top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Sahici, İnce Bir İnsan Olmak

    maviADA YALOVA ETKİNLİKLERİ * "YARALI BİR KENTİN IŞIYAN YÜZÜ" * 14 MAYIS 2010 GECESİ - konuk yazar ve şairler gelmeye başlamış... Yalova Uğur Mumcu''nun önünde Yalova Milletvekili Şair Muharrem İNCE'nin büyük bir incelikle gelip katıldığı, konuklara merhaba dediği hoşgeldin çayı... Adam gibi adam diye aklımdan geçmişti... * 20.Mayıs.2010 Facebook Sanıyorum bu ülke gerçekten değişecek. Başka bir model siyasetçi geliyor. Garip gelebilir ama bunu da varolan iktidara borçlu olacağız. Doğanın yasası çalışıyor: Her şey zıddını yaratır, diyor. Galiba 15 yıldır iyi gerildik... Deneylerden gördük ki bu ülkenin devlet çarkı öyle uydurma değil, kolayına yıkılmayacağı gibi, bazen kimse olmasa da kendi kendine döner, ama insan bir lider, halkının nabzını tutan, ona değer verdiğini hissettiren, kimseyi ötekileştirmeyen, ülkeyi bir boks salonu, yarısını düşman gibi görüp her an gardını almış gibi durmayan, korktuğu değil, sevdiği, inandığı bir lidere gereksinmesi var. O zaman nasıl bir sinerji yaratır, ne sihirli işler yapar? Onlar da geliyor. BİR DÜŞÜNÜN... ŞAPKA NE Kİ? *** Türk siyasetinin duayenlerinden Cindoruk'un şapka ilgisi de bilgisi de derindir. Demirel'e çok yakın olan Cindoruk'un her konuşmasında mutlaka şapkaların özel bir yeri vardır. Bu şapkalar çoğu kez Demirel'in şapkaları olsa da bazen siyasi ironilerini de şapkalara yükler. Gene öyle yapmış; genç başkan adayı Muharrem İnce'yi kastederek "Şapkanın yeri ve zamanı değildi," demiş... Dost acı söyler. Bizce de değildi... İlk gördüğümüzde şaşırtan akla getirdikleriyle kaygılandırandı. Vizyonu çağdaş, bilimsel, akılcı gözüken, öyle olduğu için toplumun en az yarısınca aday görülen İNCE, modaya ayak mı uydurmuştu: Halk dalkavukluğu, öteki adıyla halkı geleneğiyle göreneğiyle, inancıyla taklit ederek oyunu kapmak... Biz bizi yükseklere taşıyacak adamı bekliyoruz, o ise en garibanından yaşamak erdemdir halinde, şu an hiç beklediğimiz değil...Şakası bile kötü... Bu ötekilerde görüldüğünde yadırganarak izlenen ucuzundan bir model davranış değil miydi? Çağdaş ve demokrat Türkiye için umut bağladığımız adayımız köylü ve gariban görünerek mi seçimi alacağını düşünüyordu? Yıllar var ki siyasetin temel malzemesi buydu; ben en köylüyüm, ben en Türküm, ben en dindarım... hali. Bu aidiyetler işsizliğe,ekonomik sıkıntılara, ateşi çıkan dolara, eğitim ve bilimde nal toplayışımıza... seçenekmiş gibi politikanın birinci sömürü kaynağı, stil yaratamayan her acemi politikacının göz boyayan formülü oldu. İnsanın köylü olma, Türk de, dindar da... sadece iyi bir yurttaş ol, ama halkım için yurdum için gıpta edilecek bir şeyler yap, yeter çektiğimiz diyesi geliyordu. Ayrıca böyle yapanların hiçbiri köylü gibi yaşamıyordu, dahası son on yılda köyler iyice boşalmış, ülke nufusunun büyük çoğunluğu, %80'i şehirlerde yaşar olmuş, kimse de köyüne dönmezken hiçbir yere varmayacak, belki önemsiz ama anımsattıklarıyla devasa ürküten talihsiz bir davranış gibi duruyordu. Hele tanımaya çalıştığımız, ateşli konuşmaları dışında hakkında çok şey bilmediğimiz bir lider adayı olunca konu önemsendi. Belki Cindoruk'un işaret ettiği de buydu: YERSİZ, TUTMAYACAK BİR PÖPÜLİZM diyordu. Gerçekten öyle miydi? Bunca yılın politikacısı bilmez mi varlık gerekçesi o zaten? İlkellik üstünden siyaset yapanlar çok, sen karşı çıkacaksan dayanak noktaların ve çıkışın farklı olmalı...ki bunalan halk yığınları seni yeğlesin. "Millet İttifakı"nın öteki unsurlarına aidiyet duygusu vermekse, iyi görmek gerekli: Hepsi kendi misyonunda konuşuyor. Sen de kendin ol, eksik halka tamamlansın... Değil mi? Gazete de yazan kişi de sekiz köşeli şapkanın İnce'ye yakıştığını belirtip aynı zamanda bu arkaik kasketin her köşesine yakıştırılan "cömertlik, mertlik, dürüstlük, yiğitlik, çalışkanlık, misafirperverlik, alçakgönüllülük ve vatanperverlik" benzeri anlamları sıralamış. Deve güreşlerinde çok takılırmış diye de eklemiş yanına. Modası olsa şapka satışları patlamıştı. Yani boşuna değilmiş şapka takmak... Sadece popülist bir siyasi tavır değil daha ötesiymiş İnce'ye yakıştığı iddia edilen şapka... İyi de biz deve güreşi yapmıyoruz ki, şarampole yuvarlanacağı kaygısıyla ülkeyi sert bir virajdan çıkartacak adamı arıyoruz. Doları indirecek, ekonomiye çare bulacak, işsizliği bitirecek, demokrasiyi geri getirecek, kuvvetler ayrılığını sağlayacak, eğitimde ve bilimde hasret kaldığımız çizgiyi yakalatacak deha bir adam... Eğer bunları başaramazsan asıl o zaman gör; kırk şapka da taksan TAMAM der bu halk, ötekilere dediği gibi. Haksızlık da etmemeli, şapka bizim tarihimizin olmazsa olmazlarından. Atatürk'ün başlattığı " inkilapların" içinde önemli bir yeri var şapka devriminin. Uygar yaşama yönelik devrimlerin bir simgesi gibi hatta. Ecevit'in de yani o meşhur Karaoğlan'ın da ünlü bir şapkası vardı, Demirel'inse birkaç tane. "Aldım gittim, şapkamla geldim" ... gibilerinden siyasetteki durumunu anlatan şakalarla efsaneye dönmüş şapkalar. Onlara mı özeniyoruz? Ecevit'in mavi gömleği tutmuştu, ama hiçbir şapka böyle konu olmadı. İktidar yanlısı gazeteler çok değinmedi, çünkü kendi velinimetlerinin hep yaptığıydı, ayrıca çıkar da biri " sen bizim şapkamızı ve köylülüğümüzü mü küçümsüyorsun,"derse mazallah... Muhalefet cephesi ise bu umut vaat eden yeni lider adayına eleştiriyi erken buldu. Ne var ki Hüsamettin Cindoruk o ayrıntıyı ıskalamadı: Şapkanın yeri ve zamanı değildi, dedi. Öyle ya biri doğruları söylemeli: Söylemeli ki siyasetçi de bir şeyler öğrensin, kendini geliştirsin. Bir televizyon programında göz doldurucu bir sunum yapan, akıllıca, coşkuya kapılmadan ama samimi olduğu kesin söylemleriyle, cumhurbaşkanlığı adaylığının, bazılarının adaylığı gibi sadece bir boşluk doldurmak, dostlar alışverişte görsün örneği bir çıkış olmadığını inandırıcı biçimde ortaya koyan, o makama yakışacağının somut işaretlerini veren şahsen beni de ümitlendiren İnce'nin dikkatimi çeken bir itirafı vardı: "...aday olduğumdan bu yana, çok şey öğrendim, kendimi hızla geliştiriyorum, çok yol aldığıma da inanıyorum, şimdi artık 2.turda değil, 1.turda seçimi alabileceğimi düşünüyorum," deyişi hem çok sahici, hem de toplumun özlediği lider imajına çok yakışacak bir itiraf ve söylemdi. Her gün bir başka ilde yaptığı toplantılara katılan halk kitlelerini gördükçe, sergilediği enerji ve performansı izledikçe buna inanıyorsunuz, belki inanmak istediğiniz için o ayrı. Ne var ki sergilediği canlı kimlik ucuz popülizme hiç ihtiyacı yokmuş gibi duruyor: O zaman şapka niyeydi? Şapka erkendi ya da değildi, bir kusur gibi durduğu gerçeği ortada. Belki İnce Atatürk İnkılaplarındaki şapkayı anımsatmak istedi, belki Ege yöresinde bir devir ağaların daha çok kullandığı şapkaların sekiz köşesinde işaret ettiği erdemleri işaret etmek istedi, belki hiçbiri değil, unutulmuş bir zanaatın son üreticilerinden birinin armağanı şapkaları güneşten korunmak için dağıttı, ama anlatamadı ve kusur olarak kaldı, bir kesimin gözünde. En çok yüklenilen anlamla... Oysa aynı Muharrem İnce, bir başka yerde getirilen bisiklete biniyordu, başka bir yerde traktör kullanıyordu, istekleri geri çevirmeden...Onlar yadırganmadı. Eminimki seçim marotonu sürdükçe İnce'nin daha çok özelliklerini de görme şansımız olacak. Belki kendi yazdığı şiirleri okuması gibi başka bir yerde de keman çalacak. Böylece de İNCE ondan bundan kopya tutmuş davranışları taklit eden bir lider adayından nevi şahsına münhasır aranan lidere dönecek. Şapka da hiç anımsanmayacak... Eminim ki bu toplumun yüzde altmışında öyle bir istek var; yorulduk çünkü. An o an, zaman geçirme, kendin olarak daha çok görün. Daha çok işe yarayacak biliyorum. Çünkü sen de o özellik var. O şapkayı da niçin taktığını da o yönünle açıklayabiliyorum. Ne var ki o özelliğin net görülmesi gerek. Kendine, Muharrem İNCE'ye haksızlık yapılmaması için göstermeli ve görmeli. O zaman çok şey şapka da yerli yerine oturacaktır. Toplumun ekonomik, demokratik ve benzeri öncelikleri nedeniyle hep kabasıyla uğraştığı siyasette bence en önemli olan ama gürültüde farkedilmesi güç bir özelliği var İnce'nin; çok az insana hele siyasetçiye nasip olan ama ülkenin en çok ihtiyaç duyduğu bir özellik. İNCE, olabildiği kadar komplekslerden arınmış, sahici bir adamdır. Otuz yılın tanışıklığıyla biliyorum derim ama iltimas geçtiğimi düşünürsünüz, o nedenle öyle demiyorum ama yaşadığım bir olayı örneklemek istiyorum. Söylediğime değil, eyleme bakın siz. Adapazarı'nda öğretmenken iktidara gelen ANAP'tan milletvekili olan Ersin Taranoğlu'yla aynı apartmanda komşuyduk. ANAP'ın dört eğiliminden biri eğitime bakan olmuş, temizliğe, gözdağına başlamıştı; Türkçe konuşmam göze çarpmış, beni başka bir okula sürmüşlerdi. Hazmediğim bu olayı aşmak için iktidardaki ANAPlılara gitmek aklıma bile gelmezdi, herhalde. Bu nedenle yemeklerde ya da apartmanda sık sık karşılaştığım arkadaşım Ersin Taranoğlu'na konuyu açmak neden sonra aklıma geldi. Ayak üstü söylediğimde "büroma gel" dedi, gittim. Oturttu, ben de durumumdan rahatsız ama anlatmaya başladım. Bir de baktım ki milletvekili eğilmiş çekmecelerini karıştırıyor, bir şeyler arıyor. Ben de sustum. Neden sonra benim sustuğumu farketti. Devam edin dedi. Ama ben kararımı vermiştim, son umudumun üstüne kapıyı çarpıp çıktım. Bir başka anekdot: 2010'da Yalova Belediye'siyle birlikte maviADA dergisi bir etkinlik planlamıştı: "Yaralı Bir Kentin Işıyan Yüzü" diye. Koordinatör bendim. Belediye bize salon, araç tahsis etmiş, kolaylık göstermişti ama benim yerelden de hemen hepsi muhalif olan şair ve yazarları katma isteğimi kabul etmemişti. Sonunda etkinliği başlattık. Salonun önünde oturmuş yoldan gelecek konukları beklerken şair ve milletvekili Muharrem İnce yüzünde geniş bir gülümseme, sıradan bir vatandaş gibi çıkıp gelmişti yanımıza. Konuklarımızın hepsiyle ilgilenmiş, hal hatır sormuş, ikram ettiğimiz çayı da içmişti. " Yarın o saatte kim gelir, " demişti gülerek. " Beni de katsaydınız o salon tıklım tıklım dolardı." "Farkındayım," demiştim, " Ne var ki siyaset işte..." Geç saatlere değin bizimle sohbet etmişti. Giderken konuklarımın duyduğu memnuniyeti hissediyor, bu alçakgönüllü, insandan anlayan, değer veren milletvekilinin arkadaşı olmaktan gurur duyuyordum. Öyle ya, etkinliğin asıl sahibi, sonradan yazar olmaya da soyunacak belediye başkanı bizi siyaseten el sayıp sanat etkinliğe teşrif bile etmezken, o ise kendini yaşadığı kentten sorumlu sayıp hoşgeldine gelmişti. Bu ülke Atatürk'ten sonra çapını zorlayan rollere sokulan, elbette güzel işler de yapan, ama yaptığından daha çoğunu giderek küçümsediği, horladığı ya da ötekileştirdiği halkından çıkaran ya da sahtekarca asla aidiyet duymadığı taban halkını ve değerlerini istismar eden siyasilerden çok çekti. O yüzden kaygılandılar. Sahici olduğunu, o şapkayı gerçekten de takabileceğini ama aynı kolaylıkla kalkıp vals de yapabileceğini, türküyü sevdiğini, ama Rodrigo'yu da çok beğendiğini göster bize... İnanalım, umudumuz artsın. Galiba bu kez siyaset değişiyor. Muharrem İNCE ya da başka biri, ama kaderi değiştirecek insan bir lider geliyor. Liderleştikçe uzaklaşan, uzaklaştıkça büyüyen, kendini oraya taşıyan yurttaşı böcek yerine bile koymayan, ama sözde ondan olmakla övünen, her türlü değerini suistimal eden örneği çok bildik siyasetçi formatı yerine azıcık huzur, güleryüz ve samimiyet taşıyan, her zaman kendi olan ama benim değerlerime de saygı duyan gerçek insanlar geliyor. Dolar gene dolar, gene dolmaz...üç günde dünya düzenine de format atamazsın, ama bence bu en önemlisiydi: Atatürk dönemini hatırla, yoktan var olan ülkeyi... Bırak onu Ecevit dönemini hatırla...Yaşlanan, hasta ve artık doğal olarak devlete yeterince egemen olamayan Ecevit'i... Hatta iyi bir örnek... Deneylerden gördük ki bu ülkenin devlet çarkı öyle uydurma değildir, bazen kimse olmasa da kendi kendine döner, ama insan bir lider, halkının nabzını tutan, ona değer verdiğini her fırsatta hisettiren bir liderin öncülüğünde nasıl bir sinerji yaratır, ne sihirli işler yapar? BİR DÜŞÜNÜN... ŞAPKA NE Kİ?

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA 2008 YAZ 15.SAYI DOSYA: " yazma sıkıntısı" * Bir zamanlar yazko vardı, yazarlar kooperatifi, şimdi adını çok duyduklarımızın kimileri oradan geldi, bu imece kuruluştan. Yazko, kitap sahibi olamayanları kitaplı yaptı, dergisiyle okurla yüzleştirdi. Bizim yaptığımız da ona benzer. Ortak bir dünya ve sanat görüşüne sahip olan kimi insanlar bir araya geldik, ana sorumluluğu üstlenmeyi göze aldım, gidiyoruz. Tekelleşen medyanın dayattığıyla başa çıkamayan, reklamını, tüketimini yapamayan, paylaşacak ortam arayan, sesini duyuramayana omuz vermeye çalışıyoruz, karınca kararınca. En iyisi biziz demiyoruz, hele onlarca çalışanı, yazarı, reklam ve dağıtım ağı, ardında paralı amcaları olan dergilerle asla kıyaslamıyoruz … Biz alçak gönüllü bir feneriz. Yazko’dan farkımız herkese açığız, sadece üyelerimize değil; yeter ki nitelikli olsun, yeter ki başka insanları ilgilendirsin ve estetik olsun, umut versin. Ayrıca deneyimli kalemlerin öncülüğünde ilk eleştirileri burada alma şansınız var, yani dergi bir okul aynı zamanda. Yapıtınızın niteliğine güveniyor, bir yerlere varmanın, okurunuzu yaratmanın, kendinizi sınamanın yolunun dergilerden geçtiğini düşünüyorsanız gelin, konuğumuz olun. Sürekli yazıyor ve yolarkadaşlıklarından hoşlanıyor, dergilerin yaşamasının gereğine inanıyorsanız maviADAya gelin, birlikte yapalım. Ama lütfen bizden telif istemeyin, abone olmadan ayağınıza dergi beklemeyin. O gücümüz yok, ne matbaamız, ne de kağıt fabrikamız var. Eğer yazınıza telif ödeyen bir yer varsa ve sizi hayra yapılan işler ilgilendirmiyorsa oraya gönderin, seviniriz adınıza. Gönderdiğiniz yazıdan, yaptığınız katkıdan sonra bize egemen olmaya kalkmayın, lütfen kalender durun, iyiliğiniz bilinecektir, kaygılanmayın. Bu dergi herkesin, sadece sizin benim değil, yani özgür, bağımsız. Çok başlılıkla, ilkesizlikle, kabaran egoyla yazko’nun sonuna dönmesin sonumuz. Zaten bu ülke dergi mezarlığı … Yazınızın yanında, istemesek de denk gelebilir neden kötü yazı var, şiir var demeyin. Burası bir okul, iyilerin yanında öğrenmeye çalışanlar, hevesliler de yer alacak, bu kitap değil, hiçbir dergi son aşama değildir. Orhan Pamuk elli yıllık maddi manevi bir çabayla oldu, bir günde değil. Sizin de ilk yazılarınız iyi değildi, benimkiler de… O halde yenilere el verin, onlara gülümseyin, çünkü yarın bizi geçen yol arkadaşımız olabilir, utanırız. Ayrıca burası bir paylaşım sofrası, moral bulmak isteyen, anlatmak isteyen de yer alabilir. Sizin yanınızda yer alırsa ve severse yazdığınızı okurunuz olacaktır, yani birkaç kitabınız daha satılacaktır, az şey mi? Kör sağırı ağırlasın istemiyoruz değil mi? *** Bu sayımızın DOSYA konusu YAZMA SIKINTISI... Dünya edebiyatının has devi Cengiz Aytmatov öldü. Toprak Ana, Cemile, Öğretmen Duyşen, Gülsarı’nın büyüleyici yazarı son zamanlarda ülkemizde, solbakışın atgözlüğüne bir örnek olarak terkedilmiş, başka grupların ÜÇ GÜNLÜK ÖMRÜ OLAN SİYASETLERİN malzemesi olmuştu. Yaşarken evrensel olmayı başarmış uluslarüstü bir yazar Türkiye'nin ucuz siyasetine malzeme oluyordu. Dergimiz eleştirilere hiç aldırmadan Cengiz AYTMATOV'u 3. sayımızda kendisinin, Türk, Kırgız ve Rus yazarların da katıldığı bir dosya yapmıştı. Aytmatov’unki gibi ölüm hepimize umut olsun. *** Unutalım şimdi zemheriyi… Masal gibi bir yaz bizi bekliyor, öldüren kene varsa bile, bu kez su da var, mutlu olsun! Şenol YAZICI DERGİYİ OKUMAK İSTERSENİZ TIKLAYIN

  • Aynalı Mektup

    Son mesajın ertesinde kırıstım biraz. Ütülenmeye bıraktım kendimi… Asıldım zamana… Sanırım voltaj… *AŞKARAYAN’ı okurken benden haberdar olduğunuzu filan bilmiyordum. Nerden bilebilirdim ki… Bir yerde karşılaşsaydık, düşten düşmüş gibi olurdunuz. Nasıl olurdu?.. Yaşamak lâzım. Aynalı sazan ben… Söylemiş miydim? Sazan sazan gezinirken anlatıyorum anlamıyorlar. Ayna taktırdım sınıfın kapı giriş sağ tarafına Olmuşken aynalısından olsun diye. Sınıf değişti, ayna eskide kaldı. Sazanlık bende bakî… Neyse dün dergi geldi. Teneffüse çıkmamıştım. Çocuklarla sohbet ediyorduk. 4. sınıf- 10 yaş çocuklar… Büyüklerle saçmalamaktansa çocuklarla filozof filozof takılmayı severim. Bir arkadaş getirdi.. Yüzünde hınzır bir gülümseme... Bu da senin yaramazlıklarından biri, deme hakkına sahip allahtan… Son derse girmek üzereydik. Ve heyhat Sosyal Kulüp toplantı saati… Eee, severim… Okulun her sınıfından 2’şer 3 ‘er temsilci ile yapılacak. Farklı çocuklar ve farklı çalışma… Güzelllll! Çocuklar sabırsızlıkla doluştular sınıfa… Çok sabırsız bizimkiler nedense… Dergi elimde, aklım içinde… Bir de hamile mi ne, şişkince bir karnı var. Açtım, bir kitap. Teşekkür ederim, aklıma düştünüz.. Şaşırdım… Oysa hep ben şaşırtırdım. Bir kitaba, bir dergiye baktım…Sonra çocuklara… Şöyle bir toplantı yaptık . Fıkra anlatıyoruz. Ne alâka… Çok alâka….. Selimcan diye 8 yaş sevimli bir tanesi var Anlatılmaz, yaşanır… lardan ki olmaz böyle bir filozof… Minyon mu minyon, küçük ici gözler, uzatılmış dudaklar… Ön üst dişler yenilerine bırakmış yerini. Dil bu duruma alışamamış, her sözcüğün sonunda, nerde dişler, diye yoklamakta etlerini. Fıkrayı anlatıyor, dönüp nirengi noktaları ile ilgili açıklama yapıyor. O tahtada ben masada. (Vallahi kendisi tahtada anlatmak istedi.) Sağ göz yandan yandan bana bakıyor. Ben kahkahayı bastıkça, açıklamaları uzatıyor ki ne uzatma. Başlı başına bir fıkra. Çocuk öpülmekten, diğerleri gülmekten , ben her bir şeyden per perişan paydosta eteklerim zil çaldı. Gör bak ne sabırlıyım. İnsan olan dergiyi açar bakar değil mi … Ben kitapla meşgul. Evdeki kostüm değişikliğinden sonra o da ne… Gözlerimde eteklerim vardı. Tanıtım ve fotoğraf olmaması çok daha iyi benden bakınca. Biliyor musunuz “yaçopal “ derler bana… Eğitim yıllarından bu yana.. Aslında diyenler şimdi çooook uzakta ya…Ben kendi kendime diyorum, gerek kalmasın diye hatırlamaya… Böyle sürprizlere falan alışkın değilim. Söyleyin” hayat” tanrı mı gönderdi sizi bana… Eğer öyleyse o beni sever bilirdim… Ama çok ihmal etmişti. Huyum olsa çoktan küsmüştüm. *AŞKARAYAN’ı az önce bitirdim. Biraz uzadıysa da istekle okumaktı dileğim… Metazori sevmem. Kendi kedime bile…(10 yıla 10 kitap sığdırmışsınız ha... Fena halde gönendim. Kıskanırım da daha sonra....) Öncelikle kaleminizi zevkle okuduğumu belirtmek isterim. Yaşar Kemal tınısı var sesinizde. Otu, çiçeği, börtü böceği, dağı denizi (deniz uzaktan baksa da ), dereyi çok sevdiğimden, köyü vb… özetle ayrıca keyif aldım. Bir de ömrünün bilinçli yarısını Karadeniz ‘de geçiren biri olarak yöreyi getirdiniz yüreğime. Ya da hiç gitmemişti… Özetle bana yaşattığınız şu ; Kastamonu Cide İlyasbey / Köyde çerçiler vardı. Bir katır yükü malla gelirlerdi ara sıra.. Bir katırcı, bir de çerçi bu işe yeni başlayan ikisi vardı. Sergi açarlardı ortaya… İnanılmaz çoğalırdı çeşitleri el attıkça… Kadınlar toplanırdı etrafa… Ne zaman ormancı yaklaşsa, apar topar geri yüklerlerdi güzellikleri. Daha ormancının anlamını bilmediğimde aklım kısa kalırdı ortama. Birincide ( Ses )çok çabuk yüklemişsiniz güzellikleri. İkincide ( Benim Kimsem Olsana ) ormancı gecikmiş olmalı. Üçüncüde ( Aşkarayan )o gün ormancı kasabaya gitmiş olmalı. Köyde yokmuş ve herkes bunu biliyormuş… Kitaba bu öykünün adını vermesi, ayrıca yazarın da ormancının farkında olduğunu gösterir. Kısa…Kısa…Kısa… Köse ve Köçekçe bir romana kahramanlık edebilirdi. ( Hep ormancının yüzünden) Raskolnikov ‘la Köse ‘yi kıyaslamak olmamış bu haliyle.( Yusuf Yağdıran arkadaşı görürseniz mahsus selâm edin. Ya da boş verin…) Gülbeyaz ismi süper. Cisimlere girmek tarzınızda yok. Su öykü kahramanını kısaltmış. Yıldız dişil geldi… Yankı, çok iyi. Olay açınızı genişletmiş. Dizgiyi gözden geçirmeli. Kapaktaki kuş, aşk arayamayacak kadar yapıştırma duruyor. İlk elden söyleyeceklerim bunlar. ( Söylemeli miydim? ) Herhalde… Sevgiler… Gülgün Çako Biga / Çanakkale Ocak 2008, maviADA 19.SAYI * *AŞKARAYAN: Şenol YAZICI, öykü, 2006 Ekim İstanbul, ADA KİTAP

  • Sanatın Gerekliliği

    FRİDA * "Olanaksızı iste, kendini yarat" / iki yıl önce bu zamanlar yapmıştık bu etkinliği Yalova'da, basılı dergimiz ADA Günlüklerinde de yer almıştı. Ülkenin değişik yanlarından gelen arkadaşların heyecan ve coşkusunu görmeliydiniz. Daha bademler çiçek açmamıştı. O coşkuyla Antalya, Bursa, İzmir... başta olmak üzere yeni etkinlikler planlamaya başlamıştık bile. Kul düşünür kader güler. Bir vedaymış aslında... Hayata son kez katıldığımızı nerden bilecektik. Kısa süre sonra o kabus başladı. Pandemi koca devletleri oyuncak etti, biz neydik ki? İki yıl geçti. Sizi bilmem ama ben asla tahammül edemeyeceğim bu PANDEMİ günlerinin sınırlamalarına gene o etkinliğin sloganıyla katlanabildim; SANATLA UĞRAŞARAK... DERGİ, YAŞIYORMUŞUM hissini veren tek uğraşım oldu. Ardı olmasa da maviADA ona verilen emeği ödedi. Teşekkürler maviADA... Hakkım helal olsun. * SANATIN GEREKLİLİĞİ Mağara devrinden bu yana İNSAN, yaptığıyla yaşamına yararlılık yanında bir estetik katmak istemiş. Duvarlara çizilen ilk resimler bugünkü çok yönlü ve çok türevli sanatın da temeli... Bakmayın bizdeki okullardan sanat felsefe derslerini kaldırmak ya da azaltmak gibi kimi garip uygulamalara; sanat, çağdaş uygarlığı vazgeçilmezi gören bütün ulusların paydası, her dönem de bireylerin temel kaygısı olmuş. O sanıldığı gibi bir kısım seçkinlerin uğraş alanı değil, aksine insansan ve daha iyiyi, daha güzeli özlüyorsan sanatla işin var demektir. Çünkü sanat insanın yaratılışında olan güzelliğin somut halidir. Kahvaltı masasına koyduğunuz gülü yemek değildir düşünceniz, bir güzellik istencidir ve sanatsal ilginizi gösterir. Güzel bir müzik sadece ruhunuzu okşamaz, sizi olumlu düşüncelere, güzellik idealinize de taşır. Güzel bir kitap, güzel bir resim sadece hoşça zaman geçirmenizi sağlamaz, olması gereken hayatları düşlemenize, hatta kurmanıza kapılar aralar. ...ve sanatsal uğraşlar giderek anlamsızlaşan hayatınıza amaç, size benzeyen insanlara ulaşmanıza sağlayarak yalnızlığınıza yanıt olabilir. Daha da önemlisi sıradan bir insanken özel ve önemli bir insana dönmenize yardımcı olacak dende de sihirlidir. Örnek mi arıyorsunuz, çok... Sanatçıların özelini biraz araştırın ya da en parlak örnek FRİDA'nın hayatını okuyun. Ölümcül bir kaza ile hayattan koparılıp yatağa bağlanan, onlarca ameliyatla yaşama tutunmaya çalışan Frida bir olanaksıza imza atar. Yattığı yerde yapabileceği tek şeye başlar, çoğu kendi resimleri olmak üzere sanat tarihine adını kazıyacak tablolar yapar ...en güzeli yeniden hayata döner. maviADA, "Sanatın Gerekliliği"ni hem 21 Ocak 2020'de YALOVA'da yapılan etkinliğimizin konusu, hem de DOSYA çalışması olarak seçmişti, PANDEMİDEN az önce... / Şenol Yazıcı / "FRİDA" SANATIN GEREKLİLİĞİ * KATILANLAR: Nurten Bengi Aksoy Fuat Özgen Nurdan Aladağ Fadime Yıldırım Karoğlu Niyazi Uyar Şenol Yazıcı 21 OCAK 2020'de YALOVA KENT KONSEYİNDE YAPILAN ETKİNLİK KONUŞMALARI ve DOSYA (TIKLA VE OKU)

  • Düşen Yaprak Rüzgarın Yolunda

    Şenol Yazıcı Kitapları Üstüne * “…Ve şimdi yaz geçer, zamanıdır. Benim ülkemde yalnızlık başlar. Yalnızlık üşütürmüş insanı, yazık onca üşüdüm de, şimdi anladım, ondanmış… Şimdi güz. “”[1] Güz salt sararan yapraklar ve yükselen bir romantizm değil, güz aynı zamanda insanın yaşarken sonunu adım adım algıladığı bir dönem, ölüme en çok benzeyen an... Ondan mı bu kadar üşür insan? “Sırtımdan belime iğneler akar. Hani ağlamak bentleri zorlayan bir sudur, ama gırtlağında bir kıl ustura dolaşır, ağlayamazsın. Tam ordayım; ıssızlaştıkça dört yanım, bir ağlama tutar. Cemre düşmez dağlarıma, Nevruzlar başka tanrıların çocukları, Artık bir lokma,bir hırka,bir de sen değil hayat, Kimsesizlik giyneğimiz, Üşürüz,çok üşürüz.” [2] Bu kadar öksüzlük fazladır, karşı koymak istersiniz. Yaşamınızda sığınacağınız anlar vardı, doğuma, dirilişe ve güce ait zamanlar. Ruhunuzun derinliklerinde umutsuz çırpınışlarda bir dal ararken yakalarsınız onu. Belki gerçek bile değildir, ama sizin gerçeğe değil, tutunmaya gereksinmeniz vardır. Yine aklımdaydın. Hem hayat kadar gerçek. Hem de her şeyi oluruna bırakan, hatta hasadı geciktiren Hilmi amca kadar masalsı… Ürünü ıslatacak yağmura aldırmayan o koca yürekten beklenen beklentisizlikti hatırladığım. Tanıma şansını elde eden bir neden bulmaya çalışmazdı o kadar sevildiğine Şanslıydık sahiden. Ne gerçekçi masal ama… Herkesin görünür bir nedensiz sevdiği bir adam ve onu saran, sarmalayan, olabilecek sıkıntılardan kurtaran imece nice eylem… - Biçelim mi? - Biçeriz … - Biçtik, harmanlayalım mı ? - Harmanlarız… - Harmanladık, balyalayalım mı? - Balyalarız… - Balyaladık. Ama kurtuluş anlıktır, ama GÜZ yaşar. “Sonbaharın sararmış yaprakları dalların uçlarında bir iki belirmişse de, ilk kar yağışına daha çok vardı. Önce göçmen kuşlar geçecekti. Güneyden bir karabulut gibi, sanki bu evrenin dışından bir yerlerden gelmiş, binlerce kuş değil, bütün gökyüzünü örten, 'V' biçiminde, bir tek yaratık gibi çığlık çığlığa geçerlerdi. Ardından bıldırcınlar gelecekti.[3] Ve birileri gidecekti. Birileri geleceği gibi. Kitapta her ikisi de; ayrılık da , kavuşma da vardı. O dünyanın yuvarlaklığına aldırmadan gittiğinde gelen sendin yine. Hep aynı yollardan. Bugün gibi gözlerimin önünde… Dile gelmişti en bilinen ayrılık. Şairin dengesini bulmaya çalıştığı. Biliyorum, Ölümün adil olması için Hayatın adil olması lazım, diyorsunuz.[4] Soyunmaya başlamış gelin gibiydi her yan. Öylesi sarışın , öyle nazlı, öyle usul, öyle telaşsız ve bir o kadar da dönüşsüz. Kavuşmanın dokunulmazlığı vardı ne de olsa üzerinde. Derinden derine engelsiz de bir durumdu bu. İçimi dokumaya başlıyordun, dışarıda söktüğün her şeyden öte. En el tezgahında. İçin için boyanıyordum içinin safranıyla. “Bir taraf bahçe, bir tarafta dere Gel uzan sevgilim, benimle yere, Suyu yakuta döndüren bu hazan Bizi garkeyliyor düşüncelere” [5] dörtlüğü dökülüyordu dudaklardan . Umudun bittiği yerde bekler de aç başlangıçlar. Bilir misin yıla her çöküşünde şaha kalkmaya hazır doru bir at bağlanır yüreklere. Ne iş kalır, ne güç biter olduğun yerde. Bağlar, bahçeler bozulmuştur. Koç katılmıştır. Koyunlar yayımda…Harman sonu, güz ekimi arası neler olmaz ki buralarda? Düğünler dernekler kurulmada. Bir başka heyecan vardır panayırda. Son hatırladığım panayıra benzer olayda çok yaşlı bir kadını iki kolundan iki oğlu ( yürek öyle olduklarını düşünmek istiyor ) tutmuştu. Titrek bedeninden beklenmeyen bir azimle panayır yerini geziyordu kasabanın. Üzerinde, yörede ( Biga / Çanakkale ) adet olduğu üzere gömleği ile aynı desende viskon şalvar, hem de hiç kullanılmamışından… En çiçekli yemenisini, çiçeklerini ve oyasını en iyi gösterecek şekilde bağlamış. Sandıkta sararmasın, korunsun şeytan işemelerinden tavrını yanına almış.. Sanki yazılmamış bir vasiyeti yerine getiriyordu. Eylemsi bir son istek… Unutamadığı geçmişin güzelliğini yaşatmak istemişti besbelli. Gözlerine düşen güneşi gördüm. Soldurmayan bir şeyler vardı onu. Sana inat mevsimsiz bir gülüş dudaklarında… Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat .[6] Dizesini getirdi aklıma. Senden değildi şairin söz edişi. Ama sen varsın içinde gibi geldi bana. Ben dizelerde aradıktan sonra seni, kim aksini iddia edebilir ki? Neyin anlatıldığı, nasıl anlattığı, ne anlaşıldığının önüne geçebilir mi? Kim kendinin ötesine geçebilir ..Ve gerçeğin, gerçeğinin… Çatal iğnede nazar boncuğu örneği, bir ilişiklik var sende. Gelen hiç gitmeyecekmiş gibi olsa da, bir sen, yol çeker beni, der gibisin. oysa ben akşam olmuşum yapraklarım dökülüyor usul usul [7] Diyor ya şair. Olacakları bildiğine işaretle. İçindeki sonu görüp… Doğumdaki ölümü duyumsamak gibi… Ömre çöküyorsun işte o zaman. Ve akıldan geçiyor yaşanmışlıklar. İlle de aşklar… Kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, [8] diyen yazardan kulaklarımıza pervasız birer küpe takmalıyız, desem sözün burasında… Birer çingene olmalıyız hani... Çingeneler sever mi seni? Sanmam… Ya sen bir çingeneyi? Benim olsa severim, der gibi sessizliğin. Eteklerini savuracak, yüreğini kavuracak kadar. Nasıl olacaksa? Oysa sen göçebe, çingene göçebe…Şoparına kadar hem de… Dilinden şairler anlar ancak, sen de onlarınkini. Ne de güzel anlaşırsınız. En çok da hüzzam makamında. Böyle mi esecekti son günümde bu rüzgar Bütün kuşlar vefasız mevsim artık sonbahar Kalbim acılarla hep bölünmüş dilim dilim Bütün kuşlar vefasız mevsim artık sonbahar [9] Bazen hayalden bir giysiye bürünerek, bazen çırılçıplak kalıp gerçeğin önünde eğilerek. Ve bazen de bir aynanın içine bir ayna daha yerleştirerek belki … Hangi pencereden bakarsak bakalım, nasıl bakarsak öyle görmeye başlarız dünyayı. Belki bir mevsimden bakarız. Sonbahardı gözlerin. “ Önce sıcacık, ardından soğuk yeller dönerek esti. Sonra da birden ağır damlalar tek tek döküldü. Az sonra da birden yağmur hışımladı, çıvgınlar sağdan soldan, önden arkadan saldırdı. Ortalık karardı. Şimşekler sağıldı arka arkaya denizin üstüne. Dünya apaydınlık gündüz gibi oldu. O anda da göz gözü görmedi. Gökler çatladı, deniz gürledi, sular çakıl taşlarını aştı, çınarların altına kadar geldi.[10] Şairin gözlerinde bir yürek. Siler yalnızlığı. Sahi sana, sevdan hangi renk, diye soran oldu mu? “Turnalar, yaban ördekleri de geçer birazdan. Gökyüzünü “V”lerle doldurup kuş sesinden öte, kükreyerek geçerler. Yalnız kalmış gibi olurum. Sen bunu bilir misin? Zor olan, yalnız olmak değildir. Gibi ‘si yok mu? Hani dört yanın insandır, ama yalnızsın. Hani bayramlarda daha bir duyumsarsın öksüzlüğünü,.. işte öylesi. Ne zaman, ayaz çekip göçer kuşların sesleri doldursa ay dolu gökleri, öyle olurum. Önce vaat edilmiş, sonra terk edilmiş bir ülkeymişim gibi gelir. Cennette bir başına yaşamaya bırakılmışım gibi. Tanımasam da, aynı ülkeyi paylaştığım insanlar gibi göçmen kuşlar. Bir sabah kalksanız ki, tüm insanlar çekip gitmiş kentinizden, köyünüzden. Hırsınızdan, aç gözlülüğünüzden gına getirmişler, gına getirmişler kendiniz gibi yapma gayretinizden ve gitmişler neleri varsa size bırakıp: Sevinebilir misiniz? “ [11] İşte ordayım. Ve hala aklımdasın. Ben seni bağırmadan ararım. Sessizliğime banarım anarken, sesini.. Kelebek etkisinden söz olur ya… Yollarda oyalanır rüzgar … Yüzsüz kalır yerçekimi. Ve şimdi güz, en çok aklımdasın. * [1] Şenol YAZICI/ Sevgili Yaz Annem [2] Şenol YAZICI / Sevgili Yaz Annem [3] Şenol YAZICI / Selam Söyleyin Ay Işığına [4] Nazım Hikmet [5] Ahmet Haşim [6] Can Yücel [7] Attila İlhan [8] Cezmi Ersöz [9] Söz-beste: Teoman Alpay [10] Yaşar Kemal / Karıncanın Su İçtiği [11] Şenol Yazıcı / Sevgili Yaz Annem * maviADA 2008 GÜZ SAYISI

  • AŞKARAYAN

    Şenol YAZICI * AŞKARAYAN * ÖYKÜ / ADA Kitap _ Ekim 2006 İstanbul * Oysa "Buzdan Kaleler'den" hemen önce bir çırpıda okuyup bitirmiştim 'AŞKARAYAN'ı''... Şimdi bir kez daha, yine yeniden... Birbirinden güzel üç uzun öyküden oluşan kitap ''SES'' adlı öyküyle başlıyor, aşkla ilgili ama bildik aşk öykülerinden başka bir sesle; tema insanın en korktuğu yaşam gerçeği: YALNIZLIK. Belki de hiçbir öyküde karşılaşamayacağınız alçak gönüllülükte bir öykü ismiyle devam ediyor yolculuk; kitap dile geliyor ''BENİM KİMSEM OLSANA'' diyor ve okuyanı yetmişli yılların olaylı günlerinde yaşanan bir aşkın kapısından içeri alıyor. Üç öykü, üçü de başka başka açılardan baksa da AŞK üzerine. Bir sorgu odası... Bu arada kitaba adını veren öykü ''AŞKARAYAN'' sabırsız sırasını bekliyor. Aşkarayan'ın bir kuş ismi olduğunu belki de benim gibi buraya kadar kimse bilmiyor. Garip bir şekilde, sanırım geçmiş zamanlara, köy yaşamına özlemle bu bölüm daha çok dikkatimi çekmekle birlikte, konuya bakışı nedeniyle üzerinde konuşulmayı daha çok hak ediyor. Öykü bir genç kızın aşkı öğrenmesini anlatıyor. Öykünün zamanlaması "mübadeleden önce", çünkü yörede yaşayan Rumlar var. Yani günümüz cinselliği yok kitapta, ama bir şey var derin hissettiren: Erotizm... Kitabın yazın becerisine, hiç ayağımız tökezlemeden öykünün geçtiği yerleri cümleleri yormadan gezdirişine, hatta mevsimi geçmişti ya okuduğumda; Aşkarayan'daki o iki yavuklunun, gecenin karanlığında koparıp yedikleri salatalığın kokusuna kadar burnumuza getirişine tek söz edecek değilim. Hepsi başım gözüm üstüne...ve fakat diyeceğim tam da burada, az biraz içeriği bakımından, hem de kızın yaşına bakıp, cahilliğine vermeden kendi düşüncelerime yer vereceğim... 'Neydi o kızın ettiği öyle?' demeden edemiyor insan; muhtarda ayrı heyecanlanmalar, Ermeni oğlanın getirdiği portakal çiçekleri miydi, evet evet öyleydi... o oğlanda ayrı heyecanlanmalar. Gerçi her kişinin kendisi gibi, kendisi kadar yaşam anlayışı vardır ama yine de diyeceğini demeden, soracağını sormadan edemiyor insan; 'Olmaz olsun...Bu nasıl aşk, bu nasıl sevgi?' diye. Ne bileyim işte, belki de ben yanlışımdır ama kendimi bildiğimden beri bendeki hal böyleydi; bir insan sevdi miydi, gözlerine aşkın sürmesi çekildi, gönlüne sırması işlendi miydi, öldür Allah billahi, azıcık da olsa gönlündeki soğumayı geçtim, başkasını gözü bile görmezdi, görmemeliydi. Dedim ya bu benimle, yaratılışımla ilgili; ona, hani Aşkarayan'daki kıza da yaptıklarını çok görüyor ya da eleştiriyor değilim. Durup düşündüğümde kabul ediyorum, nasıl ki her çiçek kendi kokusuyla var oluyor ve yaşıyor dünyada, insanlar da aynı. Yani farklı farklı düşünüp, farklı farklı hissedip öyle sürdürüyorlar yaşamı...Hele hele sonuçta iyiye güzele ulaştıracaksa deneyimler, mutlaka gerekli... Buraya kadar sizi öfkelendirmediysem sayın Şenol YAZICI, belki birazdan...tabii bu yaptığımı lütfen bir okuyucunuzun dileği olarak algılayın deyip, sözümü yumuşatarak başlamak istiyorum. Konu ise şu; az önce AŞKARAYAN isimli öykünüzün başkahramanına yönelik eleştirilerde bulunmuş olsam da, diğer iki öyküsüyle birlikte okumaktan çok keyif aldığım bir kitaptı bunu bilmelisiniz. Öyle ki, esas kızla esas oğlanın çeşme başındaki buluşmaları, portakal çiçeklerinin güzelliği, kızımızın tuz çuvalını omuzlayışı, aşkarayan kuşu...daha neler neler ve aman Tanrım dedirten son kısmı, hepsi hala gözümün önünde. İşte asıl sorun da burada başlıyor...Özlüyoruz efendim, özlüyoruz. Hasretle bu tür içeriği zengin, duygu yüklü, bizi başka dünyalara alıp götüren kitapları yeniden kaleme almanızı bekliyoruz. Gerçi yaşadığımız süreç herkes gibi benim de bildiğim ama yine de insanız... Belki de ülkemiz edebiyatı adına bir kayıp olarak nitelendirdiğimden olsa gerek, gönül arzu ediyor ki bunca yılın birikimine sahip bir yazar, olabildiğince çok yazsın, edebiyat dünyası ile birlikte biz hayranlarını yapıtlarından yoksun bırakmasın. Ne dersiniz, hadsizlik ediyor, çok şey mi bekliyorum; hem de hayranı olduğum, yetkin bir yazardan? -''...'' Anlıyorum, ne diyebilirim, haklısınız! #zeliş /30 Nisan 2021 _ 03:00

  • BUZDAN KALELER

    Zaman o zaman olsa da boş vermeli; o klasik, altına araba çektiğinde kızlarını mutlu ettiğini sanan babaları...Tercihimiz değil. Biz, ''BUZDAN KALELER'le'' daha çok ilgileniyoruz... Yazarı Şenol YAZICI'nın kitapta anlattığı, okura da hissettirdiği çocuğunun kaygılarına bile duyarlı baba modeli bizim tuttuğumuz Pek çok yazısını bu benim de hikayem deyip öyle...içercesine okuduğum yazarların başındadır Şenol YAZICI... maviADA Dergisinde, zaman zaman paylaştığı kitap önerilerini de aynı şekilde ilgiyle okurum. Konu edebiyatsa, hele yaratıcı yazınsa, titizlikle ürettiği, çok yönlü kültürüyle sağlam dokunmuş yazdıklarıyla örnek alınası bir yazar. Öyle ki; Şenol YAZICI'nın bu özelliği, hem kendi ürettiklerine, hem kurgularındaki duygu/durum işleyişine, hem de dergi okurları için yazdığı, ' Mavi Serencam' da anlattığı, 'yaptığım en güzel şey !' dediği maviADA Dergisine de yer alan eser seçimlerine de yansıyor. YAZICI'nın kimi kitapları 4.baskısını yapsa da on kitabından birini bile internette bulamadım. Resimleri var kendileri yoktu. Kitapçılara da boşuna sordum. Sonunda mucize gibi bir sahafta denk geldim. Hem de dört kitabına birden; Aşkarayan, Bağbozumu, Ada ve Buzdan Kaleler. Buzdan Kalelerin 2. ve 3.baskısı da ayrı ayrı vardı. İkisini de aldım. Sonradan öğrendim nedenini de sahaftan; yazar geçmiş yıllarda İzmir'e bir etkinliğe gelmiş, kitaplarından satın alan kuruluş da sahafa satmış. Gözattığımda okuduğum yazılara benzer dili görmek beni sevindirdi. Sevdiğin tatlıları sıraya koymak gibi aklımca sıraya koyuyordum ama başladığım kitabı bırakamıyordum ki.... Nasıl anlatmalı; hani öyle günlerce elinizde saklayacağınız, her gün on sayfa okunacak türden değil bu kitaplar... Bir sayfasını okurken, diğer sayfasında 'acaba neler olacağını sorgulatan, zaman zaman, okuyanını hiç ummadığı yerlere götürerek, şöyle bir durup düşünmesini sağlayan... isterse 3. Dünya Savaşı başlamış olsun, ille de umut diyerek taraf tutan, belli bir birikimin varlığını ustalıkla ve incelikli bir dille açık eden, yüksek sesle söyleyen eserler.... Hele AŞKARAYAN... Nail Uyar'ın o kitabın tanıtımı için yazdığı kadar varmış... Şimdi dönüp baktığımda bana öyle geliyor ki, edebiyata yıllarını vermiş olan Şenol YAZICI'yı tanıyıp eserlerini okumasam, yirmi yıldır süren maviADA'yı niteliği bozmadan yaşatma uğraşına ve yazılarında değindiği hayat mücadelesine tanık olmasam, benim gibi bir edebiyat ilgilisinde çok şey eksik kalırdı. Ben ve benim gibi, sayısız yazarın yolunu ışıttığını bilmem bir yana, yazdığı kitaplardaki üslubunun renkliliği, her tür yazıya hakim olan yazın becerisi, gerçeğe yaklaştırıp elle tutulur, ruhlarda yaşanır kılan bir hayal gücü...okurunu dağ bayır gezdirdikten sonra ılık bir yel estirip düze, ovaya tüy gibi hafifçe bırakışı...sanatın tüm kollarına gereken kadar hakim, bilgi sahibi Şenol YAZICI'nın, kitap kurgularındaki farklılıkları dikkate alındığında, oldukça geniş bir vizyona sahip olmakla birlikte sözcüklerin en iyi dostu olduğunu kim inkar edebilir ki! Sahi dünya bir yana, çocuklar bir yana dediğimiz o beyaz sayfayı açıp baktığımızda sorarım size; kaç yazarın aklına gelir kızının günlüğünü kitaba dönüştürmek, o günlüğe ve sevgili kızının hayallerine ölçülemeyecek, ölümsüz bir anlam yüklemek? Bence, Buzdan Kaleler'in en önemli özelliklerinden biridir; bir çocuğun bakış açısından dünyayı, yaşanan acı tatlı hatıraları, dozunu aşmadan, iyisiyle kötüsüyle bulunduğumuz ülke ve toplum koşullarını, hoş olduğu kadar arı bir dille okurlarına ulaştırıyor oluşu...Tıpkı bir ressamın küçük bir tuvale, pek çok duyguyu sığdırması gibi, pek çok yaşanmışlığı, anılar içinde acıları barındırıyor olsa da, aşılmasından duyulan o tatlı hazzı ruhlarımızda samimi bir dille canlandırması... Buzdan Kalelerin bu özelliklerini düşündüğümde, gönlüm tüm ebeveynlerin mutlaka okumasından yana ister istemez ısrarcı oluyor; hatta belli bir yaşa gelmiş çocukların da...keşke! Biliyor musunuz sevgili Şenol YAZICI, Buzdan Kaleler isimli kitabınızı elime aldığımda, sonbaharın o ılıman havasının çetinleştiği, kış aylarındaki gibi bir soğuğun, rüzgarın sesinin iyiden iyiye yükseldiği günlerden biriydi. Fakat kitabınızın sayfalarına, bir çocuğun yaşanmışlıklarından derleyerek teyellediğiniz hayaller; öylesine samimi, öylesine sıcak bir aile ortamını soluttu ki , okurken ne soğuğun, ne rüzgarın yükselen sesi ilişebildi ruhuma...Buzdan Kaleleri ismine tezat yüreğimde eksilmeyen bir sıcaklıkla okudum desem, sanırım eksik bile söylemiş olurum. Öyle ki; küçük bir kız çocuğu yaşıyordu kitabınızda, gerçekten yaşıyordu ki kalp atışları hala avuçlarımda...büyüme evrelerine şahitlik ediyorduk onun ve zaman zaman yaşından büyük açmazlara düştüğü oluyordu...O minik ellerinden tutmak ya da; yanağına bir buse kondurup güç vermek istiyordunuz ister istemez. Bazen de çok mutlu olduğu anlar yüzünde onlarca güneş yaratıyordunuz parmak uçlarınızın harflere ilişiyle; o anda kollarımız kanada dönüşüyordu...saklamak, kimsenin çalmasına fırsat vermemek için bir çocuğun mutluluğunu... Büyüklere dediği, oldukça anlamlı bir masaldı ''Buzdan Kalelerdeki'' o çocuğun anlattığı...MAVİ bir masal, babasının; Şenol YAZICI'nın kutsadığı... Teşekkürler Şenol YAZICI. En yakın zamanda AŞKARAYAN'ı yeniden okuyup gene geleceğim.

  • Haydi Umuda

    “Hadi geri gel yüreğim; İçimdeki çocuk, uyan!” Uyandı içindeki çocuk karanlığa. Öylece baktı, düşlediklerinden ayrıksı bir yaşama. Dört yanı sisti, dört yanı kapkara. Uzatıyorsun avuçlarını, yüreğindeki karanlık ne denli koyu olursa olsun, yıldızyağmurlarından pay almaktasın. Hüzün kokan şarkıları susturuyorsun. İçindeki çocuk karanlığı yırtarcasına fırlayıveriyor. En parlak yıldızda gözün, dilek tutacaksın; biliyorum. Yorgun takvim yapraklarını birer birer aralıyorsun. Savurduğun her yaprakla kurtuluyorsun kamburlarından. Nasıl da hafifliyorsun; yüzüne yayılan gülümseme, gözlerinde konaklıyor. Dileklerini gülümsemene yüklüyorsun. “Ayakların, al kanatlı midilli, Yaşın, kırk bilmem kaç olacak değil ya, Bir insan parmaklarıyla El ayak sayılır ömrün, Varsay ki, o çağdasın”. Büyümek istedin hep, ama şimdiki dileğin bu değil. Bir daha küçülemeyeceğini biliyorsun artık; büyüdükçe karanlıkların koyulaştığını da… “Hadi geri gel yüreğim. Dört yan kör, kral çıplak. Bir sen görürsün, bir bilen sen. Yeter mi yüreğin?” Karanlık sözcüğünü bile duymak istemiyorsun, oysa. Çevrendeki, ülkendeki, dünyadaki karanlığın yüreğindeki aydınlığı boğduğunu, kazanımların birer birer yok olduğunu, her gün koşarak geriye gittiğini; ekranları ölü çocuk gözlerinin kapladığını; ülkenin ve dünyanın pek çok yerinin kan, ölüm, bilgisizlik bataklığında boğulduğunu biliyorsun. Rüzgârlar geliyor usuna. ‘Bazı insanlar rüzgâra karşı yüzmek zorundadır,’ diyen dost bir ses yankılanıyor kulaklarında. Kulaçlarını arttırıyorsun. “Aziz bir su parçası ol, Ada ada, dal dal, Yayılsın en enginine gönlün. Göz kırparsa kötülük, çelik bir duvar kesil, Öyle mavi kal” Karanlıkta bir yıldız olmayı diliyorsun yeniden, mavilikte görünmesen de; bir de hep çocuk kalmayı. “Uzun kirpiklerini akıtarak, Yüzün nasıl olur bilir misin, o an? Kaşların altından öyle ıslak ıslak, Bin yıl öper yüreğinde yüzünü insan, Öyle bak.” Rüzgâr şiddetini arttırıyor sen de kulaçlarını. Yüreğinde sevdaya benzer ne varsa süpürüyor. Çiy taneleri doluyor gözlerine; aldırmıyorsun. Yüzündeki yıldız ışıltısı apak bir yelken şimdi; umuda yüzüyorsun. “Yettir! Uyan içimdeki çocuk, Uyan, öyle bak!” Uyandı içindeki çocuk karanlığa. Yıldız yıldız ışıktı bakışları. Uyandı, baktı öylece, parıltısını korumaya çalışarak. * Aralık 2009, Eskişehir yn: Tırnak içindeki dizeler, Şenol Yazıcı’nın “Hadi Geri Gel Yüreğim” adlı şiirinden alıntıdır.

  • Her Hafta Bir Dergi -29

    maviADA 29.SAYI Bahar 2013 * dosya: ANADOLU DERGİLERİ * OKUMAK İÇİN RESME TIKLA maviADA GÜNCESİ Cehennemi bir zemherinin son günlerinde, karın içinden inadına başkaldıran bir kardelene tutunmak… Onsuz geçen birkaç saatten sonra içilen ilk sigara tadı… Ruh ikizine denk gelmeden geçen bir aşksızlık nadasının kıraç toprağına düşen ve kanatsız periye dönen karşı cins… Yalansa yalan, ne güzeldir ama… İnsan ruhu özlediğini, emek verdiğini seviyor, görünen. Belki böylece kendi isteklenişini, direnme gücünü üretip zora karşı koyuyor ve yarını üretiyor. Öteki türlü her şeye bir mirasyedi aldırışsızlığıyla bakıyor. Oysa birkaç yıldır kış görmedik ki baharın yüklenebilinecek anlamı ve insanı aşk denilen sevimli deliliğe yükselten tadı olsun. Onu da hazırdan, dahası işportadan alıyoruz artık, şansa. Oysa aşk emektir. Bu hal herhâlde tüm yaşamımızı etkileyecek bir sürece dönecek. Deri değiştirir gibi ruhlarımız da küresel ısınmaya uyum sağlayıp değişmezse, bir kiraz çiçeğine sevdayla bakan o “güzel insanları” çok ararız geliyor bana. En başta aşklar olmak üzere, tüm yaşam bir “fast food” kültürüne dönerse şaşmamalı. Artık kim kendini yorar ki “Genç Walter’in –öldüren- Aşk Acılarını” anlamaya? Tanıdık işaretleri görmeden bahar olunca, dahası kış boyu bozuk bir baharı yaşayınca başlamak gecikti, bilinçle verdiğimiz aralar dışında belki de yayım hayatında ilk kez on günlük rötar yaptık... Yokluğu olmayan hayatın iftarı da öyle baş döndüren bir iştahla olmuyor demek ki. Yeni işaretler yaratmalı ya da oldurmalı. Mevsim diye bir şey mi kaldı ki biz mevsimlik dergi yapıyoruz? Bunu yeni süreçte değerlendirmeli. Öyle bir yanımız yok mu bizim? Belki alışır, gene güzelleşiriz. Edebiyat bir eğretileme ve ad aktarma sanatı, bilirsiniz. Böylece sıradan sözcüklerin basit anlamları okuru akıllı ve keşfeden role sokarken, yapıt da çok katmanlılığa, yani sanatsallığa ulaşır. Şimdi yaptığım da bir tür o. Ama diğer söz sanatlarını dışarıda mı tutmalı? Gecikmeye “güzel sebep” buluyorum aslında, mevsimlere değinip. On bir yıldır yaptığımız derginin her sayısı, bize sorarsanız, ayrı bir güzeldi, ama ben, Cengiz Aytmatov’la birlikte yaptığımızdan sonra en çok bu sayıyı sevdim. Dopdolu bir dergimiz var elimizde, derginin ne olduğunu ocaktan anlatan. Yine yeri kalmadı, giriş yazıları dışında bana bile yer kalmadığını gördüğünüzde yazısı dışarıda kalan dostların küsmeyeceğini tahmin ediyorum. Gecikmemiz de ondan, güzellik kolay oluşmuyor. Sağ olsunlar, kimler katılmamış ki? Bu alanda otuz beş yılla bir rekor kıran Öğretmen Dünyası’nın dünkü ve bugünkü yöneticileri; Zeki Sarıhan, Nazım Mutlu, Sivas yangınından kıl payıyla kurtulan ve 2010’un edebiyat ödüllerini toplayan Hidayet Karakuş, maviADA’nın ilk kurucu kadrosunda yer alıp tüm konuşmalarımızda en dinamik üyemiz olan, bugün seksenini aşkın bir delikanlı, Edebiyatın duayenlerinden Nadir Gezer, dergimizin kadim dostu Öner Yağcı, “Vatansız bırakılan yazar “ bildiğimiz, ne var ki annesi Nuşin Kavukçuoğlu’nun aralıksız olarak otuz yıl Eflatun adında aylık bir sanat-edebiyat dergisi çıkardığını kendisinden ğrendiğimizden bu yana, bakış açısına göre dergizede ya da dergizade sayıp benzerlikle gururlanacağımız Deniz Kavukçuoğlu, GÜNÜBİRLİKLER kitabını iki günde eleyip günümüz dergiciliğine iyi biçilmiş elbise gibi aynen uyan yanıtlarını derleyip konulu bir CEMAL SÜREYA söyleşisi gerçekleştiren Fadime Karoğlu, hepsini yazsam buraya sığmayacak daha birçok dost dergimize emek vererek bizi onurlandırdı. “Gençlik” dosyasının çok ilgi göreceğini düşünüyorduk. Ne var ki başka bir gerçekle yüzleştik. Bu en tehlikelisinden bir konuymuş ve sessiz bir otosansürle geçiştiriliyormuş.Kendi siyasetinizin adına övgüler düzmekte bir sakınca yoktu, ama sorgulamak… daha neler? Gençlik bu ülkenin günah keçisi, her grup yetişkinlerin yanlışlarının has silicisi, zor zamanlarda kullandığı fedaisi olmuş, ama çoğu kez disipline edilmek uğruna barış zamanlarında sıkısından gemlenmişti. Hayatını seçme, yakışan eteğini giyme, hatta okulunu, hatta oy kullanmasını, hatta eşini seçme hakkını çok görüyorduk, hata yaptığında yaşını büyütüp asıyorduk, ama ülkeyi kurtarmasını bekliyor, karşıtlarımızı korkutmasından gururlanıyorduk. Şimdi biz doğruları yazarsak, uyanacaklardı, olur muydu? Ola ki yarın o gençliği bizim de kullanmamız gerekebilirdi ele güne karşı, bu nedenle çok kurcalanmaması gereken, zülf ü yâre dokunmadan geçiştirilmesi gereken bir konuydu. Yoksa maazallah birileri kalkıp ihaleyi gençlere kesiyorsunuz, ama onları gaza getiren, harçlık bulamayan çocuğun cebine silâh parası sokup sırtını sıvazlayan kim, cepheleri açıp katılanı yükselten kim, diye derdi. Verin 12 Eylül öncesinde birbirini öldüren 5000 gencin hesabını, der mi derdi. Bakarsın sorgu Sarıkamış’ta dondurulan 94.000 çocuğun hesabını sormaya bile uzanırdı. Oysa ölenler birileri adına kahramandı ve tarihte yerlerini almışlardı, zaman zaman da dönemine göre itibar iadesi yapılıyordu, geride kalanlar sırasını beklesindi… yetmez miydi? Neyse, huzurumuzu kaçırmayalım? Yine de Niyazi Uyar’ın dosyaya gelen öyküsü görmeyi bilene yeterince çok şey anlatacak bir öykü, okumanızı öneririm. Tabi yaşayan edebiyatı, gerekse geçmişi günlüğüyle bize taşıyan başta Zühal TEKKANAT, Bursa’yı yeniden gördüren Hande BABA olmak üzere öteki yazı ve şiirleri de beğeneceksiniz… Hayko Cepkin söyleşisinden söz etmeye bile gerek yok. İlginizi tahmin ediyorum. Sessiz sedasız bir geleneğe döndürmeyi amaçladığımız maviADA SANAT YARIŞMASInın ilk aşamasını tamamladık. Hatta bu sayıya özgü bir kapak yarışması bile yaptık ve ön ve arka kapağı katılımcıların 1. olan resimlerinden tasarladık. Acemiydik, kaygılarımız vardı, ama sorunsuz bitirdik. Başlangıçta maviADA 2013 herkese açık tuttuğumuz yarışmayı, sonradan kirletmeye yönelik yorumlar almaya başlayınca sınırladık, bazılarını juriden dışladık, jurileri yeniden yapılandırdık. Salt maviADAlıların katılacağı bir yarışmaya döndürdük, ama önceki duyuruya göre yapıtını hazırlayıp göndermiş olana da kıyamadık, kattık. Değerlendirmeyi ve sonuçları bu sayıda yayımlamayı düşünüyorduk ama gelen yapıt sayısı hayli çok olunca başa çıkamayacağımız görüp erteledik. Elbette öğrendik de… Katılımcılara teşekkür ediyor, sonraki yarışmalara da bekliyoruz. Gelecek sayımızın dosya konularını da belirledik: Bir sanatçı olarak ürettiğimizle yaşadığımız arasında ilişki; YAPIT ve BİZ 1. Dosyamız… İkinci dosyamızsa sanatın kadim bir konusu: Sanat ve Siyaset… İlişkisi… Elbette türlü açılardan bakılabilir, kimse benim gibi düşünmek zorunda değil. Yazılarınızı 15 Haziran’a değin bekliyoruz. Katılım tarihini önemsiyoruz. Önümüzdeki günlerde etkinliklerimiz var, herkesi bekleriz. Kalabalık çoğu zaman gürültüdür, işlevdir önemli, bilmiyor değiliz, gönlünüz yoksa gelmeyin, ama uzaktan kalabalık iktidardır. Siz anlarsınız. 28 Nisan 2013 ‘de Saat 15.00-16.30 maviADA, İstanbul ATAŞEHİR’de Sanat ve Siyaset Yönetim: Zühal Tekkanat Şenol Yazıcı / Öner Yağcı Koordinatör: Aydan Ay Ataşehir Belediyesi / Novada AVM Etkinlik Salonu / ATAŞEHİR /İSTANBUL BİLGİ TEL: 0532xxx4703 ETKİNLİK 2: 8 Mayıs 2013, Saat: 16.15 - 17.00 maviADA ULUSAL TV “kitap aşkı” Öner Yağcı Yönetimi Programda: KONUŞMACILAR: Şenol Yazıcı, Ayten Mutlu * Nöbete kalmış fenerler gibiyiz, hep buralardayız, YAZa da bekleriz. …Ve kuşkusuz yaşam, ne DÜN ne YARIN değil, sadece ANdır, değeri bilinmeli; yazıktır, bir dahakini görmeyenlerimiz bile olacağını düşünüp BAHARa hakkını vermeyi unutmayın. Elbette can sizin, BAHAR da… Bizimki laf ı güzaf. Şenol YAZICI , bahar 2013

  • BAĞBOZUMU

    BAĞBOZUMU Yazar: Şenol Yazıcı Yayın: Ada Kitap. Roman, 2006 / 222 S, İstanbul Günümüzün teknolojik gelişmelerinin sunduğu seçenekler içerisinde okumaya yazmaya öylesine az bir sürem kaldı ki; ne yeni yazarları ne de yeni kitapları izleyebiliyorsunuz. Bunun acı sonuçlarını da marketlerde, kaldırım kenarlarında, sokak sergilerinde satılmaya çalışılan kitapları gördükçe yüreği eriyerek duyuyor has okuyucular. Çözüm düşündüğünüzde de; çok mu yazılıyor/yazılan okunmuyor mu/İnsanlar kitaba para ayıramıyor mu soruları takılıyor usunuza. Nedeni ne olursa olsun, bir kitap okumama yanlışı denli de kitap kirliliği var orta yerde. Bir gün bir dergide yazısı yayınlanmamış yazarın beş tane kitabı dolaşıyor ortalıkta. Bilgisayar ve tıpkıçekim kolaylıklarından yararlanarak her yazdığını sanan kendi kitabını basıyor. Kitap kirliliği yapmak istemeyen yazın emekçileri bakıp kalıyor olan bitene. Böylesi ortamda okuyucunun seçmesi, iyi kitaba para ödemesi de zorlaşıyor. Gerçekten iyi yazılmış kitaplar da arada kâğıt fabrikalarına gidiyor. Okuyucuya ulaşamayan değerli kitabın yazarı da yazmaya küsüyor. Her yazar paranın, reklamın, özendirmelerin(Promosyon), sponsor( Yüklenici) un korumasına girmek istemiyor. Böyle karamsar bir günümde tanıştım Şenol Yazıcı’ nın Bağbozumu romanıyla. Bulanık sudan balık yakalamak örneği ulaştı elime Bağbozumu. Okuma, tanıtma, inceleme karmaşamda bir Bağbozumu. 93 Savaşı’ndan günümüze, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne aktarılan toplumsal kırılmalara yazarın verdiği bir imge BAĞBOZUMU. Bağ bozulur, geriye kalan yürekler acısı bir görünümdür içimizi dağlar, bağın yeniden görümlü görkemli olması için uzun emek ve sürem ister, tam bağ güzelleşirken yeni bağ bozumu gelir, bağın ürünü toplanır,işe yaramayan her nen kurda kuşa yem olur.Yazar bizi bu sürem içinde yaşadığımız toplumsal acıların nedeni ve niçiniyle yüzleşmeye çağırıyor. Çağırırken de, günümüze değin bize okullarda,medyada, söylenmeyenleri insancıl bir değerlendirmeyle sunuyor. Bize yanlış öğretilen çok nenin ardında söylenmeyen, söylenmesinde bir takım insanların çıkarlarının saklandığını ama bilinmesinde gelebilecek bağbozumları yaşamamak için bilinmesi gerekenlerin olduğunu söylüyor. 93 Savaşı’ndan Kenan Kırımı’na değişik bağbozumları anlatıldığından her bölümde bir başkişi öne çıkarılmış ama Yusuf tüm bölümlerin başkişisi durumunda. Direnişin, iyinin, kötünün, cesaretin, korkaklığın, acımanın, acımasızlığın, Kafkas halklarındaki arlığın(!),dinlerdeki öldür(me)me kavramının düğümlendiği, yoksullukla boyanmış tipidir. Babasından torununa uzanan bir baş kişiler dizisinin de imgesidir. Yusuf’un babası Rum papaz, anası Gürcü Müslüman köylü, kızı geleneksel Karadeniz töresini uygularken torunu devrimcidir. Yeğeni Faşist, ama birbirinin ipini çekecek denli de acımasız. Gümüşhane dağlarında ölüp kalan kaçakçı ile sokaklarda dilenen yaşlı kadının torunu devrimci hukukçu olma yolunda ölürken, tek mermisi kalan kişinin anarşist olamayacağını söyleyen yüzbaşı da insancıl bir subaydır aslında. Bizim daha iyi bir yaşama biçimine ulaşmak için giriştiğimiz her sınıf atlama girişimimiz, bizim üstümüzün izin verebildiği dendedir. Aynı dağlarda, ovalarda yan yana yaşayan değişik dili konuşan ve değişik inançları olan insanlarının da yaşamdan bekledikleri bunlara benzer ülkeler gibi, emek harcamadan yaşamayı yeğleyenlerin çıkarlarına dokunulmadıkça da Bağbozumu’na gerek yoktur. Bozulan bağlardaki kökler yeniden filizlenip meyve vermeye başlarsa kesmek, daha acımasız budamak ya da yeni bağlar kurmak gerekir. Kemalizm, bozulan bağdan umudu kesen kalkın oluşturduğu yepyeni bir bağdır ve değişik ağaçları da barındırarak gelişir. Ne erik, ne üzüm, ne gül bağıdır, her güzel biterin bağıdır. Bitenlerin hoş kokusu ve değişik ürünleriyle uğrunda ölünendir. Yurttur, yaşama alanıdır, varlık nedenimizdir ve yaşamalıdır. Roman; bağbozumu, başkaldırı, hüzün ihanet, her son bir başlangıçtır, direkleri üzerine kurulmuş sağlam çatılı bir konak biçeminde kurulup örülmüş. Bağbozumu; Dede Yusuf’un yaşamını anlatırken, Güney Kafkasya insanının da yaşama biçimini verir okuyucuya, Kaçakçılık, yapma tabanca ticareti, bağnazlık, acımasız toplumsal töreler, baskılar, kadın üzerinde uygulanan öldürücü güçlerin olumsuzluklarında bir yoksul aile. Kızı, anlatılmaz biçimde kendini öldüren dedenin, torununu büyütme ve okutma kavgasıdır anlatımın özü. “ Kimseyi öldürme, öldürdüğün baban olabilir.82y.” Başkaldırı; Dedenin, Sümela manastırı yöresindeki halkların, giderek torunun, kendilerine dayatılanları yaşamamak uğruna başkaldırılarını anlatır. Geriye dönüşlerle, katmanlı anlatımlarla, Balkan, Anadolu, Kurtuluş Savaşı, ırkçı ve dinci ayaklanmalar, Sevr dayatmaları, Rum, Ermeni, Kürt Devleti beklentileri, Dersim, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül bağbozumlarının neden ve sonuçlarındaki yanılgılarımız da irdelenmesini gerçekleştiriyor. “Hoşça kal sevgili.143y” Hüzün ve İhanet; Her dönemde yan yana yaşayan insanların, daha iyiye ulaşacağını umarak başladığı her başkaldırıda bağbozumuna uğramasının nedenleri arasında inandıklarına ihanet eden insanlar ve gelişmeler açılıyor. Babasına, eşine, dinine, halkına, akrabasına, sevgilisine, arkadaşına, düşüncelerine, inançlarına, inancı için girdiği savaşıma ihanet eden olay, olgu ve insan örneklerinden dudaklarınız uçukluyor. “ Dedesi bu düzlükteki kilisenin keşişiydi.” Her son bir başlangıçtır; Bağbozumlarının toplamdan kalanların Kenan Kırımı günlerinde yeniden Bağbozumuna uğramasındaki katlanarak çoğalan ve karmaşıklaşan neden ve sonuçları irdeleyerek; kan dökmek en çabuk meyvesini veren bozumdur diyor. “ Ne kadar güçlü olursa olsun aslanın leşi, er geç karıncaya kalır.219y.” Anlatım üçüncü tekilden, betimleme, yer yer öyküleme biçimlerinde anlatılır. Konuşmalar olay ve kahramanların durumlarına uygun kısalıkta, vurgulamaları ve anlatıma yükledikleri tamamlayıcılıkla ilginç, anımsamalarla ve iç konuşmalarla da ülkemizin sivil tarihi yazılmaktadır. Gidiş gelişlerle Cumhuriyet tarihini, Kemalizm’in özünü ve devrimlerin algılanışını sezinlerken, dönemde yaşanan ilginç ayrıntıları da yakalamak olasıdır. Sürem ve uzam ilişkilerinden baktığımızda, Güneykafkasya- Karadeniz, Sümele Manastırı noktasından Anadolu’ya, Balkanlar’a, Ortadoğuya tutulmuş bir ışıldakta çok nen görebilirsiniz. Anlatımda okuyucunun da tamamlamasını beklediği sıçramaların bilerek yapılmış olduğu duygusunu edindim. Dil konusunda yazar görüşlerini(85,86y) yanalda açıkça ortaya koyar, ama alışkanlıktan olsa gerek; (mesele, hissetmek, müthiş, emsal, sempati, sebeplenmek, ummaz, bedava, millet, muhabbet, melun, tercih,emanet, ihtiyaç, hesap,ihbar,şikayet, ihanet,memnun itibar, tuhaf, anormal, dair, felaket…vb..” sözcüklerinden de yakasını kurtaramaz. Bölgesel sözcükler (taraba, zozof, kostel, parhana, sirhan, gendime, sarender, kelif, minzi, hartama, komar kofulu, mora, zibilanke, harak) okuyucunun tümcenin gelişinden anlamasına bırakılmış. (nen, dende) sözcükleri yerine oturmuş, yazardan iğreti alarak kullandım. Rıfat Ilgaz, H.izzetin Dinamo ve Sezai Sarıoğlu anlatımlarıyla tanımaya çalıştığım bölge diline daha da alışmaya başlamamı sağlaması açısından yararlı olduğunu da söylemeliyim. Soyutlama, anlam kayması, imgeler ve simgeler anlamı ve gizemi tamamlıyor. Açık, katmanlı ve geriye dönüşleriyle çağrışımları ve açıklayıcılıklarıyla olgun bir anlatıma ulaşılmıştır. Olayın kurgulanışından, anlatım ustalığından ayrı bir okuma tadı aldım. Jorge Amado tadını Karadeniz ıslaklığı, kokusu ve yeşilliğiyle duyumsadım. Karadeniz’in en kuzey doğusundan bakılarak görülebilen, Pontus Rum düşlerinin ve devrimci görüntülerinin siyah beyaz anımsanan izlerini aktarıyor kitap. Ucuz kahramanlık öykünmeleriyle anımsatılacak Kenan Kırımı yazması Bağbozumu günleri yaklaşırken, gündeme taşınmaya çalışılan bölgenin, kolbastının, yer adlarının anılmaya çalışılmasında amaçlanan yeni BAĞBOZUMU’ nun anlaşılmasında açkı olacaktır sayın Şenol Yazıcı’ nın yazdıkları. Romanın has okuyucuyla tez buluşması ve değerini bulması dileğimle. 25 Ağustos 2009 / Ödemiş

  • Bir Çağ Yangını:Bağbozumu

    Bağbozumu (Bağbozumu, Şenol Yazıcı, roman – Ada Kitap, İstanbul, 2006) A nadolu’nun kırılgan coğrafyasının bize bıraktığı en derin yara nedir? Şenol Yazıcı son romanı “Bağbozumu”nda buna yanıt arıyor. Doğu Karadeniz’de başlayıp biten, hepsi birbirine bağlı öykülerle kurgulanmış bu roman, Anadolu’nun son 100 yılda yaşadığı acımasız deneyimin tanıklığını yapmakta.Bu tanıklık, Yazıcı’nın dilinde daha yakıcı, hüzünlü ve şiirsel bir anlatıma sahip. Osmanlı devletinin son deminde, Anadolu halklarının çaresizce düşürüldüğü karabasan, devamında cumhuriyetle birlikte gelen değişim ve yakın tarihi şekillendiren sancılı dönemler, romanda can bulan kişiliklerin yaşam öyküleriyle daha da sarsıcı bir “ağıt” a dönüşüyor. Nedir peki bu ağıta neden olan yara? Dünya savaşına katılarak, Anadolu’nun kaderine kanlı bir yol açan bu yara, kuşakları savuran, yakın tarihe kadar uzanan bir trajediye dönüşmüştü. Yusuf, Gökçe ve diğerlerinin yaşadıkları bu trajedi, romanda kanlı canlı anlatımlarla okuru da içine almakta, kendi tarihini sorgulamaya yönlendirmekte. Kırılgan bir coğrafyanın doğurduğu kırık dökük yaşamlar “Bağbozumu”nda Yazıcı’nın şiirsel diliyle daha da belirginleşmekte sayfalar ilerledikçe. Y azıcı belki de bilinçli bir tercihle, aslında çok kapsamlı ve uzun soluklu olabilecek bir romanı kısa tutmuş. Bu tercih, çok kısa sürede okurun romana yoğunlaşmasını da beraberinde getiriyor. Seferberlik yıllarından, yakın dönem tarihine uzanan bu yoğunlaşma, kurguda da ileri ve geri gidişlerle romanın bütünlüğünü korumakta. Her kahramanın yaşamı kendi içinde bir roman oluşturabilecek iken, bir bütün halinde ve bağlantılı olarak tek bir romanda hayat bulması ayrı bir başarı. B ağbozumu, Anadolu gerçeğini anlatırken bugün dahi hatırlamakta güçlük çekilen, hatta zaman zaman tabu olarak görülüp, konuşulmayan acı yaşanmışlıkları, emperyalizme piyon edilen halkların birbirini boğazlamasını, mübadeleleri, çok partili sisteme geçişten yetmişli yılların siyasi karmaşasında savrulanları çarpıcı şekilde yansıtabiliyor okura. Okur ise, bir zamanlar bu ülkede yaşanmış olan ve hiç biri kurgu olmayan öykülerin boğucu atmosferine kendini bırakıyor. Burada ifade ettiğim kendini bırakış yanlış anlaşılmamalı, tam aksine bu bırakış, okuru diken üstüne, gergin ve huzursuz eden bir teslimiyet olarak düşünülebilir. Elbette ki, Bağbozumu gibi konusu ve anlatımı çarpıcı, trajik öyküleri işleyen bir yapıttan bu beklenir. Çünkü elinizdeki roman, yaz tatilinde hafif okumalar için hazırlanmış, kaba tabirle “çerezlik” bir edebi yapıt değil. Son yüzyılın acı geçmişini okurla paylaşan bu roman bu trajediye, bu hüzne ve bu yitişlere onları da ortak etmeliydi, ediyor da.. G ünümüzde de sınırların değiştiği, aynı coğrafyayı paylaşan halkların büyük güçler arasındaki nüfuz kavgasında birbirine girdiğini gördüğümüzde, Bağbozumu’nda yaşananları daha net anlayabiliyoruz. 20. yüzyılın başlarında Doğu Karadeniz’de yaşanmış bu emperyalist kavga, bugünlerde bir başka Doğu Karadeniz kıyısında da yaşanmakta. Bağbozumu, halkların eline tutuşturulan bıçakların açtığı yaranın romanı. Bu yara kim bilir hangi diyarda, hangi coğrafyada, kitabın çok çarpıcı cümlesi, “Öldürme! Öldürdüğün yakının olabilir” ile kanamaya devam ediyor... Ağustos 2008 / Akhisarÿ

  • Rengin Romanı:BAĞBOZUMU

    Şenol YAZICI * BAĞBOZUMU _ Roman ADA Kitap _ Ekim 2006 İstanbul * BAĞBOZUMU, Şenol YAZICI'nın 2006'da ATP Yayınlarından çıkan bir romanı. Ülkemizin son yüzyıla damgasını vuran cumhuriyetin kuruluşu, mübadele, 60 İhtilali, kanlı siyasi olayları...fon olarak alıyor. Karadeniz'de yaşayan bir Rum genciyle, bir Müslüman kız arasında başlayan olanaksız bir aşk öyküsü üzerine kurgulanmış, kendi içinde şifreleri olan 188 sayfalık bir kitap... Bende ise, uzaktan bakınca rengin romanı hissini bıraktı; ama her rengin: İyinin ve kötünün... * Kısmet işte, belki eğitim hayatım sırasında, akademik takvimime denk düşen günlere çarpı atarken kesişmedi yollarımız ama olsun, yaşam başlı başına bir okul değil miydi zaten! Hele edebiyata ilgi duyuyorsanız maviADA gibi ehil bir edebiyat dergisine denk gelmek talih kuşu... Benim için öylesine özel bir yere sahip maviADA Dergisi, öylesine okul sıcaklığında ve yetkin bir edebiyat atölyesi. Mimarını ise eminim tanıyorsunuz...Yıllarca edebiyat öğretmenliği yapan, pek çok baskısı yapıldıktan sonra, şu anda yok satan on bir tane de kitabın yazarı Şenol YAZICI. Şenol Yazıcı yazıp üretmek bir yana, yazarlığa gönül vermiş pek çok kimseye emeği geçmiş... edebiyatı, kitapları sevmiş ve sevgi emek diyerek elinden ne geliyorsa fazlasıyla yapmış, yapmakta. Bir bahçıvan gibi çiçeklere gerektiği zaman gerektiği kadar su vermiş, büyüyüp serpilsinler diye üşenmemiş güneşi çağırmış. Uğradığı düş kırıklıklarının yerini umutla yamamış. Yaşama, ille de insana dair beslediği umudu, kendine olan sarsılmaz inancıyla sırlamış. Gördüğüm, bu yama ona ayrı bir bilinç düzeyi katmış. Zaman kaybetmeden sayfayı çevirmiş...Elinde özenli, yüreği incelikli, eğilmez bir kalem, sırtını aklına, bilgiye yaslamış, yine kitaplara, yine edebiyata sarılmış. Kitaplarını sahaf sahaf gezinip bulduktan sonra sıraya koydum ama okuma sıralamasında en sona kalandı Bağbozumu. Belki öteki kitaplarına göre daha hacimli olmasından... Okumaya başladığımda gördüğüm anlatım ve hayal gücü zenginliği her zamanki gibiydi; sıcak, samimi, kusursuz olduğu kadar yansız, insani ve rengarenk. İğneyle ince işi olanlar bilir, nasıl zorludur ... İşte Bağbozumu' da öylesine bir ince işçilikle dokunmuş. Romanı doğasıyla bütünleştiren, eşsiz bir örnek. Anadolu'ya, özellikle Karadeniz'e özgü pek çok sözcükle sık sık Bağbozumunda buluşmamdan söz ediyorum. Şu betimleme örneğine baksanıza; "Acımasız, uzun zemheriden sonra gelen bahar, şimdi rengarenk kanatlı dev bir masal kuşu olmuş, almış başını, üstünden geçtiği her şeyi bin bir renge boyayarak, Zigana boyunca denizden yukarıya, dağlara uçuyordu. Artık leylekler dönüyordu. İki yandan, kadife gibi gür ve parlak bir yeşille göklere yükselen yamaçların tam üstünde, mavi göğün içinde güneş altın bir top olmuş dönüyordu. Bahar, kuzukulağı, zibilankesi, tomarası, patlayan tomurcuğu, gümbür gümbür çiçeği, deli yeşili, mutlu ötüşlü kuşları ve o muhteşem çılgın telaşıyla geleli çok olmuştu. Uzun yağmurlar da azalmıştı. Yine de, vadinin iki yanından duvar gibi yükselen dağların dorukları, güneşin altında bir gelin tacı gibi parlayan karlarla kaplıydı. Deniz kıyısından Zıgana'ya değin uzanan, en geniş yeri beş yüz adımı geçmeyen dar vadinin orta yerinden yılan kavi akan küçük dere, eriyen kar sularıyla iyice doygun, kirli bir sarılıkta yatağını zorlayarak köpürüyordu. Çok gitmez, iki yanına dizilmiş çok eski zamanlardan kalma gibi duran kulübeleri, dükkânları da kaplayarak geçit vermez duruma gelirdi." " Zekeriya SAKA, KIYI Dergisinde; "Şenol YAZICI'nın bu kitabı, Karadeniz'e, ülke tarihine, sosyolojiye , psikolojiye... ışık tutan bir roman.." diye not düşmüş üzerine... Hoş bir karşılaşmaydı. Yazar başından sonuna, ipek böceği örneği bilenmiş sabrıyla nasıl örerse kozasını öyle, karınca nasıl usanç duymadan çalışırsa öyle kurgulamış Bağbozumu'nu. Doğru ya öyleydi, Ernest HEMİNGWAY'in söylediği; ''Bir romanın gücü, yazarın en iyi bildiğini okura başarılı bir şekilde aktarmasından gelirdi.'' Hal böyle olunca da Şenol YAZICI, çok iyi bildiği Karadeniz'e götürüyor bizleri. İşlek kaleminin bıraktığı izleri takip etmemizi sağlayarak, köşe bucak gezdiriyor...Öyle detaylı, öyle masalsı bir anlatıyla gezdiriyor ki doğduğu, ilk doyduğu, oyunlar kurduğu toprakları, türlü türlü otu, binbir çeşit ağacı, yerel söylenceleriyle... gitmiş, görmüş, anılarınızda yer edecek derecede yaşamış kadar oluyorsunuz doğrusu. Ama itiraf etmeliyim ki bunca güzelliği daha ilk sayfalarında bulduğum, hatta gecenin ilerleyen bir vaktinde esinlenerek şiir bile yazdığım Bağbozumu'nu, okuyup bitirmekte zorlandım. Oysa bu kadar başarılı yazın diline sahip bir kitaba, başkası aynı şeyi yapsa bunu, büyük bir haksızlık diye nitelendirirdim. Çünkü Şenol YAZICI, romanda geçen olaylar arasındaki bağlantıyı da, kişiler arası konuşmaları da, hatta geçmiş zaman ve şimdiki zamanda yaşananlar arasındaki vakitli, paralel ilerleyişi de gayet başarılı bir şekilde yapmış Bağbozumu'nda. Peki neydi beni Bağbozumunu da diğerleri gibi bir çırpıda okuyup bitirmekten, tüm kelimelerini yalayıp yutmaktan alıkoyan! Anam hep derdi, babası Kemal Çavuş sert adammış, öyle kolayına da ağlamak şöyle dursun, gözleri dahi yaşarmazmış. Ta ki yıllar ilerleyip yaşı da adı gibi kemale erene dek... Bendeki de öyle bir hal oldu sanırım. Ne bileyim dayanamadım romanın en başında Fatma'nın kendi kendini ateşle dağlayışına, yetmezmiş gibi ölemeyişine, acı çekişine...Ah o nasıl bir çaresizlik, o nasıl bir kaderdir ki bir baba kızının acısına son vermek için kıysın canından bir parçası, tek parçası olan kızına. Dayanamadım, öyle az buz değil, hüngür hüngür ağladım. Evet çaresizlik zor, o kızına kıydığı, daha doğrusu acılarından kurtardığı sıraydı, ben de romana kıymıştım. Bir süre öylece bıraktım, hemen çalışma masama, elimin uzanacağı kadar yakınım olan soluma. Bağbozumu bana baktı, ben de ona...Sonra, bunu yapabilen bir kitap başarılı demektir, sinemada seyrettiğin korkunç bir sahne gibi düşün dedim, dayanamadım elimi attım ve daldım sonunda saman sarısı, Karadeniz'i yeniden odamda ağırlayacağım sayfaların arasına. Biraz daha, biraz daha derken yüzyılların silemediği, benzerleri hala yaşanmakta olan, tarihin yüz karalarından bir hatıra... Bu sefer de acıklı ve haksız sonuyla birlikte bir keşiş çıkmıştı karşıma. Tam burada denilebilir ki, ''Kitabı anlattın bile, okumaya gerek kalmadı.'' Olur mu! Asıl Bağbozumu ve yazarı Şenol YAZICI'nın aklına yaslanıp yüreğinin seslendirdikleri , kitabındaki insanlarının pek çoğu ile öyküsü... Bunlar azı, yani ip ucu, kitabı okunmaya değer kılan yanı ilerleyen sayfalarda. Edinmenizi ve okumanızı dilerdim dilemesine ama daha önce de söylediğim üzere, yeni baskıları yapılmadığı için kitapçılarda bulunmuyor Şenol YAZICI kitapları. Hal böyle olunca, sahaflarda bulmak hemen hemen mucize desem abartmış olmam. Gördüğümüz o, birbirine çok benzeyen, genelde şiddet içerikli kitaplar nedense daha gözde bu günlerde. Ben yine de bir okur olarak üzerime düşeni yapmak istiyor, yayın evlerini bu konuda daha popülizmden uzak, daha duyarlı olmaya, insan ve sanat kokan kitapları önemsemeye çağırıyorum. Şenol YAZICI böyle bir güzellik yapmış; bölümler halinde yayınlanan BAĞBOZUMUNU okumak için maviADA'nın sayfalarını karıştırmayı unutmayın... #zeliş / 30 Nisan 2021 _ 03:10

  • Selam Söyleyin Ay Işığına

    maviADA, Pazar Kitapları BAĞBOZUMU Şenol Yazıcı / Roman, 180 sayfa, 22*16 2006, ADA KİTAP İSTANBUL I.BÖLÜM "Selam Söyleyin Ay Işığına" Burada doğdum. Karadeniz’in ucunda, Trabzon’dan başlayıp içerilere doğru, dere boyu uzayan ve birden bire duvar gibi yükselip geçit vermez Zigana’ya dönüşen vadinin dibinde, Sümela’da. Melas’ı, dağa bir salıncak gibi asılı duran yüz odalı manastırı atalarım yaptı, ben orda eğitim görüyorum, papaz olacağım. Kaderim bu, papaz olup İsa’ya hizmet edeceğim. Adım Yasef. Ama herkes Yusuf diyor. Tüm kutsal kitaplarda geçer; dünyanın en güzel, ama o nedenle de en talihsiz peygamberinin adı… Çocukluğum da burada geçti. Onu da burada tanıdım. Güneşin gül rengi ışıkları, tepeleri bir gelinlik gibi örtünce ormanların dumanlı yeşili simsiyah kesilir, bütün vadiler birbirini kesen gök kuşaklarına boğulur, erguvani bulutların dantele gibi işlendiği gökyüzünde ne varsa, deli, oynak bir maviye boyanırdı. O zamanlar sabahlar, dünyanın bütün kırmızılarını, sarılarını, eflatunlarını giyinip kuşanıp öyle gelirdi. Karatavukların şarkılar söylediği, ince bir deniz yelinin mısır püsküllerine, çamların doruklarına sevdayla dokunup dağlara doğru çekildiği, tavukların neşeli bir şamatayla ortalığa döküldüğü saatlerdi. Ne güzeldir uyuması…(devamını okumak için resme tıklayın) SONRAKİ BÖLÜMÜ OKUMAK İÇİN buraya tıklayın

  • BAĞBOZUMU - I

    PAZAR KİTAPLARI; BAĞBOZUMU Şenol Yazıcı roman, 188 sayfa, ATP yayın dağıtım / ADA kitap 2006 Cağaloğlu / İstanbul * I. BÖLÜM SELAM SÖYLEYİN AY IŞIĞINA Burada doğdum. Karadeniz’in ucunda, Trabzon’dan başlayıp içerilere doğru, dere boyu uzayan ve birden bire duvar gibi yükselip geçit vermez Zigana’ya dönüşen vadinin dibinde, Sümela’da. Melas’ı, dağa bir salıncak gibi asılı duran yüz odalı manastırı atalarım yaptı, ben orda eğitim görüyorum, papaz olacağım. Kaderim bu, papaz olup İsa’ya hizmet edeceğim. Adım Yasef. Ama herkes Yusuf diyor. Tüm kutsal kitaplarda geçer; dünyanın en güzel, ama o nedenle de en talihsiz peygamberinin adı… Çocukluğum da burada geçti. Onu da burada tanıdım. Güneşin gül rengi ışıkları, tepeleri bir gelinlik gibi örtünce ormanların dumanlı yeşili simsiyah kesilir, bütün vadiler birbirini kesen gök kuşaklarına boğulur, erguvani bulutların dantele gibi işlendiği gökyüzünde ne varsa, deli, oynak bir maviye boyanırdı. O zamanlar sabahlar, dünyanın bütün kırmızılarını, sarılarını, eflatunlarını giyinip kuşanıp öyle gelirdi. Karatavukların şarkılar söylediği, ince bir deniz yelinin mısır püsküllerine, çamların doruklarına sevdayla dokunup dağlara doğru çekildiği, tavukların neşeli bir şamatayla ortalığa döküldüğü saatlerdi. Ne güzeldir uyuması… Nerde? O sabahlara çoğu kez babamın öfkeli bağırmasıyla uyanırdım. Zalimliğinden değildi. Babam, annem diyesi, pek belli etmese de ipek gibi bir adamdı aslında. Ağaçların bile uyku açtığı, gökyüzünün yeşil ile mavi karışığı, uyu, diye fısıldadığı, sadece çocuklara özgü o uyku saatlerinden beni başka türlü koparamazdı ki. Ormanlara yorganımı üstümde taşırdım sanki. Çoğu kez bir ördek gibi iki yana savrulan ayaklarımla, değil inekleri, kendimi bile yönetemezdim. Diğerleriyle bir araya gelen hayvanlar, güdülmeye gerek duymadan yolu bulur, çizgi gibi keçi izlerinden yaylımlara doğru yürürlerdi. Bizler de, her yaştan, her dinden kızlı erkekli bir yığın çocuk, şarkılarla, türkülerle arkalarından yükseklere, hortlakların, hayaletlerin hala var olduğuna yemin edebileceğim harabelerin düzlüğüne çıkardık. İnekleri sarıçamların altında yayılmaya bırakır, yitip giden uykularımızı unutur, oyunlara dalardık. Erkek çocukları, sert oyunları, çelik ve lagoyu severken, kızlar esir ve gizlenbeci yeğlerdi her nedense. O gün yeni oyun için kız erkek el ele tutuşmuş, bir halka oluşturmuştuk. Başlamıştık ki, izleyen kızlardan biri yerinden kalkıp, elleriyle elimi bir kerpeten gibi kavrayan kız arkadaşımı halkadan koparıp onun yerini almıştı. Canım yanmıştı. Öfkeyle döndüm, ama bir şey diyemeden bakakaldım. Derin mi derin, durmadan renklenen, hareli yaprak yeşili bir çift göz, yemin ederim çok derinlerde bir yerden, yüreğinden gülümseyerek, ama sarsarak, içimi okur gibi bakıyordu. Ona kızamazdım. Annem gibi içinden, tüm yüreğini yükleyerek, ama sanki daha başka, bir hoş bakıyordu. Onun gibi gözlerimle gülmeyi çok isterdim. Başarabilsem konuşmadan her şeyi anlatabilirdim. Dünya beni anlardı artık. Gül kırmızısı, etli dudakları aralanmış: "- Acıdı mı elin?" demişti. Sesinde bir büyüğün küçüğe gösterdiği ilgi ve özen vardı. Nedense önce utandım, sonra da üzüldüm. Oysa gömleğinin önünü geren göğüsleri, giysilerine sığmayan bedeniyle belli ki benden büyüktü. O benim küçük yaşımın erişemeyeceği, ama garip bir biçimde hızla erişmek istediği bir şeydi. Daha önce küçük olduğuma hiç bu kadar üzülmemiştim. "- Hiç acımadı, " demiştim, bana çok çirkin gelen bir sesle. Acımadığını ispat etmek için de hafifçe sıkmıştım elini. Sıcaklığını hiç unutamam. O eli bırakmadan ömrümce durabilirdim. Ona sorarsan önceden tanışmışız, oysa anımsamıyorum. Sorarsan hiçbir şeyi unutmazdım. Tahta çemberimi sakladığım çalılığı, kuş avladığım sapanımın durduğu duvardaki yeri, dağdan topladığım ekşi elmaları, ayı armutlarını gömdüğüm tarladaki kuyuyu, hiçbir şeyi unutmadım. Delireceğim ama onu gördüğümü unutmuşum işte. Daha üç yaşımdayken annemin anlattığı adımın öyküsünü bile unutmadım. Çok güzel ve akıllı bir adamın öyküsü. Güzelliğinden, aklından dolayı kardeşleri istemiyor, kervancılara satıyorlar onu. Zindanlara, kör kuyulara atılıyor, ama sonunda kurtulup büyük adam oluyor firavunun yanında. Firavunun ülkesi, denizlerin ötesinde, buralara hiç benzemeyen, salt kumla örtülü, sıcak mı sıcak bir ülke. Yılan, çıyan dolu. Burdaki kurbağalar, ateş böcekleri kadar çok, ineklerimizden büyük ejderler varmış. Gene de korkmadan yarı çıplak dolaşırmış orda insanlar. Bunları annemden öğrenmedim. Anlatılanı unutmadım ve yıllar sonra manastıra gitmeye başlayınca sordum soruşturdum. Melas'taki büyük kitaplığın sorumlusu duvara yapılmış bir renkli tabloyu gösterip Yusuf’un öyküsünü anlatmıştı. Harmaniye sarılmış güzel yüzlü, uzun saçlı bir adam, küçüklü büyüklü bir yığın erkekle kucaklaşıyordu. Onu kervancılara satan hain kardeşleriymiş adamlar. Resim bir kopyaymış. Aslı ata yurdumuzda bir yerde, Büyük Melas'taymış. Büyüyünce oraya gideceğim. Önce İstanbul'a, sonra ata yurduma. Anneme gösterdim resmi, ama ona gösteremedim. Ailesi buraya göndermez biliyorum. Gönderse de, Melas'a dinimizden olmayan kimse giremiyor. Olsun, ben, ona resmi de anlatacağım, adımın öyküsünü de. Ben de öyküdeki Yusuf gibi büyük adam olacakmışım? Annem öyle diyor; çünkü güzel ve akıllıymışım. O inanıyor buna, ben de inanıyorum. Gerçi, hikâyelerini dinlediğim büyük adamların doğumlarında belirtiler varmış, bende yok, belki büyüklüğün tek işareti doğumda değildir. Herkes gibi doğmuşum. Dini bütün, sıradan bir Rum köylüsünün oğlu olarak. Olsun, kutsal İsa da Nasıralı marongoz Yusuf’’un oğlu değil miydi? Ayrıca babam, yakın zamanda sıradanlığı bıraktı, manastıra hizmetli girdi, ama yaşamımız pek değişmedi. Diyeceğim, birisi, ‘ sen doğduğunda yüzün yarım ay, gözlerin mavi bir ışık seli...’ diye başlayan bir öykü uydursa neyim varsa alabilir. Gerçi ona anlatmak için benzer birçok öykü uydurdum ya bakmayın, bilinen annemin her sefer değişik anımsadığı sıradan doğumumdur. Büyük savaş sırasında, padişahın dört yanda yenildiği 93 Harbinde, bir kalandar gecesi doğduğum kesin, belki bu bir işarettir. Doğum günümün unutulmayışını bile ona borçluyum. Yeni yılı kutlayan çocuklar, meyve almak için evimize torba atmışlar o gece. Anlatılanlara göre, nesi varsa uzak ülkelerde yitirmiş padişah, Ruslar İstanbul'a bile girmiş. Buralardaysa, şuraya, dağların ötesine kadar gelmişler. Top sesleri duyuluyormuş hesapla. Bizimkiler, Osmanlı'dan, kurtulduk diye bir sevinmişler, sormayın. Müslüman'a karşı savaşmak için, Rus ordusuna katılanlar bile olmuş. Bastonların içini oyup altınlar göndermişler yardım olsun diye. Neyse, savaş bitmiş, tam öldü derken, bir de bakmışlar Osmanlı dimdik ayakta. Öyle de, asıl kıyamet buralarda kopmuş. Uzak diyarlarda savaştan kaçan insanlar, kimisi dağları aşarak, kimisi denizden salla, kayıklarla çıkıp gelmişler. Dağ taş adam olmuş, renk renk, çeşit çeşit. Din din, dil dil, bizim bura insanlarına hiç benzemeyen insanlar. Hele ovadan gelenler simsiyah, kömür gibiymiş. Oralar çok sıcaktır, ondan diyor, annem. Buranın rutubetine, sıtmasına dayanamamış çoğu. Ya ölüp gitmişler ya da alıştıklarına benzeyen yerlere göç etmişler. Onlar da, o zaman gelmiş, annesi, babası ve büyük kardeşiyle. Rus Trabzon'u da alır nasılsa bu gidişle diye, içerilere, buraya kadar çıkmışlar. Daha yeni yürüyor. Ben de yeni doğmuşum. Yerleşmişler, evimiz, tarlamız olmuş. Ortalık durulmuş, yeniden eski muhabbet, komşuluklar, düğünde dernekte birliktelik, kilisesi olan kilisesine, camisi olan camisine... Bunları hep annemden öğrendim. Annem çok şey bilir, anlatır da. Babam bilse de anlatmaz. Onu tanıdıktan sonra, nesi varsa öğrenmeye hevesli sordum anneme. Niçin onu daha önce hiç görmediğimi sordum. Garip bir biçimde gülerek anlatmıştı. Niye güldü, anlamadım. Şimdi anlıyorum, tabi. "- Onlar Müslüman," demişti. Bunun onu göremeyişime neden gerekçe olduğunu ise çok sonra anladım. Yalnız dinleri, ırkları ayrı olanların yaşamlarında ortaklıklar oluşturmalarının çok güç olduğunu hemen sezdim. Onu görebilmek için, Müslüman olmaya karar verdim Çocuk dünyamda bana çok basit ve önemsiz geldi bu, ama anneme babama hiç de öyle gelmediğini ve bunun şakasının bile yapılamayacağını kavramam uzun sürmedi. Görmeme karşı değillerdi, ama Müslüman olmama kesinlikle izin yoktu. Böylece oynadığım çocuklarla, görünüm olarak benzeşsek de, aramızda aşılması mümkün olmayan bir ayrılık, elle tutulmayan, görülemeyen ama çok kesin bir farklılık, bir duvar olduğunu ilk o zaman kavradım. Onu tanıdığım gün, benim için hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissetmiştim. O gece hiç uyuyamamıştım. Yorgun düşüp dalıncaya değin tüm ayrıntılarıyla, belki yüzlerce kez o anı yaşadım. Elinin sıcaklığını, gözlerinin derinliğini anımsadım ve bu kez gün doğumunda babamın azarını işitmeden ayaktaydım. Gelmeyecek diye ödüm kopmuştu, ama ordaydı. Elini tutabilmek, dokunabilmek için neler vermezdim. Ne var ki, ayrı oyun guruplarındaydık. Oysa neler kurmuştum akşamdan. Sandığı kadar küçük olmadığımı kanıtlamak için nasıl davranmam, konuşmam gerektiğini bile belirlemiştim. Olmadı. Yüzüme bile bakmadı. Hiç kimse benim kadar mutsuz olamazdı. Birisi dokunsa ağlayabilirdim. Oyunlardan koptum. Bir sarıçamın gölgesinde oturup onu izlemeye başlamıştım. Zibilankelerin, moraların, bin bir çeşit otun sardığı fındıklıklarda her kes bir yana kaybolur giderdi. Biz yaşta olanlar bir süre saklansak bile sıkılır, bulunamayacağımız anlaşılırsa kendiliğimizden çıkardık. Büyüklerse bir türlü gözükmezdi. Oyunun kurallarını sarsacak kadar zaman geçer, çoğu kez inekler, alev alev yanan güneşin batışıyla evin yolunu tutar, kimse ortaya çıkmazdı. Aşağılardan düzlüğe inmiş bir ineğin böğürtüsü duyulunca, bir koşuşturma başlar, dalların arasından eteklerini çekiştiren, açılan yakalarını toparlamaya çalışan yanakları al al kızlar çıkar, oğlanlar bir zaman sonra, uydurma bir öfkeyle ortaya fırlar, güya kaybolan ineklerin peşine düşerlerdi. Bu uzun süren ortadan kayboluşların nedenini o gün birden anladım. Komşumuz Eleni’nin kızına, “ O pisliklere bulaşıp çalılıklarda kaybolma ha, duymayayım, ” deyişinin nedenini de sezdim. Benim yaprak gözlümün de, birileriyle bir yerlere kaybolacağı düşüncesi beni kahrediyordu. Sırtıma binlerce iğne batırılıyor, sanki en değerli oyuncağı birileri tarafından zorla alınmış ama hiçbir şey yapamadan oturmanın onursuzluğuyla ezilerek, gözlerim köpürmeye hazır dolu, öylece, nasılsa olacak diye teslim olmuş, son darbeyi bekleyerek, yüzüne bile bakmaktan vazgeçip sadece patlıcan rengi eteklerini izliyordum. Yapabileceğim hiçbir şey olmayışı korkunçtu. O da gidecekti. Büyüktü çünkü. Hangi iğrenç şeyleri yapıyorsa büyükler, çok hoşlarına gidiyor olmalıydı, çıkmıyorlardı hiç, o da yapacaktı. Dikkat ediyordum, bir kez öyle ortadan kaybolan çift, ondan sonra hep beraber oluyorlardı. Oyunlarda da, kayboluşlarda da. Dışardan kimse onların arasına girip ellerini tutmuyordu. O zaman yaprak gözlü de, benim elimi hiç tutmayacaktı. Ölmek istiyordum. Sarıçama sarılıp engelleyemediğim gözyaşlarımla ağladım. Çevremde aldırış etmediğim ayak sesleri dolandı durdu. Ağlamamı kim olursa olsun görsün istemezdim, dönmedim. Bir el, o çok iyi anımsadığım annemin sıcaklığına benzeyen sıcaklıkta bir el, binlerce el arasından dokunmasını tanıyacağım o el, gömleğimle saçlarım arasındaki tenime dokunmuştu. "- Bir yerin mi ağrıyor?" nanılır gibi değildi ama gitmemişti. Sevincimden gözyaşlarımı unutup dönmüştüm. Güneşi ardına almış, güzel yüzü ter içinde, gözleri ellerinizle dokunmak isteyeceğiniz kadar parlak ve yaprak gibi hare hare yeşil üstüme eğilmişti. Bahar gibi kokuyordu. "- Sen saklanmadın mı?" demiştim şaşkınlıkla. inanılmayacak bir şey daha yapıp yanıma oturdu, küçük testimi alıp bir yudum su içti. Dudağının izi kaybolmasın diye, eve dönünceye değin su içmemiş, kim bilir kaç kez aynı yeri öpmüş öpmüştüm. "- Çoraplarım mahvolur oraya girersem, annem de beni öldürür. Hem de canım da çekmiyor," demişti. Herhalde bana, senin için gitmedim, diyecek değildi ya. Annesini tanır tanımaz ellerinden öpecektim. Ayaklarından çarıklarını çıkarmış, yeni, üzüm nakışlı, ponponlu, beyaz çoraplarını gösteriyordu. Çorapların bittiği yerle patlıcan rengi eteğinin arasında, sevimli bir tombullukla uzayan bacaklarında güneşin altında altın gibi parlayan minicik tüyler vardı. Baktığım için utanmıştım. Yaptığım büyük bir günah gibi gelmişti, iğrençtim. Yanıma gelip oturuyor bense... ya anlamışsa. O ise gözlerime bakıyordu. Ağladığımı anlamış olmalıydı. Yerin dibine geçebilirdim. "- Gözlerin ne kadar güzel," demişti. İlk kez, tuhaf renkli gözlerime annem dışında biri, güzel, demişti. Uzanmış, sarıçamın kökleri boyunca, küçük siyah elmalarını toprağın üstüne boncuk gibi dizerek yayılmış menekşelerden birinin çiçeğini koparmış, yüzüme doğru tutmuştu. Eli yüzüme yaklaşmıştı. Soluğum kesilecekti, dokunsa ölebilirdim. Dokunmamış, çiçeği gözlerimin önünde tutmuştu. "- Bunun renginde, ne kadar hoş, " diye yinelemişti. Alay ediyor, sanmıştım. Babam hep eğlenirdi. Annem, her ne kadar, sevdiğinden öyle diyor, dese de gözlerimin garip rengiyle alay ettiğini düşünürdüm. Onun da alay ettiğini düşünsem de, benimle ilgilenmesinden mutlu olmuştum. Biraz da cesaretlendim. "- Adın ne senin?" deyivermiştim. "- Gülizar. Seninki?" Bu kez sanki benden büyükmüş gibi konuşmamıştı. "- Adın da çok güzel! Benim ki Yusuf," dedim. "Yusuf diye bir peygamber var biliyor musun?" diye ekledim bir övünçle. Beğensin istiyordum, sevsin istiyordum. Bütün vücudum ateş gibi yanıyordu. Kalktım. Duramazdım. Uslu uslu otlayan ineklerin yanlarına koşturdum. Giderken kendi kendime yineliyordum. "- Gülizar, Gülizar." Onu, böyle tanıdım, böyle sevdim. Onsuz yapamıyorum. Şimdi gördüğüm, dokunduğum her şeyde, her türküde, her hüzünde, her sevinçte ondan bir parça var. Bütün ağaçlara kazıdım çiçeğimin adını. Ormandaki gövdesi geniş kestanelere, kayınlara, çamlara, her yere. Tam yazamadım, başkaları anlar diye. Çiçeğimizin resmini, beş yapraklı menekşeyi çizdim. Arapça okuma yazma bilmiyorum. Yunanca birazcık. Manastırda öğrendim. Menekşeye Viola diyorlar kitaplarda. Ben de, büyük "V" ler yazdım ağaçlara. Ona da söyledim, görünce anlasın diye. Babamın yeni diktiği kiraza bile yazdım. Büyüdükçe, güçlendikçe kabukları örttü, yeniden yazdım. Babam da dövdü beni. En son yazdığımdaysa kızmakla yetindi. Ya bıktı ya da büyüdüğümü düşündü her halde. Onunla evlenmek istiyorum. Ödüm kopuyor, benden önce biri ister, evlenir diye. Anneme dedim, anladı annem, gülümsedi. Daha çocuksun, dedi. Vermezler, dedi sonra. Baktı ki, ben ciddi ciddi inat ediyorum, gülümsemesinin yerini sanki bir öfke aldı. Olmaz, dininiz ayrı, dedi. O senin dinine geçemez, sen geçeceksin ki, hiç olmaz. Manastırda çalışan baban keser seni bil, dedi. Çıldıracağım. Gülizar’la konuştuk. Kaçalım, dedik. Bir başka yere. Dinlerin olmadığı bir yere. Dinlerin olmadığı yer, var mıydı? İstambul'a kaçardık bizde. Kostantinepolis'e. Orda puta tapanlar bile varmış. Rusların saldırısında süngülenerek öldürülen büyükannemin adını takmışlar bana: Gülizar… Şimdi Osmanlı sınırlarının ötesinde kalan bir yerlerde doğmuşum. Halam, dayım, tüm akrabalarımız orda kaldı. 93 Harbinde yeni yürüyormuşum. Ruslar, o savaşta dört yanda galip gelmişler, padişahımızın mahremine bile girmişler, büyükannemi, akrabalarımızı öldürmüşler. Batum ve çevresindeki birçok Gürcü gibi dağlara kaçan babam, göçmeye karar vermiş. Yollara düşmüşüz hep beraber. Yolculuğu anımsamıyorum bile. Zor olmuş. Çoğu kez yolu yolağı olmayan dağları, sık ormanları geçit vermeyen deniz kıyılarını kat etmişiz. Laz'ı, Çerkez'i, Abaza'sı, Gürcü'sü, Türk'ü, Rum'u, Kürt'ü, Acem'i... kısaca Müslüman olan bir yığın millet, sırtlarında denkleri, kucaklarında çocukları, kurtarmaya çalıştıkları canları, ana yurda akmışlar. Biz de onlarla gelmişiz. Önce şehre ulaşmışız. Ovalardan dağlardan gelenlerle tıklım tıklım doluymuş şehir, öyle doluymuş ki, sokaklarda yatıp kalkıyormuş insanlar. Birçoğu İstanbul'a gitmek derdinde limanı doldurmuş, düşmanın oraya giremeyeceğini sanıyorlarmış ama bir haber gelmiş ki, Rus, İstanbul'da... Bir sefillik, bir perişanlık ki, sormayın. Annem şimdi bile anlatırken ağlar. Hele çocuk ölülerinin sokak köşelerine öylece atıldığını ve dev fareler tarafından paramparça edildiklerini gözleriyle gördüğünü anlattığında ben de ağlarım. Öyle ya, o farelerden birinin midesinde olabilirdim. Neyse, Rus gemileri şehri topa tutunca daha içerlere kaçmışlar. Gelip buraya, o gökyüzündeki koca kayaya oyulu manastırın gölgesine, Melas’a yerleşmişler. Denize uzak belki ama babam diyor ki, Rus için de uzak, Trabzon'u alsalar da buraya gelinceye değin, ay aşar bacadan. Babam iyi demirci ustasıydı. Ağabeyimle birlik hemen iş düzen kurmuşlar. Bağımız bahçemiz, evimiz oldu. Manastırın tam altındaki düzlükte, Karadağ'ın eteklerinde, göklere erişen çamların arasından gürül gürül akan ırmağın kenarında yalınayak baş kabak oynayarak büyümüşüm. Çektiğimiz sıkıntıları, yaşadığımız yabancılığı, annemin hala ağlayarak anlattığı memleket öykülerini hatırlıyorum. Gene de geriye dönüp baktığımda, çocukluğum çok kötü gelmiyor bana. Anımsadığım en kötü olay, ağabeyimin uzak diyarlara asker olarak gidip bir daha dönmediğiydi. O günden sonra, zavallı Rabia annem birden çökmüş, dünyayla bağlantısını yitirmiş, usul usul söylediği Gürcü şarkılarından da vazgeçmişti. Uzun bir süre ne babamla, ne benimle tek kelime etmeden dağları aşıp gelen yoldan ötelere, çok ötelere bakarak oturduğunu anımsıyorum. Ağladığını pek görmüyordum ama gözyaşlarını yüreğine akıttığı, yüzündeki hiç değişmeyen acı çeken anlatımdan da belliydi. Çok kalabalık değildi köyümüz. Bizimle beraber yerleşenlerden bazıları, bu dağların arasına sıkışmış, güneşi yeterince göremeyen küçük vadiyi yaşanmaz bulup daha aşağılara, kente yakın yerlere göç etmişlerdi. Geride birkaç yerli aile ve manastırın çevresine evlerini kurmuş Rumlar kalmıştı. Yamaçlardaki Rum çocukları oynayabilmek için aşağıya, ırmağın kıyısındaki düzlüğe gelirlerdi. Hep bir arada büyüdük. Sonra birden, ötemde berimde tüyler, sonra saklamak için kat kat yamalarla sıkıca sardığım göğüslerim belirdi. Büyümüştüm. Annem, beni eskisi kadar oyunlara göndermez oldu. Ev işleri öğrenmemi, kızlarla bir araya gelip çeyiz hazırlamamı istiyordu. Büyümek, bir kız için büyümek ne zor işti. Erkekler, büyüdükçe daha özgür olurken bizler, dört duvar arasına kapatılıyorduk. Yukarıdaki manastırın çevresindeki evlerden ve bizim mahalleden toplanan çocuklar evimizin önünden akıp giden ırmağın kıyısındaki düzlükte, bağrış çağrış oynarken, biz üç beş kız, büyük armut ağacının dibine oturmuş kanaviçe işliyorduk. Aklımız onlardaydı. Bütün kızların bir sevdalısı vardı. Sık sık işaretleşirlerdi. İyice deli göz olan büyük kızlar, su almak, inek otlatmak, ot toplamak bahanesiyle ırmak boyu, akça söğütlerin iyice sıklaştığı yerde buluşurlardı bilirdim. Sonra da merak ettiğim fısıltılarla anlatırlardı. Benim yoktu. Bir yârim olmadığından utanıyordum. Bir gün anlatacak birini buldum. Buldum dememeli, uydurdum. Delikanlıların, düzlüğe ulaşmak için, bizim sarenderin altından geçmeleri gerekiyordu. Kızlar da bizim harmana ondan dolayı toplanıyorlardı. Bir akşam, tuhaf gözlü, kıvır kıvır saçlı, kız gibi güzel yüzlü bir çocuk, geçerken artık sararıp dökülmeye başlayan armutlara uzandı. Yola sarkan daldan bir tane koparmıştı ki, beni fark etmiş, şaşırmıştı. Kopardığı armudu ne yapacağını bilememiş, kıpkırmızı kesilmişti. Ağlayacak gibiydi. "- Al, korkma!" diye bağırmıştım. Armudu alıp gitmişti. Artık her geçişinde bana gülümsüyordu. Bir gün, geçerken bizden yana bakmış ve gene gülmüştü. Küçük yalanım da o anda gelmişti aklıma. Kim bu, diyen kızlara, büyük bir çalımla, anlayın işte, der gibi bakmıştım. Ondan sonra da, adı benimki olmuştu. Bir süre sonra armut savdı. Çocuk da, bizden yana bakmaz oldu. Çok gelmiyordu zaten. Geldiğinde de, beni ya unutmuştu ya da diğer kızların arasından ayırt edemiyor, bakmıyordu bile. Çok sonraları sorduğumda da, daha önce beni hiç görmediğini söylemişti, armudu ve bir mor etekli kızı hatırlıyordu ama beni hatırlamıyordu. Kızlar da benimle alay etmeye başlamışlardı. Bu yalanı doğrulamam gerekiyordu, bir an önce. O kış aklım hep ondaydı. Baharda inekleri otlatmaya çıkmıştık. Köyün bütün çocukları, sabahın erken saatlerinde, inekleri önümüze katar, manastırın altından, kıvrıla kıvrıla yükselen patikayı aşar, yukarıdaki yaylımlara, ağaçların azaldığı, otların çoğaldığı yerlere çıkardık. Büyüklerin denetiminden kurtulmuş, özgürce gün boyu koşturur, oyunlar oynardık. Biraz daha yetişkinler, sevdikleriyle ağaçların arasında kaybolur, ancak gün akşama dönerken ortaya çıkarlardı. Orda, onu yeniden gördüm. Dizilmişler, bir oyuna başlayacaklardı. Benden büyük bir kızın elinden tutuyordu. Gözleri güneşin altında dalga dalga renklerde parlayınca ayırt ettim ki, o. Hiç düşünmeden fırlayıp kızın elinden aldım onu. Biraz da canı yanmış olmalıydı ki, öfkeyle baktı bana, ama o kadar, kızamadı. Bundan böyle söyleyeceğim hiçbir şey yalan değildi, o benimdi. Uzakta bile olsa, gözleri hep beni arıyordu. Benden bir iki yaş küçüktü, ama boyu benim boyumdaydı. Bir iki yıl sonra, benden çok daha uzun ve güçlü olacaktı. Küçük olması daha iyiydi. Ondan korkmuyordum en azından. Artık akşamları fındık ayıklarken ya da mısır soyarken benim de anlatacak bir şeylerim oluyordu kızlara. Gerçi onunla konuştuklarımızla anlattıklarım birbirinden epeyce farklıydı ama olsun, bir sevenim olduğu yalan değildi ya. Yaşamımın en güzel yazıydı, ondan hızlı bir rüya gibi geçti.. Sonbaharda, yapraklar sararıp, bıldırcınlar gelmeye başlayınca inekleri ahıra çektikten sonra da gördüm onu. Düzlüğe sık sık gelip gidiyor, gözleriyle beni arıyordu. Bir defasında su getiren anneme yardım etti. Su dolu küleği, evimize değin tek başına götürdü. Büyüyordu, fark ediyordum. Diğer kızların bakışından fark ediyordum. "-Ne güzel çocuk," demişti annem. "Ne terbiyeli." Yere göğe sığmamıştı mutluluğum. Sonraki yaz boyu hep beraberdik yaylımda. Boylanmış, sakalları çıkmaya başlamış, sesi değişmişti. Başımı geriye devirip bakıyordum ona. Düne değin ona çocuk diyen kızlar şimdi peşinden koşuyordu. Birine bakacak diye ödüm kopuyordu. Bakmıyor, gözü benden başkasını görmüyordu. Sığır beklemeye gittiğimiz yollardaki bütün ağaçlara, bana taktığı adı, Menekşe’yi kazımıştı. Okuma yazma da biliyor. Bana da, Rumca menekşe yazmayı öğretti. Viola deniliyormuş. Şelalenin oradaki büyük kestanenin gövdesine, kocaman bir "V" çizmiş, bir de menekşenin açmış çiçeğini. Dibine de, menekşe elmaları taşıyıp dikmiş. Küçük mor bir bahçemiz var orda şimdi. Diğer kızlar kıskanıyorlar, deli oluyorlar. Bir oyun gibi başlamıştı, ama şimdi onu seviyorum. Deli gibi seviyorum. Ne yapacağımı da bilmiyorum. Sonbaharları istemiyorum. Ardından kış geliyor ve ta orak ayına kadar göremiyordum onu. Artık büyüdüğü için de öyle rahatça evin önünden gelip geçemiyor. Olmadık bahanelerle dışarı çıkıyorum, deli gibi dolaşıyorum ama ona rastlamıyorum. Manastırda olabileceği geliyor aklıma, kışın derse gidiyor galiba oraya. Babası da orda çalışıyor, nasıl giderim? Bir kez, onu görürüm diye çocuklar oynarken su almaya gittim. Ağır su kabını ırmaktan doldururken az daha kolum kopuyordu. Zorlukla kenara çektiğimde, hiç tanımadığım bir ses: "- Bana deseydin ya, Menekşe, " demişti. Ödüm kopmuş, yaşmağıma sarılıp dönmüştüm. Kıvır kıvır, dalga dalga saçlı, bıyıklı, dağ gibi bir genç arkamda duruyordu. Düz kaşlarının altında gözleri gök kuşağı gibi renkten renge girerek bakıyordu. Ben sanki onun içindeydim, öyle bakıyordu. Ne kadar güzeldi. Benden bir parçaydı sanki çocuğumdu. Onu ben sevdamla büyütmüştüm, ondan böyle güzeldi. Belki kapanıp kaçmam gerekiyordu, yapamadım. "- Yusuf! Adın gibi, anlattığın öyküdeki gibi olmuşsun." Beni özlüyordu. Görmek istiyordu. Şelaleye, alabalıkların en çok kaynaştığı yere, kestanenin altına gelmemi istedi. Ay manastırın üstüne varınca gelecektim, söz vermiştim. Zorluğunu düşünmeden gelirim, demiştim. Gidememiştim. Eve döndüğümde, annem elinde bir çubukla beni bekliyordu. Öfkeliydi. Bizi görmüştü. Bir erkekle konuşmam belki kötüydü ama hissettiğim, asıl onun Rum olması, Hıristiyan olmasıydı. Onun dininden olanlar, bizi, asıl yurdumuzdan buralara kovmuş, büyükannemi, ağabeyimi uzak diyarlarda onlar öldürmüştü. Ben nasıl böyle birine gönül verirdim. Annem her şeyi biliyordu. Sağ olsunlar kıskanan kızlar gidip bir bir anlatmışlardı. Yaşamımın en büyük dayağını yedim. Bir kez daha görürse, duyarsa, babama söyleyeceğini de ekleyip bırakmıştı. Bu beni korkuttu. Babam duyarsa, kesin öldürürdü. Geldiğinde konuşmalarına kulak kesildim. Su taşırken geciktiğim için dövdüğünü söylemişti, sadece. Babam da yemeğini yemiş yatmıştı. Ucuz atlatmıştım. Bir daha Yusuf'la konuşmaya cesaret edebileceğimi sanmıyordum. Odaya kapanmış, vücudum yılan gibi kabarıklarla kaplı inlerken çamların arasından yükselen ayı izliyordum. Gidemeyeceğimi bilmek beni deli ediyordu. Ay büyüdükçe, cesaretim artıyor, gitmeyi düşünüyordum. Gitsem, onunla dolunayın altında, menekşelerin üstünde oturarak bir saat geçirebilsem ve sonra öldürseler beni umurumda değildi. Gidecektim. El ayak çekilince, uyuyunca herkes gidecektim. Ulu dallarıyla göklere uzanmış kestaneyi burdan görüyordum. Ay, bir ara bulutların ardında saklandı. Dışarısı, armut ağacı, küçük menekşelerim zifir zindan kesildi. Sonra yeniden ışıdı. Tam yukarıda, tepemizin üstüne asılı duran kayalığa oyulmuş manastırın yanında belirdi. Karanlığın içinde korkutucu bir görünüm çizen manastır, ay büyüdükçe değişti, güzellendi. Harap duvarları, bakımsız pencereleri, yarısı yıkık küçük çan kulesi, görünmez bir el tarafından onarıldı, bir masal şatosu biçimine dönüştü. Benim güzelimin yaşadığı şatoya. Sonra yeniden yürüdü ay. Şimdi kayalığın tam ardındaydı. Gözükmüyordu. Manastır yeniden karanlığa bürünmüştü. Tepesindeki pınarın çevresinde yer alan çamlar bir ışık seli içinde kalmış, şöyle böyle gözüküyordu. Şimdi ay ışığım ordaydı. Ulu ağaca sırtını vermiş, görmeden benim pencereme bakıyordu. İçim içime sığmıyordu. Sızlayan vücudumu unutmuş, odada dört dönüyordum. Bir çıkabilsem… Kapıyı aralayıp baktığımda, annemi, yerevinin ortasında postun üstünde yatar gördüm. Hapistim. Çok zaman görmedim onu. Düzlükteki oyunlara da gelmiyordu. Küsmüş müydü? Deli divane baharı ettim. Orak ayından sonra, inekler yaylıma çıkarılmaya başlandı. Annem beni göndermemek için evin çevresinde otlatıyordu ineği. Milletin küçük bağını, bahçesini altüst ediyordu bizim Nazara ile Sarıkız. Bir de, hiç yerinde duramayan buzağıları olunca, engel olmak ne mümkün? Baktı ki olmayacak, sıkı sıkı öğütlerle salıverdi beni. Çıldırabilirdim sevinçten. Ama gelecek yaz gönderir miydi, bilemiyorum. O yazın nasıl geçtiğini anlayamamıştık. İlk kez birbirimizi sevdiğimizi söyledik. İlk kez öptü beni ağzımdan. İlk kez sevdiğim bir erkek tarafından öpüldüm. Sonra nasıl evleneceğimizi kurduk. Annesine açmış, tepkileşmiş annesi. Benimkiler zaten belli. Rum kızı olsam hiç mesele değil. Ya da o kız, ben erkek… Girer Müslümanlığa, olur biter. Din eğitimi görüyordu Manastırda Yusuf. İlerde papaz olacakmış. Babası da manastırda. Nasıl din değiştirirdi? Kaçmayı, uzak diyarlara gitmeyi kurduk. Orda Müslüman olurdu. Ama önce biraz daha büyümeliydik. Biraz daha büyümemizi beklemediler. Menekşemi çaldılar. Her bir şeye razıydım. Din değiştirmeye, yağlı ipe, padişah cellâdına razıydım,bırakmadılar. Kararlaştırmıştık her şeyi. Huylanmasınlar diye bir zaman görüşmeyecektik. Biraz daha büyüyecek, sonra kaçacaktık. Mümkün olduğunca para biriktirecektik bu sürede. Ben manastırda aldığım bahşişleri kestane ağacının altına gömüyordum. Rum, Osmanlı bir yığın param olmuştu bile. O da çeyiz düzüyordu, yükte hafif pahada ağır. Her şey yolunda gibiydi. Ne var ki, bu kez Rabia annesi ne bağırmış ne çağırmış, öyle sessiz yapmış hazırlığını. Bir bayram, çiçeğimi alıp gittiler. Irmağın birleştiği büyük derenin kıyısında, denizin gözüktüğü bir köyde oturan yakınları varmış, Onları ziyarete gittiler sözde. Çok kaldılar, endişelendim. İş önceden kotarılmış olmalı ki, annesi babası geri geldi, ama Gül dönmedi. Duydum, zengin biriyle evlendirmişler. Çiçeğim, ay ışığım, menekşem yok artık, yok! İçim kanıyor! Akıl sır erecek gibi değil. Onca sevdik birbirimizi, onca emek verdik. Sözümden söz kattım, ruhumdan ruh. Ben, o oldum, o ise ben. Eksiksiz bir yakınlık için anladık birbirini. Neye ağlar, neye güleriz, o niye açar gök gözlerini öyle geniş geniş, neden öyle bir gamzesi çıkık güler, neden gözleri ışık içinde menevişlenir… Bilirdik. Geceler boyu bir sevdayı, hem de bir çocuk sevdayı onca emekle bir aşk yapmışken, hiç ilgisi olmayan biri, tek şansı aynı dinden olmak olan, insanlığı hiç sınanmamış biri, bir hırsız çaldı onu. Sadece aynı dinden diye hiç emek vermeden sahibi, her şeyi oldu. Hepimizi yaratan aynı Tanrı, hepimizin kitabı, aynı Tanrı'dan değil mi? Şimdi sonbahar. Önceleri ölüm gelirdi bu mevsim. O evine kapanacak, göremeyecektim. Şimdiyse ölümden de öte. Sığamıyorum, hiçbir yere sığamıyorum. Ne manastırın yüz odasına, ne dağlara, ne ulu kestanemizin altındaki menekşe tarlamıza, ne eve. Koca kış ne yapacağım? Bir burda rahatım. Bıçak kesimi dimdik yükselen dev kayanın tam tepesinde, her bir şeyin üstünde, Meryem Ana’mızın susuzluğunu gidermesi için, Tanrının bir işaretle göklerde yarattığı efsane pınarın bile üstünde, o minik düzlükte, o üç çamın, yaban gülünün yanında huzur buluyorum. Benden yukarda hiçbir şey yok. Güneş aşağılarda doğuyor. Ay benim kanatlarım, yanımda açılıyor mavi göğe. Buraya daha önceleri de gelirdim. Ay ışığı tam buraya düştüğünde, manastırın içinden geçen bir tünelden, binanın bu kayaya oyulmasının nedeni olan gizemli pınarın tavanından damladığı mağaraya çıkardım. Sonra da ağaç köklerine tutuna tutuna, beş yüz metre aşağılara uçup Gül'ün evinin önünde parçalanmanın korkusunu yaşayarak tırmanırdım. Orda ay, dünyanın en büyük, en parlak ayı arkamda durmadan büyürken, oturur, onun da tam o saatte, pencereden bana baktığını bilerek gülümserdim. Bilirdim, gülümsememi görürdü. Sonradan, Tanrının hikmetiyle burada büyümüş çamlardan birine bağladığım bir halatı, mağaranın önüne değin indirince inip çıkmak oyuncak olmuştu. Gene de ayaklarımın altında, büyük Sümela’yı küçücük bir odaymış gibi içine alıp, yüzlerce metre aşağılara uzanan dev kayanın baş döndürücü yüksekliğini algılar, sivri taşlarla döşeli yatağında gümbür gümbür akan ırmağın sesini duyar, ölümle aramda bir sigara kâğıdı kadar aralık olduğunu bilerek dehşete kapılırdım. Oraya bu kez ölmeye gitmiştim. Ay, tam arkamda tüm dünyayı kaplamış kadar büyükken, kuşlar gibi kendimi boşluğa bırakacak ve gecenin karanlığında, Gül'ün demirci babasının, Rabia anasının evi önünde, ırmağın sivri taşlarından birine çarparak, her halde dolu bir çuval gibi patlayacaktım. Böylesine bir ölü iğrençti. Gül ölümü görmezdi belki ama o halimi duyardı bir gün. Vazgeçtim. Tek bundan dolayı değil, bir başka neden orda, ay ışığında belirmişti aklımda. O adam, Gülizar'ı alan bir hırsızdı aslında. Bir hırsıza cezasını vermeyi düşünmeyişime şaşırmıştım. Bana ait olanı geri alacaktım. İlle de ölmem gerekiyorsa, bunun için ölecektim. Manastırdaki din eğitimimi bitirecektim ve onu geri alacaktım. Kilise, aşağılardan akan ırmaklardan ve hepsinin birleştiği dereden çok yukarılarda, ormanın içindeki düzlükte yapılmıştı. Basit, ilk Hıristiyanların kullandıkları tipteydi. Kimi taşlarının gemilerle cok uzaklardan; Yunanistan'dan, İstanbul'dan, Marsilya’dan limana, sonra da at, eşek sırtında buraya taşındığı söylenirdi. Küçük bir çan kulesi, hiçbir zaman evlenmeyecek keşişin yaşamını sürdüreceği ek yapı ve ana binadan oluşuyordu. Üç köydeki Hıristiyanların kolayca ulaşması için burası seçilmişti. Daha önce ıssız, sık bir ormanken kesilen ağaçlarla açılan düzlük gitgide genişlemiş, kilisenin çevresine evler yapılmış, küçük bir mahalle haline gelmişti. Keşiş, akşam yemeğini yiyip evinden çıktı. Düzlüğün ucundaki, düşen bir yıldırım nedeniyle ortadan ikiye bölünmüş, ama her iki parçası da hala yeşil, yaşam dolu büyük çamın altındaki tahta sete oturdu. Serinlemek umuduyla derin derin nefes aldı. Gün çok sıcak geçmişti. Bir esinti çıkmazsa gece uyumak zor olacaktı. Henüz tek bir yaprak kıpırdamıyordu. Gölgeler güneşin önünde uzadı. Gökyüzü, dağlar, mor bir dumanla kaplandı. Güneş, sapsarı bir top olup dağların ardına, denize doğru kaydı. Duyulur bir hışırtı yürüdü dağlarda. Aşağılarda Müslüman köylerine değin uzanan orman denizi canlandı. Günün kavurucu sıcağı yerini denizden kalkıp gelen okşayıcı, büyülü bir serin rüzgâra bıraktı. Birden kırlangıçlarla doldu gökyüzü. Keşişin başının üstünden, şimşek hızıyla zigzaglar çizerek geçiyorlardı. Alaca bulaca tüyleri, güneşin son esintisi ışık parçaları altında menevişleniyordu. Güneşin gökyüzüne vuran kızıllığı da yok olduktan sonra kırlangıçlar da ortadan kayboldu. Aşağıdaki köyde aç bir inek böğürdü. Vadilerde, kuytularda başlayan karanlık, dağların doruklarına değin dört yanı sardı. Rüzgâr da kesildi. Kulak versen duyulur, ağır bir sessizlik oturdu. İlk gece kuşu, bir kedinin mırıltısını andırır bir sesle öttü, sonra diğerleri. Şimdi gecenin içinde sanki binlerce minik hızarcı çalışıyordu. Hafif bir kanat esintisiyle gündüzleri ıssızlıklarda saklanan, kocaman siyah kanatlarında iki büyük göz olan bir gece kelebeği geçti. Mermer oluğun yanındaki mora kafulundan bayram maytapları gibi ışık parçaları savruldu havaya. Sonra o minik ışık demetleri canlanıp karanlığı delik deşik eden binlerce yıldız olup dört yana dağıldı. Düzlük yanıp sönen ateş böcekleriyle doldu. Sonra o hışırtı yeniden başladı. Orman yaprak yaprak, dal dal oynadı. Bu kez ürperten bir rüzgâr, ateş böceklerini önüne katarak esti geçti. Doğudaki dağların üstü, bir lamesli pide gibi kızardı, yandı. Ay nazlanarak gülümseyen yüzünü çıkardı. Sonra yükselip ufka yerleşti. Esinti yavaşladı, kayboldu. Ateş böcekleri, geri dönüp telaşlı telaşlı havadaki yerlerini aldılar. Ormanın hemen bitiminde, köydeki evlerde ışıklar yandı. Keşiş yerinden doğrulup kiliseye doğru seslenince, temizliğe de bakan çancı çocuk koşarak geldi. - Küçük testiyi getir, su alacağım. Düzlüğün ucunda, orman denizinin başındaki mermer oluğa yürüdü. Gecenin içinde, huzur veren bir çağıltıyla akan sudan testiyi doldurup kenardaki zifin çiçeklerinin içine sakladı. Elini yüzünü yıkadı, su içti. Sonra ormana inen patikaya saptı. Defalarca gidip geldiği yolu ezberlemişti artık. Ay ışığında yürümek zor değildi. Kısa sürede ırmağın kıyısına indi. Yaz sıcağında suyu azalmış ırmağı, devrilmiş bir ağaçtan yapılmış ilkel köprüden geçerek aştı. Kıyı boyu giden yolu izledi. Ormanın azaldığı, suyun sığlaşıp genişlediği bir üç yol ağzına geldi. Küçük bir gölcük yapan ırmak, kadınların üzerinde çamaşır yıkadığı düz kayalarla kaplıydı. Suyun içindeki taşların üstüne basarak karşıya geçti, bir fındıklığa girdi. Ay ışığında yeterince aydınlık olan fındık ocaklarının arasında yürümek ormandan daha kolaydı. Yavaş yavaş dikleşen yamacı aşıp mısırlığa ulaştığında nefes nefese kalmıştı, durup soluklandı. Belindeki kamayı yokladı. Yürümeye devam etti, ağaçların arasındaki evin yakınındaydı şimdi. Tam o anda iri, siyah bir köpek, havlayarak üstüne geldi. Bir adım ötesinde, sivri dişlerini ölümcül birer küçük bıçak gibi açarak hırladı. Sonra tanımış gibi yumuşadı, kuyruk salladı. Keşiş'in önüne attığı et parçasını büyük bir iştahla ağzına alarak fasulyelerin arasında kayboldu. Keşiş kabakların, haraklara sarılı fasulyelerin arasından sürünerek eve iyice yaklaştı. Yerevinin penceresinden ışık sızıyordu. Boyu kadar yüksek bir çubuk fasulyesini siper yaparak doğruldu. Kara lambanın solgun aydınlığını, içerde dolaşan bir karaltıyı fark etti. Sonra bir erkek sesi duyuldu: - Bu evde ne zaman yemek olacak? diyordu kızgın kızgın. - Bağırma, diye yanıtladı gözükmeyen bir kadın. Annem, babam uyuyor. Tarladaydım biliyorsun. Keşiş yerini değiştirip görmeye çalıştı. Kadın abdesthanenin başına diz çökmüş çamaşırları tekneye dolduruyordu. Adam dinlemiyor, sürdürüyordu söylenmesini. - Hep bir sebebin vardır. Dölün yok, bir çocuk yapamıyorsun ona da sebebin var, ne yapsan sebebin var. Beni dinden imandan çıkarma, çabuk yemek getir. Bu kez kadının sabrı taşmış olmalıydı. Çamaşırları bırakıp doğruldu. - Günahıma giriyorsun sen. Kuma mı almak istiyorsun üstüme? Cinci hoca ne dedi sana? Bir de sen okunsan ya. Ama senin derdin karı almak. Var al, bıktım artık, bakarsın belindeki ağrı da geçer o zaman. Adam çileden çıkarak kadının saçına yapıştı, yere savurdu. Keşiş, onun yerdeki kadına vurduğunu görüyordu. - Bana kısır mı, diyorsun? diye bağırıyordu bir yandan. Kadın da, artık denetlemediği bir sesle ağlıyordu, yanıtlar veriyordu. Yerevine bakan odalardan birinin kapısı açılmış, yaşlı bir kadın eşikte belirmişti. Ne dediği duyulmuyordu, ama sesler kesilmiş, kavga bitmişti. Keşiş usulca geri çekildi. Geldiği yoldan geri döndü. Ertesi gün, kadının ırmağa çamaşıra gideceğini umuyordu. Başka nerede onca çamaşırı yıkayacak, durulayacak su vardı ki? Sonraki gün, cebinde Yunanca bir broşür aynı yoldan indi. Bu kez yolun üçe ayrıldığı, ırmağın genişlediği çataktan öteye geçmedi. İki hafta kadar önce oturduğu yeri beğenmedi, ırmağa uzak kalıyordu. Çamaşır yıkanan düz kayaları rahatlıkla görecek bir yer arandı. Az yüksekte, zifin çiçekleri arasında gizlenmiş bir yer buldu. Burada onu kimse fark edemezdi ama o, çamaşır yıkanan yeri, az aşağıdaki üç yol ağzını da görüyordu. Sırtını bir kayaya verip oturdu. Çıkarıp broşürü okumaya koyuldu. Bağımsızlığını kazanan Yunanistan'ın büyük idealinden söz ediyordu. Bir zamanlar efendisi olan imparatorluğun, dört yüzyıl boyunca tüm kaynaklarını sömürüp Yunanistan’ı geri kalmasına neden olduğunu anlatıyor, Osmanlı egemenliğinde yaşayan tüm Rumları başkaldırıya çağırıyordu. Osmanlının işi tamamdı. Büyük devletler, ona ölmüş gözüyle bakıyorlardı. Bakıyorlardı da, bu büyük leşi ne yapacaklarını bilmiyorlardı. İngiltere, petrol bölgesini istiyordu. Fransa, Akdeniz kıyılarını İtalya ile paylaşacaktı. Doğu Ermenilerindi. Oradaki, Hamidiye alaylarını oluşturup Ermenilere zulmeden yerleşik Kürtleri cezalandırmayı düşünüyorlardı, büyük devletlerin bir kısmı. Kimileri de arada bir tampon devlet kurmalarına izin vermenin iyi olacağını savunuyordu. Ruslar da boğazları istiyordu. Bunda anlaşamıyorlardı. Kostantinepolis Yunandı, Yunanlıların olmalıydı. Trakya, Ege de Rumlar, kimi yerde Müslüman’dan çoktu. Doğu Karadeniz'de de, Pontus imparatorluğu kurulmalıydı yeniden. Bunun için derhal örgütlenmeye başlanmalı, çeteler oluşturulmalı, imparatorluk içerden vurulmalıydı. Okumayı bitirince, broşürü küçük parçalara ayırdı, çalılara attı. Gemiciler eliyle geliyordu bu kâğıtlar. Gizlice sokuluyor, örgütlere dağıtılıyor, sonra da yok ediliyordu. Bir şeyler oluyordu. Balkanlar arı kovanı gibi kaynıyordu zaten. Bütün azınlıklar örgütlenmişti. Çoğu yerde oluşturulan çetelerle padişahın güçleri başa çıkamıyordu. Çok gitmez Rusya, gene bindirirdi buralara. O gün Rumlar da hazır olmalıydı. - Gene kıyamet kopacak, diye düşündü. Irmağın karşısından sesler geliyordu. Bir kadınla çocuk ırmağa inmişlerdi. Gülizar’ı hemen tanıdı. Çocuğun elinde bir küçük bir kazan, kadının sırtında çamaşır dolu bir sepet vardı. Çamaşırları suyun kıyısına, düz kayalardan birinin üstüne boşaltılar. Sonra çalı çırpı toplamaya giriştiler. Topladıklarını iki taşın üstüne yerleştirdikleri kazanın altına yığıp yaktılar. - Sen daha odun topla, dedi kadın. Ben şunları bir sudan geçireyim. Çocuk, dal toplamak için yer arantısında bakındı. Hemen yandaki kuru bir Hindistan ağacının dallarını kırmaya koyuldu. Kadın da çamaşırlarının bir bölümünü ayırıp suya attı. Eteklerini ıslanmasın diye topladı, çamaşırları çiğnemeye koyuldu. Çocuk ateşin başından kalkıp gelince, kadın eteklerinin ıslanmasına aldırış etmeden açılan bacaklarını kapattı. - Yeterince kül oldu, dedi. Ne yapacağız şimdi? Oluşan külü, tenceredeki suya attılar. Gene odun gerekiyordu. Bu kez çocuğun kuru dal peşine ondan yana geleceğini anlayan keşiş kalktı. Patikaya indi. Sanki ormandan gelen bir köylü gibi yürüdü ırmağın kıyısına doğru. Varlığını duyurmak için öksürdü bir kez. Kadın hemen üstünü başını toparladı, başından kaymış yaşmağını düzeltip sırtını döndü. Yanına yaklaşan çocuğun başını okşadı hafiften. Cebinden çıkardığı üzüm kurularını uzattı. Küçük, çekindiyse de aldı. Keşiş Türkçe: - Adın ne senin oğlum? dedi. - Sinan, dedi çocuk, üzümlerini iki elle avuçlamış giderken. - Benimkini sormayacak mısın? Çocuğun hiç öyle niyeti yoktu, ama zorunlu sordu. - Ne? - Yusuf, dedi, kadının duyacağı bir sesle. Ardından ekledi. Hani kardeşleri tarafından kuyuya atılan vardı ya, o Yusuf. Kadının duyduğuna emindi, ama bir tepki yoktu. Beklemedi, onların geldiği yoldan yürüyüp ağaçların altında kayboldu. Seslerini duyacağı bir noktada durup dinledi. Kadın, üzüm kurularıyla yanına gelen çocuğu azarlıyordu. Tanımadığı insanlardan bir şey almaması gerektiğini, bir daha söz dinlemezse, yanına almayacağını ve babasına da şikâyet edeceğini söylüyordu. İşleri bitince yıkanmış çamaşırları alarak yola çıktılar. Dar patikayı izlediler. Evlerine sapacakları zaman duraladı kadın. Şaşkın şaşkın, önündeki çitin üstünde, kurumaya durmuş, elmasıyla, yaprağıyla, açmış çiçekleriyle asılan menekşeye bakakaldı. Telaşla az önce gördüğü adamı aradı gözleriyle. Sonra da çok tehlikeli bir şeymiş gibi menekşeyi alıp çalılıklara fırlattı. Keşiş, artık her gün Gülizar’ın peşindeydi. Konuşmaya kalkmıyordu, ama sürekli izliyor, topladığı kır menekşelerini yolunun üstüne bırakıyordu. Ne var ki umduğu yakınlığı elde edemedi bir türlü. Kadın, çocuğu yanından hiç ayırmıyor, her seferinde bir yılan görmüş gibi bakıyordu çiçeklere. Bu arada yaşlı kaynanası öldü kadının. Yazdı. Bir Ramazan gecesi, herkes teraviye köyün aşağısındaki camiye gittiğinde geldi keşiş. Gülizar’ın kocasının da gittiğini görmüş, emin olmak için de caminin kapısına değin de izlemişti onu. Sonra dönüp fındık harmanının yanındaki çadıra sokulmuştu. Umduğu gibi çadırda yalnızdı kadın. Öndeki direğe asılı gemici fenerinin soluk ışığında, kanaviçe işliyordu. Keşişin yüreği yerinden çıkacak gibiydi. Ses çıkarmamaya çalışarak serili fındıkları aşmış, yanına varmıştı. Elinde bıçakla kadının üstüne atılmış ağzını kapatarak sırtüstü çadırın içine devirmişti. - Sana kötülük yapmayacağım, ama bağırma, demişti. Ben, Yusuf'um. Elini ısırmaya çalışan kadın, vazgeçip dikkatlice yüzüne bakmıştı. Korkuyla açılan gözler, yumuşayarak kaynamış kaynamış yaşla dolmuştu. Yusuf, sonu ne olursa olsun ona zarar veremeyeceğinin farkındaydı. - Bağırma! Bırakıyorum. - Kalk üstümden, demişti kadın. Sesi yabancıydı ama bağırmayacaktı. Kenara çekilip sanki Yusuf'a hiç bakmayacakmış gibi üstünü başını uzun uzun düzeltmişti. - Git, demişti sonunda, kararlı bir sesle. - O kadar kolay gidebilsem, bunca zaman aramazdım. Almadan gitmem. - Aklını yitirmişsin sen, evli barklı kadınım ben. - Yitirdim! Bu sevda yüzünden her şeyimi yitirdim, dini mi bile… Müslüman oldum. Yalan söylüyordu. Kadını etkilemek için kestirme bir yol arıyor, çırpınıyordu. - O zaman olacaktı ki, geç kaldın. Şimdi başkasının malıyken mi?.. Seninle bu kadar konuşmam bile namusuma leke. Git Yusuf! İki din aşkına, iki peygamber aşkına git! - O bir hırsız. Seni benden çaldı. Hiç emek vermeden çaldı. Gel kaçalım Gülizar. Uzaklara gidelim. Allah da reva görmedi bak, çocuğunuz da olmuyor, kısır o, hiçbir zaman olmayacak. Kadın, onun bütün bunları bilmesinden şaşkın, sessiz bir ağlama tutturdu. - Git, diyordu, arada bir. Ne olur, git? Ne yapsa ağlamasını durduramayacağını anlayan Yusuf kalktı. -Gidiyorum, ama şimdilik. Yalnız seni bir kez daha dövdüğünü görürsem onu öldüreceğim, bil. - Öldürme, dedi. O benim helâlım. Ne bilsin? Burada günahı olmayan bir tek o. - Şimdi onu mu savunuyorsun bana, o hırsızı? Sonraki birkaç gün boyunca, kararsızlığa düşmüştü, keşiş. Sevgisinde bir eksilme yoktu. Üstüne üstlük daha önce bedensel bir ilgiyi utanılır bulmasına karşılık, şimdiyse çılgınca arzuluyordu. Gülizar’ın genç kızlığında da giydiği mor eteğinin altından gözüken baldırlarını hiç unutamıyordu. Onun da, kendisini hala sevdiğine emindi. Ne var ki, kadının kocasına bağlılığı, Yusuf’u gördüğüne sevinmemesi onu şaşırtmıştı. Gülizar’ın boynuna atılacağını beklerken hiç de öyle olmamıştı. Dahası kocasını savunmuştu. Belki de halinden memnun kadın. Ne yapacaktı? Vazgeçmeyi, bir daha gitmemeyi düşündü. Belki de her şeyi, kiliseyi de bırakıp dağlara, Sümela’ya dönmek daha doğruydu. O günlerde, Yusuf'u, Trabzon'daki büyük kiliseye çağırdılar. Yaz ortasına değin orda kaldı. Döndüğü günün gecesi gene yollara düştü. Onca yıl sonra, onunla konuşmuş, dokunmuştu, artık bırakamazdı. Sararmaya dönmüş mısırlığı aşarak evin önüne geldi. İçersi gene aydınlıktı. Pencereye tam örtmeyen yırtık bir çarşaf asılmıştı, sabun ve su kokusu geliyordu. Cuma öncesi temizlik yapılıyor, çamaşır yıkanıyordu anlaşılan. Ertesi gün ırmağa gelecek, diye düşündü, sevindi. Biraz daha yaklaştı. Yığılı çamaşırları gördü önce, sonra Gülizar'ı. Yıkanıyordu. Onu ilk kez çıplak görüyordu. Kadın sabunlu yüzünü, sıcak suyun etkisiyle duman tüten vücudunu duruladı. Peşkiri almak için uzandı. Yusuf o anda, görüldüğü gibi bir hisse kapıldı. Gülizar, pencereden yana yüzü dönükken, bir an sanki bir şey görmüş gibi duralamış, çabucak peşkire sarılmıştı. Bir daha da görünen alana çıkmamıştı. Başka bir şey olmamıştı ama Yusuf, hemen oradan ayrılmıştı. Sabahı zor etmişti. Gözlerinin önünden Gülizar’ın çıplak bedeni, sabun suları sızan göğüsleri, yuvarlak karnı hiç gitmemişti. Erkenden ırmağın kıyısındaki yerine gidip umutla beklemeye başlamıştı. Öğleye doğru gelmişti Gülizar. Bu kez yalnızdı. Çocuğu bırakmasını olumluya yordu. Onun kilimleri suya atışını, çiğneyişini izledi. Sonra, aranır gibi etrafına bakındığını görünce dayanamadı kalktı, ırmağı geçti. Kapanıp kaçacağını sandı kadının, ama umduğu gibi olmadı. - Seninle konuşmalıyız, dedi, hiç bakmadan fısıltıyla. Ama burada olmaz, fındıklığa gir, bekle beni. Keşiş, söylenen yere giderken kuşkuluydu. Orda belki de, kocası ve adamları bekliyordu. Ölümüne gider gibi gitti gene de. Kimse yoktu. Küçük bir dut ağacının dibine oturdu, bekledi. Az sonra Gülizar, sepetini bir fındık ocağının içine bırakıp geldi, biraz uzağa sık dalların altına oturdu. - Delirdin mi, sen, diye çıkıştı. Penceremin altına kadar gelmek ne akıl? Söyler söylemez kıpkırmızı kesildi ikisi de. Onu çıplak gördüğünü biliyordu demek. Yusuf, sıklaşan nefesini, çarpan kalbini zorlukla denetleyebildi. - Çok güzelsin. Kadın, başını önüne eğdi utançla. Ne olursa olsun, konuşması gerektiğini düşünerek mırıldandı. - Daha ne istiyorsun? - Seni, dedi Yusuf, net bir sesle. - Almadan gitmeyeceksin. - Gitmeyeceğim, dedi Yusuf. - Öldürseler de? - Öldürseler de. Yusuf'u tedirgin eden bir ses tonuyla mırıldandı kadın. - Ölmeni istemem. Seni çok sevdim. Doğmasını istediğim çocuğum kadar çok. Bilsem din ayrılığımızı sevmezdim. Bunları anlayacak kadar büyük değildim ki. Mademki, ölmeden gitmeyeceksin, tek çözüm var. Yusuf’un kilimin üstünde unuttuğu bıçağı kaptı Gülizar. - Ben ölürüm o zaman. Bıçağı göğsüne saplamak için kaldırdı, son anda tutabildi bileğini Yusuf. Birbirine sokulmuş bıçağı çekiştirdiler. Nefesleri karışıyordu, göz gözeydiler. Yusuf bıçağı sonunda alabildi. - Peki, gideceğim kendine kıyma, ne yapayım boşaymış uğraşım. Yavaşça yanına çöktü Yusuf. Tıpkı geçmişte olduğu gibi, birbirine sarılmış, tüm dünyayı unutarak oturdular. Dudakları birleşti. Önce Gülizar toparlandı. - Artık git, dedi. - On beş günde bir her Cuma, burada bekleyeceğim, deyip ayrıldı, Yusuf. Fındıklar toplandıktan sonra birkaç kez görüştüler. Herkesin Cuma namazı için camiye gittiği saatte, fındıkların içinde, dutun altında buluştular. Sonyaz ve güz öyle, geçe kalmış aşklarının baharı olarak geçti. Güz yağmurları başlamış, yapraklar dökülüyordu. Kış yaklaşıyor, havalar soğuyordu. Böyle giderse görüşemeyeceklerinin ikisi de farkındaydı, ama hiç konu etmeden direniyorlardı. Hava soğudu, Gülizar gelmez oldu. Aklını attı keşiş. Küçük cemaatini, kilisesini boşladı. Doğan çocuklar vaftiz olmadan kaldı. Pazar günleri yapılan ayinlere bile gitmez oldu. Ormanlarda yağmur kar demeden onu aradı durdu. Evin onu gördüğü penceresine bir çarşaf geriliydi artık. Bir yerlerde denk getirip göremedi. Yollarda üşüttü, doğru dürüst bir şey yemediği için hastalandı. Ancak, yaza doğru kalkabildi yataktan, o da bir deri bir kemik olarak. Kanlı kanlı öksürüyordu hala. Gene yollara düştü. Bir gün ummadığı bir şey oldu. Onu görememişti ama harmanda otları altüst eden tanıdık birine rast geldi. Bu Gülizar’ın annesi Rabia'ydı. Tanıyacağını bildiğinden hemen uzaklaştı. Kendi kendini yiyerek, bir umutla her Cuma, her zamanki yerinde, yeşeren, çiçeklenen zifirlerin arasında saatlerce oturup bekledi. Yaz ortasına doğru bir gün, umudunu yitirmiş, beklemekten bunalmış, elini yüzünü yıkamak için ırmağa inmişti. Dalları suya sarkan can eriklerinden toplamış yiyordu. Bir ayak sesi duydu. Fırladı, zifin çiçeklerinin yanına ulaştı. Kucağında bohça, sırtında siyah çarşaf olan bir kadın, ırmağı geçmiş ona doğru geliyordu. Ne yapacağını şaşırdı. Oturmayı yeğledi. Örtünüp geçer sandı, ama kadın ona yönelmişti. Bir şey danışacak her halde diye toparlandı, sırtını dönüp bekledi. Kadın, mutlu, şen bir sesle adını söyledi. - Yusuf! Başını kaldırıp baktı, Gülizar’dı. Güzelleşmişti, gözleri tıpkı genç kızlığındaki gibi ışık içindeydi. Geldi hemen yanına oturdu. Varlığına inanamıyordu. - Seni çok aradım. Bir şey oldu diye korktum. - Oldu, dedi kadın gülerek. Ne olur, çiçeklerin içine gir, öyle konuşalım. Kimse geçmez ama bakarsın... Yolun hemen kıyısındaki kumar çiçeklerinin arasına girdi Yusuf. Gülizar da biraz yaklaştı. Uzansa dokunacak kadar yakındılar. Genç kadının kucağındaki bohçadan bir mırıltı, kedi miyavlamasına benzer bir ses geldi önce. Sonra bir bebek ağlamasına döndü. Telaşla sırtını dönüp göğsünü açtı. Kundaktan başını uzatarak memeyi arayan çocuğa verdi. Sustu. Görmek için eğilen Yusuf'a çıkıştı. - Bakma! Emzireyim göstereceğim. Benim çocuğum o, anneyim artık. Yusuf öylece kalakalmıştı. Duydukları yanlış mıydı? Gülizar’ın kocası, delikanlılığında budadığı kestane ağacından düşmüş, belini çıkarmıştı. Senelerce yatmıştı, yaralar, iltihaplar içinde. Sonra iyileşmişti, ama o düşüşün etkileri hep sürmüştü. Ne yapsa adamın çocuğu olmaz, diyorlardı. Belki de bir yakıştırmaydı. - Seni hep sevdim, dedi Gülizar Çok sevdim. Ne zaman ay çıksa aklıma düşerdin. Selam gönderirdim sana. Belki o dağın doruğunda, gene ay ışığında pencereme bakıyorsundur diye. Kaderim buymuş, alın yazım. Demek ki, ben de böyle, dölsüz, sevdasız bitirecekmişim hayatımı derken, çıktın geldin, hem de Müslüman olarak. Seninle gitmeye, bu kez ne olursa olsun, yarın öleceksem bile, gitmeye kararlıydım ki, bu oldu. Emmesini tamamlamış, minik yüzünü buruşturarak uyuyan çocuğu gösterdi yüzünü açıp. - Benziyor mu? dedi fısıltıyla. - Kime? diye mırıldandı şaşkınlıkla Yusuf. - Sana. Bunu aklına getirmemiş değildi Yusuf? Ama gerçeğe inanamadı, dilini yutmuş öylece bakakaldı. Bebeğin minik burnunu, buruşuk ellerini okşadı. Sonra düşünceler su gibi aktı beyninden. Yusuf, söylediği yalandan eziklik duyuyordu. Müslüman olmadığını açıklamayı düşündü, sonra vazgeçti. Yeterince acı çekmişti kadın, yenilerini eklemeye gerek yoktu. Artık çocukla birlik çok şeyin değiştiğini, o da algılıyordu. Sümela'dan gelirken her şeyi ince ince düşünmüştü, ama bunu hiç hesaba katmamıştı. Büyük Melas’ta din adamı olmak için eğitim görürken tek düşüncesi vardı. Bir gün büyüyecekler, Gülizar’la birlikte uzak diyarlara kaçacaklardı. Gülizar birden ortadan kaybolunca delirmişti. Gecesini gündüzünü yitirmiş, eğitimi bırakmış, dağın doruğunda ay şafaklarını bekler olmuştu. Düzelemeyeceği yargısına varan büyükleri, manastırın rahipleri üstüne varmaz olmuşlardı. Zamanla kendi kendine toparlanmıştı. Yeniden papazlık için eğitim görmek istemişse de, rahipler onda bir farklılık olduğunu sezmekte gecikmemişlerdi. Garip sorular soruyordu. Dinlerden kuşkuya düştüğünü belirten sorulardı bunlar. İsa, öteki yanağını uzatmıştı, diyordu, çarmıha gerilmesine sebep olanları bile affetmişti. Musa, Firavunun sarayından halkını Kenan iline götürmek için ayrılmış, onca çileye onlar için katlanmıştı. Sonra nasıl olmuştu da, dinler insanları ayrıma iter, onların mutluluklarını önler, zıtlaştırır, sevmelerini engeller, kavgalara sürer olmuş, diye soruyordu. Manastırdakiler dinsel disipline hiç uymayan kuşkularından bıkmıştı. Yusuf'un hiçbir zaman bir rahip, papaz, keşiş olmak şansı yoktu ya bir mucize olmuştu. Büyük Yunanistan düşünü kuranlar, Anadolu'daki bütün Rumlara ulaşılmasını ve örgütlenilmesini istiyorlardı. Bunu göze batmadan en iyi yapacak olanlar da, din kisvesi taşıyan adamlardı. Buradaki keşiş de ölmüştü. Gönderecek başka biri de olmayınca Yusuf da istekli durunca onu yollamışlardı. Din adamlığından çok, Hıristiyanları örgütlemekle uğraşıyordu. Aslında tek amacı Gülizar’a ulaşmaktı. Başarmıştı da. Razı edebilseydi, kaçacaklardı buradan. Şimdi ise çocuk vardı. Hem de, kendi çocuğu. Sahip çıkamayacağı çocuğu. Bunları nasıl anlatacaktı, Gülizar’a? - Benimle gelmeyeceksin, değil mi, dedi umutsuz ama, kabullenmiş bir sesle. Elini uzatıp kadının alnına düşen buklesini düzeltmek istedi. - Yapma dedi, gören biri çıkar. Erkeğin yüzündeki kırılmayı gördü, yumuşattı sesini. - Yapmayalım ne olur? Ben bir anneyim. Yeterince günah işledim, artık yapmayalım. Allah beni gene affetti, belki düzelirim diye bu bebeği verdi. Bir kadın iffetsizlik yaparsa yatacak yeri yok ama bir anne yaparsa... Onu yakabilecek cehennem yok. Bu sabinin, yaşatacak benden başka kimsesi yok. Git artık, kutsal kitaplı iki din adına git ve bir daha gelme olur mu? Kararlılığını hiçbir zaman aşamayacağını algılamıştı Yusuf. Artık o çocuk sonsuza değin aralarında bir duvar gibi duracaktı. Kocasını önemsememişti. Adı, insanlığı ne olursa olsun, rolü o değildi çünkü. Bir şeyler eksikti ki, Gülizar zor da olsa çözülmüştü. Ama ortada Gülizar’ın doğurduğu, göğüslerine süt dolduran, emzirdiği bir bebek vardı şimdi. Onda, milyonlarca yıldır dişilere, en zavallısından, en güçlüsüne değin soyluluğu ve koruyuculuğu aşılayan müthiş bir güç vardı. Yavrusu tehlikedeyse, zavallı bir anayı, canavar yapan bir güç. Artık Gülizar’ı kırk parça yapsan bile, her parçasının en önce, canından, sevdasından da önce sarılacağı çocuğu vardı. Kimden olursa olsun, kocasından, başkasından önemli değildi hiç. O çocuk, yasa, töre ne derse desin, artık onundu. Bir tek onun. Anlayışla gülümsedi. Üstünü başını silkeleyip kalktı. Zor bir kavgayı nihayet bitirmiş gibi yorgun, perişan ama kıvançlı konuştu. Gür ormanların üstünde bir yama gibi duran tepeyi ve kiliseyi gösterdi. -Orada yaşıyorum. Gidecek yerim yok. Korkma, belki beni göreceksin ama sana yaklaşmayacağım. Sadece çağırırsan, ne zaman istersen yanında, yanınızda olacağım. Bu da benim yaşama isteğim olacak. İki din adına da yemin ederim kimse bilmeyecek. Ayışığı, benim yüreğimde saklı kalacak, sonsuza dek. - Gülizar! Kız Gülizar! Bir kadın sesleniyordu. Telaşla toparlandı, kadın. - Rabia annem bu, dedi. Görürse tanır, ne olur gözükme. - Gidiyorum, dedi Yusuf. Bir şey soracağım gitmeden, adı ne bebeğin? - Yusuf, dedi Gülizar. Hikâyedeki gibi, ama kaderi öyle olmayacak. Bebeği koynuna alıp zifin çiçeklerinin etrafından dolaşıp indi ırmağa. - Geliyorum, diye seslendi, ırmağın kıyısında. Sonra yitti gitti. Ardından bakan Yusuf fark etmişti, artık mor eteğini giymiyordu. Rabia, kızı bebekle birlikte evden çıkınca meraklanmış, peşlerinden gelmişti. Çalıların içine giren Yusuf’u görmüş, tanımamış, biraz daha sokulup konuşmalarını dinleyince her şeyi anlamıştı. Sonunda dağdaki genç Yusuf’la bu sakallı adam arasında benzerlikler bulmuştu. Kızının yıllardır olmayan çocuğunu, kocasının rahatsızlığıyla ilgili anlattıklarını, çocuğun adının Yusuf konulması için kızının üstelemesini… Düşünüp bir bir birleştirmişti. Tek çocuğunu bu kadar uzak yerlere kaçırır gibi vermesine neden olan Yusuf’u bunca yıl sonra karşısında görünce kendini zor tutmuştu. Deli divane üstüne atılmayı, dişiyle tırnağıyla onu parçalamayı isterdi, ama yapamayacağını bilerek kahrolmuş, düşünüp durmuştu. Her şeyi düşünmüştü. Orda çaresiz otları yolarak bir çözüm bulmaya çalışmıştı. Geldiği yoldan dönüp tekrar ırmağın kıyısına inmiş, geçen zamandan tedirgin çağırmıştı onu. Gelen kızına bir şey belli etmemeye çalışmış, ama pek başaramamıştı. - Akıl yok sende. Daha kırkı dolan bebekle ortalarda dolaşan kadına ne derler, biliyor musun? Doğru eve. Bildiklerinden hiç söz etmedi. Keşişle zaman içinde ender olarak karşılaştıklarında, her bir şeye öfkeli dururdu, ama sesini çıkarmadı, bekledi Ne var ki kızının peşinde bir gölge gibi dolandı, yalnız bırakmadı. Yıllar sonra küçük Yusuf, büyüyüp delikanlı olmaya durduğunda, en büyük korkusu olan Ruslar, Trabzon'u aldılar, ardından yollar vurup dere boyunu işgal ettiler, yükseklere çıktılar. Rabia, bağbozumu bir kıyamet gibi başladığında bile Sümela’ya, kocasının yanına dönmedi, orda kaldı. Keşişle bir hesabı vardı ve onu görmeden ölmeyecekti, öyle kararlıydı. “ Gün ola devran döne,” diyordu. “Ne kadar güçlü olursa olsun aslanın leşi, er geç karıncaya kalır.” *** Sonraki Bölüm: Bağbozumu İçin TIKLAYIN Koleksiyonuna eklemek isteyenler, ''Selam Söyleyin Ay Işığına'' PDF'si için TIKLAYIN .

  • BAĞBOZUMU-2

    PAZAR KİTAPLARI. Şenol Yazıcı, BAĞBOZUMU, Roman, 180 sayfa ATP Yayın Dağıtım Pazarlama / ADA Kitap 2006 İstanbul * BAĞBOZUMU / Aç bir sırtlan gibi boz bulanık, uğursuz bir gün, pençelerini karlı dağların doruklarına geçirmiş, zifir zindan göklere dişleriyle asılmış, doğuyordu. Havlayan köpeğin sesine yataktan kalkıp kapıyı açtığında, karın içinde bir hayalet gibi dikilen adamı görmüş, irkilmişti. Kapıyı üstüne atmasıyla duvarda asılı mavzerine dalması bir olmuştu. "- Kim var orda?" Dışarıdan çekingen bir ses yanıtlamıştı: "- Benim Yusuf Dayı, Sesera’dan Hüseyin." Tanır gibi olmuşsa da, sormuştu. "- Hangi Hüseyin?" "- Tahsin’in hısımı. Seni istiyor." Uyku sersemliğini atmış, kapıyı açmıştı. Korkusunu gösterdiğinden rahatsız çağırmıştı adamı. "- Gel, içeri gel. Ne o, sabah sabah dışarı mı attı, seni köroğlu?" Adam, gülmüş olmak için, tütün sarısı dişlerini göstererek yüzünü buruşturmuştu. Pantolonu, artık kendisine dar gelen ceketinin etekleri su içindeydi, üşüyordu. "- Donmuşsun yahu. Ocağın başına geç, ateşi yakayım." Toprak zeminli yerevinin tam ortasındaki pilekinin yanına, postun üstüne çökmüştü Hüseyin. Yusuf, çıplak tavandaki bir keresteye kalın bir zincirle bağlı yal kazanını yana çekerek, yer ocağını çabucak yakmıştı. Gürültüye kalkan Yusuf’un karısı, konukla tek söz etmeden, kapkara bir tenceredeki sütü ateşe koymuş, ortadan yok olmuştu. Sesara, dağların ötesinde, eski kaçakçı yolundaki bir köydü. Adam, atsız yürüyerek gelmişti onca yolu. Daha güvenli olduğundan, dere içinden, karakolun önünden geçmiş, o nedenle de silah da almamıştı yanına. Kurttan, kuştan korkmuş, ıslanmış, donmuştu. Ateşin ilk alevleri onu yalar yalamaz bütün giysileri yanıyormuş gibi tütmeye başlamıştı. Bu denli önemli ne vardı, diye düşünmüşse de sormamıştı, Yusuf. "- Bir at bulamadı mı, sana Tahsin? Gebereceksin, dur sana kuru bir şeyler getireyim." Hiçbir şey istememişti adam. Sütü bile zor içmiş, Yusuf'u alıp hemen gitmek istemişti. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlamak zor değildi de, neydi? Yusuf, öğrenmeye çalışmıştı, ama Hüseyin huzursuzlanmıştı: "- Nedenini ben ne bileyim? Git dediler, geldim," diye söylenmişti. "- İyi o zaman gidelim. Yalnız bir atım var, dağ yolunda mecbur yürüyeceksin." Adam ayağa kalkmıştı, hemen. "- Yürürüm dayı. " Kar dört bir yanı kefen gibi sarmıştı. Yol yolak olmayan, kurtların donmuş ayak izlerinden başka tek bir canlı izi taşımayan dağlara vurdular. Yol boyu konuşmadılar. Hüseyin, birkaç metre uzaktan, atın açtığı izden, zemheride değil, kiraz ayı ortasındaymış gibi sorunsuz yürüyordu. Yusuf, en kötülerinden başlayarak, niçin çağrıldığını düşünüyor, şudur, diyebileceği bir yanıt bulamıyordu. Belki de Tahsin hastaydı. Belki de ölmüştü. O rakıyı güğümle içen, sonra deli bir Arap atının sırtında dağları dörtnala dolaşan adamla ölüm hiç yan yana durmuyordu ama… Beş yılı geçkin hısımlıklarında, sağlığından bir yakınmasını duymamıştı. E, ne oluyordu o zaman, ortada fol yok yumurta yok, sabahın köründe? Yusuf'un haydi haydi devirlerinde, kaçağa gittikleri zamanlarda tanışmışlardı. Tütünü yükleyip ver elini Erzurum, Pülümür... İngiliz kumaşı, sigara kâğıdı ne bulurlarsa alıp gelirlerdi. Zor işti, belalı işti, ama ekmek aslanın ağzında olup başka çıkar yolunda, yoksa aslanı maslanı kim dinlerdi? Sonradan devlet jandarmasıyla, kolcusuyla, ihbarcısıyla dağlara söz geçirir oldu, hazır sigara çoğaldı. Onlar da kaçağa gitmekten vazgeçmişti. Atlar ahıra çekilmiş, tüfekler duvarlara asılmış, sadece anılar kalmıştı geriye. Sarp dağların doruklarındaki bir avuç, kuş yuvası topraklarıyla boğuşmaya dönmüştü yaşamları, ama dostlukları sürmüştü. Yusuf’un yusufluğu, Tahsin’in tahsinliği sözde kalmak üzereyken o olay olmuştu. Tek kızı vardı, Yusuf'un, canı ciğeri tek çocuk. Başka vermemişti Allah. Dolaşmadık hoca, yatır kalmamıştı, ama ne çare. Sonunda bir kız, Fatma doğmuştu. Ne zaman büyüdü, ne zaman göğüslendi kalçalandı, anlamadı ama bir duydu ki, köyün en çulsuzunun oğlu sevdalanmış ona. Ne tarla var oğlanda, ne de doğru dürüst ev. Babası ince hastalıktan ölüp gitmiş askerde. Anası genç ve güzel kalıvermiş, onca yoksulluğun içinde bir başına. Bırakıp da kocaya varmamış, onun bunun yardımıyla, üç kök mısırın dibine bakarak büyütmüş onu. Kimsesizlik her devir zordur, hele o devir... Yusuf istese kapar alırdı onu karısının üstüne. İstemedi de değil, ne var ki, rahmetliyle azıcık akrabaydı ve de milletin diline düşmek vardı. Almadı, korudu dahası. Zaman, taşı işleyen Rum ustanın elleri gibi işledi acımasızca kadını. İki günde çökertti, öz suyunu çekti aldı, pörsümüş derisinin altında kaç yaşında olduğunun anlaşılması olanaksız bir kocakarıya çevirdi. Kadın tükenip gitmişti ya oğlan, inadına sanki anasının kanından beslenir gibi gürbüz olmuştu. Güçlenip, palazlandıkça da bela olmuştu köye. Hırsızlık onda, kumar onda, içki onda… Onun bu hallerine, gençlik, der geçerdi belki, ama kızına sevdalandığını duyunca en birinci hasım olmuştu delikanlıya. Öyle kolayına, kimseyi kızına denk bulmazdı. Çulsuz bir dul karının oğlunun, kızının peşinde dolaştığını duymak bile onu deli etmeye yetmişti. Hele, komşuların küçük imaları... Eski Yusuf olmayacağını mı sanıyorlardı? Gecenin orta yerinde, kadının evine varmış, yarısı çürük bir tenekeyle kaplı kapıyı bir tekmede indirip dalmıştı içeri. Pilekideki külde patates pişirmeye çalışan kadın, bütün zulümlere alışkın gözlerle bakmıştı ona. "- Köpekler, ben olmasam ocağınıza incir ağacı dikmişlerdi." Sesi yerevinin içinde top gibi patlamıştı. O anda içerdeki delik deşik duvarların ardındaki odadan çıkıp gelmişti oğlan. Gözleri bir bıçak ağzı gibi keskin bakıyor ve damla korku taşımıyordu. Çıplak omuzlarında güçlü kasları kımıl kımıldı. Yusuf, bu genç vücutla kendisi arasındaki eşitsizliği hemen fark etmiş, belli belirsiz rahatsızlık duymuştu. Yine de, onca deneyiminden bilirdi ki, kavgada alttan almak, yenilgiyi baştan kabullenmek demekti. "- Sizin için onca yaptığımdan sonra..." Sözcükleri kendine bile inandırıcı gelmemişti. "- Ne yaptın bizim için?" demişti oğlan, kupkuru bir sesle. Yusuf, yaptığı hiçbir şeyi anımsayamamıştı. Oysa gelirken ömrünün yarısını onlar için tükettiğine yemin etmeye hazırdı. Gene de yanıtsızlığı yedirememiş, "- Ne yapacaktım? Ben olmasam..." demişti. Sözünü bitirmesini beklememişti çocuk: "- Sen olmasan daha kötü olmazdı. Zart zurtların dışında bir şeyini görmedik. Ha, gördük, sınırı her gün biraz daha bizim tarlanın ortasına sürdün." Oğlanın simsiyah, içi sonsuzluğa değin boş, beyazları dört bir yanı saracak dende geniş gözleri vardı. Derin, tehdit dolu bir tüfek namlusu gibi gözler, Yusuf'u deli eden anlamlar taşıyan gözler. "- Ula!" demişti, boğularak. Toydu oğlan, toyluğu kadar boğazına kadar hınç ve öfkeydi. Belki, birisinin gelip evinde, anasının yanında bağırıp çağırması erkeklik onurunu ayağa kaldırmıştı. "- Bırak bunları. Adam gibi git evimden." Yani, adam gibi gitmezse, kolundan tutup bir köpek eniği gibi kapı dışarı atacaktı, öyle mi demek istemişti? Yusuf'un gözleri önünde kırmızı benekler uçuşmuş, Bağbozumu’nun insanı boğan saldırganlığını duymuştu, onca yıl sonra. Eli yeleğinin altına kaymıştı bilinçsiz. O öyle silahını ararken düşünmeden tanıdık olana, onura dört elle sarılmıştı. "- Ne o, bulamadın mı çakaralmazını?" demişti, zorlama olsa da gülerek. Yaşamında hiç kimse, Yusuf'u öyle çaresiz, öyle üzgün ve utanç içinde görmemiştir. Hiç çocukluğunu yaşamamış, hiç ağlamamışlardandı o. Ne var ki, o an, yeleğinin altından bomboş çıkan eline, akla sığmaz bir olağanüstülüğe bakar gibi bakarken, kuru, çatlak dudakları titremişti. Genç, yanındaki rafa atılmış, yağlı muşambanın içinden sıyırıp aldığı, uzun namlulu tabancayı sallamıştı havada. Vurduğu yerde yumurta kadar delik açan silah, canlanmış sanki vücudunun doğal bir uzantısı gibi olmuştu. Öyle yakışmıştı eline. Bunca yıldır duyduğu yetimliğin öfkesi, bütün dünyayı boğabilecek dende güçlüydü, o anda. Yusuf şaşkındı ama korkmamıştı. O yaşamında korkma lüksü olmayan ender insanlardandı. Onu yıkan, çok uzun zamandır ilk kez birinin karşısına geçip meydan okuyabilmesiydi. Karşısındakinin gücünden daha çok, içine düştüğü güçsüzlük ve bunun birileri tarafından fark edilmesi zoruna gitmişti. Kendine çevrili silahı umursamadan, bir vurgun yemişçesine, daha on dördündeyken, gırtlağını kestiği Rum’un kanıyla yıkanan ellerine, yitirdiği nesi varsa ordaymış gibi bakakalmıştı. Öylece, gözleri ellerinde sırtını dönüp çıkmıştı. Ona mı, öyle gelmişti bilemiyordu, ama sanki baştan beri sonucu çok iyi bilerek yerinden hiç kımıldamayan kadın, ardından gülmüştü. Azap dolu günlerdi, o günler. Uykuları kuş olup uçmuş, yemeden içmeden kesilmişti. Gece gündüz kollamıştı kızını. Artık, üstünden hiç eksik etmediği silahıyla tetikte beklemiş, kızın peşinde oğlanın saçının ucunu görse, şahadetsiz öldürmeye kararlı dolanmıştı. Kovulmanın onur kırıklığına alışmıştı, ama böyle bir belayı damat görme düşüncesine hiç alışamayacaktı. Bir yaz akşamı, dağların dorukları pişkin bir ekmek gibi kızarmışken, beyaz atının üstünde her zamanki gibi çalımlı durmaya çalışan, ama artık sadece özenen Tahsin, çıkıp gelmişti. Gece boyu konuşmuşlardı. Bir zamanlar, görünen her bir tepede yer alan Rum kiliselerinden, Bağbozumu'nda yitip gitmiş babalarından, dedelerinden, çocukluk arkadaşlarından, kaçakçılık günlerinden söz etmişler, geçmişe övgüler düzüp yeni zamana ilenmişler, en son, ikisi birlik fısıltıyla, yaşlandık artık, deyip uzun süre sigaralarını içip susmuşlardı. Tahsin birden bire, biraz da sıkılarak: "- Gardaşlık! Ver senin kızı, benim oğlana," deyivermişti. Başka zaman olsa belki olmazlanırdı. O andaysa en iyi çözüm gibi gözükmüştü. "- İstediğin kız olsun, al senindir." Kimse, kızın yeri göğü tutan ağlamalarına aldırış etmemişti. Anası, bir iki kez ayaklanıp: "- Yapma, Fatma istemiyor. Belki bir sevdiği vardır, " diyesi olmuştu ya Yusuf’un dehşet veren öfkesiyle çabucak vazgeçmişti direnişinden. Düğün dernek gitmişti Fatma. Gidiş de o gidiş, bir daha da baba evine uğramamıştı. Ziyaretine gittiklerinde solgun, üzgün sanki yüzü ölüme dönük görürlerdi onu ya aldırmazdı. Kız kısmı böyledir, zamanla düzelir, derdi karısına. Gerçeği çok iyi algılamıştı, aslında. Demek kızının da o köp'oğlunda gönlü vardı. Unuturdu unuturdu, neleri unutmuyordu insan. Karnı tok, sırtı pekti ya ona baksın, diye düşünmüştü. Atının üstünde birden kaskatı kesildi. Yoksa Fatma'ya mı bir şey olmuştu? Kız bir delilik yapmış ya da oğlan bir yerlerden izini bulup çıkıp gelmişse... - Kız nasıl? Tam sırtın üstündeydiler. Çok aşağılarda mavimsi sislerin arasından, beyaz köpüklerle akan ırmak zorlukla seçiliyordu. Vınlayarak esen rüzgârdan korunmak için kaputuna biraz daha sarılıp adamın kendisine yetişmesini bekledi. - Fatma nasıl Hüseyin? diye yeniden sormuştu. Soruyu zor anlayan adam bir süre anlamsızca yüzüne bakmış, sonra zaman kazanmak ister gibi ellerine hohlamıştı. - Tuttun ahret sualine, dayı. Ben nereden bileyim, çağır, dediler, geldim. - Torun?.. Bu kez terslenmeden yanıtladı adam. - Çok iyi. Bir daha konuşmadılar. Tarla açmak için yakılmış ormanlardan geçtiler. Öğle üzeri Sesara’ya vardılar. Tahsin'in evi, köyün hemen girişine kurulmuş, eski bir Rum eviydi. Yapan iyi yer seçmişti. Kartal yuvası gibi dört yana tepeden bakıyordu. Kıvrılarak yükselen bir yoldan kapının önündeki küçük düzlüğe ulaştılar. Tahsin'le oğlu kapının önünde oturmuş bekliyordu. Karşılamaları cansızdı. Biri, bir zon iskemlesi getirdi. Atın yularını damadına verip oturunca garip bir koku duydu. Ateşe düşen tereyağının ya da etin kokusuydu. Savaş yıllarında, yakılıp yıkılan evlerden, dumanların içinden bu kokuyu, yanan insan vücudu kokusunu duyduğunu anımsadı. Benzerlik, anımsattıkları tüylerini diken diken etti. Bunca yıl sonra bu koku... Her zaman, ta yolun başından onu karşılayan Tahsin’in bu kez suskunluğuna, hatır sormanın kendisine düşmesine içerlemiş mırıldandı. - E, hısım, ne var ne yok? Tahsin, gözlerini kar yüklü tepelere dikmiş, bakınıyordu. Yusuf, sabır çekti içinden. - Bir iş mi var Tahsin? Onca yıldır hiç adıyla seslenmemişti arkadaşına. Öfkesi burnundaydı. O pis koku da hiç eksilmiyordu. - Büyük dert, Yusuf, çok büyük, diye mırıldandı Tahsin. - Çıldırtma adamı! Ne? Bir şey demedi adam, sürünür gibi iskemleden kalktı. Ardından gelen Yusuf’la birlikte yerevine girdiler. Karın aklığıyla kamaşan gözleri bir süre bir şey göremedi. Ama o koku, insanı bayıltan yağ kokusu, iyice azmıştı. Yusuf, gözlerini kapatmış, açmış, karanlığa alışınca, onu görmüştü. Önce ne olduğunu, bir hayvan mı, insan mı, yoksa hiç duyulmamış bir yaratık mı, olduğunu anlamamış, ama görüntüde akıl durduracak bir şeyler olduğunu sezerek ürpermişti. Yer ocağının üstünde, tavandan sarkan bilek kalınlığında zincire asılı, üstünden hala dumanlar tüten, anası gelse tanıyamaz, kömür olmuş bir insan bedeniydi bu. Onca ölüm, onca kıyım görmüş Yusuf dondu kaldı. Sonra bütün vücudu zangır zangır titremeye, yüzünün bir yanı bir gölün dalgalanması gibi belirgin, seğirmeye başladı. Düşecek gibiydi. Tahsin, uzanıp tutmak istedi. Sıyrıldı, çıktı elinden. Kendine gelmiş, ne yaptığını bilerek yürüdü. Vücudun birçok yeri tamamen kömür kesilmişti. Hala eriyen yağları, külün içine damlıyordu. Kızına benzeyen bir şeyler, o dünya güzeli Fatma’sına değgin bir iz aradı. Yeryüzünde şaşıracağı bir şey kalmadığını sanırken... Birden, Fatma'nın kalıntısında bir soluk, bir inilti duyar gibi oldu. O kömür kütüğünde yaşamla ilgili bir yeşerti hissetmek, yaşayabileceğini varsaymak, ölümünü kabullenmekten zor geldi Yusuf'a. Yaşlı beyni kafatasını parçalayarak dışarı taşmak için çırpındı. Yusuf, bir çınar yaprağı kadar sessiz yere yuvarlandı. Bayılmıştı. Ayıldığında odada, sedire uzanmış yatıyordu. Olayın nasıl olduğunu öğrenmek isteyince anlatmışlardı. Fatma, hep aynıydı. Geldi geleli, ağzı var dili yok. Ne var ki, bundan bir yakınmaları yoktu. Temiz süt emmişliğine vermişlerdi. Böyle bir iş yapacağını kimse düşünemezdi. Beş yılı geçkin gelindi hoş. Tahsin’in karısı öleli iki yıl olmuştu. Bir dediği iki olmuyordu zaten. Kaldı ki insanoğlu bu, kafasının içinde ne vardı, kim bilir. Sabaha karşı kalkmış, ateşi yakmış, gaz tenekesini alıp hem odunlara, hem de kendi üstüne devirmişti. Çırpınıp da vazgeçmesin diye olacak, asmıştı kendini kazan zincirine. Alevler ipi kesmiş, boğulmamış, ama yanan eti zincire yapışıp kalmıştı. - Çocuğun ağlamasına uyandım, dedi, damat. Sonra o kokuyu duydum, bir yer, bir şey yanıyor sandım. Ayılıp üstümü giyininceye kadar... Tahsin, sarsılan, ağladı ağlayacak oğlundan sözü alıp sürdürdü: - Dört bir yan silah sesi doldu. Ne olduğunu anlamadan koştum don gömlek. Oğlanı buldum dışarıda, konuşamıyor, ver ediyor havaya kurşunu. Tabancayı elinden alıp iki tokat attım. O anda fark ettim içerde kızıllığı. Koşarım ki, ne göreyim, gelin alev almış yanıyor. Ne kötü yanarmış, insan çıra gibi... ”Bilirim," diye düşündü, Yusuf. Ermeniler Hamdi’yi yakmışlardı, Aziz’in damda, canlı canlı. Adam gün boyu alev alev yanmıştı. - Neden sonra, söndürebildik. Söndürdük yanlış, yandı bitti işte. Allah'ın hikmeti, neresinde canı kaldıysa kaldı, ölmedi. Öldüremedik de. Onu öldürmek bildik iyiliktir ama öldüremedik. Ben ne kadar büyüğüysem de sebebi hikmeti sizsiniz. Demem o ki, onu öldürmek şart görünüyor, ama senin bileceğin iştir. Belki sorarsın, zincirden niye indirmediniz diye, birincisi indiremedik. İkincisi insanoğlu dünyayla birlik değişiyor, ola ki sözümüze inanılmaz, iş jandarmalık filan olur, neme gerek... Üçüncüsü onu, oradan canlı indirmek zülümdür, zincir gömülmüş etine. Yusuf, yerinden güçlükle ama kimsenin yardımını kabul etmeden doğruldu. Tüfeğini istedi, verdiler. -Benim hiç jandarmalık işim olmadı, dedi, zorlukla dikilerek. Ona sizin bunu yaptığınızı düşünsem, bir Müslüman’ın bir Müslüman’a böyle bir zulmü reva göreceğine inansam, şimdi vururdum sizi. Yerevine geçtiler. Zincirden kurtarmaya çalıştılar Fatma'yı. Olmuyordu. Yapışan ve yarı pişmiş etleri parça parça kopuyordu. O zaman da insanı dehşete salan garip sesler çıkarıyordu. Sonunda zinciri tavandan söktüler. Öylece büyük bir sepetin içine yerleştirdiler, bedeninden geri kalanı. - Ne yapacağız bunu? diye sordu Tahsin. Bu haliyle gömülmez ya. - Götüreceğim. Anası kızını son bir kez görsün. Onu öldürmeye gelince, ben çok adam öldürdüm, çok. Bağ bozumunda, sürüyle adam vurdum. Din için, vatan için, namus için ayrı. Fakat evlat öldürmek, iyilik bile olsa… çok zor. Varsa bir sepetle ata koyun. Evin önüne çıktılar. Gökyüzünde parlak bir güneş dört bir yanı ışığa boğmuştu. Mavi göğün altında yükselen karla örtülü tepeler buzdan dev heykeller gibi parlıyordu. Derin bir soluk aldı Yusuf. - Çocuk ne olacak? diye sordu, büyük bir sakinlikle. Evde kadın yok, ne olacak sabi? Tahsin bunu hiç düşünmemişti. - Bulacağız bir yolunu. - Yolu buluncaya değin götüreyim onu, büyük annesiyle durur. Atı hazırlayan oğluna seslendi, Tahsin: - Bak, çocuğu götüreyim diyor, kaynatan. Kaynata, sözü üçüne de anlamsız gelmişti, nedense. Recep de ne yapacağını bilmiyordu. En azından, her şey belirleninceye değin çocuğun orda kalmasına bir itirazı olmadı. - Öyle olsun. Çocuğu alıp getirdiler. Yusuf atına bindi. Kuş kadar zayıf torununu bir posta sarıp önüne oturttu. Bir bezle de sıkıca sırtına bağladı. Geniş paltosunu çocuğu da içine alacak biçimde ilikledi. Şimdi çocuk, Yusuf'un çenesinin altında, paltosunun yakasından uzanmış yumruk kadar bir kafa ve iki parlak iri göz olarak duruyordu. Üstünde sepet olan öteki at yedekte yola çıktılar. Köy dışına kadar geldi, Tahsin. Son anda, Yusuf'un korktuğu soruyu sordu. - Fatma'nın bir sevdiği filan var mıydı? Duymazlıktan gelip sürdü atı. K üçük vadilerin açıldığı, yaylalardan denize değin uzanan kanyon boyu akan derenin iki yanına dizilmiş köylerden çok yükseklerde, ıssız tepelerde at sürdü, Yusuf. Gün çoktan batıya devrilmişti. Yol biraz uzardı, ama aklı olan dereye iner, karakolun önünden geçen asfalt boyu güven içinde giderdi. Jandarmaya yakalanıp durumu açıklayamayacağı endişesiyle, dört yanı bembeyaz kesen kara bakmadan, ulu çamların bile zor seçildiği, dumanlı uçurumların kıyısından dolaşan kaçakçı yolunun geçtiği dağları seçti. Isıtmayan, ama alabildiğine parlak kış güneşi, batıdaki tepelerin ardına çekilip gökyüzünü bin bir renk yapana değin umduğundan fazla yol almıştı. Zorlu bir tırmanıştan sonra aştığı, çıplak bir tepede durdu. Gözleri kör eden aklığın içinde, bir çocuk resmi kadar renkli göğün altında bu ıssız akşam vakti, bir gerçek dışı görüntü gibi dikilip aşağılara şöyle böyle gözüken köye baktı. Üşüyen ellerini zorlukla kullanarak tabakasından bir sigara sardı. Ter içindeki atını yokuştan aşağı dikkatli sürdü. Aşağıdaki, çoğu, belki de bin yıldır orda duran evlerin bulunduğu köydendi Yusuf. Ona dün gibi gelen, oysa artık kimsenin anımsamadığı, dinlemekten bile sıkıldığı bir zamanda; şimdi evlerinin yerinde birkaç yabani incir, işlemeli taş ve yosunlu kavruk bir topraktan başka hiçbir iz kalmamış Ermeni'nin, Rum'un, Türk'ün birbirine fazla gelmeden yaşadığı günlerde doğmuştu. Beş yüz yıl sorunsuz yaşamış, kız alıp kız vermiş, cami ve kiliseleri de olmasa, kim Müslüman, kim Hıristiyan anlaşılamayacak insanların, birbirinin gırtlağına çökmesinden önce... Babasına tütün kıydırmaya gelen, dağın üstünde, ormanın içindeki düzlükte oturan keşişi; kıvırcık, kuzgun siyah saçlı, menekşe moru gözlü, uzun sakallı, hep gülümseyen adamı çok iyi anımsıyordu Babası, tahta sofrada uzun keskin bir bıçakla tütün kıyarken, keşiş onun delikanlılığa dönen başını okşar, adını genizden gelen garip bir sesle konuşur, cebinden çıkardığı hoş kokulu üzüm kurularını uzatıp, "- Var say bizden bir kızı sana verdim, alır mıydın Türk?" derdi. Simsiyah saçlarına ve sakallarına karşın kül rengi kaşları vardı keşişin. Aşağıya doğru dökülen kaşların altında, akıl almaz bir renkte, mor menekşe gözleri, ışık alan bir tüfek namlusu gibi parlardı. Yusuf'un civcivleri vardı. Armut ağacının dibinde eşelenen civcivleri, kurda kuşa kaptırmama derdindeydi. Yükseklerden ala şahinler, hem de, en yırtıcıları bir ışık topu gibi patlayıp civcivlere geliyordu. Bir gözü onlarda, bir ayağı onlarda, diğer yarısı adamın avucunda tuttuğu kuru üzümlere sevdalı, düşünürdü. Bir çocuk ne denli düşünebilirse... Onca şahin ne olmuştu acep? Babası orda sofranın başında, tütün kıymakla meşgul, sözde kulağı ve aklı başka yerde dururdu. Öyle durur, bıyık altından gülerdi. Şimdi düşünüyordu da, annesi Gülizar, başka bir erkeğe, tanıdığa bile çıkmazken, keşiş geldiğinde bir sebeple ortalarda dolaşırdı. Gariptir, Rabia Nene de, elinde sopa homurdanarak kapının eşiğine ilişirdi her kezinde. Şimdi bile nedenini bulamıyordu Yusuf. "- Mara Aba değil mi?"diye bildiği tek Rum kızı sorardı Yusuf, sıkılarak. "- Vay," derdi adam, yapmacık bir kızgınlıkla. " Hem aba, hem de... He o Maria. Alacan mı?" Gökteki şahin, civcivlerden vazgeçip yükselirdi. Yükselir, Karadağ’la bir olurdu. Dağın ta ucunda, çamların doruklarından yüksekte, mavi göğün içinde ölüm dolu bir nokta olur döner dururdu. "- ...Gidenler gelmiyor. Vatana can kurban, kurban da, gidenlerden kimse geri gelmiyor." Babası keşişe anlatırdı. İçten içe öfke kaynayarak küfür dolu anlatırdı. "- Vatanın özü nere? Bura. Tüket buradakini. Nere için? Yemen için, Trablusgarp için. Çoktan elimizden çıkıp gitmiş yerler için, hiç bizim olmamış yerler için. En birincisi, Arap satmakta bizi, sırtımızdan vuruyor İngiliz'le birlik. Bizse..." Anımsıyordu Yusuf. O günlerde, evleri duyulur bir kahırla doluydu. Amcası, o, sigara ağacından en güzel patlangaçları, fındık eşkininden kuş sesleri veren düdükleri yapan amcası, bir güldü mü güneşler gibi açan amcası, Yemen denen bir yerlerde kalmış, artık hiç gelmeyecekti. "- Kuşlar niye uçar amca?" "- Akıllarının kıtlığından yürümeyi beceremezler, ondandır torunum." O zamanlar, ne çok kuş vardı. Mavi gökler karatavuk sesi, Rusya’nın bilmem nerelerinden kopup gelmiş bıldırcın karası, düşsel dünyaların yolcusu ördeklerin özgür kükremeleriyle doluydu. Ne çok özenirdi onlara. Uçmaya, kanat açmaya… "- Öykünme onlara torunum. Ne ala kanatlarına, ne özgür duruşlarına. Sanır mısın, farkındadırlar özgürlüklerinin, sanır mısın göğün farkındadırlar? En iyisi insanlıktır ve ondan büyüğü de yoktur. Onu, ondan başka yeneni de yoktur," derdi amcası. O güzel amcası… Babası öfkeyle anlatırken, bir yandan da kıyarken tütünü, parmaklarını kestiği olurdu. Daha koyu bir renk karışırdı kızıl tütüne. "- ... Dedem, babam hep bir yerlerde ölmüşler. Uzak diyarlarda, mezarları belli değil. Şimdi de İsmail. Padişah, yan gelmiş sarayına, yürü diyor, İsmail kulum yürü, yürü Ali kulum... yürü, yürü, yürü." Son söylenenlerden keşiş de ürker, etrafına bakınıp uyarırdı babasını. "- Deme. Yerin kulağı var." Alttan alamazdı babası. Ona yakışmazdı. Sürdürürdü diklenmesini, nereden inceyse... der gibi. "- Padişah efendimizin yok ama." Tükürürdü yere. Hırsla, sessiz sürdürürdü kıyımını. Keşiş o sessizlikte Yusuf'a döner, yeni bir avuç üzüm kurusu uzatır, sorusunu yineleyecekmiş gibi, ama sadece gözleriyle gülümsemekle yetinip bakardı. Sonra, çekine çekine olsa da, söylemeden edemezdi. "- Osmanlının hatası o. Taşıyamayacağı kadar büyüdü. O yüzden Urumeli, kendine hiçbir şey ayıramadan evlatlıklarını, hem de kötü niyetli evlatlıklarını beslemek zorunda kalıyor..." Keşiş tütünlerin sarıp ormanlara doğru yollanmadan son kez sorardı. "- Alacan mı, bizim kızı, Yusuf?" Yusuf da utancını bir yana atar. "- Üzüm verirsen, çok üzüm verirsen alırım," derdi. Herkes gülerdi. Yusuf düşünüyordu da o zamanlar ne çok üzüm vardı. Ne olmuştu onca asma kütüğü? Karaağaç dallarında sallanan, ormanlarda ya da yıkıntılarda soysuzlaşmış, yabanileşmiş ama yaşamaya kararlı bir iki marazlı kökü saymazsan bir şey kalmamıştı. Bir bağbozumu başlamıştı; sade üzüme değil, bağcıya da yönelik. Öyle zamansız, öyle akla sığmaz. Ne üzüm koymuştu ne bağ, ne bağcı. Sanki her şey birden başlamıştı. Gidip de dönmeyen askerlere değgin anlatılanlar dışında, Balkanlarda, İstanbul'da olana tümüyle yabancı bölge halkı, 93 Harbinden bu yana unuttuğu savaşın kıyıcı yüzüyle karşı karşıya kaldı. Askere gitmemek, adı sanı duyulmamış çöllerde, kurtarmak istedikleri Araplar tarafından sırtından vurulmamak için kaçanlarla birlikte dağlarda saklanan Yusuf da köye inmişti. Trabzon'u topa tutan gemiler, denizin üstünde kapkara birer leke, buradan bile gözüküyordu. Geceleri kentten yükselen alevler, bütün kuzey ufkunu kan kırmızısı kesiyordu. Olanı biteni anlamaz anlamaz izleyen, nasılsa padişah efendimiz gelip mülkünü kurtarır, diye düşünen halk, İstanbul’un en azından mülkün bu bölümünden vazgeçmiş gibi duyarsızlaştığını görünce, sonunda harekete geçti. Akçaabat'ın oralarda, Rusların, görülmemiş büyüklükteki gemilerini, yeri göğü tutan bir patlamayla batırdılar. Ruslar da bir güvenlik kuşağı oluşturmak için dağları bayırları yol yapıp içerilere doğru ilerlediler. İşgal ettikleri yeni yerlerin güvenliğini de kışkırttıkları Rum ve Ermenilere teslim ediyorlardı. Ne zaman Ruslar geldi, uyuyan yılan uyandı, Bağbozumu bir yangın gibi başladı. Onca yıl barış içinde yaşamış Rumlara, Ermenilere, o güler yüzlü, alçak gönüllü insanlara bir hal olmuş, Müslüman kanına susamış canavar kesilmişlerdi. Türklerin evlerini yaktılar, ahırlarını, bağlarını, bahçelerini yağma ettiler, insanları tavuk boğazlar gibi boğazladılar. Artlarında Rus askeri kadınlara saldırdılar, Azizin Kıran’da kocalarının gözleri önünde ırzlarına geçtiler, memelerini kesip, ana karnında bebeleri süngülediler. Yusuf'un babası da, dağlardaki direnişçilere silah kaçırıyor, suçlamasıyla işkenceyle öldürüldü. El ayak parmaklarını kesmişler, kafa derisini yüzmüşlerdi. Zulmün kol gezdiği, yaşamanın en zor, ölümün en ucuz olduğu günlerdi. Düşmanın yaptığını büyük bir kıtlık, insan canına susamış bir yoksulluk tamamlamış, gömülemeyen ölülerin kokuları yeri göğü tutmuştu. Çoğu kaçmış ya yollarda telef olmuş ya da tuzaklarına düştükleri çeteciler tarafından öldürülmüştü. Ancak çok şanslı olanlar, dağları aşıp ovaya, düşmanın henüz girmediği yerlere ulaşmayı başarmıştı. Yusuf kaçmamıştı. Bir daha hiç haber alamayacağı annesi Gülizar’ı ve bir hayalet gibi sonradan çıkıp gelecek ninesi Rabia’yı muhacir çıkanlarla göndermiş, kendisi genç yaşında elde tüfek dağlarda bir avuç direnişçiyle saklanmıştı. Ağaç kökü, her tür hayvan, dişe gelir ne varsa yiyerek, kıpırdayan her çalıdan korkarak, Rus karakol zincirlerinden birinin ya da çetelerin eline düşmenin tedirginliğini yaşayarak saklanmışlardı. Sonunda Rusya’da çarlık yıkılmış, Ruslar, kendi içlerinde birbirlerine düşünce çekilmişler, çark tersine dönmüştü. Dağlardakiler inmiş, öç alma tutkusuyla azınlıkların peşine düşmüşlerdi. Bağbozumu’ydu ve öldürmek en tartışılmaz, en doğru çözüm yolu gibi gözüküyordu. O günden kalanlar, hainler, işbirlikçiler, fırsat düşkünleri ve kahramanlar, yeni devlet kurulduktan sonra da boruları öter, dedikleri dedik oldular. Gerçekten direnişin içinde yer almış, çoğu sakat kalmış kahramanlar ağır başlı bir onurla yetinirken, diğerleri olağanüstü yurtsever bir geçmiş de yaratarak zulmün tanrısı oldular. En güzel, en verimli tarlalara el koydular. Karşı çıkanın evi kurşunlandı, kızı karısı dağlara kaldırıldı, soluğu kesildi. Ölümün usa sığmaz yıldırıcılığını bilenler, hep onu kullandılar. İnsanlar öldü, insanlar korktu, yıldı, sindi. Sarı Paşa’nın devletinin zayıf kolları buralara bir türlü yetmedi Gücü yeter olduğunda ortalık durulmuştu. Artık kul kulluğunu, bey beyliğini biliyordu. Yeni zalimler, yeni mazlumlar türedi. Akıl almaz bir hızla değişti, ülke. İnsanlar, Yusuf’un güzel bir düş gibi anımsadığı, gözü pek, ölümle kardeşlik olmuş granit gibi sert insan, yumuşadı, dağıldı. Gene de, o günlerden kalan birkaç kişi gibi Yusuf da direndi, değişmedi. Ağalar, beyler de, içgüdüsel bir çekingenlikle bu adamlara pek ilişemedi. Anılar, anılar... Yusuf, dün yediğini anımsamıyordu, ama onca yıl öncesini aynaya bakar gibi net anımsıyordu. Bir kişnemeyle irkildi. Atın ayağının karla örtülmüş boşluğa aktığını görünce altına indi. Tam zamanında ayıkmıştı. Aşağılara, ırmağa yuvarlanması işten değildi. Atın ayağında kırılma, yara bere yoktu, ama topallıyordu. İncinmiş olmalıydı. Biraz dinlenirse geçerdi. Önünde Keşişin Düz uzanıyordu, sonra orman başlıyordu. Orada durup atı dinlendirebilirdi. Çamların ardında kuru bir yer bulabilirse ateş bile yakabilirdi. Gerçi havanın kararmasına pek bir şey kalmamıştı, ama böyle gidemezdi. Nasılsa, köye de yakındı artık. İki atı da yedeğine alıp kar kaplı düzlüğü zorlukla aşarak ormana vardı. Dalları örten kar, gökyüzünün görülmesini bile engelliyordu. Ağaçların gövdesinden topladığı kuru reçineli dalları biriktirerek yürüdü. Kalın kaputun altında, göğsünün üstündeki çocuk hareketini engelliyordu. Yine de epeyce kuru dal ve odun parçası toplamıştı. Uygun bir yer bakındı, ama karar veremedi. Orman, yaklaşan karanlığın ve sessizliğin ağırlığıyla eziliyordu. Arada bir geçe kalmış bir kuş, ok gibi dalların arasından fırlıyor, sık ağaçların arasından zikzaklar çizerek yıldırım gibi geçiyor, ilerden bir yerden, bulduğu ağaç kovuğundan ya da kuru bir daldan keyifli ötüşleri geliyordu. Çam ve kestane ağaçları azaldı, iri taş duvarlarını sarmaşıkların, mora, zibilanke ve yabani üzümlerin sardığı kilisenin yıkıntısının yer aldığı alana vardı. Çok değil, daha otuz,kırk yıl öncelerde, bambaşka insanların, kim bilir hangi düşsel serüvenleri yaşadığı bu taş bina, zamanın ve ormanın acımasız ellerinde sanki bin yıllık olmuştu. Dört yanı ağaç, bin bir çeşit bitki dolmuş ortasındaki kalın taşlarla kaplı zeminde bile iki incir ağacı boylanmıştı. Orman onu teslim almıştı. Yüreği bir bıçak daldırılmış gibi acıdı Yusuf'un. Üstünde, uzun bir yılanın elma ağacına dolandığı bir figür bulunan taş kapının iki dayağı hala ayaktaydı. Çocukluğunda, o taş direklerin üstünde, bal gibi parlak ve sarı bir mermerin durduğunu görmüştü. Buralarda hiç rastlanmayan bu taşın, çok eskiden denizlerin ötesinden Cenevizli gemiciler tarafından getirildiği söylenirdi. Şimdi kim bilir kim tarafından alınıp bir ahırın ya da kulübenin yapı taşı olarak kullanılmıştı. Kupkuru mora ve kuş üzümü dallarının örümcek ağı olduğu yığını aralayıp kapıdan içeri girdi. Ardından atları çekti. Bir an kıvır kıvır sakallı, yeşil gözlü insanların mezarlarından çıkıp ardından geldiğini, yıkık duvarların canlandığını sandı. Bir devir kim bilir hangi umut ve dileklerle özenle yapılmış kalın duvarlar, kaburga kemikleri gibi horasanla doldurulmuş aralardan dışarı uğrayan kararmış odunlar ve dört bir yanı dolduran yabani incir fidanları, uğruna ölümlere gidilip gelinen şeylerin yalanlığını haykırıyordu. Keşişin Düz, artık ebedi bir kimsesizliği, acıklı bir sessizliği yaşıyordu. Yusuf, bu acıtan ıssızlıktan, bu kimsesizlikten payına düşenin farkındaydı. Hele ilk zamanlar yüreği dehşetli ağırlıkların altında kalır, ne evlere ne dünyaya sığar, deli divane dolaşırdı. Birileri bu kıyımdaki payını dile getirecek diye çıldırır, insan görmek istemezdi. Şöyle ya da böyle, yaşı yeten eli eren herkes karışmıştı bu yok edişe, ama asıl suçun kendinde olduğuna inanırdı. Zaman içinde bütün ayrıntıları didik didik ederek kendine ne haklılıklar üretmişti, ama yine de ince bir sızı, bıçak ucu bir sızı, şurasında kalmıştı. Dursun, gelinin yanından gözleri birer patlamış yara gibi dışarı fırlamış, setin üstünde dibinden kesilmiş bir ağaç gibi, göğsünün orta yerinde o koca bıçakla sallanmış sallanmıştı. Yerlerinden kıpırdayamadan inanmaz gözlerle ona bakıyorlardı. Bu gece her bir şeyi hesaba koymuşlardı ama, bunu... Rum kadınlar, çığlıklara boğulmuştu. Tam yumuşamış, tam sıcak gülmelere dönmüştü korkuları. Canlarına bedel ödeyecekleri o denli büyük ve önemli gözükmüyordu. Bu bıyıkları yeni terlemiş delikanlıların, elleri bıçaklarına bıçaklarına giden gençlerin iki okşaması, iki öpmesi ölümden korkunç değildi ya, ama Dursun öyle gelip orta yerde, tavana değen boyuyla bir kuyunun kıyılarına tutunmak için çırpınıp tutunamayınca, dağ gibi yerevinin toprağına devrilince bıçak yerinden fırlamış, tavana kadar kan fışkırmıştı. Yusuf, Sarı Temel’le evden nasıl çıktıklarını, neler olduğunu, ne yapmışsa ayrıntılarıyla bir türlü anımsayamamıştı tam olarak sonradan. Aşağılarda bir yerde ellerinde kanlı bıçakları, soluk soluğa durmuşlardı O zaman gerçeği algılamışlardı. Dursun'un ölümünü nasıl anlatacaklardı? Ölüm üstlerine kalırsa, evde yaptıkları ortaya çıkarsa? Kaç kişi öldürdüklerini bile bilmiyorlardı, bu hesabı nasıl vereceklerdi? Savaş bitmiş, tellal çıkarılmış, duyurulmuştu. Geride kalanlara dokununlar Divanı Harbe gidecekti. Sonunda çıkar yolu bulmuşlardı. Dönüp yerevinin ortasında yatan Dursun'un ölüsünü sürükleyip ırmağa bırakmışlar, ardından köye inmişlerdi. Tek tek bütün evleri dolaşıp anlatmışlardı: Ormanda Rum artığı çeteler vardı Keşiş onları saklıyordu. Mavra düzünde muhacirlikten dönenlere pusu kurmuş bekliyorlardı. Dursun’u da yakalamış öldürmüşlerdi. İnsanlar, onların dediğine sorgulamadan inanmıştı. Acıları tazeydi ve öç almak istiyorlardı. Ne bulurlarsa onunla silahlanmış, paçavra sarılı meşalelerini reçineye batırıp karanlığın içinde kızıl bir ölüm kuyruğu olarak ormana giden yola vurmuşlardı. Ve o gece... Zamanla insan yüreği nasıl nasırlaşıyor, bütün yüklerine alışır oluyordu. Kaç yıl bu düzlüğe ayak basamamıştı. Gelse, keşişin hala yanan bedeniyle öyle gökleri tutan alevlerle karşısına çıkacağını mı sanmıştı ne. Oysa şimdi titrek bir sızıdan başka bir şey duymuyordu. Orada yok olanlara acıyor, sanki bir devri, her şeye karşın görkemli bir devri beraber yaşadığı arkadaşlarını anar gibi oluyor, ama yok oluşlarındaki payını giderek unutuyordu. Belki insan belleği buydu. Unutmasa, inkâr etmese çıldırırdı. Göğsündeki kımıldanışa döndü. - Ne o, üşüdün mü? Postun içindeki çocuktan hiçbir ses gelmedi. Yüreğinin atışını duyuyordu. Uyuyordu anlaşılan. Yaman şeydi çocukluk. Yavaşça çözdü postu, öylece götürüp duvarın dibine bıraktı. Üşüyen ellerine hohlayıp yelek cebinden çakmağını çıkardı, yaktı. Reçineli dallar, hemen tutuştu. Sarı sıcak bir ışık seli yaladı, eski kiliseyi. Kim bilir kaç yıldır, bir ateşin sıcaklığını yaşamamıştı burası. Güldü düşüncesine. Yıkıntının bir insan gibi ateşi özleyeceğini düşünmesine güldü. Isıttığı ellerini ovuşturdu. Donan ellerinin karıncalanıyordu. Yaşam geri geliyordu. "Bu dünyada ateşten ırak olmayacaksın, öteki dünyada da yakın," diye düşündü. Kalktı. Posta sarılı çocuğu ateşin yanına yaklaştırdı. Atların torbalarını başlarına taktı. Üstü örtülü, kalın bir çuvala sarılı sepeti indirip köşeye bıraktı. Atın ayağına baktı yeniden. Kırık mırık yoktu, biraz dinlenirse bir şeysi kalmazdı. Nasılsa eve yaklaşmışlardı. Ormandan çıkıp ırmağı aşınca köyün ilk evleri gelirdi. Ondan sonra gece olmuş gündüz olmuş ne fark ederdi. Tüfeğini gözden geçirip özenle ıslaklığını sildi, çocuğun yanı başına bıraktı. Sonra da kendisi oturdu. Buğulu bir mavilikle, insanı sarhoş eden bir kokuyla yanıyordu, çam dalları. Büyüyen sessizlikte odunların çıtırtıları müthiş güzel, ama artık hiç geri gelmeyecek zamanları çağrıştırıyordu. Bedeni gevşemiş, göz kapakları ağırlaşmıştı hemen. Uyumayı kurdu, çok eskilerde olduğu gibi, kaçağa gittikleri ovada olduğu gibi. Şimdi evde olsaydı... Şöyle elini yüzünü yıkayacak, geçecek yer ocağının karşısına, yığacak çam odununu, alacak tütününü... Oysa eve gidince bunların hiçbiri olmayacaktı. Kızılca kıyamet kopacak, ağıtlar yeri göğü saracak, belki de evde günlerce ateş yanmayacak, yemek pişmeyecekti. Bunca karışıklığa nasıl dayanacaktı? En iyisi şimdi bulduğu ateşin tadını çıkarmaktı. Sardığı tütünü közde yaktı. Derin derin soludu dumanı. Duvarlarda bin bir şekiller çizen alevleri sevgiyle saygıyla seyretti. Kışı sevmiyordu. Eskiden bu denli olmazdı geliyordu ona. Belki de olurdu da anlamazdı. Gençti işte. Yüz parayı elli metreden vuracak dende genç. Ne güzel şeydi gençlik? Soğuk, açlık, yoksulluk, ölüm umurunda değildir. Azrail'in bile kıyıp da canını alamayacağı genç, o dipdiri beden nasıl da bilmez yaşamın değerini, nasıl da oynar ölümle, alay eder. Bir öksürük nöbetine tutuldu, ciğerleri ağzına geliyordu sanki. Sigarayı ateşe attı. "Gençken değerini bilmedik, şimdi aksırıklı tıksırıklı, dört el sarıldık yaşama. Gebermeyi de bilmiyoruz" diye söylendi içinden. Kendine haksızlık ettiğini düşündü, sonra. Bunca yıl onca yıkıma karşın vücudu, önemli bir açık vermeden yaşamı göğüslemişti. Şimdi yorulmuş, dinlenmek istiyordu. Sabahın köründen akşamın alacasına kurdun kuşun adım atmadığı dağlarda dolanmaya dayanır mıydı? Ne kadar kabullenmeye yanaşmasa da, bir ayağı çukurda bir ihtiyardı artık. İnsan, ihtiyarlığı kendine yakıştıramıyor, onu hep ileri, durmadan daha ileri atıyordu. Ayıktığında ihtiyarlığın bütün izleri dört bir yanını sarmış oluyordu. Artık istese de istemese de yaşamın dışındaydı. Daha dün dünyanın oluşumuna, toprağın yeşerişine, patlayan tomurcuğa, pişen ekmeğe şöyle ya da böyle az çok bir katkıda bulunur, bu katkıyla büyür, hak sahibi olur, güçlenir, ağırlığını koyar, ben de varım derdin. Oluşumundaki payın oranında hak alırdın. Oysa şimdi... Senin geçmişte de, yeterince emek koymadan aldığını savunanlar, artar, şimdiye değin hiç fark etmediğin, kökü bin yıl öncelere dayanan düşmanlıklar yeşerir, payının çoktan tükendiğine, artık varlığının diğerlerinin haklarına bir saldırı olduğuna inananlar çoğalırdı. Uğruna ölümlere gidip geldiğin tarlalardan sana bir parça ekmek sunuluyorsa hala, sevap, yarın mahşer günü, yaşlıya saygı... falan filandır. Ayağa kalkmak, toprağa eskiden olduğu gibi kök salarcasına basmak, insanın müthiş duyarlı olduğu ve en iyi anladığı yolu kullanarak, yani şiddeti bir adalet kılıcı yaparak varlığını duyurmak ister insan, ama artık ayakları ona ihanet etmiştir. Taşımaz, şok başlar. Değişen, piçleşen zamana ilenmeyle başlayarak, eskiden yaşlılara gösterilen saygıya övgüler düzmeye değin uzanan çizgide huzursuz, mutsuz ne olduğunu anlayamadan gider gelirsin. Sonra bir gün, inanılmaz bir olayla karşı karşıya, yarım metre karın içinde, akşamın alacası seni sarmışken, bir eski kilise yıkıntısındaki ateşe sığınırsın, düşünürsün. İşte o zaman gerçek ayna gibi belirir. Yüzünde sayılamayacak kadar çizgilerle, ceketinin yanlarından bir kızılcık sopası gibi sarkan öz suyu çekilmiş kolların ve üstüne zor durduğun ayaklarınla sen yaşamdan çok ölüme aitsin. Seni toprak çekiyor, bir geleceğin yok. Bunamaya yüz tutmuş belleğinin kıvrımlarında, puslu anılarından başka hiçbir şeyin yok. Yaşamı güzelleştirmek için kavga verenlerin seni yollarının üstünde istememeleri doğal. Kör bir bıçak gibi acı veriyor, ama doğru. Böyle düşününce rahatlıyor, Yusuf. O zaman öfkesi dirence, şaşkınlığı sabır ve kabullenişe bırakıyor yerini. "İyi ki çabuk anladım," diye düşünüyor." Yoksa nasıl dayanırdım?" Doğruydu. Ta bağ bozumundan bu yana böyle bir gün yaşamamıştı. Nasıl yüreği kaldırmış, nasıl atmamıştı aklını? Yaşam, kendi savunmasını kuruyordu. Acıdan çıldırırken birden hiçbir şey duymaz olurdunuz. Vurulduğu zamanlardan bilirdi. Böğründe bir kurşun, çığlıkları yeri göğü tutarken ve bu iki gün sürmüşken, birden sanki hiç vurulmamış, hiçbir yeri kanamıyormuş, hiç acı çekmiyormuş gibi duyumsadığını anımsıyordu. Yürek ve beyin acıyı kaldıramayınca, sanki onu hiç yaşanmamış sayarak aşıyordu. Ölüme dörtnala koşarken rahatlıkla gülümsemenizi böylece sağlıyordu. Şimdi de öyleydi. Yaşadığı dehşete sanki bir başkasınınmış gibi bakıyordu. Çocuğun mırıldanmasına ayıktı. - Ha gülüm, ha canım. Çocuk anlamadan, mor gözlerini aça aça yüzüne, sonra ateşe, artık zifir zindan bir karanlığa gömülmeye başlayan atlara bakmıştı. - Annem nerede, dede? Boğazına takılan yumruğu zorlukla yuttu, Yusuf. - Hacer Anneye götürüyorum, seni. Yüzünü ekşitti çocuk, ağlayacak gibiydi. - Üzüm verecek nenen ama. Kıvırcık sakallı keşiş geldi, gözünün önüne Yusuf'un. Neden bütün çocuklar üzümü severdi. - Çok mu, iki elini açarak gösterdi. Bu kadar mı? - O kadar. Başını gene dizine koydu çocuk ve hemen uyudu. Ateş sönmüştü. Alevler bir kedinin gözü kadar küçülmüştü. Karanlık iyice bastırmış, yıkık duvarlar bile seçilmiyordu. - Gitmeli artık, yol uzun, dedi. Öyle dedi ya, yerinden bile kıpırdamadı. Gözleri giderek külle örtülen ateşte oturup durdu. Bir inilti, bir soluk, insan dışı bir ses algıladı. Bütün vücudu buz kesti. Ses sepetten geliyordu, sepetteki Fatma’dan ya da ondan arta ne kalmışsa ondan. Sözcüklere dökememiş, ama hep ölmüş olduğuna ümitlenmişti. Ne biçim dünyaydı bu, baş ağrısından dev gibi insanlar ölür giderdi de... Acı çekiyor muydu? Çok mu? Elini, gözlerini bir post gibi örten kaşlarında, artık tek bir tel saç olmayan başında dolaştırdı. Yaşla ıslanan yanaklarını sildi, burnunu çekti, pütür pütür elleriyle. Sonra yavaşça doğruldu. Çocuğun başını dizinden yere koydu. Sepeti biraz daha uzağa sürükledi. Atları dışarı çıkardı. Bir ardıç dalına iliştirdi yularlarını. İçeri döndü. Tüfeğini aldı. Yuvaya mermi süren mekanizmayı geri çekti. - Dede! Hopladı yerinde. Kaygıyla çocuktan yana döndü. Uyuyordu. Uykusunda ne görmüşse... Bir an onu da dışarı çıkarmayı kurdu. Karın üstünde nereye koyacaktı? Tüfeği doğrultup bastı tetiğe. Bütün kurşunları boşalttı. Sepet paramparça olup dört yana yağdı. Çocuğu kaptığı ardına hiç bakmadan, koşarak dışarı çıktı. Kurşun sesleri, vadilerde hala yankılanıyordu. Atlar huzursuz huzursuz tepiniyorlardı yerlerinde. Üstlerine binmeye gelmezdi. Yamçısını giyindi, çocuğu göğsüne bağlamak için kaldırdı. O anda çocuğun gözlerini kocaman açmış, sanki her bir şeyi bilir gibi ona baktığını gördü. - Dede silah mı attın? dedi gülerek. - Evet kara oğlum, silah attım. - Neye attın dede? Kurt mu geldi? - He, hee, sus artık, gene gelirler bak. O anda aklına geldi, yanmış et kokusuna bütün dağın kurtları gelirdi az sonra ve sabaha sepet bile kalmazdı ortada. Kızının ölüsünü kurda kuşa mı verecekti? Çocuğu bir yere bırakmayı gözü kesmedi, onu sırtına bağladı. Kazacak kuru bir yer ve bir alet arandı. Yoktu. Sonra aklına kar geldi. Kurtlar bulmadan en azından yarına kadar karın altında kalırdı belki. Elleriyle karı eşelemeye başladı.Gömdü, üzerini karla, bulabildiği taş ve çalılarla örttü. Bir süre sonra kan ter içinde atların yanına döndü. Donmaya yüz tutmuş karın üstünde yürümeye başladığında köyün ışıkları gözüküyordu. Solgun kara lambaların ışıklarında evler çakal folları kadar küçüktü. Tükürsen kapanacak kadar küçük. Durmadan yıldız kayıyordu gökte. Artlarında hemen kapanan uçuk bir ışık çizgisi bırakıp dağların ardına, ormanlara düşüyordu. - Neden hiç yıldız görmedik? Bunca düşüyor da... - Ne dedin dede? Göğsünden, postun içinden bir kuzu yavrusu gibi başını çıkarmıştı. O an çocuğun adının ne olduğunu düşündü. Bir adı vardı her hal. Nüfusa daha yazdırılmadığından emindi, ama bir adı olmalıydı. Hatırlamamak hoşuna gitti. Ona adı kendi takacaktı. Sorsa, kendi adını bilirdi çocuk, ama sormayacaktı. - Sana bir ad takayım mı? - Benim bir adım var ama, dedi çocuk. - Olsun benim takacak olduğum daha güzel. Hem benimle kalacağına, üzüm, şeker ben alacağıma göre adını da ben vermeliyim, değil mi? - Çok üzüm, şeker alacan mı? Ne olacak adım? Sıcak yaz gecelerini, durmadan yıldız açan, ışık içindeki yaz göklerini özlüyordu. - Gökçe ... Beğendin mi? - Eski adım daha iyiydi. Düzlük geride kalmıştı. Dönüp baktı. - Ödeştik keşiş, dedi. Keşiş gözünün önündeydi. Keşisin Düz'ü alevler sarmıştı. Kalabalığın en önündeki yaşlı kadınla elinde uzun bir tırpan olan bir genç keşişe düşmanca bakıyordu. Keşiş Latince bir şeyler söylüyordu o anda bile. Eski Ahitten, Tevrat’taki on emirden birini okuyordu Keşiş: Asla öldürme, diyordu. Öldürdüğün çok yakının olabilir.... Ağlıyordu. Keşiş de, o da... İki Yusuf ağlıyordu. * ÖNCEKİ BÖLÜMÜ OKUMAK İÇİN SONRAKİ BÖLÜMÜ OKUMAK İÇİN "Selam Söyleyin Ay Işığına" "Kör Gece" KİTABI OKUMAK İÇİN BAĞBOZUMU

  • BAĞBOZUMU-3

    Pazar Kitapları roman bölüm -3 "Kör Gece" * BAĞBOZUMU, Şenol Yazıcı, Roman, 180 sayfa ATP Yayın Dağıtım Pazarlama / ADA Kitap 2006 İstanbul "KÖR GECE" Dünya, gecenin tam orta yerinde bir öğle sonrası kadar aydınlık ve berraktı. Denizin orada, Boztepe’deki Amerikalıların, Rusları kollayan radarlarının uzun direkleri, direklerin ucunda yanan lambaları bile gözüküyordu. Batıda büyük ormanların gökle kesiştiği yerde, beyaz bulutlar fosforlu ay ışığında şekilden şekile giriyordu. Dağ taş fındıklarını bekleyen insanlarla dolu olsa da, tarlalar, harmanlar bir ışık seli içinde yıkansa da, bir tek köpek havlamıyordu. Gece kuşlarının sesinden başka çıt yoktu nedense. Bir taş gibi ağır bir sessizlik dört bir yana sinmişti. Ormandan aç gözlü bir yılana yakalanmış bir kuşun canhıraş ötüşü dehşetli bir çığlık oldu. Sonra o da kesildi. Toprak, tıpkı bir insan gibi yorgun ve yaşlıydı. Kulak verilse, milyonlarca yıllık yorgun ciğerlerinin hırıltısı duyulurdu. Mısırlar, patatesler, tütünler, fasulyeler, fındıklar toplanmış, toprak, kırık dökük dallar, yapraklarla örtülü ve koparılmış, olgunlaşıp hasat edilmiş sayısız bitkinin bedeninde bıraktığı deliklerle yaralı öylece yatıyordu. Kışı, onu bir ana kucağı gibi saracak, onaracak, dinlendirecek karı bekliyordu. İlk kara, sonbaharın sararmış yaprakları dalların uçlarında bir iki belirmişse de, daha çok vardı. Önce göçmen kuşlar geçecekti. Güneyden bir kara bulut gibi, sanki bu evrenin dışından bir yerlerden gelmiş, binlerce kuş değil, bütün gökyüzünü örten, 'V' biçiminde, bir tek yaratık olup çığlık çığlığa geçerlerdi. Ardından bıldırcınlar gelecekti. Zozof kaplı tarlalarda, bir dirhem kuş için ağzı sulanmış insanlar, ellerinde fenerler, gecenin bütün mahremiyetini götüren dehşet verici bir kıyıma girişirlerdi. Köpekler, çılgınca havlayarak tarlalarının orta yerinde dolaşan insanlara saldırmak için bağlarını zorlardı. Bu gece inadına bir fındık yaprağı bile sallanmıyordu. Azizin Kıran, ayın gümüş ışığında, iki yanından geçen ırmakların orta yerinde, Tanrılar için göklere yükseltilmiş bir masa gibi gözüküyordu. Yusuf, derme çatma fındık çadırında uyuyordu. Direklerden birine asılı fenerin ölü ışığı dalgalanarak harmana serili fındığı, karayemişleri, arkadaki evi korkulacak varlıklara çeviriyordu. Hacer, çadırdan epey uzağa, düzlüğün, büyük bir eğimle ırmağa inen yamaçla birleştiği uca oturmuştu. Diplerden gelen ırmağın çağıltısını işittikçe, ayaklarının altındaki yüzlerce metre aşağılara uzanan karanlık dik yamacın boşluğunu algıladıkça, gökyüzünde oturuyormuş hissine kapılıyordu. Küçük torununu kucağına yatırmış, olanca ağırlığıyla hissettiği geçmişi düşünüyordu. "- Burada, kendimi gökyüzünde oturmuş ayaklarını yeryüzüne doğru sallandırarak eğlenen bir çocuk gibi hissediyorum, Yusuf," demişti, kim bilir ne zaman? Kendisi gencecik bir kız, Yusuf ise başında poşusu, belinde piştovu, omzunda tüfeği ve deli deli bakan gözleriyle cehennem bir delikanlıyken mi? Hacer belki aşkı bilmezdi, ama içinde köpüren cinselliği, bir erkek gereksinmesini, evde artık eli ayağı tutmayan anasıyla yaşadığı yoksulluğu, evlenmenin koşulluğunu bilirdi. Bu genç adam, onu bütün açmazlarından kurtarabilirdi "- Var bana o zaman. Sana burada bir ev yapayım," deyip gülmüştü, Yusuf. Ağaçların bile uykuya yattığı bir saatte, Hacer kız, şimdi, yerinde dört yana akarak ululaşmış bir kiraz ağacı olan eski tütün damında, sırtına sırtına batan otların arasında canı yanarak kadın olmuştu. Hatırlıyordu, o sırada gözü, tarabalardan sızan ay ışığının yansıyarak tavana ulaşan bir ışık demeti oluşturduğu Yusuf'un aldığı yüzgörümlüğü aynadaydı. Yusuf iyi adam mıydı, kötü adam mıydı, nerden bilsindi. Her şey emsaliyle ölçülmez mi? Başka erkek bilmezdi ki, kocasıyla kıyaslasın, her erkek gibiydi işte. Onu döver, sever... Erkek işte, nasıl olması gerekirse öyle. Fatma, kara yazgısıyla birlikte doğmuştu. Üç günlük loğusayken en dehşetli dayağını yedi. Ardından, üstünden kan boşandı. Yusuf, karnını tekmelerken, bir erkek doğuramadın kahpe, diye bağırıyordu. Günler boyu kan işedi. Bir daha ne erkek, ne de kız, hiç çocuğu olmadı. Yusuf da bir daha dövmedi ama ağzını açıp gönül alıcı tek söz de etmedi. Bir küçük tarlaları, birkaç ocak fındıkları vardı, hepsi o işte. Yarı aç, yarı tok ömür tüketmişlerdi. Bu insan diksen yeşerir dağlarda, yoksulluktan hiç kurtulamadılar. " Biraz daha yaşasaydı, Menderes," diye düşündü Hacer. “Menderes biraz daha yaşasaydı, buğdayı ayağımıza getirip bedavaya verdiği gibi, Zigana dağlarını yol yaptığı gibi bizi de adam ederdi. Bırakmadılar, iyi adam çok yaşamaz, astılar adamı. Sağır, köylünün kalkınmasını istemedi." Hacer, yüklü vergileri, kıtlığı, vesikayı, tahsildarı ve jandarmayı hatırlatan Sağır’ı hiç sevmezdi. Derenin doğusunda oturanları, yani kendisine oy verenleri yola, bolluğa boğan Menderes'i, onun ezanı Arapça okutmasını dün gibi hatırlıyordu. Batıda kalanların hemen hepsinin oylarını, Sağır’ın partisine vermelerini bir suç görüyor ve anlamıyordu. Bu suçu işledikleri için kendilerinin ilahi bir güçle cezalandırılıp yoksul bırakıldığını düşünüyordu. İşte doğuda değillerdi. Orada arabaların geçtiği geniş yollar, geceleri ışıl ışıl yanan elektrikler varken, burası karanlıkla ve yoksullukta boğuşuyordu. Bir avuç mısır, iki çuval fındık, biraz fasulye koca kışa neylerdi? Bahar geldiği zaman taze sütlücelerin, tomaraların, sirhanların peşinde ormanları doldururdu insanlar. Tanrının yarattığı yabani otlar için kan dökmeye kadar varan kıyasıya kavgalar kopardı. Bir tava pidesine insanlar canlarını verirdi, değil tarlalarını. Ömer ağa, öyle ağa olmadı mı? - Off! dedi Hacer. Of ki of! Zaman dediğin önemliyse, Arap atı oluyor, uçup gidiyordu. Daha dün ayağında yırtık bir fistan, şu bayırlarda sığır bekleyen ufacık bir kızdı; burnu akan, yüzü çilden görünmeyen sarıca bir kız. Her şeyi ne kadar iyi anımsıyordu. Nazara diye sevdiği bir ineği vardı. Şuradan aşağıya, ırmağa değin yuvarlanmış, etleri, bağırsakları dört bir yana yayılmıştı. Annesinden de dünyanın dayağını yemişti. Babası ?.. Bak, onu iyi çıkaramıyordu. Burma bıyıklı, sarıca gözlü, başı gugullu bir uzun adamı, şöyle böyle anımsıyordu. Sonra o adamın öldüğünü, anası ve dayısıyla tek göz bir evde, müthiş bir yoksulluğun içinde yaşadıklarını biliyordu. İpek yaparlardı o zamanlar, ipek. Gökçe, bunu bilmeliydi. - İpek böceği yetiştirirdik, biliyor musun gara oğlum? Uyuyan Gökçe'den ses çıkmadı. İnsanlar şimdi, tutturmuşlar bir fındık, dibini bekliyorlar. Eski işleri hep unuttular. Bir zamanlar ipek yaparlardı oysa. Koynunda saklardı ipek böceğini, göğüslerinin arasında. Koza sıcakta durmalıydı. İlk gençlikte, kanı gümbür gümbür kaynarken göğüslerinin arasında bir yabancı canlıyı saklamanın ürpertisini duyardı kadınlar. Sonra, el tezgâhlarında keten dokur gibi dokurlardı ipeği. Zor işti, zordu ama her bir şeye bir kolaylık bulan gâvur, ona da bir kolaylık bulacaktı er geç. Bulacaktı ya bekleyemediler. Tutuldular fındığın, tütünün peşine. Elin gâvuru, aya gidiyormuş... Neler düşünüyordu, hiç aya, Allah’ın şavkına gidilir miydi? Büyük bir günah işlemiş gibi tövbe etti. Başını gökyüzüne kaldırıp lacivert göğün yükseklerinde bir altın tepsi gibi dolanan aya gülümsedi. Birkaç dua okudu. Çocuğu, hala güçlü kollarıyla kucakladı. Öpüp, kokladı kirli başını. Ağzından sular sızıyordu. Karnında kurt olduğunu düşündü, kabak çekirdeği bulup yedirmeliydi hemen. - Kara yazgılı oğlum, sen oku emi? Oku da bizim gibi çekme. Belki şu kadersiz büyük nenen elinden bir ekmek yer kocalığında. Üstü çuvallarla örtülü küçük çadırın kapısındaki bezi araladı. Çocuğu Yusuf’un yanına koydu. Bir süre dikilip ağzı açık horlayan kocasına baktı. Ne kadar küçülmüştü, o dağ gibi Yusuf. Küçülmüş küçülmüş de bebek olmuştu sanki. Onca yıldır, ilk kez eşine duyduğu öfke yumuşar gibi oldu. Özenle üstünü örttü. “ O da, bir gün görmedi,” dedi içinden. Birden ona bir şey olursa ne olacağını düşündü, korktu. Kimi vardı, başka? Bir kızı, Fatma’sı vardı, o da ölüp gitmişti. Mezarının nerede olduğunu bile bilmiyordu. Kaç kez sormuş, duvardan ses almış, Yusuf'tan yanıt alamamıştı. Bir yerlerde, keşişin oralarda bir yerde gömülüydü, ama nerede? Defalarca gitmiş, aramış, çalıların diplerine, ırmak yataklarına bir bir bakmış, bulamamıştı. Ölmeden kızının mezarını bir görebilseydi. O akşamı hiç unutmuyordu. Gecenin ilerlemiş bir saatinde, artık Yusuf’un gelmeyeceğini düşündüğü bir anda, at kişnemeleri duymuş, içi ürpermişti. Yusuf'un kaçağa gittiği günlerde, endişe içinde beklerken at sesleri yüreğini kaldıran bir müjde olurdu, ama o an?.. Koşarak kapıya çıkmıştı. Karın donuk aydınlığında önce atları, sonra Yusuf'u görmüştü. Yusuf hiçbir şey söylemeden atları ahıra çekmiş, sonra yer ocağının başında, göğsünden bir bohça çıkarır gibi çocuğu çıkarmıştı. Çok sevinmişti Hacer. Torununu çok severdi. Gözleri dışında bir yanı anası tarafına benzemezdi ya, hep istediği, ama doğmayan oğlunun yerini tutardı, öyle severdi. " - Oğlumu getirdin he. İyi yaptın da bu karda kıyamette üşümesin çocuk?" Kocası, sessiz, kurşun yemiş gibi ateşe bakmış durmuştu. Çocuğu içeri götürüp yatırmış, kocasının çamurlu giysilerini değiştirmiş, süt kaynatmış ama o, hep öyle oturmuştu. "- Ne var herif? Desene artık," demişti dayanamayıp. Boynunu vursan, gık, demez Yusuf, gözleri yaş içinde bakmış, "- Fatma öldü, Fatma’mız öldü," diyerek ağlamıştı. Öyle kalakalmıştı, Hacer: "- Yalan!" demişti fısıltıyla. " Yalan! " diye bağırmıştı nefesi yettiğince ve bayılmıştı. Günlerce evde yemek pişmemiş, günlerce çocuğun ağlamaları dışında bir insan sesi duyulmamıştı. Hacer tüm dünyayla iletişimini koparmış, yer peykesinin üstünde saçı başı darmadağınık oturmuştu. İlk gün dışında ağlamamıştı da. Duvarların ötesinde bir yeri görüyormuş gibi, isli gemici fenerine bakıp durmuştu. Bir ara, Yusuf'un kazmayı, küreği alıp bir yerlere, dağlara doğru gittiğini fark etmişti, ama bir şeye yoramamıştı. Üç gün sonra kocası, karşısına dikilmiş dürtmüştü. "- Bu çocuk mısır ekmeği kemirmekten ölecek, kalk bir şeyler yap." Çocuk, ocağın başında, bir kirli çuvalın üstünde oturmuş, çürük dişleriyle küflü ekmeğin kabuğunu kemirmeye çalışıyordu. Burnundan akan sümükler her yanına bulaşıp kaskatı kesilmişti. İçi acımayla dolmuş, canlanmış, kalkmıştı. Kocasının karşısına dişe diş bir hasım gibi dikilmişti: "- Onun sevdiği vardı, verme onlara dedim, dinlemedin. Dünya ahret sana hakkımı helal etmem," Yusuf, onca yıldır ağzını açmayan saygılı kadının öfkesi karşısında şaşalamış, yüzü pancar gibi kıpkırmızı bakakalmıştı. Sonra, o, ateşi yakmaya çalışırken, iyi zamanlardaki yumuşak ses tonuyla söylenmişti. "- Ben böyle ister miydim? Kim sürer yavrusunu, bilerek ateşe?" Pişmanlığı ve üzüntüsü, değişen yüzündeki birer yarığı andırır çizgilerden de belliydi. Neye yarardı ama? Sonradan kızının ölüşünü, yanışını bir bir duymuş, duydukça da kocasından uzaklaşmıştı. Artık, çökmeye yüz tutmuş eski evde, iki yaşlı yabancı gibi olmuşlardı. Hele, Yusuf mezarın yerini söylemeye yanaşmayınca, yabancılıkları iyice keskinleşmiş yakın zamana değin zorunlu olmadıkça hiç konuşmamışlardı. Yıllar yılları kovalamıştı. Hacer kanıksadığı acılara bir yenisini daha ekleyip bütün sevgi ve ilgisini torununa, dedesinin taktığı yeni adla Gökçe'ye vermişti. Ama şimdi konuşmak zorunda olduğunu hissediyordu. Artık, üzerinden bunca zaman geçince kocasını o kadar suçlu bulamıyordu. Gökçe'nin okula başlama yaşı gelince, Yusuf, ağırdan almıştı işi ya, Hacer kadın delilenmişti. Ona göre bu yoksulluğu yenmenin bir tek yolu vardı, o da okumak. Kendi okumamıştı, kızı da. Ne olmuştu sonunda? Fatma, kara toprağın altına girmiş, o ise, köpek gibi sefil bir yaşamı sürüklemek zorunda kalmıştı. Köylünün bin yıl yaşasa mukadderatı buydu. Ama Gökçe bir okursa, Kör Ali’nin Celal gibi bir okuyup da öğretmen olursa, Hacer, Hacer Hanım olacaktı o zaman. Bu köye sultan olacaktı. "- Ne halt ederseniz edin," demişti Yusuf, sonunda. Hacer kadın, o yaz fındık yevmiyesinden, ganzilisten kaç kuruş kazanmışsa hepsini çocuğun ganzilis paralarıyla denkleştirmiş, pazardan pantolonlar, önlükler, kazaklar almıştı. Sonra da okulun yolunu tutmuştu. Tutmuştu ya, ilk sorun o zaman ortaya çıktı. "- Nüfus kâğıdı lazım, Hacer Ana," demişti Celal." Bugün değilse, yarın gerekecek." Nüfus kâğıdı mı? Oğlanın babası Fatma’nın ölümünden altı ay sonra anlı şanlı bir düğünle yeniden evlenmiş, çocuğu unutmak da işine gelmişti. Damadına duyduğu öfkeye karşın kalkıp oralara değin gitmiş, nüfus kâğıdını sormuştu. Yoktu, hiç yazdırmamışlardı. Yazdırırlardı, acelesi yoktu. Yusuf'a açmıştı konuyu, onun da oyalanmasına iyice öfkelenip okulda, Celal Öğretmende almıştı, soluğu. Anlatmıştı. Kör Ali’nin Celal halden anlar adamdı. Olanları da biliyordu. "- İyi de, anne baba gerekli. Babası zorunlu buna," demişti. Hacer, kızmıştı. "- Ne babası, babalık mı yaptı o domuz? Adı Gökçe. Anası ben, babası da Yusuf. Öylece yazdır, senin tanıdığın vardır. Yap bir babalık, okusun bebe. Vatana millete bir yararı olsun." Celal, iki gün sonra evlerine yeni bir nüfus cüzdanı getirmiş, Gökçe de okula başlamıştı. Hacer ömründe ilk kez okuryazar bir insanla sürekli aynı çatının altındaydı. Onun edindiği her bilgide kendi emeği olduğunun bilincinde hep yanında yer alıyor, destekliyor, izliyor, körüklüyordu. Ödevlerin çabucak bitmesine alışamıyor, daha yazılması, okunması gerektiğini söyleyerek zaman zaman çocuğu bunaltıyordu da. Çocuk da okuyordu. Celal Öğretmen hiçbir çocuğun el sürmediği okulun kısır kitaplığını ona vermiş ve hepsini de kısa bir zamanda da okuduğunu görmüştü. Okulun bitmesine yakın Yusuf'u, çağırmıştı. "- Okut bu çocuğu. Neyin var neyin yoksa sat, okut," demişti. Yusuf, okumaya hep yabancı durmuştu, ama Hacer'in direnişine boyun eğdiremeyince sesini çıkarmaz olmuştu. Okumaktan korkuyordu. Belki, belli edemese de, yaşamında vazgeçilmez olan Gökçe’nin bazı okuyanlar gibi gün olup onları beğenmeyeceğinden, uzaklaşacağından endişe ediyor, diyemiyordu da. Ne var ki, şimdi, öğretmenin söyledikleri gururunu okşamış, okumanın öneminden bile dem vurmuştu. Akşam eve geldiğinde övünçle, "- Celal'a bakılırsa, bu oğlanda dehşetli kafa varmış, okut diyor. Okutsak mı?" demişti. Biraz da, karısıyla arasında sürüp giden bıktırıcı soğukluğu onun arzuladığını onaylayarak gidermek istemişti, ama Hacer anlamamıştı. "- Yok okutmayacaktın. Okutmayacaktın da, kendin gibi süründüreceksin, he mi?" Yusuf da parlamıştı. "- Gücün varsa git okut. Okumak bizim işimiz mi? Kentlinin işi, zenginin işi. Neyle okutacaksın? Tamam, okudu, ilkokulu bitirdi işte. Daha ne okuyacak, vali mi olacak? Görülmüş mü, köylünün vali olduğu?" Deli Dumrul'un öyküsünden başını kaldırmıştı, Gökçe. "- Olacağım," demişti. Hacer de ona katılmıştı, tüm baş kaldırışıyla, kocasına karşı onca yıl sonra işbirliği yapacağı birilerini bulmanın büyük hazzıyla, "Olacak," demişti. Yusuf bu güç birliği karşısında şaşırmış, incinmişti: "- Gidin olun," demişti saklayamadığı bir kırgınlıkla. "Ne isterseniz olun, ama benden bir şey istemeyin." Kapının eşiğinde yakalamıştı onu Hacer. Yakalayıp geri döndürmüştü. "-.Bana bak herif. Senden bir isteğim olmadı. Kızımı bile bile ölüme sürdün, sesimi çıkarmadım, ama bu çocuğu okutmazsan, bil ki alır giderim, gider şehirde dilenir okuturum onu. Sen de burada kendi başına geberip gidersin, anladın değil mi?" "- Çekil be kadın, çekil. Vurdurtma bana kendini." Kendini karanlıklara atmış, onlar yatmadan da, eve gelmemişti. Gün doğduğunda hala ateşin başında oturuyordu. Gözleri kan çanağı, Hacer'e bakmış, bakmış da gülmüştü. "- Demek vali olacak bu oğlan, ha. Celal demese inanmazdım, ne yapalım deneriz. Neyle bilmem, ama deneriz." O anda, kocası gençliğindeki dağ gibi Yusuf olmuştu gözünde. İçindeki kırgınlık uçup gitmişti. "- Süt ister misin? Hemen sağıp geleyim," demişti. Yüreğinin bütün sıcaklığını sesine toplamıştı. "- İstemem. Gel otur, otur da bu işi nasıl halledeceğiz, de bana." "- Allah bir kolaylık verir." Şimdi, burada otururken, nasıl kolay olacağını, Hacer de kestiremiyordu. Okulların açılmasına şuncacık bir zaman kalmışken, harmanda fındık bir damla kadar görünürken nasıl yapacaklardı? Çocuğu okutmaktan vazgeçmeyi zerre kadar aklına getirmiyordu, ama nasıl olabileceğini de bir türlü bulamıyordu. Kente gitmek, orda ev tutmak, çocuk bakmak... Ayvasıl'da bir yerde devlet bir ortaokul açsaydı ya, köylünün çocuğu da sebeplenseydi böylece. Ama nerede? Şehirli milleti ister mi, köylü okusun? Köylü hep okusa, şehirli aç kalırdı. Kim dikecek mısırı, buğdayı, kim yapacak pis işleri sonra? -Ne oturdun kaldın? Gençliğin mi, geldi aklına? Kocası bir korkuluk kadar zayıf, yıkıldı yıkılacak başında dikiliyordu. İçinde, acımayla karışık büyük bir sıcaklık duydu ona karşı. - Üşüyeceksin, ceketini alsaydın ya. Yere çöktü, Yusuf. Tabakasından özenle bir sıgara sardı. - Ne düşünüyordum biliyor musun? dedi kadın. Nasıl yapacağız bu işi? Fındık bir avuç çıktı. Daha hükümet fiyat da vermedi. Hacer, sesindeki isyanı yitirmiş bir halde mırıldandı: - Okutalım onu herif. Ne olur okutalım. Uzun zamandır ilk kez böyle yalvarmalı, böyle sıcak konuşuyordu. - Siz zaten öldüreceksiniz beni, ana, oğul, dedi, Yusuf yarı şakayla. Karısının yumuşamasına memnundu. Tepelerin üstünden bir yıldız kaydı, gitti. - Çok önemli değil mi, okuması? - Çok, dedi Hacer. - Her bir şeyden?.. - Her bir şeyden. Adam, derin derin iç çekti. Zor karar verdiği belliydi. - O zaman bir yolu var. Kumsalı satacağım. Kadın ürpererek, bir tanrıya bakar gibi baktı ona. Onun toprağa duyduğu müthiş hayranlığı ve bağlılığı bilerek gözleri yaşardı. İnanamayarak sordu. - Doğru mu, satacak mısın? Acele etmesek, bakarsın fındığa iyi para verirler. Allah büyük. Yusuf cevap vermedi. Dağdan bir yerlerden kemençe sesi geliyordu. "Gene içiyorlar," diye düşündü. K eşişin Düz, iki yandan gürül gürül akan ırmakların üstünde, sarp yamaçları kaplayan ulu ormanların içindeydi. Çok eskiden ormanı açıp bir kiliseyle birkaç ev yapmışlardı buraya. Evler ve kilise Bağbozumu’nda yanmış yıkılmıştı. Hıristiyanlar, mübadelede gidince ıssızlaşmış, orman, verdiğini hızla geri almaya başlamıştı. Her yandan ormanın saldırısına uğrasa da, aşağıdaki köyün, uzaklardaki denizin ve kentin görülebildiği geniş düzlük duruyordu. Her bahar, düzlüğü, moralar, zibilankeler, yabani asmalar, kestane, çam fideleri kaplıyordu. Sığır beklemeye gelen çocuklar, hıdrellez eğlencelerine katılanlar ya da felekten bir gün çalmaya niyetli, ama bunun duyulmasını istemeyenler, ayaklarına dolanan bu bitkileri hızla temizliyor, diz boyu çimenleri yaz sonuna değin kuru, boz bulanık bir toprağa çeviriyorlardı. Orman, şimdilik, eski kilisenin dağlara verili sırtını, içinin bir bölümünü, iri taşlarla örülü yıkık duvarlarını, tamamen ele geçirmişti. Yılan, çıyan endişesi, kiliseyle ilgili söylentiler girilmesine engel olduğu için büyük Malta taşlarının arasında filizlenen ağaçlar, koca taşları parçalayarak kök salıyordu. Gece mavi bir aydınlıkla için için yanıyordu. Bir ucu Mamat’a, bir ucu Kot Kaya’nın dev bir hayalet gibi dikildiği Kilat tepelerine tutturulmuş, gergin lacivert bir çarşaf gibi uzanan gök, silme yıldız doluydu. Ayın gümüş ışığında derin vadiler, yüksek tepeler kalın bir tülle sarılı gizemli parıldıyordu. Aşağıdaki köyde, fındık harmanlarında yanan irili ufaklı ışıklar, ateşböcekleri gibi gözüküyordu buradan. Batıda büyük ormanların gökle kesiştiği yerde yağmur toplayan bulutlar, fosforlu bir aydınlıkla şekilden şekile giriyordu. Dünya, ormanın yumuşak hışırtısında duyulur bir huzuru yaşıyordu; yaşananlarla ve yazgısıyla hiç bağdaşmayan bir huzuru. Bu huzurun ve ay karanlığının içinde kilise yıkıntısı hüzün verici gözüküyordu. Bir hışırtı duyuldu. Kilisenin yanında yerlere sarkan ardıç ağacının dalları aralandı, uzanan bir baş, bir geyik havayı kokladı. Düzlüğün boşluğuna karar verince, uzun ince bacaklarının üzerinde yüzer gibi uyumlu yürüdü. Düzlüğün ortasında, mermer bir oluktan şırıltılarla akan suyun başına geldi. Yeniden dört yana bakındı. Eğilip çimenlerin, moraların arasında küçük bir göl oluşturmuş suya eğildi, hararetle içmeye koyuldu. Bir canlının varlığıyla yıkıntı, elli yıl önceki gibi sapasağlam görünüyordu. Az sonra kapılar açılacak, keşiş uzun cübbesinin eteklerini toplayarak küçük kuleye tırmanıp, ormanda dehşetli yankılar yapan çanı çalacaktı. Aşağılardan, ağaçların arasındaki gözükmeyen evlerden kıvır kıvır siyah saçlı, yeşil gözlü insanlar, mutlu kahkahalarla yollara dökülüp çok geçmeden bu küçük düzlüğü tıklım tıklım dolduracaklar, ormanı tüm vahşiliğinden soyup insanlaştıracaklar gibiydi. Ne var ki, artık bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktı. O insanların türküsü, sanki binlerce yıldır hiç söylenmemiş gibi yitip gitmişti. Geriye, artık herkese masal gelen öyküler ve tek inandırıcı kanıt bu kilise kalmıştı. Rum ustaların, kim bilir hangi mutluluk türküsünü işledikleri, üzüm, elma nakışlı taşları, çal çal tükenmemiş, doğanın ve belki de insanlığın acımasızlığına karşın durmuş direnmişti. Gündüzleri sığır gütmeye gelenlerin oyun yeri, geceleri önünden akan oluktan su içen hayvanların sığınağı olmuştu. Bu ormanın dehşetli ıssızlığında, bir insan yapısı olarak çok sıcak, çok sevimliydi. Hele bu gece... Oluktan su içen geyik, başını gökyüzünde ağır ağır dolanan aya dikip salt kulak kesildiğinde huzur boğazlanmıştı bile. Ardına bakmadan kestane ağaçlarının altından ormanın derinliklerine kaçtı. Yıkık kilise iliklerine değin titredi. Tıpkı, elli yıl önceki gibi, çıkıp geldi adamlar. Uzun palaları, çifte su verilmiş paslı kılıçları, ağızdan dolma tüfekleri, Rus yardımı yeni tabancaları vardı. Hiçbir silahları olmasa da, sadece dişleriyle öldürmeye kararlı gelmişlerdi. Ala karanlıkta ürkütücü bir yığın olarak toplanmışlardı, Keşişin Düz’ün ucuna. Keşiş, gelin akı badanalı evinden çıkmıştı önlerine. Kaçacak nere vardı Bağbozumu'nda? Zulüm, çok zamandır dört yanı sarmıştı. Artık herkes, köşeye sıkışmıştı. Korkunun üstüne gitmeliydi. Soluk ay aydınlığında, çoktandır beklenen gücün hayvanlaştırdığı yüzlerde, bir tanıdıklık, sığınılacak bir sıcaklık aradı. Bulamadı. Bütün kederini sesine yükledi. - Yüzlerce yıldır beraber yaşadık, yüzlerce yıl. Bir kötülüğümüzü gördünüz mü? Bağınızda, bahçemizde birlikte çalışıp, düğünlerde birlikte horon tepmedik mi? Ölülerimize birlikte ağlayıp doğanlara birlikte sevinmedik mi? Nedir şimdi? Nedir üstümüze düşen bu karanlık, ne yaptık size? Sessizlik, bir şahin gibi geçirdi pençelerini düzlüğe. Bir kadın, Rabia Nene araladı suskun, ortak anılarla meşgul erkekleri, öne çıktı. Torununu da sürüklüyordu yanında. Elinde uzun bir tırpan ve alev alev yanan paçavralar bağlı bir sopa vardı. - Bana bak, dedi kin dolu bir sesle. Bana bak, hele papaz. Kim öldürdü çocuklarımızı, kim yaktı evlerimizi biz dağlarda saklanırken, kim ahırlarımızdan ineklerimizi alıp gostel kemençesinin eşliğinde kesip yedi? Kim geçti karılarımızın, kızlarımızın ırzına, Urus askeriyle birlik? Meşaleyi bıraktı, elinden. Yırttı açtı göğsünü. Memelerinin olduğu yerde hala irin akan kapkara bir yara vardı salt - Kim yaptı bunu, papaz? diye bağırdı, olanca gücüyle. Ormanlarda yankıladı sesi. Elindeki tırpanı kaldırdı. Eğri bıçak ay ışığında yalım yalım yandı. Keşiş santim kımıldamadı yerinden. - Bizim ne suçumuz var? Düşürdüler bizi birbirimize... diye mırıldanabildi, sadece. Dar, dik yoldan, düzün ucuna çıktılar gelenler. Dört kişiydiler. Üç erkek bir de kadın. Durup soluklandılar. Bir zaman, ayaklarının altında yüzlerce metre aşağılara uzayan, ay aydınlığında dalgalanarak bir deniz gibi büyüyen ormana, ağaçların arasından gümüş parıltılar saçarak akan ırmağa, ilerlemiş saate rağmen ışıkları yanan fındık harmanlarına baktılar. Biri aşağıdaki arkadaşlarına bağırdı. - Atlar buraya gelmez, yol çok dik. Bağlayıp gel. Dağıldılar çimene, ay ışığında dinlenen toprağa, kilisenin dört bir yana dağılmış taşlarına oturdular. İçki şişelerini, büyük bir karpuzu oluğun altına koydular, soğusun diye. - Ne güzel şey bu yahu, dedi. - Ne? diye sordu, biri. - Şu oluk. Mermerden yılan gibi bir şey. İyi ki, çalmamışlar. Yaşlı, ama ince uzun vücudu içinde dimdik duran Sarı Temel yürüdü, ondan yana. - Çalmazlar, dedi. Çalan ummaz, keşiş dibinde can verdi, verirken beddua etti. Buna dokunanın zürriyeti olmasın diye. Alayla güldü, kadın. - Ben giderken götürürüm bunu. Varsın olmasın zürriyetim. Olacağı da yok. Temel'in sarı yüzü karardı karardı, kömür karası oldu. - Ona elini sürersen vururum seni! Eli, yeleğinin altındaki tabancanın sapını kavramıştı bile. Sözcükler bir yılan ıslığı gibi çıkıyordu ağzından. Dudakları, bir bıçakla çizilmiş gibi kıpkırmızı bir ince çizgi biçimine dönüşmüştü. Kadın onun dediğini hiç düşünmeden yapacağını hissetti. Nutku tutulmuş öyle kalakaldı. Adamlardan biri fırladı, girdi araya. Kadına. -Otur bir yere, dedi sert bir sesle. Sen de gel Temel Dayı, bir kanayaklıya mı, uyacaksın? Ağzının tadını bozma. Kadın, diğerlerinin yanına gidinceye değin kendine gelemedi. Orda homurdandı tepkiyle. - Sanki babasıydı keşiş. Bir taş parçası için vuracak beni. O kadar iyiydi, niye öldürdünüz keşişi, niye yaktınız, buraları? Gençlerin ona destek vereceğini ummuştu, ama adamların hiçbiri duymuş gibi davranmadı. Biri ateşi yakmaya çalışırken diğeri ayağa fırladı. -Hadin be, yakın ateşi. Şu zilliye çene yarıştırsın diye para vermiyoruz, hadi. Sen de Mehmet çal şu kemençeyi, oturma uyuşuk uyuşuk. Mehmet köçeğin hem sazcısıydı hem de koruyucusu. Canı sıkılmıştı, ama Sarı Temel’i de iyi tanırdı. Bırak Urum zamanında yaptıklarını, sonradan kaç kişiyi gözünü kırpmadan vurduğunu duymuştu. Şimdi belki yaşlanmıştı, ama huy dediğin kolay çıkmazdı. Diğer iki kişiye, Hasan'la, Şakir'e baktı. Bunlar sıradan serseri, zavallı insanlardı, ama hep bir Temel olmayı arzu ettiklerinden ve de korktuklarından Temel'in yanında yer alacakları kesindi. Bu kadın da çenesini hiç tutamazdı. Belki kemençe havayı yumuşatırdı. Kemençeyi çıkardı. Oynak bir hava tutturdu. Gecenin sessizliğinde kemençenin sesi ormanı aştı, aşağılara harmanlarında oturan insanlara değin ulaştı. Temel, oluğu sevgiyle okşayıp kiliseye doğru yürürken kadın ardından dilini çıkardı. Gidip çöktü kemençecinin yanına. - Karısıyım sanki herifin, ne kızıyor sanki? Mehmet'e dudaklarını büzerek, anlamlı anlamlı baktı. - Değil mi gülüm? Ona ne? Delikanlı, cevap vermeden, yanakları al al, kemençesine eğdi başını. Kızdı buna köçekçe. - Ödünüz kopuyor, ondan be, erkek misiniz siz de? Oynamam size, milyon verseniz oynamam. Hele o adama hiç oynamam. Gençlerden biri atıldı. - Kaporanı aldın mı, aldın. O zaman oynayacaksın. Kışkırtıcı bir tavırla, horlayarak dudak büktü kadın. - Zorla mı? - Gerekiyorsa zorla. Mehmet kemençeyi bıraktı. Bir ağız dalaşıdır başladı. Temel tüm söylenenleri duyuyor, ama aldırmıyordu. Neşesi kaçmıştı. Buraya gelirken, artık kimselerin anımsamadığı, anımsamak da istemediği erkekçe zamanlardan bir anı yeniden, belki son kez yaşayacağını ummuş, uymuştu Hasan'a. Hasan kaçağa giderdi. Tütün eskisi kadar para etmeyince işi yapma silah işine dökmüştü. Temel, ıssız dağ başlarında silah da üreten küçük demirci ustalarının hepsini tanırdı. Uygun fiyata silah bulacak, onun adına satın alacak, kendi de bir pay alacaktı. Bu iş birliği onu buraya getirmişti. Kahvede rastlaştıklarında: "- Gel dayı. Eğleniriz. İş de konuşuruz," deyince, neden olmasın, diye bakmıştı. Çoktandır bir yere gittiği yoktu. Böyle şeyler arkadaşla olurdu. Arkadaşlarının büyük bir bölümü ya ölmüş ya da bunamıştı. Kalanlarsa, geçmişe sünger çekmiş, karılarının dizlerinin dibinde sofu kesilmişlerdi. Hele Yusuf, torun delisi olmuş, kahveye bile çıkmıyordu. Gerçi Yusuf'un yaşadığını Allah kimseye vermesindi, ama bu kadarı... Hasan çağırınca biraz olmazlanmıştı. Ağarmış saçları, boyunu çoktan aşmış oğullarıyla... Millet ne derdi? Beri yandan yüreği hemen evetlemişti. Eskiden olduğu gibi bir ateşin başında, bir kostel kemençesinin eşliğinde, dans eden genç bir kadını izleyerek rakı içmek, kurşun sıkmak havaya, bir gecelik de olsa erkek gibi yaşamak istemez miydi? "- Kimler gelecek? Muhabbet adamı olsalar, ağızlarını sonradan yaymasalar." Hasan'ı ilgilendiren on beş güne değin götürmesi gereken silahlardı. Onları da ancak Temel'le bulabilirdi. "- Olur mu dayı? İlk konuşanı ben vururum. Benim hısım var sadece. Şakir'i bilirsin. Haysiyetli adamdır." Eti, tavuğu, kemençeyi, rakıyı ve daha dünden Yeşil Gazinosu'ndan getirip Musa’nın kullanılmayan demirci dükkânında sakladıkları, günlüğüne dünyanın parasını ödedikleri köçekçe Ayşe'yi alıp dağlara vurduklarında bu grupta tek bir haysiyetli adam olmadığını anlamıştı, ama ok yaydan çıkmıştı bir kez. Üstüne üstlük ay gökyüzünde deli deli şavkıyınca, o ala karanlıkta genç yaşlı belirsizleşince Temel’in damarlarında gençliğinin kanı akmaya başlamıştı. O yokuşlara bana mısın, dememiş, bir türkü tutturmuş, en önde yürümüştü. Seçilen yerin, Keşişin Düz olduğunu anlayınca, biraz burulmuşsa da belli etmemişti. Ne var ki, köçekçe, mermer su oluğunu götürmekten dem vurunca bütün neşesi kaçmıştı. Geçmiş olanca ağırlığıyla yüreğine çökmüştü şimdi. Her şeyi tüm netliğiyle anımsıyor, yeniden yaşıyordu. Irmakta anımsamışlardı, Dursun'un yüreğinde fildişi saplı bir bıçakla evin ortasında, diğer kadınların cesetleriyle birlik yattığını. Nasıl anlatacaklardı, ölümünü. Delikanlılığa yeni dönen akılları, panik içinde çılgınca bir koşuyla çözüm bulmaya çalışıyordu Sarı Temel ile Yusuf sonunda karar verdiler. Döndüler, Dursun'u ırmağa taşıdılar ardından uydurdukları hikayeyi anlatmak için köye koştular: Dağda Rum çeteciler önlerini kesmiş, Dursun’u öldürmüşlerdi. Kilise’nin orda saklanıyorlardı. Öyle anlattılar. Yaşam, olağan yatağında bir su gibi akarken, hiç önemli olmayan bir adımla, anlamsız bir sözcükle, akıl durduracak noktalara sürüklenebiliyordu. Sarı Temel, şimdi çok, ama çok pişmandı. Dayanamayacaktı. Burada durmaya dayanamayacaktı. Ardındakilerin tartışmaları boyut kazanmıştı. Döndü yanlarına yürüdü. Yeni bir acının ortasında yer almak istemiyordu. Kadının oynaması gerektiğini inatla savunan Hasan’ı tuttu, çekti. - Bırak şunu. Oynamazsa oynamasın. - Olmaz, oynayacak, para aldı. Temel, bu kadar diklenmeye, inada şimdi dayanamazdı. - Gitmek istiyorsa, gitsin. Ona verdiğin paranın ceremesini birlikte çekelim, silah işini bitirdiğimiz de çözeriz, yarı yarıya. Az sonra, kadınla Mehmet gitmiş, bir süre bekleyen Temel de evin yolunu tutmuştu. Düzlükte, sadece Şakir ile Hasan kalmıştı. Bir zaman sessiz oturdular. Sonra Hasan, bir küfür savurdu peşlerinden. Gidip rakı şişesini açtı, susuz dikti başına. - Yapma çarpılacaksın, yavaş iç, diye söylendi Şakir. - Boş ver, karıyı kaçırdık sen ona bak. Verdiğimiz para da boşa gitti. Ya da bir miktarı. Ben, akşam dükkânda işi bitirmiştim Allah'tan. Şakir, şaşkın şaşkın baktı, üstüne atıldı, alt alta üst üste boğuştular. - Hayvan, dedi Şakir. Şerefsiz herif seni… Bir de bana iş için gideceğim, diyordun, silahlar için. - İşi halletmedik mi, oğlum? Senin yanında söz vermedi mi Temel? O iş bitti say. Sen, karıyı bırak şimdi. Silahları bir götürelim, dönüşte seni Yeşil Pavyon’daki karıların ortasına atacağım, söz. - Yapabilecek miyiz? - Yaparız da, tek mesele hayvan bulmak. Alıcılar hazır, bekliyor. Aslında benim asıl amacım, Temel'i de kafesleyip getirmekti. Atı çok işe yarardı, biraz da tütün alırdık. Gerekirse, karıyla yan yana bir odaya atacaktım onları, ama şu oluk var ya, şu oluk işi bözdu. Ulan, bu para eder belki de, götürüp satarız onu müzeye. - Temel, vurur seni vallahi, dedi Şakir. - Bilirse belki. Hem ona ne yahu? Biliyor musun, buralarda vakti zamanında yığınla ev varmış, tam şurada da kilise… Yani bu orman insan doluymuş. Büyük savaşın bitiminde, işte bu Temel’le bir kaç kişi daha, Rum gelinlerle iş tutmaya gelirler, anla işte. Ne olursa, içlerinden biri öldürülür mü, yoksa Rum çeteleri mi, saldırır, tam bilemiyorum. Ne olursa, biri ölür işte. Köylüde ayaklanır, yakar yıkarlar buraları. Ne keşiş koyarlar, ne kilise. Şimdi Temel’deki biraz da vicdan azabı. Şakir: - Vay anasını, dedi, bir kadeh de kendine doldururken. Sorarsan, bu adamlar bize ahlak öğretir şimdi, biz onların yanında peygamberiz be. Kısa sürede ikisi de, sarhoş oldu. Ondan sonra da hep aynı konuyu konuştular. Yükü götürmek için hayvana ihtiyaçları vardı. Kim atını ödünç verirdi? Çalacak bir yer bulsalar yaparlardı, ama kimde vardı? Hem çalsalar at dediğin kedi değildi ki, saklayasın. Bir olasılık kalıyordu. Satın alacaklar, sonra da dönüşte satacaklardı. Ama neyle? Borç bulabilecekleri yerleri düşündüler tek tek. O daha da zordu. Sıkıntılandılar. Şişeyi, karpuzu, tavuğu bitirdiler. Oluktan kana kana su içtiler. Düzlük boyu gidip geldiler. En son Şakir akletti. - Şimdi fındık ayı değil mi, niye çalmıyoruz? İki üç çuval götürsek, tamamdır. Daha önce de, yapmışlardı. Sarhoş kafayla olur gibi geldi. Ağaçların bile uyku açtığı bir saatte, atı yedeklerine alarak orman içinden, dar patikalardan köye inmeye koyuldular. Zaman zaman dengelerini yitirerek ağaçlara çarptıkları, dikenliklere yuvarlandıkları oluyordu. Gecenin sessizliğinde bir kervan kadar gürültü yapıyorlarsa da farkında değillerdi. Irmağın çağıltılarla aktığı düzlüğe eriştiler. Üstleri, başları yırtılmış, Şakiri'in alnında koca bir şişlik oluşmuştu, ama kimin umurundaydı. - Atı burada bırakalım, diye önerdi Hasan. Fındıkları alabilirsek buraya getiririz. Buradan da dereye. Atı bağlayıp ağzına da torbasını verdiler. Dik bir yamacı aştıktan sonra durdular. Bir düzlükteydiler. Önlerinde ölgün bir ışıkla aydınlanan küçük bir fındık harmanı vardı. Kurumuş, yeşilden tamamen kahverengiye dönmüş fındıklar ayıklanmış, taneler bir gün daha güneşlensin diye yan tarafa, geniş bir çul üstüne serilmişti. Kenarlara ekili güz fasulyelerinin içine yatarak etrafı dinlediler. Karayemişlerin altındaki çadırda hiçbir hareket yoktu. - Çuvalımız yok, dedi, Şakir fısıltıyla. Hasan, öfkeyle bir tekme attı ona. Fındığın altındaki çulu gösterdi. - Çul var ya. Önce dur, köpek möpek olmasın. Kaçmaya da, hazır ol. Yanından topladığı toprak parçalarını çadırın çevresine savurdu. Bir süre bekleyip aynını yineledi. Köpek möpek çıkmadı, Görünen çadırdakiler çok derin uykudaydılar. Kalktılar, birer tarafından tutup toparladılar fındığı, çulun üstünde. Oldukça ağırdı. Sürükleyerek yamacın başlangıcına değin götürdüler. Ondan sonrası kolaydı. Atın yanına indiklerinde, nefes nefese kalmışlardı. Fındığın bir bölümünü de yollarda dökmüşlerdi. - Ne uykucu adamlar, dedi, Şakir. Fındık böyle mi, kollanır? Kimindi burası, biliyor musun? Ben sarhoş kafayla nerde olduğumuzu bile tam çıkaramıyorum. Hasan biraz düşündü. Dağlara bakındı, yönünü tam çıkarmaya çalıştı. - Boş ver, atın parası tamam sayılır, ona bak. Yürü. Hacer, Güneşin altın sarısı ışıkları, tepeleri aşıp vadilerin sisler içindeki derinliklerine vurmaya başladığında ancak uyanabildi. Bütün vücudu uykusunu alamamaktan ve rutubetten ağrıyordu. Şişen dizini ovalayarak, çadırdan dışarı sürükledi, yaşlı bedenini. Işıktan kamaşan gözlerini kırpıştırarak çimende oturdu bir zaman. Sonra tuhaflığı algıladı. Gözleri büyümüş, ağzı açık, kalbi göğsünü parçalamak için atarak, dört köşe ağır çulun izlerini taşıyan ezilmiş boş çimenlere baktı kaldı. Gözlerinin ve aklının kendisine bir oyun oynadığını sandı. Orda, hiçbir zaman fındık olmadığını düşünmeye çalıştı. Ya da bir yerlere kaldırdıklarını... Neden sonra, bir insan sesinden daha çok bir hayvan ulumasına benzeyen bir sesle haykırdı. -Yusuf, yetiş! Don gömlek dışarı fırlayan Yusuf, fındıkların çalınmış olduğunu hemen fark etti. Bir ay sonra, silah ve tütün yüklü atlarıyla dağı aşmaya çalışan Hasan’la Şakir, pusuda bekleyen jandarmaya yakalandı. Atlara ve tütüne el konuldu. * ÖNCEKİ BÖLÜMÜ OKUMAK İÇİN SONRAKİ BÖLÜMÜ OKUMAK İÇİN "Selam Söyleyin Ay Işığına" "Atları Vurma Çağı" KİTABI OKUMAK İÇİN BAĞBOZUMU

  • BAĞBOZUMU-4

    -PAZAR KİTAPLARI- Atları Vurma Çağı ROMAN Bölüm 4 "atları vurma çağı" Acımasız, uzun zemheriden sonra gelen bahar, şimdi rengarenk kanatlı dev bir masal kuşu olmuş, almış başını, üstünden geçtiği her şeyi bin bir renge boyayarak, Zigana boyunca denizden yukarıya, dağlara uçuyordu. Artık leylekler dönüyordu. İki yandan, kadife gibi gür ve parlak bir yeşille göklere yükselen yamaçların tam üstünde, mavi göğün içinde güneş altın bir top olmuş dönüyordu. Bahar, kuzukulağı, zibilankesi, tomarası, patlayan tomurcuğu, gümbür gümbür çiçeği, deli yeşili, mutlu ötüşlü kuşları ve o muhteşem çılgın telaşıyla geleli çok olmuştu. Artık uzun yağmurlar da azalmıştı. Yine de, vadinin iki yanından duvar gibi yükselen dağların dorukları, güneşin altında bir gelin tacı gibi parlayan karlarla kaplıydı. Deniz kıyısından Zıgana'ya değin uzanan, en geniş yeri beş yüz adımı geçmeyen dar vadinin orta yerinden yılan kavi akan küçük dere, eriyen kar sularıyla iyice doygun, kirli bir sarılıkta yatağını zorlayarak köpürüyordu. Çok gitmez, iki yanına dizilmiş çok eski zamanlardan kalma gibi duran kulübeleri, dükkânları da kaplayarak geçit vermez duruma gelirdi. Bu derin ve dar vadi, derenin denize döküldüğü, kentin hemen yanı başından başlayarak dumanlı dağlara değin geçit vermeden uzardı. Tam orada, dere de, vadi de birden tükenir, yükselen bıçak ağzı keskin yamaçlar kör bir kuyuya düşülmüş izlenimi verirdi. Hemen her mevsim karlı, aşılması güç dağlar çoğu acıklı söylencelerin kaynağı olurdu. Gün olup, o, sarı dev makineler Trabzon'dan yola çıkıp ona ulaşıncaya değin sürdü beyliği Zıgana'nın. İnsanoğluna yaratılışından bu yana zulüm olan koca dağlar yenildi makinelere. Kaymak gibi yollar yapıldı üstünde. Dün atlarla zor geçilen yerlerden şimdi, limandan mal yükleyen kamyonlar, yeri göğü tutan homurtularla, salt kuşların uçabildiği yüksekliklerden geçip İran'a değin gidiyorlardı. Dağların makineye yenilgisi bir bozguna dönmüş, tarih öncesinden kalma devler gibi uyuyan tepeler, el değmemiş ormanlar paramparça edilmiş, ağaç kökleri, ağlayan bir ölü kemiği gibi toprak üstünde bembeyaz bırakılıp, adı bilinmeyen köylere yollar vurulmuştu. Doğanın parçalanan mahremiyetiyle birlikte, artık gizemli hiçbir şey kalmamıştı. Şimdi geceleri gökle dağların birleştiği yerde, birden parlayan dehşetli bir ışığın, uzun bir kılıç gibi havayı yarıp diğer yakadaki evleri bir sabah aydınlığına boğduktan sonra, hiç olmamış gibi başladığı tepenin ardında ya da bir ormanda yitip gitmesine sadece çocuklar şaşırıyordu. Cin peri söylenceleriyle deli divane akılları, hiçbir büyücünün başaramayacağı dende görkemli bir gösteriyle allak bullak oluyordu. Orada bir araba olabileceğine bir türlü inanamıyorlardı. Çok değil bir iki yıl önce, sahibini tek başına varsıl ve güçlü göstermeye yeten at, arabanın yanında bir çocuk oyuncağı gibi kalıyordu. Derenin doğu yakasında at ölmüştü. Batı yakasında ise düzen hep aynıydı. Ne yol vardı, ne araba… Demirkırat iktidarı, kendisine silme oy veren derenin doğu tarafını bolluğa güzelliğe boğmuş, ama yeterince oy alamadığı batıyı ise başka ülke sınırlarındaymış gibi öylece bırakmıştı. Ardından gelen Küheylan da benzer yolu izleyince, batı yakasının Atatürk'ün altı okunun ve sözü geçen birkaç kişinin peşinde koşmakta direnen halkı, yolsuz yolaksız, ha umut diyerek uygarlığın sihirli gücüne müthiş bir imreniyle bakarak, coğrafyada beş yüz metre öteye düştüler diye, kendi ülkelerinde yabancı tavrı görerek bekleyip durmuşlardı. Yine de değişen yaşamın onları hiç etkilemediği söylenemezdi. Söz gelişi, artık her hafta burada kurulan pazara gelip, hepsi doğu yakasındakilere ait dükkânlardan alışveriş edebilirler, ürettiklerini de, fındık ve tütünü saymazsak hiçbir şey üretmezlerdi, getirip onlara satabilirlerdi. Yüz kilometrelik, bir alan içinde herkes bu pazara gelirdi. Gelenler, aldıklarını eğer yolları varsa arabalara yükler götürürken, olmayanlarsa, ağır sepetleri kemikleri sayılan kadınların sırtına verir, keçilerin zor tırmanacağı patikalardan uzak evlerine götürür ya da üç beş kuruş karşılığında bir ata verirlerdi. Hiçbir geliri olmayan, avuç içi tarlalardan olağanüstü sonuçlar almaya çalışan, ama gösteriş ve harcamaya düşkün bu insanlar için atın geliri önemli bir kazançtı. Yollar, çoğaldıkça bu olanak da ortadan kalkacak gibiydi, ama göründüğü kadarıyla güneş böyle parladıkça batı tarafı değişmeyecekti. Yusuf, arkasında kendi kadar yaşlı, boz bulanık atıyla dere boyunda, pazar içindeki dükkânların önlerinde yol ağızlarında dolanıp duruyordu. Araba yoluna dizilmiş kahvelere, köylere yükselen yol çataklarına bakıyor, elinde bir çuval, bir sepet gördüğü herkese yaklaşıyor, anlamlı anlamsız bir şeyler soruyordu, ama bir Tanrı kulu çıkıp da beklediği çağrıyı yapmıyordu. Ağır sepetleri, kırmızı kolanlı çuvalları cılız omuzlarına vuruyorlar, ölümüne dik yamaçları tırmanıyorlardı da, bir teki canına acıyıp, üç beş liraya kıyıp, şu yükü köye atıver, demiyordu. Dolanmaktan ayaklarına kara sular inmiş, karnı da acıkmıştı. Bezginlikle atı çekip kavaklığa bağladı, torbasını başına geçirdi. - Ye melun. Bir kuruş kazancın yok, ye dur. At aldırışsız samanları yemeye koyuldu. Yusuf, fırına doğru yürürken kalabalığın içinden çıkan bir çocuk, ondan yana koştu. - Dede, dede! Duymadı. Yüzü alabildiğine asık, aklı, araba ve yollara takılı, hızlı hızlı yürüyordu. Yetişti çocuk, asıldı ceketinden. - Dede, Hacer annem dedi ki... Anlamaz anlamaz, anlayınca da öfkeli baktı Gökçe'ye. İster istemez geriledi çocuk. Yine de görevini tamamlamaktan vazgeçmedi. - Hacer annem dedi ki, dedene de… - Senin dedenin de, Hacer annenin de!.. Yıkıl ulan yıkıl karşımdan. Bir iki adım attı çocuk. - Bana ne kızıyorsun? Ben ne yaptım? dedi giderken. "Cevaba bak, cevaba. Okut da gör işte. Dili uzadı köpeğin. Ona ne kızıyormuş. Sanki keyfimden at peşinde deli dana gibi koşturuyorum dere bayır. - Ulan senin kitapların olmasa, ulan senin defterlerin olmasa, senin önlüğün, pantolonun, ulan senin ve Hacer'in şehri olmasa... Kendi kendine söyleniyordu Yusuf. Birden çocuğun görünürde olmadığın fark etti. İçi pişmanlık ve acıyla doldu. Gökçe'ye her kızışından sonra böyle olur, gönlünü nasıl alacağını şaşırırdı. Haklı da olsa bunu hep yaşardı. Kızının o hali gözünün önüne gelir, kimselere belli etmese de, onun ölümünü biraz namusuna sürülen bir leke saysa da, kendini sorumlu tutar, çocuğa karşı, derin bir merhamet ve sevgi duyardı. Bunu belli etmezdi ama. O bir erkekti, Hacer gibi yüreği ağzında dolaşamazdı ya. Öyle düşünmese, Gökçe okumak istiyor diye, canını dişine takıp teper miydi bu yolları? Sonunun geleceğine inanamadığı bu okuma sevdası uğruna, toprağını bile satılığa çıkarır mıydı? Doğrusu iyi okuyordu oğlan. Okuyordu da ne, köylünün büyük okulları okuduğu nerede görülmüştü. Deliydi bu Hacer, kızının ölümü onu deli etmişti. Yok, okuyacaktı da, köylülükten, cahillikten kurtulacak, vali olacakmış. Köylüden vali olduğu duyulmuş mu hiç? Bu köylüyü, onca gayretine karşın yedi düvele kök söktürmüş Atatürk kurtaramadı da, şimdi mi?.. Şimdi köylünün kentli kapısında uşak olmaktan başka yolu kalmamışken mi? Gökçe de bir diğer köylüler gibi bir yerlere kadar, Yusuf'un dayandığı günce okurdu işte. Sonra bir kapıda üç kuruş maaşla bir kâtip olsa, o da yeterdi. Kentte herkes okumuş, kâtiplik için sıra beklemekte, Gökçe gidecek onların arasından iş bulacak da, para kazanacak da, Hacer'e basma, ona tütün, yeni gömlek, şapka alacak da... Ölme eşeğim ölme. Partili bir adamın olmasa, iş miş, düş. Bir adamın olsa da, iş gene düş. Adamlar, yedi sülalenin de partili olmasını istiyorlar. Köylünün yapacağı, toprakla uğraşmaktı. Ne varsa toprakta vardı. Bin yıldır onca itilip kakılmasına bana mısın, dememiş, vermiş de vermişti, hala da veriyordu. Şöyle iyi bir toprağın olacak, dikeceksin karpuzu, mısırı, yığacaksın parayı… Kaçağa gittiği yerlerde görürdü. Gözün alabildiğine buğday tarlası. Ne para kaldırırdı o adamlar? Gerçi öyle uçsuz bucaksız tarla burada ne gezerdi, ama burada da verim çoktu. Adam diksen büyürdü. Yok, ille de okuyacak. Ulan, şehir dediğin para öğütme makinesi. Yusuf'un beş ton fındığı yok, hanı yok, hamamı yok. Bunları sen bilmez misin azgın karı? Altmış yaşından sonra vurmuş aklına şehir. İlkokulu bitirdi, çocuk, verelim bir sanata, bir yorgancının yanına söz gelimi. İki, üç bilemedin, beş yılda usta olsun, para kazansın para. Cebimizden para vermeyelim biz. Hem öğrensin, hem kazansın. Yook, okuyacak. Para her yanımızdan o biçim akıyor. O zaman, bir yerlere harcamamız şart. Okullara verelim, ne olacak ki? Tek eksik şehirli olmaktı, o da oldu. Yok, günahını almamalıydı, çocuğun. Bir zayıfsız geliyordu karneleri. Bir kezinde, utana sıkıla gittiği ortaokulun bir hoş kokan bayan öğretmeni ne dediydi? "- Felaket kafası var, sanki köylü çocuğu değil." Ne gururlanmıştı ama. Kadının o hoş kokusu başını döndürmüş, gözleri öjeli tırnaklarında, açık siyah saçlarında ne diyeceğini bilemeden yutkunup durmuş en son: "- Torunum o, benim," demişti, dünyanın kıvancını göğsüne sığdırıp. Gökçe, peştamalcının yanında dikilmiş, sözde onu hiç görmemiş gibi tam yolunun üstünde bekliyordu. Yanına gidince sımsıkı kucakladı çocuğu. - Gel bakalım buraya. Karnın aç mı? Fırının önündeydiler. Sıcak, nar gibi kızarmış, burmalı, beyaz ekmeklerin kokusu baş döndürüyordu. Tok gözlülükle güldü çocuk: - Aç ama, köye giderim. "Domuza bak, sözde naz yapıyor". - Köyde ne var, küflü mısır ekmeğinden başka. Gel. Sıcak ekmeklerden birini yardı, fırıncı. İçine sapsarı inek yağı koydu. - Koy biraz daha, dedi Yusuf. Burda aslanım var, yoksa yok anasını satayım. Delikanlı olmuş benim oğlum, delikanlı da yemeli. Biraz daha yağ koydu, fırıncı. - Tabi ye, Yusuf dayı. Kefenin cebi yok. - Yok ya. Bu dünya da cep çok, ama bomboş. Varsın olmasın, aslanıma helal olsun. Alışılmadık övgülerden rahatsız olup önündeki ekmekten başını kaldırmayan torununa gururla baktı. - Lisede okuyor bu aslan, hem de ikide. Öğretmeni ne dedi bana biliyor musun? - Ne dedi, diye sordu fırıncı, pek ilgilenmeden. - Bu oğlanda Atatürk kafası var, öyle çalışıyor. Okut onu, dedi. Bir hoş kokuyordu ki kadın sorma, onun yanında bizimkiler Trabzon çarığı... Gökçe, neye güldüklerini anlamadı ama övülmesinden utanmıştı, ama dedesini böyle anlarda susturmanın olanaksızlığını da bilirdi. Bütün dikkatini yemeğine vermişti. Ekmeğini özenle küçük parçalara bölüyor, yağa batırıyor, ağzına koyuyordu. Ekmek ve yağın ağzında bıraktığı olağanüstü tattan yüzü ışıl ışıldı. Dedesinin seslenişini duymadı. - Ne istedi Hacer Anan? diye bağırdı, Yusuf. - Efendim! dedi çocuk irkilerek. "Okumanın güzel yanları da vardı. Efendim ha, ağzını yesin senin," deden. - Ne dedi, o deli karı? Bir süre düşündü çocuk. - Hacer Anam, dedi ki... Bir kalıp sabun, gaz, yağ bir de... - Bal istemedi, değil mi, kuş sütü kuru üzüm?.. Demin fırıncıyla yaptığı açık saçık şakaların gevşekliği vardı üzerinde. - İstemedi, dede, dedi çocuk ciddi ciddi. Bu ciddiyet güldürdü, Yusuf'u. Dişsiz ağzıyla ekmeğin kabuğunu kemirmeye çalışırken tuhaf bir sesle güldü. - İyi, git, Hasan'a selamımı söyle. Dedem verecek de. Ne alacaksan al. Bire iki yazacaktı ama olsun. Ekmeğin kalan parçasını kaptığı gibi fırladı kapıdan çocuk. Sıkıntıyla baktı ardından. Fırıncı masayı sildi. - Ne güzel gözleri var bunun, hiç görmemiştim bu rengi. Okutacan mı, liseden sonra? Kahırla başını salladı. - Olurunu bulursam elbette. Nereye kadar gücüm yeter, nasıl ederim bilemem, ama niyetim öyle. Köylülüğün sonu yok, devlet kapısına bir anahtar uydurmasını bilmek lazım. Söylediklerine kendi de şaştı. Değişen zamana uygun övünebileceği bir şey yakalamıştı. Böylece hiç alışamadığı, hep dışında kalmanın tedirginliğini yaşadığı zamanın bir parçası olmanın, o anlık da olsa, erincini duymak hoşuna gitti. Birden okumaya tüm karşı çıkışının, alıştığı yaşama biçiminin dışında olmasından, dünyanın onun bir tüfekle yönlendirebileceği küçüklükten, dev büyüklüklere açılmasından kaynaklandığını algıladı. Yusuf, ne denli istemezse istemesin dünya değişmeden durmuyordu ve artık ne onun ne de kimsenin saklanacağı, değişime sırtını döneceği kuytu bir köşe yoktu. Fırıncı dertliydi. Bir müşteriye ekmeğini verip geldi gene. - Benimki okumadı. Devlet gelmiş ayağımızın dibinde ortaokul açmış, git oku işte. Okumadı hayvan. Fındık çalınınca, hiçbir umutları kalmamıştı. Gökçe’nin okuması için bütün yollar kesilmişken birden buraya ortaokul açılmıştı. Yalan değildi ya, içinden çıkamadığı sorun birden çözümlenmiş, çocuk, o okula gidip gelmeye başlamıştı. - Köylülük pis iş, dedi pişmanlıkla. Zamanında akıl edemedik, in şehre. Hele savaş sonunda Rumlar gidince evleri, hanları verecek adam aradılar. Ne var dağlarda? Bir iş tutarsın değil mi? Millet Almanyalara gitti, bizse becerip bir şehre inemedik. Tuttuk bir atın kuyruğundan, tuttuk bir kaçak dalgası. Onu da yoluyla yapamadık ya, böyle işlerde az biraz zalim olacaksın. Silah götüreceksin. Götürenler yükünü tuttu, şimdi eleklerini asmış, ellerini yıkamış, hacı hoca kesilmişler bakma. Karıya dedim, ta o zaman, inelim şehre diye. Nasıl da yalan söylüyordu? Kente inmek zulüm gelmişti ona. Korkudan ödü patlamıştı. Üstüne üstlük dünya böyle değildi ki. O devir şehirlilik temiz üst baş, kravat, devlet kapısında işin olursa kolay çözümlemekti. O kapıda ne işleri olurdu ki? Bir nüfus, bir askerlik dairesi... Elindeyse hiç yazılmamakta yarar vardı. Bilmem ne vergisi diye aramazdı devlet, ama bir kayda geçtin mi, cehenneme gitsen gelir bulur, kursağındaki ekmeği vergi diye alırdı. Sonradan şehir, ekmek kapısı olup bir iki kişi iş tutunca, Hacer bir diyecek olmuş, delileşmişti. "Şehir ha," diye bağırmıştı. " Ne o, kıçını açıp gezmek mi, istiyorsun? Ne yapacağız orda? Şehirli, ekmek vesikaya bağlanınca kaçıp köylere gelmedi mi? Attığımız ekmekleri kapışmadı mı? Para mı dağıtıyorlar? Ha tamam, ben gidip onun bunun kapısında, sakalı çıkmamış oğlanlara, kıçı açık bayanlara çay taşıyacağım da... Bana bak karı, ben bu yaştan sonra Allah kuluna hizmetçilik yapmam." Şimdi öyle düşünmüyordu. Ona buna hizmetçilik yapmazmış. Allahın dağlarında, at peşinde yaptığı neydi? Karnı bile doymuyordu, üstüne üstlük. "O deli karının kafası, benden daha iyi çalışırmış da, anlamadım," diye düşündü. - Okutacağım ulan, nereye kadar okursa. Yaşarsam okutacağım, diye hınçla söylendi. Bu umut canlandırdı onu. Ardından okumanın getirdiği yükü düşününce yeniden canı sıkıldı. Ortaokulu burada okumuştu çocuk. Şehirdeki iki yılı da atlatmışlardı sayılır. Nasıl atlattıklarını kendileri bilirdi ayrı. İlk yıl fındık da çalınınca çok zorlanmıştı. Dünya kadar borca girmişti. Tarlada satılmayınca… Bu sene nasıl geçecekti? Fındıkları zaten kaç kabuktu, onu ya karşılar ya karşılamazdı. Ondan sonra?.. Sıkıntıyla bunaldı. Dursunlar durmasınlar, her ay evin kirası çalışıyordu. Onu neyle verecekti? Gene kızdı karısına. Arabalara, yük vermeyen insanlara kızdı. Hükümete kızdı. Ulan, her yeri yol yapacak ne vardı? Allah atların kısmetini gökten indirmezdi ya, öyle vermişti. Şimdi, dağ taş yol olunca, ekmeğini köylere yük taşıyarak kazanan onca insan ne yapacak, bir insandan çok daha fazla tüketen atlar ne olacaktı? Duymuştu, Onbaşıların Mahmut, geçenlerde, derenin orta yerine tam karakolun önüne çekmiş atı, çıkarmış barabenli tabancayı saymış mermiyi. Sonra da çöküp ağlamış hayvanın başında hüngür hüngür. Öyle ya, bir işe yaramayan, durmadan tüketen atı ne yapacaktın? Öyle gösterişe binek saklamak ağaların harcıydı, çulsuzların değil. Bir yerden para bulmalıydı. Kimde vardı ki para? Yerini satılığa çıkarmış, bir Allah kulu alıcı olmamıştı. Olan da, dağ başında ne var, deyip kente yatırıyordu. Ne kalıyordu geriye? Bir tek at... Böyle giderse onu da satacaktı. O zaman hiçbir geliri olmayacaktı. Kente inmek söz konusu olunca, atı satmayı kurmuş, sonra akrabalarından biri isteyince ona bırakmıştı. O kentteyken çalıştırıyor, bakıyor, gelince de alıyordu. Silahını mı satacaktı? Bir erkek silahını da sattı mı, bitmişti artık. O erkekten korkacaktın gün olur, hiç bakmaz avradını da satardı. Para... Ne namussuz şeydi? Fırıncı radyoyu açtı. Sağır’ı, kafasında kırk tilki dolaşan, kırkının da kuyruğu birbirine değmeyen Sağır’ı, alaşağı eden Karaoğlan konuşuyordu. Herkes bu adamdan, yapacaklarını ötekiler gibi esneklikle değil, çok kesin bir dille anlatan, güzel konuşan bu adamdan umutluydu. Yusuf, onu dinlerken sık sık yinelenen umudu algılıyor, ama gene de bir huzursuzluk duyuyordu. Bu adamın tavrında bir şey vardı onu kaygılandıran. Güçlü değildi, öyle konuşmuyordu. Bu adam inanıyordu, gücünü de inancından alıyordu. Hakkı olduğuna inandığından ölümüne kavga etmeye kararlıydı. Gene de o kavgayı, bugüne tercih ederdi. Kendini unutmuş, dikkatle dinlerken biri dürttü. - Dayı. Kışları atı emanet ettiği Ahmet'ti. Bir umutla, hayvanı satın alacağım, ele gitmesin der mi, diye baktı. - Ee? - İş var dayı. Tedirgin etrafına bakındı. - Tütün işi. - Ne tütünü oğlum, bende tütün ne gezer? Ahmet, etraftakilerden iyice rahatsız güldü. - Gel şöyle dayı, gel. Fırından çıkıp şose boyu yürümeye koyuldular. Yusuf, bu denli gizliliği bir yerlere oturtamıyordu. - Ne var, hırsızlığa mı gidiyoruz? - Kaçağa dayı, kaçağa. Anlattı. Yusuf'un paraya duyduğu gereksinmeyi bilerek daha bir coşkuyla anlattı. Kahvede bir adam gelmiş yanına. Kara Mehmet mi, ne? Atı sormuş. Bir iş varmış. Ahmet, olur gibi yaklaşınca anlatmış, tütün işi demiş. Şimdi orda olmalıydı adam. Kanı bir hoş, deli gibi akmaya başlamıştı, Yusuf'un. Kara Mehmet’i iyi bilirdi, kaçağı da... Ama uzun yıllar olmuştu, çok uzun yıllar. Nusaybin'e kadar at sırtında giden adam kendisi değildi ki, artık. - İyi gözün kesiyorsa, git. Ulan, kaçak mı kaldı daha? Kara Mehmet bunamış da farkında değil. - Sen uyuyorsun, asıl kaçak şimdi. İnsanlar açlıktan kırılıyor. Devlet tütüne para vermiyor ki, tüccar alsın, alsın da daha bir zengin olsun istiyor. Ovada tütün altın, felaket para. Hele bura tütünü. Ovalı hazır sigaraya dünyanın parasını vermektense... Alışmışlar sarma sigaraya hem. " Dağ taş yol oldu. Kurdun bile saklanacağı yer kalmadı, artık. Jandarma, o da olmazsa kolcu kaynıyor dağlar," diye düşündü Yusuf. - Çok zor bu iş, dedi. Ahmet heyecanlıydı. - Tütünü değerli yapan da bu. Dün herkes gidiyordu, şimdi bir Kara Mehmet. Adamın kanına işlemiş, dağlara değil araba, uçak inip kalksa, o gene gider. Yusuf'un itirazları cansızdı zaten. Yüreği hep kaçaktan yanaydı. Duyunca eski bir sevgilinin adını duymuş gibi olmuş, heyecanlanmış, Mehmet' i kıskanmıştı. Kaçağa hala gittiğine inanamıyordu, ama insanın alıştığı düzeni her bir şeye, arabaya, uçağa, aya giden füzeye kafa tutarak sürdürmesi, hatta öyle ölmesi kıskanılacak gibi değil miydi? Teslim olmamak bu değil miydi? - İyi git o zaman. Ahmet bir ıslık çaldı. - Ooo! Bende o yürek nerde? Sonra yeğenin yani köroğlu bildiğin gibi iki canlı, karnı burnunda. İşin açığı bu işi artık bilen yapar, bir o kadar da yürekli olan. Bir de umarı olmayan. Demem o ki, sen para mara diyordun ya... - He?.. - Git işte, elin alışık. Dağlar yabancın değil, Kara Mehmet kurtsa sen de az değilsin. Nenem durmadan anlatır da... - Bırak nenenin galibaradan kalma masallarını şimdi. Demek sence ben gidebilirim. Ulan yaşım kaç benim be? Beyaz ekmeği kesmiyor dişim. Hangi diş, damağım damağım… Kaçağa gidecekmişim. Böyle konuşuyordu ya, daha ilk anda bu işe olur diye sarılmıştı. Kaç lira vereceklerini bilmiyordu, ama kaçak iyi bırakırdı. Yer satmaktan, atını satmaktan kurtulacaktı. En önemlisi şu değişen dünyada, artık onun bildiği hiçbir silahı, yöntemi kalmayan dünyada, çok iyi bildiği bir yolun hala olmasına müthiş sevinmişti. Onların en gencinin biraz tırmansa, ağzı tavuk gibi açık düşüp kalacağı dağları aşacak, kolcusuna, jandarmasına, urlusuna, uğursuzuna kafa tutup, ölümle oynaşıp geri gelecekti. İlk işi de... - Mehmet nerede, dedin? Ahmet bu hızlı değişime hem şaşırmış, hem de sevinmişti. - Kahvededir. Gidecek misin, dayı, helal sana? İlk işi ayağındaki külot pantolonu atıp yeni bir pantolon almak olacaktı. Lastiklerinin yerine de ayakkabılar. Sonra o mezar gibi odadan, yüksek mi yüksek bir eve çıkaracaktı, Gökçe'yle Hacer'i. Mehmet yoktu, ama kahveci konuyu biliyordu. -Gelir, dedi. Sen mi, gideceksin, Ahmet? -Ben değil, dayım gider belki, bir konuşsak... Adam şöyle bir tartar gibi baktı. - Bu yaşta? Hoş Mehmet Agam da az değildir ama... Kusura bakma dayı, kaçlısın sen? - Bilmem, dedi, Yusuf, canı sıkkın. Muhacirlikte delikanlıydım, bildiğim. Hem de... Birden Keşişin Düz, alev alev geldi kuruldu gözünün önüne, itti hemen. Bu adama hesap vermek canını sıktı. Hışımla devam etti. - Kaçağı iyi bilirim, dedi. Sen doğmamıştın, ben o dağlarda gezerdim. Kahveci taşı anladı, ama kendini hatalı bulup güldü. - İyi. Güzel para verecek aslında, gidilir. - Ne kadar? - Bilmem ama, gene de bin lira filandır, her hal. Bin lira... Yusuf birkaç kuruşa gittiğini anımsıyordu. Çok büyük para geldi, ona bin lira. Neler yapılmazdı? Hacer'e hiç söz etmeyecekti. Gidip gelecek, Hacer’i de, Gökçe'yi de alacak önce bir giydirecek, sonra Hamsiköylünün Lokantası’na sokacak, yiyin ulan, diyecekti. İçine düştükleri şaşkınlık bitmeden, tomar tomar paraları çıkarıp gösterecek, nazlana nazlana anlatacaktı. "Senin herifte daha iş var," diyecekti. Bin lira, büyük paraydı. Birazını bir yana kor, Gökçe'nin ilersi için... Öyle daldı, düşündü, Yusuf. - Selamünaleyküm ağalar, dedi biri. Yusuf bu sesi tanır gibiydi. O dağ gibi adam, tüfeğin elinde bir değnek gibi küçük ve oynak kaldığı, Bayburt'ta bir Halt’ın çenesini bir yumrukta kıran Kara Mehmet bu muydu? Gene çivi gibi dikti, ama bir deri bir kemik kalmıştı. Sanki kızgın ateşe tutulup ne kadar yağı, eti varsa eritilmiş gibi incelmişti. Külot pantolonu, yamalı ceketi vücuduna bol geliyor, acıma duygusu uyandırıyordu. Yalnız gözleri, post kaşlarının altında yeni menevişlenmiş bir sürmene bıçağı kadar parlak ve keskin bakan gözleri ve sesi eski arkadaşını anımsatıyordu. - Ula Mehmet! Adam, selamını verdikten sonra, kapının ağzında durmuş, bakıyor bakıyor, kendisine seslenen bu yaşlı adamı, bir türlü çıkaramıyordu. Yusuf ondaki değişikliklerinin benzerlerini kendisinin de yaşadığını o an algıladı. - Beni tanımadın mı ula? Dağlarda, kostel kemençesiyle karı oynattığımız günleri unuttun. Adamın bir yarı gece kadar anlamsız bakışları çözüldü. - Tanımadım baba. Kusura bakma beynim bulandı artık. Kimsin sen? - Yusuf, Deli Yusuf, dedi biraz bozulmuş. Demek silah arkadaşını tanımadın, dünya ne değişti? Mehmet dişsiz ağzını açarak hırıltılı bir kahkaha attı. - Dünya değil, değişen biziz yahu. Baksana canlı cenazeye dönmüşsün. Sen ölmedin mi, daha? - Bana diyor, kendine baksana. Ben senin gibi kaç tanesini gömerim. Bir süre sonra, oturmuş, anımsarken ve anlatırken sonsuz haz aldıkları geçmişi didik didik ediyorlar, birlikte yaşadıkları ortak öykülerden birini bırakıp diğerine geçiyorlardı. Sonunda sabırsızlanan Ahmet'in de etkisiyle olsa gerek bugüne gelebildiler. - Şimdi ne yapıyorsun? diye sordu, Yusuf. - Ne yapacağım, tütüne gidiyorum. Ben evde oturup da karı ağzı dinleyemem. Ya sen? Yusuf torunundan, okulundan dem vurmayı kurmuştu, ama bu ona pek uygun gelmedi. - Pas tutuyorum. Seninle kaçağa geleceğim. Gülmeyi bırakıp arkadaşının yüzüne dikkatli dikkatlı baktı Mehmet. - Benimle, sen?.. Başka zorun mu yok senin? - Sen gidiyorsun ya. - Ben hiç bırakmadım, dedi Mehmet. Antramanlıyım yani... Gene de, bir gün o dağlarda öleceğim geliyor bana. Belki bunun için gidiyorum. Öyle ölmek, burada dünyanın değiştiğini ilenerek, hırıltılarla yatakta ölmekten yeğ geliyor bana. Yeni yetmelerin, kulağının ardı bile sağlam kalmamış bana, dünyayı öğretmelerinden yıldığımdan gidiyorum. Senin zorun ne? Aynıları, diyemedi Yusuf. Üstüne üstlük, bir de şehir belası var başım da, diyemedi. - Şöyle erkekçe bir iş yapayım, dedim ve öleyim. Sen bırak onu bunu. Atım var, senin de atlı birine ihtiyacın... - Var. Sen bilirsin. Yaparım dersen gel. Ölüp kalırsan yollarda, günah bende değil. Yusuf acıyla güldü. - Sağımız bir işe yaramıyor, ölüden ne olur? Gömersin bir yerlere. E, kaç para vereceksin? Kara Mehmet kedigözleriyle ta içini, yüreğini okuyormuş gibi baktı. Bu tiridi çıkmış adamın paraya duyduğu ihtiyacı fark etmiş, kafasından ona göre hesap yapıyordu. Torununu okuttuğunu duymuştu. Herkese verdiğinden fazlasını verecekti. - Bin iki yüz elli. Yedi yüz elli ata, beş yüz de sana, iyi mi? Daha iyisi olamazdı. - Yalnız, dedi Yusuf. Raconu bilmez değilim, iş bitince para alınır. Bilmez değilim, ama yüz ellisini şimdi versen. Tütün işinde kuraldı, mal satılır, paranı alırdın. Daha önce para verildiği görülmüş şey değildi. Mehmet ikiletmedi, elini cüzdanına attı. Çıkardığı iki ellilik bir yüzlüğü sürdü masanın üstüne. Kalktı. - On gün sonra. On gün sonra, kayaların oradan. Hadi eyvallah. - Güle güle. Sağ ol.Allah razı olsun... Kapıda durup gülümsedi, Mehmet. Sanki yıllar önce olduğu gibi birden irileşmiş, gençleşmişti, Yusuf'un gözünde. - Boş ver, biz arkadaşız. Hem de eski arkadaş. Bu şerefsiz dünyanın anlamayacağı iki eski dost. O toruna iyi bak... Yusuf gözleri dolarak kederle gülümsedi. Paraya ihtiyacı olduğunu anlamıştı, demek. Acımıştı. - Şu elli lirayı boz, dedi kahveciye. Dışarı çıktıklarında bir yirmi lirayı Ahmet'e uzattı. - Ata iyi bak, dedi. Bir hafta sonra alayım. Gece, her yan mavi bir ışık seli içinde yüzüyor, dere parçalanan gümüş bir yılan gibi parlıyordu. Güvercin Kayanın orda, kayaların bittiği yerde düzlükteydiler. On, on iki kişi kadardılar. Yüzlerini seçemiyordu. Bir kısmının ay ışığında parlayan silahları vardı. Yaklaştıkça artan, hoşuna giden, kanını kızıştıran bir heyecan duyuyordu. Öksürerek geldiğini haber verdi. - Mehmet, dedi, üç beş adım uzaktan. Mehmet karanlıktaki adamlardan ayrıldı, yanına yaklaştı. - Gel kardaşlık, seni bekliyoruz. Atın orda, Osman tutuyor. Ahmet, atı yüklensin diye sabahtan götürüp bırakmıştı. Yularından çekip getiren adamı tanır gibi oldu. Yukarı köylerden yük taşıyan Duman Osman'dı gerçekten. Bak buna inanamazdı. En az kendi yaşındaydı, adam. - Sen de mi? dedi şaşkınlıkla. İyice moruklara kaldı bu iş, yahu. - Kendine bak, tiridin çıkmış... Mehmet dediydi de, hem şaşırdım, hem sevindim. Ne zorun var senin? Ne zorum yok ki, diye geçirdi içinden. - De ki, yoksulluk. - Evet, yoksulluk. Oğlan evlenecek, evden borcum var, evdekilerin boğazı değirmen oluğu. De oğlu de, işte. Kederli güldü. Sonra gülmesi aydınlandı. Sarı dişleri ay ışığında parladı. - Hep gençlerin arasında kalırım diye korktum. Gelmen iyi oldu, diye ekledi. - İyi oldu, dedi Yusuf da. Biri seslenince toplandılar. Mehmet bir adım öne çıktı. Kuralları koyan oydu. Parhana başıydı. Herkes onun dediğini onaylıyordu. - Artık her yerde kolcular varmış. Anlatmama gerek yok, kolcu domuzunu benden daha iyi bilirsiniz. Padişahtan daha padişahçıdır. O yüzden köylerden uzak durup yaylalara sapacağız. İlçeye değin dere içi gidecekler, sonra asfaltı bırakıp dağlara tırmanacaklardı. Yol uzayacak zorlaşacaktı, ama jandarmanın eline düşmeyi isteyen var mıydı? Gerçi köylerde de kolcular vardı. Jandarmayı mumla aratırdı, kolcu dediğin. Kim bilir nerelerden gelmiş, bir an önce şu askerlik bitsin, diye bekleyen çocuklardı jandarma. İhbar, yukardan emir olmasa, tütüncünün pek üstüne düşmezdi. Kolay iş değildi, kaçakçıyla uğraşmak. Bu dağları, ibi dibi görünmez yarları, ormanları avucu gibi bilen hepsi silme silah, silahla oynamaya düşkün, bir ekmek parası uğruna canını tehlikeye atmış kaçakçı, ha deyince teslim olmazdı. Jandarmanın da canı vardı, bekleyen yavuklusu. Kolcu öyle değildi, hepsi birer eski kaçakçı, kurt mu kurttular. Kaçağın her bir hilesini bilirlerdi. Üç kuruş bahşiş alacaklar diye, öz kardeşlerini ihbar eden, jandarmayla pusu kurup tutan, vuran kolcu vardı. Hırsızdan bekçi dikmişti hükümet. - Hadi uğurlar olsun, diye bağırdı biri. İp dizimi yürüdüler. Araba yolundan dere kenarına indiler. Yol ortasından ayna gibi gidilmezdi. Kimse konuşmuyordu. Arada bir engellenmeye çalışılan bir öksürük, bir fısıltı, derenin uykulu hışırtısına karışsa da, herkesi dehşete düşüren bir gürültü gibi algılanıyordu. Gittikçe, vadinin tabanını örten küçük ova darlaşıyor, yürüyüş zorlaşıyor, doğa sertleşiyor, vahşileşiyordu. Derenin iki yanından bıçakla kesilmiş gibi dümdüz kayalıklar, gecenin ala karanlığında daha da görkemli görünen uzun çamlarla kaplı ormanlar yükseliyordu. Kumlu dere yatağının iyice daraldığı yerlerde, suya girmek zorunda kalıyorlardı.. Bu ılık bahar gecesinde bile kar sularıyla beslenen dere buz gibiydi. Yusuf daha şimdiden donmuş, dişleri birbirine vuruyor, vıcık vıcık ayaklarını zorlukla taşıyordu. Önünde yalın kılıç koşturan Osman’la Kara Mehmet olmasa, şimdiden bu işi beceremeyeceği yargısına varacaktı. Hacer haklı mıydı, yoksa? Yola çıkmadan bir gün önce, bir şey anlatmadan cebinden yüz lirayı çıkarıp vermişti. Şaşkın şaşkın daha önce hiç görmediği kâğıt paraya bakan karısına, "- Yarın işe gidiyorum. Ben gelene değin idare edin," demişti salt. Kadın giderek artan bir merakla sormuştu. Yusuf söylerse, endişenin artacağından emin, hiç ağzını açmamaya kararlı durmuştu ya, son anda birden gevşemiş, gözleri dolu dolu Gökçe’ye sarılmıştı. "- Oku," demişti. "Bizim gibi sürünme." Saklayamadığı hüzün sesine yansımıştı. O zaman, Hacer, kapının ağzına geçmiş, gözbebekleri eskilerde olduğu gibi deli deli parlayarak dikilmişti. "- Dur," demişti. " Sen köye gitmiyorsun. Bu parayı nereden bulduğunu, nereye gittiğini demeden, işin ne olduğunu demeden gidemezsin." Direncinin sonundaydı o da. Bir endişe vardı içinde. "- Kaçağa," demişti. Artık cesur değildi. Onca gündür kaçağa, salt ekonomik açmazlarına son çözüm yolu olarak değil, biraz da değişen zamana bir başkaldırı, yerini bulacak bir isyan olarak bakıyordu. Son bir kez, Yusuf'un kim olduğunu tüm dünyaya gösterecekti. "- Delirdin mi?" demişti kadın, inanmaz inanmaz. "Kaçak mı kaldı? Senin yaşında biri..." Kocasının yalan söyleyemeyen gözlerini aramıştı. Doğruyu, orada görünce derin çizgiler içinde kaybolmuş, yaprak yeşili gözleri, silme yaştan cam gibi parlak ve beyaz olmuştu. "- Senin yaşında biri... Jandarmayı kolcuyu bırak, geberir kalırsın Zıganalarda." Buna dayanamıyordu işte. Yaşından söz edilip artık bir ot gibi, yaşlı bir köpek gibi sürünmek zorunda olduğunun anımsatılmasına dayanamıyordu. Tükenen cesareti ve direnci bu tahrikle ayaklanmıştı. "- Ben o dağları parmak kadar bir çocukken omzumda iki tüfekle aştım. Var mı başka bir yolu, var mı bildiğiniz?" "- Gitme, bu yılın sonu nasılsa gelir. Yazın daha çok çalışırız. Hiç aç mezarı gördün mü?" Yaz belki gelirdi. Ya ondan sonrası ya gelecek yıl? Ya geberip giderse Yusuf? Dünyaya kazık mı, kakacaktı yoksa? Neyleyeceklerdi, o zaman? Evi, tarlayı mı satacaklardı? Satıp, bu dünyada Yusuf diye biri hiç yaşamamış mı, yapacaklardı onu, köy yerinde. Hiç yaşamamış olmak... Aklına yeni gelen bu düşünceyle ürpermişti. "- Çekilin önümden. Bir erkeğin alması gereken, kaçamayacağı kararlar vardır. İnsanlık bu, ola ki bana bir şey olur, tarlayı satın, ama evi barkı satarsanız hakkımı helal etmem. Adımı yeryüzünden silerseniz, öte dünyada yirmi tırnağım yakanızdadır bilin. Hadi şimdi, Allah'a emanet olun," demiş, çıkmıştı. Hacer haklıydı, işte. Daha şimdiden yorulmuş, üşümüştü. Sağ tarafında, göğüs kafesinin tam altında, bir şişlik, bir ağrı başlamıştı. Önceleri de, üşüdüğünde olurdu, ama bu kez daha şiddetliydi. Gene de, halinden şikâyet etmemeye kararlıydı. Diğerleri nasıl katlanıyorsa, o da katlanacak, bunu başaracaktı. Dağların doruklarının belli belirsiz beyazladığı, gökyüzünün mor bir renkle alacalandığı sabaha yakın durdular. Vadi oldukça genişlemişti. Irmak, orta yerde ince bir şerit olmuş akıyordu. Biraz ilerde Zigana dağları, sisin içinde simsiyah bir duvar gibi göklere yükseliyordu. Arkadan gelenler yetişti. Bir araya toplandılar. Mehmet ortalarına geçip alçak bir sesle anlatmaya başladı. - Önümüz karakol. Atların ayaklarını bağlayalım. Uykudadırlar, ama biz önlemi alalım da. Öksürük, konuşma, çıt yok. Ola ki görüldük, sen Süleyman, Hüseyin vereceksiniz kurşunu başlarının üstünden. Onlar ateş etmeden etmeyin. Sonra... Kimseyi vurmayın ama, sadece dışarı çıkmasınlar. Diğerlerinin yapacağı belli. Yükü atın, herkes canını kurtarsın, dörtnala dağlara. Tütünle silahla yakalanmadıktan sonra kimse bir şey sormaz. Atındaki tütünü atmanın ölümden beter olduğunu düşündü gençlerden biri. Borç harç toplamıştı onu. - İyi de, varsa böyle bir tehlike, niçin buradan çıkmıyoruz dağlara? diye sordu. Mehmet bir hayalet gibi yükselen yamaçları işaret etti. - Bu bayırı yüksüz de çıkacak at göstersene bana. Korkmayın o kadar, görmezler bizi, kaç kez geçtim. Görseler de, peşimizden gelmezler. İhbar varsa, pusu kurar bekler zaten. Onun da kurtuluşu yoktur. Herkes ihanetin ürperten ağırlığını hissederek, elinde olmadan birbirine baktı. Atların ayakları çaputlarla bağlandı. Kişnemesinler diye başlarına arpa dolu torbalar takıldı. Ayrı ayrı değil, dev bir yılan gibi hep birlikte, ama olabildiğince sessiz, araziye göre dalgalanarak, kıvrılarak yürüdüler. Herkesin elleri tetikte, öncünün işaretlerine göre hızlanıyor, yavaşlıyor, gerektiğinde yere çöküp bekliyorlardı. Dar boğazda karakolu görünce iyice yavaşladılar. Pencerelerden birinden ince, sarı bir ışık süzülüyor, derenin üstünde yer yer parçalanan düz bir çizgi çiziyor, zayıflayarak karşı yamaçlara değin uzuyordu. Birinin bir şeyler mırıldandığını, dua ettiğini duydu Yusuf. Onun korku ve tedirginliğine nedense memnun oldu. Çünkü yorulmuş olabilirdi, ama şu anda korkmuyordu. Dahası yıllar önce, Bağbozumu’nu yeniden yaşıyormuş gibi kendini hissediyor, damarlarının kanla dolup taştığını, vücudunun gençleştiğini, dirileştiğini hissediyordu. Bu yaşamı sevdiğini düşündü. İşe yaradığı, tehlikeye girdiği, biraz risk aldığı, sınandığı yaşamı seviyordu Karakolun önündeydiler. Işık önünden geçen her atın üstünde bir kılıçtan daha tehlikeli parlıyor, suya düşüyor, sonra diğer ata geçiyordu. Şöyle iyice dikkatli baktıklarında pencereden içerisini, tavanda asılı lambayı görüyorlardı. Jandarmalar yerde yatıyor olmalıydılar, ama duvardaki kaputlar, tüfekler ayna gibi görünüyordu. Bu yakınlık insanı zorluyor, delice sanrılara sürüklüyordu. Yusuf hareket eden, kendilerine nişan alan insan başları bile gördüğüne yemin edebilirdi. Az sonra bir tüfek patlayacak, birisi bir çığlık atacaktı. Yüzyıllar kadar uzun gelen bir zamandan sonra karakol geride kaldı. Dereden ayrılıp ıslak çiy yüklü bir çimenliğe çıktılar. - Durmayın, diyen bir fısıltı dolaştı havada. Çayırı geçip seyrek bir gürgenliğe girdiler. Ağaçların iri gövdelerinin zor seçildiği alaca karanlıkta, dallara, budaklara çarpa çarpa bir süre yürüyüp araba yoluna ulaştılar. Hepsi rahat bir soluk aldı. Atların ayaklarını çözüp başlarından torbalarını çıkardılar. Bir ikisi, tabakasına davranıp sigara sardı. Osman, alnındaki boncuk boncuk terleri silerek, Yusuf’a yaklaştı: - Yahu, bu adam ne yaptığını bilmiyor? - Neden? - Nedeni var mı, karakolun neredeyse içinden gündüz geçiriyor adam bizi. Koca karanlıklar çuvala mı girdi? - Akıllılık etti, dedi, Yusuf. Geçmişi anımsıyordu Yususf. Tehlikeli yerlerden hep böyle gün ışımasına yakın geçerlerdi. Allah rahmet etsin, Karyanalı bir parhana başları vardı. Havadaki yelden bile pusuyu sezerdi, öyle adamdı. Derdi ki: " Gece karanlık, tamam, dedin ki, görünmem, kalktın geçmeye. İnsanda sadece göz yok ki, kulak da var değil mi? Jandarma bu, gencecik çocuk. Hepsi uyudu da, birinin aklına sevdalısı düştü, uyur mu? Görmese bile duymaz mı? Ama sabaha karşı yılan bile uyur, su bile uyur." Öyle ya, o saatte adam öyle bir uykuya dalar ki, al götür, elbisesini soy sırtından duymaz. Mehmet, birkaç dakika dinlenilebileceğini söyleyince, yoldan uzağa ağaçların altına sürdüler. Her biri bir tarafa oturdu. Osman'la Yusuf bir taşa sırtını verip uzandılar. Gençten biri yaklaştı. -Yahu benim dizlerimin bağı kesildi, bu Kara Mehmet yorulmadı. Kaç yaşında bu adam? Güldü Yusuf. Sağ tarafını iyice zorlayan ağrıya rağmen güldü. - Benden büyük. Bu işi de çoktan yapar. Hatırlarım en başta iki atı kömür yükler, ovaya götürürdü. - Kömür mü? Ne kömürü? - Odun kömürü, duymadın mı hiç? Ben de gittim, bir iki kez, ama para bırakmıyor, dedi Osman. O günleri seviyordu, Yusuf. O günlerden söz etmeyi seviyordu. - Daha önce gitmemişsen bilmezsin. Oralarda, ovada bir tek ağaç yoktur. Yazın cehennem gibi sıcak olur, altına sığınılacak para kadar gölge yapacak ağaç bulamazsın. Kışın da odun yok tabi, kemre yakarlar. Tabi öyle yaş değil, kuruturlar ineğin pisliğini. Tekerlek gibi yapıp duvarlara yapıştırırlar, öyle kuruturlar. Bizde odun çok, dağ taş ağaç. Ne var ki, hele o devirde, buğday, mısır yok. Trabzon nerede zengin böyle, millet açlıktan kırılıyor, sirhan yiyoruz. Orda da buğday çok. Akleden oldu. Odun yükleyip gidenler, buğdayla, pastırmayla, gendimeyle atları yükleyip döndüler. Bir akın başladı buradan yukarı. Hükümet baktı ki, dağlarda ağaç kalmayacak, odun işini yasakladı. Biz de bir kurnazlık bulduk. Kömüre başladık. Odunları yığıyor, veriyorduk ateşi, tam harlı anında toprakla, suyla söndürüp kömür yapıyorduk, vuruyorduk ovaya. Hükümet de bir şey demiyordu, kömüre. Zor işti, ama o günlerde ekmek ayda olsa merdiven koyup çıkardık, nerde bu zenginlik? Osman öfkelendi birden. - İki de bir nerde bu zenginlik, deyip durma. Keyfimizden mi sürtüyoruz buralarda? Nerde zengin? Yusuf aldırmadı. Geçmişi ayna gibi hatırlıyordu. O günleri, gençliğini, kuralları kendisinin koyduğu zamanları özlese de, tekrar yaşamak istemezdi. Ne var ki, o günleri yaşamayan hiç kimse ya da unutan, bugünün değerini bilemezdi. - Varlığı olan da var şimdi, olmayan da. Yoksul da, varsıl da. Osman küçümseyerek yere tükürdü. - Mesele de orda. Herkes yoksul olsa bu kadar koymaz adama. Ben, Kurtuluş Savaşında dövüşürken burada Rus'la, Ermeni’yle işbirliği yapan, dönüp geldiğimde ağa olmuştu, devlet katında itibarı vardı. O gün bugündür, hayvan gibi çalışıyorum. Onlar ve onların çocukları gene ağa, gene zengin. Bense hala asker… Kardeşim gitti, Kore'de öldü... Darlatma adamı, Yusuf. - Darlanacak bir şey yok. Bu dediklerin doğru. Doğru da unuttun mu, o devirlerde değil parası, azıcık mısırı, unu olan da canını kurtaramadı. Karılarımızı zor kurtardık, Osman. Düşmanın yarım bıraktığını biz tamamladık. Birbirimizi yiyip bitirdik. Sonra da ovalara, İstanbul yollarına düştük. Osman dayanamadı, gene araya girdi. - Zonguldakları unutma. Sonra sadece, kömürü sormuş olan ama bu iki ihtiyarın ağız dalaşıyla, neredeyse tüm geçmişi, dinlemek zorunda kalan gence döndü. - Duyduk, Zonguldak'ta maden açıldı, işçi alıyor, koştuk. Dağlara ovalara sığmazken, canlı canlı toprağın altına, mezarlara girip çalıştık. Ben de gittim, Yusuf da gitti. Çoluğu çocuğu bırakıp gittik. Derin derin içini çekti Yusuf. Bu kadar çok şeyi bir yaşama nasıl sığdırabildiklerine şaşırdı. - Öyle. Zonguldak’ı Zonguldak biz yaptık, Zonguldaklı değil ya. - Mezarlıklarını da... Çoğumuz orda öldük kaldık, diye tamamladı Osman. Zaten şu dünyada bir göz at, nerede pis iş, inşaatçılık, kömürcülük, kaçakçılık, eşkıyalık Doğu Karadeniz uşağı ordadır. Çıkar yolumuz yok da ondan. Toprak dersen toprak yok, iş dersen iş. Yukarılardan bir Allahın kulu başını çevirip de buralara bakmamıştır da onun için. Sıkılan genç de başını salladı. - Ben askerde İzmir'deydim. Bir görsen, cennet yapmışlar oraları. Bizim buralar, şu dağlar, şu ağaçlar zaten cennet... Bir de iş olsa, bir iki fabrika. Ankara'ya uzağız da ondan her hal. Belki şu adam, Karaoğlan dedikleri… - Hiç sanmam, hepsi başlarken lafın erkeğini konuşuyor, göreceğiz. Osman'ın itirazına doğru yanıtı bulmuş gibi sevindi. Ona döndü. - Bundan al, şimdi kim gurbetlere gidiyor, yeni gelin karısını bırakıp? Osman, boş ver, der gibi elini salladı. - Zonguldak'a değil de kaçağa gidiyoruz, yürümesini unutmuşken. Zaten Almanyalara da hovardalığa gidiyoruz salt. Sırf eğlenceden, canımız gezmek istediğinden. Git Yusuf, git, Allah’ını seversen. Ecevit'miş. O da aynını yapacak. Bak komünist de diyorlar zaten. Ağzımıza iki parmak bal çalıp oyumuzu alacak, sonra da unutacak. Daha daha belki de kaçak da kalmayacak. Biz nelerini gördük. İnönü, Menderes, Demirel, şimdi de o. Bir hükümet adamı seçim dışında buralara bakmadı, bakmaz da. Nedeni mi? Uzağız oralara. Onların hiçbiri gezmeye buraya gelmez. Emekli olsalar, ötelere giderler de ondan. Bizim zenginimiz bile kaçıyor buradan. Nerde Trabzon'daki hanımlar, beyler, o köşkler? Herkes İstanbul'da. İstanbul'a bir bak yarısı buralı. Zengin bizim sırtımızdan parayı burda kazanıyor, götürüp İstanbul'a dikiyor apartmanı, fabrikayı. Nefes nefese, sadece öfke konuşuyordu, ağzından tükürükler saçılıyordu. Söyledikleriyle onları şaşırttığını fark etti, gene de. - Köylüysek aptalız sanmayın. Kendime hep sormuşumdur gece gündüz. Yahu asıl savaşı oralar gördü. Rus buradan geldi geçti. Oralarsa, tam bir yangın yeri oldu, nasıl düzeldi? Biz niye atamadık bu kamburu? Daha sürdürecekti belki, ama Mehmet bir taşın üstüne çıkmış bağırıyordu. - Hadin gidiyoruz. Toparlandılar. Yusuf, ayağa kalktığında karnında bir şişkinlik, bacaklarında bir ağrı duydu. Hamlığına yordu. Yoldan dar bir patikayla yükselen ağaçlı bir yamaca vurdular. Atlar kimi yerde tırmanmakta zorluk çekiyordu. Bir kişi bağından çekerken, diğerleri yüküne destek veriyordu. Ağaçların bıçakla kesilmiş gibi tükendiği yerde, yolun dikliği azaldı. Yukarılara, mavimsi bir sisin içinde yükselen karlı tepelere doğru çıplak bir çimen uzanıyordu. Uluyan bir rüzgâr kardan kopardığı soğuğu yüzlerine doladı. Doğuda bir deniz gibi dalga dalga uzanan ormanların üstünde güneş, mavi bir buluta sarılmış, solgun ve ıslak parlıyordu. Tepeye doğru zikzaklar çizerek yürüdüler. Biraz daha az rüzgâr alan düzlükte mola verdiler. Köpük içinde kalmış atların yüklerini indirdiler, kasları titreyen vücutlarına çul örttüler. Kara Mehmet, yiyeceklerini koyduğu torbayı sırtlayıp seslendi. - Herkes, nesi varsa alsın, gelsin. Ortaya bir sofra kuruldu. Herkesin getirdiği konuldu. Yorgun adamlar, suskun yediler yemeklerini. Sonra uzanıp sardılar sigaralarını. Yusuf uzak uzak oturan Osman’a bir göz attı. Kırgın gibi duruyordu adam. Neye bunca öfkelenmişti, anlamıyordu? Bir kömür konusu nerelere uzamıştı. Osman ise, Yusuf'a niye bunca kızdığını düşünüyordu. Neden söylediklerinde ters bir şey varmış gibi gelmişti? Bugün, geçmişe göre iyi durumda olduğumuzu söylemesi mi? Ne kadar arasa dişe dokunur bir kötülük bulamıyordu sözlerde. Bulsa yüklenecek, öfkesini akıtacak, rahatlayacaktı. Ama şimdi tıpkı Zonguldak'tan döndüğü gibiydi içi. Akamayan, akacak yer bulamayan irin, zehir doluydu. Kusmak istiyor, kusamıyordu. Gencecik bir gelin bırakmıştı karısını giderken. Öpüp okşamaya kıyamadığı bir söğüt dalı gibi ince ve güzel. Bir yıl sonra dönüp gelmişti. Dağ doruklarını, çamların uçlarını, havada uçan karatavuğu bile alev kırmızısı yapan dupduru bir sabah, yüreği bir kadına, ölümüne yaşanmış bir macerayı anlatacak bir dosta, yüreği on iki aydır beyninin her kırıntısıyla düşüne düşüne düşsel boyutlara ulaştırdığı evliliğe özlem dolu ve ciğerlerine kadar her bir yanı kömür yüklü, ama cebi paralı evinin kapısını çalmıştı. Karısının bir karış açılmış ses çıkmayan ağzını ve patlak bir soğanın cücüğü gibi dışarı uğramış gözlerini görmüş, görmüş de tuhaftır sedire bağdaş kurup tabakasından ikinci sigarasını yakana değin ayıkamamıştı. Ateşe süt koymak için eğilen karısının anormal derecede şiş karnını o zaman fark etmişti. Aklına gelenin dehşetiyle vahşi bir hayvan gibi karısının üstüne atılmış, giysilerini parçalamış ve o zaman inanamadığı gerçekle yüz yüze kalmıştı. Ne yapacağını bilemeden olduğu yerde çöküp karşısında çırılçıplak korkunç derecede zavallı ve çirkin gözüken kadına öyle bir süre bakmıştı. Kalkıp silahını sarenderin altında gömülü olduğu yerden almış, abdest alıp iki rekât namaz kılmış ve bu sürede hiç kımıldamadan, çıplak, taş gibi bekleyen kadını evin dışına sürükleyerek vurmuştu. Ulu çamın altında, peygamber çiçeklerinin dört bir yana ağdığı yerde... Gene kimselere gözükmeden, ana babasına bile el öpmeye varmadan, güneş daha vadilere inmeden dönüp gitmişti. Bir daha da üç yıl sonra gelmişti. - Şuradan geçeceğiz, diye bağırdı, Kara Mehmet. Yukarıyı, sisler içinde kaybolan çatallı tepeyi, her iki yanı karla kaplı dar geçidi gösterdi. - Oradan geçeceğiz. En yakın, en kolay yeri ora. Kar umduğumdan fazla, ama aşarız. Aşamazsak yazın bir çoban bulur bizi. Kemiklerimizi tabi. Sesiniz soluğunuz çıkmasın geçitte. Torbaları da takın atlara, kişnemesinler. Jandarma değil bu kez, çığ var. Jandarma sonuç olarak insan, teslim dersen kurşun sıkmaz, ama çığa bayrak çeksen işlemez. Haydin, gece inmeden aşalım. Sonrası kolay. - Dönüş, dedi biri. Gene Oradan mı? - Hayır, tütünü tükettik mi, yol boyu türkü söyleye söyleye gezmeye çıkmış gibi döneceğiz. Haydin! İlk kez katılanların gözleri iyice korkmuştu. Çığa dair ürkünç söylenceler duymuşlardı. Çatala endişeyle bakıp yürüyorlardı. Doğu, batı, bütün rahat gidilecek yollar karakollarla kesilmişti. Bir bura kalmıştı. Onun da karakolu Allah'tandı. Çığ altında kalıp dönmeyen kaçakçılarla ilgili bütün duydukları burgu gibi beyinlerini oyuyordu. Kara Mehmet, çoğalan tedirginliği hissetti. Bu, birazdan korkuya dönerse, insanın sinirlerinin çelik gibi olması gereken geçitte, ölümcül felaketlere sebep olabilirdi. - Hey, diye bağırdı. Yüreğinizin yağı mı kesildi? Bir türkü söyleyin be. Suskunluk dalgalandı. Osman boğazını temizleyip asıldı türküye. "Esti Zigana dağı Eritti yürek yağı Yol vermeyi geçeyim Neyleyim böyle dağı..." Yusuf'la göz göze geldiler. Aralarındaki bütün buzlar dağıldı o anda. Işıklı bir gülme tutturdu, Osman. - Bir kemençe olsaydı... Kara Mehmet atının başına geçirdi torbayı. Ötekiler de onu izledi. - Eskiden öyle gelirdik, kemençesiyle, zurnasıyla. Arkadaşların yürekli olunca sana da yürek gelirdi. Şimdi... - Eskiden!.. dedi Yusuf kahırla. - Eskiden, dedi Osman. Kara ulaştılar Eteklerde erimeye başlayan karın içinde yürümek oldukça zordu. Yan yan yürüyerek, kıvrıla kıvrıla aştılar dik yamacı. Kara Mehmet, - Canlanın be. Geceye kalırsak, kurtlara yem oluruz buralarda. Yusuf bir an, aklına geridekileri getirince iyice hüzün veren ölümü düşündü. Zerre kadar korkmadı. Yaşam o denli sevimli gelmiyordu. Dahası şimdi, buraya tırmandığında, bu son kendini ispatın da pek bir anlamı olmadığını düşünüyordu. Ödülü olmayan ya da işine yaramayacak bir ödülün verildiği bir yarış. Yalnız Hacer'le Gökçe'yi düşününce anlam kazanıyordu yaptığı. Bu kez, ölüm de anlam kazandı, korkuttu. Bir adım önde giden Osman'a seslendi. - Osman. - Ha! dedi Osman, atı zor durdurup. Bir an düşündü. ne diyecekti Osman'a? "Bir şey olursa..." -Yok, yok bir şey. Sonra derim. Geçite yaklaşmışlardı. Aşağılarda bahar büyürken, burada kışın tam ortasındaydılar. Kar giderek sertleşiyor, derinleşiyordu. Dağın öte yanından kalkan rüzgâr dar geçide yükleniyor, dışarı çıktığında vurduğu yeri dondurur bir kamçı oluyordu. Yusuf, ömründe böyle soğuk görmediğini düşünüyordu. İyice sarılmış, artık duyarsızlaşan atın bağını tutan elini ağzına sokarak ısıtmaya çalışıyordu. Bütün duyularını yitirmiş gibiydi. Burnunun, kulaklarının yok olduğunu sanıyor, yüzünün yerinde olup olmadığını anlamak için elleriyle arıyordu. Geçite girince dört yana ağmış duvar gibi bir sisle karşılaştılar. Buz tanecikleriyle yüklü rüzgâr iyice şiddetlendiği halde sisi dağıtamıyordu. Bir adım önlerini görmeden, ne olacağını kestiremeden yüreklerindeki paniği engellemeye çalışarak yürüyorlardı. Yukarılarda, sisin üstünde geçidin iki yanında, yarım bir şemsiye gibi doruklara yığılmış kar, küçük bir gürültüde aşağıya akmayı bekliyordu. Atlılar birkaç dakika içinde sonsuza değin karın ve buzun altında kalabileceklerinin bilincinde ter döküyorlardı. Tümü yüz metrelik yol, onlara kilometrelerce gelmişti. Sonunda rüzgârın bir esintiye döndüğü öte yüze çıkınca sevinç çığlıkları attılar. Tırmandıkları gibi döne döne, aşağıda yılan gibi eğriler çizen dereye doğru indiler. Atları devirmeden inmek güçtü. Bu nedenle saatler sürdü inişleri. Ağaçtan yoksun bayırlardaki oynak toprak ve taşlar yürümelerini engelliyordu. Sonunda parlak bir akşam güneşinin gölgeleri uzattığı bir saatte, dere boyu uzanan söğütlüğe indiler. Akan su da ellerini yüzlerini yıkıyorlardı ki, Yusuf: - Karnım, diye inledi, çöküp kaldığı yerde. Önce Osman, sonra diğerleri koştu geldi. Karnını açıp baktılar. Davul gibi şişmişti. -Üşüttün, dedi biri. Helâya git geçer. Güldüler. Yusuf da zorlukla güldü. - Çoktandır şiş, dedi. Aylar var ki yokluyordu. İyice üşüttüm galiba. El yordamıyla yürüyüp bir çalılığa siperlendi. Ikındı ıkındı. Bir tuhaf ağrıyordu. Üşütmüş, sanki karnı gaz dolmuş gibi. Biri bıçak saplıyordu, göbeğinin üstüne, sırtına. Kara Mehmet ilerden bağırdı. -Yürüyebilecek misin, halam oğlu? İlerde bir arkadaşım var orda geceleriz. Ikınmak hiçbir işe yaramayacaktı. Toparlandı. Denemekten başka şansı yoktu ki, yürüdü. Ovada yürümek dağdaki kadar zor değildi. Yalnız hep biri birine benzeyen düzlükler, yolunmuş tepeler gözleri yoruyordu. Her bir yan, kahverengi, yer yer uçuk bir yeşille yama gibi kaplı çıplak bir toprakla örtülüydü. Çoğu kez bir tek ağaca denk gelmeden dünyanın yolunu gittiler. Uzaktan fark edilemeyen toprağa karışmış evler olmasa, burda insan yaşadığı akla gelmezdi. Böyle bir evin yakınına geldiklerinde Mehmet uyarıyor, dikkatli olmalarını söylüyordu. -Tüfekleri göstere göstere yürüyün, silahlı olduğumuzu anlasınlar. Tütüne çok zıttır bunlar. Yatsıya doğru bir köye girdiler. Evler, karanlığın altında bir mezar kadar sessiz ve yaşamdan yoksun görünüyordu. Köpekler uludu ötede beride, üstlerine geldi birkaçı. Atlar kişnedi. O zaman eski devirlerden kalma taş bir mezar gibi evler kıpırdadı, canlandı. Solgun ışıklar yerin altından yeryüzüne sızdı. Canlanan ölülere benzer insanlar kapı önlerine çıkıp tepkisiz öylece baktılar. Kara Mehmet ilerleyip bir kapının önünde dikilen uzun boylu adamla kucaklaştı. Evin büyük kapıları açıldı. Atlarıyla beraber genişçe bir avluya girdiler. Yükleri indirdiler. Diğerlerine göre biraz daha eve benzer, gene topraktan yapılma bir binanın yandaki odasına alındılar. Tahta, üstleri kalın kırçıl kilimlerle kaplı sedirleri işaret etti Mehmet: - Burda uyuyacağız, dedi. Benim biraz işim var. Çıktı gitti. - Silah satacak, dedi birisi. - Silah da mı getirdi? - Var tabi, dedi Osman. O salt bir tütün için gelir mi, buralara? Ne anasının gözüdür. Yapma tabancaları, üzümlü ondörtlü tabanca diye satar şimdi? Yusuf'un gözlerinin önü sarı sarı beneklerle doluyordu. Vücudunun tüm gücü ayaklarından bir su gibi toprağa akıyor, bir yerlere tutunmak istiyordu. - Ben ölüyorum Osman. Bana helâyı bul. Boncuk boncuk terdi yüzü. İki büklüm karnını tutmuş inliyordu. Direncinin sonuna gelmiş gibiydi. - Gel. Koluna girdiler. Utanıyordu Yusuf. Bağ bozumunda vurulduğunda, vücudunun bütün kanı ayaklarından çarıklarına dolup akarken bile kimsenin yardımı olmadan dünyanın yolunu yürümüştü. - Burada helâ melâ arama. Bir kenara çömeleceksin işte. Karanlık bir köşe buldu. Olanağı yok rahatlayamıyordu. Koyun gibi bir iki... Öylece çömelik duramıyordu da. Yorgunluktan bitkin bedeni titriyordu. Bir ara düşer gibi oldu. Gözleri doldu. Ağlamamak için sıktı dişlerini. Arkadaşları biraz ilerdeydi, sırtlarını dönmüş sıgara içiyorlardı. - Annem, dedi fısıltıyla. Gül annem, Gülizar annem. Annesini anımsayınca gözyaşlarına egemen olamadı, sicim gibi fışkırdı gözlerinden. İnsan bu yaşta bile bir çocuk gibi annesini özleyebiliyordu. -Tamam mısın? diye sordu Osman. Böyle oturup durmanın anlamı yoktu. Bir yere uzansa, terlese belki sabaha... İçeri dönüp bir kenara büzüldü. Kalın bir kilim örttüler üstüne. Acımasız sancılarına karşın, vücudu daha fazla direnemedi, uyudu. Bir bulut gibi odayı kaplayan sigara dumanını altında kâbuslarla boğuşarak uyudu. Bir karın ağrısıyla uyandığında gün doğmuştu. Fırladı, anımsayamadığı kapıları açıp dışarı çıktı. Bir taşın ardına dar attı kendini. Birisi görür diye düşünecek hali yoktu. Bu kez ishal olmuştu. Yeşil, kanlı. Yine de bu rahatlattı onu. Ne var ki toparlanmasına zaman kalmadan bir mide bulantısı yakaladı. Kustu. Kusmaya çalıştı daha doğrusu. Mide öz suyu aktı gitti. Her bir yanı berbat oturdu kaldı. Neden sonra güçlükle toparlanıp içeri döndü. Odada kimse yoktu. İşe yaramaz bir ihtiyar olduğuna karar verip bırakıp gittiklerini düşündü. Pencereye fırladı. Yok gitmemişlerdi. Köylüler toplanmış tütünleri elliyorlardı. Kir pas içinde, yoğun güneşin ve acımasız ayazların altında kavrulup kalmış, gözleri bomboş bakan insanları, birer yayla kelifi kadar bile gösterişi olmayan mağaramsı evlerin perişanlığını görünce, kaçağa geldiği günlerden bu yana buralarda bir şeyin değişmediğini düşündü. Tütüne çok düşkünlerdi. Aşağılarda kimsenin beş para vermediği filiz tütününü, alt yaprağın dört beş katına alıyorlardı. Kara Mehmet uyarmıştı. Hışırı, filizi buralarda tüketecekler, iyisini Erzurum'a saklayacaklardı. Köylülerin parası da yoktu. Kimisi yanında getirdiği koyunu, kuzuyu tütün karşılığında vermek istiyordu. Kaçakçılar yük olacak hiçbir şey almıyorlardı. Umduğunu alamayanlar duvarlara yaslanıp, yere çömelip o boş ve korkunç gözleriyle saklayamadıkları bir düşmanlıkla bakıyorlardı. Buraya tek başına gelen kimi kaçakçıların başlarına gelenleri dehşetle anımsadı Yusuf. Tuhaf olan önceleri kızdığı bu adamlara şimdi kızamıyordu da. Onlar için tütün önemliydi, elde etmek istiyorlardı, bu uğurda da her yolu deneyeceklerdi. Kaçakçıların on üçünde, on beşinde kızları çok az bir para karşılığında ikinci, üçüncü eş olarak alıp geldiklerini de bilirdi, Yusuf. -Yoksulluk pis iş, çok pis iş, diye söylendi. Sancı gene bastırdı. Öncekilerden şiddetliydi. Omuzlarına vuruyor, nefes almakta zorluk çekiyordu. Sanki biri, dev yapılı biri gelmiş göğsüne oturmuş, gırtlağını sıkıyordu. Akıl almaz bir görüntü gözünün önüne yerleşiyordu. Gülizar anası ve o mor gözlü, kıvırcık sakallı keşiş, el ele tutuşmuş karşısında duruyorlardı. Merak ediyordu, o keşiş ne zaman tütün kıydırmaya gelse, erkek önüne çıkmayan Gül anası, neden en güzel giysileriyle ortalarda dolanır dururdu? Keşiş, gökler kadar geniş avucunu açarak uzatıyordu ona. "Üzüm ister misin? diyordu. Üzüm...üzüm..." Avuçlarından dökülen üzümleri tutamıyordu. Annesi, o dünya güzeli yüzünde bütün anaların acıması ağlıyordu. Çırpınarak, ağzından köpükler saçarak, pencerenin ardındaki arkadaşlarına varlığını duyurmak için camı tırmalayarak öldü. Keşiş, göz kapaklarının içine yerleşmiş, " Kimseyi öldürme, diyordu. Öldürdüğün baban olabilir." * ÖNCEKİ BÖLÜMÜ OKUMAK İÇİN "KÖR GECE" SONRAKİ BÖLÜMÜ OKUMAK İÇİN "ÇARMIHTAKİ GÜVERCİN" KİTAP HAKKINDA OKUMAK İÇİN BAĞBOZUMU

  • BAĞBOZUMU 5

    -pazar kitapları- Şenol Yazıcı, Roman, * Bölüm 5 "Çarmıhtaki Güvercin" / roman / ÇARMIHTAKİ GÜVERCİN Dün gibi gözümün önünde: Rumlardan kalma gösterişli taş binaya kurulu okul, tam kıyıda, eteklerine kasvetli dalgalarıyla hiç yorulmadan vuran Karadeniz’e kanat germiş terasın üstündeydi kaç yüz yıldır. Bahçesinde göklere yayılan, kuşların sürüyle inip kalktığı, ne işe yaradığını kimsenin bilmediği koca koca yemişler veren atkestaneleri, Atatürk büstüne sırtını vermiş küçük havuzunda çalımla dolaşan besili, aralarında hepsinden daha iri, renkleri yolunmuş gibi duran bir albinonun da olduğu kırmızı balıklar vardı. Aralık pencereden görüyordum, kocaman, okulun kadrolu fare avcısı kediler, yalanarak dört dönerdi, havuzun etrafında... O anı kaç kez yaşadım, kaç kez üstünden geçtim kim bilir, unutmam nasıl mümkün olur ki? "Ben bir sosyalist gibi düşünüyorum," demişti Nevzat. "Herkes evinin önünü süpürürse, bütün kent temiz olabilir." Balıkları unutup dönüp bakmıştım. Boyundan büyük, ezbere bir laf ettiğinin farkında hoş görülmek için gülümsüyordu, kompozisyon dersinde yazdığımız sözü söylerken. Her zamanki gibi, o güldürmeye, biz gülmeye hazırdık, yeter ki ... Ne var ki o hep gülen öğretmenin yüzü, anlamadığımız bir nedenle allak bullak olmuştu. Birkaç adımlık yolu hızla alıp önce elleriyle neresi gelirse vurmuştu çocuğa. Sonra da yere düşünce tekmelemişti. Bağırıyordu bir yandan. Ağzından köpükler saçılıyor, ne dediği anlaşılmıyordu. Sonunda yorulmuş olacak ki, sıraların altında bırakmıştı onu. Bana öyle gelir ki Nevzat hala orada yatıyor. Çok sonraları gazetedeki siyah beyaz resmini gördüğümde de öyle sanmıştım. O sıranın altında uzanmıştı, ağzından akan kan başının çevresinde siyah bir göl olmuştu. Korkuyla açılmış kırk çift gözün önünde bir kahraman gibi dikilen öğretmen, nefes nefese kalmış, yüzü pancar gibi kızarmıştı. Acıyan ellerini açıp kapıyor, sonra da nereye koyacağını bilmiyormuş gibi ceketinin yanlarında sokacak yer arıyordu. Sıralar arasında gelişi güzel yürümüş, arada göz ucuyla yerde toparlanmaya çalışan çocuğa bakmıştı. Neden sonra yüzü yumuşamış, gülümsemesini yeniden kazanmaya çalışmıştı. O an farklı bir şey olmuştu, sanki onu hissetmiştim. Kaygılanmış olmalı, eyleminin olası sonuçları aklına gelmiş sınıfın tanıklığını kendinden yana çevirmek istiyor,diye düşünmüştüm. Becerememişti. "Beni de öfkelendirdi, " dedi. "Sosyalistmiş… Komünistim de bari. Allah'tan bana rastladı. Bir başka öğretmene denk gelse, dayak yemekle kalmaz, okuldan da atılırdı. Suç bu. Adamı hapislerde çürütürler. Daha dün Rusya burdan... Öyle değil mi, çocuklar?" Fısıltı gazelerinden duyardık. Hiç görmemiştik ama güya hava açıkken karşı kıyıdaki Rusya gözükürdü. Kıyıda dikilip Rusya’nın steplerindeki kolhozlara özlemle bakan aydınları tutukladıkları anlatılırdı. O günlerde tartışılmazdı bile, dayak birincil eğitim yöntemiydi. Olumsuzluğu yeni yeni tartışılıyorsa da henüz, eti senin kemiği benim anlayışı her yerde; evde, okulda, sokakta, hatta amir memur arasında bile hakimdi. Ne olması bekleniyordu, deli sopayla adam edilirdi ancak, öteki türlü eğitsel yöntemler Avrupa’da bile yoktu… Yine de çıkar bir sivri zekâlı suç hastası tiplerin pedogojiyle eğitilmesinden dem vurabilirdi, al başına belayı… Sınıf yanıtsız önüne bakıyordu. Gördüklerinden korkmuşlar, yine de kimse onaylamamıştı. Bu onaylamayış öğretmeni tedirgin etmiş, daha sağlam bir dayanak aramış, bana dönmüştü. " Öyle değil mi? O asılan üç kişi de böyle konuşuyordu?" Bu hiç beklemediğimdi. Buraya değin hep anımsıyordum. Bir gözlemci gibi yukarıdan bakıyor, anlamaya çalışıyordum. Ama bundan sonrasını her seferinde yeniden, sanki o günde, o sınıftaymışım gibi yeniden yaşıyorum. Şimdi, yanıt bekleyen öğretmen bana bakıyordu. Ben onun tam dişine göreydim. Biraz önce dövdüğü arkadaşım gibi değildim. Eski giysilerime, bir türlü kentli olamayışıma, yoksulluğuma aldırmayan tek arkadaşım gibi değildim. Her zaman korkardım. Şimdi bu sınıfta benden çok korkan birisi olduğunu sanmıyorum. Her dem öğretmenlerin şakşakçısı bendim, güçlünün onaycısı... Yaşamında bir kez bile kimsenin gözlerinin içine bakıp da haykıramamış, haykıramayacak biriydim. Toplumun arasına lütfen kabul ettiği... "Öyle değil mi?" Bir saat önce sorsalar, dişimle tırnağımla savunma kesilir, tavrıma büyüklere saygı derdim, nasıl birden değişmişti düşüncem. Gözlerine gözlerine bakardım derste, bu yumuşak başlı gibi duran ama içinde kopan fırtınaları her an dışarı atmaya hazır, tutarsız tepkili öğretmen en çok çekindiğimdi. Tuzak gibiydi. Yine de başarıyordum. Bütün çalışkanlığım ve tek başına çalışkanlığın yetmeyeceğini kente geldiğim ilk zaman anlayarak, büyük bir hayranlık yükleyip bakan gözlerimle tehlikeli sularına girmeden götürüyordum. Başkalarının, varsıl çocuklarının eski giysilerini bakışlarıma ödül verdiler. Çaresizliği yaşamayan bilmez, başka ne yapabilirdim? " Bak derslerine böyle çalış, böyle de uslu ol, diyedir bunlar," dediler. Aynen böyle demediyseler de, duyurdular. Utandım, duydukça ürktüm, duydukça kentten, onun acımasızlığından korktum. Korktukça üstüme gelmediler mi? Bu öğretmen sınıfın orta yerinde, sevdiğim kız da varken yanı başımda, demedi mi ki: "-Ooo! Gökçe bakıyorum da üst baş gıcır." Yer yarılsaydı, dibine geçer miydim? O kentli çocukları, o güzel giysilerinin içinde sıcak, güzel ve mutlu çocuklar, bana ne gülmüşlerdi. Gülmüştüm ben de. Bir aptal köpek yavrusu gibi, gidecek kapısı olmayan bir yavru enik gibi sırnaşarak gülmüştüm. Hep güldüm ondan sonra. İçimde gitgide derinleşen ve cerahat bağlayan akmayan bir yara büyüterek güldüm. Başka ne yapabilirdim? Dilendiğinize, iyiliğini gördüğünüze , benim de onurum var, denilebilir mi? "- Aldırma," derdi, Nevzat. " Aldırma, yoksulluk senin suçun değil ve ayrıca yazgın hiç değil. Ama değiştirmeye mecbursun kaderini…" Aldırmamak mümkün müydü? Mümkündü. Bir yere kadar hiçbir şeye aldırmadan gelebilirdiniz. Yara derinde oldukça sorun yoktu. Yüze vurursa, o zaman… Nevzat şimdi kanayan burnunu tutarak sırasında dağılmış oturuyordu. İçim kanıyordu ona baktıkça. Ben şimdi nasıl onun ve onca arkadaşımın yanında öğretmeni doğrulardım. Beynim dörtnala kalkmış bir at gibi, ama nereye gideceğini bilmeyen bir at gibi koşuyordu. Deli gibi düşünüyor, durumdan kurtulmaya çalışıyordum. Okuduklarım, bildiklerim duyduklarım hızla aklımdan akıyor ama birbirlerine eklenmeden gidiyor, yanıt bulmama yetmiyor, ordan oraya atlayarak tutunacak dal arıyordu. Ne var ki ne yapsa çıkış göremeyen içim, başkaldırmayı göze alamasa da bir haksızlığa uğramış, kıstırılmış, altından kalkamayacağı, ama öldürmeyen bir ağırlığın altında tek nefesti. Kurtulmak istiyordum. Bana yabancı bir hisle boğuluyor, artan şiddetli bir kabarmayla doluyor, nefesime göğsüm yetmiyor, korktuğum ama bana kuvvet, kanat olan tanımadığım, ancak öfke diyeceğim bir hisle donanıyor, onunla güçlendiğimi hissediyordum. Okulda bana yapılmış bütün haksızlıkları, küçüğünden büyüğüne, iyi yanlarını , öteki tarafını, kendi hatalarımı hiç görmeden aklıma getiriyor, savunma kuruyor, içimi acılaştırmaya, zalimleştirmeye çırpınıyordum. Sen benim can arkadaşımı dövmek dışında da önemli işler yaptın öğretmenim, anımsar mısın? Değer ölçüsü, diye yazmıştım yazılıya. Edebiyat öğretmenimiz de öyle derdi, çok hoşuma giderdi, bu yeni duyduğum sözcükler. Kentliler hep öyle der, sanıyordum. Ben kentli olmak istiyordum. Hissediyordum ki, kırsaldan gelen için, kentte yaşamanın iki yolu vardı: Ya hisseder onlardan biri olurdunuz ya da reddedip suçluya döner hapishaneleri doldururdunuz. Ben sizlerin aranızdaki çekişmelerinizi nereden bilirdim? Ne bilirdim, sizin dünyanızın küçük hesaplarını? Köyünü anlatırdın bize. Köyden çıkıp kente gelmişsiniz, koca liseye öğretmen olmuşsunuz. Türkçe'yi bir türlü güzel konuşamadığınızı, köylünün, hangi konumda olursa olsun, kent Türkçe'sini arı ve doğru konuşamayacağını siz söylerdiniz. Arkadaşlarınız sizlerle alay edermiş, oturup ağlarmışsınız....A ma başarmışsınız. Hep sizin gibi olmak isterdim. Ne güzeldiniz, bunları anlattığınız zaman. Ne bileyim hala o köylülüğün hasediyle ya da size yapılanların hıncıyla kentliye, yeniye düşman kaldığınızı? Beri yandan, ben, köylü aksanımı kırıp Türkçe'yi düzgün nasıl konuşabilirim derken filhakika, binaenaleyh… diye nasıl becerip derdim? Ben Arap mıydım, öğretmenim? "- Ne demek bu?" demiştiniz. “ Ne demek değer ölçüsü? İki numaranı kırıyorum bu yüzden. Ha bir de başkaları var: Ayrıntı, seçenek, olanak, erek... İngilizce mi bunlar? ” Hiç düşünmemiştim. Öyle kesin ve kızgın konuşuyordunuz ki dehşetli bir suç işlemiş olmanın ezikliğiyle gülümsemiştim ancak. Köyde kimseden alternatifi duymadım, ama seçmek, seçenek vardı sanki, diyemedim. Gülümsedim salt. Hep gülümsedim. Başka şansım mı vardı? Bir şeyleri doğru algılasam, önce sizin bana ne yapmak istediğinizi algılamaz, görmez miydim çelişkiyi; Atatürk dilinizden hiç düşmüyordu, ama onun kurduğu Dil Kurumu’nun ürettiği sözcüklere karşıydınız, niçinini azıcık düşünmez miydim? Oysa sorularım henüz yoktu, zifir zindan bir karanlıkta içim karmakarışık bunalıyordum, sadece. Biri kesin yalandı, ama hangisi? Okuduklarım mı, siz mi? Birilerine inanmak zorundaydım, sizin yalan,uydurma olduğunuzu görmek okuduklarımın yalan olduğunu düşünmekten zordu. Benim ne annem vardı ne babam, tek örneğim sizdiniz, bu anlaşılmayacak bir şey mi? Şimdi kalkmış bana soruyorsunuz. Nasılsa sizi alkışlayacak tek kişinin ben olduğumu biliyorsunuz. Alçaklar ve korkaklar kolay tanınıyor demek ki. Köpeklerin kalabalıkların içinde korkağı tanıyıp saldırması gibi, siz de beni tanıdınız. Yolum yok, biliyorsunuz. Şimdi, ben yaşamımın en zor kararını veremem sanıyorsunuz değil mi? O kitaptaki köle gibi, Spartaküs gibi, kollarımı açarak uzanamam mı çarmıhıma? Yani ben... Yapamam. Aldırmayarak geldim bugüne. Düşlerimde, Hacer annemin anlattığı ya da okuduğum olağanüstü kahramanlardan olup yalın kılıç, sizin, kentlilerin arasına dalıp nara attım, her kim ki, kimsesiz ve yoksul köylü çocuklarıyla eğlenir, kellesi gider, diye. Ama sadece düşlerimde... Düşlerimde nelerim olmadı, neler olmadım ki? Süpermen oldum, uçan ve ölümsüz, haksızlıklarla sonuna değin savaşan. Giysilerim oldu çeşit çeşit, yiyeceklerim oldu, küflü mısır ekmeği ve çürümüş minzi değil, az değil; birilerine, aç sokak kedilerine, dilenen Çingene çocuklarına verecek kadar… bir ev dolusu, ama sadece düşlerimde… Ne olur gelmeyin üstüme. Bana sormayın, kime sorarsanız sorun başka. Onlara, o şık ve güzel kentli çocuklara, ne derlerse desinler, bir şey yapamazsınız, ama biliyorsunuz bana dişiniz rahat geçer. Gelmeyin üstüme, direnmeyi beceremem, kırılırım. Gelmeyin üstüme, öğretmenim. Onuru bilmem sanmayın. Ben daha zorunu yaşıyorum, kendimle sınanıyorum. Gelmeyin, incinirim. Bana yalan söyletmeyin, bana bir şey söyletmeyin. Ben can arkadaşıma tanık etmeyin. Ben şimdi en zor kararımı verirsem korkun öğretmenim. Bir kez alçaklığınıza hükmedip sözcüklere de dökersem korkun, bu ülkede benim gibi yüzlerce korkak ve sığınmış çocuk, sizin alçaklığınıza hükmederse korkun öğretmenim. Elbette bilirim, kitabına uydurup bizi suçlu ilan edip asarsınız bile ama… ama ölümüzden bile nasıl korkarsınız, bilirim. Hadi, o korkunuz size insan olmayı öğretsin, bırakın yakamı… Ne suçu vardı, Nevzat'ın sanki? Kompozisyondan aynı sözü ödev yazdık hepimiz: Herkes kapısının önünü süpürse tüm kent temizlenir. Ne var bunda kızacak? Suçsa nasıl yazdırdı o öğretmen? Nevzat ne bilir sosyalistliği, ben ne bilirim? Herkes diyor, biz de diyoruz işte. Saçını uzatan sosyalist oluyor, İspanyol paça giyen sosyalist… Biz saçımızı uzatmak istiyoruz, geniş paçalı pantolonlar giyinmek, filmlerdeki gibi kentli olmak istiyoruz. Kolyeler takmak, mini etek giymek, kabuğumuzu kırmak istiyoruz. Sandığınız kadar ahlaksız ve rezil değiliz ya da ancak sizden öğrendiğimiz kadar reziliz. Sadece derdimiz kentli olmak. Herkesten, sizden, sokaktan, kitaplardan, filmlerden öğreneceğiz. Öğrenmenin başı taklit değil mi? " Sana diyorum be." Kızıyor öğretmen, sabrı bitmiş, hissediyorum. Açmazda ve beni ne denli zor bir karara zorladığını bilmiyor. Bocalıyorum. Bütün sınıf bana bakıyor. Toparlanmaya çalışan Nevzat, yüzü gözü kan içinde bana bakıyor. Biliyorlar, haklısınız hocam, diyeceğimi. Artık aldırmamak olanaksız. Artık köşeye sıkışmış korkak bir çakalım ben. Ya teslimiyete devam ya da hiç kazanamayacağın bir kavgaya evet… Biliyorum, aklımdan geçenleri tümüyle sözcüklere dökebilsem, herkes etkilenecek, öğretmen de... Din dersi öğretmenini dedemin ölümünü hikaye ederken ağlatmıştım gene yaparım. Belki de utanacak... Ama ben de çok utanacağım. Ayrıca yapamayacağım bir gösteriyle komik olmak da var. Kestirmeden gidiyorum.Ne olacaksa olsun... "Doğruyu demek gerekirse... Haklı değilsiniz… Bence hocam. Arkadaşımın söylediği sözü kompozisyon dersinde yazılı sorusu olarak yanıtladık biz. Suç olduğunu nerden bilelim?" Sesim titriyor, ama tamamladım. Kendime inanamıyorum. Ama müthiş bir şey bu, artık korkmuyorum. Karanlığın yüzüne, karanlık olduğunu söylemek ne güzel bir duyguymuş. Sesim ne kadar boğuk, anlaşılmaz, kimliksiz, ama insan, ama onurlu, ama yürek dolu ve güzelmiş. Gözlerimden yaşlar akıyordu, ama ne önemi var? Erkek adam ağlamazmış, hadi canım, o insan değil mi? Hem ben bugüne değin bir tek kez erkek olmadım ki. Şeyi olmakla olmuyor işte... Öğretmenin yüzüne tokat atsam bu kadar sarsılmazdı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, huzurum bozuldu, biliyorum. Yine de bir kez onurlu olmanın, korkusuzluğun tadına vardım. Sanki ben ben değilim, üstümde kim bilir kimin eski giysileri yok. Zayıf omuzlarım, güçsüz gövdem devleşiyor. Acı çeksem de, onurlu olmak değer. "Seni it, seni köpek!.. " diyor bana şaşırmış, dehşet içinde. Bunlar doğru, yüreğim yanıyor ama doğru. Ben bir itim. Yok, öyleydim belki, ama artık değilim. Siz beni bana aştırdınız, artık tıpkı o kitaptaki Romalı köle gibi kendi çarmıhıma yürüyorum biliyorum. Bu ilk adım. Beni Dülger Balığı yaptın hocam. O hikayedeki dülger balığı gibi yaptın, artık ne yapsan aldığım bu tadı unutmam... Öğretmen ne yapacağını bilmeden, gözlerinden ateşler çıkarak bana bakıyor, şaşırmış, dehşete düşmüş, konuşamıyor. Eminim beni de dövmek ister, ama durumun farkında yine de… Masadan kitabını alıp çıkıp gidiyor sınıftan. Nevzat, bana gülümsüyor. Deniyor en azından, kan içindeki çarpık yüzüyle. "Pantolonum berbat oldu," diyor. Ağzında biriken kanlar sıçrıyor... Kız arkadaşıyla buluşacaktı. Sınıftaki kızlardan biri, bir kentli, dünyanın en güzel varlığını, on yedi yaşındaki bir kızın gül kokan mendilini uzatıyor bana. Yüzüm terle, gözyaşlarıyla sırılsıklam… " Al, sil yüzünü." Dün yüzüme bakmazlardı, eksik bilgilerini tamamlamak için soru sormuyorlarsa... Hoşuma gidiyor. İnsanlar kahramanları, çarmıhına yürüyenleri seviyor. Bunu kanımda duyuyorum. Mendile kıyamıyorum, usulca sıraya bırakıyorum. Bugün burada bir şey kırıldı. Sonsuza değin kırık kalacak bir şey... Nevzat, lavaboda yüzünü yıkadı, üstünü başını silkeledi. Biraz toparlanınca: "Sen gelme," dedi. "Müdüre gideceğim." Ben o kadarına yürek yettiremezdim. Başkaldırışım başka çıkış kapısı kalmayışından, köşeye kıstırılmamdandı, öğretmen beni bana bıraksa olacak iş değildi. Bana bıraksa, dayağımı yer, buna benzer onuru o durumdan çıkarır, orantısız güçlere yenilen mazlumların gururuyla yerime otururdum. Yok, Nevzat büyük adamdı. Müdür, umduğumun aksine onu dinlemişti. Nevzat da koca sınıfta bir beni tanık göstermişti. Heyecanlanmıştım. Duyulan güvenden, kahramanlıktan değil, başıma gelebileceklerden. Beni ayağa diken öfke ve korku bitince gerçeğe yeniden ayıkmıştım. Ben, her zaman o kadar yürekli olamam ki, Nevzat....Düşündüm, ama diyemedim. "Seni tanık gösterdim," dedi sokakta. "Çünkü sen yüreklisin, bugün kabuğunu kırdın, inkâr etmeyeceksin." Bir an durup yüzüme bakmıştı. Şişen moraran gözleriyle nereye baktığı pek belli değildi. Kuşkuyla sormuştu. "Eder misin?" Bunu bir bilebilsem... İnsanın doğal hali korkaklıktır, gelir bana. Korkan insan kendini korumaya çalışıyordur. Yürekli olmak, yenileceğini bile bile yürekli olmaya soyunmak akıllılık değil. Değil de niçin hep onu alkışlıyoruz? "Ederim," diyorum. "Sana tanıklık ederim." Çaresiz dedim. Başka ne diyebilirdim ki? Bankta oturmuş denize bakıyorduk. Karadeniz dalgalandıkça pis bir yosun kokusu, kedi ve fare ölülerinin kokularıyla birleşip burnumuza doluyordu. Gene de deniz, o haliyle bile bizi akıl almaz duygusallıklara sürükleyebiliyordu. "Kızla buluşmaya gidemedim," dedi Nevzat. "Bu durumda..." "Kavga ettim," dersin. "Dayak yediğim ortaya çıksın yani." Martılar dehşetli bir gürültüyle Boztepe'ye dev radarlarıyla yerleşik Amerikalıların uzak ülkelerinden getirdiği ve buraya dökülmeleri kısmet olan çöplerine saldırıyordu. Kola şişeleri, kâğıt tabaklar, bizim kadınlara pek benzemeyen çok güzel kadınların süslediği dergiler, kadın iç çamaşırları, ta Newyork'tan, Teksas'tan buralara değin gelmişti. Gün olur da, bir kıyamet sonrasında, uzaylılar dünyamızın geçmişini incelemeye kalktıklarında, çok şaşıracaklardı her hal. Bu az gelişmiş ülkede, bu kâğıt tabakları, jartiyerli kadın çamaşırlarını, kutu kolaları, olağanüstü güzel baskılı renkli dergileri görünce … "Neden yaptı bunu sana? Niye dövdü seni?" " Faşist o," dedi. İlk kez, böyle yakınım birinden duyduğum bu sözcüğü hiç sevmedim. Ne anlama geldiğini de soramadım. Onun da bildiğini sanmıyorum. Çok sonraları, bu siyasi içerikli sözcüklerin hiçbirinin anlamını bilmeden çılgınca sahiplenerek, uğurlarına yıllarca hapislerde yatanlar, bir sevgili için ölür gibi ölenler olduğunu öğrendikçe dehşete düşecektim. Bunu yaşayınca, tarih dersinde okuduğumuz, bana hep garip gelen, aman aman bir çıkarımız olmadığı halde, bir Avrupa kralını kurtaracağız diye, kırk yıl boyu Viyana kapılarında niçin ölmeye razı geldiğimiz de açıklanır hale gelecekti. "Sen sosyalist misin?" Durdu, yüzüme biraz da acıyarak baktı. Bu da sorulur muydu? İyi de neydi bunlar? Faşist?.. "Şu demek..." Martılara baktı, denize. Enginlerden ötede, Azak denizi kıyılarında, kolhozlarda çalışan köylüleri görüyormuş gibi baktı. Öyle doyurucu bir yanıt bulamadığını duyumsuyordum. "Örneğin Hitler öyleydi." Hitler'i biliyordum, insanlık tarihine armağan ettiği kan denizini de. Bizim öğretmenle onun arasında bir benzerlik kuramadım. " Öğretmen kötü, ama Hitler’e hiç benzemiyor," dedim aptalca. Bir şeyler bildiğimi de göstermek için de okuduklarımı sıraladım. "İyi de Stalin iyi miydi? Sonra Rusya iyi mi sanki? Bir işçi sınıfı oligarşisi değil mi oradaki?" J.Landon’un Oligarşisini okudum ya… Nevzat azıcık şaşırmış baktı bana: " Solcu sadece Rusya'da değil ki, Amerika'da da var, Fransa'da da. Solculuk bir görüş işte, bir bakış tarzı." Hissediyordum. Nevzat artık bir solcuydu. Dayağı yediği anda, hiç bilmediği kimi kavramları tümüyle sahiplenmişti. Solculuk ne ki, bir yıkıcı anarşist gibi öğretmenin temsil ettiği her şeye düşman olmuştu. Evrensel bir doğru, bireysel bir doğruyla örtüşmüş bir tepkinin, haklı bir tepkinin adı olmuştu. Bu haliyle de çok inandırıcıydı. Ancak dayağı o yemişti, ben değil. Haksızlıktan nefret ediyordum, ezilmekten, horlanmaktan nefret ediyordum, ama bunların ne olduğunu kavrayamadığım kimi yabancı yöntemlerle değil, bildiğim yollarla düzeltileceğine inanıyordum. Atatürk'ün yaptığı gibi, Köroğlu'nun yaptığı gibi, Ecevit'in yapmaya söz verdiği gibi... "Ecevit'i seviyorum," dedim. "Dedem de severdi, belki ondan. Ama solculuk, sağcılık... Aman müdürün yanında böyle şeyler deme, çok tehlikeli sözler bunlar. İş çıkarma başına." " Korkma," dedi. "Korkma bir şey olmaz. Korkuyu onlar yaratıyor, dayatıyorlar, biz de yutuyoruz." Beklemek çok zor geldi. Ne var ki o öğretmen dersimize gelmedi. Nevzat da rapor aldı, üç gün. Nasıl becerdiyse almıştı. Ben, bir başıma bekliyordum. Gösterdiğim cesaretin sarhoşluğu geçmiş, yeniden eski kimliğime dönmüş, üstüne üstlük bir de korkuyu yüklenmiştim. Korkuyordum. Tıpkı dedemin kaçaktan dönmesini beklerken ki gibi… Annem öldükten sonra beni alıp büyüten, okula veren, parasızlığı aşamayınca, o yaşında tütün kaçağına giden, ama hiç geri gelmeyecek dedemi bekler gibi. Artık biliyordum ki, benim gibiler için beklemek sabır değildi, sorunu aşmak değildi, çözüm için doğru zamanı bulmak hiç değildi, sadece olacak olanı biraz sonralara atmak, ruhu korkuya alıştırmaktı. Bizim geleceği değiştirecek gücümüz hiç olmadı. Her bir şeyi çok iyi bilsek de gördüğümüz hiçbir felaketi değiştirecek gücümüz olmadı. Dedemin gerçekte kaçağa değil, ölümüne gittiğini bildiğimiz halde ne yapmıştık ki, beklemek dışında? Biz kaçağa giden dedemi beklerken, biz beklemelerin elinde delirmişken, kim bilir kaç gün sonra, akrabamız Ahmet, bir öğle üzeri çalmıştı kapımızı. Kapıyı açmış, beklediğim haberi duymaya kulaklarımın gücünün yetmeyeceğinin bilincinde öyle durmuştum. "- Öldü!" demişti. "Yusuf dayım öldü." Ölüm her bir şey olabilirdi. Ne var ki, ölüm çığlık olamazdı. Ölüm akışkanlık, eylem değil, durağanlık, bir tür teslimiyetti. Hiç yanıtsız ayağımın altındaki eski kilime yeni daireler ekliyordum. Odanın dört bir yanında, ayaklarımızın altında çatır çatır ezilen kocaman kabuksuz siyah salyangozlar geziniyordu. Hacer Anam içerde lahanalar kavuruyordu. Salyangozlar gibi kokuyordu karalâhana. Çıkacağı başka bir delik olmadığından bütün koku üstümüze saldırıyordu. "- Kim o gelen," demişti. Ahmet içeri girmişti. Görmeyen gözlerle Hacer Anayı aramıştı. "- Hacer Hala, başın sağ olsun!" Sanıyordum ki, büyük annemin acısının dile gelişiyle, bu oda dayanamaz paramparça olurdu. O anda, anladım. Büyük annem her şeyi biliyor ve bekliyordu. Anladım ki, yaşamın en zor anı bile, insanoğlunca kabul görür bir hale geliyordu, yoksa yaşam beklemeler nedeniyle dayanılmaz olabilirdi. "- Ne zaman ?" dedi salt. İçerlemiştim ona. Ölümü böyle olağan karşılayışına içerlemiştim. Ne kadar çok ağlarsak o kadar sevmez miyiz öleni? Yoksa birilerini mi kandırırız hep? "- Gümüşhane'de, dağı aşınca… Orda da gömdüler." O zaman orada, o pis kokunun ortasında, sessiz sessiz ağladı, Hacer Ana. Sanırım, onun uzak diyarlarda kimsesiz bir ölü olarak kalışına ağlamıştı. Ahmet, cebinden çıkardığı kirli bir mendile sarılı parayı bana uzatmıştı. "- Yedi yüz lira. Kefen mefen almışlar üstüyle de tabut. At geldi, köyde. Bir de silahı. Dedenin malı artık senin." Bir beze sarılı tabancayı uzatmıştı. O an bir parmak daha büyüdüğümü hissetmiştim. Karar vermeliydim. Yaşın ne önemi vardı, karar bekliyordu. Almak istemiştim. Onda saklı gizemli gücü hissediyordum, ezik silik güçsüz olmaktan bıkmıştım ama… Kentte, okulda ne yapacaktım onu? "- Sende kalsın şimdilik. Gelince bakarız." O gece uyumamıştık. Dev bir yalnızlık, bizi dört bir yandan kuşatmış, teslim almıştı. Artık sığınacak hiçbir yerimiz yoktu, sadece karanlık vardı. O karanlıkta durmadan ince, tek düze bir ağıtla ağlayan Hacer annemin sesi, sanki yaşamla tek bağlantımız gibiydi. Yüreğim ağzıma geliyor, ama ağlayamıyordum. Belki de, ölümü algılamak çok zordu. İnanmak çok zordu. Sevdiğiniz bir insanın ölümüne inanmak hele. Daha dün, sarıldığınız, sığındığınız, dokunduğunuz birinin hiç olmamış gibi, bir düşmüş gibi yok olması, inanılır değildi. Yaşamda, kitaba göre değerlendirsen, inanılır ne vardı zaten? Anam, yiğit anam, gözleri kan çanağı, ama gene öyle yaşama dört el sarılmış beni dürttüğünde, perdenin ardında günün ilk aydınlığı vardı. Olduğum yerde uyuya kalmış olmalıydım. "- Hadi kalk, okula gideceksin." Okul olur muydu artık? Asıl felaketi yeni algılamıştım. İnsanların ölenlerin ardından çığlıklar atmalarını, kendilerini öldürmelerini bile anladım. Ölen sizden bir parça sürüklüyordu peşinden. Onunla birlik sizin de bir yanınız mezara, toprağın altına giriyordu. Giriyordu, ama onunla bağınızı yaşadıkça koparamıyordunuz. Çünkü ölene muhtaçtınız. Varlığınız, büyümeniz, yaşamanız, gelecekteki düşleriniz ölenin varlığına bağlıysa, ölümün adaletsizliği daha da bir belirgin çoğalıyordu. "- Okula mı, gideceğim?" O, sabahın en belirsiz saatlerinde, günle ilgili tek bir ipucu yakalayamadığınız anda, sözcüklerden korkuyordum. "- Ne sandın ? Ne sandın ya? Deden yok diye, okulu boşlar mıyım sandın? Bir gün gitme, bir tek gün, kör bıçakla keserim gırtlağını. O, bu yüzden, okuyasın diye öldü dağlarda. Kalk!" Sözü tartışılır gibi durmuyordu anamın… Hiçbir şey, benim yüzümden dedemin ölmesi kadar zor değildi. Artık, ödeyemeyeceğim bir borcun altındaydım. Yaşamım boyunca ödeyemeyeceğim borçların altında kaldım. Okuldan bana verilen eski giysileri, öğretmenlerin acıma dolu bakışlarını, toplumun benden bir salyangozdan iğrenir gibi iğrenmesine karşılık, içinde barındırmasını nasıl öderdim? Ödeyemeyeceğim borçlar arttıkça, ezikliğim de artıyordu. Onlar da bunu anlıyorlardı. Duymadığım borçlulukları bile duyurmaya çalışıyorlardı. Bir kez borçlarınızı unutup başınızı dik tutmaya çalışsanız, haddinizi aşmanızdan, nankörlüğünüzden, iyilik bilmeyişinizden, canım bütün köylüler böyledirlerden... söz açarlardı. Ondan sonra siz, tutunamazdınız; siz, siz olmazdınız. Başınız önünüzde, iki büklüm korkak ve aşağılık, her çağıranın peşinden koşmaya hazır beklerdiniz. Yoksulla onur, yoksullukla namus ve erdem yan yana zor barınırdı. İyi de, neden tüm kitaplarda, tüm filmlerde daha çok yoksullardı erdemli olan? Çünkü onlara akıllı, iyi denilirse, akıllı ve iyi olmaya çalışacaklar, kimseye sorun olmayacaklardı, diyordu aklım. "- Okuyacağım, sen merak etme anam." Evden çıktım ama okula gitmeyi hiç kesmedi gözüm. Orda kimse benim acımı anlamazdı ki… Alay edilecek bir güçsüzlüğüm daha çıkardı ortaya en çok. Kitaplarımı tanıdık bir dükkâna bırakıp akşama değin gezdim sokaklarda. Sokakları seviyordum. Sokaklarda kimseyle konuşmazsam ezikliğimi duymuyorum. Sonra denizin kıyısında bir taşın üstüne çöküp ağladım ağladım. Akşamüstü tam okul bitiminde dönmüştüm eve. Hacer Anam harıl harıl bir şeylerle uğraşıyordu. Yanında imamın yaşlı karısı ve bana hep iyi davranan, ne zaman görsem içimde garip bir ekşi erik kokuları delirten, hep dokunmak istediğim ama bir türlü beceremediğim yaşıtım gelini vardı. "- Dedenin ruhuna mevlit okutacağız. Rahat etsin yerinde," demişti. Üzerinden onca zaman geçti. Dedem yerinde rahat mıdır? Kim bilir? Biz oldukça rahat bir yıl geçirdik. Yaşam onca umut bağladığımız Ecevit'in elinde doludizgin pahalılaşıyordu, ama paramız vardı. Dedemden kalan, çok para geliyordu bize, hiç bitmeyeceğini sanıyor olmalıydık ki, belki bu yüzden, anam atı öylece bağışlamıştı Ahmet'e. "- Satma savma, var kullan, sevabı olsun Yusuf'umun. Yaz geldiğinde otumuzu, fındığımızı taşısan yeter, " demişti. "- Birinin köyde evle, yerle ilgilenmesi gerek. Ahmet yapar, atı verdim ya daha da iyi yapar. Satsak kimse de almazdı. İyice kocadı," diye açıklamıştı bana da. Haklıydı, ama satsak bir deliğe yama olurdu belki. Şimdi paramız bitmek üzere. O bitmeyecek sandığımız paramız tükendi, ondan sonra?.. Şimdi, ben her bir şeyimle onların acımasına deli gibi muhtaçken, hiç olmadık yerde, erkek olmaya soyunmuştum. Başkaldırmıştım. Beklerken korkuyordum. Beni ezeceklerdi emindim. Bir karınca gibi ezeceklerdi. Belki haklıydık, ama şehir yerinde hak herkesin olamazdı, öğrenmeliydim. Nevzat, o gün yüzündeki yaralar kabuklanmış, dudağının şişi, sarı mor arası bir renge dönmüş, çıkıp gelmişti. Dersin orta yerinde kapı açıldı ve hizmetli içeri girdi. Müdür, ikimizi istiyordu. Sınıftan çıkarken o üç adımlık mesafeyi aşamayıp oraya yığılacağımı ve en çok da o gözleri delimavi kıza rezil olacağımı düşünüyordum. Öyle titriyordum. Müdürün odasında hep abartılı gelen, insanı zorlayan bir ciddiyet olurdu. Korkutmak, yıldırmak, başlangıçta teslim oluşu sağlamak isteyen bir ciddiyet… Korkutmak, korkuyu her durumda, sevinirken bile, severken bile hazır bulundurmak temel eğitim ilkesi diye düşünmüştüm. Müdür, filmlerdeki Kont Drakula benzeri duruyordu masanın ardında. Kapının önünde, ellerimiz önden birbirine bağlı, başımız yerde dikildik. Öyle öğrenmiştik, ne kadar ezik durursak bağışlanma şansımız artardı. . Masanın yanlarındaki koltuklarda da birileri oturuyordu, ama bakamadığımız için kim olduklarını bilemiyorduk. O anda, bu adamların eğitim adı altında bir şeyleri öldürdüklerini, çok önemli bir şeyleri öldürdüklerini şöyle böyle düşündüm. Böyle bir eğitimden geçen bizlerin kişiliğinde çok ciddi bir şeyler hep eksik kalmayacak mıydı? Kitaplarımızda kötülenen Cumhuriyet öncesi falakalı eğitimden ne farkı vardı? Bakalım biz kimlerden hıncını alacak, kimlere acı çektirecektik böyle... " Hanginiz Nevzat?" Müdür ikimizi de iyi tanıyordu. Beni çalışkanlığımdan, Nevzat'ı da aynı memleketli olmalarından. Sanırım, tanımazlıktan gelmek, adam yerine koymamak, kişiliği ezmek için geliştirilmiş yöntemlerden olmalıydı, Sonra yüzü gözü dayak moru çocuğu görünce anlamış gibi yaptı. "Ha, sensin belli. Oğlum sen arkada dur." Geri çekildim. Birinci derecede, öncelikli hedef olmadığımı bilmek bir ölçüde rahatlattı beni. Tanrım, ne çok korkuyordum. Ah Yusuf dedem, ölmeseydin, ölmeyip beni akıl almaz bir borca sokmasaydın tükürmez miydim okuluna? İlkokuldan bu yana yediğim dayaklar, İstanbul'a yol olur. Ya günler önceden, günler sonraya değin çektiğim korkular?.. Şuradan çekip gitsem, artık öğrenci değilim desem, bu göğsüme gelmeyen boylarıyla bu adamlar sokakta, bir yerde bana böyle davranabilirler mi? Asmaz mıyım, onları en yakın ağaca tek elimle. Onlardan nefret ediyordum. Kendi kendime yaptığım telkinlerle çoğalınca nefretim, oturanların yüzlerine bakma cesaretine ulaştım. Biri Nevzat'ı döven öğretmen, diğeri müdür yardımcısıydı. Garip ama dayakçı öğretmen, gözlerimi yakalamaya uğraşıyordu. Şaşılacak şey, ama bu bakışlarda bir tehdit, bir yıldırma değil, sanki beni yakalamak, dost olma istenci hissediyordum. Gülümsüyordu sanki. Bir alay, bir üstünlük, güçlü olmanın mağrurluğu filan değil. Bizi süründürecek, şimdi buradan da bir yaylım sopa yiyerek ya da akıl almaz hakaretlere uğrayarak çıkacağız, ondandır dedim ya, değildi. Tıpkı benim gibi gülümsüyordu. Yaranmak, acınmak, bir şeyler elde etmek için sürtünen kedi gibi. Hissediyordum. İnsanların duyguları benim için hep önemliydi. Düşüncelerini belki sezemezdiniz ama duygularını sezerdiniz. Acımalarını, nefretlerini, kinlerini, sevgilerini, korkularını hissetmeliydim. Yoksa durmadan tekmelenmem işten değildi. Kendi davranışımı dayatacak gücüm olmadıktan sonra, uzlaşacaksam, hele ancak karşımdakinin zemininde uzlaşacaksam, bir hayvan gibi sevilip sevilmediğimi hissetmekten başka yolum yoktu. Öğretmenin beni tarafına çekmek için gülümsediğini hissediyordum. Benim söyleyeceklerimin ne anlamı olabilirdi? Koskoca öğretmenin bana ihtiyacı olamazdı ya. Yoksa kitaplarda okuduğum o söz doğru muydu? Kimse o denli güçlü değildir, aslında siz fazla korkaksınız. Desteğimi istiyordu bir öğretmen. Sarhoş edebilecek bir yakınlaşmaydı bu. Beni hain, kalleş yapabilecek bir sıcaklık... "- Onu mahvedeceğim," demişti Nevzat. "Öğretmenlikte kalabilirse dua etsin," demişti kararlı. Ben de içimden atıyor demiştim. Bir bildiği varmış demek ki. Müdür, bağırıp çağırmaya hazırdı, ama Nevzat'ın yüzündeki yaralar vazgeçirdi onu. Hiç yakışmayan, korkunç bir ikiyüzlülük taşıyan yumuşatılmış bir ses tonuyla ikna etmeye çalıştı. "Öğretmenini üzmüşsün, o ki sizin için uğraşıyor, bir şeyler öğrenesiniz, vatana millete yararlı olasınız diye..." Nevzat, ne yaptığını iyi biliyordu. Benim cesaret edemeyeceğim bir şeyi yapıp müdürün sözünü kesti. "Vatan millet adına mı, beni bu hale soktu?" Bir bomba düştü odaya. Ödüm koptu. Bir müdüre böyle yanıt vermek ancak düşlerimdeki kahramanların işiydi. Nevzat, şimdi dev gibiydi. Kaynayan çocuk gözlerinde müthiş bir onur, inandıklarının uğruna ölümü bile göze almışların ifadesi vardı. Hepimizden öndeydi. Korkuyu kırmıştı artık. Korkuyu, o gün, o öğretmen ona kırdırmıştı. Ben yanında, aynı serüvende yer alamayacak kadar ufacıktım, beş parmak uzun boyuma karşın. Müdür oyununu unuttu. Yüzü kıpkırmızı bağırdı. " Doğru konuş köpek!" Nevzat sustu. Sustu ama zerre kadar korkmadığını biliyordum. "Anlat bakalım. Sosyalist, mosyalist demişsin. Küstahça tek söz edersen ölün çıkar buradan, öyle anlat." Sanki bir filmdeydik. Bir savaş filminde. Biz esirdik. Konuşturmaları gerekiyordu. Ne var ki, bu şiddeti yadırgamadık. Okulda okuyan hiçbir öğrenci bunu yadırgamaz, sorgulamaz sanırım. Daha küçük bir bebekken bu şiddete alıştırılır da belki ondan. "Türkiye de düşünce özgürlüğü var," dedi Nevzat. Sesindeki meydan okuma azalmıştı, ama hiçbir şekilde geri çekilmeyeceği belliydi. Sanki birkaç kez okuduğu bir kâğıdı gözünün önünden geçirir gibi söyleyeceklerini düşündü, bir an. " ...Başbakanımız bile solcuyum," diyor. "Sosyalist diyor, komünist… diyor, bu onun öyle olduğunu göstermez. Ben de dedim, siz de dersiniz, faşizm dediniz diye faşist mi olursunuz? Benim yararlandığım düşünceyi inkâr mı edeceksiniz? Herkesin sorumluluğunu bilmesi sorunların çözümünde en temel adım değil midir?" Müdür sıkıldı: "Hikaye anlatma, olayı anlat." Nevzat bunu istemiyordu. Hazırlandığı gibi konuşmak istiyordu. Zorunlu olaya döndü. " Bu sınıf niye temiz değil, dedi, hoca. Ben önünde oturuyordum, bana bakarak, dedi. Ben de kendi sıramı temiz tuttuğum anlamına, bir sosyalist gibi düşünüyorum, herkes kendi evinin önünü temiz tutsa, bütün şehir tertemiz olur, dememe kalmadı bu hale getirdi beni." Öğretmeni gösterdi. Müdür yardımcısı parladı bu kez. "Parmak uzatma it. Öğretmenin o senin." Birileri, Nevzat bir suç işlesin diye bekler gibiydi. "Böyle mi oldu? Karşı gelmişsin." Bu yalandı. Bir öğretmenin bir yalanın ardına sığınacağını hiç düşünemezdim. " Herkes tanık, böyle oldu. Sorun..." "Soracağım. Peki, niye sosyalizm, dedin? Sen sosyalist misin? Nedir biliyor musun?" Nevzat, bu soruya hepsinden çok hazır gibiydi. Ayak değiştirip yanıtladı. "Bilmiyorum, dedi. Gazeteler mazeteler bugünlerde çok söz ediyor, ama bilmiyorum. Belki bundan sonra öğrenmeye kalkarım ayrı. Öyle dedim işte. Ayrıca biz, bu sözü kompozisyon olarak yazdık, ne kötülük var bunda bilemiyorum." Müdür bir av yakalamış gibi heyecanla atıldı. "Neyi yazdınız?" "Herkes evinin önünü..." "Tamam, tamam. Şimdi dinle yavrum. Bizler sizler yetişin, vatana, millete hayırlı evlatlar olun, diye çırpınıyoruz, öğretmenlerin de..." Hava birden yumuşamıştı, hissediyordum. Nevzat kazanıyordu. "Öğretmen öğrencisini döver de sever de. Olmuş bir defa. Öğretmenini üzdün. Hadi öp elini de, barışın." Öpsün istiyordum, öpsün ve bitsin bu olay. Nevzat kendisiyle boğuşuyordu. Kabuklanmış yaralarına dokundu elleriyle. Pencereden denize baktı. Kararsızlığını gören müdür, belli ettiği zayıflığından dolayı müthiş öfkelendi. " Sürerim ulan seni, veririm tasdiknameni eline..." Bu Nevzat'ı düşünmekten kurtardı. " Sürün, " dedi. "Elini öpmem. Eğer soruşturma açmazsanız, milli eğitim müdürlüğüne gideceğim." Müdür yardımcısı ayağa fırlamıştı. Duramıyordu. Müdürün önüne geçmek istemiyordu, ama belli ki arkadaşımı büyük bir hazla parçalayabilirdi. Müdür, sözcükleri birbirine karıştırarak bağırıyordu. Yaşamında bir öğrencinin böylesi bir meydan okumasıyla ilk kez karşılaşıyor olmalıydı. Tavır koyabilecek öğrencilerin sorunları, zaten bu aşamaya gelmeden aşıldığı için, ancak hesabı bitirilecek olanlar buraya gelirdi. " Defol köpek, defol! Cehenneme git be, defol! Velin gelsin, tasdiknameni alsın." Yerinden kalkmış masayı aşıp Nevzat'a ulaşma derdindeydi. Nevzat, zerre kadar tepkisiz ve korkusuz kapıya yürüdü, açtı, gitti. Yanımdan geçerken gülümsüyormuş geldi bana: Acı çekermiş gibi, inandığı nesi varsa yitirmiş gibi, ama küçümseyerek hoş görür gibi, iğrenç bir şeyi hoş görmek zorunda kalmış gibi gülümsüyordu. Beni unuttular orda. Müdür, odanın içinde dört dönüyordu. Öğretmense devamlı alnını ovalıyordu. Sanki bir leke vardı orda, çıkarmak istiyordu. "Bu kadar da olmaz ki, Avni Bey," dedi müdür. "Bir tokat neyse, ama adamın haline bak. Ortada suçlayacağın ciddi bir şey de yok. Tüm sınıfın gözü önünde olmuş. Sosyalistim, demiş adam, bu kadar. Eskisi gibi değil ki, herkes, her şeyi, diyor. Rapor almış gitmiş, konuşmalarına baksana. Öğretiyorlar belli. Nasıl kapatırım bu işi arkadaş?" Öğretmen ezik, bin pişman beni gösterdi. "Biri benden yana ifade verirse, birkaçı..." O zaman anımsadılar beni. "Gel bakayım buraya. Biz, sana palto, elbise bulmuştuk değil mi? Ulan aç köpek, sen nasıl olur da?.. Nankör it, yüzüne gözüne dursun." Sövmekten saymaktan, suçumu söylemeye sırayı getiremiyordu. Nevzat, onları ezmişti. Anladığım kadarıyla korkutmuştu da. Öfkelerini, alabilmeleri için dişlerine göre biri gerekti. Ben de öyle biriydim. "Seni de atacağım okuldan. Atacağım, git köyde çoban ol. Sen nasıl öğretmenine..." Ben buraya tanık olarak gelmiştim. Yoksa gerçek suçlu ben miydim? Nevzat gibi olabilmek için neler vermezdim. Ama doğrultmaya çalıştığım başım, önüme önüme düşüyordu. Avni Bey yetişti. "Affedin onu müdür bey. Yoksul çocuk zaten, atarsak..." Gözlerim dolmuştu. Öğretmenime onca büyük saygısızlık etmiştim, ama o, beni affediyordu. Avnı Bey, devam etti. "Boş bulundu işte. Öyle değil mi?" Elimde olmadan başımı öne sallanarak onayladım. Nihayet, istedikleri gibi bir adam bulmuşlardı. O sıkıntılı anımda bile bir elektrik gibi vücutlarından yayılan sevinci algılıyordum. Artık bana istediklerini yaptırabilirlerdi. "Boş bulundun değil mi hayvan? Seni gebertmeli," dedi müdür yardımcısı, dişlerini gıcırdatarak. Etimin bir bölümü, dişlerinin arasındaymış gibi titredim. Artık korkunun elindeydim. Onurum damla tepki vermiyordu. Uçurumun dibine değin beni sürebilirlerdi. Kımıldamayacaktım. Bir ot parçasına, bir dala tutunmaya uğraşmayacaktım. Ne kadar aşağılanabilirsem, ne kadar rezil olursam o kadar iyiydi. " Boş bulunmuş. Ulan bu kim, öğretmen. Ben kim, müdür. Sen kimsin be? Biz olmazsak çıplak gezersin be. Kitabını defterini kim alıyor senin? Bir de sana burs bulalım diyorduk." Fakir öğrencilere karşılıksız para yardımı yapıldığını duymuştum. Bana da verirler miydi artık, bütün yaptıklarımı unutup? Avni Bey insandı, bakarsın affederdi. " Affedelim onu müdür bey. Çalışkan çocuktur. Mümkünse bursu da verelim, bir daha yapmaz," dedi. "Yapmaz mı? Şimdi bir müfettiş gelse, der mi ki, Nevzat öğretmenime karşı geldi, o da bir iki tokat atmak zorunda kaldı, yok. Bunlar köpektir, bir de burs..." Hiçbir ota, hiçbir çalıya, yılana tutunamadan düşüyordum. Uçurumun tam dibindeydim. Derim, ne isterseniz derim, diye haykıracaktım, ama konuşamıyordum. Suskunluğumu, düşmanlığa yordular. Avni Bey de kızdı. "Bu da onlardan biri, dedi birden. O uydurma kelimeleri, bu da kullanıyor." Dondum kaldım. Daha büyük bir tehlike algılamıştım: Onlardan biri olmak… Bunun içerdiği anlamı biliyordum. Asılanların, darağacında can veren, benden az daha büyük üç genç adamın safında olmaktı ve… Onları, o kadar seveni olduğu halde kimse kurtaramadı. Beni?.. Onlardan olmak, en azından okuldan atılmak, en azından hapis, en azından toplum dışılık, en azından... Korku inanılmaz bir şey, sınırı yok. "Derim, ne isterseniz onu derim. Yazarım da..." Sanki bir oyuna getirmişlerdi beni. Öyle rahatlamış ve gülmüşlerdi. Gergin, buz tutmuş hava şakır şakır kırılmıştı. Genişlemişti duvarlar. " Yaz! Otur şu sandalyeye, diyeceklerimi yaz." Yazdım. Bir pislik gölüne tepe üstü düşmüştüm. Kapıdan çıkarken her yanımdan sızıyor geldi bana. Kokuyu bile duyuyordum. Tatile çıkmadan Nevzat'ı gördüm Düşmenin de bir sınırı vardı demek; utanmaktan ve korkmaktan yorulmuştum. Sadece artık kendimle yüzleşmek istemiyordum. Kaçıp gitmek istedim Önümü kesti. Gözlerinde küçümseyerek, iğrenerek hoş gören o gülüş vardı. Yaltaklandım. "Avni'yi başka bir okula sürdüler," dedim. "Yedin herifi. Sen de Rize'de okuyormuşsun, öyle mi?" "Daha büyük bir okula müdür yardımcısı oldu, sürgün bu mu? Ödüllendirildi herif." Geçen kızlara selam verdi. Belki dayak yemiş, sürülmüş, aşağılanmıştı, ama o, artık bir kahramandı, ilginin merkeziydi. Bir kahraman gibi durdu, denize yumuşacık baktı. Sonra bana, döndü. Gözlerime, iki namlusunu birden ateşlediği bir av tüfeği gibi baktı. "Beni sattın değil mi? İçeride beni sattın değil mi?" Yumruklarını sıkmıştı. Vuracak sandım. Vurmadı. Keşke vursaydı. Belki içimdeki iltihap deşilir, utancım azalırdı. Keşke, benim ne büyük bir alçak olduğumu söyleyip tükürseydi yüzüme, tükürmedi. Yere tükürdü. Çekti gitti. Sizden hep nefret edeceğim, Avni Bey. Sizden çok kendimden nefret edeceğim. Bir daha görmedim Nevzat'ı. Olaylar sadece büyük kentlerde değil, dört bir yana pis bir örümcek ağı olup sardığında gazetede resmini gördüm. Kanlar içindeydi. Vurulmuştu. Sıranın altında yatar gibiydi, başından akan kan siyah bir göl olmuştu. Orda da ölmüştü. Gözleri açıktı. Ne varsa dünyada iğrenerek, küçümseyerek bakıyor, sanki gülümsüyordu. Utandım. Hiçbir zaman utanmadığım dende utandım. Onursuzluklar yapıp utanmak ve korkmak en çok yaptığım iş olsa da, daha bir utandım. Sanki her şey, havada uçan martı, parktaki palmiyeler, büyük Atatürk heykeli, sokaklarda giderek bana benzeyen aldırışsız, korkan ve utanan insanlar ve ilk sarı gülü bana armağan eden o kız, sevmeyi bilmiyorum, öpmeyi, öğretsene, diyen o altın saçlı, düşsel kız, yüzüme yüzüme tükürüyorlardı. Bu kentten kaçmalıydım. Bu kentten kimsenin beni tanımadığı bir yere kaçmalı, onurumu geri almalı ve yeniden insan olmayı başarmalıyım. Utancımı yüzüme vuran bu sokaklardan, bu ikiyüzlü, alçak, güçlüye karşı yumuşacık, ama güçsüze karşı canavar insanlardan kurtulmalıydım. Şimdi kurtulamam. Şimdi hiçbir şey yapamam. Aklımdan geçenleri haykıramam. Çatlar bu yürek biliyorum, ama diyemem. Dayanmak için bir şeyler yapmalıyım. Onurlu insanların, namuslu insanların kazandığı dünyaları anlatan bir kitap bulmalıyım. Kimsenin görmeyeceği bir köşeye çekilip, beni rahatsız eden gerçek dünyayla bağlarımı koparıp ona dalmalıyım. İyilerin kazandığı, kötülerin cezalarını bulduğu bir kitapla bulaştırıldığım pisliği unutmalıyım. Seni hiç unutmadım şehrim, bana yaptıklarını da yaptırdıklarını da... Ama merak ediyorum, bütün güzel çocuklarını, konacak yer bulamayan o güvercinleri bir bir çarmıha geriyorsun, yarın ne yapacaksın? * ÖNCEKİ BÖLÜM SONRAKİ BÖLÜM "Atları Vurma Çağı" "Dilenci"

  • BAĞBOZUMU 6

    -pazar kitapları- Şenol Yazıcı, Roman, * Bölüm 6 "DİLENCİ" / roman / "DİLENCİ" Hava ağırdı. Gün öğleye varmamıştı, ama akşamın alacası, dar sokak aralarında görülür bir biçimde şekilleniyor, denizin üstünde toplanan kara bulutlar güneye doğru hızla akıyordu. Bulutlarda yoğunlaşan yüksek elektrik boğucu, fosforlu, zehirli bir ışığı huzursuz dalgalanan suyun üstüne yayıyordu. İlk yağmur damlası düştüğünde yaşlı kadın, yol kenarında oturuyordu. Kim bilir hangi mutlu zamandan kalma, rengi atmış siyah çarşafın içinde bile sıskalığı belliydi. Ağzı burnu, bir gözlerini dışarıda bırakan yaşmakla örtülüydü. Gerçek rengi, bir zamanlar herhalde beyaz olan yaşmağın ağza denk gelen yerinde, kurumuş, kırmızı kan lekeleri vardı. Yaprak yeşili gözleri, pörsümüş kaşlarının altında tüm ışığını yitirmiş, camlaşmaya başlamıştı. Kahverengi, siyah damarların yüzeye vurarak kalın, kesintili kablolar gibi sardığı bacakları hiç iyileşmeyen kanlı, irinli yaralarla kaplıydı. Bir yaranın olabilmesi için etin, kanın olması beklenirdi, ama kocaman erkek pabuçları içindeki ayak bilekleri, ince bir kavak sopası gibi kupkuruydu. Can yokmuş gibi duran ayaklar, yine de kadını taşıyabiliyordu. Vücudunu bir ürperme bir elektriklenme aldı, önce. Baldırlarına sanki yüzlerce iğne batırılıyor, sırtının ortası, delik deşik oluyordu. Rutubet arttıkça, artıyordu ağrıları, sızıları. Önündeki kirli mendili ve içindeki bozuk paraları topladı. Sabahın ayazından beri buradaydı ve birkaç lira ancak toplamıştı. Bir de madeni düğme.Küfürlerle savurdu düğmeyi. Dişsiz şeklini yitirmiş ağzından anlaşılmaz homurdanmalar çıktı, küfür yerine. İnsanlar ya giderek yoksullaşıyor ya da giderek acımasız oluyorlardı. Kimse kimsenin açlığına tokluğuna aldırmıyordu. Yanı başlarında en büyük acıları çeken insanları umursamadan kahkahalar atabiliyorlardı. Oysa eskiden, çok eskiden, onun gençliğinde, dünyanın öte ucunda biri acı çekse, sanki onların etini cımbızla çekerlerdi. Kaç kez kendileri, sirhan yemeye razı gelip fırın lağusu lapalarını hasta komşularına vermişlerdi. Bir elgörürlük, başkalarını kendinden çok düşünme uğruna az acı çekmemişlerdi. Az önce ne yaptığını anımsamıyordu artık. Yaşam onun için bir yerde kopmuştu. Ama geçmişi ayna gibi anımsıyordu. Bir o günlerde mutlu olduğunu düşünüyordu. Mutlu olduğu günleri hiç unutmuyordu insan. Bağbozumuydu. Yoksa ondan daha mı önce? Muhacir çıkmışlar mıydı? Ama bir seher vaktiydi emindi. Karatavuklar kuran okuyordu, kaçmıştı. Bir çarşafı, bir fistanı bohçasında, ağaçların doğan güneşin altında giderek küçülen gölgelerine sığına sığına Yusuf'a kaçmıştı. Anası eksilen bir boğaza, dahası kızının yaşmağı çalılara dolanmadan namusuyla evlenmesine memnun, ama adet üzere de el âleme karşı dargın ve küs durmuştu. Yusuf neredeydi şimdi? Ya güzel kızı?.. Çürüyüp toprak olmuşlardı ve bir mezarları bile yoktu bildiği. Kocası ömrünün son deminde tutmuş, kaçağa gitmiş, ölüsü oralarda bir yerde kalmıştı. Kızı ise anlaşılmaz bir biçimde yanmış, ama ölüsü ne olmuştu, mezarı neredeydi hiçbir zaman öğrenememişti. Kuruyan göz pınarları ancak yeşerebildi, ağlayamadı. Zor doğruldu yerinden. Bütün kemikleri un ufak olacakmış gibi bir zaman dikildi ayakta. Yağmur artıyordu. Camiye gidecekti. Orda sundurmanın altında yağmurun dinmesini bekleyebilirdi. Namazdan çıkanlar belki birkaç kuruş da verirdi. Ola ki, onlar haline acırdı. Oraya gelenlerin çoğu yoksul giyimliydi, ancak daha cömerttiler nedense. Diğerleri dimdik yürüyenler, güzel kokular sürünüp saçlarını açan hanımlar, çok güzel konuşan beyler acımasızdı. Para vermezler, ona bir kurbağaya bakar gibi bakarlar, çoğu kez de yaralayan sözler ederlerdi. Haklılıklarına yüzde yüz emin bağırırlardı. "- Utanmıyor musun dilenmeye? Oğlun yok mu senin?" İlk başlarda, hevesle anlatmıştı. Kimsenin dinlemediğini, dinlese de inanmadığını çabuk fark etmiş, laf olsun diye sorduklarını anlamıştı. Şimdi, keyfi yerindeyse: "- Var," diyordu." "Doktor oğlum var, bakmıyor bana kör olası. Gelin istemiyor beni." Ama şimdi iyi değildi. Kemikleri ağrıyordu. Belki de toprak çekiyordu artık. Deli Yusuf çıkıp gelse mezarından, omzunda tüfek, öyle dağ gibi dikilip dese, tutsa elinden götürse... Gökçe'si neyler? Avukat olacak Gökçe'si, kızının, gül kızının, kadersiz kızının yavrusu, Ankaralardaki Işık'ı ne ederdi, onsuz? "- Ona haram yedirme, koklatma bile haramı kızıma," derdi, Yusuf. Sanki haram yemeyenin her zaman ak ikbali olurmuş gibi. Doyulacak helal lokma mı kazandık Yusuf? Kuşça karnımızı doyurmuşsak hepsi o. Kim düşündü bugünleri? Bağ bozumunu yaşadık ya. Yaşamak bile tek başına büyük bir iş olmadı mı? Evler yanmış, ahırlardan zorla alınan inekler keşişin düzde kostel kemençesinin gıygıylarında Ermeni, Rum çeteciye meze olmuş, insanlar bir bıldırcın sürüsü gibi kıyıma uğramış ve onlar kurtulmuşlar, şimdi gelecek nedir ki? Artık kimselerden korkmadan, özgür ve rahat çayırlara, bir fındık dalının gölgesine uzanıp yatmak dünyanın en kutsal işi değil midir? Zaman nasılsa vardır. Bir şeyler yapılacaktır elbet. Tanrı yarattığına, yaşattığına rızık vermez mi? Vermez, akıl fikir verir, ama rızk vermez. Aklın varsa neyleyeceksin parayı, aklın yoksa neyleceksin parayı? Azıcık yukarılarda, şu dağların ardında on yıl önceye değin bilinen yol, bir ırgatlık bir de kaçak. Onca gidip gelirdi, Yusuf. Ne umar, ne ölürdü. Kimileri gibi silahları yükleyip gitse, köşkler dikerdi, ama yapmadı. Onlara ölüm götüremem, derdi. Sonunda kendin oralarda ölüp koydun ya bizi Yusuf. Başka bir ırgatlık kalır umdurmayan, öldürmeyen. Sonra, bir belin bir kazmanın ardında, avuç içi tarlalarda olmayan şeyi, ekmeği aradılar yıllarca. Bir yeni giysi, yeni bir yaşmak fındık aylarında girdi evlerine. Geçmiş içini sızlatıyordu. Artık tüm duyularını yitirmiş, dışa karşı tümüyle kapanmış vücudu içindeki kargaşaya dayanamıyordu. Sanki yüreğine kızgın bir şiş sokulmuş, öylece de unutulmuş, şimdi çıkarmaya kalkıyorlardı, öyle acı duyuyordu. Havadaki o morumsu, fosforlu aydınlık duru bir suya dönüştü. Yağmur olanca şiddetiyle indirdi. Avlu anında bir su seli içinde kalmıştı. Dallardan dökülen yaprakları dümensiz bir kayık gibi öteye beriye sürüklüyordu sular. Sonra, hepsini toparlayıp çeşmenin altındaki ızgaraya akıyordu. İçerden caminin naftalin kokulu salonundan imamın duası duyuluyor, arada bir âmin, diyen cemaatin apansız beliren sesi bir top gibi patlıyordu. Dilenci kadın da, ürpererek kötü yapılmış bir kuklayı andıran yumrular içindeki şekilsiz ellerini kaldırarak, âmin diyordu. Şimdi dünyanın bütün haksızlıklarına ve yanlışlarına karşı sığınılacak tek yer gibiydi Tanrı. Caminin kapısı sonunda açıldı. İnsanlar birer ikişer, yağmurdan korunmak için ceketlerini başlarına çekerek koştururken çeşmenin başında bir küçük kara bohça gibi oturan kadına bakmadılar bile. Sadece bir lise öğrencisi, yakında başlayacak bitirme sınavlarını verirken, Tanrı yardımcı olsun diye, madeni bir parayı sıkıştırdı avucuna. - İstemem, dedi, dilenci. Senin paranı istemem. Kolunun altındaki kitapları görmüştü. Sesi yağmurda boğulup gitti. Çocuk afallamış, söylenerek yürüdü. Bir zaman daha oturdu. Sonra havayı kokladı. Özlediği bir kokuyu aradı. Köydeyken yağmur yağdığında duyduğu kokuyu özlüyordu. Tavanı hartama da olsa, duvar aralıklarında yılanlar, kertenkeleler de oynaşsa, rüzgâr bir yanından girip öte yanından çıksa da kendinin olan evini ve o kokuyu özlüyordu. Suya kuduran toprak, patlayan tomurcuğun kokusunu yayması gibi, ilk damlayı yer yemez, canlı, güvenilir bir ananın güçlü soluğu gibi her yanı kokuya boğardı. Yağardı yağmur. Yeşil ormanlar, ince bir çembere sarılmış genç kız gibi buğulu ve dehşetli güzel parlardı. Sonra apansız yağmur keser, yıkanmış lacivert gökyüzünde, gençleşmiş bir güneş yanardı. O yeşil dağlar parıl parıl parlar, az önce yok olan kuşlar, ortalığa dökülür, hava şakımayla dolardı. Yeni bellenmiş topraktan yer yer ateş yakılmış gibi dumanlar tüterdi. Bastınız mı, sarılıp, seven, sünger gibi toprağa gömülürdü ayağınız. Burada, kentte, yağmur bile zulümdü. Ne mavi gökyüzüne asılı güneş, ne karatavuklar ne de ucundan ucundan ısırıp yemek isteyeceğiniz mavi gök vardı. Bir yağmur yağdı mı, her bir yere bereket getiren su, buraya zifir zindan bir karanlığı, çamuru, pisliği getiriyordu. Hele arka sokaklara... Ana caddeler ışık selinde yıkanırken oralar, yoksulluğun pis ağzındaydı. Özlüyordu. Köyünü özlüyordu. Bir zamanlar inmek için aklını attığı kentten kaçmak istiyordu. Gökçe okulu bir bitirse, o ışıklı caddelerde bir iş bulsa, sonra bir ev tutsa oralardan, belki arada bir gelirdi, ama hepsi o. Köyünü istiyordu artık. Çok önceleri ne çok zorlamıştı, Yusuf’u, şehre inelim diye. Sonunda anlamışlardı, toprak ölmüştü. Milyonlarca yıldır, didik didik edilen nesi varsa vermiş toprak, her doğan çocukla biraz daha küçülmüş ve kurumuştu. İnsan gibi ölmüştü. Çoktan gözü açılan köylüler, Menderes’le birlik şehre akmaya başlamıştı. Kadın kız, bisküvi, fındık fabrikalarına giriyorlar çalışıyorlardı. Çarıkla gittikleri yerlerden iskarpinlerle, gıcır gıcır giysilerle dönüp gelmişler, dün köle olduklarını köle diye kullanmaya başlamışlardı. Hacer utanmıştı. Yusuf'un gidip bu adamlara kuyu açmasından, hırziya kazımasından dehşetli utanmıştı. "- Haram yemiyoruz ya," diyordu Yusuf. Fatma kız, nerden duyduysa duymuş, çalışacağım, demişti. O yetim oğlana varıp, şehire inmeyi kuruyordu. Hacer diyememişti, Yusuf’a, böyle böyle dese, kıtır kıtır keserdi onları. Keşke deseydi. Baktı ki olmuyor, kaçırsaydı kızını o çocuğa. Yapamamıştı. "- İnelim çarşıya, herif, " demişti bir tek. " İnelim de, bir iş tutalım. Geç değil, güç değil. İnşaatı var, odacılığı var, bekçiliği var. " Yusuf, deli deli bakmış, en çok da Fatma'nın gümbür gümbür vücuduna bakmış, şehir yerinde başına gelebilecekleri düşünmüş, vururum asarım, demişti. "- El kapısında kul mu yapacaksınız beni, bundan sonra?" Vah ki, vah! Ağa kapısında fındık toplamak, ona buna zart zurt etmek ağa adına, kulluk değil miydi? - Gazete! Yazıyor! Ankara'da silahlı çatışma! Yazıyorrr! Gazeteci çocuk ona bakıp dilini çıkardı. Çocuğun ayağındaki ayakkabılar, emdikleri suları yırtıklarından bir sünger gibi dışarı fışkırtıyordu. Dil çıkartmasına aldırış etmedi, acıdı ona, dilenci. Bağırarak söylediklerine kulak kabarttı. Kente geldi geleli, ne zaman o yazılı kâğıtları görse dikkat kesiliyordu. -Yazıyor, bir bakan rüşvetle suçlanıyor, milyonlar... Bağırarak yürüdü gazeteci. Milyon... Artık kuruş kalkmış biliyor. Beş kuruşa sığır aldıklarını biliyor, ama çok eskilerde o. Milyon ne kadar acaba? Ne kadar ev alınırdı onunla, kim bilir? Ne kadar tarla alınır, ne kadar çocuk okutulur, ne kadar altın alınır? Bir sarı altını olduğunu anımsıyor. Mavi bir kurdeleye takıp boynuna astığı Sultan Reşat altını. Bir kezinde bir komşularının tarlasını almışlardı, tütün dikmeye. Dünyanın tütünü olmuştu. Götürüp satmıştı tekele, Yusuf. Bir sarı altınla dönüp gelmişti. Ne çalımlanır, ne kurumlanırdı onu takarken. Ertesi yıl Moloz'da bütün tütünü yakmıştı hükümet. Yakmak için gerekli gazın parasını da onlardan almıştı. Çok tütün olmuş, satacak yer yok demişti. Akıl edip götürmeyenler bile kurtulamamıştı. Jandarma çıkmıştı köylere, tütünü olanı yakalamak için. Sarı altın da, o yoklukta eriyip gitmişti, her hal. Şimdi olsaydı. Bozdurup Gökçe'ye verseydi, kendisi de çekip gitseydi köye. İç çekip kalktı. Caddeyi karşıya geçecekti. Arabalar geçiyordu, vızır vızır. Biri korna çaldı ardında. - Geberecen nene! Gebermek ne ki? Hacer için kurtuluş. Hemen yanında duran arabaya, sürücüye şaşkın şaşkın bakıyor, caddenin orta yerinde öyle dikiliyordu. Yusuf'u anımsıyordu. Bir yerlere gidip de gelen Yusuf'u. Harmanın başından topukladığı at, hızını almış, dünyayı baştanbaşa geçmeye kararlıyken karayemişlerin altında gemi birden çekilince, göklere doğru şahlanır, ön ayaklarının altındaki Hacer'i orada koyup uçacakmış gibi dikilirdi. Sürücü gülüyor. - Yürüsene be ana. O gülüşe sarılıyor. - Allah rızası için bir sadaka, Allah seni çoluğuna çocuğuna bağışlasın. Allah... - Allah beni aracı yapmadan direk sana versin be ana. Yürüdü, aydınlık caddeleri ardında bırakıp dar arka sokaklara girdi. Yer yer derin yarıklarla bölünmüş toprak yollarda diz boyu çamurları aşmaya çalışıyordu. Aklı, Ankara'da okuyan oğluna göndermesi gereken paradaydı. Topu topu otuz lira yapabilmişti. Nereye yeterdi ki? Dağ gibi çocuk ne yiyip ne içiyordu orda? Parasız insan, aç insan her şeye bulaşırdı. Hırsızlık da yapar, adam da öldürürdü. O gazetelerin bas bas bağırdığı vuruşan gençler, Allah bilir, belki de yoksulluktan düşmüşlerdi o yollara. Gerçi onun oğlu kesinlikle karışmazdı öyle şeylere, ama yüreği gene de rahat olamıyordu. Arkadaşları, şunlar bunlar sürükleyiverirdi insanı. Ama parası olursa... Bilirdi parası olan insan rahat insandı. Kimseyle uğraşmazdı. Dünya hep dinginlik içinde sürsün isterdi, sürsün ki o da parasından olmasın, keyfi sürsün. Ondan her sabah taşıyamadığı bedenini sürükleyerek gidip dileniyor, her ay bir şeyler göndermeye çalışıyordu. Yusuf sağken hiç olmazsa bulup buluşturuyor, atıyla taşıdığı yüklerden aldığı birkaç kuruşu onlara getiriyordu. Topraklarını da, zaten bir avuç yerdi hepsi, yarıcıya verip mısırı, fasulyesi alıyorlardı. Az biraz da fındık... Bakımsızlıktan verimsizleşmiş tarlaları, artık kimse yarıcı olarak da almıyordu. Niye alsındı ki, kendisi bırakıp köye gidemezdi, gitse işleyemezdi. Gökçe de Ankara'daydı. İstedikleri gibi kullanacakları tarlalara ne diye bedel ödesinler. Zaten, yoksulun yoksula ettiğini kimse edemezdi. İyice çamurlaşan yollarda adım atamaz oldu. Nefes nefese kalmıştı. Duraladı. "Keşke, öteki evden hiç çıkmasaydık," diye düşündü. Öteki evin, o tek odanın hiç olmazsa yolları böyle çamur olmuyordu. Kocasıyla birlik ilk şehirliliklerini yaşamışlardı orda. Yusuf geri dönmeyip her şey darmadağın olunca pahalı gelmeye başlamıştı. Bir de tek yol dilenmek kalınca, eski güzel saydığı dönemlerindeki tanıdıklarıyla karşılaşmak istememişti. Buraya taşınmışlardı. Gökçe mektuplarında durmadan köye çıkmasını istese de, yeminliydi, oğlu avukat olmadan, köy diye aklını atsa da çıkmayacaktı. Çıksa köyde nereden bulacaktı, torununa gönderecek parayı? Bir iki aydır mektup alamıyordu. Biriktirdiği parayı, bir komşusuyla okul adresine göndermişti, ama alıp almadığını bilemiyordu. Ayağı kaydı. Yıllardır akan yağmur, bulaşık suları kim bilir hangi seçim öncesinde açılan, açıldığı gibi de bırakılan toprak yolu oymuştu. Gevşek zemin çamur deniziydi. Toparlanmak isterken yüzükoyun kapaklandı. Ötede pis su birikintilerinin içinde oynayan çocuklar çevresini alıp bir yaygara kopardılar: - Dilenci düştü! Dilenci düştü! Bağrışıp dönüyorlardı. Onların oyunlarına, alaylarına birçok kez hedef olmuş kadın, zorlukla toparlandı. Anlaşılmaz küfürler savurarak yürümeye çalıştı. Kentin acımasızlığına alışmıştı. İnsan burada nelere alışmıyordu. Yoksul, ezilmiş insanlar, belki ezikliklerini unutmak için olsa gerek diş geçirebilecekleri bir nen yakaladılar mı, dehşetli zalim kesiliyorlardı. Bunu anlamıştı, ama her seferinde gene de inciniyordu. - Beni köye götür yavrum. Ne olur toprağıma götür, diye yalvardı. Gökçe sanki karşısındaydı. Yeşil parkasını, kot pantolonunu giyinmiş, uzun saçlarını dalgalandırarak, umut saçarak geliyordu. - Kimsede merhamet kalmamış oğlum, kimse kuruş vermiyor. Bana sövüyorlar. Toprağımı özledim, Yusuf'umu özledim. Ne olur götür beni, burada ölmek istemiyorum Birden hüznünü unuttu. Beyni düşünceden düşünceye atlıyordu. - Kefenim bile olmayacak, dedi. Burada ölmesem bari. Sık sık soluklanıp en sonunda boş bir arsaya oturtulmuş, daha önce inşaat işçilerinin kaldığı derme çatma, tahta kulübeye ulaştı. Arsanın öteki ucundaki diğer kulübedeki genç at arabacısı komşusu ve karısı kapıda oturuyordu. Onu görünce kalkar gibi oldular, sonra vazgeçtiler. Kapıyı açmaya uğraştı, çivilere sıkıca bağladığı ıslanmış ipi bir türlü çözemiyordu. At arabacısı: -Git yardım et ona, dedi, karısına. Kadın ayağa kalktı. - Gideceğim. Gideceğim de, mektubu, haberi ne yapacağım? - Ne yapacaksın ki? Olduğu gibi söyleyeceksin. Sen öldürmedin ya oğlunu. - Nasıl derim, Gökçe öldürüldü, diye? Kadın o yüzden yaşıyor, onun için dileniyor. - O yüzden işte. Burada sürünmesin artık, dönsün köyüne, gitsin, ölecekse orda ölsün. Genç kadın koynundan mektubu çıkardı. Birkaç gün olmuştu geleli, ama götürüp verememişti bir türlü. Birkaç adım attı, geri geldi. - Yapamayacağım, git sen yap kolaysa. Adam söylenerek kalktı, tamir ettiği atın yem torbasını yanına koydu, mektubu aldı, yürüdü. Hala iple boğuşan, romatizmalı yaşlı parmaklarına söz geçiremeyen Hacer onu görünce tanımadı, ama güldü. - Açamıyorum bir türlü, seni de hep yoruyorum. - Yaptığımız ne ki Hacer Teyze? Nasılsın iyi misin? - İyiyim, bir de Gökçe’den haber alsam. - Bir mektubu var teyze. Mektubu okumak için açtı. Son anda kadının oğlundan gelecek habere aç, bir harita gibi derin çizgili yüzüne, camlaşmış gözlerine, sanki mektubu okuyabilirmiş gibi uzanan titrek eline baktı. - Selamları var, derslerini vermiş. Gelecekmiş yaz sonunda. Mektubu eline verdi. Kapıyı tutan ipi çözüp karısının yanına koşar gibi gitti. - Ne yaptın, dedin mi? Ne dedi? - Diyemedim. O an ölür o kadın. Hacer yaz sonunu göremeden öldü. Onu ortalarda göremeyen komşusu birkaç gün sonra açık kapısını itip içeri girdiğinde kokmaya başlayan cesedini buldu. Mektup açık bir biçimde yanı başındaydı. “ Oğlunuz Gökçe Işık bir olay sırasında ölmüş olup…” yazıyordu daktiloyla. Hoparlörlerden yapılan tüm duyurulara karşın Hacer Ana’nın bir yakını, tanıyanı çıkmadı. Belediye cenazesini kaldırdı. Kulübesindeki birkaç eşyayı da at arabacısının karısı aldı. Gökçe’nin birkaç mektubu ve fotoğrafı da bunların içindeydi. * ÖNCEKİ BÖLÜM: "Çarmıhtaki Güvercin" Sonraki BÖLÜM: "Son Kez Mavileşti.... BAĞBOZUMU

  • BAĞBOZUMU 7

    -pazar kitapları- Şenol Yazıcı, Roman, * Bölüm 7 " "Son Kez Mavileşti Gökyüzü"" / roman / "Son Kez Mavileşti Gökyüzü" Gün bir maviliğe sarılmış usul usul sallanıyordu. Havada sararacak ot, devşirilecek başak kokusu vardı. Aşağıdaki dere, çevresindeki görüntülerin yansımalarıyla canlı, kırık bir ayna gibi paramparçaydı. Kimi bir bulut, kimi mavi gökyüzü, kimi iki zavallı söğüt... Öğretmenle misafiri okulun az ilerisinde, dereyi gören bir sırtta oturmuşlar, konuşuyordu. Hülya, olaylardan, öldürülen arkadaşlarından, açılmayan okulundan yorulmuş, bırakıp ayrıldığı köy öğretmenliğine dönmüştü. Başlangıçta zor alışmıştı. Öğrenciliğini, kent yaşamını, arkadaşlarını çok özlüyordu, kaç kez dönmeyi de düşündü. Ne var ki dünyayla tek bağlantısı küçük radyosundan duydukları hiç de iç açıcı değildi, her şey daha kötüye gidiyordu. O korku dolu günleri bir an önce unutması gerektiğini fark ediyordu. Gökçe gibi mektuplaştığı birkaç kişi dışında geride kalan arkadaşları, gitgide birer sisli fotoğrafa dönmüştü. Hiç beklemediği bir anda bir gün önce, akşama doğru çıkıp gelmişti Gökçe. Köyün muhtarını yanına almış, eliyle koymuş gibi bulmuştu köyü ve onu. Muhtar, yüzünde altın dişini gösterecek kadar geniş bir gülümseme: - Hoca hanım gözünüz aydın, ağabeyiniz gelmiş, demişti. İyi akıl etmişti bunu Gökçe. Köylülerin şehre indiklerinde kaldıkları otele uğramış, havalar ve yol iyiyse haftada bir kez gelen minibüsü beklemişti iki gün. Orada muhtara rastlamıştı. Dedikodu olmasın diye, ağabeyi olduğunu söylemişti demek ki. Şimdi derenin tam üstünde, yukarılara doğru iyice kahverengileşen bozkırın başında, tek başınalığıyla tuhaf bir yalnızlık yayan yaşlı ahlat ağacının dibine oturmuşlardı. Okuldan, ortak arkadaşlarından, olaylardan, ülkenin durumundan, en çok da Mavi Kız’dan konuşuyorlardı. Bir ara Hülya, cebinden sararmış bir kâğıt çıkarmış okumaya başlamıştı. Gökçe, önce anlamamış, sonra tanımıştı, Mavi’ye çok önceden yazdığı mektubu. “... Ve bilirsin sevgili, Tüy kesen bir kılıç ağzı gibi incecik bir ışıktır önce, ardından kıyamet orduları gibi ağarak dört yana, Mavi gelir, ışık gelir. Bekle! Zulüm olsa da, bekle!. Gök ılınır, toprak ılınır, su ılınır. Bekle, hep sürmez bu zemheri, düşer cemre. Durur fırtına, mavi kız. Yüklenir zulmünü, bir minik kardelene yenilir, gider, bu kar ve buz, Bahar gelir. Bekle söker şafak. Önce yalnız bir atlı gibi öyle aydınlık ve beyaz, ulu dağların doruklarında gelir. Yürek kaldıran, kanat açtıran bir eski zaman atlısı gibi dolanır karanlıklarını memleketimin, ses olur dev ıssızlıklarında, bir müthiş ışık olur, bekle şafak gelir. Bekle, güneş gelir. Bekleme, Onurunla dikil ayaklarının üstünde, daldır köklerini toprağa, bırak öte yüzünden çıksın yer kürenin, ancak, o zaman bahar gelir. Bekle Mavi Kız, o günü bekle. O gün geri döneceğim. Müthiş serüvenleri yaşamış, ama artık yorulmuş ihtiyarlar gibi, seninle kalacağım..." - Nerden buldun onu? Kız kâğıdı katlamış cebine sokuyordu. - Kendin bul, dedi. Düşünmek için doğru bir başlangıç bulamadan, geçmişi içi gözükmeyen bir çuvalı karıştırır gibi karıştırdı. Sürdüremedi. - Anımsamıyorum. Bir akşam... Erguvani bir akşamda, sığırcık sürüleri, Çankaya sırtlarından çığlık çığlığa akıyordu, sokaklar beklenmedik yağmurlarla toprak kokuyordu ve her bir şey maviydi. "- Sizi Dil Kurumuna götürürüm," demişti. Hiç umursamaz gibiydi,yerdeki kâğıtlara tekme atıyordu. Gelseler de olurdu, gelmeseler de; öyle duruyordu. "- İsterseniz tabi." Oysa yüreği doludizgin koşuyordu. Kantinde derste şöyle bir bakıp tüm dünyasını maviliklere saran kız olmaz der miydi? O mavilik: "- Olur," dedi. Onca kız varken, o kız özel bir yere oturdu kaldı sonrasında. Çıkarmak da istemedi hiç. Ona yaklaşırken niye hep korkak, hep hep... "- Arkadaş'ı seyrettin mi? Harikaymış." Yılmaz Güney, yeni bir solukla geri dönüyordu; herkes dönüyordu. 1975'te, aydınlık yüzlü kim varsa, sokaklara dökülmüş, elinde bir uzun fırça yıldız çiziyordu, mavi gök çiziyordu. Onunla bir karanlığı bölüşmek sevimliydi. "- Ben ısmarlarım." "- Çok mu zenginsin?" Gökçe, zenginim demişti, sokaklarda dilenen annesini bir yana atıp. Güzel giyimli insanların oturduğu, çiçekli bahçelerle sarılmış evlerde ışıklar yanardı. Onların bir parçasıymışlar, oralarda büyümüşler gibi çevrelerinde dolanır dururlardı. Dalları göklere ağmış, salt çiçek bir ıhlamurun gövdesine sığınıp, sanki öyle denk gelmiş, sanki suçlusun, deseler inkâr etmeye hazır, dudaklarından öpmüştü onu. Tepkisinden kaygılıydı, ama kız, uzun kirpiklerini devirip mavi gözlerini çağlayanlar gibi akıtarak gülümsemişti. "- Adın ne güzel. Gökçe Işık. Kim taktı?" "- Dedem. Beğenmedin mi?" "- Olur, mu, çok ilginç." "- Seninki daha ilginç: Mavi Kız." "- Bizde doğal, bir benzerlik kurup derler. Ak Kız, Ak Gül. Benim gözlerim mavi diye, Mavi Kız olmuşuz. Şimdi neyse de, ilerde, evlendiğim de filan yani... Azıcık uymaz olacak sanki. Sevmedin mi?" Sadece adını değil, bin türlü şeyi... der gibi sormuştu. Dere dümdüz ovada ne yana aktığı belirsiz, ama tek yaşam kıpırtısıydı. İnsansızlıkta bir ses, ıssızlıkta ayna ayna kalabalık akıyordu. Gökçe huzursuz düşünüyordu. " Şimdi ne vardı, o mektubu çıkarıp gösterecek? Sanki hiç unuttuğum mu var? İnsan tüm yaşamında bir doğru dürüst iş yapar da unutur mu? Mavi Kız'ı anımsatacak, saplı duran bıçağı yarada çevirecek ne vardı şimdi?" Unutmaya çalıştığı için de utandı. Unutmak çözüm değildi belki, ama yüreğin de nefes almaya hakkı vardı, unutmak belki de en çok oydu. Yine de konuyu değiştirmek istedi: - Tuhaf değil mi? Belki elli yıl, belki yüzyıl önce, bir fındığın, bir mısırın ardında ömür sürükleyenler, ipek böceği yetiştirirmişiz. Kızlar, daha el değmemiş, daha sevgilice öpülmemiş göğüslerinin arasında ısıtırmış kozayı aylarca. Anam derdi ki… Kız ağacın cılız gölgesinden aldı yüzünü, güneşe çıktı. Çıplak ışıkta, genç yüzündeki çizgiler çoğaldı. - Bana baksana sen, ne bu? Birden ipek böceği nerden çıktı? Anlar bir tavırla gülümsedi kıza. Kız yine de başını çevirdi, küstü. - Hülya! dedi bir kez. Yanıtsızlıkta oyuna çevirdi. Hülya! Hülya! Hülya! Daha bağırayım mı? - Adımı mı, ezberliyorsun, ne var? “Niye küsüyorsun, böyle beklenmedik, bilmiyor muyum?” diye düşündü, Gökçe. "Geldim geleli, bulup buluşturup onu anımsatman, beni denemen, sevişmenin orta yerinde, Mavi Kız'a benziyor muyum, demen..." - Oynar mıyım seninle? Birden öyle anımsadım, düşünürken. Ne kadar olağanüstü değil mi ama? Karadeniz'de ipek... Kimse sözünü etmiyor. En pis işlerini unutmazlar da. Dağ taş dutlukmuş o zaman. “ İnanmam mı, gerekli? Başka seçenek yoksa..." dedi, Hülya kendi kendine. "Büyütsem öfkemi ne olacak? Desem ki, okulda hep ışığın önündeydim, hep gözünün önünde, baktın mı? O yoksa eğer ya da durduk bir kavgayla ayrıysanız ya da sevdanızı yenilemek, büyütmekse derdiniz o zaman baktın bana. Ben, sizin ayrılıklarınıza bir umut diye yelken açtığımda, sen ayrılığa dayanma gücü buldun bende sadece. Onu beklemeye dayanma gücü. Her şey tuz buz olunca, bırakıp öğretmenliğe dönmeye karar verdiğimde, gün akşama dolaşmadım mı, Siyasal'ın önlerinde. Dur, gitme, diyemez miydin?” - Biz, tam yüreğimizden yirmilik bir kiriş çivisiyle, Ankara'ya çakılmışız, demiştin. Dereyi izleyen delikanlı, bağlantıyı kuramadı, şaşkınlıkla baktı kıza. - Ne? - Siyasalın önünde, gidiyorum, dediğimde öyle demiştin: Unutamazsın, Ankara'yı demiştin. Ayrıca seni unutmayacağım, demiştin. - Unuttum mu? Unutsam burada olur muydum? Kız önceden de düşünmüştü, beklenmedik gelişinin nedenini: " Burada olman kim bilir niye? Kentler artık insan avlanan ormanları geçmiş. Belki de bir şeylere karıştın, ortadan yok olman gerekli. Niyeyse, gelişine ne sevindim bir bilsen." Düşündü, ama seslendirmedi. - Sadece bu kadar mı? - Ne, bu kadar mı? Kız bunaldı, sustu. Erkek dönüp dikkatle aklından geçenleri anlamak ister gibi inceledi onu. Güneş, kim bilir ne zaman kına yakılmış saçlarda alev çemberiydi şimdi. Kaynayan gözlerine, esintiyi kapmış bir buğday tarlası gibi içten içe dalgalanan yüzüne, titreyen dudaklarına baktı. Ayrıntılara değin egemen olma gayretinden, böylesine önemsenmekten hoşlandı. Yine de bu sorgulamalarda rahatsız eden bir şey vardı. - Burada çok zamandır tatmadığım bir huzuru yaşıyorum. Sanki yarın hiç olmayacak. Yarın olmayınca da dertlenecek bir şey kalmıyor, farkında mısın? - Anlıyorum, dedi Hülya. Ama beklediği değildi, anladığı. " Anlıyorsan niye yalan söylemeye zorluyorsun beni?" Uzanıp kızın omuzlarından tuttu, kendine çekti. - Gel. Dizlerinin üstüne yatmaya zorladı. - Gel, yanağını avucuma uzat ve öylece gözlerini kapa. Öyle gözleri kapalı sordu, Hülya. - İnsan iki kez sevemez mi? Mavi Kız'ı sevdin diye bir başkasını sevemez misin, örneğin? - Bilmem, neden sevmesin? Gerçi Mavi başka, bir ölü o. Bir ölüyle kimse rekabet edemez. Sevilen ölüler adına müthiş bir şanstır bu. Bir başkasını sevsem bile, Mavi hep olur. Seversin tabi, insanın temel özelliklerinden bu, belki en önemlisi, ama sadece bir özelliği. Aynı anda başka insanları da sevmiyor muyuz? Anneni de seviyorsun, sevgilini de, kardeşini de. Neden olmasın? - Bence, dedi kız. Bu yalanı erkekler üretti. Bir kez sevmek yanılgısına düşen kadını tutsak etmek için üretilmiş bir yalan. Böylece kadın koşullanıyor. Öyle de, giderek erkek de kendi söylediğinin tutsağı olmuş. - Belki. Öyle durdular. Erkek dikilip köye baktı. - Otların yükseltisi bizi saklar ya, biri çıkıp... - Bu çok yüksek, ayrıca buraya pek gelmezler, dedi kız. Gelseler de bizi kardeş biliyorlar nasıl olsa. "Birileri görür mü? Görüp bu yerden bitme kardeşliği düşündüğü yere oturtur mu? Öğretmen hanım gün ortası, köy ortası aşna fişne yapıyor der mi? Desin. Yalnızlığımı, ne kadar sevmek zorunda olduğumu kim anladı? Gidecek biliyorum, gene gidecek. Sonra…” Sonralara deli oluyordu. Haklıydı Gökçe. Yarın, mutlak güzellik değilse, eskimeyen, tükenmeyen güzellik değilse yarın, hiç olmazsa da büyük bir eksik değildi. Doğrulup oturdu. - Yarın olmayınca gerçekten hiçbir sorun kalmıyor. Gökçe: .- Dediğime aldırma. İnsanın görevi yarını güzel kılıp yaşamak, bunun için savaşmıyor muyuz? - Sanki hiç başaramayacağımız bir kavga bu. Baksana her bir yan genç ölüsü. Devlerle savaşa durmuş çocuklar gibiyiz. Şakası yok bu işin, tüketecekler bizi. Yarın olacaksa bile, hiçbirimiz görmeyeceğiz. Hüzünle bakıştılar. Mavi de öyle demişti: " Sanki devlerle savaşan çocuklar gibiyiz. Biz, teker teker yok oluyoruz, ama onlarda bir tek çentik açamıyoruz. Oysa söylencelere bak, devler hep yenilmiştir insanoğluna. " Bir yürüyüş başlangıcındaydılar. Kol kola girip ana caddeyi kaplamışlar, sloganlar atarak devlerle savaşa gidiyorlardı. Bütün sorumlular, yetişkinler, evlerinde, sıcacık yataklarında, tatil sabahının zevkini çıkarırken onlar, binlerce çocuk, yürüyerek sokakları aşındırmaya gidiyorlardı. Yürüyerek, bağırarak yanlış buldukları ne varsa düzelteceklerdi. Seslerini, derin uykularında uyuyan büyüklerine duyurabilirlerse düzeltmelerini isteyeceklerdi. Gök yağmura kesmişti. Dalga dalga ıssız caddeler boyu, dört yanları polisle kuşatılmış, duyması gerekenlerin camları sıkıca kapalı, yürüdüler. Yağmur, onları bozgunda yakaladı. Ara sokaklarda sığınacak bir yer arayarak kaçıyorlardı. Polisler, yeri göğü sarsan metal çığlıklarla panzerler üstlerine geliyordu. Mavi kız topal bir ayak gibi, ama hiç vazgeçmeyen bir ayak gibi koşuyor ve ağlıyordu. Orda, bir soluk alabildikleri, hanımellerinin arasında, gözyaşları gülmelerine karışarak demişti: "Devlerle dövüşen çocuklar gibiyiz." Mavi Kız'ı özlüyordu. Hülya’yı da anlıyordu. Umutla başladığı okulu bırakıp, can azizdir, diyerek ki, can koşulları oluşmazsa hiçbir şey değildi aslında, bu dağlarda yalnız keşişliğe özenmek kolay değildi. Kolay olsa bırakıp üniversiteye gider miydi? "Umutlarımızı yiyorlar," demişti Gökçe'ye yazdığı mektuplarında." Kimse buraya öğretmen olarak gelmiyor, gelen durmuyor. Bense onları ışığa götürecektim, o umutla... Onlarsa ışık istemiyorlar ya da ışıkları başka..." Doğruydu, bu insanların ışıkları başkaydı. Yaşamak, sağ kalabilmek tek istedikleriydi. Bin yıldır bu köyden bir tek okumuş çıkmış mıydı? Daha bin yıl geçse de çıkmazdı. Tek beklentileri ölmeden bahara, sıcak günlere ulaşmaktı. Çocuklarını zorla okula alan, jandarmayla tehdit eden öğretmene kızıyorlardı. Niçin, diğer öğretmenler gibi bırakıp, kente daha yakın bir okula gitmiyordu. Yezit, diyorlardı, ona. " Yezit, diyorlar bana. Ali taraftarlarına zulmedenlerden biri sayıyorlar beni. Halkım için ölmeye hazır, benim gibi bir devrimciyi, mezhep ayrılığıyla saf dışı etmeye çalışıyorlar. Bu halk kurtarılmak istemiyor Gökçe. Beni şikayet ettikleri müfettişe de anlattım. Burada durman, sadece durman, yılmadan ödün vermeden, kentli giyneğiyle, kentli yaşama biçimiyle ve olanaklarıyla durman yeter. Varsın okula gelmesinler. Bir teki sana imrense yeter, bir teki senin gibi olmaya, giyinmeye, yaşamaya niyetlense yeter. Seni böyle görürlerse kenti tanırlar, imrenirler. Unutma, insan ancak bildiğini hayal eder, diyor. Diyor ya, hazmedemiyorum, güya ben mezhep ayrımı yapıyormuşum, şikâyet etmişler… Ben ki, ne bir dua bilirim, ne de namaz. Niye? Çocuklarını okula getirtmek istiyorum. - İnsan insandır, hangi dinden olursa olsun. Zayıflıklarıyla, erdemleriyle. Hepsi insan işte. Çıkarlarına dokundun mu, acımasız olabilirler böyle. Başka bir köyde de komünistlikle suçlanırdın, sadece çocuklarını okula getirtiyorsun diye. Cahil halkı bu haliyle sevmek zordur, ama terk etme şansımız da yok. Aydın olarak onu kendi düzeyimize çıkartmak zorundayız ki, bu da ancak onu sevmekle mümkündür. - Onlar istemese de, öyle mi? Bu Pantürkçülerin yaklaşımıydı. Halkı, bu tarz sevmenin, onu tanrılaştırmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Ne bileyim, halk halk, diyerek öyle bir çizgiye varıldı ki, onlar gibi yaşamak, halkı sevmek oldu. Halkı kendi düzeyimize çekecek yerde, biz onun düzeyine inmeye çalıştık. Bu halkla bir yere varılmaz. Gökçe: - Zoru değil de, kolayı seçtik, hepsi bu. Ne var ki, sözüne katılmıyorum. Dünyanın her yerinde aydınlar, halktan birkaç adım ilerdedir ve olması da gerekir. Atatürk, olmayacak bir şeyi bu halkla başardı, daha zor koşullarda hem de. Sorun onu yönlendirmekte. Kalktılar, yamaçtan aşağı dereye inen patikadan yürüdüler. Dere, şimdi ıssızlığın ortasında kımıltısız, Güneş ufka doğru indikçe siyahlaşan, donuk mavi bir yılan gibiydi. " Bu dere de olmasa, bir kâbus gibi olur burası her hal." Yanında yürüyen kıza göz attı. Yüzündeki katı çizgiler yumuşamamıştı. " Ben olsam duramazdım," diye düşündü. O ise daha yaşamın başında, burada böyle bir yalnızlığa razı gelmek, yürekten öte, inançtan öte bir şey ister, nefret gibi ateşli bir duygu. Belki de halktan yana olmak buydu. Bu katlanış, halka rağmen halkı sevmek...” - Kirpiklerin çok hoş. Gülümsedi kız, gamzelerini göstererek gülümsedi. İnsanlar birbirlerini yakalamak için güzellikleri büyütüyorlar mıydı? Mavi kız da öyleydi. Zorlukla ayarladıkları bir arkadaş evinin küçük odasına ilk birlikte kilitlendiklerinde... Mavi olayın büyütülecek bir yanı olmadığını söylüyordu ya, yanakları al al, öylece sandalyede oturup kalmıştı. Eline geçirdiği bibloyu evirip çevirmiş, sonunda kırıvermişti ortadan. Gökçe’yse ürkekliğini saldırgan bir neşeyle örtme derdindeydi. Yine de, ellerini ne yapacağını şaşırdığını anımsıyordu. Kırılan bibloyla birlikte komik bir suskunlukla bakışmışlardı. "- Gözlerin ne güzel, mor mavi," demişti Mavi. "Bir erkekte o kadar güzel göz, yazık." Hoşlanmıştı. Ama yakınlaştırıcı yanıtı bilse de, diyememişti. Sokakta el ele, sarmaş dolaş yürürlerdi. Kaç kez başkalarının önünde öpüşmüşlerdi. Şimdi ne oluyordu daha elini bile tutmadan? Hemen kalkıp gelemedi, Mavi Kız. Ayağının ucuyla doğu işi kilimin desenlerini sayıp durmuştu. Sonunda biriktirdiği bütün yüreklilikle doğrulmuş, ölümüne uzanır gibi öyle gelmişti. Tavrına sırıtan bir pervasızlık, rahatlık yüklemişti. İnce tişörtünü sıyırmış duruyordu. Anımsadığı tek şey, yaşlı birinin teninin rengine benzeyen sutyeniydi. Bakamamıştı. Bu anı çok özlemişti, ama onun bir bıçağın altına uzanır gibi... ”- Giyin üstünü," demişti öfkeyle. "Ben, seninle yalnız olmak istedim, sadece." Öyle dargın durmuştu. Başını yastığa gömüp durmuştu. Ağlamak bile istemişti. Mavi okşamış, öpmüş, döndürememişti. "- İkimiz bu işte çok acemiyiz. Sokakta öpüşmeyi, el ele dolaşmayı gördük, ama burası başka bir şey. Filmlerde olsa bile, tamamen kişiye özgü bir olay, emanetle olmuyor. Sen bilirsin sandım, öyle duruyordun, ne bileyim, çok deneyli gibi," demişti. Bütün erkekler bu işi çok iyi bilirmiş gibi durmak zorundadır, diye düşünmüştü. Düzgün bir cümle kuramadığını, bisiklet kullanamadığını söyleyebilirdi bir erkek, ama bunu bilmediğini söyleyemezdi. Eli tek bir kadın eline değmemiş biri bile anlar gibi durmak zorundaydı. Bir kadın, rahmini ameliyatla aldırdığını her yerde söylerdi, ama bir erkek, orasında bir sorun olduğunu öldürsen diyemezdi. Erkeklik sanıldığından dertli işti. Tutmuş, şimdi bile şaşırdığı bir utanmazlıkla, bütün cinsel deneylerini, öyle birbirinden kopuk, çoğu görsel, çoğu filmlere, kitaplara dayalı bildiklerini anlatmıştı. "- Ya sen?" diye sormuştu kıza. Sanki anlatması mümkünmüş gibi sormuştu. "- Benim pek yok." Gökçe büyük bir inanmazlığı bakışlarına yükleyip bakınca, kızarmış, mavi gözleri, tutunacak yer arantısında dolaşmıştı odanın içinde. Sonra dönüp: "- Niye zorluyorsun ki? Hiç yalansız güzel olur mu insan?" demişti. İlk kuşku, ilk bilmek arzusu o zaman mı başlamıştı, yoksa sevmenin doğasında hep var mıydı? Onu öğrenmek istemişti. Dünyanın belki de en zor işi, bunu istemeyen bir kadını tümüyle öğrenmeye çalışmaktı herhalde. "- Tut ki, bildiğin gibi değilim, sever misin beni gene?" demişti Mavi. Ama öyle, oynar gibi, şaka gibi. Yüreğini bir çelik pençe kavrayıp sıkmıştı. Konuşamamıştı. "- Fazla değil, bir iki kez öptü beni o kadar." Bilerek öptü, diyordu. Öpüştük demiyordu. Bu tek yanlılıkta bile, bir namusluluk, bir avuntu bulmuştu o zaman. "- Kimdi?" "- Öğretmenimdi." Dahasını dememişti. Gökçe öğrenmeye deli divane olduysa da üstüne gitmemişti. Yüreğinde bir şeyler kırılmış, darmadağın olmuş muydu? Aklıyla kendini rahatsız eden şeylerin, kadına sahip olma gayretinin bir ürünü olduğunu düşünüyor, ama yüreği çığlık çığlığa baş kaldırıyordu. İşin bir öpüşmeyle kalmadığını hep bildi sanki. Gene de sezmişti. Gözlerinde o endişeyi yakalamasaydı, her şeyi anlatacaktı kız. Yakalanınca yalana soyunmuştu ya da daha az doğruya. "- Sadece öpüşme mi?" diye sorduğunda, kızın duraklamadan, evet, deyişine sevinmişti. Sonraları, binlerce yıldır ezilen kadının, yalanı, doğrudan daha rahat söylediğini öğrenecekti. Dere boyunca suyun ve kurbağanın sesine kulak vermeden yürüyorlardı. Güneş çok ötelerde gri, camlaşmış bir sisle örtülü can çekişiyordu. - Arada bir orayı deniz gibi düşünürüm, diye mırıldandı Hülya. Dalgın dalgın o yana baktı. Görmeden baktı. Mavi'den söz etmek istiyordu. Uzun süredir hep onu düşünmüş, ama kimseye söz edememişti. Şimdi söz etmeseler, çıldırırdı. - Aylarca para verdi bana, kendinden esirgeyip. Oysa benim yüzümden o akraba evinde sığıntı kaldı. Bir gün yemeğe gitmiştik. Esat'ta, Karınca sinemasının orda... Hülya'nın ilgisizliğine baktı. Anlatmak zorunda olduğunu anlamıyor muydu? İlk kez Mavi'yi birine anlatabildiğini... - Rahatsız oluyorsan anlatmam. - Yok, ondan sonrasını biliyorum da... Şampanya içmenizi önermiş. Hiç yaşamında içmediğinden seninle denemek istemiş. Kim bilir, seninle böyle de olsa, bir ilki yaşamak istediğinden mi, ne? Sense... Gökçe anlamazlıktan gelmek istedi. Mavi'nin her şeyi anlatabileceğine inanmak istemiyordu. Öfkesini denetleyerek mırıldandı. - Sonra? Madem her şeyi biliyorsun, anlat. - Bildiğime kızdın, değil mi? Senin mavi kızın, seni kimselere anlatmaz öyle mi? - Kızmadım. - Kızdın, dedi inatla. Haz alırcasına. Dimdik baktı. Gözlerde bir öç ışığı aradı. - Ben gitsem mi? Böyle birbirimizi yiyeceksek, giderim. Akşam yeli, otların arasından bir yılan gibi süzülüp geldi. Ürpertici bir serinliğe battılar. Uzanıp tuttu elini Hülya. - Onu çok seviyordun. - Evet, çok. - Kızdın sizi anlattığı için. - Kızmamam gerekiyordu değil mi? Ne var ki, kızdım. İnsan sevgiyi, sevgiliyi çoğu kez kendi yaratır, büyütür. Görmek istediğini görür olursun. Aşkın gözü kördür, derler ya ondan. Kötü değil bu. İnsanın kusursuz, katıksız sevgiye gereksinmesi var, ondan kimi şeyleri görmez. Ama Mavi'de, bir konuyu saymazsan, bir kusur bulamadım. Anlatması, her ne kadar insanca da olsa, büyük bir kusur geldi bana. Belki de onu yeterince tanımıyorum. Sana ne dedi? Kız karar veremedi. Onu yeniden gerginleştirmek istemiyordu: - Boş ver bana dediğini, sen anlat? - Sonrası yok. Biliyorsun. Bir süre öyle okuduk. Kendi sorunlarımız varsa da okuyorduk, hiç olmazsa. Ecevit büyüyen sola ve Kıbrıs Çıkartması’nın getirdiği onura yaslanıp bir başına, ortaksız iktidar olmak için çekilince kargaşa başladı. Sürgünler, kıyımlar, saldırılar... Tek başına büyük şehir, parasızlık... bizi allak bullak etmişken, bir de ölüm korkusu eklenince üstüne, ürkek güvercin sürüsü olduk. Dayanamıyordum. Açlığa, yokluğa en kötüsü o kentin sevgisizliğine dayanamıyordum. Sözde boykot nedeniyle, gerçekte bize haddimizi bildirmek için, bir umarımız kredilerimizi kestiklerinde iyice bitmiştim. Mavi, o günlerde, ben kendimi taşıyamazken, beni sürükledi. Sadece sevgili değil hiç vazgeçmeyen dost oldu, onsuz yapamazdım. O zamanlar, hele o öğretmen konusu gündeme geldikten sonra onsuzluğa dayanırım, gelirdi bana. O adamı içimden atamaz, belli de edemez, durduk kavgalarla giderek büyüyen ayrılıklarımız olurdu. Adam et ve kemikten olsa o kadar hissedilmez, aramızdan hiç çıkmazdı. İnanır mısın onu öperdim, severdim ama onunla yatamazdım, adamla ilgili bir iz bulacağım diye. Oturup anlatmadı da. Anlatmayışını bir şeyleri saklama olarak alıyor, ona güvenimi yitiriyordum. Bir anlatsa, düğüm çözülecek, ne yaşanmışsa kabulleneceğim geliyordu. En azından onun çok özel bir şeyleri benimle paylaşması güvenimi artıracak ve bir yerden, ama sıfırdan başlayacaktık. Yapmadı. Kuşku beni yedi bitirdi. Adam hala var sanıyordum. Çevresinde gördüğüm her erkeği o adamla ilgili sanıyordum. Sonra... Sesi titredi. Yüzünde beliren acıyı, dolan gözlerini belli etmemek için sırtını dönüp artık yok olan güneşin çok yükseklerdeki kızıl esintilerine baktı. - Sonra, salt beni yiyen, uykularımı alıp giden merakımdan kurtulmak için onunla birlikte oldum ve... Kuşkularına yanıt olacak bir şey arıyordu, ama hiçbir şey anlamamıştı seviştiklerinde. Ne var ki, olması gerekene, bildiklerine ya da duyduklarına aykırı bir şeyler vardı, hissediyordu. Kız hiçbir açıklama yapmamış, o da soramamıştı, ama ip kopmuştu artık. Hissedilir bir küskünlük, durgunluk içine girmişti. Sonra bir gün okul kütüphanesinde kadın anatomisiyle ilgili bir kitap bulup getirmişti kız. Sanki rastlantısal gibi, kızlık zarı ile ilgili bölümü açmış, yüksek sesle okumuştu: Kimi kızlık zarları yapısal olarak esnekmiş, kanama olmazmış diye. Sonra, anla, der gibi bakmıştı. Onu terk edememişti, denemiş, ama yapamamıştı. Ne var ki, artık sevgisine denk bir nefret de büyüdü içinde. Hülya bütün öyküyü biliyordu. Onun neyi anlatmak istediğini de. O yüzden bir süre kaskatı kesilen erkeği izledi, bekledi. Sonra yaklaşıp elini beline doladı. - Hep böyle mi, olacak? Onu Tanrı yapıp saklayacak, sonra onun da bütün kadınlar gibi zaaflara sahip olduğunu düşünüp kahrolacak mısın? Dedin ya insan büyütür sevgiyi, güzel de bu. Ama insan sevgiyi ve sevgiliyi büyütürken gözünde, sevgi ve insan gerçeğini aşarsa, kendi yanılgısını da evrensel ahlak değeri sanırsa, sonuç korkunç olabilir. Sen feodal bağlarını aşmış bir devrimci değil misin? Onun yanıtsızlığına sinirlendi. Çekiştirdi kolundan. İnatla direnen erkeğin gözlerindeki yaşları fark etti. Gitmedi daha üstüne. - Dünyayı değiştirmeye çalışan insanların kendilerini değiştiremeyişleri asıl acıklı. Hep dedim ya, sizin bilinen anlamda bir ideolojiniz yok. Korkularınız bir araya getirmiş sizi. Yaşadığınız eziklikleri, yüreğinizdeki kahramanlık hevesini, yurt kurtarıcılık ereğine sarılıp tatmin ediyorsunuz. Dönüp baktı Gökçe. Gözleri ıslaktı. - Bu doğruysa bile, salt benim sorunum değil en azından. En devrimcimiz, en öndekimiz bile ondan, namustan dem vuruyor. Yapıtlarında, eylemlerinde anamın bana anlattığını, toplumun öğrettiği namusu alkışladığı için seviyoruz onları. Ahlak değerlerimiz olmamalı mıydı? - Güldürme. Senin ahlakın, senin dışında bir yerde nasıl oluyor, o güne değin hiç tanımadığın bir kadının bilmem neresinde?.. O kendinde olanı sergiler. Ne biçim devrimci düşünce bu? Herhalde baban da aynı düşünürdü. - Bildiğimiz, öğretilen bu. O kadar devrimci olamadık demek. Arada ben de söylediğin gibi düşündüm. Bana ne el alemin akılsız ya da ahlaksız seçimlerinden diye… Dönüp konuşmak isteyen kıza baktı, gülümsedi, sürdürdü: -Bak benim kızlık zarı gibi bir sakıncam yok, ama hiçbir bayan arkadaşım, o varken başka kızlara yakınlığımdan hoşlanmadı. Yani paylaşmamak insanın, en çok da aşkın doğası… - Ama bu ahlak değil Bak anlatıyorsun Mavi, bana her şeyini verdi, diyorsun: Arkadaşlığını, dostluğunu, sevdasını. Bir kızlığını unutmuş. En önemlisi bu muydu? Seni sevdiğini söylerken başkalarına da, aynı şeyi mi, diyordu. Bundan söz et. Senin daha bilmediğin birçok şeye rağmen tanıdığım en namuslu kızdı, Mavi, gerçek bir insandı o. - Bu belki doğru, ama ben, üstün insan ya da evliya aramıyordum, sevgili arıyordum… Ve sevgili binlerce yıldır hep aynı tanımlanıyor, Diğerlerine ise, herkesle her şeyini paylaşanlaraysa, insanlık derecesi ne olursa olsun, orospu deniliyor. Bir yerde haklısın, kötüsü de bu belki de. O kadar mükemmel erdemlere, o ululuk da yakışır demiş olmalıyım. Onun bir insan, zayıf bir insan olduğunu anlayamadım. Belki öyle bir insana çok ihtiyacım vardı. "- Beni bu kadar sevme, " derdi Mavi. " Beni böyle bir ululuğa oturtup sevme. Kavgalarına, hiçten büyüttüğün dargınlıklarına dayanıyorum, günün birinde beni bırakıp gideceğin düşüncesine dayanıyorum, ama buna dayanamıyorum." " Doğruya bu kadar açık olması da az şey değil. Ne var ki bunca geç..." diye düşündü Hülya. - Belki de aranızdaki en ciddi sorun da buydu. Onu tanrılaştırman. Öyle anlatırdı. - Bunu da mı anlattı? Bu kez kızmadı, incinmedi. Hüzünle gülümsedi. - Biz kızlar, siz erkekler gibi egemenlik kaygılarıyla donatılmadık. Yüzyıllarca sadece analığa öyle şartlandırıldık ki, sizin ilkelerinize sahip değiliz. Sahip gözükenler uydurmadır, sonradandır. Kadınlar birbirine gereksinme duyarlar, anlatırlar. Bizim hiçbir şeyimiz yok. Kendi namusumuz bile. Erkeğin namusunun emanetçisiyiz sanki. E, başkasının malını da o kadar korur insan, değil mi? Bir kadının gerçek namusu, ancak kendine saygı duyuyorsa, kendine emanetse, ama bilinci varsa mümkündür. Yoksa niye anlatmayalım, sizin bize komik gelen kaygılarınızı. Mavi, ilk kezinde öyle kararlaştırdığınız halde arkadaşınızın evinde onunla yatmayışına gücenmişti. Aşağılandığını düşünmüştü. Belki de, o öğretmenle öpüşmekten öte gittiğini anladığını ve bunun senin için önemli olduğunu hesaplamıştı. Neyse ne, ama bir kadını sevişmeye hazırlayıp öyle bırakmak sarsıcı bir eylem. .- Öğretmen, o anda girmişti aramıza. Tutsa anlatsa, kandırdı beni dese, zorla oldu dese... Kız sözünü kesti. - İşine gelirdi. Beklediği, kendini sakladığı erkeğin, seni tanımadığı zamanlarda bile, sen olduğunu düşünüp mutlu olurdun, ama Mavi yalan söyleyecek kız değildi. İsteyerek, bilerek gitmiş öğretmene. Adam sürgün gelmiş oraya, bir de ideolojik yakınlık var. O da doğuluymuş galiba. Aynı mezhepten olduğunu biliyorum da... Ne tuhaf bir ülkeyiz, dostluğumuzun altını eşele, ya aynı din, ya aynı şehir, ya aynı takım unsuru var. Evliymiş, ama her şey olup bittikten sonra öğrenmiş Mavi. Onu bilirsin, bir sevmesin, nesi varsa verir, almayı düşünmeden verir. Öğretmen orda durdukça da, sürmüş ilişkileri. Gökçe'nin bütün vücudu koca bir yürek olmuş sızlıyordu. Demek defalarca yatmıştı onunla, hem de kendi arzusuyla. Oysa bulabildiği avunma, öğretmenin konumunu kullanması, duygu sömürüsü falan filandı... İçinde, cerahat bağlamış bir yara deşilmiş, kanla irinle karışık akıyordu. Hülya sürdürdü. - Sana hep anlatmak istemişti ama, severek yaptığını nasıl diyecekti. Yalanı da reddediyordu. Hiç söylememek, yalanla karışık doğrudan daha iyi değil mi? - Bir orospu gibi davranmış, dedi öfkeyle. Nesini anlatacaktı artık? İlk kez Mavi ile ilgili böyle konuşuyordu. Hep düşünse bile... - Gene ilkelleştin, dedi kız. Hani dinleyecektin? Hem herkes yaşamında bir devir, orospu gibi davranmaz mı? Kadın, erkek, herkes, sen bile, ben bile. Nerden bilirdi senin karşına çıkacağını? Sen, o öğretmenin yerinde olsaydın orospu der miydin ona? Ona seninle yaptıkları icin değil, senden önce yaptıkları için, orospu diyorsun. Oysa aynını senle de yaptı. Ben de… orospu mu oldum şimdi? Kendin anlattın. Yaralandığında seni haftalarca evinde saklayıp bakan, seninle sevişen Kıbrıslı kız, ne demişti? Sorgulamaya kalktığında, reddedip, ben istediğimle yatarım aslanım, bu yürek de benim, bu da... dediğinde, niye orospu diyemedin ona? Aksine takdir ederek anlattın. Ne yani, sorun, kimi insanların, Mavi gibilerin, sevdiklerine nesi var, nesi yok vermeye kalkmaları, sorgulanmaya dayanmaları, aşktır, o halde acı doğaldır, diye düşünmelerinde mi? At bu kafayı, bir ilişkinin sonu, evlilikle bitiyorsa şekli ne olursa olsun aşk, ayrılıkla bitiyorsa orospuluk öyle mi? Kıpkırmızı kesilmişti kız. Biraz da kendini savunuyordu sanki. Öyle ya, o da birçok şey yaşamıştı. Bedenin seni çılgınca çağırırken sanki yaşamamak mümkünmüş gibi. Sanki elindeymiş gibi. Ne yapacaksın, yaşadıklarından kızlık zarını kaybetmeden çıkmışsan ya da anlatmıyorsan hiçbir şeyi, yok etmişsen bütün izleri, ne yapmışsan yapmışsın, sorun yok. Ama rastlantısal bir dakikalık bir ilişki de, ona bir şey olmuşsa artık bütün yaşamınca bir peygamber, bir azize gibi bile davransan çıkışı yoktu. Bir zenci muamelesi görmeye hazır olmalıydın. - Lütfen, dedi Gökçe, onu sakinleştirme derdinde. Çarpıtma lütfen. Seni yargılamadım ki. Bu geçmişle ilgili bir problem. Tek yanlı da değil. Ben, o öğretmenin yerinde de olsaydım, Mavi'ye saygı duymazdım. - Neden? - Kuralı unutmayacaksın. Namuslu ilişkiler, namuslu insanlar ister. Her şeyden önce uygunluk esastır. Aşk namuslu bir ilişkidir, olması gereken. Tek başına seks ise sadece hayvan yanımız. Birbirine bağlıysa bunlar doğal tabi. Birbirine yaklaşan karşı cinsler, sonsuza değin birliktelik hesabı yapmasalar da, aşkın kendisi o hesabı yapar. Sonsuza değin birlikte olunamayacağına inanırsa aşk, o ilişkiyi reddeder. Uymaz. Seninle benim aramda bir anlamda anlaşma yok, istesek, uysa, bir arada olmamıza hiçbir engel de yok. O zaman, biz aşk için namuslu insanlarız, uygunuz. Ama düşün, sen evli olsan uymaz, temelde uymaz. Sacayağının bir ayağı yok artık demektir. O halde, aşka uygun değiliz. Neye uygunuz, sekse. Sevgiyi soyutlayıp sadece, hayvanca bir içgüdüye uygunuz. İki namussuzuz artık. Bunu savunamazsın, bunu saklarsın. - Çok karışık, dedi kız. - Değil. Adam evli, adam öğretmen, adam yaşlı, aşk açısından bunun eşiti yok. Adam, aşkla ilgili hakkını bilerek ya da bilmeyerek kullanmış. Mavi bekâr, Mavi çok genç, Mavi öğrenci... Bunun eşiti, sonsuz ve sınırsız aşklar. Ama namuslu aşklar. Pardonu olmayan tek ilişki aşk. Mavi'yle o adam uymuyor. O adam da, onu takdir etmemiştir, inanabilirsin. Sadece faydalanmıştır. Kız, ne zaman düşünse, aklını karıştıran ve doğru açıklamalar getiremediği aşka dair bu basitleştirilmiş tanıların kimisini içinden onaylayarak dinlerken sözün orasında itiraz etti. - Öyle olmadı işte. O saygı duydu. Gelip aradı Mavi'yi. Nesi var nesi yok Mavi'ye vermeye hazırdı. Hazırdı, ama artık sen vardın ortada ve artık seni seviyordu. İnanmaz inanmaz baktı ona. - O adam, ben varken Ankara'ya geldi mi? Hülya artık dayanamadı. Bağırarak konuşuyordu. - Sen varkenmiş… Sen kimsin be? Çulsuz, dogmatik, katı, bağışlamaz, anlamaz yargıları olan bir çulsuz. Bir güzelliğin var, güzellik karın mı, doyuruyor? O kız, öyle düşünmedi, adam ağladı bile, bakmadı. Benim yanımda oldu tüm bunlar. Mavi ola ki, sen duyup yanlış anlarsın diye, beni de götürdü yanında. Adam öğretmenliği bırakmış, şansı da yaver gitmiş, iş kurmuş, paralı yani. Karısından ayrılacak hemen. Mavi'de akıl mı var? Sen, o kadar körsün ki, onunla ilgili hiçbir şey bilmiyorsun. O ise zor bir yaşama seninle olmak için razı. Gökçe düşünüyordu, tek bir noktada kalamayan aklı, insanlığın çektiği en dayanılmaz duygunun, kıskançlığın girintilerinde koşturuyor, duracak, tutunacak bir yer bulamıyordu. Arada bir, sadece çektiği acıyı hafifletmek için, yaşananların doğru ya da yanlış geçmişte kaldığını, kızı bundan dolayı suçlamanın yanlışlığını algılıyor, Mavi, bir adam öldürüp hapse düşse çoktan salıverileceğini, cezasını çekmiş olacağını düşünüyordu. Sonra birden, Mavi'nin çıplak, güvercin duruşlu vücudunun salyaları akan bir yabancı erkek tarafından okşandığını, üstüne üstlük kızın da ona istekle yanıt verdiğini gözünde canlandırıyor, çıldırıyordu. - Ben kalması için yalvarmadım. Bana niye sövüyorsun? Hırsızın hiç günahı yok mu? - Aynen öyle, sövüyorum. Mavi adına da, kendim için de... Tüm kızlar adına, tüm erkeklere… - Buna gerek yok, istersen giderim. - Lanet olsun. O zaman da böyleymişsin. Hep gitmelerden dem vururmuşsun. Söylesene bana, varlığı kılıç üstünde, gitti gidecek bir sevgiliye nasıl dürüst olunur? Nasıl anlatılır, tedirgin eden geçmiş? Bu senin silahın. Adam etmek, teslim almak için kullandığın bir silah bu, ama karşındakini savunmasız kılarak, kendini anlatma şansını yok ederek, adam etme silahın. Gökçe: - Ne yapabilirim, değiştirilemeyecek şeyler de var. Durup düz duvara tırmanmaktansa gitmek daha kolay. Hülya, söylediklerinin de etkisiyle hıçkırarak ağlamaya koyuldu. Mavi'yi savunurken gerçekten kendini de savunuyordu. Bir eylem sırasında tanımıştı, Gökçe'yi. Beşevler'de karşı gurubun saldırısına uğramışlardı. Sonra polis bastırmıştı. Saldıranlara değil, onlara vuruyordu coplarla. Yanındaki yeni tanıştığı erkek arkadaşı kaybolmuştu. Düştüğü yerde, başına inecek copu bekleyip ağlıyordu. O anda, uzun saçları yüzüne gözüne dolanan bir genç, polisle arasına girmişti. Polis de ona vurmuştu. Alnının orta yerine gelmişti cop. Burnundan kanlar akarak yanına yığılmıştı çocuk. Hülya, ona ne olduğuna bakacak durumda değildi, korkuyla kaçmıştı. Sonra eylemlerde, kantinde, kimi ortak derslerde karşılaştıkları olmuştu. Çocuk sanki hiçbir şey olmamış, onun uğruna dayak yememiş gibi sadece gülümsemiş, merhaba deyip geçmişti her seferinde. Yanında, esmer tenine hiç uymayan mavi gözleri olan bir kız oluyordu hep. O çocuğa âşık olmuştu. Yaşamına birçok erkek girip çıkmış, kimi önemli, kimi önemsiz çekip gitmişti, ama ona duydukları hiç değişmemişti. Yaklaşmanın yolunun yanındaki kıza ulaşmaktan geçtiğini algılayıp başardığında, aralarında büyük bir bağlılık olduğunu anlamıştı, ama ilgisi azalmamıştı. İkisine de hep dost, hep arkadaş kaldı. Mavi vurulduktan sonra, bir ara umutlanmışsa da, artık her şey dağılmıştı. Gökçe, bireysel bir öç alma derdinde ortalardan yok olmuştu. Ardından, Hülya da Okulu bırakıp öğretmenliğe dönmüştü. Sonra bir akşamüstü, nasıl bulmuşsa bulmuş, buraya gelmişti, Gökçe. Kız, geliş nedenini, niçinini irdelememiş, çok sevinmiş, o gece çok düşünmeden yatağını onunla paylaşmıştı. Şimdi, onun da bir ahlâk yoksunu olduğunu mu, düşünüyordu. Gerçi, onu asıl inciten bu değildi. Böylesine kendini verdiği halde, Gökçe'nin hiç de bir sevgiliye davranır gibi ona davranmayışı, yanındaki sanki bir erkekmiş gibi, hep eski sevdiğini gündeme getirmesine içerliyordu. Aşkın üçüncü sacayağının, ortak bir geleceklerinin olmayacağını öncelikle belirtiyordu sanki. Yarını olmayan bir ilişkiyi, hele de doğru olanları yaşamak şansın varken, bilerek yaşamak, Gökçe'ye göre ahlaksızlık değil miydi? Kırılan onurunu, bir açıklama yapamadan kurtarmalıydı. Ne diyebilirdi? Neden, seni sevdiğim gibi sevmiyorsun beni mi, diyecekti? Diyemeyecekse, o zaman, onun da haklılığına, tüm savunmasına rağmen, tam inanamadığı benzer bir yerden vururdu. Mavi'den söz edilmesini bundan istiyordu. Cebinden çıkardığı mektubu uzattı. - Al, bu sende kalsın, daha iyi. - Nerden geçti eline? - Vurulduğunda kitapları bende kaldı. Biliyorsun kimse aramadı, ölüsünü. Cenazesini uzak akrabaları aldı. Anne baba gelmedi. Gerçekte, bunu bilmiyordu Gökçe. Kızın donmuş, kaskatı kesilmiş elinden, elini zorlukla ayırıp arabaya tıkmışlar emniyete götürmüşlerdi onu. Çıktığında kendinde değildi. Günlerce parklarda, sokaklarda sürünmüştü. "Sevgili, Sana, zincirlerini parçalamış bir eski zaman kölesinin özgürlüğüne dönmesi gibi döneceğim. Ama şimdi... Tırnaklarımın etime gömüldüğünü, yüreğimin bir zavallı kuş gibi çırpındığını duyuyorum. Kımıldayamıyorum. Sırtıma gömülecek bıçağı görüyorum, kaçamıyorum. Kanatlarından yirmilik bir çatı çivisiyle duvarlara çivilenmiş bir kelebek neyler? Kanatsızlığa senlilikte razıyım, kopar onları, ne olur? Ben koparamıyorum. Ama bekle, ama bekle... hep sürmez bu zemheri düşer cemre bekle, bahar gelir..." - Sanırım mektupta tarih yok. Ne zaman yazdığımı da tam anımsamıyorum, ama uzun bir boykot sırasında memlekete gitmiştim. Ankara'ya gelemiyordum. Her şey çok kötüydü. Gerçi ne zaman iyi oldu ki? O zamandı galiba. Bir daha da, o tarz, duygularını, özlemini anlatan bir mektup yazmamıştı. Yazdıkları ilgisiz, kendileri ve sevdaları dışında her şeydi. Ne zaman içinden güzel şeyler yazmak geçse, aklına o öğretmen gelir, değmez, diye düşünürdü. Hava kararmıştı. Tepeleri saran sis yok olmuştu. Ay henüz doğmamıştı, ama toprağın özünden fışkıran bir aydınlık dört yana ağıyordu. - Okula dönelim mi? Daha yemek... - Dönmeyelim. Böyle... Konuşalım, diyemedi. Tuhaftı, Mavi'yi daha iyi tanımak, ona acı veriyordu, ama gene de bilmek istiyordu. Korkunç bir merak duyuyordu. Hep ondan konuşmak istiyordu. - Annesi babasının gelmediğini bilmiyordum. Neden? - Şaşıyorum sana, epey bir süre beraberdiniz, değil mi? Hep öyle bildim sizi. - Evet, 8 Aralık yetmiş dörtten itibaren. - Onunla ilgili bunca az şey bilmen, şaşılası. Doğuyu bilmez misin? Öğretmenle ilişkisi duyulmuş, babası öldürecek, annesi kaçırmış onu. Bir fakülteye kayıt için gerekli belgeleri alabilmiş, öyle kaçmış bu büyük kentin aç ağzına. Çok zor günler geçirmiş. Garlarda bir yolculuğu bekler gibi yapıp sabahı edermiş. Oraları kimse benim kadar bilmez, derdi. Tek bileziği varmış, bozdurup kayıt olmuş okula, ama bir bilezik dediğin ne? Gündüzleri iş aramış, hem okula gidip, hem de çalışabileceği bir iş. Garlarda tanıyıp rahatsız edenler çıkınca ev derdine düşmüş. Yurtlar dünyanın parası, girememiş. Sonunda bir pazarlamacıda iş bulmuş. Bulmuş ya kalacak yeri yok. Küçük bir oda varmış işyerinde. Patrondan istemiş orayı. O da vermiş ama karşılığında ziyaretine gelmiş, o da yatmış onunla. - Aman Tanrım! dedi Gökçe. Akrabaları yok muydu? Kimi kimsesi?.. Akrabalarında kaldığını söylerdi. Hiç görmemişti onları. Geç saatlerde evine bırakmak istese, ne de olsa Doğulu onlar, der engellerdi. Çok ısrar ederse, lüks semtlerin kıyısına değin giderler, ilerdeki çoğunlukla iş yeri olan, bol ışıklı evleri gösterip, daha gelme, derdi. - Hiç kimsesi yoktu, senden başka. Belki sana yanlış geliyor, ama onu anlaman için gerekli bence. Kız, bir süre söylemekte kararsız kaldı. Belki de, en öldürücü darbe bu olacaktı. Şunu da iyi biliyordu ki; bir ölüyle yarışılmaz, ama iki kez öldürülebilir. Buna değip değmeyeceğini düşünüyordu. Ne var ki, Mavi konusu bitmeliydi artık. Kendisine bağlanmasa bile, bir ölüyle yaşamayı sürdürmesi sapmaydı. Onu sevmiş, gerçekten olağanüstü ve güzel şeyleri paylaşmış olabilirdi, ama o artık bir ölüydü. Hiç yaşamamış gibi. Sağ kalan yoluna adam gibi gitmeyi becermeliydi. Gökçe’yse, onunla sanki on beş günlüğüne ayrılmış gibi yaşıyordu. Bütün ömrünü de böyle geçirecekti. Mavi de belki bunu bilerek yapmıştı. Her bir şeyi oturup anlatsa, emindi ki, Gökçe onu gene severdi. Ama böyle tanrılaştırmaz, belki de hiç var olmamış bir sembolü bütün tanıdığı kadınlara uygulamaya kalkmazdı. Ardından saygıyla anardı, o kadar. Şimdi her şeyi bilirse, düzelebilir miydi? Mavi'nin sıra bir kız olduğunu, açmazları, açlıkları, büyüklükleri, olurları ve olmazlarıyla kendini aşmaya çalışan, ama hiçbir zaman bunu doğru zamanda tamamlayamayacak bir Anadolu kadını olduğunu anlar mıydı? Belki bu aynı zamanda Mavi'yi bir karalamaydı, ama sanıyordu ki o da bunu isterdi. Bir kezinde, Mavi'yi, her şeyi anlatmak ya da anlatmamak kararsızlığı içinde, boğulurken bulduğunda, konuş o zaman, riski göze al, konuş onunla, demişti. "- Riski göze alıyorum," demişti Mavi. "Dinleyince beni terk edeceğini biliyorum, onsuz yapamayacağımı bildiğim halde, buna katlanmaya hazırım. Kendimi öldürürüm belki, ama hazırım. Bana inanmıyor, yüreğiyle öpmüyor beni. Sanki her bir şeyi, tüm aydınlığıyla biliyor. Biliyor, diyemiyor sadece, anlıyorum. Böylelik yerine, onsuzluk daha iyi, ama onu yıkamam. Annesi hiç olmadı biliyor musun? Beni süsleyip bir anne yerine de koyuyor. Bir tanrıça gibi anne. Bir an geliyor, öyle bir bakıyor, öyle bir bakıyor, gözleri kaynaya kaynaya öyle, deliriyorum. Onun annesiyim ben, anlıyor musun? Anneler, böyle şeyler yapamaz. Ve oğullar annelerinin böyle şeyler yapabileceğini hiçbir zaman kabullenemezler." Öyle çaresizdi Mavi. "- Ne olacak böyle?" diye sormuştu. "- Bilmiyorum. İkimizden biri ölecek, belki o zaman çözülür sihir. Onun ölümüne dayanamam, onsuzluğa dayanamam?" “O da, sensizliğe dayanamıyor, Mavi. Beni affet. Sihri çözmeyi deneyeceğim” diye düşündü Hülya: -Yaşamın gerçeğine ayıl artık. Siz erkekler kudurmuş köpekler gibi, her gördüğünüz körpeliğe saldırırken, ne yapacaktı, bir başına bu kentte Mavi? Erkek alayla güldü: - Siz kadınlar da erkeklerin tasmalarının oralarında olduğunu düşünmeseniz ve her şeyinizle oraya oynamasanız değişebilirdi bu. Yani size, anneleriniz öyle öğretmese… - Uff! ben ne diyorum, sen ne? Daha önemlisini bilmelisin artık. O yediğin parayı, sana verdiğini erkeklerle yatarak sağlıyordu ve sen ona orospu, diyebiliyorsun. Öyle kötü kötü bakma. - Sana inanmıyorum, dedi Gökçe. Onu karalamak istiyorsun. Sesi bir çığlıktı. Bunu duymak istemiyordu. Vurgun yemiş gibi, soluk almadan, gözleri camlaşmış bakıyordu. Bütün gücü toprağa akmış, kımıldamadan öyle duruyordu. Kızın konuşmasını, oynayan dudaklarını, yüzündeki endişeyi görüyor, ama taş kesilmiş, hiçbir tepki vermiyordu. - İnanmıyorum, inanmıyorum, diyordu durmadan. Kız halinden korktu, sokulup sarıldı. - Yalandı, dedi. Yalandı. Ben uydurdum. Onu sevmeni kıskandım. Unutturmak istedim. Ne olur kendine gel lütfen. Önce suyun sesini duydu. Kendinden ışıkla kaynayan tepeleri gördü. Sonra kendine sarılan kızı... Gözlerine yüklenen yaşlar çözüldü, akmaya başladı. Yalnız hissediyordu kendini. Sığınacak bir yer arıyordu. Mırıldandı: - Yalandı değil mi? Yanıta aldırış etmiyor, ama soruyordu. - Yalandı. Hepsi yalandı. Seni sevdiğim için, seni o polisin önüne atıldığından beri sevdiğim için... Onu o kadar büyütmeni kıskandığım için söyledim. Anlamsızca mırıldandı, Gökçe. - Yalandı ha. "Beni bu kadar ululaştırma, yere indir ne olur? Öyle sev. İnsan olduğumu, zayıf, korkak, sevilmeye muhtaç, bağışlanmaya muhtaç olduğumu unutmadan sev ne olur? Yoksa öldür beni. Senin ululaştırdığın kişi olmaya çalışmaktan yoruldum, artık," diyordu Mavi Kız. O mayıs sabahı bilmem neyi protesto etmeye yürüyorlardı. Gökçe konuşuyordu durmadan. Mavi Kız elindeydi. "- Kızacaksın ya, biz hala 28 Nisanları oynuyoruz. Biz hala 60'ta, doğabilecek toplum tepkisine karşı ön plana sürüldüğümüzü anlamıyoruz. 68’de zaten modaydık. Mini etek gibi, uzun saç gibi gelip geçecekti ya koymadılar, ona bile susmadılar. Şimdi bize hiç susmazlar. Zaten öfkeleri var bize 60'tan. Orduya bir şey diyemiyorlar ama bizi, göreceksin kendi kanımızda boğacaklar. Çünkü biz, artık moda değil yaşam biçimi olduk." Sığırcıklar, akıl almaz bir yaygarayla gökyüzünü kaplamış uçuyorlardı. Çevrelerinde yürüyen polisler, o etten duvar azalıyor, seyreliyordu sanki bir zamandır. Mavi inancından hiç kuşkuya düşmemişti. "- Desene gelecekte bizi anmayacaklar," demişti alayla. "- Öyle, gelip geçen modaları anar insanlar, oturmuş yaşam biçimlerini ise kanıksar." Hızlanmışlardı. İlerde bir şeyler oluyordu. "- Bunlar senin düşüncelerin. Herkesi bağlayan doğrulukta olması gerekmez değil mi?" "- Anlamıyor musun, bizi silahlanmaya ittiler. Silahın varsa, haklı da olsan, insanlar senden korkuyor. İstenen bu. Önce halktan kopacağız." Koşuyorlardı. Mavi soluk soluğa yine de yanıtladı. "- Bir cehennem olsun istiyorum, Gökçe. Beni, seni, hepimizi bunca haksızlığa uğratanların yargılanacağı bir cehennem. Ve orda yakılsın onlar istiyorum. Ama yok. Bırak o zaman silahını. Gelsin gırtlağını kessinler. İsa, o yüzden çarmıha gerildi. Öteki yanağı yüzünden. " Orda insanın içini bayıltan kokular saçan bir iğdenin altında durmuşlardı. Arkadaşları çevrelerinden koşarak geçiyordu. Gökçe’ye bakarken şehla gözleri kaynıyordu. Uzanmış, sıkı sıkı sarılmış, öpmüştü dudağından. "- Korkma," demişti. "Benim için korkma. Biz hiç ölmeyeceğiz." Birden patlamıştı silahlar. Ağaçlardaki bütün kuşlar çığlıklarla havalanıp insan olmayan yerlere uçup gitmişlerdi. Çocuklar, güneşin çocukları tek tek vurulmaya başlamıştı. Önce Uşaklı Hüseyin düştü. Uzun bir topaç gibi yerinde dönüp düştü. Hercai menekşelerin üzerine iki büklüm yığıldı. Sonra diğerleri… Bir duvarın dibine sığınmışlardı. Kurşunlar vınlayarak geçiyordu üstlerinden. Arada duvara denk geliyor, sanki yıkılacakmış gibi sallanıyordu taşlar. İki metre sağda kıvrılan dar bir sokak uzanıyordu. O iki metrelik boşluğu aşabilseler kurtulacaklardı. Belki de, birileri orayı nişanlamış çıkacak kişileri bekliyordu. Uzaktan polis sirenleri duyuluyordu. Burada sonsuza kadar duramazlardı. "- Gidelim," demişti Gökçe. " Orayı aştık mı tamamdır, burada durursak polis yakalayacak, içerden ne zaman çıkarız Allah bilir." Mavi: "- Pusu kurmuşlar, ilk adımda vururlar bizi. Öldürmeye ateş ediyorlar, görmüyor musun?" Gökçe kalkmıştı: "- Ben onlardan yana, sense içerden koşacaksın. İki metre var, aşarız sanırım.” Mavi, o kuzu gözlerini geniş geniş açarak bakmıştı. Anlatmak istediği çok şey olup hiçbirini anlatmaya cesaret edemeden içinden, yüreğinden ağlar gibi. Silah sesleri kesilmişti. El ele duvarın ucuna gelmişlerdi. Artlarında saklanan birkaç kişi de onlardan yüreklenip doğrulmuştu. Ötede, akasyaların, dev bir hanımelinin örttüğü bahçede kimse görünmüyordu. Orda elini sıktı Mavi: "- Aklımdan geçenleri sana hiç anlatamadım, " demişti. "Anlatmak için çıldırsam da, anlatamadım. Bağışla beni." "- Ben de… “ Bir şey söyleyecek gibi baktı Mavi’ye, sonra vazgeçti. “ Bırak bunları yürü." Koşmaya başladılar. Duvarı aşmışlardı. Adamların orda, pusuda beklediklerini hissetti Gökçe. O iki metreyi aşabilirlerse... Mavi, birden sıyrılarak pusudan yana geçmişti. Onu durduramadı. Elini sıkıca kavrayıp çekti. Boşluğu aşmadan bir an, Mavi'nin kuşça bedeninin bir yere bağlanmış gibi ağırlaştığını, taşınmaz olduğunu, sonra bu ağırlığın gene azaldığını duyumsadı. Silah sesleri sonradan gelmişti. Sokağın köşesini döndüklerinde kız artık ayakta duramıyordu. İçi boşalmış bir çuval gibi usul usul köşeye yığılmıştı. Beyaz tişörtü, göğsünün hemen altı köpüren kanla kıpkırmızı kesilmişti. Ağzına dolan kan, dudağından sızıyordu. Konuşamıyordu. Gözleri, sonsuz bir acıyla açılmış gözleri, anlatmak için çırpınıyor, yaş içinde köpürüyordu. Gökçe darmadağınıktı. Anlamıyor, utanıyor, utandıkça yalnızlığı çoğalıyordu. İnsanlar, bir tavuk boğazlar gibi çığlıklarla bir sokak ortasında boğazlanıyor kimsenin kılı kıpırdamıyordu. Dehşet verici bir yalnızlıktı bu. - Bir taraf büyük olmalıydı. Bir taraf güçlü ve koruyan olmalıydı. İkimiz de yaşadıklarımız karşısında öyle küçük ve zavallıydık ki, ondan ululaştırdım onu. Hülya'nın omzundaki eli kasıldı. Devam etti. - Lanet olsun. Biz kendi yaşamımızı yangın yerine çevirip neyi kurtaracaktık? Anlatsaydı, görseydim insanlığını daha büyük olmaz mıydı, Mavi? Öyle değil miydi? Tanrılar zaten mükemmel olmak zorundaydı, insan olarak o yüce gönlüyle nereye sığardı Mavi? Uzaklarda, çok uzaklarda olması gereken kenti aradı. - Gitmeliyim, dedi birden. - Gitme, dedi kız. Gitme bu saatte, bilmediğin yollarda... Küskün değil gibi okşadı kızın saçlarını. Eğilip öptü. - Buraya gelirken korkmuştum. Ölmek mi korkuttu beni? Yağlı bir ipin ucunda can vermek belki de. Ölüm hep aramızdaydı, ama sana denk gelmeyeceğini düşünüyorsun. Ama vurulunca... İyileşince sana geldim. Kalırım mı sandım ne? - Kal, dedi kız. Hep kal. - Hep kalırım da, cehennem içimizdeyken nereye sığarız biz? -Buraya. Cehennemlerde söner, ben de ilk geldiğimde çok kötüydüm, her şey geçiyor. Bak seni iki günde ne hale getiririm, görürsün. - Tıpkı Mavi gibi, kendini tüketip beni bakacaksın, öyle mi? Ne var bende, insanları benim için bir şeyler yapmaya iten ne? - O garip gözlerini saymazsak, bizim analık duygumuzu ayağa kaldıran ağlamamaya çalışan incitilmiş bir çocuk var. Ne fark ederdi? Şöyle ya da böyle insanları sömürüyordu. Kalktı. Irmaktan aşağı yürüdü. - Bu işin sonu yok. Batma iyice. - Anlamıyorsun. Bizim gidecek, sığınacak bir yerimiz yok artık. Toplum, bizi bu karmaşa için zorla üretti sanki. Oraya döneceğim ve savaşacağım sonuna kadar. Gelecekte başka çocuklar bizim gibi olmamalı. Büyükler, en azından çocukların da ayağa kalkabileceğini unutmayacaklar. Bu da yeter. Ne yapalım, başka bir yol gösterseydi tarih, onu yapardık. Kız isyanla bağırdı. - Öyle mi? Neler olmuş tarih boyu, kim ders almış? Toplumlar, güzellikler gibi çirkinlikleri de üretip durmuş. Spartaküs, Roma ordusunu yenip çarmıha gerildi diye kölelik mi kalktı? Onu net göremiyordu. Ay müthiş bir aydınlıkla doğuyordu. Gün ışığında zavallı gözüken çıplak tepeler şimdi görkemli birer dağa dönüşmüştü. - Git, diye bağırdı ardından. - Hoşça kal, dedi karanlığın içinden bir ses. Anımsıyordu, öğretmenliğe dönerken Siyasalın önünde, Gökçe’yi bulmuş, "- Elveda," demişti. Gökçe kal dememişti, oysa biri, hele o, kal, dese gidemezdi, itiraz etmişti sadece: "- Elveda, hiç görüşememeyi çağrıştırıyor... Hoşça kal daha iyi." Hoşça kal sevgili. * ÖNCEKİ BÖLÜM "DİLENCİ" SON BÖLÜM "As'lolan Hüzündür" BAĞBOZUMU roman

bottom of page