top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • İSTİYORUM

    Bulut diyorum, bulut, Toprağa yerden akıtsın Gözyaşlarını, Güneş hep gökte asılı kalsın Ay’la birlik. İnsan diyorum, İnsan, Kötülüğü beynine gömsün, Eylemsiz! İstiyorum iyilikler hep Ödüllü, Armağanı yücelik, Olsun, Heybemde taşıdığım Öğretiden ne varsa Tümünü ters yüz eden kötüler, Gün yüzü görmesin İstiyorum! Banılacak bunca av varken Tiridine, Serçe avına çıkmak ne? Düşünürken tam bunları Düşeyazdım düz yolda tepetaklak. Tanrı dedim; "Görmezsen eğriyi, Bulamazsın doğruyu," Demeye mi getirdi Tökezleterek? Hadi kalsın o zaman... Kötüler kötü, İyiler iyi!..

  • İntiharına Bir Başkaldırıdır Bahar,..

    MART GEÇERKEN … Kış Denizindeki Korkusuz Çiçek Orduları… ve Yanan Kazmalar… / Şenol YAZICI * Sorarsan bahar. Cemreler düşeli çok olmuş, mart bitti bitecek, ama hava hala ustura gibi. Dağın üstü kar, zemheri hükmünü sürdürüyor. Bıçak gibi bir rüzgar esiyor, Nazım’ın, şiir yazarak “vatan hainliğini sürdürdüğünden(!)” mahkum olduğu hapishanede , yılgınlığa kapılmadan, en güzel türkülerini söylediği ovaya doğru. Kalın giysilerimiz içinde iyice küçülmüş, sığınaklarımıza dönmek için koşturuyoruz. Dikilenimiz yok, isyan edenimiz yok. Kış, buzdan silahlarını kuşanmış, önünden kaçan korkaklar sürüsüne tüm gücüyle saldırıyor. Kaçmak yiğitliğin onda dokuzu, eve koşuyorum. Birden onu gördüm. Yarısı yıkılmış eski bir evin avlusunda yaşam savaşı veren yaşlı, yorgun, kemikleri sayılan bir ağaçtı. Cılız dallarının çoğu kurumuş, kalanlar karmakarışık bir yumak çürüyen bedenine sarılmıştı. Bir badem ağacı, dibinde biriken karın üstünde, dondurucu soğuğa karşın inatla, salkım saçak çiçekleriyle onurla direniyordu.. Ağaçla insan bir mi? Hava öyle soğuk, bu hallerde akıl yürütme beklemeyin benden. Utandım, duraladım. Zavallım benim, sorarsan evrenin en güçlü yaratığı insanoğlusun sözde. Bak, sen dünden pes etmişken doğa, teslimiyeti reddediyor. Yazmaya çalışıyorum. Intiharına bir baskaldırıdır bahar,.. İntihar... sevimsiz geliyor, yıkıcı, ne varki uğuldayan zemheriye karşın, tohumunu patlatıp fışkıran yürekli kardelenleri düşününce… Dallar salkım saçak buzken, bırak yiyeceği, kara parçası gözükmezken, aşk dolu ötüşleriyle çığlık çığlığa yükselen, genç güneşin önünde dans eden, kış yorgunu, kırık kanatlı kuşlar, yanacağını bile bile kış denizine dalan çiçek gemilerinden ordular geliyor gözümün önüne... Nasıl bir şeydir, bedeni bir damlacık kardeleni, yetti artık zulmün, diyerek buz katmanlarına saldırtan? Spartaküs başka bir şey miydi? Bir sözcük başka türlü nasıl onurlandırılır? …Intiharına bir baskaldırıdır bahar, Çıglık çıglıga dalar kıs denizlerine çiçek gemileri …ve kırık kanatlı kuslar… Çiçeklerin ve kuşların onurlu başkaldırısını ve baharı düşünerek yazarken, tarih öncelerinde unuttuğum küçük hesaplarından arınmış, duru ve gür sesimi bulduğumu sanıyorum. Denk geldiğim aynalar, onurlu bir yüzle gülümsüyor mu, ne? Ne var ki, öyle çok bahara yoğunlaşınca aklıma gelenlerden içim üşüyor. 12 Eylül öncesinde kışkırtılarak, ateşe sürülen sonra da günah keçisi ilan edilip, yaşı büyütülerek çarmıha gerilen arkadaşlarımı, bayramken kıyıma dönen 1 Mayısları, koca ellerimizle çocuk Denizleri boğazlayışımızı, seçimle geleni seçimle göndermez, iple alırız,… gibi demokrasi kazalarımızı, bir öğretiden çare uman, ama özgürlük de isteyen gençlerin tanklarla ezildiği Prag Baharı’nı… Bombalarla çocukları, kadınları, savunmasız insanları öldüren; din, siyaset, özgürlük, demokrasi, savaş bezirganlarını… Dünyanın yaşadığı yığınla acıyı, erken açan ve yanan baharları düşündüm. İlkbaharım başlamadan bitti, şiirim de yoruldu, Kardelene fısıldayan mı var: Altı üstü bir metre kar… Sapla kalbine hayatı ve askı, Çık, Üstü günes, üstü bahar… diyorum. .. Elime geçti, kardelene akıl vermek bana düştü ya, kaçırır mıyım? Konuşuyorum. Öte yandan, boş versene, direnmeye yeminli bademin, güneşi genlerinde taşıyan kardelenin akla ihtiyacı yok, sana da… sen becer de kendi bahçende dal ol, diyor aklım. Yazanın bahçesi bu kadarcık; onun kardeleni, bahar savaşçısı kitapları, düşünceleri, değil mi? Şiir ve has edebiyat sihirli bir jargondur… diye söze başlasam diyorum, diyorum da damlardan inemeyen mart kedisi gibi bir ayakkabı eskisi yiyeceğim de geliyor aklıma. Öyle ya, edebiyatın, sanatın zamanı mı? Tek bir güzellik gören mi var? Ya gözlerimiz bozuldu ya da ruhumuz… Dünyanın çivisi çıktı, derdi eskiler, daha da beteri var sanki. Edebiyat, sanat böyle zamanda yapılır mı? Siz, birkaç Donkişot kalkın, cebinizdeki son birikimleri tüketerek iş, ekmek, gelecek kaygısı içinde boğulan, ama her biri dört beş ekmek ederi yabancı sigaraları, dilini döndürüp de adını diyemediği içkileri içmekten, son model arabaları kullanmaktan vazgeçemeyen bu ülkede edebiyat yapın. Gülerler buna… Ama başka yerde… 12. , 13. Yüzyıl, Anadolu’nun, Moğol istilaları, iç kargaşalar, yerel isyanlarla delirdiği bir zamandır. Selçuklu yönetimi uyruğu Türkmenleri adam etmek için Moğollardan askeri yardım ister; hatırlarsınız vezir Sadettin Köpek’i. Yaşam kaygısı içindeki insanlar çaresiz, korku içindedir. Gariptir, en büyük mutasavvıflar, günümüze kadar hükmünü sürdüren kimi düşünür ve şairler de aynı dönemde ortaya çıkar, örneğin Yunus Emre, bu çağdandır. 15. Yüzyılda Şeyh Bedrettin’i de yaratan Fetret devrinin karanlığı değil midir? Zor, aklı çalıştırır derler. Dayınızla, paranızla, elinizle, bacağınızla, derin dekolteyle ya da sesinizle yapılan bir sanat değildir edebiyat; beyinle, kalple yapılır. Dili kullanarak, aklın en uç sınırlarında dolaşıp, ama akıldan şaşmadan düşünerek estetikle yaratma işidir o. Ondan, has edebiyatçı büyüktür, ondan şarkıcıdan ya da dansözden ya da politikacıdan öte bir yerde durur çağlarca; ondan zulüm ve baskının ilk tırpanladığıdır. Ondan edebiyatçının yozu, onu alkışlayan toplumun onuruna doğrudan sürülmüş yüzkarasıdır. Yani edebiyat, zor zamanlarda en seçkin ürünlerini veren ülkenin düşünce atölyesidir. Orası yeni kardelenlerin genlerinin işlendiği, yoğrulduğu yerdir. Ondan asıl şimdi düşünmek, yazmak, dergiler ve yazar onuru gereklidir. Yıkmak için değil, güzeli kurmak için ona ihtiyacımız var. Her neyse, bırakın şimdi muhalifliği de, belki yalan, ama güzel bir yalan olan edebiyata dönelim biz. BAHAR gerçekte, donmuş, yıldırılmış ruhun uyanışı, yenilenmedir, durağanlığa ve teslimiyete bir başkaldırı, adam gibi yaşama şansını hiç bulamadığımız belki de beceremediğimiz aşktır, umuttur. Ne var ki, şu günlerde gördüğümüz bahara uyan tek im, üyelerimizin yeni çıkan kitapları oldu. Teğet geçti derken görünen ciğerimizi delip geçen, soluk alamaz hale getiren krize karşın ardı ardına kitaplar ulaştı elimize. Kuşkusuz acımasız zemheride ekilmişti tohum, ama çoğu gözlerini bademlerin çiçek açtığı zamanlarda, yani cemre de açmışlardı dünyaya, tıpkı kardelenler gibi direngendiler… Kimileri, ilk olmanın coşkusunda, yazanın kişisel öyküleriyle, umutlarını yüklenmiş kanat çırpan kuşlar gibiydi. Kimileri, daha bir dingin ikinci, üçüncü… olmanın ağırbaşlılığında başkalarının da öykülerini, sevinçlerini, acılarını da büyük bir kalenderlikle hiç yüksünmeden bağrına almış, dünyasına ve insanına sorumlu, geleceğe yazılmış başkaldıran, direnç öğütleyen iletilerle yüklüydü. Hepsinde emek, alın teri vardı, hepsinde en azından kendi kadar önemsediği öteki insanlara duyulan bir sorumluluk vardı. Daha ötesi çoğunda okumasından, eğlencesinden, hatta yediği ekmekten vazgeçip, dar gelirlerden ayrılan paralarla, kimisi borçla yapılan kutlu işlerin anıtsal havası vardı. Hepsi kutlu olsun! Olsun da, insan düşünmeden edemiyor, kim bilir ne zaman, birilerinin işine yarar, diyerek bunca emek vermek, ekmeğinden, yaşamından kesmek… Nasıl bir bakış açısıdır diye? Hani bu edebiyat akılla yapılırdı ve has edebiyatçı aynı zamanda akıl küpüydü… Kardelenleri bilmiyorsan anlaşılır değildir ki bu. Tabi okur da düşünmeli, hele buraya değin sabırla okuyanlar… Birilerinin medyasıyla, reklamıyla gün boyu başımızda boza pişirdiği, oku, diye dayattığı için kitapçı kitapçı gezerek dünya kadar paralara satın aldığımız, altı ay sonra, adını bile anımsamadığımız, hiçbir biçimde özdeşleşemeyeceğimiz ellerin öykülerini anlatan kitaplar yerine, sahici insanını, bizi anlatan, diğerlerine göre çok daha da ucuz ederli bu kitapları alıp okumaya, denemeye ne dersin? Hem yeni bir yazarı keşfetmenin, hatta yaratmanın tadını alır, çünkü yazar okurla varolur, hem de makyajsız, kırk editörden geçmeden, en saf haliyle karşına çıkan yazara omuz verir, dar olanaklarla üretilen bu kitapların emekçilerinin alın terinin bir damlasını da sen silersin. Bizimki bir öneri… Ben, marka ve moda olmayanı, hele yabancı malı olmayanı ne giyerim, ne okurum, diyebilirsin. Mardin Süryanileri ya da İstanbul sokaklarını dolduran Allahın Askerleri; kimsesiz, tinerci çocuklar neyime, ben Aborjinleri okuyacağım,.. da demen olanaklı… Kim ne diyebilir, ne seçkin beğeni, diyerek, seni peygamber yapıp ardına takılanımız bile çıkar. İsteyen istediğini yapsın, biz gelelim bu zemheride yanmaya koşan kardelen orduları gibi genç kitaplara. Zübeyde Seven Turan; “keskin bir kılıçtır şiir / kınından çıkmaya görsün” diyerek kavgaya ozan olurken, kimi zaman “ bir tutam kış çiçeğidir ömrüm/ kardelen çoğalırım hep…” ya da “ yarım kalan sevişme kıvamında / koynumda büyüyen hüzün / gölgemde dinlenir aşk, sesim…” dizeleriyle insanın sıra duygularını imgelerle sunuyor okuruna. İmgeleri ustalıkla kullanan Turan’ın kitabı, beş duyuyla algıladığı gerçekçi dünya merkezli olsa da, belli bir akım, ideolojiden daha çok, sahici insanın macerasına ve ayrıntılarına yöneliyor. Kimi yerlerde toplumcu kuşağın insan için yükselen savaşçı sesini duyarken, bazen de bir çobanın kavalından süzülen pastoral bir türkü geziniyor sayfalarda. Seven Turan’ın şiiri, yaşamı net algılayan, tırnaklarıyla tutunan gerçekçi, ama güzeli üreten yanını da unutamayan birinin duyarlılığının ürünü. Ancak bir kadın, salt güzeli yaratmak için kurgulanan şiire, toplumsal yarar işlevini, öykülemenin durgunluğuna düşmeden de yükleyebilir. Yaşama dokunuşu Anadolu’yu, yani sahici bir şeyleri taşıyor anılarımızın yamacına. Yaşadığı dünyayı kendi dışında değil, canlı bir parçası gibi algılıyor ve hissettiriyor bize de. İmgeyle giydirilmiş bir gözlem becerisi, bir yaşam deneyimi SUSKU… Zaman zaman coşkulu, yoğun, güçlü imgelerin, kimi şiirlerin anlatan bölümlerinin ve bazen gereksiz ajite etme derdinde yükselen sesin hatlarını yorduğunu düşünsem de, beğendim. Yarına Miras, İstanbul’da genç bir öğretmen olan Meryem Fehime Oruç’un ikinci şiir kitabı, içeriği ilkine benzese de hayli yol almış görünüyor. Şiiri, yaşının türküsünde, yerli film aşkın meşkin peşinde değil, belki öğretilmemiş, içgüdüsel bir sevginin, ama en çok insanın, hem de sıra insanın yanında… Garip akımının sade diliyle toplumcu şiiri dizeleyen Oruç, bireysel kaygılarından söz etmiyor bize, ötekilerin hiç kazanamayacakları kavgasını dillendiriyor; çoğu yenilmiş, anlatılacak bulan. Çoktandır izlediğim, kimi zaman, şiiri öğretiye teslim etmek poetikayı bozar, şiirine dokunan yumuşak, ipeksi bir güzel şey yok mu, diye sorasım geldiği Oruç, inatla hiçbir soruya aldırmadan, natüralist bir yaklaşımla dizelerini, yiyecek ekmeğini pazar sonrasından, çöplerden atık toplayarak çıkaranların, emeğinin karşılığını alamayanların, işçinin, güvencesiz, sistemin ezdiği insanın yanında, kimilerinin, modası geçmiş dediği, insanı sevmenin, acımanın modası olur muymuş, o ayrı, toplumculuğun emrinde yalın kılıç gezdiriyor. Düşündüğüm sorudan beni utandırarak, insanı kıyaslarsan poetika neymiş, dedirterek iyi gezdiriyor. Şiiriyle ilk karşılaştığınızda, artık çeviri şiire dönmeye başlayan günümüz şiirine alışkınsanız dikkat etmeyeceğiniz, sonra yeniden okumak isteyeceğiniz, sıradan sözcüklerle görkemli bir insanlık macerasının anlatıldığı bir kitap Oruç’unki. A.Kadir Paksoy, Ankara’da yaşayan bir şair arkadaşımız, Tan Edebiyat dergisi deneyiminden sonra çoktandır sesini alamaz olmuştuk. Geçenlerde ulaşan kitapları, yaşadığı sorunları öteleyen bir haykırış gürlüğü taşıyordu. Uzun zamandır yaşadığı başkenti, Ankara Aydınlığı kitabında tarihiyle, anıtlarıyla, semtleriyle, siyasi hüznüyle şiir diline döküp resmederken yüceltiyor, yaşadığı kente vefa borcunu dizeliyor. Öğreten şiiri sınırlayan didaktikliği çoğu şirinde aşan Paksoy, yer yer Ankara sevdalılarının çok seveceği, 12 Eylül öncesini yaşayanların ayak izlerini bulacağı tablolar çiziyor. Ankara Aydınlığı’na göre öğretisel yönü daha az, lirik ve imgesel yönü daha yoğun olsa da İnsana İnan kitabında da ülkesine, insanına olan sevdasını anlatıyor. Yazmanın başkentiymiş İstanbul… Kendinden menkul bu sözü üretenin, bir İstanbul çıkarı olduğunu görmemiz, körlükten, çaresizlikten epey geçe kaldı. Şimdi İstanbul’da, ki orda hep vardı zaten; Ankara’da, Samsun’da, Trabzon’da, Bursa’da ille de Ege’de pıtrak pıtrak yazarlar, şairler filizleniyor, en çok da kadın yazarlar… Ve edebiyat dünyasının katman katman sırça köşkler olduğunu, o köşklerde oturanların sonradan gelene, asla katlanamadığını; geleni çiçekle değil, kızgın yağlarla, Bizans ateşleriyle karşıladığını iyi öğrendiklerinden olsa gerek hiç de öyle ölmeye gelmiyorlar. Bilinçli, iyi düzenlenmiş kitaplarıyla, yaşadıkları yerlere şenlik ateşleri yakan etkinlikler düzenleyen örgütleriyle dayanışma içinde geliyorlar. Bu gidişle olması gereken gerçekleşebilir, Anadolu’dan yazarlık onayını almayana İstanbul dukalığı da, el mahkumluğundan dönüp bakmayabilir. Çünkü nazik söylemle okur, esas söylemle müşteri hala Anadolu’dur kitapta da… Tabi kalırsa o dukalıktan geriye bir şey… Çünkü çoğu sarsıntıda, ülke çapındaki dernekler, örgütler, büyük yayınevleri bir depresyon geçiriyor… Belki de bu nedenle, yıllardır, kimi partiler gibi, sizin için varız, neyimiz varsa size feda,… ünlemleriyle üye ayartan, aslında ezberlediği üç kişisini üyesine, okuruna dikte ettirmek, vitrinlemek için yüzlerce yazın emekçisini, her yönüyle kullanan, ama deyim yerindeyse adam yerine koymayan, kimi dernekler üye kayıpları yaşarken, büyük yayınevleri de bastıkları kitapları sınırladı, kimileri tüyaplara ya katılmıyor ya da sadece temsilci bazında geliyor… Bu üzücü tabi, ki bizim varoluş nedenimiz olanların erimesine sevinilir mi? Ne var ki, az biraz yanması pahasına burnunun sürtmesine, dersini almasına, kendine çekidüzen vermesine sevinmeyi de devrimci yapımın gereği görürüm. Belki de bu kez mart geçerken salt çiçekler değil boşa yanmıyor kimi kazmalar da… Biliyorum, derneklerde ve yayınevlerindeki kötü yönetimlerin, bizi teğet geçen krizin de bu yeni yapılanmada ya da çıkış arayışlarında hiç mi rolü yok diyeceksiniz? Olmaz mı, ama kimyasal tepkimenin ya da başkaldırının ortaya çıkmasında yeni bir etken gerekir zaten. Gerekir de kimse sahile ulaşan geminin, eşsiz macerasında balıklarla sevişmesine bakmaz, kıyıya varmasıdır anlamlı olan. Oradan bakınca benim ülkem insanı, yazarı, en çok da hanımları bilinçlendi diye düşünürüm ve hiç aldırmam yanan birkaç erken bahar çiçeğine, hele kimi kazmaya ve de küreğe… Yanlış anımsamıyorsam bir süre önce bazı yazarlar, İstanbul, Ankara merkezli edebiyat derneklerinin egolarından sonunda yılmış, tek başına ayakta duramayan birilerini vitrinlemek için payanda olarak kullanılmaktan yorulmuşlar ve yeni bir dernek kurmak için ayağa kalkmışlar, başaramadan vazgeçmişlerdi. Ne var ki, Egeli hanımlar daha kararlı çıktı ve iki derneği yaşama geçirdiler. Karınca acarlığıyla da çalışıyorlar. Etkinlik üstüne etkinlik, kitap üstüne kitap… Gerek Kadın Yazarlar Derneği, gerekse Egeli Kadın Yazarlar Platformu, İzmir’i örnek bir edebiyat, sanat kentine döndürdüler. Bayan yayıncılarla da işbirliği yapıp çok güzel kitaplar yapmışlar. Bize ulaşan üretimleri beş kitapları var. İzmir basımevleri ve tasarımcıları bu yönlü de hiç de İstanbul’u aratmıyorlar. Gerçi, sanki hiç kusursuz kitap olurmuş gibi, salt övgü yüklü arka yazılarından dolayı bir kaygıya kapılsanız da, ayrıntılı bakınca onu bile sindirilebilir kılan güzellikte bu kitaplar. Yok yok, ben bu ilk deneylerden, sonunu görmeden inandım, nasıl evlerimizi, bizi, daha ötesi dünyamızı güzel yapan kadınlar, bu işi de en güzel yapacaklar. Umalım ki erkeksiz de olurmuş, diye düşünmesinler… Yani kralın, konu estetik olunca, çıplak olduğunu bir görmesinler, bak o zaman korkulur, yananlar arasına biz de dahil oluruz. Korkarım bundan da, gene de içimdeki yaramaz çocuk göz kırpıyor, hadi görsünler, o burunlarından kıl aldırmayan bazı yayıncılarımız ve derneklerimizin ağaları ne hale gelir, görmeye değer, diye. E, ne de olmasa erkekleri sadece üretim için kullanan, sonra da yok eden Amazonlar ırkından geliyorum. Galiba benim içimde de kendine düşman bir nihilist var. Bu gidişle beceriksiz, ama egosu gelişkin kimileri adına tüm erkekler de yanacak… İyisi mi, yananlara boş verip ışığa ulaşanlara geçelim. İzmir’deki Kadın Yazarlar Derneği, dört üyesinin öykülerini ayrı ayrı kitaplaştırmış. Ne iyi, ne güzel yapmışlar, avuçlarınız kızarana kadar alkışlanacak bir eylem bu. İlk kitapların ne güçlüklerle, ne beklentilerle çıktığını iyi bilen biri olarak hiç eleştirmeden dergimize koymayı yeğlerdim, ama eleştirilmeyen, konu edilmeyen ya da samimiyetsiz övgülerle hiçbir yere ses veremeyen kitap kadar yıkıcısı da yoktur yazanı üzerinde. Çünkü yazar, ancak okurun aynasında görünürse beden kazanır, okur da anlasın anlamasın, ki anlaması gerekmez, yeter ki beğensin. Mademki ona sunulmuştur, artık yetki onundur, konuşma hakkına sahiptir... Değil mi ki, sanat beğenidir daha çok, beğeni de kişiye göredir ve yazar üzerinde konuşuldukça büyür, ben de bir okurum.. Önce öyle düşünülmeli, yazılanlar öyle alınmalı. Unutulmamalı ki, eleştiriliyorsanız eğer, ciddiye alınıyorsunuz demektir. Gönül Çatalcalı, anlatı da erinçli, belli ki dile egemen, sıra öykünün sınırlarını zorlamayı göze alacak dende öyküyü biliyor. Kitabı Yedi Yeşil Fil’de yeni biçimler uyguladığı öyküler şaşırtıyor, ama umut da veriyor. Her yeni şaşırtır, ürkütür, sevindirir, ama bekletir de satır aralarındaki muştuyla. Durum ve olay öykülerinin kalıplarını yeniden yorumlayan farklı dil ve anlatıcıları kullanan, başarılı öykülere de imza atan Türk öykücüsü, özellikle hanımlar, hep sevindirdi bizi cesaretleriyle. Çatalcalı’nın da gelişkin olduğu belli tarayıcı görsel gözüne diğer görmelerin de ekleneceği yeni yapıtlarını sabırsız bekleyeceğiz. Esra Odman, Göründüğü Gibi Değil’ de, iyi öykücü olduğunu kanıtlamış görünüyor. Bana ulaşan kitaptaki dil, nitelemeler, tamlamalar ve belirteçler yönünden zenginliğiyle, uzun cümleleriyle eski güçlü anlatıcıların diline çok benziyor, seçtiği konular da… Kimi öykülerinde, çoğu kadın öykücünün saplanıp kaldığı, artık anlatılmasının iç bayılttığı tek cinsin dar sokaklarından dünyanın caddelerine çıkmış, kendi dışındakini anlatma ustalığına erişmiş gibi. Ama – varsa - efsane edebiyat dilini yakalayacağım diye kullanılan belirteçler, niteleyiciler betimlemelerde hoş dursa da, sıra cümlelerde bazen yoruyor, zorlama gözükebiliyor. Odman’ın bu yürüyüşünü sürdürüp kendi dilini yaratacağına ve kendi öyküsünü kuracağına inanıyorum. Suna Güler’in yeni kitabı Özgürlük Çıkmazı anlatı gücüyle hiç de ilk kitaba benzemiyor. Bana, öykümüzün yıllanmış kimi kalemlerinin biçemini anımsattığı olmadı değil, ama bütün öyküler özgün gözüktü. Güler için anlatı geleneğinin iyi örneği, hatta olgun bir temsilcisi dersem hiç de abartı olmaz. Adının bu güne değin öyküde çok duyulmayışına şaşırdım okuyunca. Gene de başvurduğu bilinç akışı yönteminin, iç içe geçen olayların kimi kısa öykülerini genişletmediğini, aksine dağıttığını da zaman zaman düşündüğümü belirtmeliyim. Buket Akkaya, kitabı çıkanların içinde en genci, ama Su ve Hayat’taki kısa öykülerde kalemi oldukça olgun. İyi kurgulanmış, sağlam bir dille anlatılan, çekseniz yıkılmayacak öyküler hemen hepsi. Kelebeğin Öyküsü üç farklı noktadan aynı olayı irdelerken çok başarılı, ne var ki senaryovari tarzı onu güçsüzleştirmiş, geldi bana. Öykünün ayrıntılarını da aktaran dolgu biraz daha kullanılabilir, yazı etlendirilebilirdi, diye düşündüm. Ayrıca, kolayca düzeltilebilecek gibi gelen, ama öyküsünü gereğinden eski gösterebilecek bir yönü belirtmeden geçmek istemiyorum. Gençliği öyküde bir artı olmalıyken, kimi öykülerde hissettirmek istediği atmosfer ve kahramanların ruh hallerinin somutlaştırılmasında kullandığı nesne ve kavramlarda özgün buluşlar yerine çok kullanılmış, alışılmış unsurları kullanmakla yetinmesi, öykülerin emsalsizliğini gölgeledi. Sonraki çalışmalarında, yazdığına kendini ve çağını da taşıyacağına inanıyorum. Egeli Kadın Yazarlar Platformu, Savur Saçlarını Ege diye bir toplu öykü kitabı da çıkardı. Kitapta yirmi yedi kadın yazarın öyküsü yer almakta. Hemen hepsi Ege fonlu, kadın bakışıyla öyküleri içeren kitap gerek baskısı gerek öyküleriyle kütüphanenizde bulundurmaya, okunmaya değer. Her kitap, her yeni, alışılmamış düşünce bir kardelendir. Buzu delip güneşe çıkmaya çırpınan bir kardelen… O kış denizine saldıran çiçek gemilerinin çoğu yollarda yanar, ama birileri de er ya da geç aydınlığı yakalar ve senin baharın başlar. Yeni kitaplarda ve yeni baharlarda buluşmak üzere. Ama artık, kurtuluş umudu çok olan intiharlardan ve bol çiçekli baharlardan biraz daha alsak… diyorum. İZMİR - BURSA, 2009, Nisan

  • Kestim Kara Saçlarımı

    Uzaktı dön yakındı dön çevreyi dön Yasaktı yasaydı töreydi dön İçinde dışında yanında değilim İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi Bu nasıl yaşamaydı dön. Onlarsız olmazdı taşımam gerekti kullanmam gerekti Tutsak ve kibirli -ne gülünç öfke be- Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez İçimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı Gittim geldim kara saçlarımı öyle buldum. Kestim kara saçlarımı -n'olacak şimdi Bir şeycik olmadı deneyin lütfen Aydınlığım deliyim rüzgarlıyım Günaydın kaysıyı sallayan yele Kurtulan dirilen kişiye günaydın Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi Bir yaşantı ile karşılayanlara Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum. Gülten Akın Cankoçak, Türk şair ve yazar. Doğum tarihi: 23 Ocak 1933, Yozgat - Ölüm tarihi ve yeri: 4 Kasım 2015, Ankara 1950’li yıllarda yazmaya başladığı şiirleriyle, kısmen İkinci Yeni çizgisinde görülen, ancak 970’li yıllardaki şiirlerinden itibaren bireysellikten toplumculuğa yönelen bir şairdir.

  • SANAT ve SİYASET

    Yaşamın gerçeği başka bir şey, kitabın gerçeği başka… Öyle olduğunu biliriz ama yine de hayatı bir kitabına uydurmak ve açıklamak hoşumuza gider. Bunun altında hiç ilgimiz ve sevgimiz olmasa da içten içe kitaba duyduğumuz saygının payı vardır diyerek avunuyorum. Siyaseti sözlük anlamıyla kotaramadık ya ona da kitapla bir itibar kazandırmak en büyük kaygımız. Sanat ve Siyaset ilişkisi salt bugün değil yıllarca tartışılan konu. Oysa biliriz ki hayatın gerçeği kitaba uymaz. Siyaset her devir sanatın da belirleyici başat etmenlerinden olmuş. Aksi söylenebilir ama bence Picasso, “Guernica”yı yaparken ne kadar siyasiyse ondan yıllar önce “Avignonlu Kızlar”ı yaparken de o denli siyasidir. Sadece yansıyan siyaset doz, etki ve tür olarak başka başkadır. Kim ne derse desin, insanın siyasetten soyutlanması zaten olanaksız. Yazar da birey olarak yaşayacağı hayatı belirleyecek seçimleri yapmak, uğruna mücadele etmek hatta savaşmak hakkına sahip olacaktır, kuşkusuz. Ne var ki yazar, sanatçı olarak sıra insandan başka bir yerdedir. Bir tür kanaat önderi rolüne soyunan yazar egemen siyasetle uzlaştıkça, sanatın doğasını bozmakla kalmayacak dar bir alana da hapsolacaktır. Oysa sanatçı hayata müdahale eden, ezberi bozan, olması gerekeni hayal edip önerendir. Bu yargı da kitabi bir yargı aslında. Dar alana hapsolmayı isteyen yazar sanatçı düşünemeyeceğimize göre sanatla siyasetin hiç işi olmamalı değil mi? Oysa gerçek bambaşka. Yapıtın kalıcı olması, geniş kitlelere ulaşması, para etmesi için sanatçının siyaseti de elinde tutan egemen güçlerle istemese de bir "duygusal bağ(!) oluşturması gerektiğini tarihten biliyoruz. Saray olmasa Divan Edebiyatı olur muydu? Saraya kafa tutan bir Divan Edebiyatı yazarı ya da öyle bir Fuzuli, Nedim... düşünün... ne kadar fuzuli kalırlardı onu da... Bu küçük örneklemelerden bile anlaşılır ki güncel siyasete kul olmayan bir sanat söylemi aslında riski göze alan çok devrimci bir söylemdir. Her ne kadar amacı sanat değilse de yine de temel ilkesi objektif ve tarafsız olması gereken gazetelere baksanıza...Siyasete yaslanmadan ayakta durabiliyorlar mı? *** Bu vesikalık resim gibi ciddî ve asık yüzlü duran “Sanat ve Siyaset” konusunu düşündükçe aklıma İkinci Yeni’nin parlak şairi Cemal Süreya geliyor niyeyse. Yüzünde hınzır bir gülümseyişle, hayatı bütün badireleriyle yaşamış, yaşadığından kendini oldurmuş, özümsemiş, anlamış ve hakkını vermeye kararlı çapkın bir şair geliyordu. Elbette dizeleri de… Daha ince, daha edebi, daha örtülü, imgeyle, çağrıştırdıklarıyla daha zengin, insanın en büyük macerasını katman katman anlatan bir dizeyle geliyordu: “ Önce öp sonra doğur beni,” diyordu, Süreya. Bu dizede sadece aşkı, erotizmi, arzuyu, şehveti en incesinden tanımlamayı değil, azıcık derinine düşünen bir okursanız Süreya’nın ciltler tutacak bütün macerasını bulurdunuz. Elbette yüreğimi uyandıran, büyük arzulu, ateşli, insan yanını yani erotizmini hiç inkâr etmeyen sahici bir aşkı görüyorum ilk olarak… Ne var ki bunun yanında yüzyılın başında daha çok küçükken ait olduğu kültürden, coğrafyasından, Pülümür’den koparılıp Bilecik’e göçe zorlanan Sunni bir kültürde var olmaya çalışan Alevi bir çocuğun, ateşin ortasına hiç hazırlıksız düşen yemyeşil bir filizin, zeki, çok hisseden, o günün koşullarında ender bulunan dil bilen, eğitimli, bilinçli bir şaire dönüşünü ve tüm bu süreçte hissettiği ezici kimsesizliğini ve bitmeyen bir kimse arayışını da çok derin hissediyorum sözcüklerin gizeminde. AŞK zaten yaratılışın genlerimize kazıdığı en güçlüsünden hayvansal basit bir gereksinme olmasının yanında, ruhuna uyacak KİMSE arayışı değil midir? Biri bedensel biri ruhsal bu iki vazgeçilmez, onu evrenin en büyük, en güçlü uğruna ölümlere gidilen ve de hoş görülen, adına destanlar yazılan sevimli günahı yaratmaz mı? Ve bunu yapabilen, tek dizede insanın bütün öyküsünü anlatmayı başaran edebiyat değil miydi? Yani sizce bu dize de sanat vardı ama siyaset yok muydu? Bukovski’yi uyandırıp işte edebiyat bu, senin yazdığın pornografik et gerçeği değil, demeli anlayan birileri. Edebiyat bu, sanat da… İmgeyle, eğretileme mecaz ve adaktarmalarıyla ciltlerce kitabın yapamadığını, onlarca eğitmenin anlatamadığını, koca bir hayatın öğretemediğini bir dizeyle yüreği olan herkese, ama herkese tanımlama işi. Elbette siyaset vardı. Harflere, daha çok temaya yedirilmiş bir dönemi ve koca bir şairin fırtınalı, en baştan kaba siyasetin oyuncağı bir hayatın içlenmesi vardı, ama çok örtülü, ama çok nazik… “Tek yol devrim!,”“ Faşizme geçit yok!..” söylemleri de elbette etkileyici. Anlamak için üstün bir zekâ ve radar gibi hisseden yüreğiniz olmasına ve oturup kafa yormanıza da gerek yok, saflarına çağıran sloganlar bunlar. Paylaştığınızsa kalkıp saflarına katılasınız gelir. Sizi yaşama direk müdahale etmeye, hayatınızın kontrolünü elinize almaya çağıran siyasettir o. “Bu mahalle solculara mezar olacak…” da bunlardan biridir ama. Tartışmayan, buyuran, aitseniz, sizin yerinize de düşünen siyasetin gerçeği böyle değil midir, karşıtlarıyla dişediş savaşmak için vardır o. Bir iktidar mücadelesi… Basitlersek pastadan pay kapma savaşı… Siyaset, eylemine taraftar kazanmak, anlayışını geniş kitlelere yaymak için sanatın kabul gören güzel kılıfını kullanmayı elbette düşünecektir. Gorki’nin devlet buyruğuyla oluşturduğu edebiyat ya da Tanzimat Döneminin gerçekte olmayan edebiyatı bu bağlamda örnek olarak düşünülebilir. Bir kuram olarak gerçekten alkışlanacak ve paylaşılacak bir doğrunun aracı olması değildir kötü olan. Taraftarsak hoşumuza gitse de Adorna’nın da, Satre’nin dediği gibi siyasal yanlışları içeren biçimler ebedi olan sanatı bozacaktır. Özgür ve kendine özgü insan düşüncesinin ve hayal gücünün bir “büyük biraderce” yönetimi demektir sanata giydirilecek ideoloji. Bütün siyasetleri üreten insansa eğer, ancak donanımlı ve özgür düşünebilen insanın koşullarına göre sağlıklı yeni siyasetler üreteceğini biliyorsak; kuşkusuz uzun sürse de bir gün bitecek bir siyasete insanı koşullandıracak bir sanata, özgür düşünmeyi ve hayal gücünü kurban etmek… yeniden düşünülmesi gereken bir eylem değil mi? Ebedi olan sadece insan. Montaigne’nin dediği gibi her şey olabilen insan… Bazen faşist bazen komünist, bazen bir aristokrat, bazen bir arka mahalle dilberi, bazense yoz bir genelev fahişesi, bazen Kürt, bazen Türk, bazen Müslüman, bazen Musevi… olabilen insan bu… Tektipleştirmenin tek bir insana bile uygulanamayacağının en iyi örneği gün yirmi dört saatti birbirine uymayan bizken milyarları tektipleştirmek nasıl olacak ki? Lucas, Picasso’yu iç savaşı anlatan Guernica’yı yaptığında artık avangart olmaktan çıktı diyerek toplumcu sanatçılar arasına dahil etmişti. Bence ondan asıl otuz yıl önce yaptığı fahişe kızları anlattığı Avignonlu Kızlar tablosuyla Picasso insanın yanında savaşan bir sanatçı olarak tarihe geçmişti bile. İşte edebiyat ve sanat. Elbet özetle ve elbette o denli basit değil. Çünkü bozuk bir siyasetin kurbanlarından biri de yazardır, seyirci mi kalacak hep kutsal sanat bozulmasın, diyerek. Üçüncü bir yol da olmalı; “Akın var, güneşe akın Güneşi zapt edeceğiz, güneşin zaptı yakın…” bu devrimci bir tezi konu alan bir sanatsal anlatı örneği. Muhteşem değil mi? İşaret ettiği siyaset tam yüreğinizden yakalıyor, sarıyor, o lirik romantik ütopyanın bir parçası olmak istiyorsunuz. Ama bu mutlaka odur, diyemezsiniz, mahkemeye verilseniz inkâr bile edebilirsiniz, değildir diye. Sezdiriyor size. Gerisi size kalmış, siz bulun neyi işaret ettiğini, yerine ne koyacağınızı… İşte sanatsal siyaset belki bu… Kişiyi zenginleştiren, hissettiren, özgür düşünmeye itendir, siyaseti konu, tez olarak alan sanat. Vatan haini sayılarak kovulan şairimiz Nazım’ın yaptığı da bu, zararlı bulunarak derin devletçe öldürülen Sabahattin Ali’nin de yazdığı da. Kimin kime oy verdiğine bakılıyor, kişisel siyasî söylediklerini ya da yakıştırılanları bırakın bir yana, bizi ilgilendiren, üzerinde durduğumuz edebi yapıtları, değil mi? Gösterin, hangisinde kaba, ham siyaset vardır. Güncel siyasete yaslanan bir sanatın bugüne ulaşması mümkün mü? Karl Heinrich Marx’ı, doktrinini isim olarak bilen, haberdar olan, belki uğrunda anlamadan ölen, ama kitabından, yazısından habersiz çok insan, Nazım’ı, Sabahattin Ali’yi ezbere bilir, aşkla okur, dün onu unutturmaya uğraşanların bugüne uzananların düşüncelerini desteklemek için onun şiirinden destek almaları gibi. Çünkü onların yazdığında ayırmadan her insanın özlemleri, hevesleri, dünyası vardır. Oysa yapıtın kalıcı olması, geniş kitlelere ulaşması, para etmesi için sanatçının siyaseti de elinde tutan egemen güçlerle istemese de bir "duygusal bağı(!) vardır. Saray olmasa Divan Edebiyatı olur muydu? Padişaha kafa tutan bir Divan Edebiyatı şairi ya da öyle bir Fuzuli, Nedim... düşünün... ne kadar fuzuli kalırlardı onu da... Aslında tarihine, hatta mantığına baksanız sanatın siyasetle çatışması olanaksız gibi görünüyor. Çünkü sanatın alıcısı olan egemen sınıfı yaratandır siyaset… Rafael ya da MiçhelAncelo kiliseyle çatışsaydı bugün adları anılmaz, yapıtları bir yerlerde okunmazdı bile. Picasso Burjuvanın sanat tüccarlarından onay görmeseydi ne olurdu acaba. Burjuva, resmin, heykelin tek örnek yapıtlarını ticarî olarak görmese hiçbiri yaşamazdı. Yazarlar biraz daha şanslı, çünkü yapıtları tek örnek kalmıyor, çoğaltılıyor. Yine de Zola siyasetle kitabıyla olmasa da eylemiyle çatıştı diye yaşadıklarını biliyoruz. Ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştır. İspanya iç savaşında sürgüne gönderilenlerin, ölenlerin başında yazarlar, şairler gelecektir. Yukarıda örneklediğimiz Nazım Hikmet, Sabahattin Ali bizim bilinen gerçeğimiz. Ve ne üzücü ki bunların gerçekleştiği dönemlerde belli: CHP’nin tek parti iktidarı dönemi. Milli Şef halinden, aradan geçen zamanda solun ülke temsilcisine dönen CHP geçmişi sahiplenirken bunları da sahiplendiğini bir daha düşünmeli. Belki bir özeleştiri çok işe yarar, körelen kanalları açar. Tanzimat Edebiyatı dediğimiz aslında siyasete karşı savaş açmış bir belgelikler bütünüdür, edebiyat değildir. Kültürel ve siyasî anlamda çok değerli olan bu özenti ve taklit dönemin sanatsal hiçbir değeri yoktur, diye düşünürüm. O yüzden de ders kitabında bile güçlükle okunur, ne derseniz deyin DİVAN EDEBİYATI öyle midir ama. Onun siyasetle bir işi olmamış ki, güzeli üretip padişahtan kesesini almaya bakmış. Bilinç düzeyiniz arttığında ise Tanzimat denilenin batı uluslarının dayatmasıyla oluşan bir form olduğunu düşününce bu edebiyat beni rahatsız bile eder. Her ne kadar padişahın yetkilerini budama, özgürlükler geliştirme anlayışı taşısa da sonuçta ortaya çıkan formül, azınlıkların türlü imtiyazları ve bölünmeye dörtnal giden bir ülkenin temel harcı olacaktır ve sanatçı bu yıkıma, bunaldığı baskıdan kurtulmak için düşmanımın düşmanı dostum diyerek destek verecektir. İlerleyen dönemlerde siyaset sanatta bu tür özgürlükleri sınırlamaya başlayınca sanatçı, kahramanlığı bırakacak, çark edecek sanatta sanat söylemi gelişecek, bugün de tartışılan konunun da bizde temeli atılacaktır. Bu arada riski alan Tevfik Fikret, muhalif bir siyaseti izlemeyi sürdürecek, edebiyata yaptığı katkılarla da kalıcı olacaktır. Hadi ötekileri, dergilerinin kapatılmasına neden olacak yazıları kaleme alan Hüseyin Cahit Yalçın dışında kalanları anımsayın bakalım. Ulusal Kurtuluş Savaşı elbette yarattığı heyecanla sanatçının da önemlisi olacak, genç Cumhuriyetin ayakta kalma mücadelesinde yanında yer alacak kalemiyle ve ödülünü de alacak, çoğu milletvekilliğine seçilecek, tez zamanda. Haklı mıdır, elbette haklıdır, yeni bir devlete sanatçı da destek vermelidir, âmâ sanatı kurban ederek değil herhalde. Sonuç olarak her çarpık davranışın tanımlamasında kolay sıfat olan “köylü”yü keşfeden, Yakup Kadri dışında kimse kalmayacaktır anımsanan. Bunu sırası gelmişken işaretlemeli, siyasete bulaşmanın bir güzelliği de var, her sanatçının bildiği: Cami duvarına işeyeni kimse unutmuyor. Yani siyaset unutulmazlık için de bir yoldur. Bu da samimi olmayan şan şöhret ya da ikbal peşinde olanlara da sevimli gelecektir her devir. Bu küçük örneklemelerden bile anlaşılır ki siyasete kul olmayan bir sanat söylemi aslında riski göze alan devrimci bir söylemdir. Topu tüfeği, yargı gücü, yürütme organları, askeri polisi olmayan yazarın bunu sözcüklerle yapması nasıl mümkün olacaktır? Belki de o yüzden siyaset ayrı bir yapılanma ve organizasyondur. Kim ne derse desin, insanın siyasetten soyutlanması zaten olanaksızdır. Yazar da birey olarak yaşayacağı hayatı belirleyecek seçimleri yapmak, uğruna mücadele etmek hatta savaşmak hakkına sahip olacaktır, kuşkusuz. Ne var ki yazar, sanatçı olarak sıra insandan başka bir yerdedir. Bir tür kanaat önderi rolüne soyunan yazar bir siyasetle uzlaştıkça, sanatın doğasını bozmakla kalmayacak dar bir alana da hapsolacaktır. Oysa sanatçı hayata müdahale eden, ezber bozan, olması gerekeni hayal edip önerendir. Roman için söylenir yolda gezdirilen aynadır, elbette. Ama kalıcılık gücünü, evrenselliğini o aynaya yansıttığı görüntüye kattıkları, okura hissettikleriyle kazanır Yoksa yaratıcı yazına hiç gereksinme olmaz, dünün vak'anüvisleri bugünün gazeteleri, medyası bunu bizden iyi yapardı. Bence sanatçıya yakışan herhâlde insandan yana sisteme muhalif ve sorgulayan bir duruş kazanmak insana daha güzel yarınları işaret eden ütopyalar üretmektir. Bu nedenle de sanatçı kendi inandığı siyaseti de olsa, onu bir konu olarak almalı, âmâ yapıtına amaç olarak yansıtmamalı, sanatın kendi siyasetine sadık kalarak hep eleştirel yaklaşmalıdır. Çünkü İNSANın mümkündür, ama sanat yapıtının KEŞKEsi herhâlde yoktur. Öner Yağcı-Zühal Tekkanat-Şenol Yazıcı -MAVİADA Dergisi tarafından NOVADA AVM Cemal Süreya Konferans Salonu'nda 28 Nisan 2013'de düzenlenen"SANAT ve SİYASET" konulu panelden-- ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *

  • ARDI KİMLİKSİZLİK

    O ülkede dil yoktu. Egemen olan boşluktu. Egemen olan kimliksizlikti. Dil yoksa... dostunuzu, düşmanınızı nasıl tanırsınız? Dil yoksa her şey bir sisin ardındadır. İletişim olmaz, kültür olmaz, toplum olmaz. Toplumu bir zamk gibi birbirine bağlayan en birinci unsur yok olursa, en önemli tuğla olan dil çekilirse o toplum çözülür, o duvar yıkılır. Çünkü dil kimliktir. Dil, insanın varlığının en büyük kanıtıdır. Dil insanların isteklerini anlatmak için kullandıkları ortaklaşa bir sistemdir. Bilinmeyen zamanlarda, beden diliyle duygu ve düşüncelerini anlatmaya uğraşan insan, bunun yetmezliğini görünce binlerce yıl içinde ilmik ilmik dokuyarak tüm istemlerini ayrıntılarıyla anlatacak bir ses ve işaretler dizini, yani dili yaratmıştır. Başka hiçbir ortak değerimiz, dil kadar ortak ve uzun bir emekle, tüm toplumca üstünde uzlaşarak binlerce yılda üretilmemiştir. Vatan, diyeceksiniz şimdi. Vatan, ortak dili konuşan, ortak kültürü, ülküleri olan insanların yaşadığı topraktır ve tarih içinde yeri değişebilirken, ulusun dili hep aynıdır. Örneğin Türkler, değişik coğrafyalarda vatanlar kurmuş, ama dilleri her zaman Türkçe kalmıştır. Çünkü dil, ulus olma sürecinde ana unsurdur. Her ulus dilini, insan özelliklerinden üretir, kendi öz değerleriyle donatır. Çünkü o, kendini tanımlayacak bir araç ararken dili bulmuştur. Hiç bir İngiliz dilini ya da sözcükleri üretirken Japon'un yaşam tarzını ve beklentilerini hesaba katmaz. Türkçe’nin bir İngiliz’in tüm hallerini tanımlamasını bekleyemeyiz. Yani hiçbir ulusun dili, birebir başka bir ulusun dili olamaz. Uzak Asya’dan yaşama merhaba diyen Türkçe, uzun yolculuğunda steplerin, bozkırların, karlı dağların cehennemi sıcak çöllerin, savaşanların, yeni bir dünyada yerleşen ve güçlenen bir ulusun türkülerini emerek gelişirken, İngilizce, hiçbir yere kımıldayamayacak bir adaya sıkışmış, ama çok düzenli, yeniliği ve macerayı kendi içinde bulan insanın izlerini taşır. O yüzden Türkçe, eylem yani hareket ağırlıklı sözcüklere dayanır. Anadolu’ya gelinceye değin gelişiminin en üst noktalarına ulaştığını Göktürk Kitabeleri ve Dede Korkut Öyküleriyle kanıtlayan Türkçe, Osmanlı imparatorluğu süresince yüzyıllar boyunca yazı dili olarak kullanılmadı, ancak Türkçe konuşan halk arasında soluk alabildi. Herkes bilir ki, yazıya geçemeyen dil yoksullaşır. Cumhuriyetin ilanından hemen önce yazılı bir metindeki Türkçe oranı üçte bire inerken, yalın Türkçe kullananlar küçümsenen insanlar durumuna düşmüştü. Anadilimizi öyle bir hale getirdik ki, biz bile tanıyamaz olduk; kentli köylüyle, okur yazar, sıra halkla anlaşamaz oldu. Sanat artık bizim değildi, edebiyat da, kültür de…Dil yapıştırıcı, ulus yapıcı özelliğini yitirmiş, kendimizi anlatmakta sıkıntı yaşar olmuş, kırk parçalı bir ümmete dönüşmüştük. Ortak bir paydada hiçbir zaman buluşamayacak bir ümmete. Duygu ve düşüncelerini Arapçanın, Farsçanın, yeni moda Fransızcanın ya da küçük bir etnik grubun birbirine hiç benzemeyen kültürüyle üretilmiş sözcükleriyle oluşturmaya çalışan bir insan topluluğu nasıl yekpare olur ki? Sömürgeciliği kanımızla boğarak durdurduk . Dilimizi de “yabancı dillerin boyunduruğundan” kurtarmalıydık. Bu konuyla bizzat Atatürk kendisi ilgilendi. İyice yoksullaşan dilimizdeki tüm yabancı sözcükleri atmanın zorluğunun bilincindeydi. Tarama, derleme ve türetme yöntemleriyle dilimizi eski gümrah akışına ulaştıracağını düşündü. Üçgen, açı,.. gibi ilk Türkçe geometri terimlerini o belirledi. Bu işin daha bilimsel ve uzman kişilerce yapılması için Türk Dil Kurumu’nu kurdu. Dilimiz bugünkü her kesimden insanın anlayacağı ve paylaşacağı düzeye böyle ulaştı. Ne var ki, önce siyaset girdi işin içine. Biri eskiye, diğeri, yeniye, karşı olmak için, karşı çıktı. Dil kurumu etkisizleştirildi. Gelişen çağın, küreselleşen dünyanın getirdiği yeni kavramları karşılayacak sözcükleri bulmakta yetersiz kaldı. İlgililer, yazarlar, edebiyatçılar yeni moda akımların etkisinde dili savsakladı. Sıra halkımız, dün neyse bu gün de aynıydı; o hep yaygın, moda olana özenirdi. Okuma yazması ilkokul üçten terk bakkal, tabelasını astı: Dallas Market. İsimlerde özentiler hep vardı. Türkçe yeni bir sahipsizliği yaşamaya başlayınca bu en üst noktaya ulaştı. Medyanın büyük gücü, yaygın iletişim ağı, internet,.. ama en önemlisi kendi değerlerinden hep komplekse giren halkımızın özentisi dükkan adlarını, büyük işletmelerin, sokakların, yerleşim birimlerinin adlarını değiştirmemize neden oldu. Artık en az gelişmiş yörelerimiz bile İngilizce adlı mahallelere, lokantalara sahip. Geçenlerde Milli Eğitim bakanımızın da dediği gibi okullarımızda yıllarca didindiğimiz halde anadilimizi öğretmeyi başaramadık ama, İngilizceyi öğretmek için milli servetin büyük bölümünü dışarı aktarıyoruz. Belki bu yoğun emek ve masraftan akademik İngilizceyi öğrenen pek çıkmıyor ama, dilimize giren, artık yoksul sokak aralarında bile Türkçe’nin yerine duyulan birkaç tarzanca İngilizce sözcük daha kazancımız oluyor. Artık blucin giyiyor, cafede takılıyor, internette entel çetler yapıyor, centerlerden alışveriş ediyor, citylerde yaşıyoruz… Bu çalıntı kabuk, aldığımız dile bile ihanet söyleyişler yetmiyor, anadilden sağlam kalan bir kaç sözcüğü de bozarak, olmadık anlamlara taşıyarak “o’ha oluyoruz”… Küreselleşmeden söz edip İngilizceyi evrensel anadil yapmanın yanı sıra, artık bir yaşlıların anımsadığı , grameri, bilimsel alt yapısı sınırlı, bölgesel, etnik dilleri kullanıma sokuyor, zaten anlaşmama eğilimi olan toplumu iyice ‘anlamaz’ hale getiriyoruz. Kirlenme son hız sürüyor. Dünya bir kıyameti yaşasa ve yaşam yok olsa, yurdumuza gelecek bir uzaylı, Türkiye’nin bir çok kentine baktığında neresi olduğunu anlamayacaktır. Körün tanımladığı fil gibi bir ülkeye dönüştük. Gitgide sisleniyoruz. Bunun ardı kimliksizlik. Çözüm yok gibi duruyor. Bizim, yani Türkiyelinin farkına varıp dur demesinden başka çözüm yok gibi. Önce özentilerimizi, komplekslerimizi atmalı, bir markete, lokantaya yabancı bir ad taktık diye daha çok satış yapamayacağını, bunun hizmetle ilgili olduğunu kavramalıyız. Atatürk’ün kararlılığıyla dilimizi arı biçime dönüştürme çabasını sürdürmeliyiz. Amaç, kullanım olanakları sınırsız, sözcük dağarcığı gelişkin, çağın tüm yeniliklerine yanıt verebilen bir dil yaratmak ve yaratılana sahip çıkmak böylece yorgun dilimizin yaralarını iyileştirmek olmalıdır. Yabancı deyimlerle şaşkına dönmüş çocuklarımız, tıpkı computere karşılık bilgisayarı bulduğumuz gibi herkesin anladığı sözcükler, terimler yarattığımızda çağını daha kolay kavrayacak, taklitte herkesin önünde ama, öğrenmede geride kalmaktan da kurtulacaktır. Belleğimize zorla sıkıştırdığımız, ait oldukları dillere de yara açarak yarattığımız kelimelerden vazgeçmeliyiz. Çocuklarımıza ulusun, etnik köklerin dışında üst, birleştirici bir kavram olduğunu ve vatan, bayrak, dil gibi ortak değerlerden oluştuğunu, bunun onur vesilesi olması gerektiğini anlatmalıyız. Amerikalının, geldiği İtalya'nın kültürel değerlerini yaşatsa da Amerikan İngilizcesiyle bir sorunu yoktur. Olursa, o bin bir parçaya dönüşecek ülkenin gurur duyacakları süper bir ülke olma şansı olmadığını herkes bilir. Çağdaşlaşmayı özdeğerlerimizden vazgeçerek değil, bu değerlerimizi de harcına katarak bina etmemiz gerektiğini, tüm insanlık bir ortak paydada buluşacaksa o paydanın renklerinde bizim de payımız olması gerektiğini işlemeliyiz. Yazarımız, aydınımız, öğretmenimiz, politikacımız, televizyon ve gazeteler varlıklarını ana dile borçlu olduklarını iyice kavrayıp tam bir sorumluk duymalılar. En önemlisi, Ziya Gökalp’in “Başka dile benzemez Annenin sesi,/ Her sözün ararsan vardır Türkçe’si ''dizelerinde dediği gibi Türkçe kullanmalıyız. O zaman sis aralanır. Kimliğimizi yeniden tanımlayabiliriz. Yoksa bir sabah kalktığımızda , toprağın kokusunu, sevdiğimiz çiçeğin adını hatırlayamaz, içine düştüğümüz hüznü tanımlayamaz, başarırsak duyacağımız gururu aktaramayız. Bu yüzden ilk önce kafamızın içini Türkçeleştirmeliyiz. Yoksa bunun ardı boşluk, bunun ardı kimliksizlik. * 2006 Bursa Liseler Arası Yazın Yarışması 1.si maviADA YAZ 2006 derginin bütününü görmek isterseniz tıklayın

  • BURSA ve ÖYKÜ

    Bursa, gerçekten tarihsel ve ekinsel yapısıyla bir birikim kentidir. Emeğin yoğunlaşmış yapısıyla da apayrı bir kenttir Bursa!.. Böyledir ama sözlüklerde, kitaplarda öykünün tanımında yer alan “gerçek ve düşsel olayları yazılı ve sözlü biçimde geliştirip anlatmaya çok uygun olan bu kentin yaratıcı gücü ne yazık ki kentten insana, insandan yazıya dökülmemiş, istenilen öykü birikimi de gerçekleşememiş, öykü, gelişme ve oluşum ortamını bulamamıştır. Nedeni de oldukça açıktır, yaratılma ve yayımlanma ortamından yoksun kalmış, onun için de gelişme olanağı olmamıştır. Ne zamana dek sürmüştür bu?.. Kentin, yazın gelişiminde “dergi” denilen, sanatı yeşerten, sanatçıyı yazmaya özendiren, isteklendiren dergilerin güncelleşmesine dek uzamıştır bu!.. çok açık bir dille söylersek, ne yazık ki bu tıkanıklık 1990 yılına dek varmış, yeni bir sanat dergisi olan Biçem’e dek de sürmüştür… Ardından da birbirini izleyen sanat dergileri doğmuş, gelişmiş, sonra da batmıştır…Bu dergiler içinde en soluklusu yetmiş iki sayıyla Yeni Biçem olmuştur. Bu arada Düşlem yazın yaşamına başlamış, o da yirmi dört sayılık bir ömürden sonra yazın yaşamından çekilmiştir. Bu dergilerin ardından Bursa Defteri’yle Akatalpa gelir gündeme. Bütün bu dergilerden sonra 2002 Kasım-Aralık ilk sayısıyla edebiyatçı / yazar Şenol Yazıcı’nın Kimse-Siz dergisi çıkar karşımıza!.. Bir yıl, beş sayı yayın yaşamını sürdüren Kimse-Siz, yine yeni ürün sahiplerinin ilk yazılarının yayınlandığı büyük boyutlu bir dergi niteliğine ulaşır. Bursa yeni yazarlar kazanır, yazın yaşamına değişik bir yazın havası getirir…Sonra yine durgunlaşır Bursa yazın havası. Ta ki 2006 Yılbaşına kadar. Yeni büyük boyutlu bir dergi gelir Bursa’ya: maviADA. Sahipliğini ve yayın yönetmenliğini Şenol Yazıcı’nın yaptığı dergi düzyazı ağırlıklıdır ve ulusal çapta dağıtılacaktır. Bu arada kentimiz yazınının gelişiminde büyük emek sahibi olan Yılmaz Akkılıç’ı, Nahit Kayabaşı’nı, Ramis Dara’yı, Şenol Yazıcı’yı anmadan geçemeyiz. Onların emeklerinin Bursa yazınının gelişimine önemli katkıları olmuştur, kentin sanat yönünden gelişimini onurlandırmışlardır!.. Biçem’in, Düşlem’in, Kimse-Siz’in yayınlarını durdurmaları kentimiz yazını için gerçekten büyük kayıp olmuştur!.. Bir kez tohum atıldı mı, ölümleri yeni doğumlar izler. Mart 2002’de dıştan bakıldığında bir okul dergisi izlenimi veren, gerçekte pek çok Bursalı sanatçıyı günyüzüne çıkaran, tanınmış sanatçılarla sıcak bir iletişim kuran ve yaşamı yalnızca on bir sayı süren Yansımalar dergisini de anmadan geçemeyiz. Sahipliğini Yıldırım İlçesi Milli Eğitim Müdürü Zeki Baştürk’ün üstlendiği ama, sanat yükünü Şaban Akbaba ve Yusuf Yağdıran’ın üstlendiği bu alçakgönüllü dergimiz de görevini büyük bir içtenlikle yerine getirmiş, sanat yönünden pek çok gencin, öğretmenin, sanatçı dostların ilk ürünlerinin yer almasını sağlamıştır. Şimdi ulusal çapta yayına başlayan ülkenin bir çok ünlü kaleminden de destek alan Şenol YAZICI’nın sahipliğini ve yayın yönetmenliğini yaptığı maviADA bu anlamda Bursa için beklenmedik sevindirici bir sürpriz olmuştur. Büyük boyutlu elli iki sayfalık düz yazıya ağırlık veren dergi, yazanların, dışa açılması, ulusal kültür sanat ortamında okurlarıyla buluşması için yeni bir umut olmuştur. Bu arada Bursa basın dünyamızın bu yöndeki katkılarını da unutamayız doğrusu… Basınımızın çabalarının ayrı bir yeri vardır sanatçıların gönlünde… Şunu da imlemek gerekir ki öykü söz konusu olunca gencecik yaşında yitirmiş olduğumuz Yücel Balku’yu, Şenol Yazıcı’nın gerçekçi öykücülüğünü, Nadir Gezer’i, çocuk öykücüsü Şaban Akbaba’yı, ikibinli yıllarda aramıza katılan Kemal Selçuk’u belirtmek gerek. Bursa sanat dünyasında bütün bu gelişmeler olurken, öykü dünyasında bir yeri olan Yücel Bayku’nun Öykü Atölyesi gelir gündeme. Kitabevi’nin sahibi Dilek Çelebi’nin desteği ve yardımıyla yaşama geçen bu atölye Bayku’nun zamansız kaybıyla bir süre ara verdiyse de, Nahit Kayabaşı ve Kemal Selçuk’un katılımıyla işlevini sürdürdü. Olay gazetesinin çıkardığı Bursa’da Yaşam adlı derginin editörlüğünü yapan Kayabaşı, belli bir aşamayı geçen beş adayın öykülerini dergide yayımlar. Onların önünü açar, ilk öykülerinin yayımlanma mutluluğuna kavuşturur onları... Böylece bu beş öykücümüz de Bursalı öykücüler kervanına katılıverirler... Öyküleriyle umut veren bu arkadaşlar şunlardır: “Yeşil Şehre Dönüş” öyküsünün yazarı daha önce adını anmış olduğumuz Nursel Aras’tır... Yayınlanan yapıtının adı da “Kara Üzüm Salkımı Hüzünle”… “Kiraz Mevsiminde” öyküsünün yazarı Aysel Karaca’dır. Ayrıca bu yazarımızın Yansımalar dergisinde denemeleri yayınlanmıştır. “Gezgin’in Aşkı” adlı öykünün yazarı Pelin Yılmaz’dır. Onun ilk sanat denemelerini Bursa Sanat, Bursa Life, Yaşama Sanatı, dergilerinde fotoğraf yazılarıyla tanıdığımız yazar, Bursa Defteri’yle Akatalpa’da da denemeleriyle, Yaşama Sanatı’nda da öyküleriyle çıkar okurun karşısına. “Binbir Bursa Masalları” adlı öykünün yazarı da Beyza Ersoy’dur. İlk yazıları “Kimse-Siz” dergisinde yer almıştır. Adı geçen dergide üç şiiri yayımlanır, Yansımalar’da da bir öyküsü ... Yitik Şehir” adlı öykünün yazarı Serap Yenilmez’dir. Esra Ersoy. “Mutlu Yaz” öyküsüyle Yaşar Nabi Öykü yarışmasında dikkate değer bir öykücü olarak değerlendirilir. Bursa’nın daha nice öykücü ve öykü dostlarına kavuşması dilek ve umudunda olacağız. DAHA FAZLASI İÇİN MAVİADA MÜZEYİ GÖRÜN * *

  • Bir Ormandan Yalnız Bir Çınara:

    / Anadolu Edebiyatı DOSYA / * DOSYA: Bir Ormandan Yalnız Bir Çınara; ANADOLU EDEBİYATI ve Nadir GEZER * KATILIMCILAR / Şenol Yazıcı, Öner Yağcı, Nadir Gezer, Mahmut Makal M.BAŞARAN , Ahmet Özer, Yusuf Yağdıran, * DOSYAYI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN * DAHA FAZLASI İÇİN maviADA maviMÜZE'ye gidin * *

  • Aristo Diye Biri

    / ÖNCE KABUL SONRA AZİL OLAN VATANDAŞ ARİSTO... ve FELSEFENİN YİTİK ÜLKESİ ASSOS / Assos’ta yaklaşık 2 bin 400 yıl önce yaşayan ve kentte açtığı ilk felsefe okulunda dersler veren ARİSTO’nun antik kent girişinde turistleri karşılayan heykeli, 2015'te kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce tahrip edilmiş, heykelin sağ kolu kırılmış ve yüz kısmında da önemli tahribat oluşmuştu. Şimdi yeniden yerine koyacaklarmış. Öyle bir gelenek olsa; insanlar erginleşince, yani seçme ehliyetleri olunca sorsalar: Eyy Aristo, seni yeniden vatandaşlığa alıyoruz, gelir misin desek, gelir mi acaba? Aristo baldıranı keyifle içen Sokrates gibi düşünmez, uyum kabiliyeti hayli yüksektir; idealler güzeldir ama hayat daha güzeldir, der. Hayatına bakmalı. METAFİZİK'i okuyanlar ilk cümleyi anımsar, nasıl başlıyordu? Hani Aristotoles'in şu ünlü kitabı: "Bütün insanlar doğal olarak bilmek ister," der Suriyelilere de sorsak? Ama kıstırılmış, kırk katır mı, kırk satır mı halinde değil, başka seçim şansı da olan insanlara... Hani birilerinin keyfi istedi diye birbirine kırdırılan, kalanı da ya kendi ordusunca ya da uluslararası güçler tarafından kırılan, onca yıldır düzen tutmayan ülkelerini terk edip bize sığınan, en katımızın gözünde bile dilenciliği meşrulaştırıp sokakları dolduran, hani AB şu kadar verdi, biz kabul etmedik, şu kadar istedik... diye üzerinde pazarlık ettiğimiz, son ana değin de yetkili ağızların istediğimiz parayı vermezseniz salarız onları üstünüze dediği ... ve nasıl olmuşsa birden vatandaşlıkları gündeme gelen Suriyeliler var ya onlar da bilmek ister mi? Hani vatandaşımız olmaları söz konusu ya...Yarın külüne muhtaç olacağız. ARİSTO'YA sorsak mı? Bu ülkede yaşıyorsan önce makbul, sonra maktul İbrahim Paşa'yı, sonra da M.Ö. bir devir , hatta çok yakın zaman, 2009'da ikinci kez Anadolu yurttaşlığı makbul olan ama ilkinde kaçarak, ikincisinde de dünyanın en uygar yerlerinden sayılan Ege'de darp edilerek gönderilen ARİSTO'nun öyküsünü bilmek lazım. Hele o açık denizde boğulma talimleri yaparken, Assos'un Zeus Altarı'nın ordan el,kol, bilek ve parmak işaretleriyle "gel gel, şaka yaptık, biz felsefeyi de, Aristo'yu da severiz..." deme halimizi görmeden olmaz. Günümüzden 2400 yıl önce yaşayan dünyanın en büyük iki filozofundan biri, ilki hocası PLATON'dur, olarak kabul edilen ARİSTOTELES, bizdeki adıyla ARİSTO bir dönem Anadolu vatandaşı olmak onuruna erişti. EFLATUN namı diğer PLATON' okulunda birlikte eğitim aldığı köle HERMEİAS, bugünkü Balıkesir Küçükkuyu ve Çanakkale Ayvacık arasındaki volkanik tepe ve eteğindeki limana hakim kent ASSOS'un tiranını öldürüp yerine hükümdar olunca, okuldaşı ARİSTO'yu ülkesine çağırır. Herhalde başına geleceklerden yılıp kaçıp gitmesin diye de yeğenini onunla evlendirir. Kurduğu okulda verdiği derslerin yanısıra bir çok kitabını burada kaleme aldı Aristo. Düşünüyorum da kitap yazmak, sakin bir kafa, dingin bir ruh ister, her şeyden önce, hele çağları aşacak kitaplar yazmak... demek ki onu bulmuş... Anadolu vatandaşlığı iyi gelmiş Aristo'ya...Öyle iyi gelmiş ki, çok göze çarpmasa da bence hocası PLATON'u aşacak ya da geliştiren düşünceler üretmiş. PLATON kim mi? "Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar. Demokrasi despotluğa dönüşür. Demokrasinin esas prensibi, halkın hakimiyetidir. Ama milletin idarecilerini iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu temin edilemezse demokrasi, otokrasiye dönüşebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Devlet işleri, devlet içinde idare edenlerle idare edilenlerin yönetime katılmasıyla gerçekleşir: , Devlet işleri içten gelen bir sevgi, edep ve kâmil akıl ile yürütülmezse onun sonu çöküş ve yok oluştur..." (Platon/Devlet) diyen adam. Hem de günümüzden 2400 yıl önce... Örneğin PLATON en iyi yönetimin bir filozoflar cumhuriyeti olacağını savunurken, Aristo katı değildir, birden fazla çok iyi yönetim önerir. Platon sadece akılsal bilgiye önem verirken, ARİSTO duyumların da büyük önem taşıdığını kaydeder. Platon griyi yok sayarak beyaz ve siyah gibi olay ve olguları, yani dünyayı birbirinden ayrı zıt alanlara ayırırken, Aristo süreklilikten ve geçişlilikten söz eder. İşte bu adam Yunanistan'dan kalkıp gelip Assos'a yerleşir. Üç yıl da kalır. Ne var ki sonunda bir kayıkla Midilli Adasına kaçmak zorunda kalır... Dönem o dönem, iktidarlar çok uzun ömürlü değil, sırtını dayadığın adam gidince sana da yol görünmesi doğal, dünyanın en büyük filozoflarından biri bile olsan... Aristo şanssızdır, deha ama güce dönüşüp muktedir olamayan bir dehanın tüm özelliklerini taşır bu yönlü. Bilirsiniz, bir dönem Büyük İskender'e bile hocalık etmiş, onun "Benim hakiki babam Filip değil Aristodur,"deyişiyle onurlandırılmış, ama İskender bile hiç bir düşüncesini nedense benimseyip yaşamına uygulamamış, hocasının kent devletlerinin bağımsızlığına verdiği önemi hiç düşünmeden dünya imparatorluğu peşinde koşmuş. Görünen Makedonyalıya övünmek dışında pek bir şey aşılamayı başaramamış. Tabi kitaplara olan aşkını da saymalı... Aristo'da ki dehanın birkaç felsefe ilgilisi dışında kimse farkında değildir, o itibarı göstermez. Anlamak ve göstermek için sonraki yüzyılları, başta İbn-i Ruşd olmak üzere İslam Filozoflarının Aristo'yu keşfetmesini bekler dünya... Oysa "bağımsız bilimler" kavramını ortaya atan, ilk büyük bilimsel kütüphaneyi kuran, ilk harita koleksiyonunu yapan, ilk doğa tarihi müzesini oluşturan, ilk felsefe okulunu memleketimizde Assos'da kuran, Kant'ın mantık, Darvin'in biyoloji alanında çalışmalarını övdükleri, İslam dünyasının "ilk öğretmen" , İbn Rüşd'ün "yorumcu" diye adlandırdığı, günümüze elli tanesi ulaşsa da 170 yapıtı olduğu söylenen Aristo talihin garip bir cilvesi İskender'e hocalığının bedelini çok ağır ödeyecek, İskender'in ölümünden sonra yükselen Makedon düşmanlığıyla dinsizlikle suçlanacak, benzer nedenlerle yargılanan Sokrates'in idamını görünce de akıllı davranacak ülkesinden kaçacak, sürgünde ölecektir. Ne yani, tanrıları Afrodit, Zeus... diye insan değişir mi? İnsan bir inandı mı, inanmayanı ya da başka türlü göreni yok etmeyi yaşama amacı sayar oldum olası. Bu da ayrı bir hikaye... Suriyelilerin bilmesi gerekmiyor, biz konumuza dönelim. İSAdan ÖNCE 400 yıllarında kaçarak vatandaşlığımızdan feragat eden Aristo 2400 yıl sonra yeniden vatandaş olarak işe alındı... 2009'da gelmeyen turistlere bir çağrı olsun diye girişe heykelini yapıp koydular, doğum ve ölüm tarihleriyle... Güzel de duruyordu... Ne var ki bu kez de ömrü uzun olmadı... 2015'te kolu kırıldı, yüzü parçalandı, sonra da heykel yerinden kaldırıldı. Şimdi sadece kaidesi duruyor: Aristo (MÖ. 384- 7.3.322 yazan...) Ne bekleniyordu ki? 2400 yıl önce dinsizlikle suçlanan yani Zeus'a, Apollon'a, Venüs'e... gereken itibarı göstermeyen gafil Aristo'yu biz mi barındıracaktık?.. Biz bizi var eden Atatürk'e neler yapmadık da? Şimdi Aristo'nun heykelini yaptırıp yerine koyacaklarmış. Acaba gelir mi, hiç sanmam ya... Şimdi Suriyeliler bir daha düşünür mü? Dedik ya ötesini kurcalamıyoruz. Yoksa memleketin ahvali ortada... AB yardımı şu bu derken, sığınmacılar bir destek görüyorlar yine de... Ne sosyal güvenlik pirimi isteniyor, faiziyle, ne bilmem ne vergisi, ne oruç tutup tutmadığı soruluyor, ne askerlik bekleniyor... Halleri malum, misafir denilip acımayla karışık genel bir hoşgörü var onlara karşı, kendi insanımıza çok göstermediğimiz. Şimdi küçük de olsa bir umutları var, ama vatandaş olurlarsa AB kapıları duvar olur onlara, TC pasaportuyla gezmeye bile zor giderler AB ülkelerine... Sonra vatandaşlık sorumluluktur, al tiranın kız kardeşini, vur enseyi yat... değildir, hele aykırı konuşmak hiç değildir, o kadar kolay mı? Duydun mu Eyyy ARİSTO! / 09/07/2016

  • Yazma Depresyonu ve Yöresel Sağaltımı

    -Gücü sınırlı olan ama anlayan insanın düşünmesinin ve ortaya çıkan çaresizliğinin tanımı yoktur. O çıldırtan donmuşluğu anlatacak söz yoktur. İşte yazma sıkıntısı o zaman başlar.- ... bilinen öyküdür, adam olması beklenir öncelikle, çocuktan, ben ve ötekiler ne vali olabildi ne de adam... Arka kapakta bu cümleler ve elimde sigara bir resmim vardı. O günlerde Ahmet Kabaklı dahil tüm büyük adamların ders kitaplarında bile tütün delisi, sigaralı resimleri yer alırdı ve sigaranın otuz yıldır süren terörden de, çevre kirliliğinden de, kimsesizlikten, işsizlikten ve açlıktan ve aşksızlıktan da kötü olduğunu henüz bir büyüğümüz ak’ledememişti. Yirmi yaşında yazdığım ama ancak otuzlu yaşların sonunda yayınlatma cesaretini ve borç parasını bulduğum bugünse 4.baskısını yapan ilk kitabımın arka kapağında işte onlar vardı. Ülkenin en iyi edebiyat fakültelerinden birini bitiren bir edebiyat öğretmeniydim, dünyayı okumuştum, sahip olmak için neyim varsa tükettiğim binlerce kitabım vardı... ve yine denemeyle sabitti ki dünyanın en güzel aşk mektuplarını yazıyordum, televizyon, radyo programları yapıyor, çalıştığım kentlerin il çapındaki etkinliklerinin kamberi olmayı gururla taşıyordum. Ben yazmayacaktım da kim yazacaktı? Yirmi yaşımda yazdığımı, on beş yıl sonra bulduğum borç parayla uydurma bir matbaada sanat ve edebiyat aşkını ağzından hiç düşürmeyen bir matbaacıya acısını hala hissettiğim fahiş bir fiyatla bastırdım... Bastırmaz olaydım Sonrası... Yanıtsız bir sessizlikti. O ağır sessizliği şimdi bile olanca netliğiyle anımsar ürperirim... Neden sonra buz gibi sessizlik çözüldü. Kimse kitabımdan övgüyle söz etmedi, umutla verdiğim birkaç kişinin de okuduğunu da sanmıyorum, kimse de bıraktığım kitapçıdan satın almadı. İyi ki de almamışlar, neden sonra satılanların parasını da kitapçı ödemeyecekti zaten. Ne var ki bulunduğum küçük kentin kahramanı oldum, ama başka bir nedenle. Utanmadan sigaralı resmini kitabının arkasına koyan kötü örnek bir öğretmen olarak popülerliğime çok emek verdi en yakın arkadaşlarım ve elbet dönemin yerel siyaset dukaları ve uşakları... Sigara yasakları o zaman olsaydı, yanmıştım. Sigara yüzünden yaşı büyütülerek asılan ilk kişi olacağımı düşünürüm hala. Yıldım mı? Deli misiniz, yaptığından ders alacak aklım olsaydı zaten yazmazdım. Bir sonraki kitabıma mayolu resmimi koyacağıma yemin ediyordum. Altı ay sonra bir yayınevi ikinci baskısını önerdi kitabın,yaptırdım. Mayolu resmi mi soruyorsunuz, o kadarına cesaret edemedim, ama yine de yakındı arka kapaktaki resmim. Bu kez de resimden beni okuyan İzmir gibi bir yerde maço erkek sıfatını yakıştıracaktı, edebiyat öğretmeni bayan okurlarım. Onunla beraber yeni kitabımı da yazdım ve yayınlattım. O zamanlar böyle çok edebiyat dergisi yok, okurumla yüzleşmek, boyumun ölçüsünü almak için bana öneri getiren gazetelere yazmaya başladım... O zaman kıyamet koptu. Yazdığım gazetenin bana layık olmadığını, kendi gazetelerine yazmamın yazarlığıma ufuklar açacağını çabucak gören dönemin garip koalisyon iktidarının yerel uzantıları, milletvekili adayı da olan okul müdürüm kanalıyla ikna için her yolu denedi. Yazarlık namusu diye bir şey vardı, hiç görmemiştim, görmedim de, ama Zola'dan biliyordum, vardı ve ben kalemimi kimsenin emrine vermeyecektim. Yanaşmadım. Yaşadığımız deprem sonrasında herkes canıyla uğraşırken onlarsa affedemedikleri yazarlığımın şanlı direnişini bitirmek için olsa gerek benimle uğraşmayı sürdürdüler ve... yıkılan evimini enkazına çadır açmış olan ben, bu kez başa çıkmaya çapımın yetmeyeceğini anlayıp gönüllü sürgüne gittim. Zaman su gibi aktı. Yüzlerce yazı yazdım, onlarca etkinlik yaptım, bütün Tüyaplarda aşkla seferberdim, salt kendim değil, derginin yazarlarını da taşıdım. Çok ilk kez yazanı, kitaplı yazar oluncaya değin destekledim, omuz verdim, başarınca ilk bana elbette dergiye de omuz silktiğini de gördüm. Bir güvercin uçurmakla peygamber olunmaz deyip on kitap yazdım ve on yıldır da sorumlusu olduğum bir kültür sanat edebiyat dergisini yaşatmak için cenk ediyorum. Kimlerle mi? Sistemle, basın yasasıyla, deneyimli ama egosu deli, kendinden başka peygamber tanımayan yazarla, şairle, deneyimsiz, kırk yaşına kadar bir yerde yazısı bile yayınlanmamış, ama potansiyeli olduğuna çok inanan, ilk kitabı çıktığında Orhan Pamuk'un bir milyon ödüllü Nobelli hali olacağına çok emin yazma özentisi, ama bilinç ve nezaketinden yoksun arife dangalak böcekleriyle, gerçekten iyi niyetli, emeğe saygılı, ama rotasını çizemeyen, kendine hedefler koyamayan yeni yazanla, dergiye özveriyle destek veren, iyi de yazan ama işbirliği yapmayı birilerinin boyunduruğuna girmek olarak alan insan egosu, yazarlığından daha gelişkin arkadaşlarımla, ortada bir pasta varmış gibi ben yiyeceğim diyerek birbirini boğazlayan öteki imece dergilerle... Ellerimle armağan ettiğim kitabı bir salyangozmuş gibi küçümser bir edayla tutarak, yaşamında ilk okuduğu kitap benimki olduğu halde inanılmaz bilmiş, "sende mi yazdın, şu sayfada benden söz ediyorsun, kadına/erkeğe çevirmişsin beni ama kaçmaz, tanıdım..." diye edebi hikmetler yumurtlayan arkadaşlarımla hatta akrabalarımla ve elbet para, dağıtım, dizgi, baskı sorunuyla... yani gölgem dahil herkesle ve her şeyle... bir kendi adıma değil, kitabına emeğine sahip çıkmaya çalıştığım arkadaşlarım adına da... Gülmeyin fare delikten geçemez ama kuyruğuna teneke bağlarmış, olsun kahramanlık ütopyamızdır. Hala düşünürüm, bana onca sıkıntı, masraf ve emeğe malolan, hiçbir maddi geri dönüşünü göremediğim bir kitap ne kadar sihirli bir güçmüş ve ne kadar haset uyandırıyormuş. Çoğu yazan çizenin başına benzer şeylerin geldiğini, bazılarının ailelerinin bile bu beklenmedik piyangoya dayanamayıp dağıldıklarını duymak da beni teselli etmiyor. Sürecin başlangıcını, onca yıldır verdiğim bu uzaktan anlaşılmaz, yanındaysa hiç katlanılmaz, körlemesine mücadeleyi bilen, sağ olsunlar aklıma güvenen, boşa kürek çekmeyeceğime de inanan dostlar, benim mutlaka bir zengin maden yakaladığıma ve bu nedenle inat ettiğime ve kesin büyük adam olduğuma emin soruyorlar. Başlangıçta yılmadan anlatıyordum. Çok söz ediyordum ama anlattıklarımda bilinen anlamda bir kazanım olmadığını görünce bana besledikleri güvenin sarsıldığını görüyor, ağlayasım geliyordu. Oysa bana kalsa ben istediğimi elde etmiş, çok şey kazanmış, ancak ülkenin çok küçük bir azınlığının ulaştığına ermeyi başarmıştım. İlk kitabımda fal açmamıştım, ama doğru görüyormuşum. Deneylerden sabitti. Her ne kadar bu ülkede büyük adamlığın yolu emekten ve akıldan geçmiyorsa da, elbette akıllı çocukların büyük adam olması beklentisi doğaldı. Ne var ki ben ve bana benzeyenlerin sistemce onanmış ne vali ne de büyük adam olamayacağını yetmişli yıllar zaten kanıtlamıştı. Herkes eksiğinin peşinde koşar. Benim için yazmak, elbet öğrendiğim bir okul, kendimi geliştirdiğim bir arena, evrene bir müdahale, haksızlığa karşı bir savaşma biçimi, kavgayı asla kaybetmeyeceğim bir alana çekme yöntemiydi, doğru. Ama hepsinden doğrusu benim için yazmak, kimsenin giremeyeceği, şifrelerini çözemeyeceği kendi özelimi yaratmaktı. Vali olmak değil... Bana kalsa eşsiz bir saltanatım var ama... Gene de onca yıldan sonra sormadan edemiyorum: Bunca sıkıntıya değer miydi? Bunun yanıtını geçmişte aramak gerek. Atalarımız demiş ya, insan istemesin, ya mevlasını bulur ya belasını… *** Yetmişli yıllarda, kitaba göre, Tanrının, yeryüzüne inse seçecek olduğu bir mesleğe başlamıştım: Öğretmenliğe. Yaşım daha henüz on altıydı. Bizim kuşak, hepsi de ithal olsa da, kraldan daha kralcı sarıldığı uzun saçları, mini etekleri, dünyayı değiştirmeye kararlı düşünceleriyle, Müslüman mahallesinde salyangoz satan akılsız tüccarlar örneği yaşam gerçeğinin dışında bir yerlerdeydi. Yani uyum bile tek başına teslimiyetti ve düşkünlüktü. Oysa akıl, yaşama uyum kabiliyetidir ve güya biz, her genç gibi çok akıllıydık. Sivas’a yürüyerek on iki saatte ulaştığım bir köyde öğretmendim. Sorarsan Tanrının seçeceği mesleği yapıyordum. Oysa hiç itibarım, önemim yoktu. Ne bilinen anlamda okulum vardı, ne de görünen öğrencim. Bir ahırı hem okul, hem evim yapmıştım, görmek istersem öğrencileri de tarlada ya da hayvan güderken bulabilirdim. Mesleğini aldığımız Tanrıya gösterilen saygıyı beklemesek de, sonuçta biz burada devleti temsil ediyorduk, hani sahibinden dolayı köpeğine itibar edilir ya, ona benzer bir itibara da razıydık, yoktu. Davranışta ve konuşmada siyaset bilmeyen bir gencin, tarlada çalıştırdıkları çocuklarını okula göndermeleri için sıkıştırdığı köylüyle iletişiminin iyi olması zaten zordu. Gidip şikâyetçi olduğum devletin de onca sıkıntısı içinde ben neydim ki? Gördüğün eğitime, savunduğun tüm görkemli ideallere, ettiğin büyük sözlere karşın gerçeğin aynasında ağırlığın, boyun, kilon belliydi: Sen hiçtin, sen yoktun. Ne yapardın? Düşünürdün... Gücü sınırlı olan ama anlayan insanın düşünmesinin ve ortaya çıkan çaresizliğinin tanımı yoktur. O çıldırtan donmuşluğu anlatacak söz yoktur. İşte anlatma arzusu ve yazma sıkıntısı o zaman başlar. Bir başladı mı da durmaz… Sonsuza değin kanarsın. Ahırdan bozma okulum ve evim de yazmaya başladım. Yara deşildi. Hiçlikten duyduğum kilitlenme, akışkan bir şeye, değişik de olsa bir eyleme dönüştü: Bir başkaldırıya. O dünyada iyilik asla yenilmiyordu, o dünya hakça dönüyordu. Yaşamın kendindeki hiçbir saçmalığa ve eşitsizliğe izin vermiyordu. Bu gerçekçi bir edebiyat değildi. Gerçekte yenenler ve yenilenler, ezenler ve ezilenler hep vardır ve eşitlik sadece rastlantıdır. İyi de edebiyat, yani kurmaca hayat, gerçek hayatla örtüşmek zorunda mıydı? Öyle başladık. Yazmasak, duyduğumuz haksızlık duygusuyla sokağa çıkıp, suçlu bu, diyeceğimiz birilerini yok etmeyi düşünebilirdik. Bize karşı ve acımasız olan dünyaya, aynı silahlarla saldırabilirdik. Oysa biz, yarası neyse sağalmış, sorunu neyse giderilmiş bir dünya da, tüm insanlarla birlikte yaşamak istiyorduk. Nihayet yenilmediğimiz dünyalar yaratmak için…ya da yenilsek de, cümle alemin alkış duyacağı görkemli ölümler olacaktı bizimkisi, onun için yazdık. Hiçbir şey olmasa da kendi ruhumuzu kendi tükürüğümüzle iyileştirecektik. Öyle yazdık. Yazarken aklımızın kenarında bile değildi yayınlamak. *** Son gemi, bir öncekine bakarak yapılır, her adım, bir sonrakini getirir. Gün oldu, yazdıklarımız kalıcı olsun dedik, birileriyle paylaşmak istedik. Gün oldu, yaralarımızı iyileştirme alçakgönüllülüğü, başkalarının yaralarını da iyileştirebiliriz öz güvenine dönüştü, kim bilir. Her ne ise derdimiz paylaşmaktı. Yazdığını paylaşmak kitapla olurdu. Hesaplamadığımız, engin aklımızla göremediğimiz, aynamızdaki kör nokta orasıydı. Biz, kör noktaları yığınla olanlardan olmasaydık, onca kurmaca yaşamı üretecek kadar işlek aklımızla en azından ilk depremde yıkılacak hanlar, hamamlar diken müteahhitler, bankaları deveyle götüren tüccarlar, halkını birbirine kırdıran politikacılar olurduk. Anlayamadık. Hepimiz, önce o duvara tosladık, sonra biriktikçe biriktik. Bu ülkede bankazedeler, depremzedeler kadar, yayıncızedeler de vardır. *** Biz yeni yazanlar ordusu, belki başka ırmaklardan geliyorduk, belki başka savaşların yenikleriydik ama ortak bir yana sahiptik: İster aşkımızı, ister dünyamızı bizi yenen neyse onu, terk etme değil, daha yaşanır kılma derdindeydik ve tek silahımız düşüncelerimizdi; yani yazdıklarımız. Gene hiçtik. Oysa şimdi kelli felli adamlardık, fakültelerimizi de bitirmiş, az da olsa para da kazanmış, birkaç milletvekili de tanıdığı olan insanlardık, az mı? Niye, bizi kimse bando mızıkayla karşılamadı? *** Burma bıyıklı, altın kolyeli, altın dişli, göbeğine kadar açık yakalı, purolu, yatlı katlı birileriydi ya da çulsuz, bastığı her kitapta milyarderlik hayalleri kuran bir tezgahtardı yayıncı. Ve kitapla, sanatla ilgisi, göğün denizle ilgisi kadardı. O bir tek şey bilirdi. Yazarın emeğinden daha zengin olmak… İlk tanımlama buydu ama gerçek bu değildi. *** Bizdeki her yaşam yorgunu ki daha çok ilk gençlikte çıkar ortaya bu tipler, duyarlı bir ruh yapısına sahipse ve azıcık da mürekkep yalamışsa her yenilgisinde kaleme kâğıda sarılır. O yüzden şairi de, yazanı da hayli çok bir toplumuz. Hal budur ya, sövgülerdeki başarımızı bir yana koyarsak, anlatıda şöyle ele gelir çok ürün ürettiğimiz de söylenemez ya. Yine de yazdığımızı yayınlatırsak yetkinliğimiz perçinlenecek gelir bize. Oysa yüz bin basılıp da kapağı bile açılmayan birçok kitabın yanında, adamın birinin el yazması kitabının, ortaçağın karanlığından bu güne bir deha ürünü olarak taşındığını görünce, tek başına kitabın basımının başarının kanıtı olmadığının da fark edilmesi gerekir ya, nerde? *** Yayıncılık tıpkı bakkallık, konfeksiyonculuk, meyhanecilik gibi bir ticari iştir. Ulvi değerlerle donanmış, insanlığı karşılıksız aydınlatmak derdinde olan kutsal makamlar değildir. Para kazanmak hem meşru hakkı, hem de tek mantığıdır. Bunu da kitap satarak yapacaktır. Ticari anlamda kitap nedir? Birilerinin en az bir yılda ürettiği, bir harcanarak beş ya da on beş kat arası fiyatla tüketilebilen, solmayan, modası geçmeyen, çürümeyen, bin yıl sonra da değerli olan, iç çamaşırının en iyisinden daha çok sürümü olan bir meta. Fiyatı nasıl paylaşılır: On beş yeni Türk liralık bir kitabın, beşi dağıtım şirketine gider, biri matbaa, dizgi, kapak ve benzerlerine gider, geri kalan yayımcıya, hani durmadan ağlayan yayımcıya, biri de, evet sadece biri yazara kalır. Ki bu yüzde sekizlik, onluk oran demektir ki, çok az yazara nasiptir. Bu ideal haldir. Ülkemde asıl yaygın hal şudur ki, yukarıdaki üretim ve paylaşım tablosu hemen hemen aynı olsa da, bir yanı eksiktir. Bu bire on beş veren altın yumurtlayan tavuktan çok az yayıncı zengin olur: Çünkü çoğu kitap aradaki dağıtımcı ve perakendeci ikilisinde yok olur, geri dönmez. Yayıncı nedir ve kaç tiptir? Yayıncı meşru yoldan kazanç sağlayan her hangi bir tüccardır. Genel de üç tip olurlar. Biri şöyle ya da böyle kitap, matbaa işine bulaşmış, yani çekirdekten gelme ve sonunda kendi işini kurmaya karar vermiş, bakmış ki, bir milyona mal edilen bir kitap on beş katına satılabiliyor, dünyanın en karlı işi olarak görmüş ve o işe soyunmuştur. Onun yazmayla çizmeyle ilgisi, fatura yazmaktan öte değildir, bu birinci tip. İkinci tipse, yayıncının duvarında yığılmaktan yorulan yazar, o dünyaya mutfaktan dalmaya karar verir. Açar dükkânını, önce kendi kitaplarını basar, ardından başkalarınınkini. Kısa bir süre sonra ticaretin kurallarını işletmesi gerekliliğini, alacaklılar hatırlatmaya başlayınca o da para kazanmaya karar verir. Verir ya, ticaretin hiç katlanamadığı, ütopik felsefeli bir tüccar yazardır. Üçüncü tipse, parası vardır, karlı bir iş peşindedir, kitabı seçer. Yeryüzünde bire on beş verecek, at yarışı dışında başka hiçbir uğraş yoktur ki at yarışında kaybetme olasılığı da vardır. Ve para kazanır. Üç tip yayımcının da ortak özelliği, kitabı üretenin yüzde on çevresindeki hakkından mümkün olduğunca kısmaktır. Yazarlar kaç tip olur: Bir gerçekten iyi yazanlar, orta halli yazanlar, kötü yazanlar. İyi yazanlara yayınevleri kapılarını açar. Orta hallilere ara sıra, kötülere ve de yenilere hiç bakmaz. Bu tanımlama da doğru değil. Bizdeki yayınevlerini, bir ikisi dışında, iyi yazmak, kötü yazmak hiç ilgilendirmez. Yeni yazarla ya da eski yazarla hiç ilgilenmediği gibi. Sadece o kitabın satıp satmayacağıyla ilgilenir. O nedenle, bir eski tanınmış dansözün yazdığını, Nobel alacak bir kitaba haklı olarak yeğler. Çünkü bizde o okuyucu vardır, futbolda iyi olanın, kitabında iyisini yazdığı sanılır, Kız Tavlama Sanatı’nı okursa tüm kızları ayartacağını, Saç Çıkarma Yöntemleri’ni okursa sırma saçları olacağını sanır. Okur tipi bu olunca geriye yayıncının yapacağı hiçbir şey kalmaz. O mantığını yürütür; ben bir iş yeri çalıştırıyorum, emeğim para kazanabilmek için, satmayan kitap Nobel alsa bana ne? Peki, kimi zaman çıkan, niteliğini tüm dünyaya kanıtlamış iyi kitaplar bizde nasıl çıkıyor? Çok basit: O niteliğini kanıtlamak sırasında ve süreçte kendi reklamını da yapmış olduğundan, yayınevi de satacağına kesin gözüyle bakar ve o kitabı dünyanın telifini ödeyerek alır basar. Ya da çalarak, yani korsan basar. Genelde tüm Türk yazarların ortak özelliği de, her yazanın yazdığına yüz yılın en iyisi gözüyle bakmasıdır. Doğal olarak da ne olursa olsun kitabını bastırmak temel amacıdır. Ne var ki bunun ekonomik giderini kendisi değil başkasının üstlenmesini bekler. Başkası da garantisi olmayana neden yatırım yapsın? Çıkmaz sokak ve yığılma da orda başlar. O zaman yeni yazan, ne yaparsa en doğrusudur? Satacağı kesinleşene değin, dergilerde gazetelerde yazmalı. Kitabının sadece beşte biriyle parasını çıkarabileceğin bilerek ilk kitabını kendi üretmeli. O sınanmayı alnının akıyla aştıktan sonra da emeğinin karşılığını verecek yayınevini buluncaya değin dayanmalı. Bunun bir toplu grev olduğunu düşünün, kimsenin yazmadığı bir ülke. Aradan birkaç kişi, fırsat bu fırsat deyip grevi kırmazsa olacağı düşünün. O yayıncıyı bulamazsanız, bu ülkede son yüz yolda sanattan, hele ki edebiyattan, en büyük yayınevlerinde kitapları basılanlar da dahil, zengin olanın görülmediğini ama seçiminiz olan bir onuru sergilediğinizi düşünüp övünün. Sakın fare dağa küsmüş de, dağın haberi olmamış türküsünü söyleyenlere bakmayın. Basacak kitap bulamayan yayıncı, okuyacak adam gibi kitap bulamayan okur, sonunda seni bulacaktır. Bulmazsa ne gam, sen zaten yazdığını yaranı iyileştirmek için üretmemiş miydin? O değil, onu okuma şansını bulamayan üzülsün. Bir yayınevinden çıkmak bir kitabı iyi yapmıyor. Aksine kitabınız iyi değilse bir yayınevinden çıkmak kötülüğü yaygın kanı biçimine hızla döndürmeye yarar. O halde iyiliğinizi kanıtlayana değin yazın. İyiliğin demlenmesinin zaman aldığını hiç unutmayın. Belki bir gecede birileri ermiş olabilir, birileri üç günde inşaattan türkücülüğe geçebilir, birileri iki ayda arka mahalleden sinema sanatçılığına sıçrayabilir, ama hiç kimse iyi bir eğitim almadan, müthiş bir yaşam deneyi geçirmeden, yaşadığını kendi içinde cehennem acılarıyla harmanlamadan yazar olamaz. O halde, para kazanmaktan vazgeçen yayıncılar doğana değin değil, sizsiz olmayacağına inanan yayıncılar ve okuyucular doğuncaya değin yazın. Zor gözüküyor değil mi? Ayrıca değer mi? Yazmak için bu denli mücadele verecek yerde kafayı çalıştırıp yat kat sahibi ya dilini uydurup iktidar partisinin bir kenarından tutunup çok şey olmak varken yazar olmak için bunca emeğe değer mi? Bilmem ki? Bana kalsa eşsiz bir saltanatım var ama... Yazma depresyonuna girmeyen hiç bilmez. Geçenlerde "Bursa'nın Değerlileri" sergisinde Deli Ayten, Zeki Müren'den sonra seçilen birkaç kişiden biri olduğumu, sergi salonunda büyük boy resmimi sergilediklerini görünce duyduğum gururu söylesem, biliyorum ona da gülüp geçersiniz. Yine de sormadan edemiyorum, hiç kimseden yardımsız, kendi emeğimizle yaptığımız ve salt bize özel, aklımızı ve yüreğimizi koyduğumuz, başarırsa insanlık durdukça bütün çağları aşabilecek başka neyimiz vardı?

  • DEMİRTAŞ CEYHUN

    * Kimse-SİZ dergisini uğradığım hayal kırıklıklarıyla daha yeni kapatmıştım. Yaşadığımdan özetlediğim, gözüme at gözlüğü gibi taktığım bir yargı oluşmuştu bende: Ne yaparsan yap, ister banka soygunu, ister cami… Ama adamla yap, bu sanat dünyasında da büyük sözler etme aşklarına karşılık adam az ya da adamlık başka bir şey... diyordum. En büyük ilgim kitaplara bile soğuk bakıyordum, değil yazmak… Bir zamandır içinde bulunduğum edebiyat dünyasının bana denk gelen ucubelerinden dolayı büyük bir kopma içinde, hatta istemeyerek ama gitmiştim, etkinliğe. Böylece de Attila İlhan’ı konuşurken ilk kez canlı dinledim Bursa Tayyare’de. Böylesi de varmış diyerek, beğeniyle izlemiştim. iLHAN, hamamın akustiğine denk düşen tek şarkısıyla almamıştı bu yolu; görünüyordu. Program bitince kalabalığın arasından güçlükle ulaşmıştım ona. “Bir dergi çıkarmak istiyoruz, demiştim, “mavi”yle başlayan. Bize omuz verir misiniz?” O her dem çocuk gözleri gülmüştü, “Delisiniz herhâlde,” demiş, yine de “ olur, “ diye eklemişti. Bir ay önceki ruh halimi ve edebiyat dünyasına koyduğum mesafeyi terk etmiş, istimi almış, dergi hazırlığına geçmiştik bile. Ne var ki mevsim yazdı, arkadaşları ikna ve organize etmem zaman aldı, uygulama güze kaldı ve… tüm enerjimizle dergiye yoğunlaştığımızda duyduk; Attila İlhan artık aramızda değildi. Bozgun gibiydi. Bir kez ayağa kalkmıştık, vazgeçmedik. Öner Yağcı’yla konuştum. Bana içinde Ankara'da oturan yazar Burhan Günel’in, Bedri Baykam’ın ve Demirtaş Ceyhun’un da yer aldığı birkaç isim önerdi. Görüştüğüm Bedri Baykam, ilk sayımıza katılır gibi yapacak, iletişimimiz sonradan sürecek ama bir yere varamayacaktık birlikte. Bir Anadolu dergisinin dünya çapında bir ressama verecek çok şeyi olmadığını ikimiz de görüyor olmalıydık. Burhan Günel, kurucu olarak gelmeyi kabul etmiş, ne var ki bir koşul koymuştu: Belki de on yıldır birlikte çalıştığı, iyi arkadaş olduklarını sandığım Aykırı Sanat dergisi yayın yönetmeni Arslan Bayır’ı dergiden çıkarmamı isteyecekti. Arslan Bayır'sa dergi gündeme gelince hiç koşulsuz yazısını göndermiş, temsilci olmayı istemiş, destek vereceğim demişti. Ne kadar verdi, ne yaptı... o ayrı bir konu, ama Günel'in nedenini tam bilmediğim küsmesi beni ne ilgilendirirdi, çok da nazik olmayan bir dille reddettim. 2000'li yılların başında Edebiyatçılar Derneği başkanlığı sırasında, seçimlerde telefon ederek yardımımı isteyen böylece tanıştığımız Burhan Günel’le aramız açıldı. Gene de derginin bir sonraki sayısına çıkarmamızı istediği arkadaşla ilgili iddiasını açıklayan ve o günlerde çıkan hemen hemen tüm dergilerde yayınlattığını sonradan öğreneceğim bir yazıyla katılmış, ne var ki ona olan sempatim azalmış, elbette iletişimimiz tümden kopmuştu. Kısa süre sonra aralarının kötü olduğunu bildiğim Öner YAĞCI'nın hala çözemediğim ısrarıyla GÜNEL'i bir etkinliğimize davet etmiş, dost olmuştuk yeniden. Dergimize de yeniden katılmıştı. Gerçi sık sık Öner Yağcı'yı dergiden kovmamı istemişti ama çok da gerilmemiştik. Ne var ki gönderdiği bir yazıyı dergide yer kalmadığından sonraki sayıya erteleyince kıyamet gene kopmuş, internetten topladığı yazar özentisi ve elbette bozuntusu bir kaç kişiyle beni linç etmeye kalkmıştı günlerce. Ölümcül hasta olduğunu bildiğimden hakaretlerine yanıt bile veremediğim yazar çok geçmeden de vefat edecekti. Dürüstlüğü anlatılan GÜNEL'in insan bağışlama yönünün cimri, saldırganlaştığında etik tanımaz olduğunu böylece öğrenecektim. Kendisiyle şahsen hiç tanışmadığım ama hakkında salt yazar değil, insan olarak da övücü şeyler duyduğum Demirtaş CEYHUN’la telefon ve mail görüşmelerimiz olumluydu. Dergimize kurucu yazar olarak da katılmıştı. Kısa sürede taşrada yapılabilecek en güçlü dergilerden birini yapmayı başarmıştım; bendeki gururu sormayın. Çok yoruluyordum, hem öğretmenlik, hem derginin bütün tasarım ve yayın işleri, yağan yazılar üzerine editörlük ve yazmaya mecbur olduğum yazılar, söz verdiğimiz etkinlikler, Tüyap hazırlıkları... Sanki beş yüz kişi olması gereken bir fabrikayı ben tek başıma götürüyordum. Farkındaydım, ama mutluydum. Bir hayali gerçeğe çevirmiştim. Edebiyat bir dindi ve ben de onun son misyonerlerinden biriydim. Sorarsan ne kadar da akıllı ve gerçekçiydim. Küreselleşme bela, tekelleşen dünya devleri karşısında sanat, hele yerel edebiyat öldü, diyorduk ama galiba o yıllar dergilerin ya da edebiyatın son altın çağıydı yine de. O zamanlar altmış sayfalık olan dergi büyük bir ilgi görmüş, yazıları ne kadar küçültsek de sığdıramaz olmuştuk. Yer alabilmek için çok ünlünün araya adam koyarak yazı gönderdiğini anımsarım. Türkiye bize yetmemiş, uluslararası arenalara da çıkmaya niyetlenmiştik. Hayranlık duyduğum dünyanın yaşayan on büyük yazarından biri olan Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’la, Hazar Şenliklerini yapan o zamanlar Elazığ ve Doğu Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi şimdi Ardahan üniversitesi rektörü Prof.Dr. Ramazan KORKMAZ kanalıyla iletişim kurmayı başarmış, hakkında kendisinin ve başka uluslararası yazarların da katılacağı bir dosya hazırlama sözü almış, hatta uçak parası bulmayı başarabilirsek Bursa'ya etkinliğe getirmeyi düşünmüştük. O güne değin tanımadığım İzmir'den Mavisel YENER aramış, alanında bir dosya yağmayı ve kabul edersem biz de yayınlatmayı düşündüğünü söylemişti. Ülkenin ileri gelen Çocuk Edebiyatçılarının katılacağı bir DOSYA hazırlığına geçmiştik. Yaptık da... Çok geçmeden, başarırsak dergiye katkısı olacak, diye düşündüğümüz maviADA Kültür Sanat Evini borç harç açmış, kazanacağımız paralarla uçuracağımız bir dergi rüyasındaydık. Şimdilik zarardaydık, durmadan borçlanıyorduk, ama emindik ki, hiçbir şey olmasa bile, bu kadar kültür sanat dostu varken ve herkesin anlatacak hayatım bir roman öyküsü cebinde dolaşırken, kitabını, dergisini bizden alır, batmazdık. Oysa batmanın en güzeliyle huşu içinde battık dokuz ayda, haşlanan kurbağa örneği anlamadan. Bunların dışında da sadece yazarlarımızın katılacağı birçok etkinlik plânlamıştık. İlk etkinliğimizi Bursa’da bir kafede yapmıştık. Hemen ardından Yalova’da Yalova Kitabevi'nin açılışı için Mustafa Aydın'a söz verdiğim söyleşi için hazırlanmaya başlamıştık, ardından da Tüyap'a katılacaktık. Öner Yağcı, Zeynep Aliye, ben ve Demirtaş Ceyhun konuşmacıydık. Yazarların yol, yemek ve kalırlarsa konaklama giderleri karşılanacaktı, anlaşmıştık. Satılırsa kitapları, parası da kendilerinin olacaktı. Etkinlikten bir gün önce ummadığım bir şey oldu. Geleceğine kesin gözüyle baktığımız, söz veren Demirtaş Ceyhun, beni telefonla aradı ve o zamanlar bana şok eden bir öneri de bulundu: Birkaç yüz kitabını peşin satın almamı istedi, etkinlikte dağıtmak için. Nadir Gezer’in evindeydik konuşma sırasında. Bu anlamda çok deneyli değildim, benim işim yazmak, dergi yapmak, bilemedin sevabına etkinliklerdi. Emeğin karşılığının olması gerektiğine inanıyordum ama, kitabımı satıp parasını elden almak bile bana kutsiyeti bozan bir eylem gibi geliyordu. Hala öyle gelir ya... Şaşırmış, şiddetle tepki vermek istemiştim, ama seksen yaşındaki Nadir Gezer’den ve konuklardan utanmıştım. Sadece “ Kurucusu gözüktüğünüz dergiden, bilerek söz verdiğiniz etkinliğine gelmek için para mı istiyorsunuz, şimdi ? Yani aileden...” diyebilmiştim. Ardından da,” Artık sizinle birlikte çalışmam, “ diye de homurdanmıştım. Olayı anlattığım Öner Yağcı, üzerinde durmamamı, bir gün bir etkinliğimize onu da getireceğini söyleyip beni yatıştırmaya çalışmıştı. Bu ilgi ve gayreti bu işte bunun parmağı var galiba diye düşündürmüşse de üzerinde durmadım. Dergiden çıkardığım Ceyhun’un bu garipsediğim eylemini anlamaya çalışmak, yerine birini bulmak dışında bir şey düşünecek halim yoktu ama hiç de unutmaya niyetli değildim. Onun yerine katılmaya istekli olan ama kalabalık olacağımız düşüncesiyle sıcak bakmadığım Mehmet Güler’i katıp etkinliği tamamladık. Eş dost...kalabalık fena değildi, sonradan belediye başkanı olacak birinin uzun ve övücü konuşmasını, arada da gelecekteki seçmenlerine mesaj olsun diye bizi komünistlikle suçlamasını saymazsan keyifliydi de. Yazarların sergilenen kitaplarından satın alan olmadı. Ne var ki benim aklımdan Ceyhun'un o şık bulmadığım isteği hiç çıkmadı. Bir daha da Ceyhun'u arayıp sormadım, dergide de yer vermedim. Üzerinden bunca zaman geçti, iyi tanımasam da, tanıyanların insan yönüne övgüler düzdüğü yazarın bunu niçin yaptığını düşünürüm. Görüp konuşmak, sormak ve anlamak kısmet olmadı. 1934 Adana doğumlu Demirtaş Ceyhun’u 2009 Temmuzunda yitirdik. Yeri ışık olsun…

  • KİMSE Hala BİZiz.

    Kimse SİZsiniz * Hala anlamadık mı? Güvendiğimiz dağlara kar yağdı. Ne zaman zora düşsek herkes KİMSE olmaya adaydı. Ne var ki; dost başa bakar derler; Bunlar hep başka yere, belden aşağı... yani ayakkabılarımıza baktı. ... O da değil, asıl acı olan itibar ettiklerimiz, insan yerine koyduklarımız, emeğimiz üstünden saltanat sürenler de öyleydi. ...ve biz, üzerine ölü toprağa serpilmişler; kadim uykularımızdan hala uyanmadık. * Düşünmeyen insandan kork dedi dedelerimiz, atasını, neslini, soyunu sopunu, kabuğunu beğenmeyen kestaneden kork... dedi ninelerimiz. Düşünmekten korkandan en çok kork... dedi. Böyle hamasetle söze başlayandan en çok kork kimse dememişti. Zorla öğrettiler... Öğrensek DÜŞÜNMEyi, bugüne kalmazdık. Sen buğday yetiştir dediler, patates soğan... biz yerine düşünürüz. KİMSEler hep bizim adımıza düşündü. Şimdi içinde boğulduğumuz derin çaresizlikte ve büyük ıssızlıkta başka yolumuz olmadığından mecburen düşünüyoruz. Öğrensek DÜŞÜNMEyi, bugüne kalmazdık. Sen buğday yetiştir dediler, patates soğan, biz yerine düşünürüz. KİMSEler hep bizim adımıza düşündü. Şimdi içinde boğulduğumuz derin çaresizlikte ve büyük ıssızlıkta başka yolumuz olmadığından mecburen düşünüyoruz. Öğreniyoruz. Birlikte... *** Kitapla gelmek dışında da yazarlarla peygamberler kimi yönlü benzeşir. Her ikisi de yaşadıkları toplum tarafından hırpalanmış, kırılmıştır. Farklarından biriyse peygamberler, toplumu adam etmeye uğraşırken, yazarların çoğu ise küsmeyi yeğler. Oysa tebaasız bir peygamber nedir ki? Okursuz bir yazar gibi… Bizler halkına, emeğe ve kendine inanan, ama taban gibi değil tavan gibi yaşanması gerektiğini savunan insanlardık. Kültür ve sanatı yani yaşamın damıtılmış biçimini, yani güzelliği seviyorduk. Çok zamandır, ülkülerimizi yitirmiş, paçamızı kurtarmaktan başka bir şey düşünmeden yaşıyorduk. Birileri koşun dediğinden elde ettiklerimiz artık taşıyamayacağımız, tüketemeyeceğimiz ya da mezarlarımıza bile sığdıramayacağımız boyutlarda olsa da dilimiz dışarıda bir bilinmezliğe aç gözlülükle koşuyorduk. Söz üreten fabrikalarımızda, doğru yerde doğru zamanda olsaydık peygamber olurduk, savlarını üretiyor, başkalarının karmaşık, anlayamayacağımız yaşamlarına, dünyanın sorunlarına reçeteler sunuyor, ama yalnızlığımızı aşmayı, bizi bir fındıkkabuğuna girecek kadar küçülten başarısızlıklarımızı tanımlamayı ise beceremiyorduk. Hep yağmuru bekliyorduk. Büyük insanların bekleyen değil, tarlasını yağmura taşıyanlar olduğunu hiç öğrenmemiştik. Tüm insanî kalelerimizi yitirmiş teslimiyete, tek tipleşmeye ramak kalmıştı. İyi ağlıyor, kim, ne yaparsa yapsın, bakmadan tüm kusurlarını görüyor, ömrümce güzel ne yaptım ben, diye sormaktansa, kadim devirlerde bize yapılanın hıncına kilitli elimizde eleştiri hançeri saldırıyor, hiçbir güzellik yeşertmiyor, her kavramın ve erdemin içini boşaltıyorduk. Ne omuz verirdik ne emek, yirmi kitabımızla bir yere varamasak da, biz büyük adamdık, herkes bize hayran olmalıydı. Yalnızlığımız mı? O yüksek dağların kaderiydi, kendimizi koyduğumuz yerde tutunabilmenin yolunun bizi vitrinlemeyen her şeyi çürütmek olduğunu artık ezbere biliyorduk. Dedik ya bizler biraz aziz, biraz peygamberdik. Peygamberler gibi de yaşadığı toplumca kırılmış, hırpalanmış zeki, duyarlı insanlardık. Farkımız peygamberler toplumlarının aksaklıklarını düzeltmek için savaşırken biz kaçtığımız soyut dünyada edindiğimiz çadırı sırça saray sayarak dışarıdaki kaostan kurtulduğumuza mutlu, bizi çıplak gösterecek bütün aynaları kırmış, peygamberliğini ilân etmiş, ama insanına küsmüş, tebaasızlıktan ıssız bir adamdık. Küçümsediğimiz o sıra insancıkların yanlışlarına bakıp doğruluğumuzdan mutluyken, insanın gerçek büyüklüğünün hiç yanlış yapmamak değil, doğru bir şeyler yapmaktan geçtiğini düşünmeden, insancıkların tebaamız olmak için sıraya girmeyip reklâmla büyütülmüş şapkasından tavşan çıkarmaktan başka hüneri olmayan bir renkli şarlatanın peşinden koşmalarını da anlayamıyor, kızıyorduk. Oysa dünya değişmiş, biz ötelere düşmüş, hatta bitmiştik. Biz sistemin bize dayattığı sırat köprüsünde egomuzla artırdığımız bir hızla dörtnala koşuyorduk. Parklarda elinde tuvalet ispirtosu Neruda’dan, Bodler’den, N.Hikmet’ten dizeler okuyup içki parası dilenen deliler ya da velilerde bizi onca kızdıran, aslında kendimizle ilgili bir gelecek öngörüsü olabilir miydi? Orada durduk. Bunca yıldır varoluşumuzu tek başına fayda saymazsak gerçek anlamda bir üretici olmadığımızı, bu topluma ve yazdığımız kitaba, ürettiğimiz resme yani kendi geleceğimize de ciddî anlamda emek vermediğimizi düşündük. Bir dergi yapacaktık. Kimsenin bizi keşfedeceği yoktu, kendi okurumuzu kendimiz yaratacaktık. Öte yandan soluk alınabilecek bir yer, ait olma duygumuzu doyurmamızı sağlayan bir birliktelik, güç alacağımız bir aile, karşılıklı öğreneceğimiz bir okul yaratmaktı derdimiz. Yapısı, anlayışı, yaşamı farklı, ama özlemleri, ama düşünsel dünyaları, ama yazınsal anlayışları birbirine yakın, kesinlikle sıra insanlardan daha çok hisseden ve gören, ama anlatamayan, anlatacak yer bulamayan, anlatsa da okura ulaşamayan, anlatamadığı için de yalnızlık kimi de öfke duyan bir insanlardan bir aile… Dergi buydu, Dergi kültür sanat denizinde parlayan çıkışı işaret eden solgun da olsa bir fener olabilir diye düşündük. İyi de dergi zor işti, en azından ekonomik destek isterdi, tekelci sermayenin el attığı bir alanda var olabilir miydik? Bize el verecek, ama ruhumuzu satın salmaya kalkmayacak, güvenecek kimse var mıydı? Onlar yerli filmlerde ve masallardaydı. Yılmadık, ararken bulduk. Kimse bizdik. Çaresiz ellerini yüreğinin ve aklının ceplerinde gezdirip kendi rüzgârını yaratabilen herkes de, hatta yaratmaya uğraşırken yenilenler de bizdendi. O zaman kimse bizdik, kimse sizdiniz… Birlikte kendi ADAmızı yaratacaktık. Ve dergiyi ürettik. Uzun zamandır ilk kez ağlaşmayı ,yakınmayı, sitemi bıraktık. İlk kez bu kadar devrimci, o kadar insandık. Çünkü kişinin kendini keşfedeceği, beyninin girintilerinde geziler yapacağı ve bunun doğruluğunu ölçeceği bir düşünce atölyesi amacımızdı. Emeğini biz verecek, olursa ödülünü de biz görecektik, tabi ki konuklarımız da olacaktı, ünlüsü, yenisi, Elbet birilerine de el verecektik… Saygıyla gelenlerin hepsi bize yakışan nezaketi görecek, yardım edecektik ama asla kendi evimizde birilerinin konuğu, hizmetçisi durumuna düşmeyecek, reklâm tahtası olmayacaktık. En önemlisi bunu taşrada yapmaya soyunuyor, düşünmenin ve yazmanın kimi insanların tekelinde olduğunu savlayanlara aldırmıyor, direk sıra insanla başlıyorduk. Niyetimiz bilenin arkadan gelene öğreteceği, eksik çocuklarına da aynı önemi ve özeni gösteren bir aile, bir sığınak olmaktı. Tek başına karşı koyamadığımız, teslim olmamıza az kalan postmodernist dünyaya, kuralsızlığa, etiksizliğe, akılsızlığa karşı bir sığınak bir deney tahtası, düşünce lâboratuarı yaratıyorduk. Edebiyat, sanat o değil miydi, insan yaratma atölyeleri… Ardına güçlü sermayeleri alarak yarattığı uydurma kültürü evrensel moda diyerek dayatan ve ezberleten sanat tekellerine ya da kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığından uluorta sövmeyi sanat sayan ya da halkının gıdıklanacak nesi varsa orayı gıdıklayarak ünlenen görece sanatçıya değil, etik olmaya kararlı insana yani SİZe inanan bir minik savaşçı yaratıyoruz. Şenol Yazıcı, Kasım 2002 , sayı 1 maviADA (kimse-SİZ) Dergisi, Yirmi yıldır maviADA'yı yapıyoruz. Bizi ülkenin dört yanına, binlerce okura, düşünen, üreten insana, sanatsevere ulaştıran, ürettiğimize ayna, yalnız sanatçıya sığınak olan maviADA’yı... Ne kıyamet koptu, ne de ülke kurtardık. Öyle bir iddiamız da yoktu zaten. Daha anlamlı bir şeyler yapma şansınız var da yapmamışsanız, hele buna ben sebep olmuşsam üzülürüm, ama kabul edin yaşamın sizi yorduğu zamanlarda kaçabileceğiniz bir dünya olması, bir yazı hazırlamanın, yayınlanınca gururla okumanın o eşsiz tadı bu emeğe değerdi? Öteki yanlarını hiç saymıyorum. Çok kişi ilk kez maviADA’da yazıp şimdi kitaplı yazar oldu. Aranızdan kimileri vefalıydı, o gün bugündür bizimle... …Ve değişen yok, aynı yerdeyiz. KİMSE, hala BİZiz, KİMSE hala SİZsiniz. Peki, biz hala kararlıyız, ya siz?▲

  • Ay Zamanı

    Bir küstüm çiçeğidir, ergenliğe soyunmamış yalnızlıklar. Hem herkes, hem her şey olmaya hazır, hem hiçbir şey olmamaya kararlı, öyle kırılgan dururlar. Savrulan sarışın yapraklar gibiyken hayat Her ay büyür, her ay tutulur onlar. Ay vurur, büyür gece, Bir Kaş mavisi kadar korkunç ve güzel gökyüzü, Dünyanın çatısına gerili delik deşik bir örtü, Uzar, uzar, uzar… Belki şimdi, Sıyrılır yatağından, ki gün görmemiş karanlığıdır, ağır bir zamanında ömrün, Çıplak bir mavi kadın, hiç sevilmemiş... Hüzün çiçeklerinden yalnızlık toplar; Anlıyor musun, şimdi en hazanından bir güz ağlar tenimde? Ölür gece, sevdam kanar. Biterse ses, Ay boşalır yuvasından dökülür suya, Ay söner, söner aydınlık, Tek bir keman çalmaz, Dağılır dört bir yana iç kanatıcı bir kırılganlık; Ay yanar, su yaralar. ŞİİRİ FİLM OLARAK İZLEMEK İSTEYEN, LÜTFEN VİDEOYA TIKLAYINIZ

  • Seçimde İttifak ve Ötesi...

    Bu ülkede siyasetçi babanız bile olsa sakın dediğine bakmayın, eylemine bakın. Araştırın,öğrenin, akıl yürütün... Önce şunu iyi görmeli: Erken seçim, ister baskın olsun, ister planlı programlı, geçen yıl muhalefetin erken seçim önerisine iktidarın dediği gibi "vatan hainliği" filan değil, öteki seçimler gibi yasalarla tanımlanmış bir yol ve meşru uygulamadır. Seçim ittifakları da öyle... Kötü bir şey olsa zaten önce hükümet özel protokolle yapıp, yasal uyumluluk oluşturmaz değil mi? Diyeceksiniz ki şimdi böyle diyor, desin, siyasetin dili bu, hala alışmadınız mı? Yeter ki yasal çerçeveler zorlanmasın, hakkı olan kişi ya da partiler seçime katılabilsin, seçmen oyunu özgür ve güvenlik içinde kullanabilsin, halkın tercihine uyulsun, kediler işe karışmasın... As'lolan bunlar... Böyle bakınca erken seçim kararının nedenleri üstüne yapılan bütün tahminler ve konuşmalar anlamsızlaşır. Hükümet bildiklerimiz dışında bilmediğimiz olumsuz durumlar nedeniyle böyle götüremeyeceğini, güven tazeleme gereğini görmüş, yani bir tür havlu atmış ve yasalara uygun biçimde erken seçim kararı almıştır. Kuşkusuz bunda özellikle ekonomik politikası ciddi sorunlu hale gelen ve yıpranan hükumetin, başkanlık gibi sistem değişikliği isteyen, karşıtı da çok olan bir iddiayı kazanmanın giderek güçleşeceğini görmesinin de etkisi olabilir. Hele ortada referandumda ortaya çıkan %1 lik gibi kolayca değişebilecek bir fark tehlikesi varken... Nitekim MHPyle yapılan ittifak da bu endişenin sonucudur. Bunlar doğal değil mi? Gezi olaylarıyla, kandırıldık muhabbetleriyle, ayakkabı kutularıyla, Feto darbesiyle, Güneydoğu ve Suriye olaylarıyla... az şey mi yaşadık? 2005'te 1340TL olan dolar şimdi 4.000TL, ne haber? Ülkenin en büyük sanayicileri borçlarının yapılandırma talebinde bulunuyor, işadamlarına nefes alma kredileri dağıtılıyor...Ya halk, onlar henüz farkında değil, hele seçim bir geçsin, bakalım karşımıza nasıl bir reçete çıkacak? Ne var ki bunları bilmek ciddi bir seçime giderken öncelik değildir. Hem ne demiş rahmetli Demirel: "Dün dündür..." Şimdi iş bu seçimi, sonuçlarını anlamaya ve bilinçle oy kullanmaya kalmıştır. Gerisi teferruattır... *** Öncelikle erken seçim önerisi, baskın seçime dönünce en azından iktidar kanadında hiç de beklenmedik olmadığı net olarak anlaşılmış olmalı. Öyle ya bu seçim her şeyden önce sıradan bir seçim değil, başkanlık sisteminin de referandumu olacağına göre, iki ay gibi bir sürede diğer seçim hazırlıkları hariç uyum yasalarının çıkması gerekecek öncelikle... Oysa hala İYİ PARTİnin seçime katılıp katılamayacağı bile netleşmedi. YSK başkanı, uyum yasalarından sonra diyor. Yani öteki partiler her türlü hazırlığını yaparken İYİ PARTİ uyum yasalarının sonucunda, o da olursa, yarışa katılacak... Oysa büyük kongresini Aralık'ta yapmış, yani yasaya göre seçime katılması gerekir. Nisan ayında yapılan olağanüstü kurultay buna nasıl engel olur ki? Kötü niyetli olmamalı belki de bir eksiği vardır, ama bu konuda da bir açıklama yok. Uyum yasaları çıkınca...deniliyor. İktidar kuşkusuz bilerek, hazırlıklı başladı, o nedenle de seçimi önerilen tarihten daha öne çekti. Bir söylentiye göre gene kandırılmışlar; duyumlarına göre İYİ PARTİ ancak 28 Haziran sonrası seçimlere katılabilir haberi kasıtlı yayılmış, şimdi 10 Haziran diyorlar, yalancılar... Peki muhalefet? İlk beyanları "Hodri meydan" olduğuna bakılırsa onlar da biliyorlardı. Keşke öyle olsa... Memleketin herhangi bir kahvesinde gidişata kafa yoran sohbetlerde hangi düşüncede birleşiliyorsa onlar da o kadar biliyordu: Bir erken seçim olabilir... diye tüm ülke düşünüyordu, ama bu denli erkenini kimse tahmin etmiyordu. O zaman muhalefetin, seçime katılması bile kuşkulu İYİ PARTİ dahil, hazırız demelerindeki hikmet neydi? Önce şunu net görmeli: Bu ülkede 15 yıldır gündemi iktidar belirliyor, büyük bir ustalıkla. Muhalefetse aynen bu seçimde olduğu gibi her seferinde konuya ancak dahil oluyor. Sonra da... Temel'in fıkrası gibi... Temel kuzeni Dursun'dan alacaklı, ama Dursun'un vermeye hiç niyeti yok. En sonunda bunalıyor Temel mahkemeye veriyor. Çıkıyorlar hakim karşısına. Sorgu sual derken, hakim Dursun'a soruyor? "Neden vermiyorsun kuzeninin parasını?" Dursun dönüp Temel'e bakıyor. "Ben bu adamı tanımıyorum ki hakim bey,"diyor. Hakim daha ağzını açmadan Temel öfkeyle fırlıyor: " O beni tanımıyorsa ben onu hiç tanımıyorum hakim bey..." Takınılması gereken tavır bu muydu? Seçimin böylesine erkene alınmasından yakınmaları, en azından bir oldu bittiyle karşıkarşıya kalındığını, mağduriyetlerini seçmenlerine anlatmaları, bir kamuoyu oluşturmaları gerekmez miydi? İşlerine çok yarayacak bir sonuçtu oysa. Güçlü olmanın yolu bilmekten, özgüvenden geçer. Bizim muhalefetse bilmez ama gurur ve kibrine hesap yok. Maşallahlık bir dik duruşları vardır, bu onur ve kibir karşısında onlara umut bağlayan seçmenin durumu çok da önemli değildir. Bu tavır seçim kazandırır mı? *** Bu seçimin önemli, aynı zamanda özgün bir başka yanı daha var: Parlamenter düzen mi, başkanlık düzeni mi sorusunu yöneltmesi? Bu da kendiliğinden toplumu iki ayrı bloga bölecek. Bir yanıyla zihinleri karıştırırken öte yandan kolaylaştırıyor da... Siz hangisini yeğlerdiniz, sorusu yeterli. Tek adam yönetimini mi, yoksa eski düzen tüm aksaklıklarına karşın çok sesli demokratik parlamenter düzeni mi? Elbette yasalaştı, ama yeni bir parlamento eski haline getirirse?.. O zaman nüansları bir kenara bırakmak zorunda bütün partiler ve seçmenler. Seçmen, istemli ya da istemsiz, er ya da geç birinde kümeleneceği iki alandan birini seçmek zorunda bırakan bir seçimle karşı karşıya. Bu iki toplanma alanı daha şimdiden netleşmeye başladı bile. Özellikle iktidar kanadı yanına aldığı MHPyle birlikte çoktandır bir taraf; yani onlarda bu yönlü de hazırlık tamam. Sorun her zamanki gibi muhalefette. Bir yıl önce seçim isteyen CHPde bir A planı bir B planı varmış gibi durmuyor. Bugüne değin aklından geçenleri bile sesli düşünmekle namlı CHP bunu, var da saklamışsa alkışlamak gerek, ama görünen tablo öyle göstermiyor. Ana muhalefetteki bu hal öteki partilerde daha kötü boyutlarla gündemde. HDP hala ben kilit partiyim, çözüm isteyen benim koşullarımı kabul edecek diyor, oysa bu seçimde ben demek lüks kalacaktır. Saadet Partisi dik duruşuyla dikkat çeken, önemli sayılacak bir oy oranına sahip olsa bile mecliste temsili olmadığından gözler İYİ PARTİ de... Ne var ki onun da seçime katılıp katılamayacağı bile belli değil hala... Katılması için çözüm yolları var, Akşener imza toplarım diyor... Oysa bu seçim %51 oy üzerine dönüyor, 100 bin oy değil...Yani organize meşru bir parti temsiliyeti gerekli. Halk da umut ve moral yaratacak bir düzenin lideri olmak daha başından büyük avantaj...Ayrıca kendi partinde pırlanta olsan da seçmenin %51'inin olurunu alamazsan bu anlamda hiçbir şeysin. Seçmenin %51' de aşağı yukarı 30 milyon ediyor. Yani senin partin benim partim diye bir şey de yok... Seçmeye mecbur bırakıldığın bir saf var sadece. Bütün partiler iki taraftan birinde ortalama ilkeler üzerinde anlaşmaya ve çözüm üretmeye mecbur. Referandumda umutlandıran bir başarı sergilendi, muhalefet açısından. Hem de kendiliğinden, ciddi bir organizasyon, ittifaklaşma olmadan. EVETler %lik oy farkıyla ancak alabildi çoğunluğu. Bu da muhalefeti umutlandırdı. Ne var ki görülmeyen bir yan var: O seçimde seçim sistem üzerineydi, ne milletvekilliği söz konusuydu, ne de cumhurbaşkanlığı... Şimdi hiçbir parti sistemi gözetmek adına kendi beklentilerden kolayına vazgeçmeyecektir, yani onları tek bir amaca kilitlemek bu kez o denli kolay değil. Dün yani 22 Nisan da CHP örnek bir atak yaptı. YSK'da geciken karar üzerine 15 milletvekilini İYİ PARTİ'ye transfer etti. Koşul koymadan, meşru yolla bir başka partinin mecliste grup kurarak seçime katılmasının önünü açtı. Uzlaşmaya hazır olduğunun işaretiydi. Doğru ve olması gereken bir karardı. Halk tarafından daha duyulup anlaşılmadan, ittifakları yasayla serbestleştiren, kendisi ilk ittifakı yapan iktidar tarafından bu eylemin şiddetle eleştirilmesi ne denli isabetli olduğunu da gösteriyordu. Keşke HDP de demokratiklik ve meşruluk dışında koşul, kural koymadan böylesi bir eyleme imza atsa... Herkes atsa... Öyle ya demokratik düzende partiler bunun için değil midir? Nihayet CHP ile İYİ PARTİ bu seçimin parti seçiminden daha çok taraf seçimi olduğunu fark etti. Büyük olasılıkla Saadet partisi dahil irili ufaklı partiler ve seçmen grupları da iki taraftan birine dahil olacaktır. Hatta İYİ PARTİ, birkaç milletvekili çıkarabileceği kesin Saadet Partisiyle tıpkı MHP / AKP ittifakı gibi açık ittifak yapıp onu da meclise taşımalı. Belki Perinçek ve HDP oyalanacak, ama sonuç değişmeyecektir, iki takım yarışacaktır. Takım seçmeyen de farkına varmadan güçlü gözüken takıma katılmış duruma düşecek, oyları da onun hanesine yazılacaktır. O zaman şimdiden ortak zemini bulup iyi hazırlanmak gerekmez mi? Kişisel yargım, bu iki turlu seçimde partilerin birinci tura kendi adaylarıyla katılmaları doğru olandır. İlk aşamada milletvekilleri belirlenir, partisel dağılım ortaya çıkar, sen ben kavgası en aza iner. AKP'nin yapacağı değil, MHP bile başka aday çıkarmayacaktır, ama muhalefetin ilk tura birden çok adayla, hatta her partinin çoklu adayla katılması taktik olarak da sonuçları bakımından da bana doğru geliyor. Böylece partiler güçleri oranında milletvekilini belirlemiş olur, İKİNCİ TURDA sistem ortak dert olarak ele alınabilir. Ayrıca bu turda her türlü görüşü ve anlayışı temsil edecek adaylara şans verilmesi, kitlesi olan adayların seçime katılmalarının kolaylaştırılması, halkın adayları tanımasının yanında, partiler içinde küskünlerin yaratılmaması bakımından da işe yarayacaktır. Herkesin temsil edildiği bir seçimde bir adayın %51'i bulması bir mucize olacağından sonuç ikinci tura kalacaktır. Öteki türlü özellikle muhalefetin üzerinde anlaşacağı ve kendini halka bu kısa sürede kabul ettirecek adayda anlaşmaları zor. En cüsselisinin oy oranı %30'u bulmayan partilerin adaylarının, oyu %40'tan aşağı olmayacağı kesin gözüken AKP adayıyla yarışması hem zor olacak, hem de doğal olarak bir yığın küskün yaratacaktır. Oysa istekli herkesin kendini sınayacağı, milletvekillerini belirleyeceği, yani gücünü göreceği bir seçim, bir sonraki tur için yol gösterici en sağlam halk verilerini de kendiliğinden sunacak, üzerinde anlaşılan en çok oyu alan adayla da en iyi sonuç alınabilecektir. Dedik ya bu kez bir taktikte uzlaşmak ve onu izlemek gerçekten beceri olacak görünüyor. *** Nihayet beklenmeyen oldu. CHP o denli hazırlıksız değil, B planı varmış. Gündüz YSK televizyon demeçlerinde hangi partilerin seçime katılacağı ancak uyum yasalarından sonra olur derken, gece yarısı fikir değiştirdi. Hürriyet'in İnternet son haber sayfasında 23.04.2018 - 00:07 | Son Güncelleme: 23.04.2018 - 00:22' de verilen habere göre Yüksek Seçim Kurulunun (YSK) 24 Haziran'da yapılacak Cumhurbaşkanı ve 27. Dönem Milletvekili Genel Seçimi'ne katılacak partilere ilişkin kararı, Resmi Gazete'nin mükerrer sayısında yayımlandı. Buna göre Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), Bağımsız Türkiye Partisi (BTP), Büyük Birlik Partisi (BBP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Demokrat Parti (DP), Halkların Demokratik Partisi (HDP), artık mecliste grubu olan İYİ Parti, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Saadet Partisi ve Vatan Partisinin seçime girebileceği belirtildi. Bu doğruysa gözler artık gerçekte de kilit parti kimliği olan HDP'de... Ona büyük bir rol düşüyor. Hiçbir parti, buna iktidar da dahil HDP'yle açık ittifaka bu koşullarda giremez. Buna gerek de yoktur. O zaman HDP'nin düşüneceği hangi ortam olursa demokratik talepleri karşılanma olasılığı yüksek olabilir olmalı. Oysa açıklamalar “Kimse Kürtlerin oyunu çantada keklik görmesin” biçiminde olunca akla , pazarlık, HDP oy vermeyebilir ya da kimi sözler verene oy verebilir iması geliyor. HDP bir an önce ya demokartiklik ve meşruiyet dışında koşul koymadan CHPnin jestine benzer bir jestle Türkiye partisi görüntüsünü güçlendirip demokratik kazanımlarda öncülük imajını güçlendirmeli ya da öncelikle kendi ilkelerini kabul edenle, ki bu kabule ne kadar güvenebilir o ayrı konu, işbirliği yapmakta ısrar edip kilit işlevini bir yana atmayı göze almalı. 7 Haziran 2015 seçimlerini ve bir sonraki seçimi ibret için hatırlayın... Bu seçimde önce ben diyen hiçbir partinin kazanması ve seçmenine yararlı olacak bir sonuç alması olası gözükmüyor. 23 Nisan 2018 ,01:30

  • Sevmek Deyince…

    Yalnız bir insan nedir, ulu bir çınar bile olsa; tek başına kuru bir ağaç. Sevmek; o ağaçtan çiçek çiçek bir dal gövertmek, dal, yaprak, çiçek zengini olmak, aşmak kimsesizliği, kalabalık olmaktır. Hiç çiçek yüklü bir kiraz dalına alıcı gözle baktın mı?O kuru dalların en çok on günde kavuştuğu güç,gösteriş ve zenginliğe... İşte yaşamaya değer diyecek olduğun aşkın o hali... Kaç gün sürer? O naif gelin kaç gün sonra kırık dalları, sökülmüş yapraklarıyla ağlanacak hale döner? Kimin umurunda? Hayatın özü uzun öyküler değildir. Sevmek, ilkeyi bilmezsen, doğası gereği sürekli yenilmektir. Biliyorum sen onlardansın; yenilmeye yeminli olanlardan. Kırık bir oyuncak bebek gibi Bir köşede bulsalar ölümünü, Kimse üzülmeyecektir bilirsin, Tek çivi oynamaz yerinden, Gene de denemelisin. Kuşkusuz denemelisin. Çiçek ve dal zengini olmak buna bağlı, mutluluk da; birini sevmeye… bu intiharınsa bile… Sürekli artan bir mutluluksa istemin, acıların öğretisine gereksinmen yoksa kendine yetmelisin. Ya da sevmelisin. Ne var ki sevmektir bir başına yapılamayan. Kimsen yoksa nasıl seversin? Yoksa su, yoksa uçan kuş, yoksa çocuk, yoksa elif endamlı, hareli yaprak yeşili gözlü; anne, sevgili, kardeş, kısaca insan… olmazsa nasıl seversin? Orda tıkanır insan, en büyüğümüz bile orda yenilir. Belki bu vazgeçilmezlik, ihaneti sevgiyle aynı yere, aynı sözlüğe yazar. Biri varsa öteki de var olur. Su kurur, kuş uçar, çocuk ölür… eşyanın doğası bu? Ya seven? İhanet eder. Çünkü o nazenin sevginin sana karşı, acımasız dünyaya karşı tek gücü odur. Türünün en vurucu, en incitici silahı... Çocuğunun, hiç ısınamadığın komşunla sana karşı iş birliği yaptığını bir düşün. Karnına gelmesin kurşun, çok acı verir derler, öyle mi olur insan? Öyle de vaz mı geleceksin sevmekten ve kalabalık olma gayretinden? Ya da seven ihaneti denemekten bıkacak mı? Yanıtı bilirsin de senin doğan bu: Mademki insansın seveceksin. Komşunu, çocuğunu, arkadaşını, başağa durmuş ekini ya da güneşin önünde yeni uçuşlara özenen martıyı ya da halkını… Sevip hayal kırıklığına uğramalıyız değil mi? Sevip kör bıçaklarla gırtlağını kesmeliyiz sevilenin. Hep sevdiğin ya da yakınındır cellâdın bilmez misin? Olsun daha da zoru vardır: Birinin cellâdı olmak... Öyle dikenli bir yoldur sevmek, sokulmak. Gene de bir şey çeker seni... Belki uçman için ikinci kanat. Belki kanatların tam da, yüreğini kaldıracak, enginleri aştıracak bir güçtür derdin. Sırtını ürpertecek bir şey, iki elin kanda olsa, koy git, dedirtecek, belki aşamam, ama bu uğurda ölemem mi, dedirtecek bir şey, ışığa ulaşmak için yanmayı göze almanı sağlayacak bir etkileme, bir türkünün gücüdür, belki de aradığın. Şimdi düşünmeli işte. Neden gülümseyen çocuk türkülerin yoktur? Neden sevi için yakılan onca türkü, hep hüzün, ihanet, gözyaşı, figandır? Hüzün, çok mu yakışır sevdaya? Düşündün mü? Senin önce haksızlığa uğramaya, durmadan uğramaya ve ardından gözyaşları dökerek ayağa kalkmaya gereksinmen var. Yani sevdaya. Madem bunca isteklisin, uzaklardan başlasın o acıklı türkü. Güneşin altında okşanmaya deli bir Van kedisiyken, bir gözü su, bir gözü yaprak olmuşken, ne olur sana bir düşün? Biri ölmüş, salâ okunur sanki. Karnından vurulmuş gibisin. İşte senin sevdan o, türkün de... Ne zaman sevsem, o türkü duyulur, Bir falçete ağzı geçer yüreğimden, Bir kelebek boğulur kozasında, Bir ayna derin kırılır. Keskin bir jilet gibi doğrar, Kanım akmaz. Kement olur dolanır boynuma, Şeyhim Bedrettin olurum, Malı haram, canı helal, Boynum vurula En acıklısından bir Kerbela cengi yaşanır, Yaşanır yüreğimde. Başım döner. Bir portakal ağacı çiçek açar, Kundakta bir bebek ölür, . Fırat’a üç adım kala, Ağzıma tuz basılmış, Sonsuz bir susuzluktur duyumsadığım. Anlayın, Ben sizden hiç olmadım ki, İhanet bir deli gömleğidir, Giyinemem. Ne zaman sevsem; Kan açar zakkumlar, Ölesim gelir. İşaret bu. Bir türkünün ağlatmasına deli gibi muhtaçsan kendine yetmeme çağındasın artık. Umut rafların en yükseğine atılmış, hüzün ve umutsuzluk giyneğin. Arzun bu muydu? Kendini daha iyi mi hissediyorsun? Karınca ölmeye yakın kanatlanırmış, ondandır. Olsun hiç kanatsız ölmek de vardı, diyor içinden bir ses, değil mi? İyi de, sen huzurunu satın almak için neler yapmadın? Uyum olsun diye, kimse incinmesin ve de seni incitmesinler diye inançtan inanca taşındın. Hiçbir şeyin kendi seçimin değildi. Birlikte oldukların T.Fikret’in şiirindeki ürkütücü İstanbul’du. Sen daha ileri gidip şimdiki İstanbul oldun, bıçak ağzında ayılmaya neden şaşırıyorsun? Şimdiki İstanbul, ancak böyle sevilir? Sen bunu hak etmemiş miydin ve herkes bunu yapmadı mı sana? Bütün türküler senin. Bütün acılar… O kadar da üzülme. Kimse yaşam ustası doğmadı, yanlışlar da bizim için. Üstüne üstlük sevgi en çok senin hakkın. Yanlış yapmak, yaşamı balkonlardan izleyip sorunsuz yaşamlardan dem vurmak değil, Beyoğlu’nun arka sokaklarına gece yarısı dalıp tırmık içinde, ama sağ çıkmaktır. Akılsa, bir daha yinelememek aynını… En çok bilenin, en çok hata yapan olduğunu herkes biliyor, senden başka. Ezberlediklerimizi unutmanın zamanı geçiyor. Kendi sevgimizi, bize uyanı kendimiz bulmalıyız; çoğu okuma yazma bilmeyen, bilse de etik ya da akıl yoksunu, tam bir yaşam yitiği, ama ahkâm ustası çevremiz değil. Doğru çevrede değilsek neyleyeceğiz? Hiç ölümcül kanser gördün mü? Ağrıyı kesmek için en şiddetli uyuşturucular verilir. Başın ağrıyor diye sen de mi onu denemelisin? Kendine yetmek zor olsa da, kendin olmak o denli zor mu? Sevmek kalabalık olmaktır. Eşitini yaratmak, dal çiçek olmaktır... ve huzursuz olmak… mı? Dost olmayı bilirsen, hayır. Dostlukla büyüyen sevgi, tek başına yapamayacağın çok şeyi birlikte yapmaktır, ama önce dost olmaktır. İster anne, ister baba, ister arkadaş, istersen sevgili ama önce dost. Kendine olduğu dende dürüst, açık, adil, candan ve özverili. Sahi kendine dost olmayı biliyor musun? Aynanın karşısına geçtiğinde görüyor musun eksikliklerini ve öyle eksik seviyor musun kendini? Korkmadan tanımlıyor, eleştiriyor ve düzeltiyor musun? Yoksa aman canım sıkılmasın… da övgüler mi düzüyorsun kendine? Biliyorsun sen onlardansın. Hep yanlış yapanlardan, çünkü insansın. Ondan o kadar güzelsin. O zaman yeniden seveceksin... İstersen düşün, öteki yol da var: Kendine yet, kendin ol, daha güçlü, daha güzel olacaksın. Ben görmesem bile. Dostluk o değil midir? Sana yararı olmasa bile onun adına sevinmek.

  • Seçimin Yıldızları

    Bir seçim daha bitti. Birkaç küçük olay dışında %83 gibi bir katılımla sorunsuz geçti. Kuşkusuz üzerinde daha çok yorum yapılır. Herkes kendi hanesine yazacak bir başarı öyküsü uydursun hele, görmediğimiz neleri gösterirler bekleyin azıcık... Seçtiklerimizin yaratacağı düş kırıklıklarını konuşacağımız çok zamanımız olacak nasılsa... Biz bu güne bakalım... Onlar ne derse desin seçimin özeti; biber intikamını aldı, olsa gerek. Ekonomi savaşından AKP tartışılmayacak kayıplarla çıkarken, muhalefet umuda yelken açtı v e oyunu ciddi olarak artırmasa da somut bir kaç başarıya da imza attı. Ankara gibi bürokrasinin kalbi, İstanbul gibi bir dev metropol bile el değiştirdi... Ki o İstanbul enteli, danteli, aykırısı, beyaz Türkü, etnik grupları, gecekondusu, varoşu, Şişlisi, Sultanbeylisi... seçmen profiliyle tam Türkiye'dir. Yani seçmen yarını işaret ediyor. Ya çözeceksin ya çözeceksin... Acil çözüm bekleyen de biberin de içinde yer aldığı bilcümle zerzevat... yani ekonomi... Keşke o kadar kolay olsa... Akılda kalan hoş sedalardır. Kılıçdaroğlu'nun "... yenmek düşmana karşıdır, yendik demek yakışık almaz, başardık demeli," sözü bunlardan biri. Her zaman bir şartlı refleks gibi AKP'nin önüne attığına dört el saldıran çoğu kez de didik didik edeceğim derken oltaya yakalanan muhalefet lideri, uzun süre anımsanacak güzellikte bir sözü nihayet bulabildi. AKP cephesi ve özellikle cumhurbaşkanı alıştığı sertliği ancak son aşamada yumuşatabildi. Bahçeli alem bir siyasetçi, sanki MHP'deki kan kaybı ona yaramış, denilebilir ki siyasetçilerin de en rahatı, belagat yeteneğini en ağdalısından ama yerinde sözcüklerle şova dönüştürme fırsatını hiç kaçırmıyor. Bahçeli'nin evirip çevirip sunduğu "BEKA" meyvesini verdi mi bilinmez ama bizzat ittifak ortağıyla yarıştığı kimi yerlerde birinci rauntta nakavt eden şampiyon gibiydi, tulum çıkardı." HDP ciddi oy kaybının yanında Güneydoğu illerinde kimi belediyeleri AKP'ye kaptırırken, HDP'nin muhalefeti destekleyeceği iddiaları havada kaldı, hatta kaybettiği yerlere bakınca galiba HDP'li seçmen sonunda AKP'yi seçmeyi yeğledi, izlenimini de yarattı. Yine de HDP'NİN ADAY GÖSTERMEDİĞİ büyük şehirlerde HDP'li seçmenin katkısı olduğu varsayılırken, AKP'nin elinde olan Kars'ı HDP'ye kaptırması açıklanamayan kör nokta olarak kalacak gibi... CHP'nin oylarını böleceği kaygısı dile getirilen, çoğu CHP'den devşirme adaylarla yarışa katılan DSP, kuşkusuz sosyal demokratlardan hatırı sayılır oy çaldı, ama bir varlık gösteremedi, bir belde belediyesi bile kazanamadı. Bir zamanlar İstanbul adaylığıyla %40 gibi bir oy toplayan Sarıgül'ün bu DSP macerasını siyasi yaşamının sonu diye yorumlayanlar çıktı. Öte yandan geçen seçimde adı gündemde olan Muharrem İnce'den de bu kez yakınlığı olan son kişilerin de seçilemeyişiyle aynı biçimde söz ediliyor, güz türküleri fonda... Saadet Partisi ve ötekiler mi, sahi onlar nerdeydi? Sen ne nankörsün siyaset... Belli ki bu seçimde de halka güvenmenin gerekliliği bir kez daha kanıtlandı, o ne yaptığını iyi biliyor gibi. Muhalefet adayları biraz daha sağlıklı resimler verseydi ki, bu tespit doğrudur, bu seçim AKP ceketin kolundan çıkardı. Ne var ki oluşan aday belirleme tiyatrosuna bakan halk, belki umarsızlıkla hallederse gene bunlar halledecek deyip AKP'ye şans verdi. Son şans olduğunun altını çizerek hem de... Görünüşte oy oranı değişmese de seçmenin öncelikli tercihinin ekonomi olduğu bu kez de görüldü ve iktidarı ciddi anlamda uyardı. Son dönemde her fırsatta seçim yapmaya yakın duran iktidarın önümüzdeki süreçte ekonomide ciddi çözümler üretmeden halk nezdinde seçime ya da halktan ara dönem karne almaya bile kolayına sıcak bakacağı hiç akla gelmesin. Akşener'in seçim konuşmalarında söylediği sözleri ciddiye alınacak tahlillerdi: "Ben Cumhurbaşkanını tanıyorum, seçmen oyunu akıllı kullanır, AKP'nin kulağını çekerse biliyorum cumhurbaşkanı ipek gibi olur," diyordu. Hapis tehditlerine karşın sergilediği onurlu dik duruşun yanında ruhsal çözümlemeleriyle de seçime damga vurdu muhalefetin tek bayan lideri. Onun tahlillerinin yerindeliği mi, yoksa AKP'nin toplamda korkulan boyutlarda bir kayba uğramadığı görüldüğünden mi, seçim sonrası açıklamalar da Cumhurbaşkanımız, çalışmalar sırasındaki tarzını bırakıp bu kez empatiyi yüksek tutuyor. Kırklareli'nden CHP'den adaylığı onaylanmayan eski belediye başkanı Mehmet Siyam Kesimoğlu'nun, bağımsız aday olarak katıldığı seçimde ciddi sonuçlar alan MHP'ye de CHP'ye de diz çöktürmesi, geçen dönem Tunceli Ovacık'ta yaptıklarıyla gündem olan Fatih Mehmet Maçoğlu'nun bu kez TKP listesinden TUNCELİ iline başkan olması ilginç sonuçlardı. Çoğu yerde başabaş giden seçimlerde Yalova 600 oy farkla her zamanki adil dağılım rekorunu sürdürdü. Bursa ve İstanbul sonuçlarını on saate yakın süre donduran, bir tür manipülasyona olanak verip YSK'yı bile suçlu duruma düşüren Anadolu Ajansı, bizzat YSK başkanının, "kim onlar ya, bizim müşterimiz bile değiller" sözleriyle itibarsızlığa mahkum edilirken, yine de bu seçime de acaba kedi iktidar lehine etrafta mı gene, düşüncesinin gölgesini düşürmeye başardı. Ah sen ne olasın ajans, AKPye kıyak mı geçiyor, kuyusunu mu kazıyor belli değil, bu basiretsizlikleriyle. Bu seçimin bir başka ilginçliği de itirazlarda yaşanacak görünüyor. Daha önce muhalefet adaylarının şikayetleriyle gündeme gelen itiraz bu kez iktidar partisince yapılacak sanki. Kabul etmeli ki gerek Binali Yıldırım bir tık daha iyisiyle gerekse Ekrem İmamoğlu sergilediği performansları, güleryüzleri, ötekini kucaklar duruşları ve en çok "Biz tebrik etmeyi de biliriz...." halleriyle bu seçimin tartışılmaz yıldızları ve gelecekte olması arzu edilen politikacı modelleriydi... Umarız bu, bir şirin görünme gayreti değil sahicidir ve böyle de gider. Güzel bir his, sanki Trump Devri, yani insanın ilkel halinin iktidarı istilası bitiyor. BAHAR geldi de ondan mı? BİBER de ucuzlar mı? Anladık dolar bizim değil, hükmümüz geçmez, ama ona ne oluyor?

  • Dağların Asırlık Soluğu

    18.3.2017 | Hayri Dev: “Yarenlik olur Çalar Söylerdik" “Yaş sekseni geçkin diyor” Hayri Dev. Kucağında üç telli bağlaması, yüzünde insanın içine işleyen sımsıcak gülümsemesiyle. Anadolu’nun kültürel yapısından hiç sapmamış iç ve dış benliğiyle teorize edilemeyecek bir varlık. Seksen üç yıla çok şey sığdırmış bir ozan! UNESCO tarafından “Yaşayan insan kültürü mirası’ olarak onurlandırıldı ve 1933 Yılı, Denizli’nin Çameli ilçesi Gökçeyaka köyünde doğdu. Sunak Dergisinin, on dört senelik yolculuğunun en önemli duraklarından birisine doğru yola çıktık. Yerel dergiler,yayımlandıkları kentlerin hafızasıdır, aynı zamanda kültür ajandası, değerli günlüğüdür. Biz de o günlüğe dolu dolu bir sayfa ekleyecek olmanın heyecanıyla bir ova üzerine kurulu Denizli’nin; Çameli İlçesi’nin, Gökçeyaka Köyü’ne doğru Dev ozanımızı ziyarete gidiyoruz! Köy yaşamını ilk hissettiren tazeleyen bir serinlik ve güzel bitki kokuları oldu. Yokuş ve toprak yollu, her iki yanında çiçek tarhlarının bulunduğu bir sokağın başında durduk. Yoksunluktan olsa gerek; güllerin iriliği, çokluğu şaşırtan bir doğallık hissini veriyor kısa bir süre. Hayri Dev’in oğlu Bayram Dev karşılıyor bizi. Çalışmalarını sürdürdüğü atölyesine giriyoruz. Tahtadan oyuncakların, ev ve müzik aletlerinin yan yana durduğu, taşradaki yaşamın dokunaklı ve özendiren talihi sayılacak küçük bir atölye… Buradaki yaşama “şehir” denen karanlık bir cam kürenin içinden bakıyor olduğumuzu tüm Sunak ekibi olarak duyduk kuşkusuz. Güzellik dolu burası! Sobayı bizim için hazır etmiş Bayram Dev. Bu inceliğe minnetle; el emeği ve çoğu ağaç kokulu değerli eşyaları inceleyip, Koca Usta’yı beklemeye koyulduk. Ve o görkemli ellerin yanık tenine işleyen şey yaşlılık mı? Çok çalışmış da olsa hiç değil! Bu güçlü ve emek dolu bir savunma! O elleri; insan eylemliliğinin güçlü bir tepkisi olduğu izlenimimizle ve öpüyor, kucaklıyoruz Koca Ustayı… Hemen belirtelim ki Hayri Dev sadece tüm özgünlükleriyle bir köy ozanı olarak sınırlı kalmış değil! Koca Usta diyeceğiz çünkü; sahip olduğu pek çok beceri ve yetilerinden ötürü de o herkesin gözünde usta! “Yarenlik olurdu! Gündüz işle geceleri de çalıp söylemekle meşgul olurdu herkes. Oynamaktan hasırlar eskirdi ya” Uzlaşmacı, güleç mizacıyla insana bağlı bir sevgiyle bakıyor hep, bizi güzel sözlerle karşılıyor her birimizin yüzüne bakarak. Çözümler bulmaya çalışmış yoksunluklara meğer ki küçüklükten. İşte böyle bir ocakta yetişmiş. Köylük yerde çocuklar kendi oyuncaklarını kendileri yapar, onun payına da tahtanın üzerine çaktığı çivilere gerip bağladığı iplerle yaptığı bir saz düşmüş. “O zamanlar tel nerede, çaktım çivileri ipliklerle ses çıkaran bir alet yaptım” Hayri Dev on beş yaşında çobanlık yaptığı dönemlerde müziğe başlamış. Henüz on beşinde dayı ve amcalarından öğrenip de kendi kendine yaptığı üç telli çalgısı ve Çam Düdüğü ile önce koyun ve kuzulara söylermiş. Daha sonra yarenlik günleri ve düğünlerde çalıp söylediği kendi türkülerini yaparak, yöre halkının sevgi ve beğenisine kavuşmuş. Ustanın anlatımıyla; Bizim yörenin dağı tepesinden yarenlik ettiğimiz bir yer vardı ; Oyun Taşı. Her çoban ve ahali yarenliğe orada olsun diye meğerki gelemediysen hemen ayna tutulurdu, İstanbullular filme aldılar da tutturdular bana o aynayı. Eskiden telefon mu vardı! Evin önünden gün ışığına tutturdular beni ya, aynanın gölgesi oradan değer öyle evine. Gelemediysen gel demekti bu. İlle herkes birlik olmalıydı orada. Ya! Evvelden de hazırlık oluyordu yarenlik türkülerimize ki bu akşama öğrenilecek, söylenecek! Öğrenirdik. Akşamüstü de yarenlik sabaha dek sürerdi. Ya!” Kırık boğaz gaydasından da söz ediyor Koca usta; kadınlar boğazın gırtlağa yakın kısmındaki deriyi hafifçe dışa çekip yahut elleriyle içe doğru baskılayıp sesi şekillendirir, sazlara eşlik edermiş bu eğlenceli toplanmalarda. Hem eşsiz bir özgünlük ki başka yörelerde olmaz imiş hem de ne şenlik ama! Üç gün çalsak da tükenmez idik diyor ozanımız ve şen şakrak bir türküyle kadınların boğaz gaydasına güzel bir örnek veriyor. Neşemiz çoğalıyor… “Ocak başı yarıldı Kızlar Ali’ye darıldı Darılırsa darılsın Gelsin bana sarılsın” Hayri Dev’in yaptığı müziğe “Karaman Kırığı” deniyor. İlerleyen zamanda çocukları ve torunlarından oluşan “Kısmet” adlı bir müzik topluluğu kurmuşlar. Ozanımızın sağlığı pek elvermediğinden artık düğünlere gitmiyor. Çam düdüğünü çalamıyor ki biz bu nedenle söyleşimizi onu yormayacak bir sohbetle sağlama çabası içindeyiz. Yine de, tam neşesiyle ve ruhun mutluluğu olduğunu sürekli vurguladığı türküleriyle zaman zaman çocuklarına katılarak, yüreklere işlemeye devam ediyor. “Hâlâ o günlerden ne kaldıysa gönlümde, ne öğrendiysem onu çalıyorum” Dönüp dönüp eskiyi biraz da hüzünle yâd ediyor Koca Usta; “Kızlar yarenlik gecelerinde kırmızı, yeşil ve beyaz renkli, sırma işlemeli yöre giysileri ile bir oynardı ki hususi izlerdin onları. Kışın evlerde yapılırdı hem yarenlikler… Geneli cuma gününden başlardı. Önce ağır gaydalar sonra kırık havalar çalardık. Kalmadı artık o günler her şey değişti, eski tad, ilgi kalmadı.” Hayri Dev’in üç telli bağlaması ve Çamdan yapılma sipsisi dünyada başka bir yerde yok. Sadece yöresinde kullanılan sazlar. Üç telli sazın alt telleri birbirine yakın, böylelikle orta tele basıldığı zaman alt tele de basılır. Hayri Dev alıyor sözü: “Bu sazı yapan ben ve birkaç kişi dışında kimse yok artık. Biz telleri önceden at kuyruğundan yapardık. O şekilde çalardık. Şimdi saz teliyle yapılıyor! “ Sipsi (Çam Düdüğü) ise Nisan ayından Haziran ayına kadar çam ağacının yaş dallarından, parmak kalınlığında bir bölüm kesilip, dövülerek yapılıyor. Ucuna asma yaprağından dil eklenerek çalınıyor ve yaprak çürüdükçe yenileniyor. "Çam düdüğünü iki kişi karşılıklı çaldı mı çok neşe verirdi ya! hususi dinlerdin ya.” Hayri Dev bu sazların gençlerin elinde olmasını çok istese de, heveslerinin olmadığını, org ve benzeri müzik aletlerine daha meraklı olduklarını söylüyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Küçümsüyorlar bu sazı. Gıy gıy diyorlar ah ahh. Daim olsun, çalınsın isterdim üç telli sazımız. Şimdi ki sazların zaten ciladan sesleri çıkmıyor. Çocukluk ve gençlik yıllarımda babam benim saz çalıp, türküler söylememe kızardı. Hatta bu nedenle çoban oldum ben. Babam baktı beni bu meraktan vazgeçiremeyecek ‘ne halin varsa gör’ dedi ve çobanlık yap diye dağlara gönderdi. Burada kendi halimde yıllarca çalıp söyledim. Bu merakım yüzünden çok sürü kaybetmişliğim vardır. Çobanlık yaparken, benim Ramazan diye yardımcım vardı. Üç telliyi çalarken koyunları toplasın diye bana yardım ederdi.” Güzel bir türkü daha dinledik ve ustamız Ramazanı hiç unutmuyor! Söylediği türküleri bitirirken bu tatlı vurguyu özellikle yapıyor! ‘Ramazan bak oğlum bir koyun kaldı’ Hayri Dev Anadolu’daki ozanlık geleneğinin içli hoş görüsünü, ağır başlılığını derin bir vefa ile taşıyor özünde. Başımızın tacı büyük ustaları anıyor içtenlikle; “Rahmetli Özay Gönlüm’ün sazı, yarende de var üç telli bağlama, pek çalan kalmadı artık. Bir kızcağız var Tuğba Ger, o devam ettiriyor. Ben sazımla Aşık Veysel’in mezarında da çaldım.” “Kalmadı kimse! Avazları kaldı gönlüme yadigar” diyerek, “Uzun İnce Bir Yoldayım” türküsüne başlıyor. Biz de gülümsüyoruz ona, çünkü o hep gülümsüyor! Yumuşak ve canlı bir bakışla bize cömertçe bulaştırdığı gülümsemesi ve türkünün avazı, kafalarımızın içindeki sessiz ağırlığı vuruyor sanki. Biz şehirli ozanlara bir ders, bir tokat gibi. Edebi çekişmenin esamesi okunmuyor gözlerinde. Sadece sonsuz bir saygıyı ve kıskanmaya hiç yer vermeyen sevgiyi dile getiriyor ağzından dökülenler. Neşet Ertaş’ın bir konserinde, “Saygısızlık olmazsa ceketimi çıkarabilir miyim?” deyişindeki incelikle de nasıl böylesi kolaylıkla birleşiyor ozanımız. Kendimizi sorgular buluyoruz; bir diğerine, bir sevgiye ne kadar değer veriyoruz? Nasıl bir zaman içindeyiz? Neyiz burada? Neyin parçasıyız? Hayri Dev’e bu yanık türkülerin yaratıcısı olup, ilham veren gençlik aşkı Birgül Hanım’dan söz ediyoruz. Birgül Hanım’ı çok istemesine rağmen ailesi onu başka biriyle evlendirmiş ve Hayri Dev değerli eşinden ikisi erkek, üçü kız, beş çocuğu ile mutlu bir aile yaşamı olmuş; ilk aşkı Birgül Hanım’ın anısını yad ediyor ve şunları söylüyor: “Birgül’e âşık oldum. Bu üç telliyi de öyle öğrendim. Nasip olmadı işte. Ona besteler yaptım ama nasip. Olmadı! Başkasıyla evlendi.” Neşet Ertaş “Gölgede olanın gölgesi olmaz” diyor ya, Hayri Dev de kendi gölgesini var edenlerden. Oğlu Bayram Dev yirmi iki yaşlarındayken Kültür Bakanlığı’nın gelip babasını kayda aldığını, sonrasında ise gelen gidenin olmadığını söylüyor. Hayri Dev’in kaderi, çobanlık ve çalıp söylemeyle geçen yıllardan sonra 1992’de birden değişiyor. Kendi deyimiyle gâvur misafir yani Jerome Cler İspanya’da duyduğu bir bağlama sesinin büyüsüne kapılarak soluğu Çameli’nde almış. Hayri Dev duygularını şöyle dile getiriyor: “Avrupa’dan on beş kişi geldi. Belgesel olarak film çevireceğiz dediler. Dağda çobanım ben dedim. Anlamam öyle şeylerden dedim. Ne filmi dedim. ‘Dayı sen var ol, yürü biz hallederiz’ dediler”. Fransız araştırmacı Cler, Koca Usta ile tanışıktan sonra on beş kişilik bir ekiple tekrar Hayri Dev’in köyüne gelir. Usta’nın hayatını “Ormanlar Arkası” belgesel filmi ile eşi Gulya Mirzoeva ile birlikte çeker ve üç yüz elli sayfalık bir tezle Sorbonne Üniversitesi’nin etimoloji doçentleri arasına katılır. Cler, bu tarihten sonra Dev’e Avrupa’nın kapılarını aralar. Hayri Dev’de oradan kazandığı parayla şu anki yaşadığı evini yaptırmıştır. Bu konuya ek olarak Hayri Dev sözlerine şöyle devam ediyor: “Aradan zaman geçti ve bir gün Jerome yine geldi. Ama bu kez beni de götürmeye. İlk olarak Paris’e gittik ve konser verdik. Bunu başka Avrupa şehirleri takip etti. Oralara gittim. Bazen de öğrencilere ders verdim.” Fransızların ilgisi hiç bitmemiş Hayri Dev’e birçok defa yurt dışında konserlere giden usta zaman zaman da Fransa’dan gelen öğrencilere bağlama dersi vermiş, vermeye de devam ediyor. Ozanı besleyen biraz da yaşamıdır, içinde bulunduğu koşullardan etkilenir de öyle çıkarır eserini ortaya. Yörük kültürü ile büyüyen Hayri Dev Konya Karaman’dan buraya bir illetin onları olumsuz etkilemesiyle göç ettiklerini ancak çok kalabalık olduklarını söylüyor; öyle ki on tane camış(manda) kesilse yetmez imiş! “Sağ kalanlar oradan bu yöre muhitlerine dağıştı da (dağılıyor), göç yolu develerimizin çanlarına beste yaptım. Deveyi düze çıkarttıklarında ne kadar çan varsa koyarlar idi. O çan seslerinin gaydasını yaptım” “Develeri katar katar Çanları da gökler aşar “ diyerek “Deve Çanı” türküsünü çalmaya başlıyor; yüzünde yine insanın içini ısıtan o gülümsemesiyle. “Beni görmeye gelin, yine gelin ya faydam olsun, faydalı olsun” diyor Koca Usta. Ona duyduğumuz minnet ve vefayı daha da yoğun kılıyor bu güzel ifade. Veda ediyoruz. Elbette ilgimiz ozanımızın kendisine odaklaştığı içindir söyleşimiz onun müzikal anlamda teknik ve özgül anlatımlarını içermedi. Ama bu zaten bu, yaşam üreten ve bunu başkalarıyla hiç sakınımsız bölüşen bir insanı tanımanın yanında ne ola ki? Yaşantısı, duygusu ve düşüncelerini gün ışığına tutmaya gayret ettik. Dünyanın kabul ettiği önemli değerimizle güzel anları, izlenimleri ve de türküleri, siz sevgili sunak okurları ile paylaşmaktan ötürü özel bir heyecanla! Türkülerin diliyle … Uğurlar ola ! Derin Zorlu *** Birgül gitmiş yaylalara da Birgül gitmiş yaylalara da Çıntar getirmiş çıntar da Çıntar getirmiş mantar da Mantar getirmiş dağlar da Lale getirmiş lale de Lale getirmiş Mantar getirmiş dağlar da Sümbül getirmiş sümbül de Sümbül getirmiş İniverdim bayıra da İniverdim bayıra da Görmeye geldim Görmeye geldim Sevmeye geldim Sevmeye geldim Sevmeye geldim (tih…) *** Akşamdan uyumadım Uykuma doyamadım Üzüm koydum sepete Mehmet oğlan tepede Mehmet oğlan dururken Dolaş Osman tokada Dam başında Dudu var Dudu kızın adı var Tenekeler tıngırımasın Köylülere duyulmasın Ocak başı yarıldı Köylü kızı Ali’ye darıldı Darılırsa darılsın Gelsin bana sarılsın

  • ÇANLAR

    KARANTİNA GÜNLÜKLERİ / HERKESE AÇIK KİTAP HAZIRLIĞI Ay buluttan çıkmaz oldu. Karanlık günler başladı. Çin'de 2020 başında başlayan CORONA hızla dünyaya yayılıyor Bir yıl önce bir filmde izlesek inanmazdık. Ülkenin birinde sıradan gözüken bir hastalık, grip başlayacak, birkaç ayda tüm dünyayı saracak ve o güne değin birbirinin gözünü oyan devletler işbirliği yaparak hastalıkla başa çıkmaya çalışacak... 19 Mart tarihi itibariyle Dünya genelinde corona virüsüne yakalanan vaka sayısı 218.824 olurken hayatını kaybeden hastaların sayısı 8.810 kişiye ulaştı. Corona Virüsü'nden kurtulan kişilerin sayısında ise artış görülürken 84.121 kişi virüsten kurtuldu. Son verilere göre Çin'de 81.139 vaka bulunurken, İtalya'da vaka sayısı 35.713'ü buldu. İran'da ise 17.361 vaka bulunuyor. Biz de ise 191 vaka ve iki ölüm var.​ Görünen ülkece hatta dünyaca yaşadığımız bu sıkıntılı günlerimiz birkaç gün değil biraz sürecek...Yoktan bulduğumuz bir kısa tatil olmayacak... Korunmak içinde KARANTİNA uygulamalarına devam edilecek... İLAÇ YOK, AŞI YOK, bulunması ve uygulanması altı aydan önce zor gözüküyor. Bir umudumuz güneş ... O da bir olasılık, ama umutsuz savaşa gidilmez... İnsanlık neleri atlattı, bunu da aşacaktır. O zamana değin enseyi karartmadan, kafayı bozmadan direnmeyi bilmeli... Bunun içinde yollar geliştirmeli. Hayata karşı koymanın öteki yoluydu YAZMAK ya da SANATSAL İLGİ... ANLATMANIN SİHİRLİ BİR TERAPİK YANI OLDUĞUNU SÖYLEMİŞ MİYDİM. Hadi yazalım... Böylesine çok uluslu bir karantinaya tanık olmak her kuşağın şansı değil. Bir yazar gözüyle baktığımızda KARANTİNA GÜNLERİ başka bir boyut kazanacak, ruhen direncimiz çoğalacaktır. Neler göreceğiz neler? Uygarlığın beşiği Avrupa bir virüs karşısında acemi asker oldu. Yardım isteyen İtalya'ya gösterişli AB'den el uzatılmazken ÇİN yetişti. Adı duyulmamış Güney Kore önlemleriyle örnek ülke oldu... Biz de fena gitmiyoruz. Ne demişti Ernest Hemiguway İspanya İç Savaşında, o dev romanıyla: "Çanlar senin için de çalıyor" . Başkasını bilmem ama bir hastalık küreselleşen dünyayı kardeş yapabilir, öteki yoksa sen de yoksun. Arada uğradığım parkı, kahveyi ne çok özledim. Ya sen o dostuna şöyle doyasıya sarılmayı özlemedin mi? Bakkal Mahmut'un uyanık oğlu virüse karşı bir dezenfekte üretmiş, köşe olmuş, yalnız içilmiyormuş, elleri yıkamak için... Yanlış anlayıp içen babası hastanelik olmuş... Yok mu sizin oralarda başka manzaralar? Hadi yazın...Sizin pencerenizden KARANTİNA GÜNLÜKLERİni yazın gönderin. Yeterince sayıda yazımız olursa bakarsınız kitap bile yaparız. Geleceğe eşsiz bir yapıt da bırakırız. Ne dersiniz? / Şenol Yazıcı

  • НЕМИС ГИГАНТСКИЕ: CENGİZ AYTMATOV

    / DOSYA: CENGİZ AYTMATOV / АЛАРГА. Ч. АЙТМАТОВ: НЕМИС ГИГАНТСКИЕ / KATILANLAR: Şenol YAZICI- 2 Mehmet SOYSAL / Cengiz AYTMATOV- 4 Prof.Dr. Ramazan KORKMAZ- 6 Mehmet GÜLER- 8 Yrd. Doç. Salim ÇONOĞLU- 11 Yrd. Doç. Dr. Cafer GARİPER-13 Kalık İBRAİMOV- 16 Nadya SAHAROV-19 Mavi Işık YAZICI- 20 Yusuf YAĞDIRAN- 21 CENGİZ AYTMATOV-YAŞAMI-22 * Dünyanın yaşayan en büyük yazarlarından biri olan AYTMATOV, 1928 yılında Kırgızıstan’ın Frunze kentinde doğdu. Henüz o dokuz yaşındayken Stalin diktasınca kızıl profesörlük eğitimine rağmen anadili Kırgız Türkçesini savunduğu için babası Törekul Aytmatov katledildi. Aynı biçimde sırf Törekul Aytmatov’un kardeşi olduğu için tutuklanan amcası Rızkulbek' de öldürüldü. Cengiz Han'dan esinlenerek adı konulan yazar kimsesiz, korunmasız kaldı… Fakat ailenin en büyüğü… Dokuz yaşında omuzlarına binen yük; üç kardeş ve bir anneden oluşan ailenin reisi... O koşullarda Moskova Üniversitesinde Edebiyat Fakültesini bitirdi. Doğduğu toprakların insanlarını, onların geleneklerini ve yaşam biçimlerini, sevinçlerini ve acılarını, duygulu olduğu ölçüde gerçekçi bir dille ve evrensel boyutlarda anlattığı roman ve öyküleriyle kısa zamanda tanındı. Aymatov’un yapıtları yüz yetmiş altı dile çevrildi ve ona uluslar arası ün kazandırdı. Lenin Edebiyat Ödülünü aldı. Hemen hemen tüm yapıtları dünya dilerinin yanı sıra dilimize çevrildi. Başlıcaları arasında Erken Gelen Turnalar, Yol Arkadaşı, Cengiz Hana Küsen Bulut, Cemile, Öğretmen Duyşen, Toprak Ana, Gülsarı, Dişi Kurdun Rüyaları, Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, Beyaz Gemi, Deve Gözü, Gün Olur Asra Bedel, Kassandra Damgası, … sayılabilir. AYTMATOV, 10 Haziran 2008' de bu dosyayı yaptıktan iki yıl sonra vefat etti. * maviADA YAZ 2006 sayısı * NOT: Ekli dosya çalışmamız, küçük bir internet araştırması yaptığınızda görüleceği gibi başta Aytmatov'un oğlu Kırgızıstan bakanı Askar Aytmatov'un sayfasında olmak üzere çok sayıda Cengiz Aytmatov vakfı, fan kulüp ve üniversiteler tarafından dergimizin adı verilip resmi konularak kaynak kabul edilip literatürde yer almıştır. Gösterilen ilgi, verilen önem bizi gururlandırdığı gibi özen de göstermemiz gerektiğini düşündürdüğünden DOSYA yeniden hazırlandı. Önceki yayında örneklerini bulamadığımızdan yer verilemeyen, farklı bakış açısı taşıyan, etkinlik öyküsünü de anlatan iki yeni yazı da bu dosyaya eklendi. Gereksinme duyan, bilgisayarına indirmekte, ticari olmayan eylemlerde dergi ve yazar adını belirterek kaynak olarak kullanmakta özgürdür. İyi okumalar dileriz. DOSYAYI OKUMAK ya da İNDİRMEK İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ.

  • Boğazın Kadim Bekçileri

    / BOZCAADA ve GÖKÇEADA / Çanakkale boğazının tam ağzında yer alıyor ikisi de, dünya kurulduğundan bu yana boğazı bekleyen iki bekçi gibi: BOZCAADA ve GÖKÇEADA Fotoğraflarıyla gezmek ister misiniz?

  • AYILAR

    Hadi Durmak için erken Ben güneşi yoklayacağım Sen gökyüzünü kolla Deniz ve tuzu martı beyazına Hani ya dağlar, ormanlar AYILAR AYILAR Dert karnıma bu Bilinç karası AYNILAR #zeliş

bottom of page