top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • İki Şiir

    Duvardaki Tablo Osman Hamdi Bey’e Benzettim kendimi tosbağaya; Kalın, damarlı, beton, kabuğu altında, Nasıl da ürkek uzatmaya çalışıyorum boynumu yaşama. İlk yanlışta ezecek başımı öyle gaddar durur, sakınmadan, o uzun, kalın çubuğuyla terbiyeci… Güz Dün o dağları Katmerli papatyalar bezerdi, Tomurları sapsarı. İlkyaza yarılmış mavi, İki can ufalanır sevdaya. Kıskanırdı; Maviye kavuşan yol, Eriğe durmuş ağaç, Yabancı otlağındaki sürü... Şimdi dargın gökkuşağı Rengini çaldırmış mı ne? Bulut desen; Gözleri yaşlı Ağıt yakıyor sonyaza… /yalova maviADA 2008 GÜZ SAYISI

  • ADI AŞK’TI…

    İki yabancı gibi gelir aşk ve hayat... İki yabancı gibi karşılaşırlar... Aşk ve hayat... Kadın ve erkek... Sonra harfler yan yana dizilerek, bir inci gibi parıldamaya başlar. Kadın bir erkek bulmuştu. Erkek de bir kadın... Kadın, erkeğin içinde aşka; erkek kadının içindeki ruha dokunmuştu. Her şey ama her şey ondan sonra başladı. Tanrı bir anlığına yeryüzüne eğildi ve asla cevabını bulamayacağımız sorulara bir yanıt vermek istercesine, kalplerimize üfledi usulca... Böylece sıradan pek çok sözü, davranışı olağanüstü maceralara dönüştüren, olağanüstü maceraların bir çoğunu da sıradanlaştıran aşk doğdu... Eros, içimizde duygu fırtınalarının, aşkın kutsal mabetlerinin sunaklarına hayatımızı adamamızın sebebi oldu... Onla yok olup, onla varolmaya başladık. Aşkı ve ayrılığı, acıyı ve sevinci, ölümü ve hayatı öğrendik böylece. Kızıl bir kor gibi dağlandı içimiz. İlk günah ve ilk yalnızlığın varoluşuydu bu... Yitirmenin ve kazanmanın, coşkunun ve hüznün ne olduğunu öğrendik. Ölüme karşı yürürken hayat ve aşk kol kolaydı. Ruhumuzda hissettiğimiz, memelerimizde, kasıklarımızda, boyunlarımızda, kalçalarımızda ve en sonunda bütün kanımıza yayılarak bizi harekete geçiren arzularımız, ayrılıkla yok olup, aşkla varolmaya başladı. Ölüme ve ayrılığa inanmak istemiyordu aklımız. Kendi hayatını bir aşktan çıkarmak, bir aşktan bir hayat çıkarmak; işte doğanın mucizesi buydu! Duygular birbiri ardına koşuyordu. Şehvet, tutku, kıskançlık... Nefesimiz sıklaşmış, göğsümüz bir körük gibi şişip inerken, içimizde bir yer, gizli dili, huzursuz ruhlar sakin koyunu, büyü peşindekiler o sihirli iksiri ele geçirmeye çalışıyordu... Etin ruhla esnediği anki mutluluk, hazzın haritasındaki en büyük defineydi... Uğruna büyük ve azgın sulara açılacak, gerekirse bütün doğa koşulları ve definenin peşindeki bütün rakiplerle savaşacak, ama ne olursa olsun kimsenin bilmediği adaya çıkacak ve o saklı hazineyi keşfedecektik. Kadın erkeği keşfederek başladı. Erkek kadının keşfediciliğini anlamaya çalıştı. Derken Tanrı sürgüne çıkmış gibi dillerin farklı olduğu, herkesin kendine göre bir adası ve hazinesi olduğu anlaşıldı. Herkesin kendine ait kilitli bir kapısı vardı... Gözyaşları, kahkahalar, hüzünler ve coşkular birbirine aktı... Hayatlarımız tuhaf maceralara dönüştü böylece... Bir kabarıp bir duran o uçsuz lacivert okyanus, kızgın güneşle açıp kara bulutlar ve yağmurlarla kararan günler bizimdi artık. Asla cevabını bulamayacağımızı sandığımız soruların bir yanıtıydı hayat ve aşk. Aşkın yüzüne baktığımızda ne görüyorsak, hayatın yüzüne baktığımızda da onu görüyorduk. Hayat ve aşk birdi... Bir görünümden bir başka görünüme kolayca sıçrayan, her şeyin çok ama çok dıştan fark edilebileceği bir bulut sesiydi kalbe akan... Sen ve ben... Biz ve yaşadıklarımız. Ey yalnızlık! Büyük bir dalga gibi yalarken kıyımızdaki kayalıkları, zamanla öğrendik, kim nereye kadar gidebilir... Bir hayattan bir aşk, bir aşktan bir insan çıkmasının anlamını... Tuza düşen su tadındaydık... Yanıyorduk... Vakit az, ruh yorgun, gidilecek yol kalmamıştı... Sonunda herkesin dönüp dolaştığı büyük acıya varmıştık. Gövdemiz yazgıya başkaldırsa da, şimşekler gibi çaksa da gözlerimizdeki titreyen ışık, “o” kazanıştı. Oyunun kurallarına boş versek de, lanetler yağdırsak da Eros’a, kısa bir bakış, içten bir gülüş, ani bir çarpışma, bir elin yanlışlıkla elimize değmesi, bir anda yanımızdan geçenin ansızın gelen kokusu, uçuşan bir saç, açılan bir etek ya da koşan bir adam... Kazanmıştı... Aşk ve hayat birdi. İnsan bilinmez bir elin yardımıyla aşka tutulduğunda, hayata da tutunmuştu. Bir aşkı seçtiğinde, seçtiği yalnız duygu ve düşünce kasırgası değil, bir hayattı da! İki yalnız yabancının sınırlarını ortadan kaldırıp ondan muhteşem tek bir varlık yaratan, sonra da tek bir varlığı parçalayıp, keder gibi keskin bıçağıyla iki ayrı yabancı çıkartan da oydu... Oydu bütün savaşların ve felaketlerin sebebi... Oydu yaratıcılığı zorlayan ve olağanüstü eserler yarattıran... Gidip gelmeler, maskeler ve yüzler, gerçekler ve yalanlar oydu... Bir erkek ve bir kadın yakınlaştıklarında, birbirlerini sevmeye başladıklarında, aralarında yeni bir varlık doğuyor ve buna “ilişki” diyorlardı. Her ilişki, kadın ve erkeğin kaçınılmaz üçüncüsüydü. Kadın ve erkeği birleştiren ilişki büyüdükçe sorunlar da başlıyor, gerçeklerden çok yalanlardan beslenmeye başlıyor, mutluluk anları yerine mutsuzluğu yaşamaya başladıkça, keskin bir bıçağa dönüşüyordu. İki yanı da keskin bir bıçağa... Ve ne zaman bıçağın bir tarafından tutmaya kalksanız, bir yerinizi kesiyordu... Kadını erkeğe, erkeği kadına bağlayan ilişki, bir zaman sonra onları ayırmaya başlıyor, bağlılığı kıtır kıtır kesiyordu... Kadın ve erkek, onları bağlayan ilişkileriyle kopuyor, birbirlerinden ayrılıyordu. Bizi karşımızdaki yabancıyla birleştirip tek bir ruh yaratan aşk, ilişkiyle bizi koparıyordu... Eskiler, dünki işler devreye giriyor, hafızamızdaki kötü notlar giderek artıyor, geleceğin apaydınlık günlerini, dünün kapkara bulutları kaplamaya başlıyordu... Yorgunluk arttıkça coşku diniyor, heyecanlar söndükçe dertler şişiyordu... ...Ve bir sabah uyanıp baktığımızda... Yine yalnızdık. Büyük bir acıyla yüz yüzeydik yine... Hoşluklarımız paslanmaya başlanmış, zekâlarımızı takdir edecek bir övgü sözcüğü kırıntısı bile kalmamış, çekiciliğimizi ve arzularımızı gösterdiğimiz aynamız kırılmıştı... Yüzümüz de eskisi kadar güzel değildi artık... Hayatın yüzü de öyle... Aşkın yüzü nasıl bir hal alırsa, hayatın yüzünde de o ifade beliriyordu. Daha dün yanı başımızda olan, bugün kilometrelerce uzaktı... Hazzın haritasında keşfettiğimiz en büyük defineyi yitirmiştik. Asla cevabını bulamayacağımız sorularla karşı karşıyaydık yine... Yalnızdık. Bir kez daha “o” kazanmıştı. Ayrılıklarla, göz yaşlarıyla, hüzünlerle kazanmıştı... Hayat ve aşk birdi... İki yabancı gibi gelen, iki yabancı gibi karşılaşan aşk ve hayat... Kadın ve erkek... Kadın bir erkekte geleceği ve umutlarını yitirmişti. Erkek de bir kadında her şeyini... İki yalnız yabancının sınırlarını ortadan kaldırıp ondan muhteşem tek bir varlık yaratan, sonra da tek bir varlığı parçalayıp, keder gibi keskin bıçağıyla iki ayrı yabancı çıkartan oydu... Adı “AŞK”tı... * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *

  • Acıtan Gerçek

    Filmin Konusu: Emily ve Martin, Amerikan rüyasının örnek ve gözde çifti gibidir. New York’ta yüksek standartlara sahip lüks ve başarı içinde bir hayat sürdürürlerken Martin'in bir borsa yolsuzluğuna karışması ve hapse girmesi tüm yaşamlarını alt üst edecektir. Emily, kocası hapse girdikten sonra küçük bir apartman dairesine taşınır ve depresyon-anksiyete belirtileriyle boğuşmaya başlar. 4 yıl boyunca kocasını beklerken bir yandan psikiyatr ve ilaç yardımı alır. İlaçların sayesinde yaşamaya çalışan kadın için doktoruyla arasında başlayan ilişki sonrasında işler iyiden iyiye zorlaşacaktır... Ünlü yönetmen Steven Soderbergh tarafından yönetilen filmin başrollerinde Channing Tatum, Jude Law, Catherine Zeta-Jones ve yakın zamanda 'Sosyal Ağ' ve 'Ejderha Dövmeli Kız' gibi filmlerle yıldızı parlayan Rooney Mara yer alıyor. Filmin senaryosu ise yönetmenin 'Contagion' filminde de birlikte çalıştığı Scott Z. Burns'e ait. Yapım Yılı: 2013 Tür: Polisiye, Dram Yönetmen: Steven Soderbergh Oyuncular: Rooney Mara, Channing Tatum, Jude Law * ekleyen: Zeliha AYDOĞMUŞ

  • SAFİYE

    ... 20. yüzyılın ilk senelerinde, Akdeniz’den dört güçlü kadın sesi çıktı: Mısır’dan Ümmü Gülsüm… Fransa’dan Edith Piaf… Portekiz’den Amalia Rodrigues… Ve Türkiye’den Safiye Ayla… İşte Murat Bardakçı bize, 1900’lerin başında, bilinmeyen bir yerde dünyaya gelen, kimsesizler yurdunda yetişen, yokluk içerisinde geçen senelerin ardından inanılmaz bir şöhrete ve servete ulaşan Safiye Ayla’nın hayatını anlatıyor. .... Murat Bardakçı’nın kitaplarını çok seviyorum. Biliyorum ki deli gibi bir titizlikle çalışıyor, ayrıntıları atlamamak için özel bir gayret sarf ediyor, biyografileri roman tadında yazıyor. Bu sefer de ilklerin kadınını yazmış! Safiye Ayla’yı yazmış. *Ayşe Arman - Hürriyet Gazetesi DEVAMINI OKUMAK İÇİN RESME TIKLAYIN

  • HERKESİN KADINLARI ve WİLLİAM SAROYAN

    DOKUNUŞ ( 1 ) Aylar önce bir yazımda anlatmıştım görme , işitme , tatma duyularımın yaşamıma kattıklarını. . Dokunmaktan söz edeceğim daha sonra demiştim . İşte o gün , bu gün oldu . Efes harabelerini gezerken , bir taş üstünde gördüğüm ayak izine takılıp kalıyor gözlerim . Yanında bir kadın başı figürü , bir de kalbe benzeyen bir şekil . Arkeologlara göre , biraz ilerideki genelevin yolunu gösteren bir anlatı. Taşa dokunuyorum , ayak izine dokunuyorum. Birçoklarının başka sözcüklerle andığı , benim " herkesin kadınları " dediğim , dünyanın en zor mesleğini yapmış kadınların binlerce yıl önceki yaşamına DOKUNUYORUM .. Ellerim yanıyor... Gezdiğim tüm arkeolojik kalıntılarda, taşlara , tahtalara , demirlere dokunuyorum . Bu dokunuş , adeta onları yapan ustaların, işçilerin ellerine dokunuş . Bazen yanan ellerim, bazen de çok eziyet çektiklerinden mi ne, buz kesiyor . Beni çok etkileyen bir DOKUNUŞ da Wiliam Saroyan'dan geldi. 1905 de ABD'ye zorunlu göç edenlerdendir ailesi .Orada doğup yaşayan büyük yazar Saroyan , 1964 de köklerinin bulunduğu Bitlis'e gelip anne baba evlerini görmek ister. Baba evini bulamaz . Yaşlı bir Kürt, anne evini gösterir. Anne evinden kalan bir taş ocak ve pencere pervazları duran yıkık dökük bir duvardır. Saroyan cebinden bir mendil çıkarır , pencere pervazlarını siler ve DOKUNUR annesinin dokunduğunu varsaydığı pervazlara . Sonra sessizce ağlar. O andaki duygularını hissediyor, yüreğinin kanadığını görür gibi oluyorum . Ben de William Saroyan'a dokunuyorum aynı duygularla , okuduğum yaşam öyküsü ve bazı kitaplarıyla ....Yüreğimde , beynimde kalem tutan elleri .... IŞIKLARDA UYU WİLLİAM SAROYAN

  • Kadın Denilen Gölge

    Kâhta’ya geldiğimiz ilk günlerde nüfus sayımında, okuluma yakın bir mahallede görevliyim. Evler tek katlı, sokak kapısından girince büyük bir avlu ve etrafında sıra, sıra odalar. Evin babası otuz yaşlarında, sürekli fındık atıştıran bir bey! Odaların kapısı tek, tek açılıyor yerlerde sıra, sıra dizilmiş yataklar, yıldız gibi parlayan merakla bakan gözler ve yanlarında başında yemeni, allı morlu fistanların içinde, tazecik fidanlar ama gözlerinde ürkek bakışlar, çaresizliklerini hissede bildiğin anneler. Bir nikâhlı anne, bütün çocuklar bu anneye kayıtlı çoğunluk kız tam otuz iki çocuk. Kız çocuğu oldukça kuma gelmiş, dört kuma, bir anne. Erkek egemenliği ve kadını yok sayma, eşinin üzerine yeniden, yeniden eşler getirme, kadından bunu kabullenmesini isteme, sesini çıkartmaması için elinden geleni yapmak ve kadın susturulur, kelimeler, kelimeler, kelimeler değildir önemli olan; bir o kadarda suskunluktur. Suskunluğun sahip olduğu kelimeler, dilin sahip olduğu kelimelerden daha çoktur. Gövdesiz ruhlar gibidirler göçebe yaşarlar içimizle dilimiz arasındaki boşlukta. Biz sızladıkça o boşluk çınlar durur. Yalnız bu olay çok basit bir şey değil ve toplumlarda bu kabulleniş ne yazık ki var. Cahilliğin erkek çocuğu sevdasıyla yaptığı eylemdir. Aslında sorun erkektedir ama asla kabullenilmez, kadına kötü davranılır, suçlu o görülür. Ülkemizde devlet bir nikâha izni veriyor, ne yazık ki dinimizde çok eşlilik serbest, ama hukukta hakları yoktur. “1926 da çıkarılan medeni kanun çok kadınlılık konusunda düzenlemeyi yapmıştır. Çok kadınlık yasaklanarak, miras hakkı resmi nikâhlı tek eşe verilmiştir. 1990 yıllarından itibaren artış görülmüştür. 2011de TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği komisyonunun hazırladığı rapor 187 bin çok kadınlı geleneksel evlilik tespit etmiştir, ancak gerçek başka bir tahmine göre 40 bin dolayında olduğu ifade edilmektedir”.(*) Ve bu kuma olayı sadece Güneydoğunun kanayan yarası değil tabi ki. Ülkemin her yöresinde sıkça rastlanmaktadır. Kâhta halkı bizi, biz de onları çok sevdik, sımsıcak dostluklar edindik. Çocukluğumdan kalma bir tutkum vardı, İzmir'de yaşamak gibi, bunu gerçekleştirmek istiyordum. Zorunlu görev yılımızı tamamladığımızda tayin istiyoruz, ama her yıl sınıf öğretmenliğine kapalı oluyor. Nihayet yıllar sonra tayinimiz çıktı nereye mi? Kayseri’nin Yahyalı İlçesi, Derebağ Kasabasına. Neden burası? Çünkü beni benden daha çok düşünen, amirlerimiz memleketime yakın olduğu için oraya karar vermişler. İzmir yerine, Niğde ya da çevre illeri yazmayı düşünemem, onlar kadar düşünme yetim yok ya! Çaresiz yerimizi görmeye gittik. Müdür bizi evine götürdü eşiyle tanıştırdı, kendisi okula gitti. O zamanlar eşim ve ben de sigara içiyoruz, izin istedik. "Burada erkekler bile sokakta içemezler, bayanlar kesin hiçbir yerde içemez," demez mi? Ben şoklardayım, "kiralık ev var mı diyecek," oldum? Ağustos sıcağı buram buram terliyoruz. Bayan dışarı çıktı, elinde siyah uzun bir çorap ve bir yemeniyle geldi: "Bunları giyinip başınızı da kapatmanız gerekiyor ya değilse ev vermezler," dedi. Bu da ikinci şok. Ben şiddetle karşı çıktım tabi ki. "Burada ki öğretmenlerin çoğu Batıdan geldiler ama başları kapalı, asla sigara içemezler," dedi. Müdür bey bizi bir eve götürdü, ahırdan bozma hangar gibi, mutfak, oda, lavabo yok badana yapar oturursunuz, eğer buranın sahibini ikna edebilirsek, diye anlatıyordu. Şener Şen'in bir Türk filminde koşarak kaçması var ya, onun gibi uzaklaştım oradan. Şu an bile içimde tarifi imkansız öfke duyuyorum. Çağdaş eğitimcilere yapılan davranış içimi acıtıyor. Yetkili müdür yerine ev hanımı eşi tarafından konan kurallar. Kâhta’ya döndük. Olağan üstü bölge olduğu için, tayini durdurma hakkımız vardı durdurduk. Kâhta’da kılık, kıyafet ve davranışlarımızla ilgili hiçbir tepki almamıştım, her zaman saygı ve değer gördük siz öğretmensiniz, yönetmeliğinize göre, bizde gelenek, göreneklerimize göre giyinir ve davranırız demişlerdir. On bir yıl kaldık. Büyük oğlum Anadolu lisesini kazandı, okul Adıyaman’da günlük gidip gelmesi gerekiyor, kıyamıyoruz. Okula yakın bir ev tutuyoruz, caminin yanında ve imamla komşuyuz, kurban bayramı sabahı eşim bayram namazına camiye gidiyor, imam namaz sonrasında hutbesinde, kadına kurban kesilmesi vacip değil diyor. Eşim anında itiraz ediyor. Kadın, eşi, yetişkin çocukları bizzat mükellef olmakla birlikte kocası ya da babası bunlar adına – hibe yoluyla kurban kesebilir demiş. İmam bize selamı sabahı kesti. Neden mi? İmamın sözünün üstüne söz söylendi, yanlışta olsa susacaktık, yine kadını değersizleştirmek, yok saymak ve bu konuda halkın kafasını karıştırmak... Hani kadın kutlu yaratıktı, hani cennet ayaklarının altındaydı? Boşverin onları, bıraksanız da ayağınızın altından başını çıkarıp bir gün yüzü görse, yetecek. Adıyaman Kâhta arasında sık sık çevirmeler ve terör tehlikesi bizi tekrar tayin istemeye zorladı. İzmir’in olma ihtimali bile olmadığı için başka seçenekleri değerlendirdik, Kocaeli’ni istedik. Uzun yıllar köylerde ve olağan üstü bölgede çalıştığımız için puanımıza çok güveniyorduk, hiçbir etkisinin olmadığını yaşatarak öğrettiler. Her zaman karşı olduğum ama yapmak zorunda bırakıldığım yolla Karamürsel’e tayinimiz yaptırdık. Kamyon tutuldu eşyalar yüklendi, oldukça büyük bir kamyonmuş arkasında boş bir alan kaldı. Adapazarı’na tayini çıkan bir arkadaşımız eşyalarını koymak istedi kıramadık nereden bilelim kömür dolduracağını, bizim eşyaların halini sizler tahmin edin. İlçeye gelince öğretmen evinde kalmak istedik, bu evlere her ay katkıda bulunduk, orada öncelik bizim hakkımız olmalı, bir hayal kırıklığı daha yaşadık. Adı Öğretmen Evi olan, zorunlu aidat ödediğimiz, ama kalma hakkına bizden başka her kurumun müdürlerinin hakları varmış. Üç gün ev aradık, Güneydoğu'dan geldiğimizi ve eşimin doğulu olduğunu öğrenen ev sahipleri evlerini kiralamamızı istemediler. Ülkenin doğusu batısı olur mu? Doğu batı ayrımı, kültürel zıtlıklar biz şimdilerde kutuplaşma diyoruz ya en büyük belamız Doğu-Batı çatışmasıdır. Türk ruhunun en büyük işkencesidir. Peyami Safa, bu kutuplaşmayı ilk keşfedip yazan yazardır. Bu işkenceyi, semtlerle anlatır üstat. Onun gözünde; Fatih ud, Beyoğlu kemandır. Fatih saz peşrevi, Beyoğlu cazdır. Fatih ahşap, Beyoğlu taştır. (*) Tuba Demirci Yılmaz İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Öğretim üyesi

  • Meleklerle Arkadaşlık Etmek

    Bir kadın olmaktan bıktım, bıktım kaşıklardan ve postadan, bıktım ağzımdan ve göğüslerimden bıktım kozmetiklerden ve ipeklilerden. Hâlâ masamda oturan adamlar vardı, sunduğum çanağın etrafını çevrelemiş. Çanak doluydu mor üzümlerle ve kokusundan dolayı sinekler üşüştü ve babam bile geldi beyaz kemiğiyle. ama cinsiyetle ilgili şeylerden bıktım. Geçen gece bir düş gördüm ve ona dedim ki… “Sen cevapsın. Sen kocamdan ve babamdan çok yaşayacaksın.” Zincirlerden yapılmış bir kent vardı o düşte Jan d’Arc’un ölüme erkek giysileriyle götürüldüğü ve meleklerin doğasının anlaşılmaz olduğu yerde, ikisinden hiçbiri aynı cinsten yaratılmamıştı, birisi bir burunla, birisi elinde bir kulakla, birisi bir yıldız çiğnedi ve yörüngesini kayıt etti, her biri kendine boyun eğen bir şiir gibi, Tanrı’nın işlevlerini yerine getirdi, bir insandan farklı olarak. “Sen cevapsın,” dedim ve girdim, uzanarak kentin kapılarının üstüne. Sonra gevşetildi etrafımdaki zincirler ve yitirdim bilinen cinsimi ve son görünüşümü. Adem benim solumdaydı ve Havva sağımdaydı, her ikisinin de mantık dünyasıyla uyumsuzlukları yüzünden. Kollarımızı birlikte birleştirdik ve güneş altında gezinti yaptık. artık bir kadın değildim, bir şey ya da diğeri değildim. Ah Kudüs’ün kızları, kral beni odasına getirdi. Karayım ve güzelim. Açıyorum ve soyunuyorum. Kollarım ya da bacaklarım yok. Bir balık gibi bütün bir deriyim. Artık bir kadın değilim İsa’nın bir erkek olmadığı gibi. Çeviri: Dilek Değerli * Anne Gray Harvey (9Kasım1928-4Ekim1974 A.B.D) ABD'li şair Anne Gray Harvey Sexton 9 Kasım 1928'de Massachusetts eyaleti Newton'da doğdu. Garland Junior kolejini bitirdi . Genç sayılabilecek yaşta 19 unda Alfred Muller Sexton II ile evlendi. 1953 yılında depresyon tanısıyla Westwood Lodge'da tedavi gördü; kızının doğumundan sonra 1955 yılında yeniden aynı hastaneye yatırıldı. Tedavi için doktoru tarafından şiir yazmaya teşvik edilen Sexton, 1957'de Boston Üniversitesi'nde Robert Lowell'un şiir sanatı seminerlerine Sylvia Plath ile birlikte katıldı. Modellik ve kütüphanecilik yaptı, çeşitli lise ve üniversitelerde ders verdi. 1967'de Live or Die (Yaşa ya da Öl, 1966) adlı yapıtı ile Pulitzer Ödülü'nü kazandı. Şiirleri, kendi yaşamını dışa vuran yoğunluk ile önem taşıyan ve "itirafçı" geleneğin (confessional poetry) kadın şairleri arasında yer alan Anne Sexton 1974'te Massachusetts eyaleti Weston'da yaşamına kendi elleri ile son verdi. Eserleri Tımarhaneye Giderken ve Dönerken (1960) Bütün Sevdiklerim (1962) Yaşa ya da Öl (1966) Aşk Şiirleri (1969) Dönüşümler (1971) Delilik Kitabı (1972) Ölüm Defterleri (1974) Tanrı'ya Doğru Korkunç Kürek Çekiş (1975) Mercy Caddesi 45 (1976) Dr Y için Sözcükler: Derlenmemiş Şiirler ve Üç Öykü (1978) Toplu Şiirler (1981) Ülkemizde Yayınlanan Kitapları Kilitli Kapılar (2006) Ödülleri Live or Die (Yaşa ya da Öl, 1966) Pulitzer Ödülü 1967

  • Kadın Affetmez

    1865 yılında Louisiana'da, Amerikan İç Savaşı'nın son günlerinde geçen bu filmde dikkatimi çeken kızların eğitim aldığı yatılı okul oldu. Bin sekizyüzlü yılların ikinci yarısında bir okul var ve bu okulda müzikten edebiyata, yabancı lisandan dikiş nakış eğitimine, sanattan bahçe işlerine kadar her şey, hatta adab-ı muaşeret kuralları dedikleri görgü kuralları dahi eğitim-öğretim dahilinde. Filmin asıl konusu elbette bu değil ama okulun dönemine göre gelişkin hali ilgi çekici. Açıkçası bana o yaşlarda sorulmuş olsaydı böyle bir okulda eğitim almak ister miydim diye, büyük bir sevinçle kabul ederdim. Bunun benzeri bir eğitim sistemi Cumhuriyet sonrası dönemde Köy Enstitüleri adı altında ülkemizde de uygulanmıştı başarıyla. Keşke sürseymiş... Günümüz eğitim ve öğretim sisteminin geldiği noktaya, ortaya çıkan genel insan profiline baktığımızda görünen tablo çok da sevimli değil Gene biz filmimize dönelim. Orijinal adı ''Builder'' olan ''Kadın Affetmez'' adlı film ilk olarak 1971 yılında çekilmiş. Öyküsü Thomas P. Cullian'a ait olan filmin yönetmeni Don Siegel'dir. Filmin müziği Lalo Schifrin, senaryosu Irene Kamp ve Albert Maltz'a aittir. ABD yapımı filmin 1971 yılı versiyonundaki oyuncu kadrosunu ise, Clint Eastwood, Geraldine Page, Elizabeth Hartman ve Jo Ann Harris oluşturuyordu. Bizim izleyeceğimiz Kadın Affetmez, ilk versiyonundaki gibi aynı öyküyle fakat farklı bir oyuncu kadrosuyla 2017'de yeniden çekilen film. İyi seyirler. FRAGMAN * TÜM FİLMİ İZLEMEK İSTERSENİZ AŞAĞIDAKİ LİNKE TIKLAYIN Tür: Vahşi Batı, Dram, Yapım: 2017 Yönetmen: Sofia Coppola , Oyuncular: Colin Farrell , Nicole Kidman , Kirsten Dunst , Elle Fanning , Oona Laurence , Angourie Rice , Addison Riecke , Emma Howard , Wayne Pére , Eric Ian Film Özeti: Thomas P. Cullinan’ın “A Painted Devil (Kadın Affetmez)” isimli romanından uyarlanan filmde, Amerikan İç Savaşı yıllarında Kuzey’den gelen yaralı bir asker olan onbaşı John McBurney (Colin Farrell) ormanda küçük bir kız tarafından yaralı halde bulunur, ardından yatılı kız okuluna taşınır ve asker buradaki kadınlar tarafından tedavi edilir. McBurney’in gelmesiyle kız okulu okulluktan çıkar, cinsel çekimin ve rekabetin hat safhada olduğu bir yer haline gelir. Bu durum olayları beklenmedik şekilde tersine çevirecektir. * Ekleyen: Zeliha AYDOĞMUŞ

  • Çelişkili Kötü Şiiridir

    kadercinin / kendine tapmadan önceki son -ya da sona yakın- öfkesinin bir dünya görüşünün yorumuna başlangıç olan/ çelişkili kötü şiiridir açtık çok açtık çok çok açtık ekmek istedik kadın istedik tanrı İstedik ve oturup ağladık niye ve niye hiç görmemiş gibi sanki oturup hep birlikte ağladık ona şaşıyorum ona şaşıyorum biz sanki hiç ekmek görmedik yemek için hadi hiç görmedik diyelim / çok doğru / sanki hiçbir şey de mi yemedik bak biz helva yedik güneşe karşı / şapka alıcak paramız yoktu / helva yedik sonra güneş yedik yüz derece sıcaklıkta şart değildi biliyorum güneş yememiz güneş onlarındı biz hırsızız hem valla hem billa biz toprak yiyorduk o zamanlar katık olsun diye güneşi de yedik yüz derece sıcaklıkta hırsızız valla bak biz daha neler yedik inanamıycaksınız ama hem valla hem billa eylüllerden tutun da nisanlara kadar göğün saralı günlerinde yağan yağmurlarda ve de vıcık vıcık çamurlarda ve de dizboyu karlarda ve de en bi fena havalarda / biliyorum inanmıyacaksınız ama / ayaz yedik soğuk yedik hem valla hem billa yağmur yedik çamur yedik kar yedik ve de eylüllerden nisanlara kadar umut yedik umut yedik memetler gibi hadi hadi söyletmeyin biz daha neler yedik yüzüne tükürülmez adamlardan tekme yedik valla çelme yedik tokat yedik alışkınız acımayın bize o yüzüne tükürülmez adamlar var ya onlar bile hep bizden yediler yediler kollarımızı ellerimizi tırnaklarımızı yediler gücümüzü terlerimizi güç deyip ter deyip önemsemeyin bizim günboyu kullandığımız şeyler ama biz yiyemedik oh deyip kollarımızı ellerimizi tırnaklarımızı ve de gücümüzü terlerimizi hadi hadi biz daha neler yedik ot yedik et yedik bok yedik/ açtık çok açtık çok açtık kadın istedik tanrı istedik ve oturup ağladık niye ve niye hiç görmemiş gibi sanki oturup hep birlikte ağladık ona şaşıyorum ona aşıyorum biz sanki hiç kadın görmedik biz galiba hiç kadın görmedik / çok doğru / biz iş gördük güç gördük kadın görmedik zaman mı bulamadık ne/ biz kadın görmedik ve bir kadın aldık çarşıdan birşeyler umarak kadın dediler soy dediler soyduk giysilerini soyduk kadının ve şeylerini ve salt kadın dediler salt kadındı şimdi o salt erkek bekliyordu şimdi biz salt erkeğiz salt erkeğiz ve çok açız dayanamadık soymayı sürdürdük kadını gözlerimizle ve soyduk giysilerini kadının ve şeylerini ve soyduk saçlarını dudaklarını ve gözlerini tardıeu gibi ve soyduk birşeyler umarak derilerini etlerini ama hep birşeyler umarak soyduk herşeylerini ne çıktı karşımıza biliyor musunuz sonunda salt kadın yerine salt kemik ve kemikler arasında kirli bir yürek çirkin korkunç bir iskelet oysa hep başka düşlemiştik kadını en iyi en güzel ve sıcacık ve de temiz yürekli / yani kadın yani kadın / biz çok açtık kadın istedik yani kadın yani sevgi yani aşk ama en iyi en güzel ve sıcacık ve de temiz yürekli yani kadın açtık çok açtık çok çok açtık tanrı istedik ve oturup ağladık niye ve niye hiç görmemiş gibi sanki oturup hep birlikte ağladık ona şaşıyorum ona şaşıyorum biz sanki hiç tanrı görmedik hadi hiç görmedik diyelim / çok doğru/ tanrı da mı hiç görmedi bizi hep bilinen şeyler gibi yinelemek ama yalnız yinelemek hep yinelemek hep umarsız -sen n’apıyorsun orda sen n’apıyorsun -hiç sigara kutusu topluyorum yerden yakıcam -bak bir odun düştü arabadan alsana -yok onu öteki alsın o çok yoksul -kamyona geleyim mi abi kamyona iyi taş taşırım -beş liradan fazla vermem bak hava cok soğuk – manton yok mu senin bu kış kıyamette -hırkam eski biraz ama olsun yündür tutar gene çıplaklıktan iyidir -bu adam deli mi ne yırtık gömlekle bu soğukta -ben karı iki beş de çocuk yedi bir de tanrı sekiz kim ısıtacak bizi kim doyuracak bizi -‘inandığımız tanrı -da- yalnız bıraktı bizi’ bağışlatıcı olmuyor ey bagışlatıcı olmuyor bilmem nerelerdeki özgürlük şarkıları bizim özgürlüğümüzü bunca kısıtlamışken tutsaklığımızı sürdürürken ezerken ezdirirken kurdukları düzende kayırdıkları güçlere kayırdıkları güçlere sanki biz insan değiliz gökyüzüne uzanmaktan yoruldu ellerimiz ne isteriz ne isteriz bilseniz bilseniz inanca karşı gelmek ne zor bilseniz ekmek yemek su içmek ne zor bilseniz mutluluk ah mutluluk mutluluk çok ötelerde şimdi nedensiz isteksizliğiyle vermekten kaçındığı bizlere bizlere yani kendi yarattığına / ne gülünç kendi yarattığına / mutluluk çok büyük ve çok ötelerde şimdi tanrı kadar ulaşılmaz bir ulaşsam bir ulaşsam yok mu ya bir ulaşsam kimselere bırakmıycam kimselere bırakmıycam ama gücüm ama gücüm ama gücüm kısıtlı valla bıktık billa bıktık yaşamaktan ben insanım dedik günahkâr olduk ben tanrıyım dedik günahkâr olduk ben günahkârım valla ben günahkârım valla ve de tüm günahlarını insanların topladım omuzlarıma/ ben günahkârım valla bir hafifledim bir hafifledim ki sormayın günâhlar ne hafif şeyler öyle ve de ne güzel ben hep tanrıyı düşündüm tanrıyı sevdim ben hep tanrının dediğini yaptım günahkâr değilim baktım hiç düşünmedi tanrı beni hiç sevmedi baktım tanrı hiç yapmadı dediğimi töbe töbe ben günahkârım valla kaynattım üç tencerede üç ayrı aşı ekmeği kadına kadını tanrıya tanrıyı ekmeğe üleştirdim Forum, 15 ekim 1969 *Ekleyen: Zeliha AYDOĞMUŞ

  • BU ŞİİRİN ŞAİRİ KİM ?

    -KOLAY KABULCÜLÜĞE BİR GÖNDERME …- -Nail ÇAKIRHAN'ın Ödül alan AKYAKA'daki evi.- Kadın Telakkisi Kimi der ki kadın ; Uzun kış gecelerinde, Serip* bir döşek gibi Yatmak içindir. Kimi der ki kadın ; Yeşil bir harman yerinde, Dokuz zilli bir köçek gibi Oynatmak içindir. Kimi der ki, hamur yoğurur. Kimi der ki, çocuk doğurur. Her ağızdan bir söz: Kimi der ki, ilk göz ağrım. Kimi der ki, onunla dolu bağrım. Kimi der ki, bunca yıldır yaşıyorum ayalimdir. Kimi der ki, boynumda taşıyorum vebalimdir. Ne bu, ne şu. Ne öyle, ne böyle. Ne döşek, ne köçek. Ne ayal, ne vebal… O benim; Kollarım, bacaklarım, dudaklarım, Ve başımdır.. Yavrum, anam, öz kardeşim, karım, Hayat arkadaşımdır. / Haftalık Resimli Ay – Ocak 1931, Sayı 9 * Resimli Ay’da “ çekip bir döşek gibi “ olarak geçiyor. Son mısra “ Kavga yoldaşımdır “ olacakken, kanuni sakıncadan dolayı, Nazım Hikmet’in önerisiyle “ Hayat arkadaşımdır “ şeklinde basılmıştır. Birinci baskısı, Kasım 1996 yılında Scala Yayıncılık, Şiir Dizini’nde “ Daha çok onlar yaşamalıydı ‘ isimle yapılan şiir kitabının 31. ve 32 sayfalarında geçen yukarıdaki şiir, ilk defa Haftalık Resimli Ay – Ocak 1931, Sayı 9 yayınlanıyor. Bu şiirin şairi, çoğunlukla Nazım Hikmet’le karıştırılan Nail V.’dir. Edebiyat ve Eleştiri Dergisi’nin 89-90 sayısında “ Nazım Hikmet’in düşünce evrimini hızlandıran nedenler ve kadına bakış açısı”’ başlığı altında kaleme aldığım inceleme yazımın son bölümüne kaynak göstermeden “Nazım’ın ezberimde kalan “ Kadın” adlı şiirinden” diye, bir kaç dizesini yazmıştım. Hem şimdi bu hatanın nereden geldiğini hem de öğrendiğim gerçeği doğru aktarmak adına, bu konuyu gündemime almış bulunuyorum. Bu şiiri yıllardır, kürsülerden Nazım Hikmet’in diye dinledim. Karşılaştığım yüzlerce yazıda Nazım imzasını gördüm. Sizde google üzerinden bir tarama yaptığınızda, yüzlerce sitede bu şiirin Nazım Hikmet imzasıyla yayınlanmakta olduğunu ve kimilerinin bazı gazetelerin köşe yazarlarına ait olduğunu da görebilirsiniz. Doğrusu, Nazım’ı yakından takip etmeye çalışan biri olarak , tüm kitaplarını okumuş ve bu şiire hiç rastlamamıştım. Bununla beraber, sözlü edebiyatı, ortaya henüz yeterince dökülememiş kaynakları da hesaba katarak, “bu şiir Nazım’ın olabilir, yoksa şimdiye kadar birileri çıkar yanlışa dur ! der”, diye düşünüyordum. Bir de, Pir Sultan’a, Köroğlu’na nasıl sonradan şiirler mal edildiyse, Nazım’ın sevenleri tarfından yazılmış bir şiir olabileceğini de hesaba katıyordum... Ama, kafamı kemiren bu dünya güzeli şiirin ip ucunu ancak bugünlerde bulabildim. Ve girişimlerim sonucunda TÜSTAV başta olmak üzere yazarın yakın dostlarından Thomas Schmmitz’e kadar ulaşdım ve gereken anahtar bilgileri aldım. Londra’ya ulaşan kaynakları daha çok zenginleştirdiğimde, konuya ve Nail V. ‘ye ilişkin daha ayrıntılı bir inceleme yazısı da kaleme almayı planlıyorum. Bu yazımda, Nazım Hikmet’le Nail V.’nin neden karıştırıldığına yönelik bir çalışmanın yanısıra, Nail V.’nin şair - gazeteci kimliği, sanatı, mücadelesi ve şiirin geçtiği dönemin bazı özelliklerini küçük notlar halinde aktarmaya çalışacağım. “ Kadın Telakkisi “nin de içinde yer aldığı ve bu kitaba, ismini veren “Daha çok onlar yaşamalıydı “ şiirini anmadan da geçmek istemiyorum. Daha Çok Onlar Yaşamalıydı Onları hep birer birer Tanıyorum, Onlarla yan yana, Boyanamadığım diye kana Kendi kendimden utanıyorum. Daha çok onlar yaşamalıydı, Daha çok onlar haketmişlerdi bunu. Daha çok onlar bilirlerdi Yaşamanın ne olduğunu. Ben onlardan öğrendim Sevmeyi sevilmeği, Bana onlar öğrettiler Dostu dost düşmanı düşman bilmeyi Kafamı onlar yoğurdular. Orada yepyeni Taptaze Gıcır gıcır bir alemi İlk önce onlar kurdular. O topraklarda ayrı gayrı bilinmez. O topraklarda hep el ele tutulmuştur, O topraklarda dert unutulmuştur; Burcu burcu ekmek kokan baharda, Ağız dolusu gülünür o topraklarda. Daha çok onlar yaşamalıydı, Daha çok onlar haketmişlerdi bunu; Daha çok onlar bilirlerdi Yaşamanın ne olduğunu. Kavgam onların adıyla anılılır. Onlar öyle aç, Öyle çıplak sanılır Ama; İlk önce onlar altettiler yokluğu, Onlar tattılar, İlk önce asıl tokluğu. Daha çok onlar yaşamalıydı. Daha çok onlar haketmişlerdi bunu; Daha çok onlar bilirlerdi Yaşamanın ne olduğunu. ( 1 ) Yeni Edebiyat, 15.11.1941, sayı 26 1910 yılında Muğla’nın Ula ilçesinde doğan şairimiz, isim yönünden zengin görünüyor ; Nail V., Beşinci Nail, Nail Vahdetti, Nail Çakırhan ve bugün kitaplarının son baskısında kullandığı ise Nail V. Çakırhan. 1930 - 1940’lı yılların edebiyat dünyasında daha çok adı Nail V. Olarak geçmektedir. Ve gazeteci, şair olarak tanınmaktadır ( Sözünü ettiğim isim çokluğu okadar çok karışıklığa yol açıyor ki , “ Daha çok onlar yaşamalıydı”nın toplam iki baskısı 1996 – 1999 yıllarında aynı yayınevi tarfından yapılmasına rağmen, ilkinde Nail V., ikincisinde ise Nail V. Çakırhan olarak basılıyor ). Üç yılda 2 ayrı isim, hem de günümüzde... Liseyi Konya ‘da okuyan şairimiz 10.sınıfta “ Kervan Dergisi ” ni, Lise sonda ise arkadaşlarıyla “ Halka Doğru Dergisi ” ni çıkartır. “...çıkardığı ‘Halka Doğru’ dergisinde yayımlanan ‘Alev Yağmuru’ başlıklı şiiri yüzünden derde girer başı. Müstebitlerden, derebeylerinden söz eden bir şiirdir bu. İhbar üzerine Konya Emniyeti tarafından gözaltına alınır. Tam da bakalorya (olgunluk) sınavlarına hazırlanmaktadır. Sorgulamalardan sonra, onun yanında, yetkililerle Ankara arasında bir telefon konuşması geçer. Telefonun öteki ucundan verilen talimatı çok net olmasa da duymuştur? ‘Bırakın çocuğu! Ayıptır...’ Atatürk'tür bu talimat veren. "Ben bu şiirle Atatürk'ü değil, Muğla'daki ağaları benzetmiştim derebeylerine. Atatürk biz gençler için müthiş bir deha, taptığımız bir insandı. Ona hakaret etmeyi düşünmem bile münkün değildi. İşgüzarın biri şiiri ters yorumlamiş ve nezarete attırmıştı beni. Sınavlara polis refakatinde gidip geldim.” Aynı şiiri yüzünden bir kez de İstanbul'da dava açılır hakkında. Resimli Ay dergisinde çalışmakta olan Nazım Hikmet çok beğendiği şiiri Hukuk Fakültesi öğrendilerinin çıkarmakta oldukları ‘Hareket’ dergisinde yayımlatmıştır. Üstelik de tam sayfa ve iri puntolarla. Konya'da takipsizlik kararı aldığı halde İstanbul'da ki davada altı ay ceza yer. Ancak, temyiz bu kararı resen bozar ve beraatına karar verir. Nazım Hikmet'le de bu olay dalayısıyla tanışırlar. “ Lise bitirme ve olgunluk sınavlarında çok iyi notlar almış, yüksek öğrenimini parasız yatılı olarak yapma hakkı kazanmıştır. İstanbul Tıp Fakültesi'ne yaptırır kaydını. Bir süre sonra doktorların geçim kaynaklarının başkalarının hastalığına bağlı olduğu düşüncesiyle Tıbbiye'yi bırakıp Hukuk Fakültesi'ne geçer. Benzer düşüncelerle oraya da fazla ısınamaz. Nazım Hikmet'in önerisiyle basında çalışmaya karar verir. Bir yandan Cumhuriyet gazetesinde düzeltmenlik yapar, bir yandan Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne devam eder ve bol bol şiir yazar.Yazdıkları Resimli Ay'da yayımlanır. Nazım'la dostlukları kısa sürede ilerlemiştir. 1930'da ortak kitapları 1+1=Bir'i çıkarırlar. Bir dönem Nazım Hikmet'in babasının evinde birlikte yaşarlar. İki yıl sonra da 'komünist teşkilat kurmak'tan gözaltına alınırlar. "Cağaloğlu yokuşundaki polis teşkilatında bir ay boyunca işkence gördüm. Sonra da otuz arkadaşla birlikte cezaevine düştük. Bursa Cezaevi'nde Nazım'la aynı koğuştaydık. İki buçuk yıl kaldık. O bol bol şiir yazıp durdu …”der, ( 2 ) Nail V. Çakırhan’la Nazım Hikmet’in dostluğu 'Alev Yağmuru' şiiriyle başlar, ama Nazım’a bu da yetmez, deyim yerindeyse Çakırhan’ı siyasi düşünce açısından da örgütler, sosyalist - komünist olmasına öncülük eder, adeta kol kanat gerer, yoldaş olurlar. Nazım, hatta onun için 1931 yılında bir de şiir kaleme alır ( Hoş Geldin ). Yalnız, bu şiirin yazılış tarihinde çelişki görünüyor. Çünkü, iki ayrı tarih var. İlki, 1931 Ocak, Nail V,’nin “Daha çok onlar yaşamalıydı” kitabında geçtiği şekliyle , diğeri ise Nazım’ın “Benerci Kendini Niçin Öldürdü “1932 Birinciteşirin 5. Çarşamba gecesi şeklinde, yazılı. Çeşitli aralıklarla tekrardan basılan ikinci bölüm, Adam ve YKY baskılarında ‘1932 ’ olarak geçmekte. HOŞ GELDİN Hoş geldin! Kesilmiş bir kol gibi omuz başımızdaydı boşluğun... Hoş geldin! Ayrılık uzun sürdü. Özledik, Gözledik... Hoş geldin! Biz bıraktığın gibiyiz. Ustalaştık biraz daha taşı kırmakta, dostu düşmandan ayırmakta... Hoş geldin. Yerin hazır. Hoş geldin. Dinleyip diyecek çok. Fakat uzun söze vaktimiz yok. YÜRÜYELİM...... ( 3 ) 1931 Ocak “ * Bir yıl süren Muğla ayrılığı dönüşünde Nazım Hikmet tarfından Nail V. İçin yazılmıştır.” açıklaması kitaba not olarak da düşülmüş bulunuyor. Çakırhan 1934 yılında, Cumhuriyet’in onuncu yılı kutlamaları nedeniyle hapislikten kurtulunca, Nazım’ın 1921’de yaşadığına benzer, kendine yeni bir bilgi açlığı rotası çizer. Ve yönünü sosyalizmi öğrenmek üzere Moskova’ya çevirir. Üniversite öğrencisi, işçi ve evli bir devrimci olur “...1934'te kimseye haber vermeden ortadan kaybolur. İstanbul'dan Hopa'ya, oradan da bir arkadaşının yardımıyla Sovyetler Birliği'ne gider. Komintern'le ilişki kurar ve Moskova'da Puşkin Meydanı'na yakın bir yurtta üç ay Rusça öğrenir. Ardindan Moskova Doğu Halkları Üniversitesi'ne (KUTV) girer. Orada iki buçuk yıl sosyalizm ve ekonomi görür. Stalin, Tito, Hoşimin, kruşçev , Dimitrov gibi önemli siyasetçilerin bazılarını görür. Bazılarıyla tanışma fırsatı bulur. Öğrenimi sürerken bir yandan da uygulamaları yakından görmek ister ve kendi isteği üzerine Moskova yakınlarında bir tekstil fabrikasına gönderilir. "Fabrika da dört bin kadar kız çalışıyor, hepsi de 18-20 yaşlarında. On kadar da erkek... Nasıl kurtulursun dört bin kızdan? Evlendim."Evlendiği kızın adı Taisa'dır…”der. ( 4 ) Dayanışmayı daha da ileri taşıyarak, birlikte şiirler yazmaya ve ortak kitap çıkartmaya kadar giderler. O dönemde, Nazım’ın Resimli Ay dergidinde çalışmaya başlamasıyla, kullandığı devrimci şiir dili ve tekniği genç kalemler arasında kabul görmekte ve hızla yayılmaktadır. Çakırhan’da bu genç şairlerden biri olur. Çakırhan Nazımdan çok etkilendiği için şiir dilleri ve biçimleri zaman zaman iç içe geçebilmiştir. Bursa Cezaevi’nde Nazım’la aynı koğuşda iki buçuk yıl yatan Çakırhan, Sultanahmet Cezaevi’nde 8 Şubat 1948’de eşi Halet Çambel’e aşk mektupları yazarken Nazım’ın şiirinden alıntı dahi yapmıştır; “ Sevmek mükemmel şey, delikanlım Sev bakalım Mademki kafanda yıldızlı bir gece var Benden izin sana Sev sevebildiğin kadar" (5) 1930 – 1940 yıllarında; gerek dünya görüşleri, şiir anlayışları , benzer iş ve çevre içinde bulunmaları, gerekse Çakırhan’ın şiir kitabının çok geç basılması ve kitabın yeterince tanıtılmaması, yapılan sözlü hataların kanıksanarak yazı ortamına da hatalı yansıması nedeniyle yanlışlıklara düşülmektedir. Bununla beraber hiçbir gerekçenin, tekrarlanan hataların ağırlını hafifletecek cinsden olmadığını kendi adıma söylemek isterim. Burada birşeyi daha söylemeden geçemiyeceğim; Çakırhan’ın şiirdeki üretkenliğini sürdürmemesi, son 60 yıldır şiir dünyasıdan uzak kalmayı tercih etmesi, böyle toplumcu yazar ve ozanlar üzerinde yoğunlaşan baskı kadar, edebiyatı okurla buluşturan yayınevleri ve diğer yayın organlarının zulümlerle dile gelen eserlere gereken özeni göstermiyor / gösteremiyor olmalarıdır da aynı zamanda… diye de düşünüyorum” Bunu biraz da kendisine sormak gerekir sanırım. Nazım, çok emek harcadığı Çakırhan’ın şiirdeki tıkanıklığını çok öncelerden görebilmiş ve Bursa Mapushanesi’nden Kemal Tahir’e yazdığı bir mektubunda şöyle demiştir “ Bilirsin ya ben şimdiye kadar -başka hususlarda değil sanat meselelerinde- yalnız bir defa aldandım. Bizim biçare Nail V. de. Oğlan bir türlü yetişemedi. Onu şiire teşvik etmenin azabı hala içimde. “ ( 6 ) demiştir. Nazım’ın yazdığı mektupların bu dönemi, kitapta Malatya ( 1941 – 1944 ) dönemine denk düşüyor. İncelemelerim büyük ihtimalle 1941 yılını işaret ediyor. Oysa Çakırhan, on yıl önce 1931’de mükemmel şiiri ‘ Kadın Telakkisi ‘ni yazabilmiştir. Çakırhan, Nazım gibi soyalist düşünceyi taşımaya başladığı yıllardan itibaren, hayatına giren sevinçleri, ayrılıkları, acıları, hatta bazı yönden aşk coğrafyaları dahi benzerlikler gösterir. Bu konularda kendi ağzından , Thomas Schmitz ile yaptığı ropörtajda şöyle der ; “…İlk önce "Cumhuriyet", sonradan "Tan" için çalıştım. "Tan" o bakımdan bizim için önemli çünkü o zamanda, kırklı senelerde, Türkiye'de tek parti sistemi sallanmaya başladı ve bizimde desteklediğimiz "Demokratık Parti" kuruldu. Hükümete karşı değildik sadece muhalefet olarak ikinci bir parti gerekliydi. Bu arada "Görüşler" gazetesi 50.000 tirajla piyasaya çıktı. Düşünülürse "Cumhuriyet" ve "Tan" gazetelerinin ikisinin toplam tirajı 15.000 idi. Hareketli bir zamandı. Matbaamız bir keresinde saldırıya uğradı. Tahrip edildi ve çağırdığımız güvenlik güçleri yalnız komşu dükkanları korumaya aldılar. Ben ancak çatıdan kaçarak canımı kurtarabildim.(...) Otuzlu senelerin başlangıcında. 1932'de cezaevine girdim (...) Siyasi nedenlerden dolayı. 1935'te af ile çıktım ve Rusya'ya gittim. Orada mülteci pasaportu ve melce aldım. Bana iş vermişler - herkes çalışmak zorundaydı - bir daire ve başlangıçta ihtiyacım olan bütün yardımı aldım. Bize bir organizasyon yardım etti ve bu organizasyon da bütün Dünyadan sadakat alarak destekleniyordu ve bizi koruma altına aldı. Benim aldığım yardım kim bile belki Amerika'dan belki de Afrika'dan gelirdi. Tekstil fabrikasında çalıştım ve akşamlarıda başka mültecilerle sohbet ettik çünkü ülkemize geri döneceğimiz için bizi hazırlıyorlardı. Orada Tito, Wilhelm Pieck ve başka bugün meşhur olan insanlarla karşılaştım. Orada bir Çinli de vardı, ismini unuttum, ama sonra Çin'de dış işleri bakanı oldu. Gottwald isimli bir Çek savandan sonra Cumhur Başkanı oldu. Orada çok insan var. Herkesin bir takma ismi vardı. Sadece birbiriyle arkadaş olan kişiler aralarında doğru isimlerini bilirdiler.(...) Ben de “ Kola “ ismi olarak evlendim ve bir oğlan çocuğunun babası oldum.(...) Evet, o zaman tüm Avrupa'da savaş kokusu vardı, herkes evine dönmeye çalışıyordu, herkese kendi ülkesi için savaşmak yada bir şeyler yapmak istiyordu. Ben de Türkiye'ye geriye dönmek istedim. Problemsiz boşandım. Daha sonra 1970 yılında edindiğim bilgiye göre çocuğum tahsil süresince devlet tarafından burslandırılmış. En azında böylece maddi problemlerden uzaktılar. (...)Yazdım, savaşa karşı, haksızlığa ve yoksulluğa karşı. Bu mesele için yetiştirildik. Geriye gelmek mültecinin anlayışıdır..”( 7 ) Nail V. Çakırhan şuan 97 yaşında ve 1940 yılında evlendiği Arkeolog Prof Dr.Halet Çambel’le mutlu evliliği sürüyor. Ve Tohmas Schmmitz’in telefonda verdiği bilğiye göre “çoğunlukla çok sevdikleri Akyaka’da ( 8 ) yaşamını sürdürüyor ve bugünlerde İstanbul’daki evlerinde bulunuyor ”. Bu arada bir başka yönününe de değinmeden geçemiyeceğim.Cezaevinden çıktıktan sonra ( 1950 ) yeni bir mesleğe ( mimarlık ) başlayan Çakırhan, 1970’de doktorunun tavsiyesi üzerine Akkaya’ya yerleşir. Doğaya, çevreye duyduğu saygı ve bilinç gereği olarak, geleneksel bölge yapı otantiğine bağlı kalarak örnek evler inşa eder. Bu örnek evlerden biri 1983’te “Uluslararası Ağa Han Mimarlık Ödülü” almasını sağlamıştır. Daha sonra bu evi müzeye dönüştürür. Gösterdiği hüner ve çabasıyla bölge halkı tarafından da sevgi, saygı görmekte olan Çakırhan’ın ödül alan eserinin sokağı, Akkaya Belediyesi tarafından “ Nail Çakırhan Sokağı” olarak isimlendirilmiştir. Şairimizin yapı konusundaki düşünceleri ise kısaca şöyle ; “...Bir mimara kafamdan canlandırdığım bir evi anlatıyorum, o çizimleri yapıyor ve ben evi inşa ediyorum.(...) Ne yapmak istediğimi bildiğimden plan önemsiz kalıyor. Para ve kazancın öne çıkması düşündürücü. Her zaman cana yakın evler yapmaya çalıştım. Her ne kadar para ihtiyacım olsa da, para hiç bir zaman ön planda olmadı. Yalnız para kazanmak amacıyla yapılan bir inşaatta mutlak huzurlu yaşam hesabı tam yapılmamıştır. Bir kaç süslü tahtayı tavana çakmak böyle bir zihniyette pek bir şey kazandırmaz. ( ...) “ ( 9 ) 1930 – 1940 yıllarının toplumcu şairlerinden Çakırhan’ın şiirdeki çıkışını uzun soluklu tutamamış olsa dahi, çıkış dönemindeki yazdığı şiirler, yazılar bugün ve yarın için önemini korumaya devam edecektir. Bugün de saygıyla, sevgiyle anmamız, korumamız gereken önemli bir değerimizdir, diye düşünüyorum. ‘ Kadın Telakkisi ‘, yazıldığından yıllar sonra dahi içerik- biçim uyumu ve devrimci duruşuyla özgünlüğünü koruyabilmektedir. Öyle ki, sınıfta kara tahtaya yazılan bu şiir yüzünden üniversiteli bir gencimiz ( 10 ) 1983 yılında okuldan atılma sonucuna varabilecek, uzaklaştırma cezası alabilmektedir. Kısaca, yazılan özgür duruşlu şiirler, yaşamın her döneminde mücadelesine hiç ara vermeden devam etmektedir. Şairimizin yüzü, şimdi daha çok “ geleneksel mimarinin şiiri”’nden yana, çevreye ve doğaya dönük görünüyor...yolu açık, ömrü uzun olsun... Çakırhan’ın kitaplarına göz atacak olursak ; 1942 yılının son çeyreğinde Tan gazetesinde imzasız olarak yayımladığı yazılarından hazırlanmış “Harbin Eşiğindeki Türkiye Tan Gazetesi Yazıları / 1942” TÜSTAV Yayıncılık, “Daha Çok Onlar Yaşamalıydı” ( şiir ) Scala Yayıncılık, 1947- 1950 dönemininde Sultanahmet ve Aydın Hapishanelerinden eşi Halet Çambel’e yazdığı mektuplardan derlenen “Canım Halet'çiğim - Üç Hapishaneden Mektuplar” – ( Anı ), TÜSTAV Yayınları ve sanat ve mimarlık üzerine “ Yapı Sanatında Yarım Yüzyıl Geleneksel Mimarinin Şiiri ” Ege Yayınları. Yararlandığım Kaynaklar ( 1 ) “ Daha çok onlar yaşamalıydı “ say. 105- 106, Scala Yayıncılık, Mayıs 1999, 2.baskı ( 2 ) Nursel Duruel'in kaleminden “Nail Çakırhan” yazısı , Nail V. nin “Daha çok onlar yaşamalıydı” kitabından alınmıştır Scala Yayıncılık, Kasım 1996 , 1. Baskı ( 3 ) “ Daha çok onlar yaşamalıydı “ say. 159-160 Scala Yayıncılık, Mayıs 1999, 2.baskı. ( Ayrıca bu şiir, Nazım’ın aynı başlıkla “Hoş Geldin” 1948’de yazdığı “Yatar Bursa Kalesinde” Sayfa 172, Basım Kasım 1999, Adam Yay. geçen şiiriyle karıştırılmamalı. ) ( 4 ) Nursel Duruel'in kaleminden “Nail Çakırhan” yazısı , Nail V. nin “Daha çok onlar yaşamalıydı” kitabından alınmıştır, Kasım 1996 , 1. Baskı. ( 5 ) “Canım Halet’ciğim” Say. 33 TÜSTAV yayınları, Basım Ağustos 2004. ( 6 ) “ Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar”, Say. 120, Tekin Yayınevi , Basım 2002 ( 7 ) “Nail Çakırhan ile bir konuşma” Thomas Schmitz, (hulasa “Lykia Post” 'dan Mart 1998, No. 7 ( 8 ) Akyaka ,Muğla ili, Ula İlçesi, Gökova Körfezi hemen başlangıcındaki köyün adı. ( 9 ) “Nail Çakırhan ile bir konuşma” Thomas Schmitz, (hulasa "Lykia Post" 'dan Mart 1998, No.7 ( 10 ) Nazif Yeşillik, tam anlamıyla bir şiir tutkunu . O dönem için şöyle diyor : ” ( Yıl 1983’tü. ) Boş bir sınıfın kara tahtasına, kız arkadaşım için yazdığım “ Kadın Telakkisi ‘ için; Sınıfın birden karantina altına alınmış olduğunu gördüm. Kendim şiiri benim yazdığımı söyledim. Tutanaklar, tutanaklar, zabıtlar, disiplinler… Ve Nihayet; Nazım Hikmet şiiri dediler. Bir yarıyıl uzaklaştırma verdiler. Okuldan atılmam demek oluyordu. Hukuk savaşı sonucunda, Nazım Hikmet şiiri olarak tesbit edemedikleri için okuldan atılmam durduruldu. 1 yarıyıl uzaklaştırma cezası verdiler. . ( haklarım saklı kalmak kaydıyla...) deyip gülümsüyor. Ve ekliyor çünkü şiir sanıldığı gibi Nazım Hikmet’in değil Savunmamda da söylediğim gibi Nail V. ye aitti… Güzel insan Yeşillik’in bir de şair yanını kendi kaleminden anayım. ÖLÜM / Az önce penceremden / Ölüm girdi / Gördünüz mü? / Biliyorum yoksunuz odamda./ Sizden bana geldi de / Sorayım dedim: / Öldünüz mü? N.Yeşillik Edebiyat ve Eleştiri, Sayı 92, Sayfa 105-110 / BU YAZI ŞURADAN ALINTIDIR * DERLEYEN: Semihat KARADAĞLI *

  • AHMET UYSAL’dan BURSA’ya ŞİİRLER...

    (1) Sevgilim bir kaşı eğik bursa ikindisiydin sen (Ahmet Uysal) Hölderlin, "insan yeryüzünde şairane mukimdir" der. Yani hayat bir şiirdir aslında ucu sonu belli buna layık olmak isteyen bir insan gibi, şair dili ile bu yaşamı dokur... Yani onu alelade olmaktan çıkartır yeniden kurar ona yeni bir mana katar... Kuru toprağı işlemek mümbit hale getirmek gibi bir şey bu... Ahmet Uysal'ı seviyorum. Bana hep yakın bir şair gelmiştir... Yakınlık cismani hale de gelmiştir. Ölümünden kısa bir süre önce şiirlerinden tanıdığım Ustayla en son katıldığı kitap fuarı Bursa'da karşılaşmamızda vesile olmuştu (bir kitabını imza için kendine uzattığımda (Acının Gümüşü) başka bir tanesini de hediye olarak sunmuştu bana (Eylül Ebruları)... Bursa'ya emeği geçmiş bir eğitimci idi. Bursa'da görev yaptığı sırada da bir edebiyat dergisi (Düşlem) çıkarmış çocuk kitapları yazmış değerli bir şair ve yazardı Kendini hem de yazdıklarım dolayısıyla ismen tanıyordum. Böyle bir ustayla karşılaşmışım, daha büyük mutluluk olabilir miydi benim için? Hem sevdiğim hem beni iten bir tarafı vardır fuar salonlarının... Şimdi biraz frenk işi yani kibarca olsun diye herhalde stand diye adlandırılan sergilerden birinin önünde karşılaştık.. Sanırım benim gibi bir yeri arıyordu... Aman hocam sakın bana sormayın ben de karıştırıyorum demiştim de gülmüştü... Bursa... Vefasız bir şehir... Haykırsan sesin işitilmez başka bir şehirde olsan nefesin duyulur falan derler.. Sanırım o öteki şehir olsa olsa İstanbul olsa gerek... Taşralılık İstanbul dışındaki mütefekkirin en umumi kaderi... Bunu hala kıramamışız. Nasıl kırılsın ki metamorfoz her yıl tersine işleyen bir saati gibi memleketin. "Müsademe-i efkârdan barika-i hakikat doğar" demiş ya Namık Kemal. Yani gerçeğin şimşeği düşüncelerin çatışmasından doğar... Bırakın bu fikri bile benimseyemedik ve hakkını veremedik bir türlü... Bir başlangıcı mutlaka olması gerekliyken takılıp kalmışız halbuki ve o muammalı kaseti geri sarıp durmuyor muyuz? yağmur: güz görümlüğüdür orada. kadınlar: böğürtlen kokusuna bürünmüştür. mahfel: şiir sözlüğü yazdığım mekândır. güzaltı: şiir avlusudur. bursa: aşk yerine geçen şehirdir. çekirge:ebruli bir gömlektir. maksem: orada söz yağmur olur. sevgili: dağın öte yüzüdür. sokaklar: ömrümü çelmiştir. Bursa'yı Bursa yapan kaç şair kaç şiir vardır ki.. Voltaire'i büyük bir mürşit sayan yaşadığı ve dünyaya hediye ettiği kent hala kendi adıyla anılır. Ona sunulan büyük bir vefakarlık ve saygı misali... Ya bizde... Bir taş parçasına kazılı bir iz bile yoktur... Oysa hayatı ebedi kılan ve balkıyan o şehrengizvari dizeler varken... Hala eksik tarafının iliklerine kadar işlediği bu sebeple varlığından yokluğundan şüphe duyarak sahiplendiğimiz geçmiş... Onu yarına taşıyacak kitapların o bir çiçek gibi sararıp solan yapraklarında mı saklanmalı? O zaman bundan dolayı ne diye müştekiyiz ne diye sızlanıp duruyoruz ki... Artık ne zaman şehirde dolaşsam bir şiir dizesi takılıp kalıyor aklıma eski zamandan... Şehrini arayan bir nehirdim Arar gibi eski bir sevgiliyi Her yanım toprak, tuz ve kum Köpüğü dağılmış bozkırda Çoktan unutmuş çıktığı vadiyi Şehir şiir olmadan hangi yüreği titretir. Setbaşı, Yeşil, Tahtakale... Bir mahal hüviyeti olmaktan öte kaç mana ifade ederdi ki... İşte Ahmet Uysal Bursa için böyledir. O Bursa'yı yeniden ören bir yürek işçisi gibi. Adı ve yüzü taşlardan oyulmasa da o yüreği ve şiiri ile ebedi belleğimizde. ömrümü çelmeseydi bursa unuturdum o sokakları kalmazdı kaçamak günlerden bu ıslak gül kokusu da ısırılmış elmaların tadı gizli sıyrıklar dudağımda dolaşıp durmazdı ürpertisi sularda, kuruyan otlarda rüzgârlı taş avlular, serin çınar gölgeleri aramazdım göçü yıktığım şehirlerde bir orman kadar ıssızdım bursa’yı sevdim ya, sanki kırgın bir aşk acısıyla sürüklenip gidiyorum yırmi yıldır oradan oraya yağmurlu bir güz akşamı dönecekmiş gibi bursa’ya (2) Güz geldi ah, güle ne söylesem Sana ne söylesem ömrüm Toparlan, kanınla katıl haydi, Kalan ömrünle, kanayan yanınla Bir yoğunluğa koy günlerini Şair hiç kamelyalı şiir yazmamış kamelyalı şarkı yok. Bir kaç ad bilirim kamelyaya ilişkin adını ondan alan. Alexander Dumas Fils tarafından yazılan “Kamelyalı Kadın” adlı bir roman, bir de aynı romandan uyarlanmış film: Ünlü aktrist Greta Garbo ile Hollywood jönlerinden Robert Taylor oynuyordu. Verdi’nin bir bestesi bu romandan esinlenilerek yaratılmış.Namık Kemal'in İntibah romanı da Kamelyalı Kadın'ın etkisinde yazılmış.. Gül öyle mi ki; ad olmuş, büyük ve doğurgan aşklara timsal. Çiçek ve edebiyat denince nerdeyse o akla geliyor. İranlı şair Furuğ Ferruhzad; kızıl bir gül sürgün vermekte kızıl gül kızıl bir bayrak gibi ayaklanmada Ah, ben gebeyim, gebeyim, gebe diyor bir şiirde… Kamelya ise bir çay türevi, çay bitkisinin tek çiçek vereni., bütün çaylar gibi yediveren. Kışın genelde açmayan bildiğimiz gülün boşluğunu dolduruyor. Lakin gül narin, tutkulu aşkın sembolü olduğu kadar yazların ve güneşin de habercisi. Ama devrimci şiirimizin bizde en uygun düşen paylaşılan çiçeği başka, tıpkı Adnan Yücel'in bir şiirinde belirttiği gibi: Adı karanfil ki suçu rengidir Özgürlük dilinde bir imge Tutsaklık dilinde bir söylencedir Karanlıkta bir el koparır dalından Artık ölüme varmış bir işkencedir Bursa'da bir meydan (Altıparmak) kerameti kendinden menkul, mütedeyyin belediyece yaza doğru kırmızı kamelyalarca donatılmış. Hani şu ara verdikleri Osmanlı'ya bir savurganlık ve şatafat devri olarak kullanılmış ya, bana lalelerden sonra yeni bir dönem çiçeği mi diye sordurtmadan edemiyor. Hayal tüccarları hayalet olasınız, kamelyaları da gayelerinize alet edecektiniz sonunda.Pes doğrusu yani bravo size!.. artık gizlisi kalmadı arka bahçemin ele verdim saklı orman yolumu yaşlı kadınlara dağıttım kurutulmuş otlarımı da genç şairlere gönderdim, kırk yıldır biriktirdiğim rüzgârları seksen öncesi, sonrası, ben hep bir kırgınlığı yazdım nasıl olsa bilirdi büyük ustalar, yalnızca gül alıp satmadığını bir şairin (Ahmet Uysal, Güzaltı Şiirler) (3) Hüzünlü eylüller saklardı Yaralı bir çınar dalında İnce akan sulardaydı Islak, ıtır rengi bir güz (Ahmet Uysal) Bahar yeşil elbisesini giydiğinde en tazesinden, çınarlar daha bir heybetli sokaklar mis gibi akasya kokar Bursa'da. İlkbaharla yaz aylarının tadını çıkartmak için gidilecek müstesna bir köşe, en çekici yerlerden birisi Setbaşı’dır Bursa’da. Karın yağması ve Uludağ'dan yaz boyu eriyerek buradaki dereden akıyor olması bu mekandaki farklılığa bir renk daha da bir güzellik katıyor. Serin mi serin en ferahından, gökdere ile çevresi. Devasa bir paludaryum sanki kesinlikle korunması gereken bir güzellik. Öyle saklı cennet falan da değil: Şehir betonlaştırıldıkça şehir için değeri kat kat artan adeta ormandan bir parça koparılmış da buraya konmuş gibi duruyor. Yakın zamanda kaybettiğim babam DSİ’de işçi idi. Ankara Yolu’ndaki bölge müdürlüğüne taşınmazdan önce çok emeği geçmişti buralara. El bebek gül bebek yetiştirdiği fidanları hala görür gibi oluyorum. Bir serası vardı. Küçükken ziyaret ederdim. Şimdi Tabipler Lokali’nin hemen karşı sırasında Atatürk İlköğretim Okulu’nun yanıbaşında bir girişi vardır. En son bir dostla girmiştim DSİ'nden kalan tek iz orası, DSİ lokali de oradadır. Yeşilini koruyan eski Bursa'dan hala izler taşıyan saklı bir güzellik gibi Setbaşı semti. Ve Mahfel Çay Bahçesi. Hep cıvıl cıvıl. En son gidişlerden birinde orada oturacak yer bulamayınca civardaki cafelerden birinde soluklanmak istemiştik de konuşmalarımıza kulak veren çevreden bir esnaf bizim yoğunluktan şikayet ettiğimizi duyunca haklı olarak “Bursa'nın en güzel yeri” demişti. Cafeler işini bilen işletmecilerin günbegün Bursa'daki kalabalığı paraya tahvil etmek için uğraştığı, masa sandalyelerle donattığı, dere boyunca yeni katlar çıkarttığı bir eğlence mekanına dönüşüyor. "Şiir şairin yüreğidir”. Mutlaka. Kaç şaire uğrak yeri kaç şairin yüreğine şiir uçurmuştur Mahfel. Tanıyıp sevdiğim ama yakın zamanda da kaybettiğimiz eğitimci şair Ahmet Uysal da “Bursa: Benim Ütopyam" adlı şiirini aşığı olduğu Bursa şehri ve Mahfel için yazmıştı: bursa: benim ütopyam, hayal ülkem benim! zaman kırıkları topladığım leylâk rengi şehir! yosun kokusu biriktiren evlerin evim olsaydı! yağmurunla ıslanan ince yaz yolların yolum olsaydı! mahfilde içilen sabah kahvesinin buğusuna karışsaydı yüzüm. setbaşı köprüsünden, kar sularına düşürseydim yazdığım şiirleri. İleriki bir tarihte cafe ve benzeri yerlerin artacağını, Gökdere boyunca Temenyeri’nden başlayarak Demirtaş'a kadar bu bölgenin kentin mesire yeri haline dönüşeceğini görür gibi oluyorum. Önceki belediye yönetimlerinin buraya özel önem vermeleri boşuna değildi. Şimdikiler ise bunun kaymağını yemekle meşguller. Irgandı köprüsü ve çevresi de başka güzellik tabi. Temenyeri tarafı bambaşka… Yok öyle çakma taşlardan beyhude suyu akıtmak. Saçma, habesle iştigal sahte şelale yaparak parayı saçmak. Ünlü Gezgin boşuna dememiş: "Bursa velhasıl sudan ibarettir” diye… söz yağmur olur bursa’da maksem’den yeşil’e doğru savrulur gider rüzgârla her gece gökdere’yle öpüşür mahfel kahve’nin oralarda nice şairle görülmüştür tahtakale’nin eski evleri gibi sokulur sisli sokaklara kozahan’da inceltir ipeğini 98’de bir güz günü bursa’ya uğradım da gördüm şiirin yağmur olduğunu (4) erguvan buğusu sokaklar kaldı bana o şehirden acemler’de kükürtlü vaktine soyunan masumiyet koza han’da ağırca taşı zamanın ıslak, ıtır kokusu sürünen ahşap evler hüsnü züber’le girilen külliyeler avlusu erguvan buğusu yağmurlar kaldı bana o şehirden (Ahmet Uysal) Bursa’ya Şiirler kitabının ilk şiiri “Erguvan Buğusu”. Hiç unutmam bir gün Alanya dönüşümde Antalya terminalinde bir genç otobüste yanımdaki koltuğa oturdu Kız arkadaşı Bursalıymış. Tanışma faslımızdan sonra güzel sohbetle Bursa'ya kadar geldik. Pencereden gördüğü palmiyeleri göstererek "Buranın palmiyeleri çok küçük" dedi gülümsedim "Onlar buraya özgü değiller ki, nasıl Antalya'nın palmiyeleri güzelse Bursa'da da çınarlar vardır böyle" dedim. Otobüslerde gençlerin yanıma denk gelmeleri beni mutlu ederdi. Yine doğu kökenli olduğunu tanışınca öğrendiğim sempatik bir genç Ankara dönüşü aynı şekilde yanımdaki koltuğa denk geliyor. Tanışıyoruz. "Abi ben hayatımda hiç zeytin ağacı görmemiştim" diyor Bursa'daki ablasını arada bir ziyaret edermiş. Tebessüm ediyorum bu defa o soruyor ben yanıtlıyorum: "Bunlar daha bile küçük Denize yakın yerlerde daha gürbüz olanlar var" diyorum. Hoşuna gidiyor. Her zaman şaşarım ve aklım bir türlü almaz İnsanlar eldekinin kıymetini bilseler öbürkülerde olana değer verirler miydi? Bu herhalde bir çeşit meraktan kaynaklanıyor ya da özentiden, farklı görünmekten. Komplekslikten de olabilir kim bilir? Boşuna taş yerinde ağırdır dememişler. Palmiyelerden sözediyorum: Fomara'daki İtalya’dan ithal edilen palmiyelere dikkatlice baktım geçen. Seneler geçti halbuki. Kimi tıfıl kalmış kimi biraz daha iri. . Bir ara da yapay ışıklı palmiyeler vardı. Basına yansıyan haliyle Trabzon ve Urfa'da sorun olmuştu bu palmiyeler. Bursa'da da vardı böyle bir furya. Bir palmiyelerimiz eksikti neyse ki erguvan daha popüler oldu ve palmiye konusu unutuldu gitti. Ondan önceki belediye yönetimi lale düşkünü idi. Şimdikiler ise kamelyalara kafayı taktı gibi, ne yapacakları hiç belli olmuyor... Tepeler yamaçlar onlarla süslüymüş bir zamanlar. Şimdi onlar da kente mahkumlar, kırlardan dağlardan uzaktalar; kah bir çocuk parkı kah bir mezarlıkta rastlanıyor erguvanlara. Ya da bir alışveriş merkezi bahçesinin zoraki mahpusları gibiler... Erguvan dinsel metinlerde adından sıkça sözedilen bir ağaç. Hristiyanlar Erguvan’a, İsa’nın çarmıha gerildiği ya da onu eleveren havarinin pişmanlıktan kendisini astığı ağaç olarak bakarlar. Baharı müjdeleyen erguvanlar nisan mayıs aylarında kendine özgü renkte çiçekler açar. Hristiyanlara göre önceleri beyaz açan çiçekleri sonra kan ve pişmanlıktan şimdiki eşsiz renge dönüşmüş. Romalılar soyluların giydiği o ulvi erguvani renkli esvablarını bir hayvancığın kanıyla boyarlarmış. Osmanlının lale ve gül kadar sevmese de uğruna fasıl ilan ettiği ağaç. O yıl çok açarsa bolluk ve bereketli olacağına inanırlarmış. Turgay Fişekçi, Kıskanılacaksa büyük şair Hayatıyla kıskanılmalı. Şiir, hayata göre kolay bir eylem. Bir gün uğraşılarak güzel bir şiir yazılabilir: Mavi bir göğü pembeye boyayan Birkaç erguvan ağacını, Bir çınar gölgesindeki Serin bir su sesini, Bir yakınlığı düşleyerek. diyor bir şiirinde. Erguvan tipik maki yani bir Akdeniz bölgesi bitkisi. Halk arasındaki adı: Boynuz. Edebiyatımızda da mazisi olan bir ağaç ve dizelerden eksik olmamış bir çiçektir halbuki. Yahya Kemal'de baharın simgelerinden biri dağ dağ kızaran erguvanlar, Mehmet Emin Yurdakul'da bütün renkler arasında en güzeli.…Baki'nin en sevdiği, Tanpınar'ın gülden sonra bayramı yapılacaksa çiçeği....Devrimci edebiyatımız için ise bir zenginlik değil biraz hüzün demektir erguvan ve erguvanlı baharlar... Nazım Usta kendisini tanıttığı (otobiyografik) şiirinde, kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin demişti.. Çok severim bu dizeleri çünkü insan kendini bulduğu her şeyi sever. Kültür çiçeklerini yani saksıdaki çiçekleri bahçedeki çiçekleri kısaca yanıbaşındaki narin el bebek gül bebek misali binbir meşakkatle büyütülen çiçekleri bilir de kır çiçeklerini tanımaz pek ot der çalı der onlara geçer... şehirli insanlara belki uzak olduklarından belki de onlara ulaşmanın olanaksızlığından... elbet karanfili gülü de severim ama bana hep daha ilginç daha hatırlı gelmiştir kır çiçekleri... süs bitkilerini babadan gelen bir ilgiyle tanıdım bazılarını bilmesem de çoğunu isimleriyle sayarım (babam özgün; latince isimlerini ezbere bilirdi) Kır çiçeklerine de sonradan merak sardım.. Uludağ ya da Olimpos eski adıyla keşiş dağı Bursa'ya eteklerini uzatır... Uludağ'ın Bursa'ya armağanı ovayı şenlendiren suları olduğu kadar eteklerinde yetişen sayısız bitki kuşağıdır (Mayr adında Alman bir botanikçi belirtmiştir ilkin, toplam 7 kuşak, her kuşakta ayrı bitki türleri mevcut olduğunu) Son yıllarda kent betonlaştıkça sanki inadına bazı türler beliriyor.. Bu türlerden bazılarını zaman zaman resimliyorum: Aslanağızları, sığır kuyruğu (verbascum thapsus) ve çan çiçekleri... Efes'in bu ünlü endemik bitkisinin bazı türleri Bursa surlarını da süslüyor... Bu çiçekler öyle saksıya pencereye gelecek türden değil bir sur dibinde, bir burcun en keskin yerinde bitiveriyor... Ah bir de o çakma restorasyonlar olmasa... İda sözlüğü’ne ektir: ida sözlüğü inadına mavidir; tutar yeri göğü. güle tutkundur üstelik; gül: anlam mı bırakır bir sözlükte! sözlük bir çiçeğe yenilirse, karşılığı ne olur lâlenin? ahmet uysal mı, lavanta kokulu, tozlu bir yolmuş meğer! (5) Biz birkaç büyük şairin dizelerinden de okumuştuk Bursa’yı Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın düz yazı ve şiirinde, Nazım ise kapatıldığı bir hapishanesinde yazmıştı bu şehri… Ahmet Uysal’ın Bursa şiirlerinde Bursa’nın dünü dışında geçmişe dair hiçbir tarihsel övgü abartısı, hamasi nutuk ve vaaz yok. Hayatından öncesi sadece Bursa’ya dair, kendine ait bir yaşanmışlık ve bugün var. Ahmet Uysal’ın şiirlerinde Bursa sanki büyük bir çiçek bahçesi ve her şiir bu şehre bir güzelleme gibi.. Leylak rengi şehir, Itır kokusu, gül kokusu ve erguvan buğusu gibi tamlama ile betimlemelerde de görüldüğü gibi Bursa şehri çeşitli çiçek ve kokularla özdeşleştirilir. Bu renkler mor diken, mor renk, mor zambak, mor ikindi ve Bursa moru ile gül, leylak ve erguvan’da odaklanır. Bilhassa gül, şairin nerdeyse Bursa’yla ilgili yazdığı şiirlerde ilk akla gelendir. 30 şiirin 12’sinde de kullanılmıştır. Kızıl alev gül, Böğürtlen kokusu ve şarap rengi de bu çiçekli Bursa tablosunu oluşturan farklı renklerdir. Az da olsa menekşe ile nilüfer de şiirlerde yer bulmuş, Bursa’yla bütünleşen genel olarak ifade edici bir renk olan yeşil ise çınar ve Yeşil Türbe’de bir ayrıntı olarak kalıyor. Leylak rengi Bursa şiirlerindeki dizelere bakınca Ahmet Uysal’a özgü bir renk sayılabilir. Kiminin Bursa’nın tarihsel ve mistik simgelerinden saydığı erguvan 6 şiirde yeralmış ve 1 şiirdeki başlıkta kullanılmıştır. Leylak da 5 şiirde kullanılmış ve 1 şiirin başlığıdır.. Itır sadece 2 şiirde kullanılmış. Gül ise 12 kez kullanılmasına karşın hiçbir şirin adına konulmamıştır. Bir aşk sembolü olarak şairdeki yeri de başka gülün. Çok aklına geliyor ama başlık olarak bir değer görülmüyor yine de. Çınar da öyle. Çınar, Bursa’daki bitki sosyolojisi içinde önemli yer tutmasına rağmen şair için en azından Bursa şiirleri içinde pek bir şey ifade etmiyor. Çınar gölgesi, ıhlamur dalları, çilek ve kestane ile birlikte yine de toplam 6 şiirde kullanıyor çınarı Ahmet Uysal. Buğu, koku ve sis şairin sık sık kullandığı metaforlar arasında. Erguvan buğusu, toprak buğusu, sabah kahvesi buğusu. Itır kokusu, yağmur kokusu, gül kokusu. Sisli sokak… Yağmur imgesi şair için adeta Bursa kimliğinin ve ikliminin en önemli parçası. Kent ona bürünmüştür adeta. Yağmur dinginlik sessizlik kapalılık çağrıştıran bir doğa olayı. Halbuki Bursa’nın sıcağı nemi ve lodosuyla işareti verilen yağmur soğuk karanlık ve bir hüznü çağrıştırmaz. Bir Akdeniz güneşi gibidir o da .Ilık ılık atışır sis ve buğu olur toprakta karışır. “Erguvan Buğusu”, “Bursa’da Sisli Bir Sokak” ve “Söz Yağmur Olur Bursa”da” da… Yağmur 2 şiirin başlığı, 13 şiirde kullanılmıştır. Bursa şiirleri kitabında en çok kullandığı sözcüklerden. Çakıl taşlar, taşlı yollar, kükürtle ovalamak, kükürt serpen geceler, kum saati, dağ yolu, ırmak yolu, yeşil mavi vitray gibi, Bursa’yla içselleşmiş onu ifade eden belli başlı ögelerden biri sayılıyor. Bazı tamlamalar da geçiyor. Bakır kızılı, Bursa ipeği, Bursa ikindisi gibi. Ve kitabın ana teması, kitaba adını veren Bursa. “Bursa”yı tam 12 şiirde başlık olarak kullanmış Ahmet Uysal. Şairin anılarında yer almış tanıdık semtler, Bursa’ya ait öteki mekânlar bildiğim hiçbir şairde bu kadar bir arada kullanılmamıştır. Ahmet Uysal kitaptaki şiirlerde Bursa’yı her eski semti sokağıyla beraber adeta rengarenk bir kilim gibi dokuyor: Setbaşı ve köprüsü, Kükürtlü, Yeşil ve Yeşil Türbe, Koza Han, Acemler, Tahtakale, inebey, Arap Şükrü, Hüsnü Züber Konağı, Çekirge ve Hüsnügüzel, Maksem Yolu ile Mahfel Kahvesi ve Gökdere. Sonra Bursa’yla bütünleşen tarihsel mekanlar, Cumalıkızık Köyü, İnkaya Çınarı, Nilüfer Kavşağı. Daha uzakta Mudanya ve İnegöl ilçeleri, bunlardan sözediyor. Uludağ Bursa Şiirleri’nde pek isim olarak yer almasa da buna karşılık dağ yolu orman ifadelerinde geçiyor. Şair dostlar da unutulmamış. Başta Nazım Hikmet’i anıyor. Sonra Bursa’ya özgü şairlerin de adları geçer. Nahit Kayabaşı, Selami Üney, Ahmet Necdet ve Metin Güven. Ahmet Uysal’ın kitaptaki sayısı 30 olan şiirlerinin birkaçına tarih düşülmüş: 1992, 1998, 2000, 2006 diye. Bursa bilhassa 1990 sonrası büyük bir değişime uğradığından (hatta her yıl küçük bir il eklenen nüfusuyla) Bursa’’yı yurtsayan Bursa’yla hemhal olmuş bir şairin kentteki bu olumsuz değişmeyi işlememesi mümkün mü? İpekten ince ve kavi Olduğunu unutmadan Doladım adını dilime … Aşkın yerine sonsuz Geçebilir, sonsuzluğa Bürünmek o şehirde “Bir Şehre Bürünmek”le… Bursa bağımlılığını ifade eden deyim kitapta tarihini düştüğü (2006) şiirlerden birinde aktarılmış… Troya’da yazıldığına dair not düştüğü bu şiirde belirttiği gibi orda hayal şehri Bursa’yı çağrıştıran imler bulmuştur. Ki Troya savaşına tanıklık eden İda tanrıları gibi bu kentin Olimpos’u (Uludağ) da pagan tanrılar yurdu, insanlık için mitler ve efsanelerle yoğrulmuştur. Kitabı tamamlayan bir kaynak olarak 7 Mart 2001 tarihli bir konuşma metni de kitabın sonuna eklenmiş. Bu metinle aklımızda kalan boşlukları da doldurabilmiş oluyoruz: N. Mahzun Doğan, “Bursa adında ütopik bir kenttir onun şiirindeki. Zaman zaman yitirilmiş güzellikleriyle, nostaljisiyle yüklüdür. Bursa dizeleri.” derken, Fahrettin Koyuncu, “Hayatı insanlar kadar, mekânlar da anlamlandırıyor. Evimiz, sokağımız, köyümüz, kentimiz var ve biz bu mekânlara dayanıyoruz yaşarken… Geniş mekânlarda, kentlerde yaşıyorsak, bu mekânların bir alanına, bir sokağına daha çok bağlanıyor, burayla bütünleşiyoruz. Ahmet Uysal da ‘Bursa’da Sisli Bir Sokak’ adlı şiirinde bir kent parçasıyla, sisli bir sokakla bütünleşiyor.” diyor. Ahmet Uysal konuşma metnine şu dileği düşmüştü: Bu şiirler gün gelir “Bursa’ya Şiirler” adıyla kitaplaşırsa, hayal ülkeme bir şiir yazımı daha yaklaşacağımı sanıyorum. Ve bu hayali gerçeğe dönüştüren, şiirlerin basımında emeği geçenlere teşekkür sunulmuş… İhsan Üren’e, Ahmet Günbaş’a, Hilmi Haşal ’a Alp Yayınları’na; Fehmi Enginalp’e ve tüm emekçilerine teşekkürler… *Resimler: Tamer Uysal https://tameruysal.wordpress.com/ AHMET UYSAL : (1938 - 2011) 1938 yılında Balıkesir'de doğdu. Savaştepe İlköğretmen Okulu'nu, Gazi Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümü'nü bitirdi. İlkokul, lise, eğitim enstitüsü öğretmeni olarak çalıştı. İlköğretim müfettişliğinden emekli oldu. Edebiyat dünyasına şiirle giren Uysal, ilk ürünlerini Şairler Yaprağı, Demet, İmece, Çaltı, Türk Sanatı, Varlık gibi dergilerde yayımlattı. Daha sonra çeşitli gazete ve dergilerde eğitim, edebiyat ve çocuk kitapları üzerine yazılar yazdı (Cumhuriyet, Politika, Akşam, Yeni Halkçı adlı gazetelerde; Yeni Toplum, Yeni Dönem, Dönemeç, Türk Dili, Sesimiz, Oluşum, Türkiye Yazıları gibi dergilerde). Ahmet Uysal, edebiyat dergilerinden Ardıçkuşu, Bahçe, Damar, Kıyı, İnsan, Morca, Çağdaş Türk Dili, Pencere, Söylem, Yaşasın Edebiyat, Şiir-lik'te yazı ve şiirleri yayımlandı. Yaklaşım (Balıkesir), Düşlem (Bursa) adlı dergilerin kurucuları arasında yer aldı. 1975 yılından sonra çocuk edebiyatına yöneldi. Çocuklara Öykü (Bursa 1975, 4 sayı) adlı bir dergi çıkardı. Çocuklar için pek çok masal, öykü şiir ve roman yazdı. Kitaplarından bazılarının adları şöyledir : Alaca Baykuş(öykü), Çöpçü Martı (öykü), Keloğlan'ın Diliyle (masal), Yaban Kedisi (öykü), Çöp Toplama Yarışı (öykü), Anası Bulut Babası Yağmur (roman), Mağara Gölünde Serüven (öykü), Ayda Yaz Uykusu (bilimkurgu roman),Keloğlan'ın Düşü (masal)... Yaban Kedisi adlı kitap, Almanya'da Türkçe/Almanca olarak iki dilde basıldı (1989). 3 Temmuz 2011 tarihinde doğduğu yer olan Balıkesir'de yaşama veda etti. Aldığı Ödüller: 12. Antalya Film Festivali Öykü Yarışmasında (Harç Kovası adlı öyküyle) mansiyon 1975 Damar Edebiyat Dergisi / Çankaya Belediyesi Çocuk Şiirleri Yarışmasında (Kuşgölü'nde Günler adlı dosyayla) ikincilik 1992 Kırmızı Fare Çocuk Dergisi Öykü Yarışmasında (çeşitli öykülerle) başarı 1992 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü (Suyla Sınanmış Şiirler adlı dosyayla, sonradan Uzak Yazlarda adıyla kitaplaştı) 1998 Yunus Nadi Şiir Ödülü (Acının Gümüşü adlı dosyayla) 1999 / Sana Ne Söylesem Ömrüm Güz geldi ah, güle ne söylesem Sana ne söylesem ömrüm Sen ki şiirler düşürürdün Uzun uğultularla akan sulara Toprağın tuzu, taşın izi olurdum Ayışığı toplardın güllerden Gecenin ürpertisinden çocukluğumuza Kırgın kadınlarımıza yazılarda Oradan oraya savurduğumuz Sarılan sarılan yalnızlığa Şimdi nasıl koysam yerine Kırılan dalı, örselenen çiçeği Okşasam usulca, öpsem öpsem Bulutlarla düşlesem, kuşlarla düşünsem, Şiirle sağaltsam sayrı yüreğimi Sana ne söylesem ömrüm sana Sen ki gümüş pullar düşürürdün Bulanık karanlığına hüznümüzün Yeniden yeniden kazanırdık umudu Unutulurdu yenilgi, susardı ölüm Güz geldi ah, güle ne söylesem Sana ne söylesem ömrüm Toparlan, kanınla katıl haydi Kalan ömrünle, kanayan yanınla Bir yoğunluğa koy günlerini Ahmet Uysal *

  • Sanatın Gerekliliği: DOSYA

    HERKESE AÇIK DOSYA / Mağara devrinden bu yana İNSAN, yaptığıyla yaşamına yararlılık yanında bir estetik katmak istemiş. Duvarlara çizilen ilk resimler bugünkü çok yönlü ve çok türevli sanatın da temeli... Bakmayın bizdeki okullardan sanat felsefe derslerini kaldırmak ya da azaltmak gibi kimi garip uygulamalara, Sanat, çağdaş uygarlığı vazgeçilmezi gören bütün ulusların da paydası, her dönem de bireylerin temel kaygısı olmuş. Çünkü sanat insanın yaratılışında olan güzelliğin somut halidir. Kahvaltı masasına koyduğunuz gülü yemek değildir düşünceniz, bir güzellik istencidir ve sanatsal ilginizi gösterir. Güzel bir müzik sadece ruhunuzu okşamaz, sizi olumlu düşüncelere, güzellik idealinize de taşır. Güzel bir kitap, güzel bir resim sadece hoşça zaman geçirmenizi sağlamaz, olması gereken hayatları düşlemenize, hatta kurmanıza kapılar aralar. ...ve sanatsal uğraşlar giderek anlamsızlaşan hayatınıza amaç, size benzeyen insanlara ulaşmanıza sağlayarak yalnızlığınıza yanıt olabilir. Daha da önemlisi sıradan bir insanken özel ve önemli bir insana dönmenize yardımcı olacak dende de sihirlidir. örnek mi arıyorsunuz, çok... Sanatçıların özelini biraz araştırın ya da en parlak örnek FRİDA'nın hayatını okuyun. maviADA "Sanatın Gerekliliği"ni hem 21 Ocak 2020'de yapılacak etkinlik konusu, hem de DOSYA çalışması olarak seçti. Herkese açık... / Şenol Yazıcı / "FRİDA" SANATIN GEREKLİLİĞİ * KATILANLAR: Nurten Bengi Aksoy Fuat Özgen Nurdan Aladağ Fadime Yıldırım Karoğlu Niyazi Uyar 21 OCAK 2020'de YALOVA KENT KONSEYİNDE YAPILAN ETKİNLİK KONUŞMALARI ve DOSYAYA KATILIMLAR (TIKLA VE OKU)

  • KIŞTA İNSAN VE HAYVAN HALLERİMİZ

    Her mevsimin kendine özgü güzellikleri vardır. Ama konumuz kış mevsimi olsun. Kış mevsiminin en belirgin özelliği soğuk oluşudur. Varsıllar ve orta hallinin üzerinde insanların kıştan beklentisi ise lapa lapa kardır. Kar sevmeyen insan yoktur. Ancak Türkiye gibi ülkelerde ve daha yoksul ülkelerde kar, her coğrafyaya, kente hatta her semte, köy ve kasabaya aynı anlamda yağmaz. Üstat Aziz Nesin’in kar üzerine söylemi kışın ‘masumiyetini’ ne güzel sorguluyor: “Ne zaman kar yağsa, yoksulları, evsiz barksızları, açları, bu karda kıyamette üşüyenleri düşünürüm. Şu karın keyfini bir türlü çıkaramadım, çıkaramam.” Kar, varsıllar için kış eğlencelerine müjde iken, yoksullar için altında kalınacak ağır bir yüktür; üşümedir, donmadır, çığdır ve de açlıktır aynı zamanda. Sadece yoksullar için mi eziyettir kışın soğuğu, karı, ayazı, boranı? Elbette ki değil. Bu arada: "Dünya Eşitsizlik Raporu'na göre Türkiye'de en zengin yüzde 10, tüm gelirin yüzde 54'üne sahip!” Türkiye'de gelir eşitsizliği son 19 yılda artmaya devam etti ve son üç yıldaki ikameci ekonomi politikalar nedeniyle durağanlık emekçilerin ve emeklilerin gelirini belirgin düzeyde azaltırken, yoksul ve işsizleri de açlık sınırında yaşamaya mahkûm ediyor. DİSK Araştırma Merkezine göre “işsizlik salgın öncesine oranla yükselişte. Gerçek işsizlik % 22,1! İşsiz sayısı 8 milyon 45 bin. Geniş tanımlı işsizlik oranı salgın öncesinde (Kasım 2019) %18,5 iken Kasım 2021’de % 22,1'ye yükseldi. Geniş işsizlik salgın öncesine göre 1 milyon 719 bin arttı.” Özellikle kış aylarında sağanak halini alan zam yağmuru çabuk alışkanlığa dönsün diye yerini zaman zaman kar yağışına bırakıyor. Havadan ve karadan üstüne yağanlar hep ekonomik anlamda dezavantajlı toplumsal kesimler oluyor. Bir de 100 bine yakın evsiz yağmurda sırılsıklam, karda buz kesmiş bedenle hangi saate kadar yaşayabileceğini hiç bilmiyor. Ekosistemde yaşam alanları insan tahakkümü altında olmakla beraber sayısı belirsiz canlı türü de bizimle birlikte yaşıyor, yaşamak için direniyor. Bizlerden yani yerleşim yerlerinden uzakta doğada yaşayan hayvan türleri karda kışta ne yer ne içer, yaralarını kim sarar bilmeyiz. Düşünmek bile çok acı ve korkunç. Yerleşim yerlerinde yaşayanlar ise kar yağışının her yağdığı yerdeki ayrı anlamı gibi, yaşadıkları semte göre ayrı yaşam koşullarla karşı karşıyalar. Kimi sıcacık mekânlarda, kimi dondurucu sokaklarda aç, perişan ve yalnız. Bir de varsıllara ve ‘gözünü kan bürümüş’, vicdan ve yaşamın kutsallığından nasibini almamış yerli ve yabancı turistlere av olmakla karşı karşıyalar. Cinayetin spor ve eğlence sayıldığı bir toplum utanç toplumudur. Savunmasız canlıları eğlence için öldürmek de ağır savaş suçu sayılmalıdır. İzin veren de avlanan da her türden cinayete yatkın tehlikeli türdür aslında. Masum canlar İnsan tuzakları kuşatmasında namlulara karşı ve işkence laboratuvarlarında ne kadar özgürseler, o kadar ömürleri var. Bizlerin duymazlığında ya da çaresizliğinde işlenen tüm suçlardan hepimiz sorumluyuz. Yeri gelmişken geçmeyelim. Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi 15 Ekim 1978 tarihinde Paris’teki UNESCO Merkezi’nde törenle ilan edilmiştir. 1989 yılında da Hayvan Hakları Birliği tarafından tekrar düzenlenerek 1990 yılında UNESCO Genel Direktörü ’ne sunulmuş ve aynı yıl halka açıklanmıştır. Birçok ülkede de göstermelikte olsun Hayvanları Koruma Yasası var. Bazı ülkelerde denetlene bilirlikten dolayı hayvanları koruma ve yaşatma görece daha iyi olsa da yeterli değil. Salt yazılı metinler hayvanları korumuyor. İnsanların okul öncesi dönemden itibaren sahip çıkma, koruma ve yaşatma bilinci kazanması için gerekli çalışmalar acilen her coğrafyada başlatılmalıdır. Hayvanları insanlarla eşit kılacak ve hiçbir kimseye ve hiçbir zümreye taviz vermeden uygulanacak, hayvanları gerçekten koruyan ve yaşatan yasalar acilen çıkartılmalıdır. Evet, iki yıldır covid-19 salgını ve türevlerinin alıp götürdüklerinin muhasebesini yapmaya bir türlü vakit bulamıyoruz. Çünkü salgınla eş değer ekonomik, siyasal ve sosyal onlarca tehditle karşı karşıyayız. Kötülüklere karşı birlikte olmayı öğrenene kadar da çok canımız yanacağa benziyor.

  • BEYİN ÖLÜMÜ

    24 Ocak tarihsel olarak, aydınlığın boğulmaya çalışıldığı gündür. Ben bunu iki açıdan değerlendiriyorum: 24 Ocak, Turgut Özal’ın, karma ekonomiden liberal ekonominin gerekleri diye (!) ünlü 24 Ocak kararlarını(!) açıkladığı gündür. 1980 yılında alınan bu kararların daha katı uygulanması için, 12 Eylül Askeri darbesinin yapıldığını söyleyen iktisatçılar da vardır. 24 Ocak üretim ekonomisinden vazgeçip bugün yaşadığımız ağır ekonomik bunalımın temellerinin atıldığı gündür. Çiftçimizin, girişimcimizin önünün kapatıldığı gündür. 24 Ocak’la, döviz dolaşımı kolaylaştırılmış güya dolara, marka karşı imiş gibi Cumhuriyet, onun bütün kazanımlarını cebindeki üç beş dolarla açıklamaya çalışan ahmaklar liberal tekneye yandan asılarak, dünyalıklarını yapmış. Bir başka söyleyişle, 24 Ocak, ekonominin direksiyonun IMF’ye terk edildiği kara bir gündür. Uğur Mumcu, Turgut Özal’ın 24 Ocak kararlarının ekonomiyi perişan edeceğini düşünerek, cesaretle, hayatı pahasına karşı çıkarak eleştirmiştir... Uğur Mumcu, bu kararların halkı daha da yoksullaştıracağını ısrarlı bir şekilde yazmış çizmiş toplumu, uyandırmaya çalışmıştır. Yazık ki, bu halk kimin, kimden yana olduğunu dün bilmediği, gibi - ne acı -bugün de bilmiyor. Aynen Stalin’in tavukları anekdotunda olduğu gibi, “tüylerini yolanlardan yana!” Dışarıda, insanın vücudunu soğuktan yakan bir ayaz var. Ve onlar uykudan uyanacak gibi değil. Anlaşılan odur ki “beyin ölümü” gerçekleşmiş. Şeytan diyor ki, “çek fişi,” boşu boşuna tüketmesinler oksijeni. Yine de içimizdeki Yunuslar, içimizdeki Bektaş Veliler izin vermiyor! Bugün 24 Ocak, Cumhuriyetin, aydınlanmanın, yiğit savunucusu, “senin için vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım unutma bizi, diyen Uğur Mumcu’nun eli kanlı Cumhuriyet düşmanları tarafından katledildiği gündür… Işıklar yoldaşın olsun Kalpaksız Kuvvacı 24 Ocak 2022 Salihli

  • Çocuk Edebiyatı DOSYA

    "çocuk edebiyatı çıkmaz sokağı" * DOSYA * Disiplinler arası ayrı bir çalışma alanı haline gelmiş, ama bizde çatışma alanına dönen ÇOCUK EDEBİYATI, okurunun büyüme, gelişme ve anlama özelliklerine uygun olarak üretilmiş, malzemesi dil olan estetik ve sanatsal nitelikli sözlü ve yazılı ürünlerin genel adıdır. Edebiyat; dili araç, insanları ve mekânları unsur olarak kullanır. Kullandığı insan yapısına ve mekânlara ve dile göre ortaya birilerini birinci dereceden ilgilendiren yapıtlar çıkar. Yetişkinlere “çocuk kitabı” dendiğinde hemen akıllarına Dünya Klasikleri geliverir, Türk Çocuk Yazını alanında çocuk kitabı adı anımsamakta zorluk çekerler. Anne ve babalar için hoşgörüyle karşılayabileceğimiz bu yaklaşımı eğitimcilerimizde de görmek, yazarların, akademisyenlerin, editörlerin içini acıtmıyor mu? Son yıllarda edebiyat dünyasının en işlek sokağı bu sokak, o kadar çocuk kitabı var ki… Sapla samanı kim ayıracak? Çağdaş çocuk edebiyatını takip etmeyen eğitimci, öğrencisine nasıl ışık olacak? Ya da takip edilecek olanı yaratamayan edebiyat hangi noktada? * Şenol YAZICI * 38 Sayfa, 50 ALAN YETKİLİSİ... okumak, bilgisayarınıza indirmek için TIKLAYIN

  • TÜRK DEMOKRASİSİ DİRENİYOR

    Erken Seçim kararı alındığından beri, Türkiye’nin meydanları şenlendi. Bu kez psikolojik üstünlük demokrasi isteyen muhalefette. Gerçi bunun öncü depremleri, 2007’deki Cumhuriyet mitinglerinde, 5 yıl önceki bir ay süren Gezi Eylemlerinde ve bir yıl önceki uzun Adalet Yürüyüşünde bayağı hissedilmişti. Fakat iktidarı ele almak mümkün olmamıştı. Bazılarının sandıkları gibi hiçbir direniş, zaferle de taçlansa, yenilgiye de uğrasa toplumun belleğinden silinmez. Gelecekteki direnişler için bir birikim sağlar. Geçmişteki gençlik, işçi, memur direnişlerini de hesaba katarsak diktatörlük ve gericilik için Türkiye’nin hiç de tekin bir yer sayılmaması gerekirdi. Fakat politikada yalnızca oylarıyla ağırlık oluşturan bir kesimi de var ki, onlar kendileri için kesenin bir parça açılmasının hatırına diğer gelişmeleri görmezlikten geldiler ve adeta taptıkları adamın iktidarı için oy kullandılar. başımızdaki hükümet 16 yıl boyunca ensemizde boza pişirdi. Demokrasi adına kazanılmış hakları tek tek elimizden alarak tek adamın diktatörlüğünü öngören ucube bir rejime doğru yelken açtı. MİLLETİN KAFASININ TASI ATTI! 24 Haziran cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimleri için yapılan mitingler Türk demokrasisinin diktatörlüğe teslim olmayı reddettiğini gösterdi. Hükümetin kurduğu gerici-faşist ittifakının karşına, Millet İttifakı adındaki demokrasi ittifakı dikildi. Muhalefetin yeni sözcüleri sahne aldılar ve konuşmalarıyla iktidarı adamakıllı dövdüler. Hem de OHAL rejimi altında, hükümetin seçim için devlet kaynaklarını ölçüsüzce kullandığı, askeriyeyi, adliyeyi elinde tuttuğu, basının büyük bölümünü kendine bağladığı şartlarda. Muhalefetin bu şartlarda bile milletin en az yarısında iktidarı kazanma coşkusu yarattığı, Türk demokrasisinin diktatörlüğe kolay kolay teslim olmadığını ve olmayacağını kanıtlıyor. Her insan gibi her toplumun da mevcut rejime tahammül sınırı vardır. Bu sınır aşılınca bugünkü gibi kafasının tası atar. Çekirge de bir sıçrar, iki sıçrar, Türkiye gibi bir ülkede ancak 16 yıl sıçrar. Sandıkların açılmasına ancak bir gün kala paylaştığım bu yazıda kendi moralimi artırmak için bile olsa bir tahminde bulunmayacağım. Çünkü demokrasinin kazanması için aleyhte ve lehte bazı bilinmeyen durumlar olabilir. Meydanlar ve ekranlar at başı bir gidişi gösterse de ancak sandığa atacakları oyla konuşanların veya korkularından şimdiye kadar ses çıkaramamış olanların kararları kıl payı da olsa durumu etkileyebilir. Ancak birçok yorumcunun görüşüne katılıyorum: Erdoğan ve partisinin sonu görünmeye başlamıştır ve bundan sonra yamaya atacağı dikişler tutmayacaktır. Hangi kuvvetlerini harekete geçirirse geçirsin, cehaleti ne kadar pompalarsa pompalasın, hangi yalanlara başvurursa başvursun, bu seçim süreci Türk demokrasisinin elinin de armut toplamadığını gösterdi. (23 Haziran 2018) Fotoğraf: Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin İstanbul Maltepe mitindi: 23 Haziran 2018

  • En Erkeninden Seçim

    Bahçeli işareti verdiğinde herhalde herkesin aklına gelendi; Karar kesin, erken seçime gidiyoruz. Yine de bir umut, bakarsın sağduyu galebe çalardı kimbilir. Bahçeli ile Cumhurbaşkanının görüşmesinden erken seçim daha da erkene alınarak ilan edildi: 24 Haziran seçim günü. Görünüşe bakılırsa seçmenden başka da kimse şaşırmadı. Muhalefette özgüven tavan yapmış: " Hodri Meydan," diyor. Sanki kararı onlara da danışıp almışlar. Sokakta herkes: "Bu İYİ PARTİye bir tuzak" diyordu. Oysa onlar da sonuçtan memnundu sanki. 10 Haziran'dan sonraki her seçime girebiliriz, oldu açıklamaları. Aralık 2017'de genel kurul yapmışlardı, 6 ay süreç gerekiyorsa yeterdi. Ne var ki Nisan 2018'deki olağanüstü kurul baz alınırsa?.. Şimdilik yorumlu. Başbakan benzer içerikli soruya "YSK bilir kimlerin seçime katılabileceğini," derken aynı bilinmezi dile getiriyordu ya da çok iyi bildiğini... Bana kalırsa... Saklayacak değilim, oldum olalı bayılırım seçimlere, o atmosfere, heyecana, hele olmayacağını bile bile umuda... Erken seçim çoğu kez yıpranan iktidara karşı muhalefetin istediğidir. Ender olarak gücüne güvenen iktidarların da erken seçim istediği görülmüştür: Ecevit'in gücünün doruğundayken erken seçim isteyip bir daha belini doğrultamadığı 70'li yılları anımsayanlar bilir. Ama yine BAHÇELİ'nin çağrısıyla başlayıp BAHÇELİ ve partisi MHP'nin de baraj altı kaldığı 2002 seçimlerini herkes bilir. Bu kez tersi oldu. Öyle ya mecliste ezici çoğunluk sende, bunun yanında sana sınırsız destek sunan bir parti, ortağın da var. Afrin'de başarılı oldun. Başbelası terör ülke içindeki ivmesini önceki yıllara göre ciddi olarak kaybetti.15 Temmuz kalkışmasının failleri büyük oranda ayıklandı. Yine de OHAL gibi bir desteğin hala sürüyor. Gelecekteki adayların, cumhurbaşkanın, bakanların zaten şimdi de o rollerde... O zaman iktidar, daha iyisini elde edemeyeceğini bile bile erken seçim niye evet dedi? Sahi niye? Ekonomi görünür ve birinci etken... Her durumda ülkeyi bir devalüasyon bekliyor gibi. Ama seçim bunu nasıl engelleyecek? Yeni kadrolar, yeni bir bilinç gerekli. Sense yapabileceğini yaptın, yapıyorsun da... Gelecek kadroların şu anda görev yapanlar olmayacak mı? O zaman ne, nasıl değişecek? Haziran sonrasında Türkiye'nin altından petrol çıkacağına dair fal mı bakıldı? Yine de ben bunda bir hayır görmeye çalışıyorum. Eğer bu İYİ PARTİden duyulan endişeyle apartopar daha da önceye çekilmiş bir karar değilse ERKEN SEÇİM doğru bir karardır, diye düşünüyorum. Belki iyi niyet, belki çaresizliğin saflığı... Ne var ki şu sözü de yabana atmamalı: Bu ülke bu üslup ve tarzla bir buçuk yıl daha sürecek bir seçim atmosferini hiçbir yönlü kaldıramazdı.

  • Acilen Bir Ecevit Aranıyor

    ...Ve şimdi erken seçim kamuoyu oluşuyor... Garip olan önce iktidar dillendiriyor, üç seçimi bir arada yapmaktan söz ediyor, sonra da muhalif kanaat önderleri... Hangi seçimin erkeni ve kiminle ? Partiye değil, lidere oy veriyor bu ülke hala... ve bir tek adam, yani lider, parti demek... Bir Ecevit, 46'dan bu yana kemikleşmiş zavallıya dönen bir oy oranıyla muhalefete yerleşmeyi kader görüp, erinçle kabul eden CHP'yi, İnönü gibi bir duvara rağmen iktidara taşımayı başarmadı mı, 1973'te?.. Hem de 12 Martın silindir gibi ezip geçtiği solu yerden kaldırıp. Erdal İnönü, o günlerde elitlere inandırıcı gelmese de, ANAP'ın yıkılmazını kökünden sarstı, 89 yerel seçiminde... Ama Baykal muhalefetiyle yorulan parti tarihi bir fırsatı her zamanki gibi kaçırıp bir yere varamadı. İktidara uyacak muhalif lider mi var? Dün, direnişe katılacak olan milletvekili önce istifasını verip gitsin, diyen MHP liderinin bugün yeni açıklaması vardı; "Gezi Parkı Direni"şini nihayet onaylamaya karar vermiş. Biraz daha bekleyip sonucu tam alsaydık bari. Kılıçdaroğlu, yönetimde olanların, yani bir güvenlik memuru olan polise "şafak baskını"nın emrini verenlerin gözyaşlarını sağduyu olarak görüyor. Zaten polis bağımsız bir güç, aklına eseni yapıyor, öyle mi? İnandınız... Bu söylem havayı bahar yapmak için geliştirlen bir söylemse güzel de, teknik bir kusuru var; yarın siyasi malzeme olduğunda kimi suçlayacaksınız, Amerika'yı mı? Artık pes... Bu muhalefet olduğu günce Recep Tayyip Erdoğan'ın bu ülkenin yetiştirdiği günümüze denk düşen en "mümtaz" siyaset adamı olduğunu düşünüyorum, onsuz ülkenin tümden öksüz kalacağını da... Bir yurttaş olarak herkes kadar düşünme ve saçmalama hakkım varsa tabi. Biz layığımızı bulmadık,yarattık...Yazık ki ne yazık... En çok, bize hala inananları varsa, gençlere yazık... Bir Ecevit aranıyor,acilen... şair, romantik ve ütopya vaat eden, bu ülkenin tabanını inandırabilecek... Ben Erdoğan'ın da sihrinin de orda olduğunu düşünüyorum. Artısı şiir okumayı sevse de henüz şiir yazmayışı... Erken seçim kararının demokratik ülkelerde yolu belli. Meclis onay verecek... Yani AKP isterse... ve AKP istiyor... Çünkü çalışmaya başlayan diyalektiğin sonuçları ortaya çıkmadan bitirmek istiyor muhalefeti,yeniden. Diyalektik her yükselişin bir inişi olduğunu söylüyor ve çok iyi görüyorlar ki, yaratacak umut ve hayal azalıyor... Ankara'ya deniz getirmekten başka heyecan yaratacak yeni bir proje gözükmüyor şu anda. Şu an bu toplumu en iyi okuyan onlar. Onun tabanı 80 yıl sonra akla gelmeyen bir sonucu, Kemalist Türkiye Cumhuriyetinin iktidarını alan % 20- 25 lik bir oran.... Asla bu sarhoş eden güçten vazgeçmeyecek bir taban....Paydaş yaptığı geri kalan %25se "dört eğilim"; ekonomik sorunlardan ve istikrarsızlıktan bunalan, ötekilere inancını yitiren, menfaat ve çıkarlarını bu inandırıcı adamda gören, her iktidara yürüyen partiye anında rampa eden ülkem insanı... Bu çok doğal değil mi? Hani dört eğilimi daha önce birleştiren büyük ANAP? Adı bile kalmadı... Yakın oranda taban CHP'de de var.. Ne var ki, ötekileri büyüleyecek sihirli flütü çalacak lideri nerde?.. Seçimi önünde gören sıra insanın ilk sorusu, ekmeği olacaktır. AKP iktidarında zengin olmasa da geçmiş iktidarlarda olduğu gibi iyice yoksullaşmamıştır, kabul etmek gerekli. Başröl oyuncusu olamasa da olduğu haliyle nihayet sahnede göründüğünü varsaydığı bu günde giderek kısıtlanan temel hak ve özgürlükler, sosyal yaşam ya da Taksim Parkı onun ufkunda zaten kaygı değildir dahası lükstür, hatta artan, keyfileşen, tasarlayanın hayal gücüne kalmış frenlemelerin, tıpkı sigara, içki yasaklamaları gibi sağlığa ve ahlaka iyi geleceğini, yozlaşan bir kesimin toplumsal selamet adına nihayet dizginlenebileceğini düşünmektedir. Denenmiş midir bilinmez, ama oradan bakınca su içen bin yıl yaşamaktadır varsayımı fena gözükmüyor. Hem bu toplum büyüklerimizin trafik işaretleri olmasa yaşamaya alışkın değildir çok. Çoğumuzun bilinç altında kadının pantolon giyinmesi, erkeğin uzun saçı, küpesi, keçi sakalı düne kadar kıyamet belirtisi değil, davetiyesi görülüp zapturap altına alınması istenen değil miydi? Ne güzeldi, sosyal demokrat iktidarlarda bile herkesin çamaşırının boyutunu çarşaf çarşaf genelgelerle belirlediğimiz günler, diyen hala çoktur eminim. Anladığınız derdiniz olur, anlamadığınız ise tevatür... Bu ülke acilen bir Ecevit bulmalı. / 9 Haziran 2013, 05:13, maviADA NOTLAR *

  • Emek Bu, Bakma Küçüklüğüne

    İKTİDARLARI DEVİRİR * İnsan hafızası ne nankör. Birkaç kötü yıl yetti. Oysa 2002-2007 arası AKP'nin ekonomi yönetimi büyük bir başarıydı. Seçimlerde de parti lehine güçlü bir etken... 2000'Lİ YILLAR başlangıçtaki krize karşın Türkiye ekonomisinde yükselişin başlangıcı oldu. Doğru karar ve uygulamaların yanında yararlandığımız uluslararası likidite bolluğu en büyük etkendi. Değerli TL politikası ve kısmen bu likidite bolluğunu çekmeye yönelik politikaların sonucu olan inşaat, bankacılık ve perakendecilik gibi istihdam yaratmayan sektörler dengeyi zorlayarak da olsa güçlendi. Bu sürede birçok sanayici yatırımlarını inşaat sektörüne kaydırdı. Ancak son zamanlarda FED politikasında görülen değişime paralel olarak, artık uluslararası likidite de eskisi kadar bol ve ucuz değil. Ekonomi yönetimi de başlangıçtaki eşgüdüm ve başarıyı sergileyemedi. Dışarıdan elde edilen dövize dayanarak oluşturulan kredi hacmini genişletici politikaların da böylece sonuna gelindi. Gündelik yaşamda hızla artan fiyatlar bir ölçüt olsa da, asıl ülkemizin iki büyük sanayi ve ticaret kurumu Ülker ve Doğuş gruplarının borçlarını yapılandırma talebinde bulunmaları yangının sokağa yansıyandan çok daha büyük olduğunun sinyalleri sanki. Durduk yere ülkenin en güçlü ticari kuruluşlarından biri gibi görünen Doğan Medya’nın ucuz denilecek bir fiyatla satışı niye? Daha da ucuza gider kaygısı olabilir mi? Yoruldum, sıkıldım… gerekçeleri sizi ikna ediyor mu? Dedik ya AKP’nin ekonomi yönetiminde yarattığı olumlu algı güçlüydü. Hala da tabanda o algı sürüyordur. AKP'nin bir şey yapıp yansıyan enflasyonist hatta devalüasyon isteyen baskıyı yok edeceğini sananlar çoktur. Ne var ki görünen iktidar da artık o denli emin değil. Yerel ya da lokal yakınmalar olsa da EKONOMİ, on beş yıldır hiçbir seçimin belirleyici etkeni olmadı. İstikrar bozulmasın diyerek varolan iktidara yeniden onay vermek gibi ciddi bir etki yaratmıştır, hepsi bu... Öncelik her seferinde teror ve diğer sorunlardaydı. Ama şimdi... Fehmi Koru diyesi FAÇA BOZULDU… AKP bunu iyi düşünmeli... Hele EKONOMİ'nin yangın sinyalleri verdiği bu günde erken seçimi on defa... Devlet Bahçeli, 2001 krizi sonrası da aynı çıkışı yapmıştı. Patlayan siyasi ve ekonomik kriz sonrası yapılan seçimde iktidar ortağı DSP ile birlikte baraj altında kaldıklarını anımsar mı bilinmez ama bir ders çıkarmadığı gerçek... Algısı çok hızlı çalışan halk, bir seçim ortamına girilirse kontrolsüz bir tehlikeye dönecek ekonomiyi tüm boyutlarıyla hissettiğinde sorumlu arayacaktır. O zaman AKPnin onca yıllık imajı ciddi bir yaralanmayla karşı karşıya kalacaktır. Halk ne dünya ekonomisini bilir, ne FED’in kararlarını… Önceki sihri nasıl ki iktidarın hanesine başarı olarak yazmıştır, bu kez de EKONOMİNİN sorumlusu olarak da AKP yi ve MHP'yi görecektir. Erken seçim isteğini de kaçış olarak algılayacaktır. O zaman yapılacak doğru eylem ekonomiyi yoluna koyarak zamanında seçime gitmektir. Bu kesindir, önümüzdeki seçimde BAŞAT ETMEN EKONOMİ olacak... Dünyanın her yerinde ve her dönemde seçimi kaybettirip kazandıran ekonomidir. Ekmeğin söz konusu olduğu yerde geride kalan her şey birer teferruat olur.

  • Nazım'dan Duymadığımız İki Şiir

    Doğan HIZLAN BUGÜN PAZAR Nazım’ın Kitaplarında yoklar ÇANKAYA Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi Yöneticisi ÖMER Türkoğlu’ndan bir e-posta aldım. Yazıda, Nazım Hikmet’in kitaplarına girmemiş iki şiirini bulduğunu belirtiyordu. Nazım Hikmet’in bütün şiirlerini taradık, şair hakkında bilgi sahibi olanlara bu metinleri gösterdik, kitaplarda yer almadığı sonucuna vardık. Ömer Türkoğlu, şiirleri nasıl bulduğunun serüvenini iletti: “ Küçük Asya’nın Bin Yüzü: Ankara kitabımızı hazırlarken (Suavi Aydın- Kudret Emiroğlu ve E.Deniz Özsoy’a birlikte) Milli Mücadele döneminde Ankara’da çıkmış yerel basını incelemek ihtiyacı duydum. Hakimiyet-i Milliye ve Anadolu’da Yeni Gün dışında başka dergilerin de bu şehirde basıldığından haberdardım. Nitekim bu çalışmalarım sırasında Nazım Hikmet’in iki şiirine rastladım ve hemen notlarımı aldım…” Köşemde Nazım Hikmet’in kitaplarına girmemiş iki şiirini yayımlıyorum. Ömer Türkoğlu’ya da çalışmalarını bizimle paylaştığı için teşekkür ediyorum. Müşterek Zahmet(*) Gözlerimiz Şeffaf Temiz Damlalardır Her damlada Demire can veren dehanın Bir küçücük Zerresi vardır Şeffaf Temiz Damlalarıyla gözlerimiz Bir umman içinde birleşmeseydi eğer Her zerre Dağılsa idi başka bir yere Dinamolarla durmayanları Çiftleştirerek Çelik dağları sof bir klak gibi Döndüremezdik! Müşterek zahmetin şamateri Yakan *** *** çevirir akan İstimar(?) ateşini Şem’asız kibrit gibi söndüremezdik Şeffaf Temiz Damlalarıyla gözlerimiz Bir umman içinde o kadar karıştı ki Kaynayan suda buzu Nasıl eritirse deniz(?) İşte biz de Birbirimizde Öyle kaybolduk Yükseldi müşterek zahmetin şamateri! Demire can veren dehayı bulduk Moskova/ Nazım Hikmet *** *** ve(?)işaretleri metinde okunamayan bölümleri işaret ediyor. (*) Nazım Hikmet(RAN), Müşterek Zahmet, Yeni Hayat, Halk İştirakiyyun Fırkası’nın Naşiri-i Efkarı, İkaz Matbaası, Ankara, 5 Ağustos 1922, Sayı:18.s.6 Vehbi ve Nafi Kardeşlerimin Acılarına: Aldığım Bir Mektup(**) 1337 Mart Ankara Dün gece mektup aldım bir felakete dair Siyah satırlarında şöyle yazılı: “Şair! Bilmiyoruz nereden başlamalı bir söze Kara bir hançer gibi zavallı gönlümüze Saplanan son acıyı sen de duyuyor musun? Yoksa hülyalarınla hala uyuyor musun? Boşluklara atılan ruhumuza bu bir sır: Bilmiyoruz gönüller bu kadar yakın mıdır? Dileriz derdimizi avutmasın seneler Bize son vazifeni yapmış olursun eğer Zavallı gönlümüzde bu derin matemi sen Rüba Beyin sesiyle ebedileştirirsen… Ah bir hale düştük ki duysa kainat ağlar Hem bir kardeş kaybettik, hem çok sevgili bir yar Biz gurbette ağlarken o da gurbette öldü Biz gurbette gömüldük, o toprağa gömüldü… Şimdi o uzaklarda, çok uzaklarda bizden! Hayaline ağlayan yorgun gözlerimizden Yüzü rüyalardaki yüzler gibi kayboldu. Zaten o bir çiçekti bir çiçek gibi soldu Bir bahçeye gitti ki açılmaz çiçekleri Kahpe felek kendini bildiği günden beri Gökler zulümleriyle bu kadar alçalmadı. Artık güzelliklere imanımız kalmadı. Hiçbir ümidimiz yok hiçbir gayemiz de Şair? Fani neşeyi artık arama bizde Şimdi biz bir hayale ağlarız için için Tesellisi olmayan gönüllerimiz için Sade ona kavuşmak tesellidir diyoruz Ona kavuşmak için ölümü bekliyoruz Müstensihi(Aktaran) Nazım Hikmet (**)Nazım Hikmet(RAN),Aldığım Bir Mektup,Anadolu Duygusu, İkaz Matbaası,Ankara,1337(1921),Sayı:7,s.103. * ekleyen: Fadime Y. KAROĞLU

bottom of page