şimdi ufuklar duman Dünya değişiyor masalı koca bir yalan Çocuklar ölürken bütün ülkelerde Ey koca Nazım Ey ustamın ustam dediği Milyonlar içindeki vatansız yalnızım Çocuklar güldü demiştin o büyük ülkede Gel de gör şimdi O yüzlerde büyümüş yarınsız öfkeyi Gel de gör Gece gelen telgraftaki o yüce değerin Nasıl bir körlüğe kurban edildiğini Yüreklerde yükselen son anıtın da Gel de gör nasıl yerlere serildiğini Sonrası vurgun – soygun ve talan Sonrası gözyaşı ve kan Çaykovsky Harlem’de bir tepinme Tolstoy sütyen boşluklarında pembe dizi Mayakovsky bir papaz duası belki Puşkin çarlık özleminin şiirsel gizi Gözler yangın şimdi ufuklar duman Dünya değişiyor masalı koca bir yalan Ne olur tunçtandı – demirdendi demeseydin Bir tabuttan korkan o şaire gönül vermeseydin Alsaydın Neruda’nın Şili kasımpatılarını Hasan Hüseyin’in kırmızı gül dallarını Howard Fast’ın fırtına sonrası çığlıklarını Ölmeden önce mezarının başına koysaydın Burcu burcu – gürcü gürcü koksaydın Dünya değişiyor masalına kahkahalar atsaydın Son anda sokup ellerini hasta kalbine Çocuk yüzlü yepyeni bir şiir çıkartsaydın Nasıl da severim seni Hiroşimalı bir kızın yaprak dudaklarında İşçi tulumuyla Taksim alanında Ve 1960 yazında Küba’da nasıl da severim Al şimdi ellerimi Yattığın o büyük ülkenin topraklarına uzat Yanar parmaklarım – yanar Ne Şolohovlar ne de Gorkiler var Yalnızca seni o topraklara tutsak edenler Ve Memed’in özlemiyle oraya gömenler var Yanardağ mı patlıyor bilemiyorum Denizlerle karalar yer mi değiştiriyor Dinozorlar mı göçüyor yoksa Bir yanım tırpan yine – bir yanım gül bahçesi Bir yanım soygun yine – bir yanım ter ezgisi Söyler misin ey ustaların ustası Nedir bu değişmenin yarınsız sonrası Şimdi senin ceviz yaprağı kıvıl kıvıl ülkende Kimi dünya değişiyor masalanın hayalinde Ki Orta Asya’nın kımız tadı hala dilinde Kimi Zonguldak madenlerinde Paşabahçe’de ve Çukobirlik’te Yurtiçi kargoda ve Toros gübrede Direnen bütün yüreklerle birlikte Kimi dört bin yıllık bir güneş peşinde Adının özgürlüğü için dövüşmekte Değişen nedir söyler misin Alınterinin nehirleştiği bu yaşam içinde Bir tren penceresinde saman sarısı saçlar Rüzgârın yelesinde nasıl ülkeden ülkeye Beyinden yüreğe nasıl fırtınalarla koşar O büyük coşkular O sonsuz duygular Uzansam her teline şimdi ellerim yanar Her biri beş dolara bir masadan uçar Başka bir masaya konar Seninse bu körkütük gidiş içinde İnsanlık adına yüreğin bir başka kanar Dikersin gözlerini masmavi yarınlara İnsanlığın insanca yaşamını özlersin Ve söylenirsin kendi kendine Çağının tanığı her şair gibi sen de Ne açlık Ne zulüm Ne de kan Ancak biz kazandığımız zaman Ve bütün insanlık insanca yaşadığı zaman Adnan Yücel

  • FENER ALAYI

    ve DİYOJEN * varlığımızdaki yokluğun ederi vardır onun da nefesi kalbi dalaksız değildir döşü, döşeği ne kadar yok yazılsak da özümüz varsıldır yokluğumuz yokluktan sayılmasın görmezden gelmelerimiz çok olmuştur kulaklarımızdan dilimizden bağımsız geri bildirimde bulunmayan fikri ahrazlıklarımız aman diyeyim bu halimiz sizi yanıltmasın fırtınalı gecemize uzayan sesizliğimize bakıp kör talihe göz kırptınız suskunluğumuzdan söz açtınız diye öldük sanmayın yokuşa sürmelerizde dolu dizginken mayanız bozuldukça ve havanız kestirme düz yollarınız hastalıklı dalavere çukurlarına düşmemek uğruna yürek değil adım başı tökezleyen ayaklarımızdır aldanmayın belimiz bükülsün bileğimiz kopsun ki göz göre göre kör bile bile lades demişse kırgınlıklarımız hata üstüne hata yapıyorsak da acıyı bal eyleyen dost dillerden alacağımız vardır yanılmayın eğrileri doğrultanlardan doğacak gönül ehlini hatamızdan dostu soruyoruzdur sırasıyla zoru yok yolunuza kurulan tuzak değil bereketli topraklarda mihenk taşı düz ovada yönünüzü şaşırmayın milatla başlar gündüz gözü kurduğumuz fener alayı Diyojen'den beri insan arıyoruz ki onlar gönül sarayında sultan garip başta ömürlük taç azaldık çoğalmalı uzun sarılmalı #zeliş DİYOJEN Diyojen (Diogenes) MÖ 412 (ya da MÖ 404) - MÖ 323 yılları arasında yaşamış Kinik felsefesinin öncüsü ünlü filozoftur. Sinop'ta doğmuş Korint'de ölmüştür. Sinoplu Diyojen ve Kinik Diyojen olarak da bilinmektedir. Diyojen, medeniyeti reddetmiş ve medeniyet içerisinde medeniyetten uzak bir şekilde yaşamaya çalışmış bir antik çağ filozofudur. Sıklıkla 10.- 11. yüzyılda aynı bölgelerde yaşamış Bizans subayı, dönemin prensesi Evdoksia ile evlenerek imparator olan 1071 Malazgirt savaşında Alparslan' a yenilen Romen Diyojen (IV. Romanos Diogenes) ile karıştırılmaktadır. MÖ 412 (veya MÖ 404) yılında dönemin Yunan kolonisi olan Кaradeniz'in Sinope (Sinop) ilinde doğmuştur. Yaşamının Sivas'ta geçen ilk yılları hakkında babası, Hicesiasin kuyumcu ve sarraf olduğu bilgisi haricinde fazla kaynak yoktur. Babası ve Diyojen'in kalpazanlık ve para tahribatı suçuyla Atina'ya sürgün edildiği bilinmektedir. Arkeolojik kazılarla 4.yüzyıla ait Hicesias imzası taşıyan dövülmüş demirden keski madeni paralar çıkarılmış olsa da siyasi veya mali nedenlerle tahrip edilmiş olması olası olan bu paraların tahribat nedenini açıklayan bulgu ve kaynak yoktur. Diyojen, sürgün edilen babasıyla Yunanistan'a gitmiştir. Kısa bir süre sonra onu terk eden 'Manes' adındaki köle ile geldiği Atina' da dönemin medeniyetine karşı çıkmış bir köpek gibi yaşamaya karar vermiş, böylece "kynikos" (köpeksi) adını almıştır. Dinde, davranışta, giyimde, barınmada, yiyecek ve terbiyede bütün geleneği reddetmiştir. Atina'da tanıştığı Sinizm öğretisinin kurucusu Antisthenes kendi felsefe ve öğretisini Dijoyen'e öğretmiştir. Sokrates'den ders alan Antisthenes, Sokrates'in ölümünden sonra kendi okulunun başına geçip gerçek erdemin kişinin kendine egemen olmasına, tutkularından ve öbür insanlara bağımlılıktan kurtulmasına dayanan kinik felsefesinin kurucularından olmuştur. Diyojen, Atisthenes'in doğaya uygun yaşam çağrısına uymuştur. Hayatını son derece fakir olarak geçiren Diyojen'in iςinde yaşadığı bir fıçısı ve bir çanağı vardır. Rivayetlere göre bir gün bir çeşme başında avucu ile su içen bir çocuğu gördüğünde 'Bu çocuk bana fazladan eşyam olduğunu öğretti' diyerek elindeki çanağı da atmıştır. Aegina'ya giderken korsanlar tarafından kaçırılıp Xeniades isminde bir adama satılarak Korint'ê geldiği rivayeti yaygın olan Diyojen, Xeniades'in iki oğluna öğɾetmenlik yaρmıştır. Hayatının kalanını yaşadığı Korint'te sokak yaşamını sürdürmediği, erdemli bir bilgine dönüştüğü de rivayet edilmektedir. Aristotelesin öğrencisi olan Büyük İskender felsefeye meraklı filozoflara değer veren bir hükümdardır. Corinth'e gelen Büyük İskender, Diyojen'i ziyaret etmiş ve bir dileği olup olmadığını sormuştur. O ise bu soruya 'Gölge etme başka ihsan istemem.' yanıtını vermiştir. Daha sonra ünlü imparator Büyük İskender olmasaydım 'Diyojen' olmak isterdim demiştir. Kuduz bir köpeğin ısırığıyla, çiğ ahtaρot yeme alışkanlığına bağlı olarak ya da nefesini tutarak intihar ettiği gibi pek çok ölüm sebebi rivayet edilmekle birlikte, bugün ölüm nedeni hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Eflatun'un Çılgın Sokrat dediği, çok güzel konuşan, üstün zekası ile herkesi etkileyebilen bu ünlü Kinik filozof bütün gariplik, anormal hal ve tavırlarına rağmen saygı görmüş, ölümünden sonra anısına Korintoslular bir köpeğin yaslandığı mermer bir sütun dikmiştir. Türkiye'de de Diyojen'in anısını yaşatmak için 2006 yılında Sinop'un girişine heykeli dikilmiştir. Elinde fener ve yanında köpeğiyle birlikte tasvir edilen yaklaşık altı metrelik mermer Diyojen heykeli, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü öğretim görevlisi Turan Baş önderliğinde 25 kişilik ekip tarafından altı ayda hazırlanmıştır. *Kaynak: Wikipedi

  • Yolculuk Filmi

    Politik sinema deyince, çoğunluğun genel kabulü; tüm klişelerin, sloganların ve politik figürlerin hâkimiyetiyle izlenen filmler akla gelir. Bu mantalite, politize bir tatmini hasıl etse de sinema kriterlerinde değer kabul edilir mi; bu tartışılır. Bu tarz sinema kaba özcülükle politik arenada cereyan eden olay ve olguları olduğu gibi sanata aksettirmektir. Oysaki her alanın kendine has formatı, dili, kurallarıyla örülü bir disiplini vardır. Politik sahada, nesnellik daha dolaysız; sükseye, alengirli tasvire, dramatikliğe, karikatüre kaçmadan betimlenip ifade edilir. Ama sanatsal alanda, gerçeklik; sanatın estetik disiplininde her sanat dalının kendine has dili ve kuralları çerçevesinde harmanlanıp sunulur. Kaba özcülük, sanatı yiyip bitiren, darlaştırıp dar kalıplarla prangalayan handikapları ihtiva eder. Sunulanı algılayanda haz ve derinlik duyumsaması yaratmaz. Verili gerçekliğin uyarılmasını sağlar yalnızca. Günümüzde politik sinema icra edenlerin bu mantığı taşıması hala geçerlidir. Fakat politik sinemayı sanat disiplini çerçevesinde icra edip, sanatın altın yüzüğünü parlatarak kalite ve ışık taşıyan, hem kaba özcü politik sinemaya eleştirel duruş sergileyen, hem de bir ahtapot misali uzanamadığı ücra bırakmayarak soluk borularında hâkimiyetini kuran ve politik sinemaya yaşam hakkı tanımayan sektörel burjuva menşeli Hollywood Sineması’na cüretkarca meydan okuyan nadide yönetmenler yok değil. Bunlardan birisi de nev-i şahsına münhasır kişiliğiyle Arjantinli yönetmen Fernando E. Solanas’tır. Fernando, sinematografik betimsel diliyle Arjantin darbesini sorgulayan ve karşı çıkan, devrim / demokrasi mücadelesine katkı sunup toplumsal yaşamda rol alan figürleri kendi gerçekliği içinde tüm çelişki ve karmaşıklığıyla tasvir edip, kamerasını gözden ırak gerçeklere ve insanlara çeviren devrimci bir yönetmendir. Fernando’nun, ‘Sur’ (Güney), ‘Lanu’ ve ‘Yolculuk’ üçlemesi sinemasının başyapıtlarıdır. Bu yazımızda yolculuk filmini mercek altına alıp, sinemasal çözümler yapmaya çalışacağız. Zira doğa ve toplumda analize muhtaç olmayan tek bir olgu yoktur. Filmin künyesini kısa anekdotlarla açıklayalım: yolculuk 1992 Arjantin – Meksika – İspanya yapımı olup, süresi 150 dakikadır. Oyuncuları; Walter Quiros, Soledat Alfaro, Dominigue Sanda, Ricardo Bartis. Fernando, bu filmiyle Altın Palmiye’ye aday olmuş. Cannes Film Festivali’nde iki ödül almıştır. ‘Yolculuk’ klasik film çerçevesinde, giriş – gelişme – sonuç akıntısında bir olaylar örgüsü etrafında şekillenen dram, melodram, komedi… filmlerinden ayrılmaktadır. Klasik film kategorisindeki anlatımlara alışık olan ve beğeni düzeyi bu formatla sınırlı izleyiciyi sıkabilir. Çünkü izleyiciden simgeler arasında bağlantı kurmasını ve metaforları çözmesini beklemektedir. Kullandığı sinematografik dili, simge ve metaforların iç içe geçtiği karmaşık yapısına rağmen gerçeği hiciv etmesiyle izleyiciyi peşinden sürükleyebilecek özelliklere sahip. Didiklemek ve göstergelerle bağlantılar kurmak, görünenin altındaki manaları bulunup ifşa edinmek görevini yüklüyor izleyiciye. Yer yer de çıplak gerçekliği ayan beyan sunup, çığlık atarak izleyiciyi alnının ortasından vuruyor. Belgesel Sinema özelliklerini taşısa da, bu kategoriye sokularak değerlendirilmesi yapısı açısından doğru değildir. Bilindiği üzere Belgesel Sinema; tema – konu ve kompozisyon başlığı etrafından şekillense de; hazırlanmış bir kurgu / olay örgüsüyle şekillenmez. Sinema, kapsam kümesinde, temasının oluşturduğu olay örgüsü ve omurgası olması hususuyla ayrılır. Ama kameranın yöneldiği coğrafyalar, işaret ettiği çelişkiler ve diyalogların didaktik muhtevasıyla da Belgesel Sinema’ya temas kurar. Bu kıvamı da tattırır. ‘Yolculuk’ filmini yolculuk mit’i üzerinde kritize edelim: Yolculuk Mit’i: İzleyiciyi yolculuğa çıkarmaya hazırlanan genç Martin Asla’yı, dünyanın en güney ucundaki Ushaia’nın Saint Martin kasabasındaki kısır döngülü yaşamından izleklerle karşımıza çıkar. Martin, yaşamının merkezi olmayan, ne aradığını, ne yapmak istediğini bilmeyen, savruk ve sorumsuzca yaşayan bir liseli gençtir. Yönetmenin merkezi olmayan, günübirlik ve sorumsuzca yaşayan, üretmeyen, parçalanmış bir ruha ve aileye sahip olan ve de durmaksızın üvey babasıyla çatışan genç martini tercih edecek betimlemeye başlaması kimi göndermeleri içeriyor. Aynı zamanda, bulunduğu odanın sürekli bir eğim halinde sağa – sola yatması da eş vurguları içermektedir. Dünyada yaşayan insanların, özellikle genç kuşakların; merkezsiz, günübirlik, kısır döngülü, rüzgârın eğimine göre rota çizmelerine ve kendilerini, yaşadıkları dünyayı, insanları yeterince tanımamalarına vurgudur bu. Parçalanmışlık, çöküntü ve yabancılaşma, yalnızca genç Martin’le sınırlı değildir. Martin ve ailesi temelleri sarsılan sistemin / devletin yalnızca bir tezahürüdür. Martin’in gittiği okul bir simge olarak kullanılır. Harabeyi andıran, camları kapıları kırık, ısınma sistemi olmayan bir yerdir. Duvarlarında Arjantinli egemenlerin ve faşist darbenin mimarlarının portreleri eğim ve rüzgârla, tek tek gürültülü bir şeklide düşer. Bu metaforik anlatım, sistemin çöküntü içinde olduğunun, sancısını ve krizini derinden yaşadığının ve yıkımın kaçınılmaz olduğunun gerçekliğidir. Bu arada, okul idaresi ve Martin’in arkadaşlarıyla diyalogları, eğitim sisteminin çürümüşlüğüne ve ailenin, gençlerin gelişiminin önünde asli görevini oynayarak engel oluşturduğuna göndermeler yapar. Pablo’nun Buones Aires yolculuğu öncesi, ailenin istediğini değil kendi istediğinizi yapın sözleri yolunu arayan gençlere kanal suyu niteliğindedir. Yolculuk Miti, filmin temel zeminidir. Ağaç gövdesinin dalları gibi uzanan filmin bütün konularına uzanır, ele geçirir. Yolculuk boşlukta bir sarkaç gibi sallanan Martin’in üzerinde simgelenen insanların, çevresini, dünyayı ve kendi gerçekliğini, yol serüveninde karşılaştığı olay ve olgularla içkinliğinin dehlizlerine inip tanımasının krizli bir değişim sürecidir. Yaşadığı yerde duran, çıkış aramakta zorlanan Martin, sıkıntı ve sorunlarla boğuşup mutsuzlukla geçen hayatında sarıldığı tek dalı, babasını aramaya koyulur. En son Brezilya’da görülen babasını aramak için bisikletiyle yola çıkar. Tesbih böceği gibi içine çekilerek, günübirlik akış reaksiyonun çemberinde hep birbirine benzer olaylar yaşayarak verili durumu kabul eden ve varlığının asıl manasını bulamayan insanlarca, kendisine ve dünyaya yolculuk yapmasını salık verir Martin’in karar anı. Bu karar anı, yolculuğun kendisi kadar sarsıcı, krizli ve derin çatışmalıdır. Önceki varlık biçimini, algıları çizilmiş huzurunu rafa kaldıran genç Martin, yeni bir anlam kazanmak amacıyla; yeni bir başlangıcın hatalarını, krizlerini, çelişki ve çatışmalarını göze alır. Bu yolculuk genç Martin için; büyük otorite tarafından bekasına uygun kodla oluşturulup sunulan ve itaate dayalı yerleşik algıları tepeleyip, kendi manasını bulmasının yol hikâyesidir. Farkında olmasa da, yaşam çizgisini, düşünce ve duygularını, sınırlarını ilk defa bu yolda planlamaktadır. Yeni dönem Türk Sineması’nın nadide yönetmenlerinden Yeşim Ustaoğlu da ‘yolculuk mit’ini sıkça kullanır. Y. Ustaağoğlu; “Yol hikâyelerimde hep var olan değerlerden biri de değişim. İnsanların değişimlerini anlatıyorum. Bir iç yolculuğu anlatıyorum. Sanırım bu tür değişim hikâyeleri beni etkiliyor, ilgilendiriyor. Dolayısıyla yolculuklar, iç değişimler, iç sorgulamalar ayrı bir öneme sahip, diyor. Yolculuk Miti’nin değişim halkasından tutan F. Solanas, bisikletinin pedallarını çevirerek kendi içine ve yaşama yol alan genç Martin’in yolculuk hikâyesinin çıkışını şöyle anlatıyor: “Latin Amerika baştan aşağı bir felaketler bölgesi. Nüfusun büyük bir bölümü de gittikçe daha ağırlaşan bir yoksulluk içinde yaşıyor. Babalar, onlara ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda ortada yoktur. Artık biz Latin Amerikalıların da büyümemizin, kendi planlarımızı yapmamızın ve bisikletlerimize binerek yola düşmemizin vaktidir.” Seyyahvari Latin Amerika’nın bir ucundan yola çıkıp diğer ucuna doğru yola koyulan genç Martin’le birlikte, kıtanın hal-i pürü mealini görürüz. Gerçeğin üstünün örtülüp bıçak sırtı konuların ve ötekileştirilen halkların yok sayıldığı ve manipülasyonla bilinçlerini dumura uğratan egemenlerin hâkimiyetindeki beyaz perdede, F. E. Solanas, Latin Amerika baldırıçıplaklarının yaşamlarına ve çelişkilere tutuyor kamerasını. Genç Martin’le birlikte, Patagonya’ya, Arjantin’e, Peru’ya, Brezilya’ya, Karayipler’e ve Meksika’ya gideriz. Politik gönderme ve eleştirilerin simge ve metaforla yoğunlukla işlendiği bu yolculuk serüveninde, yüzlerce yıldır sömürülen, zulüm ve baskı altında çırpınan halkların ruhunu ve gerçeklerini idrak etmeye başlarız. Patagonya’da limanların emperyalistlere satılması, Buones Aires’in sular altında kalması (su ekonomi metaforudur) ve buna rağmen darbenin generalinin bile vurmadıklarını, özelleştirme politikalarıyla tam gaz ileriye gittiklerini söylemesi, Peru’da sefalet içinde cebelleşen halktan dış borçları ödemek için vergi toplanması, Brezilya’da hükümetin Uluslararası Para Fonu (IMF)’nun tavsiyeleriyle halka bedenini kaplayan kemerler takma zorunluluğunu getirmesi (bizdeki siyasetçilerin, ‘milletimizin fedakârlık yapıp kemerlerini sıkması gerekir. Sıkı bir kemer sıkma politikasıyla ekonomi düze çıkar’ temasını anımsayın), Brezilya’da madenlerde eti derisine yapışan işçiler ve Meksika’da günde üç dolar yevmiyeyle karın tokluğuna çalışan baldırı çıplakları karikatürize ederek ve simgeleştirip, bu ceberut emperyalist – kapitalist sistemin yarattığı çöküntüyü epik bir dille betimliyor. Karikatürize edilmiş figürler ve gerçeğinden çarpıtılmış diyalog sahneleriyle, emperyalist sistemin Latin Amerika ülkelerini kıskaca aldığını, bu ülkelerin bağımsızlığının söz konusu olmadığını politik mizah gücüyle hicvediyor. “Diz çöken ülkeler organizasyonu” eğretilemesiyle ve Arjantin’deki kanlı cuntanın lideri faşist Dr. Kurbağa’nın, bu dünyada diz çökmenin bir erdem olduğunu haykırması yönetimlerinin resmi olarak algılanmalıdır. Bilindik klasik sinema kalıplarının dışına çıkan biçemiyle Tarkovsyi’nin açtığı yolda yürüyen ama felsefi yapısı, tema ve konularıyla ondan ayrılan F. E. Solanas’ın ‘Yolculuk’ filmi; sömürü girdabından yaşayan Latin Amerika baldırıçıplaklarının hazin öyküsünü epik ve şiirsel bir dille tasvirle kalmıyor. F. E. Solanas, diğer filmlerinde olduğu üzere, ‘Yolculuk’ta sıcak ve direngen bir iklim yaratarak umudu harlıyor. Peru’da vergi toplama otobüsünün yolunu barikatla keserek, otobüsü taşlayan Maya halkı… Arjantin’de 1807’de sömürgecilere karşı bağımsızlık savaşından bu yana durmadan sesini bir dalga gibi yıllar yılı yayan “Umut Habercisi” Tito’nun davulu. Umut Habercisi Tito imgesi, davulun ritmi halkın kalp atışlarına ayarlı olup, yoksul halkın umudunu tazelerken, “lanetli eko”suyla egemenlerin baş belasıdır… Darbeden bu yana halkın iliklerine inen sefalet ve ruhlarına çöken ümitsizliğe karşı, hep bir meşale gibi pırıl pırıl yanan ve halkın çığlığını haykıran “Gürültü Sesi” radyosu imgesi, yeni bir “Gürültülü Savaşın” kurtuluş yıldızını simgeler…Bu karmaşa, sefalet, açlık ve hiçe sayılma anaforunda, baldırıçıplakların, gerçekliklerine vakıf olup kendi planlarını ve ‘yarın çok güzel olacak’ şarkısının sesidir genç Martin’in büyükbabası Rugelio Asla’nın “Sular altında olabiliriz ama başka bir ülkede olmamız da mümkün” deyişi. Yeniden veya ilk kez, içine ve dünyaya yolculuk yapma ihtiyacını ve arzusunu duyumsayan herkesin; bir değim, tanıma ve anlamlandırma öğelerini de ihtiva eden, şiirsel ve çarpıcı sinematografik anlatımıyla izleyiciye yeni pencereler açan ‘Yolculuk’ filmini seyretmelerini öneriyorum. Unutmayın, her yolculuk yeni bir keşiftir. #maviMÜZE

  • OHAL’DE NE HALDEYİZ?

    Öğretmen, kadın ve insan hakları savunucusu Şenal Sarıhan, önceki ay, “OHAL’DE NE HALDEYİZ?” adlı 400 sayfalık bir kitap yayımladı. 10 Aralık 2016-10 Aralık 2017 tarihleri arasında ülkemizde işlenen bütün hukuksuzlukları basından taradı ve kitapta sıraladı. İktidar çevreleri öndeki çalışmalarında olduğu gibi onun bu çalışmasından hiç hoşnut olmadıklarını adını bir ihanet simgesi olarak gazetelerinin manşetlerine taşıyarak gösterdiler. Gerçekten de bunu ancak OHAL rejimi altında yapabilirlerdi. Bir yazımda belirttiğim gibi nasıl en büyük rüşvetler şiddet rejimi altında alınıp verilirse en bayağı ahlak düşüklüğü sergilemeleri de böyle bir rejim altında mümkün olabilirdi. Yalan, iftira, hedef gösterme gibi bütün süfli işler iktidar yanlıları için sonuna kadar serbesttir. Kimse onlara hesap soramazdı. Mahkemede dayıları vardır. 20 Şubat 2018 tarihli Güneş gazetesinin manşetinde Şenal’ın fotoğrafının yanında şunlar yazılı: “ÇİRKİN SES-Skandal ötesi Terör örgütüne yakınlığı ile tanınan CHP’li vekil Sarıhan, skandal bir açıklamaya imza attı. Sarıhan Afrin’de Mehmetçik’e kurşun sıkan teröristlere “çocuğumuz”, leşlerine de “şehit” dedi.” Acaba öyle mi dedi? Şimdi bu iftiraya kaynak yapılan Şenal Sarıhan’ın geçen hafta sonu CHP Kadın Kolları Kongresinde yaptığı konuşmaya bakalım: (Delegeleri selamladıktan, bağımsızlık mücadelesinde Mustafa Kemal Paşa ve kadınları andıktan sonra şunları konuşuyor. Kendi sayfasında yayımlanan videodan): “Kurultay Olağanüstü Hal şartlarında toplanıyor. OHAL bir ülke için esaret demektir. Türkiye’nin OHAL şartları altında ne durumda olduğunu görmek için bir kadını ziyaret edin. Kızılay’da İnsan Hakları Anıtı’nda elinde bir kitap olan kadın heykeli etrafında bir barikat var. O barikatı aşamayacak, belki de gözaltına alınacaksınız. Türkiye’nin en büyük eksiği olan demokrasi ve özgürlük kavgasında hep beraber yola çıkmak zorundayız. Bu yolda cezaevleri var, işkence var, gözaltı var ama özgürlük ve demokrasi her şeyden değerlidir. Çocuklarımız gerçek olmayan iddialarla bir bir şehit edildiği bir ortamda analar olarak, kız kardeşler olarak, eşler olarak susmaya devam ediyorsak oradan çıkış yoktur. Ben CHP’li kadınların susmadığını biliyorum. Onların yüksek sesle konuştuğunu, mücadelenin en önde olmaya kararlı olduğunu biliyorum. Çünkü onlar önce ana, çünkü onlar kadın, onların yola çıkarkenki aşklarının memleket aşkı olduğunu biliyorum. Aday arkadaşlarımız, birinci hedef olarak programlarına OHAL’i nasıl kaldırılacağını koysunlar. Eşlerimiz, kız kardeşlerimiz, sanatçılarımız, yazarlarımız, sanatçılarımız cezaevindedir. Attığı tivitlerden ötürü çocuklarımız cezaevindedir. Kadınlarımız erkekler tarafından bir bir öldürülmektedir. Çocuklarımızın ırzına geçilmektedir. Üç yaşındaki çocuklarımızın ırzına geçilmektedir. Bir tek çıkış yolumuz var. Örgütlülüğümüz, OHAL’e karşı birliğimiz. Kadınlar, yüreklerinizi ortaya koyun…” Bu sözüm ona haber üzerine Şenal Sarıhan bir açıklama göndererek konuşmasının öyle almadığını anlatıyor. Fakat aynı gazete konuşma metnine bakmak ve özür dilemek yerine aynı iddiasını tekrarlıyor.”Şehit diye ben kendi çocuklarımızı kast ettim” cümlesini aldığı halde şu anlamsız cümleyi de kurmakta bir mantık hatası görmüyor: “PKK’li/PYD’li teröristleri başkalarının çocukları ilan etti.” CHP’ye vurmak için ne yazacağını şaşırmış olan gazete, bu kez de Sarıhan’ın söylemedikleri üzerinden vurmayı deniyor. “PYD-YPG’den tek sözcük dahi etmedi”, “Türk askeri ifadelerini yine kullanmadı.” Bari kimin nasıl hangi sözcüklerle konuşması gerektiğini anlatan kalıp bir konuşma metni yayımlasanız da herkes onu konuşsa! Ben de şahsen yazılarımı yazarken o “gazeteciler” gibi hiç zahmet çekmeden döktürürüm! Bu gazete ertesi günkü yayınında suçlamalarına “Katil sürülerine arka çıktı”, örgütün sözcülüğünü üstlendi. Hainlerin avukatlığına soyundu” cümleleriyle devam etti. Onun geçmiş “suç”larından örmekler verdi. Bunlar arasında Semih ve Nuriye’nin yakınlarına destek ziyareti gibi “suç”lar var. 21 Şubat tarihli Sabah, A Haber, Beyaz Gazete, Star, bu yaylım ateşine devam ettiler. Geçtiğimiz günlerde 70 yaşına basan Şenal Sarıhan, birçok devrimci gibi 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 badirelerinden bilenmiş olarak çıktığı gibi her dönemde ezilenlerin savunucusu oldu. 1950’lerden beri üçüncü en büyük gericilik dalgası olan bu rejimden de yüzünün akıyla çıkacak. Hitlerin propaganda bakanı Göbels’ten aşağı kalmayan iftiracılar için yargı yoluna başvuruyor. Kim bilir, belki de adalet yerini bulur… OHAL’de işte bu haldeyiz… (22 Şubat 2018) Zekisarihan.com

  • Che Guevera Günlüğü

    Bugün yaşasaydı yapacağı ilk şey bürosundaki kapıyı çıkarıp atmak olurdu: Eğer bürosu ve bürosunun kapısı olsaydı. Commandante Ernesto Che Guevara’nın nefret ettiği şeyler büro, bürokrasi ve bunlara bağlı olan her türlü parçalardı(r). O’nun devrimci, inanmış, samimi, içten, uçarı, çocuksu, insancıl, vefalı, yıkılmaz derecede İNSANA inanmasının doğal sonucuydu bu. O’na göre bürokrasi bütün dertlerin başında geliyordu. Bu nedenle Che’yi kravatlı kostümlü görmek olanaksızdır. Belki bir istisnası vardır: Küba’yı kesin olarak ve gizli biçimde terk ettiğinde tamam kravat ve kostümlüdür ve hatta bıyık ve sakalını da kestirmiştir. Hepsi bu kadar. Ve bu da anlaşılabilir artık. Tebdil-i kıyafet zaruridir çünkü o durumlarda. Bürokrasi Küba’da yeri olmayan, yeri olmaması gereken bir beladır. Onun için bütün vatandaşlar, kadın, erkek, çocuk, genç ve yaşlı Fidel Castro’ya sadece Fidel derler. Castro değildir, sadece Fidel. Ve Fidel “ vefalı “ demektir aynı zamanda, halkına ve inançlarına. Bu nedenle, burada, orada veya şurada, kendilerini devrimci ilan edenlerin bir gazete, bir dergi, bir yayınevi, bir kitabevi açtıklarında ilk yaptıkları işin önce “kendilerine” bir büro, önce “kendilerine” bir sekreter yaklaşımı anlaşılamıyor. “Kendileri” ve “öbürleri” arasına birçok duvar pardon birçok kapı yerleştirmeleri çok garip. Bütün duvarların pardon bütün duvarların ve bütün kapıların yıkılması anında bürokrasiler de yıkılmış olacaktır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) ziyaretinde gördükleri bu nedenle Che’yi tek sözcükle perişan etmiştir. O nedir öyle kravatlı kostümlü küçük ve büyük burjuva görüntülü adamlar. O bürolar, o kapılar, o sekreterler, o bilmem bin bir muameleler... Hani proleter eşitlik? Hani insanların kardeşliği? İşe bak sen: Lokantalarda bile işçilerin yemek yedikleri yer ayrı, “şeflerinki” ayrı. Bir tarafta sıradan masa ve sandalyeler, tabak, çanak ve çömlekler, öbür tarafta bembeyaz masa örtüleri, seçme tabak, çanak ve çömlekler ve müthiş bakımlı garson bayanlar. Pes doğrusu! Bilhassa bizde eşitlik sahici, tam ve gerçek olmak zorundadır. Che’nin Cezayir konuşması bu açıdan son derece önemlidir. Sadece bu açıdan da değil : SSCB içindeki ayrıcalıkların, SSCB’nin “üçüncü dünya” ülkelerine sözüm ona “yardımı”, ikiyüzlü ve fırsatcı ilişkileri ve daha pek çok şeyin eleştirilmesinin yazılı/sözlü belgesidir bu konuşması. Che’ye göre, SSCB, üçüncü dünya ülkelerini sömürmekten vazgeçmelidir. Bir arada yaşamak ilkesinden yana olan SSCB’ye rağmen ABD’ye karşı topyekun savaş ilkesini savundu: İki. Üç ...daha çok Vietnam, işte çizgimiz dedi...Che’nin Küba’ya dönüşünde Fidel’le bu konu(lar) nedeniyle ciddi biçimde tartıştıklarını biliyoruz. Bunun üzerine Che, başka dünyalara gitmeye, kendi dünyasını oralarda yaratmaya karar verecektir. Çünkü: O’nun için, yaşam boydan boya bir gerilla yaşamı olabilirse anlamlıdır. Ve böyle bir yaşamda ne bürokrasiye, ne kravata ne de kostüme yer vardır. Yaşam bir sözcükle özetlenir o zaman: Gerilla. Ama Bolivya dağlarında bile bürokrasi karşısına çıkabilir, yine bildik tipleri ve biçimleriyle. Bolivya Komünist Partisi sorumluları, hele genel sekreteri. Che sev(e)medi bu adamları: Sizi gidi salon sosyalistleri sizi. Sizi gibi potansiyel bürokratlar… Küçük burjuva siyasetçiler…Fırsat bulurlarsa büyük burjuvaları oynayacaklar... Moskova’da gördüğü ve kirli çorapları gibi nefret ettiği tipler yeniden canlanmamalıydılar, asla. Ama ihtilal her “kapı”dan gelen yardımları en rasyonel biçimde bir potada eritme sanatı değil midir? Ve hele Bolivya gerillalarının daha hemen başında 60’nın 30’u Bolivya KP’sinden değil midir? Onların kendilerine “eşya muamelesi” yapılmasını kabullenmeleri beklenemezdi. Ve nitekim mal ve adam gönderilmesinde vitesi hemen sıfıra çektiler. Bolivya deneyiminde Che’nin en belirleyici hatası mutlaka buradadır : Bolivya KP’siyle ilişkilerinin sarpa sarmasında. Bolivya KP Genel Sekreteri’nin dayatmasında : “Lider ben olmalıyım, madem ki gerilla Bolivya’da!” ısrarında. Sadece bu da değil herhalde: UMUDA yolculukta umutsuzluk taşınmamalı. Çünkü umutsuzluk bela, kaza ve ölüm getiriyor maalesef. Che, 12 Mart 1965’te Küba’yı terk etti. Ekim-Kasım 1966’da Bolivya’ya vardı. Şubat 1967’de Regis Debray Bolivya’da. Nisan 1967 sonunda Debray gerilladan, Che ile söyleşisinden, ayrılır ayrılmaz hemen yakalanıyor. Ve Che’nin Bolivya dağlarında bulunduğu anlaşılıyor. Daha önce belki tahmin ediliyordu ama kesinkes bilinmiyordu, Debray sayesinde bu artık açıklık kazanıyordu. Debray’ın bu konuda büyük bir sorumluluğu olduğu ortada. Ve işte o zaman Bolivya’da baskı, iz sürme ve zulümde bir üst vitese geçiliyordu : 30 Mayıs 1967’de sıkıyönetim ilan ediliyor. Haziran ve Temmuz aylarında Bolivya Vietnam artığı yankeelerle dolduruluyor, “Eğitici” adı altında. Vietnam eskilerine “iş olanağı” yaratılıyor. 14 Haziran’da Che 39. yaş yıldönümünü kutluyor. Madenciler grevde. Grevin başarısı merakla bekleniyor. 6 Ekim 1967’de 18 gerilladan kalan sadece 8 kişidir: Aç ve yorgun. Karşılarında ise 1.800 öldürücü : Tepeden tırnağa silahlandırılmış asker, ABD’li eğitimciler, uzmanlar, CIA ajanları, Bolivya istihbarat elemanları, muhbirler... 7 Ekim 1967: Che’nin BOLİVYA GÜNLÜĞÜ sona eriyor. Ama gerilla yaşamı sürüyor: Ertesi gün saat 11.30’da çatışma. Akşam üzeri, Bolivya dağlarında sıcaktan ve silah seslerinden kuşların tümü siperdeyken Che yakalanıyor. Che çünkü bacağından yaralı. O gün, o akşam, o gece Che, yakındaki köyün ilkokul binasının en büyük sınıfında bekletiliyor, birbirine birleştirilmiş sıralar üzerinde, uzanmış. Che yaralıdır. Duvarda yazılar: Kış-ilkbahar-yaz-sonbahar. İlkokul öğretmeni bayan, o gece, Che’ye iki yudum su, birkaç kaşık yiyecek sunuyor. Yarasını pansumanlamak istiyor... Bolivya İstihbarat Şefi Albay Zenteno ve CIA istasyon sorumlusu, La Paz’ın ABD’den gelecek emri kendilerine iletmesini bekliyorlar. Emir geliyor: ABD hükümeti, CIA aracılığıyla Che’nin katledilmesini emrediyor. Zenteno emri veriyor, Astsubay Madio Teran yaralı Che’yi katlediyor. 9 Ekim 1967’de Che alçakça böyle katlediliyor. Ve efsaneleşiyor. Astsubay Mario Terran bir yıl sonra yaptığı alçaklığın altında eziliyor: intihar ediyor. Bolivya İstihbarat Servisi şefi Albay Zenteno, emri verendir, Paris’te Bolivya Büyükelçiliği görevindeyken 1976’da Che’nin yoldaşları tarafından vuruluyor. Che’nin yaralandığı, yakalandığı, gözaltında tutulduğu ve öldürüldüğü köyün ve çevrenin köylüleri için Che artık bir azizdir. Son derece dinci, son derece inanmış köylüler için Che artık bir peygamberdir. “Teşekkürler Che. Öyle bir ölüm ki asla ölmeyen. Sen bizim ışığımızsın.” Che’nin musalla taşının duvarlarında yazılıdır bunlar. Dahası mı? İşte şunlarda orada yazılıdır: “Senin kavgan bizim yaşam yolumuzdur.” Önemli olan: Esperanza’yi (umudu) la vida ile (yaşamla) kurtarmaktır. 1997’de, Che’nin Afrika’daki gerilla yıllarının delikanlısı, gerilla önderlerinden Laurent Desire Kabilla, 30 yıllık Mobutu iktidarını Zaire’nin yazgısından silip attı. Zaire Kongo adını aldı. Demokratik ve Cumhuriyetçi Kongo’dur bu. Elbette Kabila bilinen gerillalardan değildir. Bir miktar işveren-gerilladır. Ama neticede altmışlı yıllarda Che ile tasarladıkları ve gerçekleştirmeye çalıştıkları yöntemle Zaire’nin doğusundan başlattığı gerilla eylemleriyle Zaire’nin başbelalarını silip süpürdü. 21. Yüzyılın başındaki yıllarda Güney Amerika’da bir iki istisna dışında güneyden kuzeye bütün devletlerde seçimlerle işbaşına gelenler Che derslerinden geçer not alanlardır. Bu seçim zaferleri aynı zamanda Che’nin yankeelerden ve yerli işbirlikçilerinden tarihi rövanşıdır. Onun için Che kazanılacak zaferlerin komutanıdır. Onun için Marcos kendisine sadece Ast-Kumandan titrini uygun görür: Che yarınların ütopyasıdır. * maviADA 17. sayı

  • Şeytanın Hilesi

    Yoksul bir köylü sabah erkenden çift sürmeye gitmiş, sabah çorbasını içmediği için yanına bir parça ekmek almıştı. Tarlaya varınca torbasını indirip bir çalının altına koydu. Ekmeği de onun yanına bırakıp, kaftanını üzerine örttü. Bir müddet çift sürdü. At yorulup, köylü de acıkınca sabanı toprağa sapladı. Otlaması için hayvanı da çözüp, kendi haline bıraktı. Ve yemeğini yemek için kaftanının yanına gitti. Fakat kaftanı kaldırınca bir de ne görsün, ekmek yerinde değil. Arayıp taradı, kaftanı silkeledi ama ekmeği bulamadı. Şaşıp kaldı. “Tuhaf şey” dedi kendi kendine. “Etrafta kimsecikleri görmedim ama biri gelip ekmeği almış olmalı” diye düşündü. Bu işi yapan küçük bir şeytandı. Ekmeği alıp bir çalının arkasına oturmuş, köylünün kızıp, kendi adını anarak, nasıl küfredeceğini beklemekteydi. Köylü biraz düşündükten sonra: “Ne yapalım?… Açlıktan ölecek değilim ya. Alanın ihtiyacı olmasa almazdı. Afiyetle yesin” dedi. Sonra kuyunun başına gidip su içti. Biraz dinlendi. Hayvanını sabana koşup, tekrar toprağını sürmeye başladı. Küçük şeytan köylüyü günaha sokamadığı için çok şaşırmıştı. Olup bitenleri büyük şeytana anlatmaya gitti. Köylünün ekmeğini nasıl aşırdığını, adamın küfredeceği yerde “afiyetle yesin” dediğini ona anlattı. Büyük şeytan buna çok kızdı. "Köylü oyuna gelmediyse suç sende. Demek ki işi beceremedin. Köylülerin hepsi böyle olursa biz ne yaparız. Yoo… bu işi böyle bırakamayız. Haydi hemen o köylünün yanına git ve ekmeğin acısını çıkar. Eğer üç yıl içinde o köylüyü alt edemezsen, seni okunmuş suya sokarım bilesin, " dedi. Küçük şeytan korkup çarçabuk yeryüzüne indi. Suçunu nasıl bağışlatacağını düşünmeye başladı. Düşündü taşındı sonra şöyle bir çare buldu: İyi insan kılığına bürünüp, yoksul köylünün yanına işçi olarak girdi. Köylüye, kurak geçen yazlarda buğdayı bataklığa ekmesini söyledi. Köylü de işçinin dediğini yapıp, buğdayı bataklığa ekti. O yaz, tüm köylülerin ekini güneşte kavrulduğu halde, onunki gür, boylu ve sık başaklı oldu. Köylü bir sonraki harmana kadar bu buğdayları bol bol yedi. Yine de buğday arttı. Ertesi yaz, işçi köylüye buğdayı dağa ekmesini söyledi. Köylü de onun dediğini yaptı. O yıl yaz, yağmurlu geçti. Tüm köylünün ekini yattı, buğday vermedi. Bizim köylü ise iyi buğday kaldırdı. Eline geçen buğday bir hayli çoktu. Köylü bu kadar buğdayı ne yapacağını düşünmeye başladı. İşçi köylüye şarap yapmasını söyledi. Köylü de buğdaylardan şarap yapıp, hem kendisi içti hem de başkalarına içirdi. İşte o zaman küçük şeytan büyüğünün yanma gidip: “Ekmeğin acısını çıkardım” dedi. Bunun üzerine büyük şeytan, durumu kolaçan etmek için köylünün olduğu yere gitti. Köylünün evine varınca şöyle bir manzarayla karşılaştı: Adam bazı zenginleri, şarap ikram etmek için evine çağırmıştı. Karısı, şarabı bardaklara koymuş, ikram etmek üzere misafirlere getiriyordu. Tam o sırada kadın masaya çarpıp, şarabı döktü. Köylü de buna kızıp karısına küfretti ve: "Kör şeytan," dedi. "Bu döktüğün bulaşık suyu değil. Böyle değerli bir şeyi nasıl dökersin beceriksiz kadın." Küçük şeytan büyüğünü dirseği ile dürtüp: "Gördün mü? Artık küfretmekten çekinmiyor, " dedi. Sonra köylü, kendi şarap dağıtmaya başladı. O sırada yoksul bir köylü işinden dönüyordu. Oraya uğradı. Herkesi selamlayıp bir köşeye oturdu. Onların şarap içtiğini görünce, yorgunluktan onun da canı şarap istedi. Uzun bir müddet oturup, yutkundukça yutkundu ama ev sahibi ona şarap ikram etmedi. Ev sahibi kendi kendine: "İnsan, hepinize nasıl şarap yetiştirir, "diye mırıldanıyordu. Bu da, büyük şeytanın çok hoşuna gitti. Küçük şeytan ise: “Dur bak, daha neler olacak” diye övünüyordu. Ev sahibi ve zengin köylüler bir miktar içtikten sonra birbiriyle muhabbet etmeye, birbirini övmeye ve birbirine yaldızlı sözler söylemeye başladılar. Büyük şeytan onları uzun bir müddet dinledi. Bu durumdan çok hoşlanmıştı: “Böyle, birbirlerini aldatmaya devam ederlerse topu birden elimize düşecek.” dedi. Küçük şeytan: “Daha dur hele. Bak sonunda neler olacak. Birer bardak daha içsinden de gör. Şimdi tilki gibi birbirine kuyruk sallıyor, birbirlerini aldatmak istiyorlar. Fakat biraz sonra azgın kurtlara dönüşecekler.” dedi. Köylüler birer bardak daha içtiler. Konuşmaları daha bir kabalaştı, sesleri daha yüksek bir perdeden çıkmaya başladı. Güzel sözleri bırakıp, birbirlerine kızıp, küfretmeye başladılar. Sonunda kavga çıktı. Birbirlerinin ağzını burnunu kanlar içinde bıraktılar. Derken ev sahibi de kavgaya karıştı. Onu da bir temiz patakladılar. Büyük şeytanın, bu da çok hoşuna gitti. “İyi, iyi” dedi. Küçük şeytan ise: “Dur bak, daha neler olacak” diye seslendi ona. Hele üçüncü bardağı içsinler gör onların halini. Şimdi bir kurt gibi vahşi oldular, biraz sonra domuza benzeyecekler.” Adamlar üçüncü bardağı da devirdiler. Büsbütün zıvanadan çıktılar. Ne söylediklerini bilmeden, birbirlerini dinlemeden bağırıp çağırmaya ve homurdanmaya başladılar. Sonra birer, ikişer, üçer sokağa çıkıp, yerlerde yuvarlanmaya başladılar. Ev sahibi de geri kalanları uğurlamaya çıkınca, kafası üstü, bir su birikintisine düştü. Üstü başı çamur oldu. Düştüğü yerde yığılıp kaldı. Bir domuz gibi sesler çıkartıyordu. Bu hal büyük şeytanın daha çok hoşuna gitmişti: "Eee… iyi iş yapmışsın aferin sana," dedi. "Ekmeğin acısını iyi çıkardın. Yalnız bir anlat bakalım, nasıl yaptın bu şarabı? Herhalde ilk önce içine tilki kanı kattın. Bu yüzden köylüler onu içince tilki gibi kurnazlaştı. Sonra kurt kanı koydun. Bunun için de kurt gibi vahşi oldular. Daha sonra da domuz kanı kattın herhalde. Bu sebeple de domuza benzediler." "Hayır," diye cevap verdi küçük şeytan. "Hiç de öyle yapmadım. Benim yaptığım tek şey, onun fazla buğday yetiştirmesini sağlamaktı. Bu hayvanların kanları zaten insanlarda vardır. Fakat, yalnızca ihtiyaca yetecek kadar ekmek olunca meydana çıkmıyor. Bu köylü eskiden en ufak ekmek parçasını bile atmazdı. Fakat ekmeği çoğalınca, nasıl eğleneyim diye düşünmeye başladı. Ben de ona şarap içerek eğlenmesini söyledim. Köylü Allah’ın nimetinden, eğlenmek için şarap yapmaya başlayınca damarlarındaki tilki, kurt ve domuz kanı kendini göstermeye başladı. Bundan sonra bir bardak şarap içtiği anda hep böyle hayvanlaşacak." Büyük şeytan, küçük şeytana iltifatlar edip, onu övdü. Ekmek suçunu bağışladı. Ve onu kendisinin yaveri yaptı.

bottom of page