top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Kış Yorgunu

    Kış Yorgunu Şiir: Şenol Yazıcı Seslendirme: Şenol Yazıcı Yapım: maviADA Dergisi Çok uzak ülkelerin fethinden geldik, Bilemezsin ne kadar yorgunuz. Bir kış günü huz’runu özledik hep, Sonsuz yangınlar yiyen dağlanmış ormanlar gibi yüreğimiz. Bir maviliğe kayar, Kapandı kapanacak gözlerimiz. Harlayan bir soba vardı düşümüzde, Kestaneler patlar, ışıklar köhne tarabaları yalarken. Çok uzaklarda bir ırmak akar, Doldurur vadileri vahşi ulumalar, Korkmayın; bizim dağların kurtlarıdır onlar, ısırmaz... Biz, kediler gibi uyuyacaktık. Ne çabuk sıkıldık böyle: Zemheri, içimizde toz duman, Yeniden bahara açılan kapılar arar olduk. Dört yanımız duvar ve kör kilitmiş oysa, En akıllı seçimlerimizdi sorarsan, Surlar ördük yüreğimize, Anlamsız bir ömrü uzattıkça uzattık. Kış yorgunuyum, bir kardan adamım artık. Sakallarım mavi bir buz, Büyür yalnızlığım, artar kimsesizliğimiz Nasıl korkardık erimekten, bilmezsin; Erimekmiş kurtuluş, Yetmedi güneşimiz neylersin Buzdan yaşamlara tutsak kaldık. Çekilsin artık bulutlar ve kar, Bir eski evde kapılar gıcırdasın, Azıcık aralansın bahara, Uzun yağmurlarla yıkansın her yer. Akın edecek güneşler peşinde değiliz artık, Bir minik kardelen doğsun yeter; Arsız bir çıplaklıkta öylece donakaldık / Şenol Yazıcı

  • ALMANYA’DA GÖÇMEN YAZINI ÜZERİNE

    Bu yazımda çok uzun romanlara konu olan Almanya’ya göç ve göçmen yazını üzerine değinmelerde bulunacağım. Türkiye’den Almanya’ya göç 2021 Ekim ayı sonu itibariyle 60. yılının doldurdu. 1960 yıllar öncesinde de Almanya’da yaşayan belli sayıda yurttaşımızın varlığı biliniyor. Az sayıdaki bu kişiler daha çok akademik eğitim için orada geçici olarak bulunmaktaydı. 1960’lı yılların sonun da başlayıp bir şekilde hala devam eden Almanya’ya göç olgusu kendinden sürekli bahsettirmektedir. İşgücü talebiyle Almanya’ya giden göçmen yurttaşlarımız ’misafir işçi’ idiler ve bir iki yıl çalışıp, para biriktirerek memleketlerine geri döneceklerdi. Bu hayal gerçekleşmeyince zorunlu olarak başka hayaller peşine düştüler. Eş ve çocuklarını belli süreliğine Almanya’ya getirip sonra hep birlikte vatana geri dönüş yapma hayali de birinci nesil göçmen yurttaşlarımıza ihanet etmiş oldu. Birinci nesili oluşturan büyük kitle vatana geri dönememe ızdırabı içinde mutlu sonla bitmeyen bir hayata boyun eğmek durumunda kaldı. Geçici algısında göçmen işçilerin adı ‘Gastaerbeiter’ misafir işçiydi. Geçici göçmenlik kalıcılık özelliği göstermeye başlayınca işgücü olarak gelenlerin tanımı ‘Ausländer’ yani yabancı diye ifade edilmeye başlandı. Dördüncü kuşağın var olduğu günümüzde ise ‘Migrantenhintergrund’ göçmen kökenli kavramı yerleşiklik kabulü anlamında da meşruiyet kazanmış oldu. Göçmenler göç ettikleri yeni yerlere sadece bedenen göç etmiyorlar. Tüm biriktirdikleriyle, açık ve örtük hayalleriyle, sonu bilinmez öyküleriyle geliyorlar. 1960'larda ünlü yazar Max Frisch'in “İş gücü istenmişti, insanlar geldi” sözü göçe bakışın trajedisini en açık haliyle yansıtmaktadır. İşgücünü satmak zorunluluğu ile gelenlerin yaşantısı çoğunlukla iş mekânları ve barındıkları yerlerde zaman tükenmekteydi. Oysaki salt çalışmaktan ibaret bir araç değildi gelen. Kendine yeni yaşam alanı oluşturmak kültür sanat üretimini de içerecekti. Az da olsun ilk dönemde işçi kimliği ya da sığınma yollarıyla gelen yazın işçileri de açığa çıktı. Birinci kuşak yazın emekçileri arasında : “Fethi Savaşçı, Bekir Yıldız, Aras Ören, Güney Dal, Emine Sevgi Özdamar, Şinasi Dikmen, Habib Bektaş,Fethi savaşçı Nevzat Üstün, Nursel Duruel, Özgen Ergin, Gönül Özgül, Saliha Scheinhardt ve Yüksel Pazarkaya'yı sayabiliriz.” Bu yazarların konuya temalar ekseninde bakış açıları birbirinden farklıydı. Anlatılar daha ziyade: “Anadolu insanının fabrika işçiliğine ayak uyduramayışı, Almanlarla olan farklılıklardan doğan çatışmalar, komik olaylar, kaçak işçi olmanın, işsiz kalmanın yarattığı sorunlar, izinler, geri dönenler gibi...” Bu yazarlar içinde “ Bekir Yıldız, Fethi Savaşçı daha çok iş ve emek dünyasının, Almanya'daki kapitalist düzenin acımasızlığını yazarken; Güney Dal, Aras Ören, Habip Bektaş, Yüksel Pazarkaya kültür farkından doğan çelişkilerin bireysel ve toplumsal bağlamda yol açtığı sorunlara eğilmişlerdir.(1)” Türk ve Alman edebiyat arştırmacıları göçmenlerin süreç içindeki tanımlamalarına paralel yazın işçilerinde dönemsel olarak faklı anlamlarla tanımlamışlardır. Bu tanımlamalar: ‘Yabancılar edebiyatı, azınlıklar edebiyatı, kültürlerarası edebiyat, çok kültürlü edebiyat ve göçmen edebiyatıdır’ 80’li yıllara doğru ikinci nesil yazın emekçileri göçmenlerin yaşantısı ile ülke insanlarının ortak sorunlarını gözeten yerden yapıtlarla kendilerini göstermeye başlamıştır. Öne çıkan isimler arasında “: Renan Demirkan (Romancı tiyatro sanatçısı), Nevfel Cumart (/şair, çevirmen),Zafer Şenocak (şair, çevirmen, deneme yazarı), Feridun Zaimoğlu (romancı), Akif Pirinçci (romancı), Zehra Çırak (şair), Osman Engin (mizah yazarı) Selim Özdoğan (romancı), Safiye Can (şair, çevirmen), Hatice Akyün (romancı), İris Alanyalı (öykücü), Çiğdem Toprak (gazeteci, yazar), Deniz Ohde (romancı)”(1) gibi isimler vardır. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi öncesi ve sonrasında Almanya'ya mülteci olarak gelen yazar ve sanatçı olmuştur. Türkiye’den yazın alanından sanatçının yazarın ve şairin buluşma noktası Almanya olmuş. Almanya ve Avrupa’nın diğer ülkeleride gözle ve yaşantıları yapıtlarına gökmüşlerdir.Bu isimlerin arasında “Orhan Murat Arıburnu, Fakir Baykurt, Yusuf Ziya Bahadınlı, Dursun Akçam, Ömer Polat, Oya Baydar, Zülfü Livaneli, Melike Demirağ, Aysel Özakın, Nihat Behram, Ali Arslan, Erol Yıldırım, Osman Şahin, Vehbi Bardakçı, Doğan Akhanlı, Sırrı Ayhan, Füruzan, Necati Tosuner, Yasar Miraç, Kemal Yalçın, Tekin Sönmez, Tezer Özlü, Gültekin Emre, Atilla Keskin” bilinen önemli adlardır.” Bu isimlerden daha sonra Türkiye’ye dönenler olmuş. Fakir Baykurt gibi orada kalanlar ise önemli yazın üretiminde bulunmuşlar ve ödüller almışlardır. Son aylarda Alman yazın hayatında ‘kimlik ve aidiyet’ kavramlarını işleyen son kuşak göçmen kökenli yazarlardan olan Cihan Acar, Deniz Ohde ve Mely Kıyak başarılarıyla dikkat çekenler arasındadır. Üç milyon Türkiye kökenli insanımızın Almancılıktan Almanyalılığa uzanan altmış yılı aşan göçmenlik hayatı derinlikli romanlara günümüzde ve gelecekte de konu olacaktır. İkinci kuşaktan göçmen bir ailenin çocuğu olan Fatih Akın’ın yönetmenliğini yaptığı ve 2004 yılında Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’yı ödülünü aldığı “Duvara Karşı” filmi göçmen Türkiyelilerle ilgili algıları ters yüz etmişti. Avrupa genelinde, özelde ise Almanya’da yaşayan akrabalarımız aidiyet anlamında bir takım sorunlardan azade olamasalar da duvarları yıkma becerileri göstermektedirler. İş hayatından, spora, siyasete, bilime ve sanata isimlerini kalıcı olarak yazdırmaya devam edeceklerdir. (1) Gündoğan K. Almanya'ya Göçün Edebiyatı. Gazete Duvar. Kasım 30, 2020, https://www.gazeteduvar.com.tr/almanyaya-gocun-edebiyati-haber-1505662

  • İnsanlığın DİSTOPYASI

    -1984 - G. ORWELL- "Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. (...) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu." George Orwell’in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kâbus senaryosudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır. 1984 George Orwell CAN YAYINLARI (Kitabın arka kapağı) Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell tarafından kaleme alınmış alegorik bir politik romandır. Hikayesi distopik bir dünyada geçer. Anti-Ütopya romanlarının ünlülerindendir. Özellikle kitapta tanımlanan Big Brother (Büyük Birader) kavramı günümüzde de sıklıkla kullanılmaktadır. Roman, Avrupa'daki "Son Adam" (The Last Man in Europe) ismiyle yazılmıştır. Fakat ABD ve Birleşik Krallık'taki yayımcısı, ki roman bu iki ülkede aynı anda satışa sunulmuştur, pazarlama meseleleri nedeniyle romanın adını Bin Dokuz Yüz Seksen Dört`e (Nineteen Eighty-Four) çevirmiştir. Roman ilk kez 8 Haziran 1949'da basılmıştır. Romanın anti-ütopik dünyasında, totaliter bir merkezi tek Parti'nin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk ve hayatı manipüle edilmektedir. Roman daha sonra ünlenecek, Büyük Birader ve Düşünce Polisi gibi kavramları içermektedir. 20. yüzyılın en etkili romanlarından biri olmasının yanı sıra satış anlamında da çok başarılı olmuştur. Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya isimli romanıyla birlikte, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört İngiliz edebiyatının ilk ve en ünlü anti-ütopik edebi eserlerindendir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve içerdiği terminoloji mahremiyet tartışmalarında sıklıkla ortaya atılmış ve kalıplaşmıştır. Kitap birçok farklı dile çevrilmiştir. Distopya Kötümser bir bakışla hayal edilen veya tasarlanan toplum düzenlerinin veya karanlık gelecek tablolarının adıysa: Distopya... “Karşı ütopya”, “ters ütopya” veya “anti ütopya” olarak da adlandırılan bu kavram, ütopyanın antitezi olarak adlandırılabilir. Ütopya cennetse distopya cehennem. Ütopya tatlı rüyaysa distopya kâbus. Ütopya bahçeyse Distopya bataklık. Ütopya gün ışığıysa distopya gecenin körü… Genellikle otoriter veya totaliter bir hükümet gibi sindirici, zalim ve ağır bir sosyal kontrol mekanizması üzerine şekillenen distopya kurgusu, günümüzde ütopyaya göre çok daha popüler. Ütopya klasik ve sıkıcı bir türken, distopya popüler kültürün yeni fetişi konumunda. Son dönem filmler, kitaplar, çizgi romanlar arasında sayısız distopya örneği var. Bunun nedeni açık; ütopyanın gayet iç sıkıcı, distopyanın ise son derece zevkli bir seyri var. Bu durum biraz da ‘Gündüz Vassaf’ın “Cehenneme Övgü” kitabında altını çizdiği gibi, insanoğlunun cennete gitmek istemesine rağmen cennetten çok cehennemi merak ediyor olması gerçeğine benziyor. Distopyanın kendisi çok daha korkunç olsa da, okuması çok daha zevkli… Yazın tarihindeki en önemli kabul edilen iki distopya kurgusu, iki ayrı İngiliz yazara ait: ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ (George Orwell) ve ‘Cesur Yeni Dünya’ (Aldous Huxley)... “Cesur Yeni Dünya” adını Shakespeare’nin bir oyunundaki replikten, “1984” ise 1948’de yazılmış olmasından alıyor. ‘Foucault’ insanlığın dönüşümünün Disiplin Toplumu’ndan Kontrol Toplumu’na doğru geliştiğini öne sürer. Disiplin Toplumu’na hapishane, tımarhane, okul, fabrika gibi disiplin kurumları işlerlik kazandırır. Bu denetleyici ve yönlendirici kurumlar sayesinde toplumun düzene uyumu sağlanır. Kontrol Toplumu’ndaysa durum farklıdır. Mekanizma biraz daha karmaşıktır. Kontrol Toplumu dışarıdan bir gücün dayatmasıyla değil, vatandaşların beyinlerine aşılanan, öznelerde içselleştirilen, farklı bir sistemdir. Görüntüde daha demokratik, özünde son derece baskıcı bir yaklaşımdır bu da. Disiplin Toplumu’ndan Kontrol Toplumu’na geçişte düzenleyici kurumlar insanların kendisine dönüşmeye başlar. İnsan herhangi bir zorlayıcı dışsal otoriteye gerek kalmadan kendiliğinden bir tür hapishaneye dönüşür. Eylemlerini kendiliğinden bir özdenetimle kontrol altına alır. Foucault’nun ‘Disiplin Toplumu’ndan ‘Kontrol Toplumu’na geçiş tarifini ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ ortamından ‘Cesur Yeni Dünya’ düzenine geçiş olarak okuyabiliriz. Neil Postman, “Televizyon: Öldüren Eğlence” kitabının önsözünde söz konusu iki distopyayı zekice karşılaştırır ve Orwell’in değil, Huxley’in kehanetinin gerçekleştiğini iddia eder: “Orwell’in uyarısı, dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönündedir. Huxley’in görüşüne göre ise insanları özerklikleri, olgunlukları ve tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yoktur. Huxley’e göre insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır. Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu.” Gerçekten de Huxley Cesur Yeni Dünya’nın önsözünde geleceğin totaliter devletinde kölelerin köleliklerini sevdiği için zor kullanılmadan yönetilecekleri bir devlet olduğunu yazar ve “köleliği sevdirmek gazete yayıncıları ve okul öğretmenlerine verilmiş bir görevdir” diye ekler. Özellikle gelişmiş ülkelerde, bazı konularda resmen modern köle durumunda olmasına rağmen “cool” takılan çağın insanı yenidünya düzenine adeta cool köle olmaktadır. Zekice kurgulanmış sınırların içine hapsedilmiş özgürlüklerin tadını çıkarır cool köleler. George Orwell (asıl adı Eric Arthur Blair’dir ): (25 Haziran 1903 – 21 Ocak 1950), 20. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen kalemleri arasındadır. Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanı ve bu romanda yarattığı Big Brother (Büyük Birader) kavramı ile tanınır. Orwell'ın hayatı, sonradan yazılarını etkileyecek olan deneyimlerle doludur. Eton Koleji'nden mezun olduktan sonra, o sırada bir İngiliz sömürgesi olan Burma'da bulunmuş; kısa süreliğine adanın polis teşkilatında görev yapmıştır. Bu memuriyet döneminde şahit olduğu acımasız uygulamalar, emperyalizme karşı geliştirdiği derin öfkeye katkıda bulunmuştur. İspanya İç Savaşında sol cephede yer alır. Yaralanır. Bir süre sonra arasında yer aldığı komünist ideolojiye, bir iddıaya göre Stalin'e duyduğu tepkiyle cephe alır. Hatta Hayvan Çiftliği'ni yazışında Stalin, Hitler... gibi baskıcı liderlere , otoriter rejimlere duyduğu tepkinin etkili olduğu söylenir. 1949'da kaleme aldığı 1984 romanında insanların acı çekerek denetlenişini anlatıyordu. Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında ise denetleme insanları hazza boğarak gerçekleştiriliyordu. Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin, bizi bu güzel havaların mahvedeceğinden korkuyordu ve Orwell daha estetik, derin ve sosyolojik olmasına rağmen Huxley’in kehaneti doğru çıktı. BERTRAND RUSSELL'in ORWELL ve 1984'le İlgili Görüşü "Çok genç yasta bile yiğit ve yürekli olan George Orwell, (1903-1950) önce döneminin ve ülkesinin toplumsal düzenine karsı çıktı. Rus devrimine inandı. Troçki'ye hayrandi. Ancak, İspanya savaşı sırasında Stalinistlerin Troçkistlere karsı tutumu, umutlarını yıktı. Bu durumu ve hastalığı, Orwell'i 1984'ün mutlak umutsuzluğuna götürdü. Orwell, yapısı gereği karamsar ya da siyaset tutkunu değildi. İlgi alanları çok genişti; daha az acılı bir dönemde yaşasaydı yaşamaktan mutluluk duyardı. Ama çağımıza siyaset egemendir. Orwell, hayati boyunca gerçeklere bağlı kalmış, en acı dersleri bile öğrenmekten vazgeçmemiştir. Ama umudunu yitirmiştir. Orwell'in çağımızın peygamberi olmasını engelleyen de bu olmuştur. Belki de, dünyanın bugünkü durumunda umutla gerçeği birleştirmek olanaksızdır. Durum buysa, tüm peygamberler yalancı peygamberlerdir. Orwell gibi kisiler bence, günümüz dünyasında gerekli olanın yarısını, ama ancak yarısını ortaya koymuşlardır. Öteki yarıyı hâlâ aramaktayız." Ütopyalar insanın bunaldığı gerçeğine karşı ürettiği çözüm yolları yani ÖNERME iken, DİSTOPYA karamsar, umutsuz bir öngörüdür.

  • ULUSAL KİMLİK; EDEBİYAT

    Dünya Tarihinde; kurtuluş, din, her ne ad altında olursa olsun türlü savaşlar olmuş, halada devam etmektedir. Savaşlar üzerine yazılmış yüzlerce, öykü, roman, sinema filmleri, birer kahramanlık destanı gibi anlatılarak, toplumda daha da bir popülerlik kazandırılmıştır. Milli gelirin, her alanda savunma sanayine ayrılan yüzdelik paylarının toplamı bunu açık açık ortaya koymaktadır ki; etnik köken, din, ırk ve nice başka sebeplerle; insanlığın en ilkel, en eski alışkanlığı; savaşlar, insanlık var olduğu sürece; kendinden olmayanın öldürülmesinin; savaşta her şeyin mubah ; olduğu bilinci ile sürecektir… Öyle bir 20.Yüzyıl ki, ikisi büyük ve genel olmak üzere, yüzlerce bölgesel savaş yaşanmıştır. Savaşa “hayır” diyen; hain damgası yiyerek, sürgünlüğü, hapisliği göğüslemiş aydınlarda vardı elbet. Seslerin en yükseği, romanlardan geldi…Hemingway, Thomas Mann, Herman Hesse, J.P. Sartre, Dos Passos, E.M. Remarque… herkesçe bilinenler. Bizde ise; kurtuluş ve haklı müdafaa olarak dünyada kabul gören, savaştan, yüz akıyla çıkmış Cumhuriyet insanı, dünyada yeniden patlayan savaşa doğrudan katılmasa da , bu paylaşımda, savaşın çirkin izlerini belleğine kazımış ve istese de sanat ve edebiyat alanında çok fazla barışçıl eserler verememiştir. Ülkemiz insanı; 1980 Yılından beri gündemi sürekli işgal eden doğu’ daki savaş… Bağımlı , açmazları arasına sıkışmış, ekonomik sıkıntılarından kurtulmak için çırpınıp durmaktadır. Yanı başımızda yaşanan insanlığın en acı dramı ,medya kanallarında apaçık sergilenirken, yazının suskun ve seyirci kalması beklenemez doğal olarak. Bir göz bağı gibi, gözlerimizi sımsıkı sarmalamakta olan; şiddeti, savaşları boyuna körükleyen; egemen güç sistemi; insanı insan olmaktan çıkarıp, dinmek bilmeyen öldürme arzusu ve sözde milli çıkarlar uğruna hayali savaşlar icat ederek, sürdürülmektedir. Bu durumu, bir tek, ama bir tek; edebiyat ve sanat tersine döndürüp, insancıl düşünceyi çiğnemeden büyütebilir… Ulusal kimlik; edebiyat bunun neresindedir? Yazar, aydın ve sanatçılarımızın barışçıl ürünleri karşısına; yine romanlar, aksiyon filmleri ve televizyon programlarıyla dikilen kültür endüstrisi; savaşı her çeşit macera hikayesiyle yumuşatıp, akışkanlığını arttırarak, süsleyip, savaş kültürü ile geleneksel kültür arasındaki benzerlikten yararlanarak önümüze sürmektedir. Yazın sanatına, bu bağlamda, çok iş düşmektedir. Gereğinden fazla ,baskı altında bunalmış ve çıkış yolu bulmakta zorlanmaktadır. Yazarın kendinden çok, ne yazdığı, ne anlattığı önem taşımalı. Yazarı ,magazin dünyasında boy gösteren, cicili bicili basımı ile kaç bin tane kitabının sattığı ilgilendirmemeli. Ne kadar çok okura; ama gerçek okura, ulaşırsa anlatmak istedikleri, o denli etkili ve gerçekçi olur. Bu kaygıyı taşıyan kaç yazar var dersiniz? Umalım da çok olsun. Umalım diyorum, çünkü edebiyat tarihimizin yüz akları Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Sait Faik ve adını sayamadığım diğerleri gibi edebi yazarlar yok, denilemez; ama azaldığı bir gerçektir. Yayın dünyasının ağababalarının, en çok satan kitabı, ve yazarını, içeriğine ve edebi yanına bakılmaksızın ön plana çıkarıp popüler ettiği günümüzde; Nazım Hikmet, Orhan Kemal gibi evrensel değerlere ulaşmış, sosyal gerçekçi yazarları ve eserlerini çoğaltmak olanaklı mı?.. Olanaklı. Olmalı…Evrensel düşünen, insani değerleri önemseyen, adı parlamamış amatörce, yazın dünyasının kıyısından köşesinden sızmayı bekleyen yüzlerce yazan, aydınlarımız var. Bunu, okumayı sevip ilgilenen ve takip eden okurlar daha iyi bilirler. *Ece YILDIRIM 2005 Ulusal kimlik; Edebiyat maviAda Arşivden

  • Vedat Türkali

    O BİR ALÇAKGÖNÜLLÜ, İPEK GİBİ BİR DEVRİMCİ AMA KADİFE İÇİNDE ÇELİKTEN BİR YUMRUKTU *** Türk roman ve senaryo yazarı, şair. Asıl adı Abdulkadir Pirhasan'dır. Samsun Lisesi'nde okuduktan sonra 1942 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk dili ve edebiyatı bölümünden mezun oldu. Aynı yıl eşi Merih Pirhasan'la evlendi. Doğum tarihi ve yeri: 13 Mayıs 1919, Samsun, Osmanlı İmparatorluğu Ölüm tarihi ve yeri: 29 Ağustos 2016 (97 yaşında), Yalova, Türkiye * Salkım salkım tan yelleri estiğinde Mavi patiskaları yırtan gemilerinle Uzaktan seni düşünürüm İstanbul Bin bir direkli Haliç’inde akşam Adalarında bahar Süleymaniye’nde güneş Hey sen güzelsin kavgamızın şehri … Ne güzel şarkıdır, Edip Akbayram ve Onur Akın'ın sesinde... ne güzel şiir... Artık dört ayağıyla sürünen bir mahlukata dönseniz bile fethetmeye değecek bir ülke ve öylesine bir aşk için ölümüne ayağa kalkmak istersiniz. Az kişi bilir ünlü romancı, senaryocu, sinemacı Vedat Türkali'nin aynı zamanda sıkı bir şair olduğunu... O da yanaşmaz zaten şairlik sıfatına... “Bakın hep söylerim. Hayatta iki akıllı iş yaptım. Sigaraya alışmadım ve şair olmadığımı erken fark ettim. Şiir yazdım. Epey de destekleniyordum. Fakat anladım ki, şiirde bir şey yapamam. Nâzım gibi bir dev var Türkiye’de. Oktay Rıfat var… Yahya Kemal var. Ayrım yapmadan söylüyorum. Onlar büyük devler. Ben romanda yaptığımın onda birini yapamazdım şiirde.” Böylesine de alçakgönüllüdür... İpek gibi... / Deprem sonrası yerleştiğim İzmir'de Kemeraltı'ndaki kitapçı Ercan, şimdi neredeyse kulakları çınlasın, becerikli adamdı, o günlerde İzmir'in tüm kültür sanat etkinliklerinde adını görürdünüz, genç yaşına karşın. Rastlantıyla tanışmıştık, İzmirli naziktir, kibardır, ama dostluğuna güven olmaz derler ya, Ercan başka bir şeydi; Bornova Anadolu lisesinde yerli öğretmenlerle bir türlü aynı dili geliştiremezken, o hem toparlanmam hem de beni bir tür İzmir'e katmak için elinden geleni yapmıştı sağ olsun, bir çok düzenlediği etkinliğe incelikle sanki o işin içinde değilmiş ben de İzmir'e lütfedip teşrif etmiş çokkkkk büyük yazarmışım gibi davet edilmemi sağlamıştı. İşe de yaramıştı, kısa sürede ben o deprem ağlağı halimi bırakıp kitaplarımın yeni baskılarını yapmış, yeni bir kitap çıkarmış, etkinliklere konuşmacı olarak katılmaya başlamıştım. Davet ettiği etkinlik Vedat TÜRKALİ'nindi. GÜVEN romanı yeni çıkmış, çıkar çıkmaz da büyük bir ilgiyle karşılanmıştı. Vedat Türkali'yi iyi biliyordum. O kalın ve pahalı kitabı Bir Gün Tekbaşına'yı öğrenci bütçemle edinip ilgiyle okumuştum. Sinema deneyimini, filmlerini ilgiyle izlediğim senaryolarını, sansüre takılmamak için Vedat Türkali adını alışını, askeri okulda edebiyat öğretmeniyken tutuklanışını, TKP saflarında verdiği mücadeleyi, hapishane günlerini, hepsini biliyordum. Türkali o zaman bile yaşayan gerçek bir efsane, şimdi hiçbiri sağ olmayan, ama o devir hepsi en verimli günlerini yaşayan Yaşar Kemal, Çetin Altan, Attila İlhan... gibi popüler bir devdi de... Orhan Pamuk'u soruyorsunuz, tıpkı benim gibi o alanda umutla gayret eden bir çömezdi henüz ve ne olacağı belirlenemeyen, ama büyük yatırımlarla henüz çıkmayan kitabına bile kanal kanal programlar yapılıp piyasaya sunulan bir yeni isimdi. O şimdi nasıl NOBELLİ yazar oldu da, sen alçak irtifada taklacı güvercin uçuşundasın derlerse, nasıl desem, ya allah yürü ya kulum diyecek ya da benim çapım o kadardı... Yaşar Kemal neden Nobel alamadı diye sorsana, ben kimim ki? Piyasa başka bir şey, kutsal mutsal derler ama kitap paradır. Karıştırmayalım şimdi konumuz TÜRKALİ'yken... Salon tıklım tıklım doluydu. ERCAN her zamanki adamlığıyla beni almış, masada oturan kalabalık bir grupla sohbet eden hayli yaşlı, benim iki yaşımdan daha büyük bir adamla tanıştırmıştı. Herhalde o günlerde seksenindeydi. Akımda kalmayan bir resimdir Vedat Türkali'yle tanıştırılmam. O tanışmanın, etkileyici, anımsanacak bir yanı yoktu, o gün tanıştırıldığı onlarca gençten umut vaat eden, ne yararı varsa bu yüzden sunulan, tiplerden biriydim işte. Eminim bu kot pantolonlu, uzun saçlı fazla asri görünümlü genç onda çok itimat telkin etmemişti. Ya da bizler o gün derdi değildik. Samimi olursak ben de büyük bir düş kırıklığına uğramıştım. Gençliğimin Aristolarından diyebileceğim bu örnek mücadele ve ideoloji insanından, gözlerinden ateşler saçan, her sözünde bir hikmet olan enerjik ve filozofluğu belli, hayranlıkla hemen secde edeceğim birini arıyormuşum , bekliyormuşum demek ki; soluk giysiler içinde, kendi halinde parlaklığını belli etmeyen sıradan bir ihtiyar görmek beni sarsmıştı. Televizyonlarda filan pek görülmezdi Türkali, görülse bile ilgilisi olmadıktan sonra kimsenin de çok dikkatini çekmezdi sanırım. Emsalleri Çetin Altan ya da Attila İlhan gibi öyle çarpıcı, vitrine oynayan şovmen bir yanı yoktu... Giyimi , duruşu hiç de karizmatik değildi. Yeni kuşak bizlerin devrimci bir yazardan beklediği ateşli başkaldırıyı eylemlerinde havasında göremezdiniz. Ya da ben göremedim, gençliğimden. Gençliğimden de değil de deprem yılgını psikolojimden. Bir Süpermen'e çok ihtiyacım vardı demek... Ne umarsızlık; bu ülkede 7'den 70'e herkeste her dem olmadı mı hal? O nedenle iki koyun güdemeyecek insanlara iki tumturaklı söz ettiğinde taptık. Aslında bugünde o görüşümün haklılığını ama gerçek nedenleriyle biliyorum: sanatçıların, yazarların çok azı iç dünyalarında, hele evlerinde huzurludur, hele içlerinde dünyaya ayar verme aşkı olanların. Yerlilere dokunmayalım, hem cevap hakkı yaratır, hem dedikoduya girer, ama İşte Jack Landon, işte Firida, işte WOLF... Yaratıcılığın sanki öyle bir yanı var, iç huzursuzluğuyla orantılı... Oysa VEDAT TÜRKALİ dışarıdaki bütün kavgalara karşın ailesinde mutlu ve huzurlu, iddiasız, şirin bir dedeydi. Uzun sayılabilecek ömründe de son yıllara değin süren başarısında da bunun ciddi etkisi olduğunu düşünürüm. TÜRKALİ ömrü boyunca TKP li olarak kaldı. Aslında çok yapıtında da onları anlattı. Başına bu yüzden de gelmeyen kalmadı. TKP, biz DEV GENÇ geleneğinden gelen kuşak için kuşkusuz itibarlı, ama sadece tarihti, Çin işi antika bir vazo gibi, DEĞERLİ ama hayatta karşılığı olmayan.... Bilinç altımız, artık biz varız diyor, ötesini bizim kadar değerli bulmuyordu. Her halde her kuşakta bu sıkıntı olmuştur... GÜVEN romanı da , TÜRKALI'nin de o etkinlikte anlattığı gibi TKP yi anlatan dev bir romandı... "Güven’i benden başka kimse yazamazdı. O yazılanları bir anlamda yaşadım ben. Güven TKP’nin gerçek tarihine oturtulmuştur. Bu konuda yapılabilecek en samimi çalışmadır. Moskova’ya gittim, Leningrad’a, Odessa’ya, Stalingrad’a, Kiev’e, Bakü’ye, Tiflis’e gittim… İkinci Cihan Savaşı’nda yıkılmış Berlin’den kalan Nazi devleti kalıntılarını, çeşitli bölgelerdeki Nazi kamplarını dolaştım. Komüntern döneminde çalışmış eski TKP’lilerin yaşadığı, çalıştığı yerleri gördüm. Soruşturmalar yaptım. O zaman açılmış olan komüntern arşivindeki Türkiye ile ilgili tüm belgelerin fotokopilerini topladım ve yerinde kullandım. 12 yılda tamamladım kitabı…” diye anlatır kitabını... Hal böyle olunca salonda bulunan TKPliler TÜRKALİ ne zaman bir cümle etse hemen o günleri ya da benzeri bir anıyı anlatmak için söz alıyor, bir türlü de bitiremiyordu. Vedat TÜRKALİ büyük bir sabır ve kalanderlikle onları dinliyor, kendisine lütfedilecek sırayı bekliyordu... "Bu adam mı o büyük devrimci Vedat Türkali? "Bu ipek gibi bir tonton dede," demiştim Ercan'a. Sıkılmaya başlamıştım, Vedat TÜRKALİ'den daha çok ona söz hakkı bırakmayan TKP öykülerini ve hapishane arkadaşlarını dinlemekten. TÜRKALİ'ye de neden salona egemen olmuyor diye içerliyordum. Çıkmaya karar vermiştim, kapıya doğru yanaşmıştım, hala siyaset anlatılıyordu. O ara biri Vedat TÜRKALİ'ye yine partiyle ilgili bir soru daha sordu. Vedat Türkali'nin o sakinliğini hiç bozmayan durgun ipek sesi birden çelikten bir kılıç gibi geldi kulağıma... " Ben romanı sorun, romanı konuşun, diye bekliyordum" dedi. Cümlenin ve sesin hiçbir orijinalliği yoktu, ama benim hissettiğim, ben bunun için buraya geldim, sizse zamanımı çalıyorsunuz, okumuşsanız romanı konuşun, TKPyi zaten ben hepinizden iyi biliyorum, diyordu yazar... Belki öyle değildi, ben öyle olsun istemiştim, yakıştırmıştım... Ama geri dönüp artık salona hakim olan Vedat TÜRKALİ'yi keyifle dinlemiştim... Tanrı hepimize nasip etsin böyle bir ömrü...öyle bir ölümü... IŞIKLAR İÇİNDE UYU BÜYÜK USTA... *

  • ÇizgiROMAN

    TEKS / PINKORTON LADY *

  • Aşık Cahille Sohbeti Kesti

    Aşık cahille sohbeti kestiğinden beri Varmıyor dilim umut demeye Tekdüze bir kısır döngü Zincirleme dudaklar Dağ başlarına çökmüş pençe pençe Diller kara bulutlara sövgüde Aranıp durduğum Kollarım uzadıkça kaybolan Bir şeyler var Ölümüne Can siperhane dövüştüğüm yerde Ne kadar da uzak Bulamadığım şeyler Orman ormana sabahlar Ağaçlar ve kozalaklar Yıkanmış yüzler nerede #zeliş

  • mesafe

    Mesafenin önemi yoktur.. Burnunun dibinde olsa ne olacak ? Seni anlamıyorsa, Ama birisi vardır ki dünyanın öbür ucunda..… En ihtiyaç duyduğun anda, İki satırıyla bile olsa, Bir çırpıda yanı başında.. Mesafe uzaklıklarda değil, Mesafe fedakârlıkta!

  • Sevgili

    Sen yürürsen Ben koşarım Sen gülersen Ben coşarım Bir fısıltı, bir bakış Ben anlarım Bulutlanırsa gözlerin Ben sağanak olur yağarım Sen üzülme Ben ağlarım Yüreğimi dağlar Karaları bağlarım Sen seversen Ben Mecnun olurum Ancak Umutlandırırsan Yaşarım. Fuat ÖZGEN

  • MUTLULUK NE KADAR

    tutuştu paçalardan ha yapıştı ha yapışacak geniş avluda tahterevalli zamanı her düşüş büyük bir cinnet anı hazırlığı kuleler, evler yükselirken insanlarda yıkım her yerde efil efil esen o rüzgar savruluşlarımız aynı din iman yok doğurgan yorgunluklarımız katıksız kırgınlıklarımız besili karanlığımızda el yordamı tabularımız yokluyor zamanı bu arada kimsenin kimseye borcu yok yine de herkes herkesten ekin ovadan su ırmaktan tırnak katırdan yular softadan hiç olmadığı kadar alacaklı yaşamsal bir evrim susuşlar sözcüklerle erdem efendiyle kavgalı orantı ters sevinçler sığlaştı özet geçerken rahmet rahmet dedimse kar yağışı yollar kapalı neden ya da niçin değil masal bitti yok nasılı ellerimiz kemik tarak saçını tarayacağız mutluluk ne kadar #aydogmuszeliha

  • CHP GENEL BAŞKANI DEĞİŞMELİ Mİ?

    Türkiye’nin klasiklerinden biridir: Her yerel ve genel seçimler sonrasında CHP’nin içinde kazanlar kaynamaya başlar. Partinin oyları beklendiği kadar artmamış mıdır? Biraz gerilemiş midir? Bazı bölgelerde başarılı, bazılarında başarısız mı olunmuştur? Seçim gecesinin yarısında “Kurultay toplanmalı, parti genel başkanı değişmeli” sesleri yükselmeye başlar. Bu isteklerin çoğu da liste dışı kalanlar veya seçilemeyenlerden gelir. Fakat asıl sorun, partinin bir türlü iktidara gelemeyişidir. Sıradan CHP sempatizanlarını bir yana bırakalım, politikada pişmiş olduğu farz edilen kerli felli CHP’lilerden çoğu da bu havadadır. Sanki partinin başına gelecek yeni başkanın elinde sihirli bir formül vardır da, o başa geçerse CHP şıp diye iktidara gelecektir! Bu kişilerin ne Türkiye toplumunun sosyolojik yapısından, ne siyasi tarihten, ne de CHP’nin sınıfsal yapısından zerrece haberdar görünmemesine şaşmamak elde değil. Şu gerçeği kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de son seçime giren partiler içinde ve daha öncekileri de sayabiliriz, içinde demokrasiyi en çok barındıran parti CHP’dir. Hiçbir genel başkan bu partiye kazık çakmamıştır. Yeni genel başkanı ve parti yöneticilerini belirleme görevini de kimse delegelerin elinden almamıştır. SİHİRLİ BİR FORMÜL YOK CHP, içinde ve çevresinde demokratların, bilim adamlarının, sanatçıların en çok bulunduğu bir partidir. İktidar için sihirli bir formül bulunsaydı, herhalde bu kadro içinden onu keşfeden mutlaka bulunurdu. CHP’nin çok partili hayat boyunca iktidarı ele geçiremeyişinin nedeni, ne programsızlık, ne lider yokluğu ne de seçim süresince tembellik yapmakta oluşudur. Bunun nedeni toplumun belleğinde kuvvetlice yer etmiş olan bagajındaki ağırlıktır. CHP, gitgide bundan kurtulmaya çalışsa da eskiden bir burjuva-bürokratik kadronun partisiydi. Devlet örgütü çevresinde kümelenmiş, Batıcı bürokratların ve onlarla çıkarlarını birleştirmiş taşra mütegallibesinden bir kısmını temsil ederdi. Bu sınıf kendi nüfusundan kat kat fazla olan kırsal nüfusun çıkarlarını koruyamamış ve onların diline yabancı kalmıştır. Rüzgârın soldan estiği bazı dönemlerde gücünü artırmış olsa da seçmenlerin ancak dörtte birini kendine çekebilmiştir. Ne kadar ibret vericidir ki, CHP içinde ve daha çok da dışında olan bazı kişiler, CHP’nin Tek Parti döneminin yönetim biçimine ve programına sahip çıkarsa iktidara gelebileceğini ileri sürebiliyorlar. Oysa CHP, Tek Parti Dönemi’nde hiçbir seçimde böyle bir durumu sınamış ve seçim kazanmış değildir. Tek Parti Dönemi’nin simge ve söylemlerini CHP’den ödünç almış olanların seçimlerde hiçbir varlık gösteremeyişleri aydınlatıcıdır. Bir parti lideri ve sözcüleri için etkili konuşma önemlidir. Fakat ne DP, ne AP, ne ANAP, Doğru Yol, DSP, RP ve AKP, iktidarlarını hatiplere borçlu değildir. EKSİKLERİNİ TAMAMLAYARAK CHP, faşist-gerici bir siyasi kadro karşısında en önemli dalgakıran görevindedir. Eksiklerini tamamlayarak bu görevine devam etmelidir. Bu son seçimler öncesinde ve seçim sırasında önemli işler de yapmış, tek adam rejimi karşısında gerekli manevraları gösterebilmiştir. Fakat ne yazık ki ideolojik hâkimiyet dinci faşizmin elindedir ve kitleler gibi CHP kadroları ve seçmenleri da bundan etkilenmektedir. Kitlelerle bağ kurmanın ve onların desteğini kazanmanın yolu, sağ söylemleri ve kadroları partiye ithal etmek değildir. İdeolojik ve politik saplantılara takılmadan halkın doğal temel ihtiyaçlarını gümbür gümbür dile getirmekten başka çare yoktur. Partiye verilen oyların geçen seçimlere göre üç puan azalması karşısında partinin çıkardığı cumhurbaşkanı adayıyla yüzde otuzu açmış olması, iki partinin daha barajı aşmasına yardım etmesi az başarı mıdır? Genel başkanlık yarışı için olağan kongreleri beklemek, biraz sabır, biraz anlayış ve kendini kanıtlayacak bir alçak gönüllü çalışkanlık gerekmez mi? Kimi başkan yapacaklarına CHP üye ve delegeleri karar vereceklerdir. Genel başkanı değiştirmek kolay iştir. Fakat yeni bir genel başkanın CHP’yi iktidara getireceğinin hiçbir güvencesi yoktur. Her parti layık olduğu başkanı bulur fakat unutulmamalıdır ki şeyh uçmaz müritleri uçurur… (30 Haziran 2018) zekisarihan.com

  • BEKLE BİZİ İSTANBUL

    Şiirin 64 Yıllık Sırrı! * Salkım salkım tan yelleri estiğinde Mavi patiskaları yırtan gemilerinle Uzaktan seni düşünür düşünürüm İstanbul İstanbul Bin bir direkli Haliç'inde akşamlar Adalarında bahar Süleymaniye'nde güneş Ey sen ne güzelsin kavgamızın şehri İstanbul İstanbul Boşuna çekilmedi bunca acılar Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle Parklarınla, köprülerinle, meydanlarınla Bekle bizi İstanbul Tophane'nin karanlık sokaklarında Koyun koyuna yatan çocuklarınla bekle Bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi İstanbul İstanbul Haramilerin saltanatını yıkacağız Bekle o günler gelsin gelsin İstanbul Sen bize layıksın bizde sana İstanbul İstanbul Boşuna çekilmedi bunca acılar Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle Parklarınla köprülerinle meydanlarınla Bekle bizi İstanbul (Vedat Türkali ) Vedat Türkali "Bekle Bizi İstanbul" şiirini ne zaman kime yazdı? “Salkım salkım tan yelleri estiğinde Mavi patiskaları yırtan gemilerinle Uzaktan seni düşünürüm İstanbul Binbir direkli Haliç'inde akşam Adalarında bahar Süleymaniye'nde güneş Hey sen ne güzelsin kavgamızın şehri” * Vedat Türkali’nin yazdığı daha sonra Edip Akbayram tarafından şarkı olarak söylenen İstanbul şiiri bir şehre duyulan sevgiyi en iyi anlatan şiirlerden biridir. Bu şiir içindeki devrimci öğelerle yıllar içinde bir kesimin marşı haline geldi. Oysa çok insani bir halin şiire yansımasıydı. Bu yanılgıyı düzeltiyor ve İstanbul şiirinin sırrını sizlerle paylaşıyoruz. Yıllarca solcuların marşı haline gelen bu şiiri aslında Vedat Türkali eşi Merih Pirhasan için yazmıştı. O sıralar Nevşehir’de edebiyat öğretmenliği yapan Vedat Türkali’nin, kızı Deniz Türkali’ye hamile olan eşi İstanbul’ a gelmişti. Eşi doğum yaptı. Fakat Vedat Türkali izin alıp İstanbul'a gidip yeni doğan çocuğunu ve eşini göremiyordu. Bu hasretin sonunda Vedat Türkali yıllarca kimsenin dilinden düşürmediği bu şarkının sözlerini yazmıştı. Şarkıda hem İstanbul'a hem eşine hem de yeni doğan çocuğuna olan özlemini anlatıyordu. Fakat yıllar içinde çok sevildi, içindeki devrimci öğeler öne çıktı, Edip Akbayram çok güzel seslendirdi ve şiir solcular için İstanbul marşı haline geldi. dipnot: Vedat Türkali'nin gerçek adı Abdülkadir Pirhasan'dır. Vedat Türkali, Abdülkadir Pirhasan adıyla yazdığı senaryolar 60'lı yıllarda sansür kurulundan geçmeyince yönetmen arkadaşı Atıf Yılmaz o'na bir tavsiyede bulunur. Yılmaz, içinde Türk kavramı içeren bir takma ad kullanmasını ve senaryoları bu isimle sansür kuruluna yollamayı önerir. Abdülkadir Pirhasan Vedat Türkali adını alır ve senaryoları bu isimle sansür kurulundan geçer. Vedat Türkali'nin iki çocuğu vardır: 1944 doğumlu Tiyatrocu Deniz Türkali (Pirhasan) ve 1951 doğumlu yönetmen Barış Pirhasandır. Kaynak:BU YAZI BURADAN ALINMIŞTIR / Fotoğraf: Semihat KARADAĞLI / İstanbul martıları. / DERLEME: Semihat KARADAĞLI *

  • MEDENİYETİN BAŞŞEHRİ İZMİR

    Kavramlar vardır, kutsal. Kavramlar vardır, ağır. Kavramlar vardır, uğrunda canını veresin gelir. Kavramlar vardır, ekmek gibi baş tacı, su gibi azizdir… Dokuz Eylül, Cumhuriyetin kilometre taşlarından biridir. İşgal kuvvetlerine kesin darbenin indirildiği gündür. Dokuz Eylül, genç Cumhuriyetin ara ara durup derin bir nefes alacağı önemli günlerden biridir… Ulusun azmini, iradesini, toparlayıp büyük bir aşkla, yaşamaya, çalışmaya yeniden sarılmasını sağlayacağı gündür. Çünkü “Dokuz Eylül” namustur; çünkü Dokuz Eylül, kutsal bir başkaldırının zaferle taçlandığı günüdür. Nasıl 26 Ağustos 1071 Anadolu’nun yurt olmasının başlangıç tarihidir. Dokuz Eylül de 26 Ağustos 1922 de başlayan Büyük Taarruz’un, Kuvayi Milliye anlayışının ne pahasına olursa olsun Türk yurdu kalacağının dosta düşmana ilan edildiği gündür. Dokuz Eylül ve İzmir, Cumhuriyetin el ele tutuşmasıdır, bir güzellikte buluşmasıdır. İzmir, her zaman Genç Cumhuriyetin devrimci motor gücünü oluşturmuştur. Yönünü, çağdaşlığa, ileriye çeviren güzel insanların harmanlandığı yerdir. Yani Cumhuriyete, Mustafa Kemal’e bugün olduğu gibi dün de --Gazi’ye suikast girişimini, Menemen’in utancını yaşamasına rağmen-- en büyük desteği veren şehirdir. Şehre giren ilk Türk süvarilerini büyük bir konukseverlikle karşılayan uygarlığın başkentidir. Kavramlar vardır, inanç gibi, kavramlar vardır, ibadet gibi, kavramlar vardır, sevdiğinin elini tutar gibi heyecan verici, kavramlar vardır, yasak aşk gibi, kavramlar vardır, sevda gibi, umut gibi, yaşamak gibi, kavramlar vardır, adı tasviri özlem olan, künyeme mıh gibi çakılan mavili gibi. Dokuz Eylül, ölüme meydan okuyan, özgür bir yaşam uğruna, onurlu bir yaşam uğruna katlanılan acıların sona erdiği gündür. Bizi yok etmek isteyen, bizi parçalamak isteyen emperyalizme onun işbirlikçilerine tarihi bir dersin verildiği gündür. Kavramlar vardır, Türkiye gibi, Dokuz Eylül gibi, Menemen’de Kubilay gibi, ulusal kimliğin iktidarı Ankara gibi, anayasanın değiştirilemez üç maddesi gibi, “manda ve himaye kabul edilemez,” diyen Sivas Kongresi gibi, Çanakkale’de Seyit Onbaşı gibi, Erzurum’da Nene Hatun gibi, Satı Kadın gibi… İzmir ve Dokuz Eylül güzellikte buluşan iki güzel isim, Cumhuriyet yaşadığı sürece yaşayacaksınız. Uğruna şehit olasımız değil, şehit olduğumuz efeler diyarı, güzel insanlar diyarı, yeryüzünde hiçbir ulus bizim kadar bağımsızlığı hak etmemiştir. Çünkü sen bunun bedelini ödedin, biz bunun bedelini ödedik… Duygular vardır, aşk gibi, Duygular vardır, güneş gibi, Duygular vardır sıcak, sımsıcak, Duygular vardır, tünelin ucundaki ışık gibi, Duygular vardır, keçiyi yardan uçuran bir tutam ot gibi, Duygular vardır, çelikten irade gibi, Duygular vardır akıl gibi, Duygular... hani Cahit Külebi demiş ya: “İzmir’in denizi kız, kızları deniz kokar. Sokakları da hem kız, hem deniz kokar!” gibi. İşte İzmir, akılla, duygunun ay ışığında dans ettiği medeniyetin baş şehridir!

  • Bahar Kapıda

    lacivert geceden yıldızlar topladım sarı sıcağı yüreğimde mavi ıslık dudağımda ıssız sokaklardan geçtim üstüm başım hayal yağmur damlaları ıslatırken düşlerimden yüreğimden karanfili suya saldı karanlığı delen gün ışığı öptü karanlığı tan vakti tomurcuğa durdu erik ağacı baştan başa selamladı baharı uzandı hayallere kırık dökük aynalarda düşlerini taradı rüzgâr kar tanelerini serpti üşüttü düşleri minicik boyuyla kışa inat direndi bahara gebe topraktan filiz verip doruklara su yürüdü dallarına badem ağacı baştan başa sevgiyi kuşanan bir aşık gibi bembeyaz çiçekleri bezendi yüreğindeki buzları silkele tomurcuğa durmuş çiçekler. bahar kapıdan göründü. * Semihat Karadağlı 23.01.2022 Saat:00.54 İzmir Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • Kadın ve Sanat

    "DİŞİ KUŞ " ARTIK DÜNYA YARATIYOR * Şair öyle tanımlamış, ama günümüz kadını değil bu model, aksine; bir elinde cımbız bir elinde ayna, ama umurunda onun da dünya... Öyle olduğunu düşünmek istiyorum. Hem erkek egemen topluma homurdanan, hem de hep erkekten bekleyen kadın kaçınılmaz biçimde köleleştiğinin sonunda farkında olmazsa çıkış yok... Atatürk'ün İzmir İktisat kongresinde söylediği söz salt uluslar için değil, birey için de geçerli bir evrensel kuraldır: "Siyasi, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılan zaferler kalıcı olmaz az zamanda kaybedilir." Siz onu" parayı veren düdüğü çalar" diye anlayın. Önce çalışmalı, hayata bir üretici ve ardından kural koyucu olarak katılmalı... Merak etmeyin mahalle baskısıyla buna karşı koyacak eşiniz, aileniz, "aslanın ağzındaki ekmek" nedeniyle çok gitmeyecek size minnettar bile olacaktır. Artık daha çok kadın çalışıyor, daha çok "dişi kuş" dünyayı yuva yapıyor. Yaşamını daha anlamlı kılmak adına kadınlar sürekli bir devinim halinde. Bu gün bizim burada olmamız da, biz kadınların yaşamını güzelleştirmek ve daha anlamlı bir şeyler yapmak için değil mi? Yaşadığımız hayatı daha bir yaşanası kılmak derdimiz.. İnsanoğlunun ilk dönemlerine bakacak olursak yaşam için gerekli ve acil olan çok şeyin ilk bulucularının kadınlar olduğu görülür… Atom bombasını bulan, dünya savaşlarını çıkartan, jetleri havalandırıp, nükleer denemeleri yapanlar kadınlar değildir, partileri ilk kuranlar da... Kadınların savaşa dair değil, yaşama dair güzel buluşları olmuştur her zaman. Hayvanları onlar ehlileştirip, etinden sütünden yününden, derisinden yararlanmışlar, sebze ve meyveleri kurutarak, kış günleri insan soyunu açlıktan kurtarmışlar, yünden pamuktan ipler yaparak hem örtünmüş, hem de avcılık malzemesi hazırlamışlardır. Toprağın dilini, mevsimlerin dileğini, günün öğünlerini öğrenmişler ve doğurduklarını bu bilgilerle korumuşlardır. Kışın dondurup, yazın kavurduğunu, zamanın doğumla sonsuzluğunu, ölümle bitişini öğrenmişlerdir. Ateşin, suyun, havanın, toprağın yani dört ana tanrıçanın buyruğunu ilk alan kadınlar olmuştur. Yavrusunu koruyup, büyütmek için bu dört buyruğu bilmesi, süreçler içinde onu estetiğe yani sanata yönlendirmiştir. Erkek dışarıda avlanıp, çobanlık ederken; kadın yaşadığı yerin daha güzel olması için uğraşmıştır. Beşiklerin, eşiklerin, tasların, testilerin yorganların, yerlerin bezenmesi, bezenirken de doğayı ve çevresinde gördüklerini örneklemesi onu sanata götürmüştür. Kanaviçeler, oyalar, gül-karanfil motifleri, koç başı, horoz ibiği, pencere demirlerindeki lale desenleri, aynalı sandık, boncuklu beşik… hepsi o günlerden bu güne onun eliyle yansıyan şeyler. Ne var ki kadının en büyük buluşu elbette dildir. Bu gün her yerde kullandığımız dil… Dilin bir buyrukla yaratılamayacağını hepimiz biliyoruz. Her nesneye bir ad vererek, işareti veya şekli sese çevirerek, çocuğuyla iletişim kurmayı amaçlayan ana; dünyanın farklı yerlerinde ayrı ayrı dillerin kurucusu olmaya da en çok yakışandır. Dil ile başlayan bu süreç tüfeğin icadından çok daha önemli ve yaşamsaldır. Ninniler, türküler masallar, destanlar önce söze, sonra çivi yazılı tabletlerle bizlere kadar uzanmış, aktarılan kültürün elçisi olmuştur kadın. Bu konuda “Kadın” ilk çağdan günümüze dil aracılığıyla köprü oluşturmuştur. Sanat, Tanrı'nın yetkinliğine bir öykünme eylemi olarak tanımlanır. İlk insandan günümüze kadar mağaraya çizilen resimler, kilimlerde, halılarda, çömleklerde kullanılan renkler, motifler, dini müziklerdeki uçuş benzeri hareketler; resmin, müziğin, dansın en ilk görüntüleridir. Sanatın çıkış tarihi insanın var oluşuyla aynı dönemlere rastlar. Yaşadığını sanat yoluyla kanıtlayıp, güzelleştireceğini sezen insanoğlu, ilkin iletişim için dili bulmuş, dillerin doğmasıyla edebiyatı, teknolojinin gelişimiyle sinemayı, kentlerin kurulmasıyla tiyatro, bale, operayı ve daha sonraları başka sanat dallarını yaşama katmıştır. Dün olduğu gibi bugün de sanatın gerekli ve yararlı olduğu kuşku götürmez. İnsanı çok boyutlu anlatmaya, sanat kadar elverişli bir alan, belki yaşamın kendisinde bile yoktur. SANATIN GİZEMİ ve SİHRİ KADININ RUHUNDA AYNEN VAR Sanat okuyucuya veya izleyiciye, kendi duygularının farkına varmalarını sağlayarak, ona kendine ait şeyleri fısıldar. Başka bir deyişle sanatın temel işlevlerinden biri, insanların yaşamını daha algılanabilir, daha gerçek, daha estetik yapmasıdır… O farkındalık yaratır. Ne kadar derin , ne kadar zengin olduğunuzu fark etmek... Doğa; kadına ortamında, soyunu kazasız belasız ve rahat sürdürme güdüsüyle, denge olma, düzen ve dirlik kurma gibi bir görev yüklemiştir. Anaerkil dönemden sonra ekonomiyi ele geçirerek kadını köleleştiren erkeğin; bu zorunluluğu, kadının zayıf tarafını öğrenmesiyle birlikte, doğurmanın dışında, kadın yaratıcılığı ev sınırları içine tıkılmış kalmış, kadın etkin sanat çalışmalarının dışına itilmiştir… Kuşkusuz hayat nasıl olmalı da karar verici olmaktan çıkarılmıştır. Bu durumu bir imtiyaz sayan çok kadın hala olsa da bir çoğu sihri çözdü. Doğurduğuna öğreteceği veriler bile erkek tarafından belirlenerek, aile, aşiret, töre, gelenek gibi kurumlar aracılığıyla kendisine dayatılmıştır. Bir toplumsal düşünce atölyesi, "İnsan Oldurma" gibi müthiş bir işi olan kadına, çoğu yerde doğa da, başka şeylerle ilgilenmek, kendini oldurmak, donatmak olanağını vermedi, buna bir de menfaatini gözeten erkeği eklersek…. Dokuz aylık gebelik, sonrasında birkaç yıllık emzirme sürecinde kadının en önemli işi yavrusu oldu. Bu doğanın bir dayatması iken, ondan çok daha etkin güç olan erkeğin bağnaz ve bağlayıcılığı sayesinde, bugün bile kadın yaşamın çok gerisinde kaldı. Her ne kadar Atatürk gibi öngörüsü yüksek bir dehanın sayesinde, dünyadan çok önce temel haklarını almışsa da ne o temel hakların ne de Atatürk'ün değerini algılayamadı, çoğu kez ağzına bir parmak gibi çalınan sözde kutsallaştırılan halini ve karanlığını sevdi. O hal, hayata geçirilebilen o kadar değerli bir şey olsaydı, erkekler onu size vermezdi. Verirler verirler, altınlarımız, bileziklerimiz var ya...diyorsanız, bir daha düşünün; acaba siz yedi eminli, ücretsiz başka kasa duydunuz mu? Hal böyle olunca farkındayım masal anlatıyoruz; sanatla ilgilenin, yaşamınızı zenginleştirin derken... Bizim gibi gelişimini tamamlayamamış ve özgürlük kavramına hala yabancı duran, bireysel haklarının bilincine varamamış toplumlarda kadın olmak oldukça zorken; hele hele kadın-sanatçı olmak büyük bir kavgayı göze almayı gerektirir. Olsun, işimiz bu; göllere maya çalmak... Gerçek anlamda düşünen, üreten, gerektiğinde tepki gösteren, sorup yanıt arayan kadınların arttığını görmek sevindiriciyken, beri yanda tam tersine bir takım ederler uğruna (lüks, para, cinsellik… gibi) karanlıklara gömülenleri çokluğunu görmek de bir o kadar korkutucudur. Ülkemizde hala Sanat-Kadın ilişkisine dayalı sözcükler, Osmanlıdan kalma alışkanlıkla olsa gerek, eğlendiren kadın anlamı içerir. Eski adıyla dansözlük, yeni adıyla oryantal!.. Yazar, şair, ressam, müzisyen kimliği ise yok… Olsa da pek anlaşılır bir durum değil, çünkü Cumhuriyetle birlikte hayatımıza giren kitap ve okuma eylemi zaman içinde değişen iktidarlar tarafından yok edilme durumuna getirildi. Soru sorma geleneği olmayan bir toplum, bir de kitaptan korkarsa, okuma geleneği olmazsa, neyi niçin okuyacağını bilmezse, iktidarın ağzıyla romanı zararlı bir alışkanlık, şiiri insan aklını karıştıran bir olumsuzluk, sanatı ucube görürse... yazan ve okuyan arasındaki uçurum gittikçe büyüyecek, alıcısı kalmayan kitap da üretilmez olacaktır. Bu kadın ya da erkek olsun sanatla ilgili herkes için acıklı bir sondur. Her dönemde sanatın objesi, konusu, teması olan kadın, ana olma özelliği ile kutsallaştırılırken, sanatla uğraşan, üretense eğer yadırganır da... Cumhuriyetin ilk yıllarında erkek adıyla yazan kadınları anımsayın. Günümüzde yaşamın odak noktasına sanatı koymak isteyen kadının karşısına binlerce engel dikilidir… Şiir yazarsa aklı kıt, ressam ise neye yarar… Feodal kalıntılar sanatla uğraşan kadına hala en kötü sıfatları kullanırken, kapitalizm de kadını para kazanacağı maskara durumuna getirebiliyor. Sesi ve bilgisi olmayan şarkıcılar, yazması olmayan yazarlar, tiyatro görmemiş oyuncular… kullan ve at politikasının kuklası olmaya çok da itiraz etmiyor kadınlar … Lütfedilmeye ve ancak öyle bir şey olmaya şartlandırılmış insan hali... Yine de çoğalan onurlu kadınlarımızı yabana atmayalım; dişleriyle, tırnaklarıyla varolmaya çalışanlar da çok... Oysa yaşamdaki kötü, iğrenç, korkunç şey önce sanatçıya çarpar ilk. İlk gören ve yanan onun gözüdür. Hiçbir yere, renge, inanca ve cinsiyete ait olmayan sanat; bir kaynaktan, bir noktadan, bir ülkeden doğar ve tüm dünyanın malı olur. Ya da zamanları yok sayarak; bir ülkede her zaman ses olur, duygu-düşünce olur. Nazım Hikmet gibi, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi, Pir Sultan, Karacaoğlan, Yunus gibi…Ya da FRİDA ya da SAPHO gibi... Sanat yaşama karşı duruş, ona meydan okuma halidir. Günümüzde az da olsa korkuların üstüne yürüyen kadınlarımız yok değil. Kurtuluş savaşında mermi taşıyan kadınlarımız, sanat ve bilim için de aynı özveriyi gösterme çabası içindeler. Ne mutlu… ne mutlu ki, korkularını azat edip, adını zamana yazdıran kadınlarımız çığ gibi çoğalıyor... Yoksa canını dişine takmış eve ekmek getirmeye çırpınan, iyi niyetli, tek derdi aileyi ayakta tutmak olan erkeğin işi de zor... * 4.5. 2008, YALOVA KENT KONSEYİ

  • Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir ve Öykü Ödülleri

    "Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir ve Öykü Ödülleri” için 1 Şubat 2022'e kadar sürecek başvurular başladı. Gıda-İş Sendikası ve Manos Kitap tarafından 2015 yılında hayatını kaybeden şiirin ve umudun yorulmaz iğnesi Sennur Sezer anısına düzenlenen ödüllerin amacı, "Birlikte yaşadığımız topraklarda 'Sabah sokakları saran ekmek kokusunun mayalanışındaki uykusuzluk payı'nı yazmak ve emeğin tarihine yeni kaynaklar sunmak," olarak özetleniyor. Ödüllerin öykü jürisini Adnan Özyalçıner, Nalan Barbarosoğlu, Ayşegül Tözeren, Sibel Öz ve Ahmet Tulgar oluşturuyor. Şiir jürisinde ise A. Hicri İzgören, Orhan Alkaya, Nalan Çelik, Gülce Başer ve Betül Dünder yer alıyor. Ödüllere katılım koşulları şöyle: 1. Ödüle daha önce dergilerde yayımlanmış olsa da kitap olarak yayımlanmamış ve daha önce herhangi bir ödül almamış öykü ve şiir dosyaları katılabilir. Her katılımcı ödüllerden sadece birisine ve sadece bir dosyayla katılabilir. 2. Ödüle katılan eser sahipleri dosyanın herhangi bir yerinde açık kimliğini belli edecek isim, rumuz ve işaret kullanmamalıdır. Katılımcılar dosyalarıyla aynı paket içerisinde kapalı bir zarfın içinde kimlik ve iletişim bilgilerini göndermelidir. 3. Ödüle başvuracak şiir ve öykü dosyalarının kitap olabilecek nicelikte, Times New Roman karakterinde 12 punto ile bilgisayarda yazılmış olmaları gerekmektedir. El yazısıyla çoğaltılarak gönderilen dosyalar kabul edilmeyecektir. 4. Dosyalar A-4 formatında 6 kopya olarak aşağıda verilen adrese kargo ya da postayla ulaştırılmalıdır. 5. Elden ya da e-posta yoluyla yapılan başvurular kabul edilmeyecektir. 6. Şiir ve öykü dalında yalnızca birincilik ödülü verilecek, kazanan dosyalar Manos Kitap tarafından yayımlanarak kitaplaştırılacaktır. 7. Jürinin gerek görmesi durumunda “Jüri Özel Ödülü” verilebilir. 8. Gönderilen dosyalar herhangi bir nedenle iade edilmeyeceği gibi başvuru sahipleri ilan edilen tüm koşulları kabul etmiş sayılır. 9. Ödül alan şair ve yazarın telifi Manos Kitap ile yapılacak sözleşmeyle kitap olarak ödenecektir. 10.Seçici kurul üyeleri, Manos Kitap çalışanları, Gıda-İş Sendikası Yönetim Kurulu üyeleri ve birinci dereceden akrabaları ödüle başvuramaz. 11. Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir ve Öykü Ödülleri’nde daha önce şiir ya da öykü dalında ödül almış şair ve yazarlar, daha sonraki yıllarda bu ödüllerden birine başvuramaz. 12. Ödüle 1 Ekim 2021 -1 Şubat 2022 tarihleri arasında başvurulabilir. Ödüle katılmak için başvurmak isteyenler eserlerini Gıda-İş Sendikası Genel Merkezi, Cihangir Mah. E-5 Yanyol, Gürel Apt. No: 195, Kat: 3 Daire: 8 Avcılar/ İstanbul adresine son başvuru tarihine kadar göndermelidir. Posta ve kargodaki gecikmeler dikkate alınmayacaktır. 13. Sonuçlar 15 Nisan 2022 tarihinde açıklanacak, ödüller Sennur Sezer’in doğum günü olan 12 Haziran 2022 tarihinde yapılacak törenle sahiplerine verilecektir. ŞİİR JÜRİ ÜYELERİ: A. Hicri İzgören, Orhan Alkaya, Nalan Çelik, Gülce Başer ve Betül Dünder ÖYKÜ JÜRİ ÜYELERİ: Adnan Özyalçıner, Nalan Barbarosoğlu, Ayşegül Tözeren, Sibel Öz ve Ahmet Tulgar -- Manos Kitap ve Gıda-İş Sendikası’nca düzenlenen“Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir ve Öykü Ödülleri”

  • YUVAYA DÖNÜŞ BAYRAMI

    Bizim meşhur Sarıkız’ın ikisi erkek üçü kız beş bebeği olduğunu bilmeyen yoktur… Günümüzde kalabalık bir aile geçindirmek kolay mı? İki aylık olduklarında ve sütten hemen hemen kesilmişken “Sahibinden satılık bedava kedi yavrusu” ilanıyla resimlerini yayımladım. Duyanlar birbirlerine haber verdiler. İlk dördünü, teker teker, yatılı okula çocuğunu gönderen anne babalar gibi, içimiz yana yana gönderdik. Gene de evin içinde koşturarak, türlü yaramazlıklar yaparak, gece yatağımızın üstünde hoplayıp zıplayarak bize can yoldaşı olan Sarıkız ve en sevimli, ötekilerden biraz çelimsiz ve mazlum bakışlı kızı bize kaldı. Aradan bir hafta geçti. Evden son çıkan Kıroğlan’ın sahipleri, yavruyu geri vermek istediklerini bildirdiler. Neymiş, Kıroğlan’ın evde girmediği delik, çıkmadığı yer kalmamışmış! Hatta yatak odasına bile giriyormuş! Bunlar evin asıl sahibinin kedi olduğunu bilmiyorlar. Kedinin “Yat” deyince” yatacağını, “kalk” deyince kalkacağını sanıyorlar. Biz zaten yavruları “muhayyer” olarak vermiştik. Bir akşam, Kıroğlan yuvasına geri döndü ve anasıyla kız kardeşine kavuştu. Koklaşmalarını, oynaşmalarını, birbirlerini yalamalarını görmeliydiniz… Derken burnunun ucunda küçük siyah bir leke olduğu için “Karaburun” adını taktığım en küçük kızımıza talipli çıktı. Gözyaşlarımızı içimize akıtarak onu bir sabah sepete koyduk ve boğazımıza düğümlenen kelimelerle “Bahtın açık olsun kızım!” diyerek yeni yuvasına yolcu ettik. Her bir yavruyu alan kişilerle haberleşiyor, yeni yerlerine alışıp alışmadıklarını, mamalarını yiyip yemediklerini soruyorduk. Benim sevgili yavrum, çocuk diliyle “Kayabuyun”um acaba ne yapıyordu? Doğrusu aklım fikrim ondaydı. İlk gün, yeni evinde kaloriferin altına girmiş, oradan çıkmamış. Mama da yememiş. Kedidir, gittiği mekânı ve insanları önce yadırgar, sonra yavaş yavaş alışır dedik. İki aylıkken aldığımız Sarıkız’dan biliyoruz. Ertesi gün yeniden telefonlaştık. Kayabuyun gene saklandığı yerden çıkmamış, verilen yiyecekleri yememiş! Demek ki alışması biraz zaman alacak… Fakat üçüncü gün de aynı haberleri alınca, gurbet hastalığına tutulmuş, yemeden içmeden kesilmiş küçücük bir kız çocuğu karşısında bir anne baba nasıl duyarsız kalamazsa, bizi bir kaygıdır aldı. Kızımızı geri istemeye karar verdik ve durum karşısında üzüntülerini belirten ev sahibi de bunu kabul etti. Üçüncü gün akşamıydı, “Kayabuyun” önce Kızılay yakınlarına getirildi ve arabanın işinde birkaç saat bekletildi. Sonra eşim gidip onu aldı. Sepetinden çıkarıp kucağına almış. Yavru tir tir titriyormuş! Bir süre sonra titremesi geçmiş, eşimin kucağına kıvrılıvermiş. Ne de olsa orada kokusu var. “Eve geldiğinizde sepeti açmadan bana seslenin. Bu kavuşmanın nasıl olacağını merak ediyorum” diye tembihlemiştim. Çağırdıklarında üst katta bilgisayardaki yazımı olduğu gibi bırakarak aceleyle salona indim. Sepetin kapağını aştım. Benim sevgili “Kayabuyun”um kısa bir şaşkınlık geçirdi. Sonra buranın kendi yuvası olduğunu fark edip sepetten zıpladı. O sırada annesi ve aynı gün doğdukları halde ondan iri olan ağabeysi kokuyu alp koştular. Önce burunlarından birbirlerini kokladılar, sonra birbirlerini yaladılar. Bu üç günlük ayrılık onlara bir yıl gibi gelmişti anlaşılan. Anne ve kardeş, askerden, hapislikten veya yatılı okuldan gelmiş bir evladı karşılayan anne ve kardeşin coşkusuyla, Kayabuyun’u da aralarına alıp salonda koşuşturmaya başladılar. Kayabuyun, eskiden girip çıktığı her deliğe giriyor, her eşyayı kokluyor, bunların tanıdığı kokular olduğunu anlıyor, sevinçten yerinde duramıyordu. Salonda bir süre böyle gezip tozduktan sonra, orta kata koştular. Ben küçücük Kayabuyun’u anlamaz mıyım? Ön dört yaşımda yatılı okula gittiğimde başta annem olmak üzere, evim, ailem, köyüm nasıl da gözümde tütmüştü! Benden üç yıl sonra aynı okula gelen Ayhan da aynı duyguları yaşadı. “Ah diyordu, köyüme bir gidebilsem, eşeğin bokunu yemeye, razıyım. Beni algun (bok) kuyusuna atsalar razıyım!” Böylece evde gene üç kişi oldular. Mutlu bir aile olarak yaşayıp gidiyorlar, bizi de mutlu ediyorlar… (10 Aralık 2017) Fotoğraf: Sarıkız (sağda), oğlu (solda) ve kızı (ortada)

  • Peki, Neydi O Ölen Hayallerim?

    Ocak 2008 Birkaç gün önce, sabahın erken saatlerinde, 7 yaşındaki kızım Kumru'yu okula uğurlamadan hemen önce, kahvaltıda televizyon seyrediyorduk... Spiker gazete manşetlerini okuyordu: "Zaman gazetesi" manşeti; "GÖBEĞİNİ KAŞIYAN ADAM!" Her şeyden habersiz Kumru: "Baba, sen böyle bir laf mı ettin?" diye sordu... "Evet kızım, evet... Ettim..." dedim... "Ee?" dedi Kumru; "Benim de sırtım kaşınıyor!.." * * * Hayattaki en büyük hayalim, Kumru büyüyünce onunla beraber, baba-kız, çok büyük bir "KÜLTÜR VE FELSEFE FESTİVALİ" kurmak... Mesela Patara'da... Ya da Aspendos'ta... Antik Anadolu usulü! Öyle ya, dünyanın en eski medeniyet beşiği Anadolumuz! On bin yıllık, belki daha da fazla! Bu topraklar, en büyük ve en kapsamlı festival buluşmasını hak etmekte. Öyle değil mi? * * * Salt ruhlar! Salt bedenler! Salt fikirler! Gerçek sanatlar! Gerçek performanslar! Gerçek tartışmalar! Gerçek kültürler! Gerçek kavgalar ve gerçek barışmalar! Biz insanoğlunun "ilerlemekten haz duyacağı", "insanoğlunun vardığı noktanın ötesine geçmenin en büyük değer görüldüğü" ortamlarda... * * * Akdeniz kıyısında. Yaz gecelerinde... Yıldızlar, galaksiler ve denizin hışırtısı ve de rüzgârın tatlı uğultusu eşliğinde... İnsanoğlunun en büyük beyinlerinin her yıl toplandığı bu buluşma için dünyanın dört bir yanından akın akın gelen kitlelerin heyecanının gökkubbe altındaki yegane oksijen olduğu, felsefenin, dünya siyasetinin ve de sanatın en yüksek mertebede paylaşıma sunulduğu, yalan ve sahtekârlığın tamamen en diplere gömülmüş olduğu bir GERÇEK FESTİVAL! Biz dünyalıların "yol kat etmesi" için... * * * Aşık Veysel fidanının, Mozart çiçeği ile yan yana var olabildiğine inanabilen bir evrende... Uzay... Ah uzay!!! 30 sene önce ben Kumru'nun yaşında iken, uzayda yaşamak demekti 2008! Uzayın derinliklerine gitmiş olmaktı, Uzayı fethetmiş olmaktı!!! 2008!!! Türban tartışması değildi! Laiklik elden gidiyor endişesi değildi! Felsefe ve sanatın, eğitim ve iletişimden dışlanacak olması değildi! "Bütün detaylarda hezimet" değildi! Hiç ama hiç bunlar değildi... Anlatamam hüsranımı! Anlatamam kelimelerle... * * * Şimdi bugün? "Gittimdi", "gitmedimdi", kimle neyi tartışacağım? 20 yıl sonra, genç ve güzel kızıma, "KAYBETTİM" demenin yanında??? Hitit'ti, Likya'ydı, Osmanlı'ydı, cumhuriyetti... 2'nci cumhuriyet veya 22'nci cumhuriyetti? Akdeniz kıyısında... Yaz gecelerinde... "KAYBETTİM KIZIM" diyecek olduktan sonra... / FAZLASI İÇİN: maviADA 2008 KIŞ SAYISI

  • Spinoza

    ve Tanrısı * Aslen Sefarad Yahudisi Hollandalı filozof. Aydınlanmanın erken dönem düsünürlerinden olan Spinoza, evren ve kisi hakkında modern görüsler ortaya sürerek öncü ahit elestirileri yapmıs ve zamanla 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmistir. Dekart'ın fikirlerinden etkilenen Spinoza, Hollanda Altın Çagının önde gelen bir filozofu olmustur. Doğum tarihi ve yeri: 24 Kasım 1632, Amsterdam, Birleşik Hollanda Cumhuriyeti Ölüm tarihi: 21 Şubat 1677 (44 yaşında) * Descartes, felsefesine “zihin”den başlarken, Spinoza ise “Tanrı” ile ilgilenir daha düşüncesinin en başlarında. Ancak o, Tanrıtanımaz olduğu gerekçesiyle mensup olduğu Yahudi toplumundan dışlanmıştır. Ancak kimileri içinse Spinoza, bırakın tanrıtanımazlığı, “Tanrı zehirlenmesine uğramış adam” ya da, “Tanrı sarhoşu”dur; yani gereğinden fazla Tanrı teneffüs etmiş birisidir. Kimi düşünürlere göre dinsiz, atesit; kimilerine göreyse, fazlasıyla dindardır. Hegel ise farklı bir yaklaşımla tanımlar Spinoza’yı; Spinoza Tanrı’nın varolmadığını değil, Tanrı’dan başka hiçbir şey olmadığını öne sürer. Gerçekten de şöyle bir bakıldığında, Spinoza’nın ünlü eseri Törebilim’de en çok yer kaplayan konulardan birinin de Tanrı kavramı olduğu görülür. Peki nedir Spinoza? Ateist mi, Deist mi, yoksa başka bir şey mi? Goethe, “Spinoza, Tanrının varoluşunu kanıtlamaz, varoluşun Tanrı olduğunu söyler, bazıları bu yüzden ona ateist muamelesi yapıyorsa, ben de onu teistissimus adı ile övmek istiyorum.” diyerek onu en üstün derecede tanrıcı bir düşünür olma sıfatıyla ödüllendirir. Ancak bizim Spinoza’ya hangi sıfatı uygun gördüğümüz, Tanrı’yı algılayış biçimimizle çok yakın bir paralellik gösterir. Eğer Tanrı bizim için, evrenden ayrı, onu kendi iradesi ile yaratmış, yarattıklarını yüce bir kral gibi izleyen, yöneten, tapınılmaya ihtiyaç duyan, ödüllendiren ve cezalandıran bir varlık ise, Spinoza’nın bir ateist olduğunu söylemek yerinde olur. Ancak Spinoza’nın tanrısı yaratıcı değil, üretkendir. Tanrı, tüm şeylerin içinde bulunan yaşamın ta kendisidir. Tanrı doğadır, Tanrı evrendir. Tanrının ya da doğanın hiçbir amacı, hiçbir hedefi yoktur. Evren, sürekli bir oluşumdur, ve yaratılanla yaratan bir ve aynı şeydir. Tanrı devamlı kendini üretmekte, üretmektedir. Spinoza’nın Tanrısı, kimi dogmatik dini kavramların olduğu gibi, bazı katı ve materyalist bilimcilerin anlayışlarından da tamamen farklıdır. Onun Tanrı’sı “üstün akıl”dır, doğada, evrende ve var olan her şeyde bulunan, aslında her şeyin ta kendisi olan üstün bir bilinç, bir iradedir. Spinoza’nın Tanrısı Chi’dir, Tao’dur, Yunus’un, Mevlana’nın Tanrısıdır… Düşüncelerini Tümdengelim yöntemiyle açıklamayı uygun bulan Spinoza, doğal olarak işe Tanrı’dan başlar. “Tanrı anlaşılabilir mi?” sorusuna “Evet” olarak cevap veren Spinoza için Tanrı, insanların cehaletlerinin sığınağıdır bir bakıma. Einstein'ın ABD üniversitelerinde konferans verdiğinde öğrencilerin ona sık sık sordukları soru: -Tanrı'ya inanmıyor musun?... Einstein hep şu cevabı verirdi: “Spinoza'nın tanrısına inanıyorum”. Spinoza'yı okumayan kişi aynı yerde kalır... Şöyle özetleyebiliriz: *Spinoza'nın tanrısı ya da doğasına göre Tanrı şöyle derdi: Dua etmeyi ve boşuna göğsüne yumruk atmayı bırak! Yapmanı istediğim tek şey, dünyaya çıkıp hayatının tadını çıkarmandır. Eğlenmeni, şarkı söylemeni ve senin için yaptığım her şeyin tadını çıkarmanı istiyorum.. Kendi inşa ettiğin tapınaklara gitmeyi de bırak. Oraların benim evim olduğunu söylüyorsun ! Benim evim dağlarda, ormanlarda, nehirlerde, göllerde, plajlarda ve senin kalbindedir.. Sefil hayatın için beni suçlamayı bırak; çünkü ben sana hiçbir zaman yanlış bir şey olduğunu ya da günahkar olduğunu ya da cinselliğinin kötü bir şey olduğunu söylemedim! O yüzden seni inandırdıkları her şey için beni suçlama.. Benimle hiçbir ilgisi olmayan ve anlamadığın halde sözde kutsal yazıları okumayı da bırak; Gün doğumunda, bir manzarada, arkadaşlarının dostluğunda, küçük bir çocuğun gözlerinde beni okuyamıyorsan, henüz yazının bilinmediği devirlerde benim adıma yazıldığı iddia edilen hiçbir kitapta beni bulamazsın ! Bana güven, ama önce kendine güven ve her şeyi benden istemeyi bırak; Bana işimi nasıl yapacağımı sen mi söyleyeceksin? Benden korkmayı da bırak; Çünkü ben öcü değilim ve seni yargılamıyorum, seni eleştirmiyorum, sana sinirlenmiyor, seni rahatsız etmiyorum, asla seni cezalandırmıyorum. Beni sadece sevmen yeterlidir.. Benden özür dilemeyi de bırak; çünkü affedilecek bir şey yok. Eğer seni ben yarattıysam... Seni özgür iradenle donattım. Sana verdiğim akıl ve iradeni kullanarak yaşıyorsan seni nasıl suçlayabilirim? Seni sen olduğun için nasıl cezalandırabilirim? Bir yaratıcı bunu nasıl yapabilir? Her türlü emirleri unut, her türlü yasayı unut; bunlar seni manipüle etmek için, seni kontrol etmek için, senin suçluluk hissetmeni isteyenlerin kurgusudur. Bunlara inanma, sadece kendi aklını kullan.. Kendine saygı göster ve kendin için istemediğin şeyi başkalarına da yapma. Senden tek istediğim hayatına dikkat etmen. Çünkü bu hayat ne bir test, ne bir basamak, ne bir adım, ne bir prova ne de cennete giden bir yoldur.... Ben seni tamamen özgür kıldım; Ödül yok, ceza yok, günahlar yok, erdem yok, kimse skor taşımıyor, kimse kayıt tutmuyor. SADECE SEVGİ VAR Ancak hayatında bir cennet veya cehennem yaratmak için kesinlikle özgürsün! Bu hayattan sonra bir ne olup olmadığını söyleyemem, ama sana bir tavsiye verebilirim ; Bu hayattan sonra bir şey yokmuş gibi yaşa. Düşün ki bu hayat senin zevk alman, sevmen ve var olman için vardır, yani hiçbir şey yoksa, sana verdiğim bu yaşama fırsatından zevk almış olacaksın. Ama eğer bir şey varsa, orada da sana iyi mi kötü mü diye sormayacağım.. Sana soracağım tek şey, beğendin mi? Eğlendin mi? En çok neyi beğendin? Yaşamında ne öğrendin ve hangi güzel işleri yaptın olacaktır.. Bana inanmayı bırak; inanmak tahmin etmek, hayal etmektir. Bana inanmanı istemiyorum, beni kendinde hissetmeni istiyorum. Beni sevmen yeterli.. Övülmekten sıkıldım, teşekkür edilmekten bıktım. Minnettarlık hissediyor musun? Bunu kendine, sağlığına, ilişkilerine ve dünyaya göz kulak olarak ifade et. İzlendiğini mi hissediyorsun?... Neşeni ifade et! Beni övmenin doğru yolları bunlardır.. İşleri zorlaştırmayı bırak ve benim hakkımda birilerinin öğrettiklerini papağan gibi tekrarlamaktan vazgeç.. Emin olabileceğin tek şey burada olduğun, ve yaşadığındır. Nitekim bu dünya harikalarla doludur.. Etrafına baktığında beni görecek ve hissedeceksin.. Neden daha fazla mucizeye ihtiyacın var ki? Beni dışarıda ararsan bulamazsın. Beni sadece kendi içinde bulursun. BARUCH SPİNOZA (1632-1677)

  • Merhaba Canım Canım!

    /Azra ERHAT'A MEKTUP / 21 Ekim 1963 Dinle, zevcelik böyle mi olacakdı? Erkekler kadınları boşar, galiba sen talakı selaseyle beni boşadın. Haksız yahu! Şimdi sana bir iş çıkarıyorum. Bu mektupla beraber, kırmızı mürekkeple yazılmış iki mektup kopyası gönderiyorum. Birisi Tunus Turizm başbuğundan. Beni Burgiba davet ediyor. Nasıl gideyim yahu? İkincisi Haulot’dan. Bu adam buraya geldi, beni o Biennale’e davet etti. Ne yapacağım, nasıl edeceğim diye düşünüp durdum. Sonra o aylık dergide kopya ettiğim parcayı bastı. Eh “Gidemem” demek ayıp. Zaten ben hiçbir zaman “Hayır!” demesini sevmem. Eyi ki erkek yaradılmışım, yoksa kadın yaradılsaydım, bana her sulanana “Evet! Evet! Eveetu” deye deye, icimi dışıma cıkartıncaya dek — müsaade şerif ve mercanı latifi basardım. Neyse iş kendiliğinden hal oldu. Hukumet eyi etmiş, benim yerime bir şairi mahir, pamukçu tahiri göndermiş. Şimdi bunlara Fransızca cevap yazmak gerek. Ben yazarsam “participes passes” leri accord edemem, sonra feminin’leri masculin’leri topyekûn tardederim. Ne rezalettir! Neye masa dişi olsun da, tabanla tavan erkek olsun? Yaşasın Türkçe! dişiyle erkek arasında bir ayrım yapmamış. Ha işte onun için cevapları sen yaz. Ama ben Fransızcayı tam bilseydim bile gene sana yazdırırdım, ilk önce cevapta geciktim. Bu gecikmeye bir sebep uydur, bir ay icin — örneğin — dünya ve mafihadan ayrılmak üzere Halikarnas’a kaçtığımı söyleyebilirsin. Tunus’a, “Gelemem!” demeli. Param yok yahu! Sonra pasaport verip vermeyecekleri belli değil. Para isteyemem a! Onun için bir kulp tak Allah aşkına ve benim aşkıma. Haulot’ya gelince, ona, “Teşekkür ederim, gelirim sevinçten taklak ata ata!” deye bir cevap yaz. Çünkü iki yıla kadar öte dünyaya taklak atarak Belçika’ya gidememem mümkün. İstemem öteki dünyayı. Eh bu dünyada kalırsam ve zar zor gidersem, sıkıntının acısını, orada hani harıl konuşarak çıkarırım. Bu konferans değil a, ya da büsbütün konferans değil — yani canı gönülden vur patlasın cal oynasın gürleyip gider. Sonra da alsınlar Fransızcayı hastaneye götürsünler — hiç alışmadığı böyle exercice’den sonra — kemiklerini yerli yerine koymak için. O kadar da değil a. İşte ey can, şu iki mektubun cevabını tape et. Bana mümkün mertebe —bir can mektupla— gönder. Ben imzamı atar, yollarım ol zatı şeriflere. — Bak sana ufak bir hadise anlatayım. Castaldi adlı bir İtalyan geldi, büyük bir İtalyan firmasının mümessili. Adam kafalı, Sabah’ın deyimiyle “adamda iş var”. Burada iş’i iki anlamda anlayacaksın, yani turizmde cıkarımıza iş görecek, elbette kendi cıkarına da. Eh Kuşadası Tusan Oteli’nde adamı bekledik. Geceydi. Bir bakanlık memuruyla geldi. Adamı dinledim. Şirketin yapmak istediği mükemmeldi. Anadolu güney deniz kıyılarında —ister plaj, ister kayalık — . kamplar kuracaklar. Bu kampların servisinde saatta iki yüz mu yapan deniz helikopterleri olacak. Gelecek insanlar, öyle modern otel motelden, kalabalıktan bıkkın kişiler. Balık avlayacak, kurbağa adamlığı, deniz ve kara sporları yapacaklar. Ama kıyıda nokta nokta güzel yerler gerek. İşte bu Castaldi kıyıları görecek. Şöyle genel olarak yerleri tespit edecek. Sonra bir mühendis heyeti gelecek, oralarda zorunlu tesisat kuracaklar. Anlayacağın Mavi yolculuğun tıpkısı ama daha* konforlusu. Eh adam kıyıyı görmek icin motor istedi, parasını verecek. Tam o gece de Turizm ve Tanıtma Bakanı, musteşar ne bileyim, baş efendi, kıc efendi, ve bir de vekalete eklenmiş bir Belçikalı Unesco ve zenginleri kuzu dolmasına davet etmişler. Hepsinin turizme yardım icin satılacak arsaları var. Eh baktım adam da iş var, bütün güney kıyısı Nice Montecarlo’ya dönebilir (a canım kıyı bol bizler mavi yolculara göre ırzına geçilmemiş köşecikler kalır). Tusan Oteli’yle Kuşadası arasında epeyce yol var, otomobil yok. Vaktiyle yetişmek için tabanlara kuvvet “ Dah!” dedik. Kanter içinde vardık masa başına. Anlattık harıl harıl derdimizi. Yalvardık bakana Bodrum’a bir tel çeksin. Orada bağlı — al maaşını salla başını — dört beş yörük gümrük motoru var —herif masrafları neyse verecek. Tam o sırada hane şu Unesco’nun Belçikalı eki var a bakanlığa, o fırladı, “Bu Halikarnas Balıkcısını bana Haulot anlattı. Bu adamda cok iş var. Kendisi Biennale’e davet edildi. Bu zat giderse Turkiye’nin prestiji şoyle yukselecek böyle yukselecek deye oyle bir laf etti ki, deme gitsin. Adeta utandım bu kadar onemli bir kişi olduğuma. O soyledi, alimallah, ben buzuldum. Ama bakan makam kabardılar. Hic Turkiye’nin bakam makam dururken şu ne iduğu belirsiz, Cevad-ı şerif Turkiye’nin hemen hemen baş prestij kabartıcısı olur mu? Adam iyi niyetle bok etti bir cuval inciri. Hele pamuk ağalarıyla bir kuzu dolması ziyafetinde. Sıcdı Cafer bez getir... Neyse Bodrum’a gittik. Orada bir motor kiralayıp kıyı kıyı İskenderun’a gidecektik. Ne var ki bu Castaldi’nin ancak beş günü var. Kiraladığım motor ancak dort mil yapıyordu. Eh gece de gitmek gerek ki vakit yetişsin, gece gidince de görülecek yerlerin birçoğunu göremiyoruz, orneğin Knidos’a gece geldik, şafaktan önce gittik. Bodrum’dan dort şilte buldum. Kendim icin şilte dilenciliğine cıkmağa utandım. Deli İbrahim’den bir battaniye aldım. Serdim güverteye altıma, koydum ayaklarımı kupeşteye, gel keyfim gel. Kavo Alopu (orospu burnu) ile Marmaris’in arası cırcıplaktır. Adam bayıldı kimi yerlerine. Kıran dağlarını, Şehir adasını, Dermen bükünü gördük, adam bayıldı. Günümüz Marmaris’te yetti. Onlar otomobil kiraladılar, İskenderun’da bekleyen otomobiline varmak icin. Bakanlık memuru da boyun a_ fatura topluyor. Halbuki adam parasını veriyor. Memursa ben verdim deye — yanında binlerce lira vardı — bakanlıktan alacak. Zengin olmuştur. Ben dort beş yevmiyemi aldım. Kendime, “Hey Cevat gene bir başınasın!” deye iki yanımdaki güzel dünyayı harıl hani içime alarak, kendim de dağlar taşlar ve ufuklarca serbest yayılarak,fukara evime vardım... Gelelim Türk bayrağına hakaret meselesine. Guya bayrakla kadın tenasul aleti arasında bağlantı kurmuştum. Önceleri at kuyruğuymuş demişim. Evet öyle, tuğ, yani at kuyruğuydu. Osmanlı İmparatorluğunun bir Türk bayrağı, yani devletin bir bayrağı yoktu, on dokuzuncu yüzyılda bu ay yıldız Araplardan — Müslüman işareti olduğu için — alındı... Ama araştırmadım ki iddia edeyim. Burada savcı ne bileyim dostça davrandı. Mahkeme olmasını isterim ama İstanbul’da olacak, paraca yıkım olur bana? Sonra gerçekten yıldıza hakaret ettiğim için mi istiyorlar, yoksa bahane mi? Ay bikri ifade eder, onda hakarettik bir şey yok ki. Öteki de tenasül aleti: Analık. Analıkta ne hakaret var! Ben kutsal sayarım analığı. Savcıya dedim, Uç yazıdır, hexametronlar bağlantıyı göstermek için yazdık bunu. Yani bayrağa hakaret olsun deye mi oturup yazdık bunları? Bibliyografya istedi götürdüm kitapları. Asıl birisi, Dussaud’nun La Lydie et ses voisins, oteki Sir James Frazer’in The Golden Bouğh. Orada ay yıldızın ta emperyal cağda — Roma’nın — nasıl tanrıçayı temsil ettiği bir bir yazılı. Senin mitoloji kitabında da Frazer’in anlattığı ay yıldızlı paraların bir... * Azra Erhat’ın notu: (bu mektubun son sayfasını, ya da bundan sonrakı sayfalarım bulamadım. Acaba Balıkcı’nın istediği gibi bir araştırma amacıyla birine mi verildi de geri gelmedi? Bilmiyorum. Yazık, güdük kalan tek mektubu). 5 Mari 1964 tarihinde başlanan mektup dört defter uzerine yazılmış 80 sayfadır. Öyle de ilginc ve canlıdır ki, insan bir tek sözcüğünü atmaya kıyamaz.) * editör notu: bazı sözcüklerin dizilişi, bazı eklerin gelişi Halikarnas Balıkçısı'nın özgün anlatımıdır, yazıya müdahale edilmemiştir.

bottom of page