top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • “Size Gösterdiğim Tahammülsüzlükten Dolayı…”

    Eğitim İş Şube Başkanı Fethi Sönmez’in daveti ile 26 Kasım 1997 günü Düzce’ye gittim. Gençlik Merkezi’nde eğitimle ilgili bir oturuma katılacaktım. Fethi, ADD Genel Merkezi’nden de bir konuşmacı istemiş. Genel Merkez görevlileri o gün meşgul olacaklarından eski başkanlarından olan avukatı görevlendirmişler. Ben sözü geçen avukatı, kendisi ADD başkanı iken ve ADD henüz küçük bir örgütken Emek İşhanı’ndaki bürosunda ziyaret etmiştim ama o bunu unutmuş olabilirdi. Başka bir vesile ile de karşılaşmamıştık. Bu kez iki konuşmacı olarak, konferans nedeniyle ve Düzce’de Gençlik Merkezinde karşılaştık. Kürsüde yerimizi aldık. Oturum yöneticisi ilk konuşmayı avukata verdi. O, sözlerine beni kast ederek şöyle başladı: “Bunlara itibar etmeyin. Bunlar sosyalizm ölünce şimdi kendilerini Atatürkçü göstermeye çalışıyorlar!” Bu bana açık bir haksızlıktı. Benimle yıllar sonra karşılaşanlar veya çalışmalarımı uzaktan izleyenler görüşlerimde diretmemi kast ederek “Hiç değişmemişsin!” derler. Kimisi bunu bir övgü cümlesi olarak söyler, kiminin sözlerinde de bir hayret ifadesi sezilir. Konuşmacı, beni başkalarıyla karıştırmış olmalıydı! Benim kimliğim sosyalizmle bütünleşmişti ve Sovyetler Birliği’nin sosyalizmden vazgeçmesi benim de ondan vazgeçmemi gerektirmezdi. Zaten doğru dürüst uygulansaydı orada sosyalizm yıkılmazdı. Sosyalizm, yalnızca bir ekonomik sistemin değil, bir insanın bütün davranışlarına yön veren ahlak sistemiydi de. Ondan caymam için ne gibi bir sebep olabilirdi? “Sosyalizm ölünce Atatürkçü kesildi!” denmesi bana hakaretten başka bir şey değildi. Demek ki ben arabanın yüksek yerine binen, yanardöner biriydim! Atatürkçülüğe gelince, Atatürkçülüler antiemperyalist geniş cephenin bir parçasıydı. Kenan Evren yönetimi bütün devrimci ve yurtsever kişi ve kurumlara darbeler indirince biz sosyalistler ve Kemalistler birbirimize daha çok yaklaştık. Örneğin Türk Dil Kurumu ellerinden alınınca bu kurumun yetkililerinden Şerafettin Turan, Ömer Asım Aksoy, Satı Erişen, M. Rauf İnan, Atalay Yörükoğlu, Sami Nami Özerdim’le birlikte çalışıyorduk. Kimi danışma kurulumuzda idi. Kimi dergimizde yazı yazıyordu. Hatta katıksız bir Kemalist olduğu açık olan Satı Erişen yazı işleri müdürümüz oldu. Onlar bizim sosyalist olduğumuzu biliyorlardı ve buna bir itirazları yoktu. Kemalizm’le sosyalizmin arasına bir duvar da örmüyorlardı. Ancak Atatürkçülük o gün de bugün de tek bir çizgide temsil edilemez. Soğuk Savaş döneminden kalma bir Atatürkçülük vardır ki sosyalizm onların en büyük düşmanıdır. Sosyalistleri Rus casusu olarak görürlerdi. “Ne Amerika Ne Rusya, Tam Bağımsız Türkiye” görüşünü savunsak da. Sayın konuşmacının bana gösterdiği bühtanın altında kalamazdım. Konuşma sırası bana gelince konu ile ilgili olarak yalnızca şu cümleyi söyledim: “Unutmamak gerekir ki, Kurtuluş Savaşının en mükemmel destanını bir sosyalist yazmıştır!” Salonda bulunan 100 kadar izleyici bu sözlerimi hararetle alkışladı. Panel bittiğinde her ikimiz, otobüs garajına ayrı ayrı zamanlarda gittik ve farklı otobüslerle Ankara’ya döndük… “YAPTIĞIM HAKSIZLIKTI…” Durun, daha bitmedi. Aradan üç yıl geçti. Bir gün işyerime bir telefon geldi. Avukat, Sıdıka Avar’ın Dağ Çiçeklerim kitabından birkaç nüsha aldıracaktı. Kitaptan elimizde bulunup bulunmadığını soruyordu. Bu vesile ile dedi ki: “Size zamanında gösterdiğim tahammülsüzlük nedeniyle özür dilerim. Çalışmalarınızı izliyor ve takdir ediyorum…” Ben de kimseyle bir sorunum olmadığını, kimseye kırgın da olmadığımı söyledim. Bu vesileyle şunu belirtmek isterim: Bir aydın bir şeye körü körüne tabi olmaz. Sosyalizmi de Kemalizm’i de eleştirebilir. Eleştiri olmazsa hayat ilerlemez. Fakat bir sosyalistin sosyalist olduğunu gizlemesi, sosyalizm zayıfladığı zaman görüşlerinden tornistan etmesi, hele bunu kişisel bir yarar için yapması en azından ayıptır. Siyasi tarihimizde bir yıldız gibi parlamış sosyalistler, bunu nice eziyetler görerek kanıtladılar. Onların da canı vardı. Savundukları görüşler yıllar, yıllar geçtikten sonra toplum tarafından kabul gördü. Günümüzün sorunlarını alt edebilmek için geniş bir cephe halinde mücadele etmek şarttır. Bu cephenin en önemli iki unsuru sosyalistler ve Kemalistlerdir. Bunun sınıfsal karşılığı işçi sınıfıyla küçük burjuvazi ve milli burjuvazinin cephe birliğidir. Bir sosyalistin “Ben artık Atatürkçüyüm” diyerek adeta günah çıkarması, bu cepheyi güçlendirmez. Aksine cephenin sol ayağını zayıflatır. (26 Ocak 2017)

  • REN’LE DERTLEŞME

    Gelip geçenleri çok olur kıyılarından bedenindeki ağır yükünü kimse bilmez kimse bilmez nefesten olduğunu kana kana içilen hayat olduğunu liman liman dolaşır ağrılarıyla kirlenirken yaşam verdikleri ahde vefa salt vicdana dairdir bilinmez! kalbe ilaç gibi gelirdi Lorelei’ın çılgınca şarkıları Main ve Ren’in suları kucaklaştığında nehre saygı çağrısıydı belki şarkılar saygıyı ganimet-i talan bilenler arzularının kurbanı oldular suyun bilinmez derinliklerinde beton ve metal duvarlarla kuşatılan nehir çağlayan hırsını yeniyor durgun akıyor o vakte kadar balıklarının tümden öldüğü vakit yerin ulaşılmaz dibine gizlenecektir dolaşır Ren orta yerinde Almanya’nın bir uçtan bir ucuna hayat verir derin vadileri de aşarak düzler ovaları yeşile bezer gözün aldığı muhtaç yerleri kıyılarında babam da dolaşırdı kâh coşar kâh susarak dolaşırdı düşlerine küskün memlekte hasret anaya babaya ve kardeşe hasret umuda yine de hep dosttu gülerdi sessizce çocukları anlatırken bu gittiğimde aradım babamın izlerini Ren’e saygıyla seslendim babamı tanıyorsun diye yokluğunun sızısını duydu mu bilemem ama daha bir durgun oldu suları durdu sonra, sustu nehir griye döndü hava birden nehre bakan gözlerim ıslandı karardı gün durup dururken gün ortası karanlık oldu babası gidene yarım yüzyıl komşu oldu babam Ren’e hiç incitmedi suyu ve hayat verdiklerini nehir çok sadık bir dostunu yitirdi izi izini bilenlerce hep takipte olacak

  • "Ah Mine'l Aşk"

    Ah mine'l aşk, Attı mı demir pençesini Yüreğine bir kez, Kanırtmadan bırakır mı hiç? Acıyı da öğretir, sevdayı da. Ulu dağların doruklarında Türküler söyletip de, Kartal kanadına eş, Mavi yarıştırır! Deryanın en derininde, Yunus oynaştırır. Kahkaha attırıp ağız dolumu, Avaz avaz ağıt da yaktırır. Ağustosta buza kestirip, Zemheride alazlandırır gülleri!

  • BENDEN

    Bulutlar serpiyorum gökyüzüne Bazen yağmur, bazen kar Hepsinde bereket var. Umutlar yüklüyorum rüzgara Götürüyor hızlıca Nerde bir dert, umutsuzluk varsa Merhem oluyor onlara. Renkler ekliyorum doğaya Mevsimlerce. Karanlık ve donukluklardan Bıkan varlıklara. Resimler çiziyorum sulara Değişken biçimler ve heyecanlarla Besteler yapıyorum kuşlara Rahatça göçsünler diye. Fuat ÖZGEN

  • TRUMP Başka Bir İşaret...

    2.12.2016 | TRUMP BAŞKA BİR İŞARET... TABAN İSYANDA... ve DÜNYA BOYUN EĞİYOR... Seçim şovlarına bakmamalı. Belki çok iyi bir insan, iyi bir aile babası, iyi bir yurttaş, iyi bir bilmem ne... Umalım öyledir. Hem olmasa bize ne, karısı sevinsin diyeceğim de hangisi?.. İyisi mi ülkesi sevinsin. Kadınları çok mu sevmiş, az mı anlamadım ama, tutumu da hiçbir dünya liderinden görmediğimiz dende ilginç ve yeni...Görünen sarkmadığı kadın kalmamış, erkekliğin raconununda yoktur ama isterseniz belgelerim bile var diyor, yani kadınlara bakışı da bir garip, hiç de nimetimsiniz, çocuklarımın anasısınız, cennet ayağınızın altında, siz de benim... diyen biri değil...Bastım parayı, tek taş pırlantayı...diye anlattı durdu seçim boyu, dünyanın değilse bile Amerika'nın kuruluşundan kalma aşk anılarını... BUKOWSKİ onun yüzünden yazmayı bırakmış, onun kadar beceremem deyip... Ama şu net, nefret ve şiddet dolu söylemleri seviyor, çok zoruna giderse eline dönerci bıçağını alıp “senin ananı...” diyecek gibi görünen düz bir insan. Uygarlığın temel verilerini gereksiz ayrıntı sayıp elinin tersiyle itecek tipte, kazandığı çok paranın büyük gücüyle bazen ne dediğini bilmeyen, insanın annesinin yanında bile seslendirmeyeceğini en fütursuzca dünyaya konuşan, Müslümanları ya da birilerini ötekileştiren, görgüsüz, patavatsız ... Bizim jargondan dersek harbiden delikanlı... gibi bir kompozisyon çizdi seçim kampanyaları boyunca... Karşısında BEYAZ AMERİKALI gibi duran HİLARY'ye karşı hiç şansı yok gibiydi. Amerika'nın ünlü medyatik tüm isimleri ona karşıydı. AMA O ŞİMDİ BAŞKAN... TABAN TAVANI İNDİRMİYOR, DELİP ÇIKIYOR... Ne yaman şeydir şu demokrasi... Tıpkı 1930'lu yıllar gibi... Bir vatansız onbaşıdan bir felaketi, Hitler'i yarattı... Mussoloni'yi, Franko'yu, Stalin'i yarattı bu dünya... ve tapan milyonlarca insanı oldu hepsinin. Aralarında Atatürk bir çiçek gibiydi ve tekti. Bizim ona aşkımız da bundan, değil mi zaten. Ya da bugünkü halimize bir gömlek büyük gelmesi ondan değil mi? ...ve sonrası bilinen hikayedir... Ötesini koyun, ölen ve kaybolan milyonlarca insan, yok olan uygarlıklar, paramparça bir dünya... Asalet nereye giderseniz gidin peşinizi bırakmaz. Varsa aslınızda tabi...Yoksa da... Şimdi Amerika'nın yerleşik egemen güçleri halinden şikayetçi, hatta göçecek yerler arayanlar olduğunu yazıyor gazeteler... Öyle ya, Beyonce, Robert de Niro...Trump karşıtı olduğunu açıkça söyleyen daha binlercesi ne yapacak? Gerçi LADY GAGA şimdi de takmıyor, “seni sevmiyorum” Trump, diye haykırıyor. Kaliforniya birlikten ayrılsam mı diyor... Sahi Trump kazanırsa Hilary'yi hapse attıracağını söylemişti, erkek adam sözünün eri olur, yapar mı? İyi de Amerika harika bir mozaik... Dünyanın olmaz dediğini olduran ve böylece büyük bir güce dönen toplama bir ülke... BU SİNERJİ YARATAN YAPI, ÖTEKİLEŞMEYE VE PARÇALANMAYA DA ÖYLE YATKIN Kİ... Düşünsenize dünyayı tuzbuz edecek, mağara devrine döndürecek bir nükleer savaş düğmesi artık şiddeti ve nefreti seven fevri birinin elinde... Umalım bu yeni seçilen dünya lideri; tavır, anlayış ve üslubuyla önce kendi ülkesinin, sonra dünyanın istemeden felaketi olmaz... Yoksa bir devin devrilişi ORTA DOĞU ÜLKELERİ GİBİ OLMAZ, dünyayı da bizi de sallayabilir... Hele onun dümen suyunda olmayı varlık gücü görenler için... Devler devrilmez mi? Ne diyorsunuz siz, doğuyor da neden devrilmesin? Ama Allah vermesin, birazcık burnu sürtse fena olmaz da ama devrilmesin… Yoksa hepimizin başı ciddi dertte... Temennimiz Trump'un akıl takımı umulandan iyidir ya da Trump aslında göründüğünden başka bir şeydir ... yoksa çok zor... Bakarsın elaleme verdikleri talkını kendilerine de uygular. “O seçimdeydi, şimdi ben tüm Amerika'nın başkanı ve dünyanın jandarmasıyım, elbette akıllı ve hoşgörülü olacağım, demokrasi var,” der... Ya da salkımı yutmaya kalkar, tüm dünyayı göçertir... Bekleyelim... Her durumda Amerika bütün dünyaya ya bir örnek olacak ya da bir ders... Bize ne olurun, yanıtına gelince, büyük bir öngörüyle diyebilirim ki bu nedenle hiçbir şey olmaz, tasa etmeyin... Birincisi, her seçilen Amerika başkanı bizdendir... Anımsayın, Allah selametini versin Obama Müslüman Hüseyin'di... Kömür rengi olmasa Kayseri kökenli bir Türk'tü bile derdik ama... İkincisi, Amerika hesabını iyi bilen insanlar ülkesidir. Kişilerin ya da başkanların Amerika siyasetinde belirleyici hiçbir hükmü yoktur aslında, belirlenmiş siyaset aynen yürür...Yoksa neler geldi geçti o koltuktan... Sevinmek için de üzülmek için de acele etmemeli…

  • "BOZKIRIN TEZENESİ" NEŞET ERTAŞ

    “Gara Seyyah” çok severdi Neşet Ertaş’ı, günün her saatinde bıkıp usanmadan saatlerce dinlerdi. Elim bir kazada ölene değin başucundan hiç eksik etmedi onu. Neşet Ertaş'sa hepinizin bildiği Bozlakların ustası Kırşehirlilerin gönül efsanesi, Neşet Ertaş... Genellikle İstanbul – Salihli arasında nakliyecilik yapardı Seyyah abim. Arabaya biner binmez teybe hemen onun kasetini koyar, kendini türküye kaptırır, onunla birlikte boğazını uzata uzata söyler, ara ara da “ yaşa … oğlu,” deyip aşka gelirdi. Konseri monseri denk geldi mi muhakkak giderdi. Bir gün bana, “bizim oğlan Neşet’in konserine gittim, adam iki saat hiç sahneden inmeden çalıp söyledi. Ya *gabbanalı (Yöresel ağızda beğeni için kullanılır) ya, adamda ne ses var, adam ne çalıyor ya, sazın gövdesini patlatacak!” O da çalıp söyleyen bir aşıktı. Trafik cinayetine kurban gittiği yıl, (Ağustos - eylül aylarında düzenlenen) Kemalpaşa Hamzababa Şenlikleri’nde o da sıra almış, çalıp söylemeye ömrü vefa etmemiş, çok genç yaşta (45), - o yaşa kadar - onun ölümü tattığım en acı ölümdür. Sonraki yıllar Anamı babamı kaybettim itiraf edeyim, o kadar üzülmedim. Hani derler ya, eskiler Allah sıralı ölüm versin, aynen öyledir. Dileğim odur ki Tanrı bana evlatlarımın, torunlarımın acısını göstermez. Ben onların yerine her şeye hazırım... Neyse esas konuya dönüp sevgili okuru çok özel şeylerle sıkmayalım, ne de olsa bu metin karşılıklı söyleşi havasının emarelerini taşısa da bir söyleşi değil. Neşet Ertaş, bozlak ustası Muharrem Ertaş’ın oğludur. Kırşehir’de dünyaya gelmiş, babası ile birlikte abdal geleneğinin temsilcileri Hacı Taşan, Çekiç Ali’den feyz almıştır. Onun roman kültürün tanıtılmasında, bu kültürün kabul görmesinde yadsınamayacak bir katkısı olmuştur. Bu toplumda demezler, “ne isteyip duruyon len cingene gibi,” yine yataktan geç kalkanlara, “ cingenle gibi yatıp durme len,” İşte benzer hakaret vari sözleri duymadık mı hepimiz, yine “Çingene Çingene” diye şarkılar yapılmamış mı, “Çingene” diye filmler yapılmamış mı? Çok aşağılıkça sıfatlar… İşte bu üstatların özellikle Neşet Ertaş’ın bunu aşamadaki rolü büyüktür. Neşet Ertaş, müziğin içinde doğmuş, babası Muharrem Ertaş’la birlikte düğünlerde çengilik (ona dair yazılan metinlerde kullanılan ifade aynen böyle) yapmış, çalıp söylemiş; onlar rızklarını böyle çıkarmışlar, yani o, yokluktan, yoksulluktan doğan bir halk ozanıdır. Kendinden önceki çoğu halk ozanı gibi, okula gitmemiş, kendi kendine okumayı yazmayı öğrenmiş, alaylı bir ozandır. Halk ozanlarının çoğu, son dörtlükte adlarını veya mahlaslarını kullanırken o, bazı şiirlerinde “garip” mahlasını kullanmış, adını hiç kullanmamıştır. Neşet Ertaş’ın eserleri hangi halk ozanına daha yakındır diye soracak olursanız, “Karacaoğlan’a” derim. "Sinemde gizli yaramı, kimse bilmiyo' Hiç bir tabip yarama, merhem olmuyo' Boynu bükük bir garibim, yüzüm gülmüyo' Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen? Boynu bükük bir garibim, yüzüm gülmüyo' Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen?" Tasavvufçuların derdi sevgiliye kavuşmaktır, o sevgili tanrıdır, onun varlığı içinde yok olmaktır; onlara göre gerçek varlık tanrı varlığıdır, bunun dışındaki her şey zahiridir. Fakat o yol zor bir yoldur, şeyh Galip’e göre ateş denizini mumdan gemilerle geçmektir. Aşık edebiyatı ozanlarının sevgisi insanidir, muratları aşık oldukları sevgiliye karşı cinse kavuşmaktır. Onların dertlerinin dermanı tabipte değil, sevgilidedir. hiçbir tabip dertlerine derman olamaz. Mesela Neşet Ertaş’ın derdi Leyla’dır, Ahmet’in Mavilidir, Karacaoğlan’ın Elif’itir, Zeynep’tir. Neşet Ertaş diğer halk ozanları gibi usta çırak geleneğinden doğup büyüyen ünü önce Türkiye’ye, sonra Avrupa’ya taşınan evrensel bir halk ozanıdır. Nitekim Unesco 2009 yılında “yaşayan insan hazinelerine" girmesine karar vermiştir... Neşet Ertaş’ı, Almanya turnesinden dönerken Yugoslav polisi durdurup ehliyet ruhsat sorar. Ehliyeti olmadığını söyleyince onu üç ay hapse mahkum eder. Bir buçuk ay hapis yatar. Cezaevinde iken bizim Tolstoy’umuz Yaşar Kemal, İnce Memed adlı eserinin üstüne “Bozkırın Tezenesi,” diye yazıp gönderir. Artık bu sıfatla anılmaya başlamıştır: “Bozkırın Tezenesi” demek Neşet Ertaş demektir. Ustalara da böyle güzellikler yakışır zaten. Onun kendine has bir mızrap vuruşu, kendine has bir bağlama çalma tarzı vardır. O sazın gövdesine öyle bir vurur ki, bu vuruşlar, insanın yüreğinin yağını eritir. Bu vuruşlar, gariplerin acısını haykırmaktadır adeta. 1950 yılında bozkırdan kopup gelen Neşet Ertaş cebinde 2,5 lira ile taşı toprağı altın diye anılan kendi gibi garip insanların harmanlandığı İstanbul’a gitmeye karar vererek Kırşehir’den Ankara’ya gelir. Cebindeki para, bilet alacak miktarda olmadığı için “İstanbul, İzmir, Adana…” diye bağıran bir cazgır: “Şuraya otur, durmadan çal, ben seni İstanbul otobüsüne bindireceğim,” der. O da oturur saatlerce çalar, çalar ve akşama yakın bir otobüse “geç, şuraya, otur” deyip bindirir. Aşk acısı, yoklukla çıkılan bu yolculukta, bakalım neler beklemektedir onu? Aşk acısı dedik ya, ilk sevdiği kızı istemek için babasını gönderir. Kızın babası, “Tamam olmasına tamam da, lakin benim şartlarım var. Oğlunuz buraya yerleşecek, yerleşik bir hayata geçecek, yoksa olmaz,” der. Bu, imkansız bir şeydir. O gönüllerin ozanı, sevenlerin, aşk acısı çekenlerin sesidir, onun bu şartları kabul etmesi demek, kendini inkar etmesi demektir. Bundan sonra, “bu Anadolu bozkırında benim yiyecek ekmeğim kalmadı” deyip garipliğin başkenti İstanbul’a gitmeye öyle karar verir… Neşet’in yiyecek bir dilim ekmek için İstanbul’daki iş arama serüveni - kendi ifadesiyle - çok zorlu geçmiştir. Karın tokluğuna bile çalışacak yer bulamamıştır. Her insanın olmasa bile bazılarının karşısına çıkan tesadüfler hayat çizgisinin harika çizilmesine sebep olur. İşte Şençalar kardeşler onun için öyle olmuştur. O, önce Beyoğlu Gazinoda 7.5 lira yevmiye çalmaya başlamıştır. Güzel çalar, çok güzel söyler; kendi bestelerini okurken gözünden akan yaşlarla dinleyenleri büyüler. Öte yandan onun mütevazi kişiliği ile herkesin takdirini kazanır. Bu güzel insanın bir de sazı, sözü kıymetli olunca adı günden güne daha çok insan tarafından duyulmaya başlar. İlk plağını Beyoğlu Saz’da 1957 yılında çıkarır. Cebi para görmeye başlamıştır. İstanbul’un namlı mahallerinden biri olan Hacı Hüsrev’de bir ev kiralar, orada bir yıl oturur. Pirireis Ortaokulunda görev yaptığım yıllarda Hacı Hüsrev’de oturan öğrencilerim oldu. Benim bütün öğrencilerim güzel olduğu için onlar da çok güzel insanlardı. Yine de o mahalle ile birkaç anekdot yazmak da farz oldu: “Adamın biri Hacı Hüsrev’de kahveye oturup çayını, kahvesini içer. Cebi de para doludur. Akşama doğru kahveden ayrılırken oradakilere: “Hani siz şöyle yaparmışsınız, böyle adamı halledermişiniz. Cebim para dolu, ruhunuz duymadı!” Kahvedekilerden biri: “Biz onlara baktık, sahteydi geri bıraktık, şimdi toz ol, bir daha da buralara geleyim deme,” der. O zamanki okul müdürümün anlatımından: Eşi 77 numaralı belediye otobüsünden akşamüzeri beş gibi İplikçi Durağı’nda iner, doğru evine gider. Eve geldiğinde çantanın açık olduğunu görür. Hemen eşini arar, durumu anlatır. Çantasında düğün takıları vardır, evinin güvenli olmadığını düşündüğü için yanına almıştır. O da “sakin ol, ben şimdi muhtar amcayı arayıp durumu anlatırım,” der. Muhtarın yanına gider durumu anlatır. O da “tamam araştıralım, yarın gel,” der. Duygusal bir insandır Neşet Ertaş, zaten duygu, aşk olmayınca sanatçı olunamaz ki! Neşet Ertaş da benim gibi, duygulandığında gözyaşlarını tutamaz. Bir konser için İstanbul’dan Yalova’ya gitmek için gemiye biner. Gemide Zeki Müren’in: “Yaşama zevki verir, Ruhuma sonsuz kederin. Seni, yalnız seni, çılgın gibi severim…” Gidişte gelişte de bu şarkıyı dinler, dinlerken gözyaşlarını tutamaz. Neşet Ertaş İstanbul’da tutunmuş, tanınmış, orada cebi para görmüş; fakat, bir türlü sevememiş İstanbul’u. Bu kadar kalabalık şehirde, hep yalnız hissetmiş kendini. Ankara’ya dönmeye karar verir. TRT’de her sanatçıya nasip olmayacak iki büyük ustanın Emin Aldemir ve Muzaffer Sarısözen’in beğenisini kazanınca, hayatının en anlamlı yılları başlar. Türküleri, betseller gibi dilden dile dolaşır. “Zülüf dökülmüş yüze Kaşlar yakışmış göze,” O kadar çok beğenilir ki, şehirde, köyde, dağda, kırda aşkla söylenir. Hele “Zahide'm!” türküsü. Zahide adlı bir kıza aşık olanlar karşılarında Zahideleri varmış gibi coşarlar. Bu güzel türküyü “Sanat Güneşimiz de yorumlayınca Neşet Ertaş adı artık efsane olur. 1965-1975 yılları Neşet Ertaş rüzgârının estiği yıllardır. İzmir Fuarı sanatçılar için çok önemli bir arenadır. Fuar gazinolarında şarkı türkü icra etmek harika bir şeydir. Neşet Ertaş, Zeki Müren’in isteği ile onun kadrosunda sahne alınca ünü daha da büyümüştür. Neşet Ertaş’ın şiirlerinde türkülerinde Leyla adı önemli yer tutar. Ankara’da gazinoda çalışan adı Leyla olan bir kadına aşık olur. Fakat babası kızı kesinlikle istemez. Baba oğul arasına Leyla girmiştir. Muharrem Ertaş ona şöyle seslenir: "Evelde tutmadın Neşet sözümü Öksüz koydun yavruları kuzunu Almasaydın Boluların kızını Son pişmanlık fayda vermez evladım Ben Neşet'im diyorsun o da der Leyla Sebep oldu anası ayırdı böyle Bir ben söyleyim Neşet bir de sen söyle Ata sözü muteberdir evladım!" Buna karşılık Neşet Ertaş: "Aşkı kimden aldın sevgiyi kimden Aslı bozuk deme gel şu insana Soracak olursan eğer ki benden Aslı bozuk deme gel şu insana ya dost Yazımızı felek yazdı mevladan değil Senin dediklerin evladan değil Her hata suç bende leyla'dan değil Aslı bozuk deme gel şu insana ya dost!" Babasının ısrarla karşı çıktığı bu evlilik on yıl sürer, bu evlilikten üç çocukları olur. Fakat bugün dillere pelesenk olan şu türküleri Leyla’ya dair söylemiştir. “Kendim ettim, kendim buldum,” “Hata benim suç benim,” “Yazımı kışa çevirdin.” 1980’li yıllardır, Ankara’da bir konserde çalıp söylerken birden parmakları sazın perdelerine basamaz. Olacak şey değildir. Sazı ve sözü ile hayatını idame ettirten büyük ustanın parmakları uyuşmuş vazife göremez olmuş. O kadar çok üzülür ki, seyircilerden özür dileyip gözyaşları içinde sahneden ayrılır. Hastane hastane dolaşır, nafile! O, artık sanat hayatının bittiğini düşünmeye başlar. Derler ya, dünya iyi insanların yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor, yoksa yıkılır. İşte o iyi insanlardan biri de Doktor Mehmet Ali Altın’dır. Neşet’i yurtdışında ihtisasını tamamlayıp Hacettepe’de çalışmaya başlayan bir doktora götürür. Orada fizik tedavi görür, fakat istenilen netice alınamaz. Neşet, işte bu iyi insan Mehmet Ali Altın için: “Oturup yerinde durmayan Hiç bir insanı kırmayan Kimseden çıkar görmeyen Doktor Mehmet Ali Altın” Diye bir türkü besteler. Neşet Ertaş Almanya’da işçi olarak çalışan kardeşinin yanına gitmeye karar verir, amacı orada hem tedavi olmak, hem de çalışmaktır. Gerçekten orada tedavi olur, parmak felcini yener. 2000 yılında İstanbul Harbiye Açık Hava Tiyatrosunda verdiği muhteşem konserle yeniden sahnelere döner. O akşam Açık Hava Tiyatrosu tıklım tıklım dolmuş ve Neşet Ertaş bu konserle yeniden doğmuştur. O, halka, seyirciye son derece saygılı bir sanatçıdır, bir konserde sıcaktan çok bunalınca ceketini çıkarmak için seyirciden izin isteyecek kadar. Halk büyüktür, halk yücedir, hiçbir şahsiyet halktan büyük olamaz, kişiler tabulaştırılamaz. Bakın, bizim kurucu liderimiz ne diyor: “Akıl ve bilim her zaman yol gösteriniz olmalı. Bir gün benim düşüncelerim bilimle ters düşerse siz bilimi seçin!” İşte bu halk her daim Atasına güvenmiş o da halkına güvenmiş, güven vermiştir. Yine Onuncu Yıl Nutku’nda der ki: “Bahtiyarım ki, milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım.” Ne kadar kıymetli, güven duymak, güvenilir olmak! Neşet Ertaş, halkına adamış, halktan biri olarak görmüştür hep kendini! Bu nedenle 2002 yılında kendisine verilen “devlet sanatçılığı(!) unvanını “ben halkın sanatçısıyım,” deyip reddetmiştir. Zaten “devlet sanatçılığı” kavramanın içi boşaltıldığı için Neşet Ertaş’ın ne kadar haklı olduğu ayan beyan ortadadır. Öteden beri zanaat ile sanat kavramları hep karıştırılır. Estetikten, duygudan yoksun bir şeyler üretenlere “devlet sanatçısı” payesi verilmiş. Neşet Ertaş’ın birçok eseri, yaygın olarak birçok sanatçı tarafından icra edilmektedir. Mesela, Emel Taşlıoğlu, İsmail Altunsaray, Kırşehirli birçok yerel sanatçı… Onun çok sevilen birkaç eseri şöyle: Zahidem, Zülüf Dökülmüş Yüze, Mühür Gözlüm, Küstürdün, Hapishanelere Güneş Doğmuyor, Neredesin Sen, Kesik Çayır, Gönül Dağı, Niye Çattın Kaşlarını, Kendim Ettim, Kendim Buldum, Doyulur mu, Evelim sen, Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Seher Vakti, Hata Benim, Seher Vakti, Ah Yalan Dünya, Yazımı Kışa Çevirdin… Neşet Ertaş, şiirlerinin son dörtlüğünde adını kullanmaz, bazılarında “garip” mahlasını kullanır demiştim ya. O açıdan bazı eserleri repertuvara anonim olarak kaydedilmiştir. Onun şiirlerinde hep sevgi vardır, hep hoşgörü vardır, vefa vardır. Büyük ustayı, birkaç sayfa ile anlatmak mümkün değil. Onun hayatına dair, belgeseller yapılmış, kitaplar yazılmış, yine yetmemiş. Büyük usta ile ilgili edebiyat fakültelerinde kürsü kurulması icap eder ki karanlıkta hiçbir şey kalmasın her şey gün yüzüne çıkarılsın; çünkü o, bu toplumun değerlerinden biridir. Aslında Neşet Ertaş gibi, Aşık Veysel, Aşık Mahsuni Şerif, Pir Sultan Abdal ve Karacaoğlan için de geçerlidir bu önerim. Büyük ozan Neşet Ertaş, 2013 yılında ileri derece prostat kanserinden İzmir’de bir hastanede vefat etmiş ve vasiyetine istinaden Kırşehir’de babasının mezarının yanına defnedilmiştir. Işıklar içinde uyu abim, abimin ve Türk halkının büyük ozanı!

  • Özgürlük ve İzmir

    Özün ne ise gözün onu görür. Güzel bak, güzel gör... "İzmir'in dağlarında çiçekler açar Altın Güneş orda sırmalar saçar " Dağlarında çiçekler açan güneşi yüreği ile doğuran güzel insanlar diyarı İzmir. İzmir insanı denilince aydınlık yüzü ile İzmir kadını gelir. Farkında olmadan ailelerimizin bize aşıladığı o özgüven fark edilir her zaman. Peki neden farklıdır İzmir ve kadınları, neydi İzmir farkı? İzmir kadını olmak neden farklıydı? İşte önce biraz tarihten başlayalım isterseniz. * Tarihte İzmir kadını Amazonlar klasik ve Yunan mitolojisinde tamamen kadın savaşçılardan oluşan tarihi bir ulus olarak yer alır. Amazonların öne çıkan kraliçeleri arasında Truva Savaşında yer alan Penthesilea ve kardeşi Hippolyta, Atlantislileri yenen ve İzmir'i kuran Myrina sayılabilir. Günümüzde amazon ismi genel olarak kadın savaşçı ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Fotoğraf: Semihat Karadağlı Amazon kadınları sağ memeleri dağlanmış, kalkanlı ve mızraklı, adaleli ve yanık tenleri ile dev gibi atların üstünde yay kullanmakta üstün yetenekli kadınlar olarak tasvir edilir. Daha iyi ok atabilmek için göğüslerinden birini kestikleri söylenir. “Ay’ın Kızları” diye de adlandırılırlar. Ay kadar güzel, ay kadar soğuk, bir tarafı karanlık, bir tarafı aydınlık ay gibi iki yüzleri olduğu kabul edilir. İzmir Smyrna adını Amazonların kraliçesi Myrina’dan almıştır. * Belki doğduğu topraklar belki de ailelerin verdiği özgüvenle hayatın zorlukları karşısında dik durmayı mücadeleyi öğrettiği için bu kadar dik duruşludur İzmir kadını. Sımsıcak ısıtan güneşi, deli rüzgarları, özgürlük ruhuna işlemiştir. İzmir de doğmasan bile bir sefer İzmir havasını kokladın, bir kez o deli rüzgarları bağrına doldurup saçlarını uçurdun mu, bir kez sabah gün doğarken maviliklere İzmir'in özgürlüğü çağıran martıları ile selam verip, barış güvercinleri ile mavi gökleri selamladıysan işte bir kez o İzmir ' in özgürlük tutkusu ruhuna işlediyse , akşam güneşini körfezin yakamozlarında yolcu ettiysen geceye ertesi günü doğmak üzere, ya geceleri ay ışığında mehtabın keyfini çıkardıysan, sevdiğinin sevgi dolu kollarında çiy yağarken yüreğinki sevgiyle ısındıysan, geceleri yıldızları sayıp samanyolunda koşturmak oynadıysan, bulutlardan pamuk helva yapıp güldüysen, boyuna posuna bakmadan haksızlıklara karşı çıkıp efelendiysen, nerde doğarsan doğ , sen İzmirlisin, hemşerimizsin, bizdensin. Biz kimsenin nerede doğduğuna cinsiyetine parasına puluna mevkiine bakmayız. İnsan mı diye bakarız, Atatürkçü mü diye bakarız. Bu bize yeter. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk " Ben, bütün İzmir'i ve bütün İzmirlileri severim. Güzel İzmir'in temiz kalpli insanlarının da beni sevdiklerinden eminim." demiş. Biz de seni seviyoruz Atam sonsuz sevgi ile... * Peki İzmir hakkında ne demişler şairler "İzmir’in denizi kız, kızı deniz Sokakları hem kız hem deniz kokar." demiş Cahit Kulebi *** İzmir’in Kızları İzmir’in kızları bir elinde de cımbızları Dişidir, anadır, efedir gidinin tatlı huysuzları Çıktılar mıydı ipek çoraplarla kordon boyuna Savaşta da aşkta da esaslıdır kadın duruşları Hiçbir topuk tıkırtısı bu kadar Davetkar çalamaz Bir göz vuruşuyla yerle bir eder Böyle bir şey olamaz Körfezin yakamozu, yıldızı, Keskin tuzu tadında Parfümü meltem Yasemenler açar balkonunda İzmir’in kızları Korku yok kitabında Çal bre bir harman dalı, Delikanlı makamında" der Sezen Aksu İzmir'in kızlarını tarif ederken. İzmir Kadınının Ruhunu Simgeleyen Heykeller İzmir Montrö Meydanı’nda ve Karşıyaka Çarşı girişinde Çağdaş kadını simgeleyen kadın heykelleri yer alır. Heykeller İzmir’in kadın amazonlar tarafından kurulduğu da anlatmaktadır. Montrö meydanında yer alan Güvercinli Kız Heykeli olarak da bilinen Özgür Kız Heykeli'nin yaratıcıları Ali Yaldır, Zafer Dağdeviren ve Derya Ersoy, İzmir kızlarına ithafen yaptıkları eserlerle ilgili olarak yaptıkları açıklamada “Özgür Kadın heykeli, İzmir kızının özgürlüğünü anlatan bir çalışmaydı. Heykelde gördüğünüz kızın elindeki güvercinler de bunu temsil ediyor. Ama burada amacımız özellikle İzmir kızının özgürlüğünü yansıtmaktı. Heykel, amazon ruhunun yansımasıdır aslında. Körfez'in İmbat'ı vardır meşhur. Kız da oraya doğru bakar. Rüzgar dalgaları oluşturur ve o kız da oluşan o dalgaların üzerindedir. Bu şehir eski bir şehir. Bir İyon şehri. Bu anlamda eserimize de tarihten beri süregelen İzmir kadınının özgüveni, özgürlüğüne düşkünlüğü, güzelliği ve lafını sözünü sakınmazlığı yansıdı” şeklinde açıklamada bulunmuştur. Bornova amazon heykeli Bornova'da 1991 yılında Belediye başkanı Ali Sözer tarafından yaptırılan güçlü, savaşçı Anadolu kadınını simgeleyen heykelidir. Bir elinde ok ve yay, öbür elinde göğe yükselmiş kitap tasvir edilen, sadece savaşçı yönüyle değil kültürleri ve tarihi anlatır. Altında Anaların Anası Kibele'nin kadın savaşçıları Amazonlar. Saygıyla anıyoruz yazılıdır. Bu Heykel yıprandığı için yerinden sökülerek ilk heykeli de yapan heykeltıraş Bülent Ötük, tarafından yeniden yapılmıştır. Amazon heykeli bir elinde Atatürk’ün Nutuk eserini tutarken; güçlü ve savaşçı Anadolu kadınını simgeleyecek biçimde belinde baltası, bir elinde ok ve yay ile tasvir edilmiştir. * Victor Hugo 1829 yılında yayınlanan "Les Orientales" isimli kitabındaki "La Captive" isimli şiirinde ünü batıya yayılan İzmir'i bir prensese benzetir. Dünya edebiyatında silinmez izler bırakan şair Hugo, İzmir'e gelmemesine karşın kentin ününden efsaneli büyüsünden ve bir amazon kraliçesi tarafından kurulup isimlendirilmesinden etkilenmiştir. İzmir bir prensestir Çok güzel, küçük şapkasıyla. Mutlu ilkbaharlar durmaksızın Onun çağrısına yanıt verir. Nasıl vazo içindeki çiçekler gülümserse, O da denizler arasından ışıldar. Hatta Arşipel'in yaratılışından çok daha tutkulu. * Eteklerinde Homerosların binlerce yıllık hikayeleri Saçlarında Denizden esen meltem rüzgarları Yağmura rağmen Kucaklayan Sıcak sımsıcak güneşinle Barışı güvercin kanadında Özgürlüğü mavi aşığı martılarla Penceremiz balkonumuzda ki Yürek dolu sevgileriyle Kumrularıyla Güler yüzlü insanları Sokak başlarındaki Rengarenk çiçekleri ile Hüzünlü bir kadın gibi Şiddetli yağan yağmur sonrasında Kirpiklerine astığın damlaları Körfezinin mavi sularında Raks ettiren sükunetinle Kordon da bir efe gibi Gündoğdu meydanında Bazen içimizi üşüten rüzgarlarıyla Mavi göklere Kardeşlik çağıran Nazımın dizeleriyle Hala güzelsin Hala Sevgi dolu Şimdi gözlerimi kapatıp Rüzgarlarının koynunda Damlayan yağmurlarını Saçlarım ellerim ve yüreğim ile yakalayıp Bir zeybeğin heybeti ile Yüreğimden bir selam çakıp Akşam güneşine Gülümseyeceğim * "İnsanın özü neyse, gözü de onu görür." "İzmir'in dağlarında çiçekler açmaya devam edecektir." Siz siz olun güzel bakın güzel görün . Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum . * Semihat Karadağlı

  • YALAN DÜNYA

    Yıllar ne kadar da hızlı akıp geçiyor, zamana bir türlü ayak uyduramıyor, bir türlü ânı yaşayamıyor, bir türlü olup bitenleri anlayamıyorum. İnsanları tanımaya çalışıyorum, ama nafile buna da gücüm yetmiyor. Yine eskilere gitmeyeceğim; ama çoğumuzun özlediği, hatırladığımızda içimizi ısıtan bir kaç şeyden bahsedeceğim. Çocukluğumuzdan yani; cep telefonsuz, bilgisayarsız, televizyonsuz yaşadığımız, mutlu geçen, sahip olduklarımızın tadına vardığımız, çirkin politikacıların olmadığı günlerden... Evdeki en önemli eğlence aracımız radyolarımızla pikaplarımızdı. Nasıl heyecanla beklerdik radyoda oynayan "arkası yarınları, radyo tiyatrolarını". Derslerimizi, gezmelerimizi, işlerimizi hep onlara göre ayarlardık, kaçırmamak için. Hafta sonlarını ise iple çekerdik, pikapları olan arkadaşlarımızın evlerinde toplanır, yeni çıkan plakları dinlerdik. Berkantları, Cem Karacaları, Adamoları ve daha nicelerini. Sonra her sabah "yazıyoooor, yazıyooor" diye bağıran gazeteci çocuğun kapımızın altından attığı gazeteleri beklerdik heyecanla. Gazeteyi alır almaz bölüşürdük her bir sayfasını evdekilerle, bir an önce okumak için. En güzel arkadaşlarımız olan kitaplarımız, çizgi romanlarımız, dergilerimiz vardı. Almaya paramız yetmese de değiş tokuş yaparak okumalara doyamadığımız Çalıkuşlarımız, Doğan Kardeşlerimiz, Tentenlerimiz... Öylesine meraklıydık ki okumaya, manavdan aldığımız öteberinin konulduğu gazeteden yapılmış kese kağıtlarını bile dikkatlice açar, okur da okurduk. Yetmişli yıllarla birlikte televizyon denilen "gayya kuyusu" girdi yaşamımıza. Bir çocuk kadar masumdu ilk yıllarda, günün belli saatlerinde başlardı yayın ve üç beş saatte biterdi. Bir kaç haber, bir kaç şarkı, siyah-beyaz bir film veya bir dizi ve sık sık arz-ı endam eden "necefli maşrapa"... Bütün ülkenin hep birlikte izlediği tek bir kanal vardı. Seyrettiğimiz diziler, filmler belki çok kaliteli, teknik anlamda çok yeterli şeyler değildi; ama iyiyi, güzeli, doğruyu daha çok vurgulayan sıcacık aile filmleri ve dizileriydi. Çocuk programlarında dünyayı yok etmeye çalışan kahramanlar, ölüm kusan oyuncaklar yerine sevimli "kurabiye canavarları" vardı, "pembe panterler" vardı, birbirini kovalayan Tom ve Jerryler vardı. Ya şimdi, dilim bile varmıyor anlatmaya, aslında bildiklerimiz... Şimdilerde hepimizin bizden daha akıllı telefonları var, en son teknolojiyi ve dünyanın dört bucağını emrimize sunan bilgisayarları var. Sonra günün yirmi dört saatinde içinden kin, nefret, öfke, çirkinlik, dalavere, ahlaksızlık, kavga, yalan dolan fışkıran yüzlerce televizyon kanalımız var... Tabii ki televizyonlar da hayatımızın vazgeçilmezlerinden. Günün her saatinde magazinden, evlenme programlarına; yemek programlarından, yarışmalara; haberlerden dizilere hayatımızın içinde. Kimini şaşkınlıkla, kimini gülümseyerek, kimini öfkeyle izliyoruz. Diziler ise televizyonların temel taşları; her akşam farklı bir dizi, farklı oyuncuları ile bir şekilde evimizin içine giriyor, zamanımızı çalıyor, yaşanması pek de mümkün olmayan hayatlarla insanları hayal alemlerine sürüklüyor. Ama beni en çok kızdıran bunca kötü insanın, birbirini sevmeyen aile fertlerinin, çarpık ilişkilerin, vahşetin, öfkenin ve çoğu kanun dışı yollarla elde edilmiş zenginliğin insanlara normal hayatlar gibi sunulması. Demem o ki sevgi, saygı, namus, adalet, doğruluk, bilgi ve daha nice kavram bir şekilde unutturulmaya çalışılıyor içi boş şeylerle ve bize de o pek çok şeyden mahrum olduğumuz güzel günleri özlemek kalıyor...

  • ALMANYA’DA

    Almanya’da yetmiş iki millet yaşıyor ne el açık ne ayak çıplak yetmiş iki millet yetmiş iki dil yetmiş iki dil kardeş yetmiş iki dilde şarkılar özgür hangi dildeyse sokak başlarındaki şarkı el ele dansa tutuşulan sokağın dili o artık Almanca ise herkesin bildiği ortak dil köprü aynı zamanda diller bahçesinde sokağın görünmez derinlikleri de vardır o derinliklerde yoksunluklar vardır ayrımcılık ve utanma vardır mutlak yenilecektir ancak aynı umuda gülüşlerle çarşı pazar eskiden bizimkiler gibi şen şakrak bir iki üç oyro diye başlıyor etiketler poşetler dolu yüzler neşeli ve sakin merhabayı kimse esirgemez omuz omuza her renk yerlisiyle, göçmeniyle emekçisiyle, emeklisiyle bir de her yer yurt olsa her yerde poşetler dolsa yüzler gülse şarkılar özgür olsa kadına, çocuğa, yurtsuza ve ağaca, kurda kuşa dost olsa cümle alem

  • BİLİNMEYENE

    Ruslar Rize’ye girdi. Of’a yöneldiler. Ordumuz canını dişine takmış ama baş edememiş. Rusların denizden bombalamaları amansız. Trabzon çevresindekiler yollara düşmüş. Erzurum yolu kaçanlarla dolu. Rusların yerli işbirlikçileri yağma, işkence ve katliam peşinde.” Vilayetten, kazadan gelen bu haberler Kuzköylülerdeki endişeyi, korkuyu artırıyordu. Herkes diken üstündeydi. Ruslar yaklaştıkça esir düşmemek için Osmanlıların kaçması gerekiyordu. Kuzköylüler de muhacırlığa hazırlanacaklar. Muhacırlığa da nasıl hazırlanılır ki?!.. Kuzköy’den Osman Çavuş ne yapacağını düşünüyor. Ne yapmalı, nasıl yapmalı, neleri almalı? Fakir bir köyün fakir bir köylüsü. Karısı ve üç çocuğu var. Ali üç, Ömer dokuz, kızı Esma on beş yaşında. Köylüler birbirlerinden ve muhtardan medet umuyorlar. Akşam namazını camide kıldıktan sonra köyün ortasında toplandılar. Birlikte hareket etmeyi kararlaştırdılar. Yol hazırlıklarını tamamlayıp kaymakamlıktan alınacak kesin bilgiye göre yola çıkmanın doğru olacağını söyledi muhtar. Herkes evine dağıldı. Muhtar, ertesi günü kazaya indi. Yolda Trabzon’un yakın köylerinden göçenlerle karşılaştı. Kaymakamlığın çevresi ana baba günüydü. Kaymakam, öğleye doğru bir sandalyenin üzerine çıkıp açıklamalarda bulundu. Vilayetten gelen emirlere göre halkın zarar görmemesi için güvenli bölgelere göç etmeleri gerektiğini söyledi. Rus tehlikesi nedeniyle sahillere ve Erzurum yakınlarına gidilmemesini belirtti. Muhtar, hemen köyü döndü. Bekçiye köyü dolaşıp hane reislerini köy odasına çağırmasını söyledi. Akşama doğru köy odasında toplananlara durumu anlattı. İki gün içinde hazırlanılıp yola çıkılması kararlaştırıldı. Osman Çavuş, ağlamaklı bir suratla eve döndü. Götürülecekler sırtta taşınacaktı. Kuzköy ve civarında at ya da öküz arabası yoktu. Çünkü tabiat buna uygun değildi. Osman Çavuş’un atı, eşeği de yoktu. Avcıydı Osman Çavuş. Tüfek taşımaktan sağ omuzu daha düşüktü. Av için uzağa gittiğinde sığınmak için kıldan küçük bir çadırı vardı. Bu küçük çadır şimdi de işe yarayacaktı. Hem yatağı, yorganı yağmurdan koruyacak hem de içinde gecelenecekti. Yatak yorgan bir çula sarıldı. Biraz mısır unu, biraz peynir, tereyağı, birkaç ekmek paketlendi. Osman Çavuş’un kestiği üç tavuk pişirildi. Birkaç parça giysi bir çuvala konuldu. Giysilerin aralarına bir tencere, bir büyük tas ve tahta kaşıklar yerleştirildi. Osman Çavuş tüfeğini sildi, yağladı. Mermilerini bohçaladı. Üçlü kamasını hazırladı. Yaylagül adlı ineklerini yanlarında götüreceklerdi. İkinci günün sabahı erkenden Osman Çavuş aşağıdaki komşuları Hristo’ya uğradı. Evin anahtarını verdi ve dedi ki: “Hristo evimi, hayvanlarımı, tarlamı, bağımı bahçemi sana emanet ediyorum. Dönersem geri verirsin. Dönemezsem hayrını gör.” Hristo üzgündü. Osman’ı seviyordu. Bunca yıllık komşuydular. Hiç kırgınlıkları olmamıştı. Vedalaştılar. Yola çıkıldı. Herkesin gözü yaşlıydı. Doğup büyüdükleri yerlerden, emeklerinden ayrılıyorlardı. Kıl çadırın içine konulan yatak, yorgan dengini anne yüklendi. Osman Çavuş yiyecekleri doldurduğu köylü-avcı çantasını aldı. Ali’yi de boynuna oturttu. Ömer’in sırtında da küçük bir çanta vardı. Esma giyecek ve bakırların olduğu çuvalı iple yüklenmişti. Ömer sapanını elinden bırakmıyordu. Yola çıkarken anne evin kapısını defalarca öptü. Ev gözden kaybolana kadar da dönüp dönüp arkaya baktı. Evin kedisi Duman biraz yanlarına geldi. Sonra durdu, geri döndü. Köpekleri Panik yanlarından ayrılmıyordu. Osman Çavuş’un tüfeğini gördüğü için ava gidildiğini sanıyor, seviniyordu. Çatak denilen mevkide köylüleriyle buluştular. Komşu köylerden geçilerek Erzurum yoluna ulaşılacaktı. Eşkıyalara karşı silahlar, kamalar alınmıştı. Gençlerden bir grup önden gidip yol emniyetini sağlayacaktı. Öğleye doğru Hamsiköy’e varıldı. Atı, eşeği olanlar daha hızlı gidiyordu. Onlar da bir suyun kenarında beklediler. Her aile suyun yanında bir şeyler yedi. Yaylagül ve diğer köylülerin yanlarında getirdikleri hayvanlar biraz otlanmaya bırakıldı. Sonra tekrar yola koyuldular. Nisan ayıydı ama akşama doğru hava iyice soğumuştu. Allah’tan çocuklar kat kat giydirilmişti. Aileler kocaman ateşler yaktılar. Daha önce kızartılan tavuklardan biri ateşte ısıtılıp yenildi. Ateşin yanında yatıldı. Sabah erkenden Yaylagül’ün sütünden içildi. Yola çıkıldı. Torul’a ulaşıldığından ayaklar ağrımaya başlamıştı. Sıcak suyla yıkanınca ağrılar azalıyordu. Yolculuk devam ettikçe yiyecekler azalıyor, yorgunluk ve umutsuzluk artıyordu. Köylüler yardımlaşıyor ama paylaşılacak pek bir şey de bulamıyorlardı. Ali’nin babası çok yorulmuştu. Osman Usta onu atının semerinin ortasına koydu. Biraz da öyle gidildi. Şebinkarahisar’a yaklaşıldığında Yaylagül artık yürüyemez olmuştu. “Kan tuttu.” dediler. Osman Çavuş kamasıyla kulağını kanattı. Biraz beklediler. Biraz daha yürüdü. Sonra tıkandı, yere çöktü, inlemeye başladı. Komşular “Ölecek, keselim.” dediler. Ömer ve Esma onu öpüyor, okşuyordu. Celep Mehmet, çocukları uzaklaştırıp onu kesti. O akşam etinden bir kısım közde kızartılıp yenildi. Kalan et paylaşıldı. Derisi temizlendi, ilerde çarık yapılır diye Osman Usta’nın atına yüklendi. Günlerce yol alındı. Ayaklar su topladı. Çarıklar bozulmaya başladı. Çocukların çoğu ve Hatuncuk Nene hastalandı. Zaten böyle durumlarda olan çocuklara ve yaşlılara oluyordu. Anne babalar ne yapacaklarını şaşırdılar. Çorbalar pişirildi. Kocakarı ilaçları hazırlandı. Çocuklara ve Hatuncuk Nene’ye içirildi. Bir ara önden giden gençler, geri dönüp eşkıyaların geçitte pusu kurduklarını haber verdiler. Muhacır grubu köyde bekletildi. Köylüler eşkıyaların arkasından dolandı. Hemen hepsi avcıydı. Bazıları da savaşlara katılmıştı, gaziydi. Eşkıyaları ateş altına aldılar. Eşkıyalar yaralılarını da alıp kaçtılar. Yola çıktıktan bir buçuk ay sonra Reşadiye’ye ulaştılar. Havalar ısınmıştı. Çocukların sağlığı da iyiye gidiyordu ama yorgunluk, bitkinlik had safhadaydı. Yiyecekleri tamamen bitmişti. Geçtikleri yerlerdeki köylüler yardım ediyorlardı ama yettiremiyorlardı. Anneler, ablalar çevreden, tarlalardan lahana, pazı, ısırgan gibi otlar toplayıp pişiriyorlardı. Çocuklara da eğlence çıkmıştı. Lahanaların saplarını soydurup kıtır kıtır yiyorlardı. Saçlarda, giysilerde bitler görülmeye başlanınca gündüz sıcağında kül suyu yapılıp gerilen örtülerin korumasında banyo yapılıyor, saçlardaki bitler taranıyor, giysiler de kül suyunda kaynatılıp yıkanıyor, dallara asılıp kurutuluyordu. Gidilen yerlerde, önden gelen muhacırlardan bir kısmı yerleştiğinden daha ilerilere gitmek gerekiyordu. Reşadiye’den Niksar’ın köylerine geçildi. Köylülerden bir kısmı burada kaldı. Köyün muhtarı onları boş evlere yerleştirdi. Hatuncuk Nene iyice ağırlaştı. “Allah’ım, bu yaban ellerde canımı alma.” dedi, durdu. Fazla dayanamadı. Köyün mezarlığına defnedildi. Bu ölüm herkesin moralini bozdu. Niksar’dan Erbaa’ya gidildi. Buranın köylüleri onlara pirinç, patates, kuru fasulye ve un verdi. Yaptıkları bazlamaları, ekmekleri dağıttılar. Kona kalka Suluova’ya, Merzifon’a ve sonunda Osmancık’ın bir köyüne varıldı. Kuzköylülerden buranın muhtarını tanıyan birisi vardı. Kuzköy’den kalan sekiz aile buradaki boş evlere, damlara yerleştirildiler. Kadınlar tarlalarda yerlilere yardım ediyor, onlar da yiyecek veriyorlardı. Köyün muhtarı, eşkıyalardan bıkmıştı. Kargaşalıktan yararlanan eşkıyalar köyün değirmeninde öğütülenlerin büyük bir kısmına el koyuyorlardı. Köylüler değirmene gitmekten korkuyorlardı. Kuzköy’den gelen erkekler muhtarla konuşup değirmeni incelediler. Akşamleyin bir plan yaptılar. Birkaçı köylüler gibi giyinip değirmene buğday götürdü. Silahlarını paltolarının altına sakladılar. Diğerleri çevrede siperlendiler. Atlarla gelen eşkıyalar atlardan inip değirmene girdiler. Yanlarında çuvallar getirmişlerdi. “Buradaki unları çuvallara doldurun.” dediler. Tüfeklerini duvara dayayıp sigara sarmaya başladılar. Bir anda paltoların altından çıkarılan silahlarla teslim alındılar. Ellerini bağladılar. “Bir daha gelirseniz ölürsünüz.” dediler. Köyün dışına çıkarıldılar. Sonraki birkaç gün değirmenin çevresinde nöbet tuttular. Eşkıyalar bir daha görülmedi. Bu olaydan sonra yerlilerle muhacırlar arasında sıkı bir dostluk başladı. Artık Kuzköylüler çeltik tarlalarına, pirince, yufka ekmeğine, öküz arabalarına, sivrisineklere, sıtmaya, sığıntılığa, yeni komşulara alıştılar ama sıla hasreti hiç bitmedi. Dönüş umudu hep canlı kaldı. Fuat ÖZGEN

  • TATLARI ÖZLEMEK

    Evvel zaman içinde Maltızda kor alıp da kok kömürü Çevrile çevrile Kebaba dönerdi mısırlar Mısır da mısır hani… Buram buram kokusu Alırdı mahalleyi. Annem közde severdi, Bense haşlama! Ayrı bir güzel gelirdi damağıma. Şimdilerde bardağa girmiş haşlama Sanırsın şeker değmiş tohumuna! Kimi görsem, Dişlemek varken koçanda Tuzlu tuzlu, Tane kaşıklıyor bardakta!

  • Ne Kalacak Bizden Geriye

    Akşamüstü oturdum yol kıyısına Düşündüm Ne kalacak bizden geriye Balkan yaylasından ve bozkırlardan Kafdağlarına giden şu bulut Sonsuz mevsimlerle esmerleşen Şu toprak ve derin çınar ağacı Biz yokken de vardı Çocukların şu gülen sarı feneri Ayışığı Ve ıssız balkonlarda Kırmızı biberlerle üzgün yaşlıları Aynı mandalda kurutan güneş Çayırda gölgeler bırakacak Dalgın yeryüzünden çekilirken Kalabalık çarşılara tortusu Çökecek Tüccarın kanpazarından Mezarlığa taşıdığı paranın Değirmeni döndüren ter ırmağı Kuruyunca ardında tuz kalacak Ve bir anı öfkeli işçilerden Sinirli kediler bir tekir şerit Olacak Ve bir çöl esintisi Dörtnala kaybolan Arap atları Bir çavdar haritası çizecek Bozkırı terk eden tarla faresi Kuş tüyleri gökyüzünün camını Buzlu yazılarla donatacak Her şey değişiyor ama ne yapsak Duracak Tarihin uzun duvarı Taşlara kırmızı izler bırakan Ve aynı kıyıdan yürüyen köle Silecek kralların adını Gene de karanlık dağ başlarında Yarın bir kin gibi hatırlanacak Kanlı soy ağacının dalları Kiraz ve kamıştan kavalımızın Sesleri Dağılıyor havada Bir kuyu ağzından geçiyor gibi Rüzgarı mor fistanlı zamanın Bu güzel şarkı da unutulacak Kıyımlar acılar kanlar içinde Savrulurken yaşadığımız günler Bu soruyu mutlaka soracaksın Ne kaldı ne kaldı bizden geriye? Ekleyen: Nurten B. AKSOY

  • En Güzel Aşk Şiirleri

    Pek çok kişinin heyecanla beklediği, hazırlıklar yaparak ülke ekonomisine (!) katkıda bulunduğu Sevgililer Günü geldi. Biz de böylesi bir güne usta şairlerin kaleminden çıkmış en güzel aşk şiirlerini derleyerek katkıda bulunalım istedik. Tüm sevenlere kutlu olsun… Aşk Olsa Gerek – Cezmi Ersöz Öyle tutkuluydun ki hayata başlarken… Şimdiyse küçücük bir çiçek teselli ediyor seni… Aradaki o büyük boşluğun adı, Aşk olsa gerek… Kimi Sevsem Sensin – Atilla İlhan her şeyi terk ettim / ne aşk ne şehvet sarışın başladığım esmer bitiyor anlaşılmaz yüzü koyu gölgeli dudakları keskin kırmızı jilet bir belaya çattık / nasıl bitirmeli gitar kımıldadı mı zaman deliniyor kimi sevsem sensin / hayret kapıların kapalı girilemiyor * * * kimi sevsem sensin / senden ibaret hepsini senin adınla çağırıyorum arkamdan şımarık gülüşüyorlar getirdikleri yağmur / sende unuttuğum hani o sımsıcak iri çekirdekli senin gibi vahşi öpüşüyorlar kimi sevsem sensin / hayret in misin cin misin anlamıyorum… Son Aşk-Ahmet Muhip Dıranas Son aşkımdır bu -sen- ve son çile, Günümün son fecri, sonu artık; Giriver inince gün, aralık Kapımdan gelinlik elbisenle Onu sevmekle geç, ey yaşamak! Anılar Defterinde Gül Yaprağı-Cahit Zarifoğlu Anılar defterinde gül yaprağı gibi Unutuldum, kurudum Başıma düşmüş sevda ağı Bir başıma tenhalarda kahroldum Sen kim bilir Rüzgarlı eteklerinle Kim bilir hangi iklimdesin… Seni Sevdim-Gülten Akın Seni sevdim, Seni birdenbire değil usul usul sevdim. ‘Uyandım bir sabah’ gibi değil, Öyle değil nasıl yürür özsu dal uçlarına Ve gün ışığı sislerden düşsel ovalara… Seni sevdim… Artık tek mümkünüm sensin… Beyaz Sevda-Yusuf Hayaloğlu Sen mapusta solan gülsün her yanın duvar Sen ağlama kan olur bana o yaşlar Sen hayatın küskünüsün acının suskunu Sen yaylada bir baharsın, tarlada rüzgar İçimde sana dair bembeyaz bir sevda var Sen Toros’ta yağan karsın tarlada rüzgar Sakın esme toz olur kapanır yollar Sen eylemin yangınısın hayatın çılgını Tenimde sana dair ürpertiler var Sen Munzur’da akan çaysın yaylada bahar Sen gülünce gül açar yine dağlar Sen sevincin dudağısın sevdanın sapağı Sazımda sana dair esintiler var… Aşk-ilhan Berk Sen varken kötü diye bir şey bilmiyorduk Mutsuzluklar, bu karalar yaşamda yoktu Sensiz karanlığın çizgisine koymuşlar umudu Sensiz esenliğimizin üstünü çizmişler Nicedir bir pencereden deniz güzel değil Nicedir ışımayan insanlığımız sensizliğimizden. Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar… Kara Sevda-Bedri Rahmi Eyüboğlu …ve nihayet gelip çattı Bir dilimi zehir zıkkım Bir dilimi candan tatlı. Masallarla indi yere Sebil oldu cümle hikayelere Kara kara kazanlarda kaynadı Diyar diyar al kanlara boyandı Türkülerde ateş alev yandı tutuştu Gördes kiliminde nakış Minyatür bahçelerinde suret kesildi. Ve nihayet gelip çattı Elveda belirsiz bedava sevince Uçan kuşa eşe dosta elveda Bütün haşmetiyle gelip çattı Bir dilimi zehir zıkkım Bir dilimi candan tatlı… Bitti O Sevda-Edip Cansever Bitti o sevda kesildi çığlıkları martıların Su gibi bitti, suya karşıt gibi bitti İtti kıyıyı adına deniz dediğimiz bir şey Unuttuk ikimiz de her türlü yetinmezliği Kaybetti kumarda gözlerim Kaybetti kumarda gözleri. Bir kuru rüzgarlandı göğüs boşluğumuzda sanki Uzaklaştı ağaçlar birbirlerinden Yakınlaştı ağaçlar birbirlerine Yani her soluk alıp verişimizde bizim Bir mekik gibi kalbin Bir mekik gibi kalbim İşleyip durdu bu yitikliği yeniden. Ne kaldı Farkında mısın bilmem Gündüzler Gündüzler biraz azaldı… Terk Etmedi Sevdan Beni-Ahmed Arif Terk etmedi sevdan beni, Aç kaldım, susuz kaldım, Hayın, karanlıktı gece, Can garip, can suskun, Can paramparça… Ve ellerim kelepçede, Tütünsüz, uykusuz kaldım, Terk etmedi sevdan beni… Sevgilim- Murathan Mungan Sevgilim, yetimim benim, aylar nasıl geçiyor zaman hiç geçmezken kapılar kapalı, dünya buzlu cam uyuşmuş gözlerimin önünde hayat akıp gidiyor, hiç kımıldamadan ikimizin yerine dinliyorum sevdiğin şarkıları siyah tişörtünü giyiyorum yatarken gömleklerini, kazaklarını, kokunu senin rüyalarını görüyorum, ölür gibi uyurken gün boyu elimde kahve fincanı kapıyı açmıyorum telefonlara çıkmıyorum başını bekliyorum, geleceği olmayan hatıraların Sevgilim, yetimim benim, nasıl da kayıtsız gülüyorsun hayata öldüğünden haberi yok fotoğraflarının… Ahmet Erhan-Sevgilim Elinden şekeri alınmış bir çocuk gibi kaldım Yokluğunda… Yağmur yağar, kar yağar Günler kısalır, geceler uzar On parmağımın üstüne on mum yaktım Gecesefalarının gündüz yalnızlığıydım *** Ateşböcekleri ışıtır gecemi. Hepsi bu Kanar bir yerlerim: Sevgilim Ufkunda bir yalnızlık aylasıyım Bir delta gibi genişleterek yokluğunu Sevgilim. Hep geceye sakladım sende bulduğumu… Derleyen Nurten B. AKSOY

  • Hava Ayaz

    Gözler yok Uzak ve karanlık bakışlar Bulut bulut gökyüzünden Kalem yağmurlardan alıyor ilhamı Hava ayaz Uzayan gece kör Sırası Dize dize Yürekte mevsim Aralıksız kar yağışı Savruldukça kaybolan Kayboldukça kolundan Bacağından değil Sığlaşan ufkuyla Nutkundan azalan Hangi dağın başına konsa eksik Hangi kaldırım taşında erise yitik Üşüyen Savrulan bir kar tanesiyiz şimdi Emzikli bir annenin duasına sığdırsın bizi zaman #aydogmuszeliha

  • ŞİİR ÜZERİNE SÖYLENMİŞ GÜZEL SÖZLERDEN

    Yetkin kişilerce şiir üzerine söylenmiş pek çok söz vardır. İşte size birkaçı... Şiir, sözle musiki arasında fakat sözden ziyade musikiye yakın bir türdür. Ahmet Haşim Şiir, gökyüzüne çizilmiş resimdir. Goethe Bir kavganın, bir mücadelenin, çiçek açan hayatın dilidir şiir. Zülfü Livaneli Şiir, insanın görünmez yüzüdür. John Perse Bilim aklın şiiridir. Şiir de yüreğin bilimidir. Maksim Gorki Manası anlaşılabilen şiir, gerçek şiir değildir. T.S. Eliot Şiir büyük zekaların rüyalarıdır. Alphonse De La Martine Şiir, tek kişilik bir zevktir, yalnızlığın sanatıdır. Jeffrey Moore Şiir, bir köpük kadar yeni, bir kaya kadar eskidir. R.W. Emerson Şiir, sesle anlam arasında o uzayıp giden kararsızlık. Paul Walery İyi şiir, insan idrakini tatmin etmez, allak bullak eder. Montaigne Şiir, zeka ülkelerinde, uzun ve üzücü yolculuklardan doğan şeydir. Balzac Şiir, konuşma ile susmayı bir araya getirmektir. Thomas Cariyle Bazıları şiir sevmez, çünkü onların yaraları yoktur. Attila İlhan Şiirin düz yazıdan farkı şudur: Az kelimeyle çok şey söylemek. Voltaire Şiir, düşünceyi duygu haline getirinceye kadar yoğurmaktır. Yahya Kemal Beyatlı Şiir, insanlara bütün hayatı boyunca eşlik eden felsefedir. A. Tarkovski Yalnız şiir okuyarak şiir yazılamayacağını anlatmak istedim ona. Cemal Süreyya Şiir, kurşun rengi dünyayı mavileştirir, açmayan güneşi açtırır, yağmayan yağmuru yağdırır içimize, dışımıza. Oktay Akbal Şiirin yüceliği, çok denenip varılamamasından değil, birkaç şairin varmış olmasındandır. Özdemir Asaf Şairin şiiri, onun kişiliğidir; bütün hayatıdır. Bu anlamda şiirsel yapının, neredeyse, organik bir şey olduğunu düşünüyorum. Yaşayan, kımıldayan, soluk alıp veren bir canlıdır. Ataol Behramoğlu Burada bir şiir var. Beni deli eden şeyleri ne kadar açık söylüyor. Siz beni anlamıyorsunuz. Sabahattin Ali Bilirim kim dokunsa şiire eline bir kıymık saplanacak. Didem Madak Hem aynı kalan, hem de değişen bir şeydir şiir. Hilmi Yavuz Zor olan diyor şairin hayatını yaşamaktır. Yazmak sonra gelir hep. İlhan Berk Şiir, matematik gibi kolaydan başlanılıp öğrenilemez. Kolaylık, bir beğeni olarak yerleşiverir insanın kişiliğine, sonra da kolay kolay değiştirilemez. Turgut Uyar Şiir, sözcüklerle güzel biçimler kurmak sanatıdır. Hangi sözcük, hangi sözcükle yan yana geldiğinde nasıl bir ışık ortaya çıkar? Bunu bilmek gerek. Cahit Sıtkı Tarancı Ayakkabı gibi ne bol gelmeli biçim, ne de dar. Tam oturmalı şiirin muhtevasına. Arif Damar Şiir, sözcüklerin dinidir. Mallarme Bir şiir, yalnız o şiire giren sözcükler değil, bir de girmeyen sözcüklerden meydana gelir. Salah Birsel Şiiri yöneten tek bir şair yoktur. Pablo Neruda İlimsiz şiir, harcı ve hesabı olmayan duvar gibidir. Fuzuli Ben kendi payıma bir iki iyice şiir yazdımsa, bunların tümünün içeriğini önceden iyice pişirdim. Nazım Hikmet Gül ıtırıyla selamlar sabahı, şair yaratır. Öyle seveceksin ki kelimeleri, yalnız senin için raks edecekler. Kelimeler de bütün sevgiler gibi kıskanç. Senin olmalarını istiyorsan, onların olacaksın, yalnız olacaksın. Cemil Meriç Duygular, düşünceler sözcükleri değil; sözcükler duygularımı yönetiyor. Ressam Degas'ın “Çok güzel duygularım var ama şiirde başarıya eremiyorum. Neden?” diye sorması üzerine Mallarme; “Dostum, şiir sözcüklerle yazılır. Herkesin duyguları, düşünceleri var. Yetseydi herkes şair olurdu.” Melih Cevdet Anday Dilin demir iskeleti olacaktır şiir. Paul Eluard Derleme - Fuat ÖZGEN

  • DOĞADA AYAK İZLERİ

    - Emiralem& Karagöl-17.02.2019-13 km- Bir gün akşam en önemlilerinden biri ile başladım yürüyüş malzemelerimi toplamaya. Ayakkabı, termal, sırt çantası derken beni sırtında taşıyacağına inandığım malzemeleri bir bir alıvermiştim farkına bile varmadan. Yürüyüşe çıkmak için karar verdiğimde “seni Karşıyaka vapur iskelesinden alacaklar” demişti sevgili Mülazım. Beni Karşıyaka Vapur İskelesinden aldı bizi götürecek olan araca. Uzun bir arayıştan sonra bulmuştum beni alacak olan aracı. Önüme gelen sırt çantalıya soruyordum “Kardak mı? “ diye. Nihayetinde Karşıyaka’nın renklerinden oluşan polar montu ile Ahmet Bey beni arıyordu. Ortalıkta safça dolaşan bir acemi yürüyüşçüyü her halinden tanırcasına bulmuştu. Başlangıç noktasına gittiğimizde araçla, her şeyin nasıl olacağını biliyormuşçasına herkes aracı hızla boşalttı ve yürüyüş sorumlusunun yaptırdığı esneme ve spor hareketlerine başladılar iştirak ettiğim şaşkın bakışlarım arasında. Sempatik zorlamayan bir eda ile spor hareketleri bitince yürüyüşe başlamıştık heyecanla. Ben acemi olduğum kadar heyecanlıydım da ama eski yürüyüşçülerde anlam veremediğim şekilde en az benim kadar heyecanlıydı. Spor ayakkabısına güvenemediğimden ilk yürüyüşüm azimli ama bir asker botunun içinde geçivermişti de konçları bileklerimi vurduğunda ilk işim ilk aldığım yürüyüş malzemesini giymek olmuştu bir dahaki sefere. Ucuz bir ayakkabı idi ama rahattı. Oldukça heyecanlı başlamış ve heyecanlı geçmişti sabah sporundan sonra Emiralem & Karagöl parkuru. Kah yamaç çıktık kah düzde yürüdük ama iyi terlemiştim dar patikanın üzerine termalin içinde. Üşümemek için giydiğim kat kat giysiler ıslandıkça terden onlardan nasıl kurtulurumun hesabı sarmıştı içimi. Yürüyüş sorumlusunun verdiği ilk molada Mülazımın sayesinde kurtulmaya çalışmıştım onlardan en kısa zamanda hem tatlı serzenişi hem de ders verir sözleriyle. İğne yapraklı çam ağaçlarının döktüğü zor kuruyup da dökülen yaprakların altına gizlenen kozalakların yürüyüşçülerin korkulu rüyası olduğunu orada öğrendim birkaç defa düştükten sonra. İlk yürüyüşüm ilk doğa ile tanışmam ve doğada ilk mutluluğum. İlk defa çıktıktan sonra “keşke daha önce çıksaydım, bu adımları doğada daha önce atsaydım” diye düşündüm kendimce güzergah boyunca. Eksilen suları tamamlayarak yürüyorduk molalarda. Öğle saatlerine yaklaştıkça yürüyüşün verdiği hararete günün öğle ısısı da eklenince terimiz artar olmuştu. Ağaçların arasında ilerlerken bir öndeki yürüyüşçünün suhunetinden vücudundan buharlar çıkıyordu. Bu eşsiz manzaraya ilk defa şahit olmuştum. Terimizde bizimle birlikte yürüyen bir buhar bulutu yürüyordu adeta. Artan terimizden ana mola yerine yaklaştığımız belli oluyordu. Acıkmaya da başlamıştım ilerleyen günün ortasına yaklaştıkça erken kalktığım günde. Sırt çantası ile birlikte yürümeye yardımcı olan batonlarda vardı alışık olmadığım. Kollarımı da onlar yoruyordu “olmasa olmaz mıydı?” diye düşünürken elime aldığım batonları yürüyüş liderimiz “batonlar senin destekçin adeta üçüncü elin üçüncü ayağın onlarla birlikte yürümeyi öğrenmeli, hatta alışmalısın ” diye arkamdan seslendiğinde anladım ki, onlarsız olmayacak. Kollarım ağrısa da onları kullanmaya başlamıştım. Yoruluyordum ama mutluluk da veriyordu bu adım adım ilerlemeler. Tel örgünün içine girince hemen bir mangal ateşi yakmakla kendimizi meşgul etmeye başladık kış güneşinin altında. Getirdiğimiz sucukları kızartıp öğle molası yemeğimizi yiyecektik. Çok uzun bir zaman sürmedi iki üç dal parçasını tutuşturup kor ateş haline getirmek. Bu iki parça sucuğu kızartarak hayatımda yediğim en lezzetli öğle yemeği olmaya yetecekti benim için. Çok fazla oyalanmadan kısa olan kış günlerini bitirmeden bir an önce İzmir’e dönüş yapmak üzere dönüş yoluna koyulduk birçok yürüyüş arkadaşımla birlikte yine yüksek çam ağaçlarının arasından inerek. Kısa sürmüştü inişimiz çıktığımıza nazaran. Daha kısa molalar vermiş, ilk tanıştığım bir etkinliğin içinde buldum kendimi daha amacını anlamadan; sessizlik etkinliği. Yaptığımız sessizlik etkinliğinden sonra benim gibi ilk katılan yürüyüşçü arkadaşları başkan diğer kulüp arkadaşlarına tanıttı. Artık kendimi bu kulübün bir üyesi gibi görmeye başlamış, bir doğasever doğa yürüyüşçüsü olmuştum. Yaklaşık 12/13 km’lik bir yürüyüşün ardından şırıl şırıl akan derenin yanında bizi bıraktığı yerde bekleyen aracın yanına gelmiştik. Derenin o şırıltılı sesi bütün yorgunluğumu alıvermiş, mutluluğuma mutluluk katıvermişti. Aracımıza bindik koltuğumuza oturduk. Araç hareket etmeden yaşadığım yanlış koltuğa oturmam ile başlayan gerginlik yeni oluşan bir dostluğun başlangıcı oldu. Bu dostluğun adı Birsen hanım’dı. Eve geldiğimde giydiğim botlar bileklerini vurmuş, ilk defa taşıdığı çantanın ağırlığından sırtımda oluşan bir ağrı ile eve geldiğimde yorgun ama mutluydum. Yorgun ama şaşılacak şekilde mutlu, yorgundum ama yine şaşılacak kadar da dingin. Acaba gelecek hafta nereye gidecektik. Yine sucuk pişirecek, ekmek arasında yiyebilecek, dahası aynı lezzeti alabilecek miydim? Her şeyden öte arkadaşlığın, kulübün, samimiyetin ve ciddiyetin adı belli olmuştu: KARDAK.

  • HARBİYE CENGAVERİ

    Güney illerini hep merak etmişimdir. Dernek başkanımız kültürel bir etkinlik için Hatay’a gideceğimizi söylediğinde sevindim. Hatay’a indiğimizde Amik Gölü ve Ovasının havaalanı olduğunu, Asi Nehri’nin asiliğinden eser kalmadığını gördükten sonra yöresel yemekler ve esirgenmeyen dostluklarla avunup kapalı çarşılarda dolaştık. Meşhur tatlılar, acı salçalar, defne sabunları satın alındı. Herkes çok yorulduğundan Harbiye’deki otelimize dönme kararı verildi. Kapalı çarşıdan çıkıp çevredekilere minibüse nereden binebileceğimizi sorduk. Tarif edilen cadde üzerinde ikişer üçerli gruplar halinde ilerlemeye başladık. Gruplardakiler satın aldıklarıyla ilgili fiyat karşılaştırmaları ve yorumlar yapıyorlardı. Minibüse bineceğimiz Kurtuluş durağına geldiğimizde herkes sıcaktan iyice bunalmıştı. Durakta 3-5 kişi bekliyor. Bir minibüs geliyor. Oldukça yeni ve büyükçe. Duraktaki hanım bu minibüsün başka bir yere gideceğini söylüyor. Bu durum bir kez daha yineleniyor. Hanım, Harbiye minibüsünün birazdan geleceğini söylüyor. Herkes sabırsızlanıyor. Biraz sonra Harbiye cengaveri görünüyor. Çok yaşlı bir pejo. Adeta dökülüyor. Hararet yaptığından önde radyatörün koruyucusu çıkarılmış. Simsiyah radyatör minibüse acayip, anlatılamayan bir görüntü kazandırmış. Grubumuz kalabalık olduğu için hanım arkadaşlar binmek istemiyor. Erkeklerin “Sıcakta beklemeyelim, sıkışırız. Hadi!” sözleri üzerine biniyoruz. Erkekler ayakta, hanımlar oturuyor. Şoför hareket ediyor. Kapıyı yavaşça kapatmamızı söylüyor. Şehrimizde minibüs kapılarının şoförün önündeki düğmeden açılıp kapatıldığını düşünerek şoförün isteğini yadırgıyoruz. Motor hırlaya hırlaya yol alıyoruz. On kişi olduğumuzu söyleyip şoföre yirmi beş lira uzatıyorum. Parayı uzunca bir süre elinde tutuyor. Acaba üste para mı isteyecek yoksa para üstü mü verecek diye düşünüyorum. Nihayet yirmi lirayı cebine, beş lirayı önündeki kutuya koyuyor. Şoförün yanındaki iri yarı adam yüksek sesle arapça bir şeyler söylüyor. Şoför bazen başıyla, bazen eliyle müdahil oluyor. Bazen de arapça konuşuyor. Durakta bekleyenleri görünce sinyal minyal vermeden durağa yanaşıyor. İnen ve binenler oluyor. Boşalan ikili koltuğa oturuyorum. Bir durak sonra iki çocuğuyla bir hanım biniyor. Yerimi ona veriyorum. Oturuyor. Çocuklarını yanına sıkıştırıyor. Sonra benim yaşımdan rahatsız olmuş olacak ki çocukları kaldırıp benim oturmamı istiyor. Kendisine rahatça oturmasını söylüyorum. Şoför sıcaktan iyice bunalmış. Araçta klima yok ya da çalışmıyor. Yüzünü saçsız başını ter basıyor. Konsoldaki küçük yeşil havluyla önce yüzünü sonra başını siliyor. Bez kir içinde. Eski kamyon, otobüs şoförleri gözümün önüne geldi. Onların bezleri de hem arabalarını, hem ellerini hem de yüzerini silmek içindi. Yanımda ayakta duran Necla arkadaşla göz göze geliyoruz. Hafiften gülümsüyoruz. Minibüs sağa sola yalpalayarak ilerliyor. Yol çalışması yapılan yere geliyoruz. Gidiş-geliş aynı yolda. Belli ki direksiyonda boşluk var. Şoför habire direksiyon çeviriyor. Sanki keskin virajlı dağ yolundayız. Ani fren yapınca koltuklar öne doğru kalkıyor, sonra iniyor. Kalabalıktan, sıcaktan, külüstürden iyice bunalmışken otele yaklaştığımızı farkediyorum. Otelin önünde iniyoruz. Hatay’ın en önemli semtinin hattında böyle araçların çalıştırılmasına şaşıyor, Harbiye cengaverini uğurluyorum. Fuat ÖZGEN

  • ÇÜRÜMÜŞLÜK

    Gönlü yalnızdı. Ormanlıkta ağaç arar gibi değildi; ama ağacı gönülle açıklamak olur muydu hiç? Sadece, gönlü yalnızdı seveni edeni çoktu çünkü! Onunla konuşmak, bir şeyleri paylaşmak, fikir teatisinde bulunmak. Bu durum, ne ak düşen sakallara, ne de dökülmüş saçlaraydı. Bu özü sözü birliğe idi. Özü sözü bir olmak demek adam olmak demekti. Adam gibi adamın tanımı budur işte. Sözlükte yazılanlar bu kadar etkileyici midir? Lise yıllarından beri, iki yüzlülükten, oportünizmden nefret ederdi… Seveni edeni çoktu ya gönlü yalnızdı ya! Yine de bir Allah’ın kulu ile paylaşmamıştı sırlarını. ”Sevgi ayrı, güven ayrı,” derdi. 78 kuşağının karakteristik özelliğiydi bu. Akşam vakti arkadan gelen araba ışıkları, arkasında yürüyen insanlar, tanımadığı birinin yüzüne gülmesi… Oysa onu anlayan, onu dinleyen, dinlemekten öte ona güven veren biri… işte buydu onun koca çamlıkta işine yarayacak bir ağaç bulamaması. Anlatamadığından gönlü gibi düşünceleri de mi pas tutmaya başlamıştı ne? “Bir seni, bir onu, Bir de sarp kayaların kardelenini, Bir de narçiçeğini, Bir de meşeli tepenin vefasızını, Unutamadım bir zaman, bir seni, bir de onu…” demişti ya! Ne demişse demiş, gönlü pas tutmuştu işte… Öğrencilerini çok severdi. Kızı erkeği ayırdığı yoktu. Ortaokul yıllarının ilk günlerinde yaşadığı ayrımlar gözünün önüne gelince o anlı şanlı nerde o eski öğretmenler lafını duydu mu, “hadi canım sende” derdi. En çok ilgilendiği sınıfın en arkasında oturan öğrencileriydi. Her derste onlardan birini yoklar, onların dersten kopmalarına izin vermezdi. Okuduğu kitapları, izlediği güzel filmleri önerirdi. Türkiye ve dünya gündemi derslerinin en zevkli tarafıydı. “Kendilerini buluyor benim öğrencilerim, demokratik bir ortamda konuşturup tartıştırıyorum onları,” derdi. O gün Ali Öğretmen, ağarmaya yüz tutan bıyıklarıyla oynarken, bir yandan bıyıklarının ucundan tutup koparıyordu. Siyah gözlerinin çevresi, ateş tuğlası gibi kıpkırmızı kızarmıştı. Yerinde duramıyor, sınıfın bir tarafından öte tarafına, hızlı hızlı gidip geliyordu. Gidip gelirken de başında kalan üç beş saçı yoluyordu. İki aydır sicilli bir tansiyon hastası olup çıkmıştı. Biraz canı sıkıldı mı, küçük tansiyonu on ikinin – on beşin üstüne çıkıveriyordu hemen. Ali öğretmen sınıfta olduğunu unutmuş: “Bu kadarı da olmaz, bu kadarı da olmaz!” Diyor ,başka bir şey demiyordu. Ali Öğretmeni hiç böyle görmemişlerdi. Bildikleri, tanıdıkları Ali Öğretmen gitmiş, yerine başka biri gelmişti. Bu yeni öğretmenle, bu suratsız adamla sene sonu nasıl gelirdi? Adam barut, adam ateş gibi bir şeydi, adam deli gibi bir şeydi. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ali Öğretmen’in yürüyüşünden, bahçede ötüşen kuşların sesinden gayrı bir ses duyulmuyordu. “Ben yirmi beş yıldır bir öğrencimin kulağını çekmedim, bir öğrencimi disiplin kuruluna vererek ceza almasına sebep olmadım; ben, hep dilimi bal ettim. Dilimi bal ederken, acılarımı içime attım. En sevdiğim insanları kaybettim. Yine de bir güne bir gün işimi savsaklamadım.” Bu yılın son sınıflarının davranış bozukluğu okulda çalışan herkesçe biliniyordu. Sevginin, disiplinin yerini iltimas almıştı. Top sakallı, küpeli, kot pantolonlu, garip garip giysili öğrenciler… Tuvaletlerde sigara içmek artık sıradan bir disiplin vakası olmuştu. Dilediği saat derse giren, dilediği saat dersten çıkan, özürsüz devamsızlığın öyle veya böyle hallolacağını bilen anlayış… O gün yine son sınıf öğrencileri, tuvalette bir araya gelmiş, sigaralarını içiyorlardı. Tuvaletten çıkan duman, koridorda insanın boğazını yakıyordu. Ortalık duman altı, sanırsınız, inden tilki çıkarıyorlar sanki. Ali Öğretmen sigaranın yanında çay içtiklerini biliyordu. Koridor duman altı, hele sesleri... O gün yine iyice azıtmışlardı, sigaranın yanında çay, inanılır gibi değil! Tuvaletin ortasına bir öğrenci sırası, üstünde karton çay bardakları... Çürümüşlük, tepeden tırnağa çürümüşlük, hayatın diğer alanlarında gördüğümüz ülkenin geleceği açısından çok ciddi milli bir mesele olarak ele alınması lazım! İkinci dersin teneffüsüydü. Ali Öğretmen, nöbet yerine doğru istemeye istemeye gitti. Tuvaletten de sesler geliyordu, tuvalet kapısından içeri şöyle bir baktı: Ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmış, tutulup kalmıştı. Yirmi beş yıllık öğretmenlik anlayışı, yerle bir olmuş. Olur; ama bu kadar da olmaz! Ali Öğretmen şimdi bir açmazla karşı karşıyaydı. Ülkemin yarını, geleceğimizin teminatı dediğimiz bu çocuklar öğretmenlik anlayışını yere sermişti... “Utanmak sıkılmak yok mu sizde, bu nasıl bir davranış; yazık, çok yazık!” Ali Öğretmen, öfkesini yenemedi. Bu sineye çekilecek, bir başına halledilecek bir sorun olmaktan çok öte bir şeydi. Tuvaletin, kapısını kapatıp iki öğrenciyi idareye haber vermesi için gönderdi. Bu sırada gürültüyü duyan üç beş öğretmen de oraya gelmişti. “Hocam ne oldu, yapacağımız bir şey var mı diye soranlara bekleyin biraz sonra her şeyi gözlerinizle görürsünüz. Bunlar bizim eserimiz. Bunlardan gelecek olur mu, Allah’ınızı seversiniz, ne olur doğru söyleyin, bunlar bizim insanımız mı?” Durmuş Müdür, Eğitim Şefi Osman, Muavin Belgin, beş dakika sonra oradadır. Oysa onları yerinde bulmak şanstan öte bir şeydi. Yerlerinde bulsan bile telefonla iş takibi yapmaktan seni duymazlardı. Eski eğitim şefi, dayanamamış, istifa etmişti. O anda yönetim kadrosu değerlendirme toplantısı yapıyormuş, tesadüf bu ya! “Ali Öğretmen, siz kapıyı tutun, biz Osman’la içeri girdikten sonra, Belgin de isimleri yazsın!” Muavin Belgin tespit ettiği on beş öğrencinin isimlerini not defterine yazdı. “Müdür Bey, Ali Bey’in dilekçe vermesi lazım, çünkü nöbetçi öğretmen o; hem de olayı en iyi bilen kişi. Aksi halde bizim işlem yapmamız mümkün olmaz!” “Evet, Belgin doğru söylüyor!” Eğitim Şefi Osman: “Bence de!” “Osman, Ali Bey dilekçeyi milekçeyi hazırlarken sen de, disiplin kurulunu topla, bugün neticelendirelim. “Tamam da Müdür Bey de…” “Ne var Osman?” “Disiplin kurulu üyelerine her şeyi yaptıramıyoruz!” “Sen de öğretim yılının başında kime sözün geçecek, onları seçtir kardeşim, sene başındaki kurulda işi ciddiye almıyorsun, şimdi de geçmiş karşıma adamlar dediğimi yapmıyor diye şikayet ediyorsun!” “Tamam Müdür Bey, seneye bunu halledeceğim!” “Ali Bey oyalanma hemen dilekçeni yaz!” “Olur mu?” “Olur, olur, bal gibi olur!” Ben hayatımda hiçbir öğrencimi disipline vermedim, bundan sonra da böyle bir şey yapmayı düşünmüyorum! Siz de gördünüz, tuvaletin ortasında bir öğrenci sırası, üstünde… Ben neden dilekçe vereyim, siz idarece tutun bir tutanak, daha sağlam olmaz mı?” “Senin dilekçe vermen lazım!” “Neden dilekçe verecekmişim, gereğini siz yapın!” “Yönetmelik öyle, yönetmelik öyle!” “Benim böyle bir yönetmelikten haberim yok!” “Sen nereden bileceksin, her gün yönetmelik değişiyor, yönetmelik demese bile, ben diyorum, dilekçeyi sen vereceksin!” “Tamam o zaman, madem siz emrediyorsunuz, öyle olsun!” Ali Öğretmen, dilekçeyi Osman’a verdi, o da havale işlemlerini Durmuş Müdür’e yaptırıp disiplin kurulunu topladı. Osman! Halil’in Del Osman, Birer dilim bostan, Yan gel Deli Osman!” Disiplin cezası alan öğrenciler, arkadaşlarıyla bu tekerlemeyi söylerdi. Osman okulda halledemediği vak'aları üst kurulda hallediyordu. Bu sefer mesele öyle basit değildi, buna siyaset de müdahil olacağa benziyordu. Daha o gün disiplin cezası alan öğrencilerden birinin annesi okula avukatını getirip Osman Bey’e: “Osman Bey, oğluma tuvalette sigara içti diye ceza verecekmişsiniz, bu yanlış, bakın avukatım size doğruyu anlatacak! Sigara kötü bir şey olsa bakkalda, çakalda açık açık satılır mı? Uyuşturucu kötü bir şey, bakın ulu orta satılıyor mu? Satanı buldular mı anasını ağlatıyorlar, biliyorsun. Lütfen ceza vermeyin çocuğuma; yoksa pişman olursunuz! Avukat Erol Bey, siz de bir şeyler söyleyin, robot gibi durmayın öyle!” ”Pakize Hanım anlamaya çalışıyorum. Siz hiçbir şey anlatmadınız ki!” “Sen sordun mu ki?” “Soracaktım, fırsat vermediniz, arabada gelirken, “ben bunlara sorarım,” dediniz durdunuz! Bir şey diyecek oldum, sözümü kesme dediniz.” Disiplin kurulu toplandı, ateşli tartışmalardan sonra kararını açıkladı. “Disiplin yönetmeliğinin 16 maddesinin 5. fıkrasına göre okuldan tasdikname ile uzaklaştırılmalarına karar verildi." Okulda bugüne kadar, kimse böyle bir ceza almamıştı. Dersten kaçanlara, okul eşyalarını tahrip edenlere, törenden kaçanlara, öğretmenlerine küfredenlere, arkadaşları ile uygunsuz davranışta bulunanlara, sigara içenlere… ses çıkarmayan okul yönetimi bugün nasıl olduysa olmuş, böyle bir ceza vermişti… Aradan bir ay geçmiş, okulda her şey normale dönmüştü. Dış kapıdaki güvenlik görevlisi bir bahane ile Ali Öğretmen’i kapıya çağırdı. Kapıya gelen Ali Öğretmen: Ali Öğretmen, kim çağırdı, neden çağırdı, demeye kalmadan, beş kişinin aynı anda silahları kendine çevirdiğini görünce, korkudan dondu kaldı. “Ali Öğretmen sana yakışmadı, Durmuş’un oyununa geldin, sana yakışmadı!” “Ali Hoca, Osman’ın oyununa geldin, sana yakışmadı!” “Ali Öğretmen, Karayılan’ın oyununa geldin, sana yakışmadı!” “Biz seni severdik Ali Hoca; ama biz bedel ödedik, sen de bedel ödemelisin!” “Yapamayın çocuklar, yanlış yapıyorsunuz; hata işliyorsunuz!” “Yanlışsa yanlış Ali Hoca, sen bizim hayatımızla oynadın, bunun karşılıksız kalması mümkün müdür?” “Bakın yapmayın, bu lekeyi hayat boyu çıkaramazsınız, asıl şimdi hayatınızla oynuyorsunuz, yapmayın!” “Daha ne lekesi Ali Hoca, bundan ala leke mi olur, zannediyorsun?” “Yapmayın, katil olursunuz, kanlım olursunuz!” “Katil olalım varalım, katiller üç sene sonra bey oluyor!” “Ömer yapma yavrum, Tarık yapma, Onur yapma, katil olursunuz, kanlım olursunuz!” Ali Öğretmen’i ayağından vurdular. Kanlar içinde kalan Ali Öğretmen, acı içinde bağırırken, sesi yıldızlara ulaştı. İşin ciddiyetini anladığında işten geçmişti. Öğrencilerini, mesleğini çok seven Ali Öğretmen, öğrencileri tarafından vurulmuştu… Ali Öğretmen’in arkadaşları, öğrencileri, yarım saat içinde okulu bırakmış, üniversite hastanesine doğru yürümeye başlamıştı bile. Durmuş Müdür, Eğitim Şefi Osman, Karayılan Belgin, kına yakmamışlardı; lakin Ali Öğretmen’i hastaneye götüren ambulansa eşlik ederek, ev sahibini bastırmışlardı, yavuz hırsız misali…

  • İZMİR ÜZERİNE…

    Eski İzmir M.Ö. 3000 yıllarına uzanan tarihine rağmen ancak son yarım yüzyıllık kazılarla İzmirli arkeolog ve tarihçi Ekrem Akurgal tarafından ortaya çıkarılan bir kent. Yine ünlü şair Homeros’un doğum yeri olan İzmir, İyonya döneminde “kent federasyonu” şeklinde örgütlenmiş kentler birliğinin en önemli ve yaşamını sürdürebilen tek kentidir. Eski kaynaklarda İzmir kentinin Erektid kralı Tantalos tarafından kurulduğu belirtilir. 14.Yy’da Smyrna adının Yamanlar Dağı yamaçlarında yerleşen Amazonun adından geldiği söylenir. M.Ö. 11.Yy’da Dor istilasından kaçan Akalar (Aioller ve İonlar) Yunanistan’dan gelerek İzmir ve çevresine yerleştiler. Akalar’ın yerleştiği Biga yarımadası güneyinden İzmir dolaylarına kadar olan Bakırçay ve Gediz vadilerini içine alan bölge “Aiolia”, İzmir’den Büyükmenderes’e kadar uzanan bölge “İyonya” adıyla anılıyordu. İyonya’da Smyrna ile birlikte Efesos, Miletos gibi antik kentler de kuruldu ve sanatta ve denizcilikte çok ilerledi. Eski Yunan destanları M.Ö. 7.Yy’dan itibaren yazılı hale getirilmişti. M.Ö. 3 bin yıllarında Ege Bölgesi’nde Hititlerle ticaret yapan Truva Uygarlığı hâkimdi. Truva Savaşını anlatan Homeros’un İlyada Destanı’nda da Smyrna adından söz edilmektedir. Büyük saldırılar sonucunda Troya’nın yıkılmasıyla 500 yıllık karanlık döneme giren Batı Anadolu’da M.Ö. 14.Yy’dan sonra bölgeye yerleşen Erektid kralı Tantalos tarafından kurulmuştur. 11.Yy’da bölgeye yerleşmesiyle Smyrna İyonların, M.Ö. 7.Yy’da da Lidyalıların eline geçti. M.Ö. 546 yılında Pers kralı Kiros Lidya kralı Kroisos’u yenerek Anadolu’yu egemenliği altına alınca Sard, Pers İmparatorluğu’na bağlı 20 satraptan (valilik) biri oldu ve Smyrna buraya bağlandı. Ancak Perslerin boğazları ele geçirmesi nedeniyle Karadeniz’deki kolonilerle ilişkisi kesilen İyonlar Yunanlılardan yardım istemek zorunda kaldılar. İyonya yüzünden Persler ve Yunan şehirleri (Atina ve Sparta) arasında uzun süren çetin savaşlar oldu. İyonyanın bağımsızlığı sorunu nedeniyle çıkan Pers-Yunan Savaşı, Perslerle anlaşan Atinalılarla Spartalıların arasını da açmış (M.Ö.494-404 yılları) süren kardeş kavgası Yunanlıları yıpratmıştı. Sonunda Yunanistan ve İyonya Makedonya kralı Büyük İskender’in eline geçmiştir. Helen kültürü Asya’ya buradan yayılmıştır. İzmir daha sonra sırasıyla Romalıların, Hunların, Bizanslıların, Anadolu Selçuklu Devleti’nin, Arapların, Timur’un, Haçlıların, Aydınoğulları Beyliği’nin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan Osmanlıların yenik çıkmasıyla Yunanistan’a bırakılmıştır. Emperyalistlerin 15 Mayıs 1919 sabahı savaş gemilerini körfeze demirlemesiyle başlayan işgaline 9 Eylül 1922’de yakılan kurtuluş ateşinin ve Türk ordusunun İzmir’e girmesiyle son verilmiş ancak 13 Eylül sabahı İzmir’de yangınlar çıkmış, bütün kent büyük zarar görmüştür. İzmir, İyonlar zamanında Atina-Trakya ve Batı Anadolu İyon şehirleri arasında kurulan deniz birliğinin üyesi, Osmanlı zamanında da bir sancağa bağlı olan bir liman kenti olarak çok gelişmiş, klasik Helen, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemi gibi çok çeşitli kültürün etkileri altında kalmıştır. İzmir’de bugün bulunan kale, cami, kilise, han gibi eserlerde ve ören yerlerinde bu zengin kültürün izleri bulunmaktadır. Prof. Dr. Ekrem Akurgal’ın 1950’li yılların başında başlattığı ve aralıklı olarak sürdürdüğü kazılarda ortaya çıkarılan İzmir’in ilk yerleşim bölgesi olan Smyrna, Bayraklı sırtlarında bulunmaktadır. Bayraklı’da bulunan bir tepede (Tepekule) yapılan kazılar en alt katın M.Ö. 3 bin yıllarına uzandığını doğrulamaktadır. İkinci kat Hitit ve Troya çağıdır (M.Ö.2000-1200). Üçüncü kat Grek devridir ve 10.Yy’dan 4.yüzyıla kadar devam eder. Büyük bir ticaret ve liman kenti olduğu anlaşılan Bayraklı’daki tepede bugün mabet, çeşme, binalar ve surlarla beraber şehrin efsanevi kurucusu Tantalus’un da mezarı vardır. Tepe vaktiyle bir yarımada olup gemilerin yanaşmasına müsait bir yerdi. M.Ö.600 senesinde Lidya kralı Alyates tarafından yakılmış ve tekrar kurulmuştur. Hocası Aristo İzmir’i İskender’e övünce görmeye gelen Büyük İskender’in emriyle şimdiki İzmir’in bulunduğu güneydeki şehre hâkim olan Kadifekale (Pagos Tepesi) eteklerine taşınmıştır. Kadifekale’nin bazı kısımları ve Akropol, Babil seferinde ölümünden sonra Büyük İskender’in şehri kuran generali Lysimakhos tarafından yaptırılmıştır. Roma ve Bizans döneminde onarılan kalenin Basmane ve Agora’yı içine alarak kıyı boyunca uzandığı ve buradan Değirmentepe’ye gittiği sanılmaktadır. Kale duvarlarının uzunluğu 6 km’yi buluyordu. 20-25 metre yüksekliği bulan duvarları 24 kule ile desteklenmişti. Kale içinde saldırı sırasında halkın kullanması için yapılan, tavanı direklerle desteklenen sarnıçlar hala durmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasından sonra modern bir kent olma yoluna giren İzmir, her geçen gün bu özelliğini geliştirmiştir. Ancak çeşitli dönemlerde yöneticilerin tutumları, yanlış kararlar ve uygulamalar nedeniyle ekonomik ve sosyal hayat İzmir’i olumsuz etkilemiştir. İzmir, bütün metropol kentler gibi göç ve hızlı kentleşme sorunu ile karşı karşıya kalmıştır. 2.dünya savaşından sonra uygulanan kentleşme-sanayileşme yani modernite projelerine Türkiye de uymuş ancak özellikle 1950’lerden sonra sosyo-ekonomik nedenlerle artan göç kentleri hazırlıksız yakalamıştır. Bunun sonucunda uygulanan popülist politikalar kentlerde daha büyük sorunlar doğurmuş, gecekondu olgusu ortaya çıkmıştır. Altyapı, planlama ve denetimden yoksun kent kenarlarında gelişen gecekondu alanları yaşayanlar için de kent için de büyük bir sorundur artık... 1980’li yıllardan sonra ise modernite projesinin hızla aşınması nedeniyle modernist kültürel dönüşüm beklenildiği gibi gerçekleşememiş, sanayileşmeden beklenen sonuçlar yeterince elde edilememiştir. Örgütlenme ve imar sorunları yaşayan kentler, piyasa koşullarına, spekülâtif amaçlı faaliyetlere ve keyfi müdahalelere bırakılmış sonucunda kente ait olan değerler yani “kentsel rant” hızla yağmalanma sürecine girmiştir. Dünyada özellikle az gelişmiş ülkelerde, bugün gecekondulu kentsel nüfus oranı yüzde 20 ile 70 arasında değişiyor. Türkiye’de ise İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in ve Adana’nın içinde bulunduğu metropoller, ülkedeki gecekonduların yarıdan fazlasını içinde barındırıyor. Gecekondulu kentsel nüfus Ankara’da yüzde 70, İstanbul’da 60, İzmir’de ise 50 civarındadır. Buna karşılık yeterli altyapıya sahip, kentsel arsa ve konut stoku üretilemiyor. Bunun sonucunda kente yeni gelenler artık yalnızca çekicilik yaratan olumlu unsurlarla değil, her türlü çevre kirliliği ile olumsuzlaşmış kent ortamı ile karşılaşıyorlar. Yaşam artık çok pahalı, hizmetler sınırlı ölçüde gelişmiş ve iş olanakları da eskisi kadar parlak değildir. Gurbetçiliğin, işsizliğin alınyazısı olduğu yoksul ve orta sınıftan insanların konut sahibi olmasını sağlayacak politikalar da hiçbir zaman uygulanamadı. Kentlerde ilkel, denetimsiz ve sağlık koşullarından yoksun olarak acele yapılmış gecekondu bölgeleri gelişiyor, buna gelişmek demekse... Bu plansız bölgeler afetlerin doğurduğu olumsuz sonuçlardan daha çok etkileniyorlar. Dünyada ve ülkemizde sık sık meydana gelen deprem, heyelan, çığ, sel baskını, çöp patlaması gibi doğal ve doğal olmayan olaylar sonucunda büyük can ve mal kayıpları oluyor. Bu durum en başta sağlıklı kentleşememenin ve sanayileşmenin temel öğesi olan doğal çevreye uyulmamasından ve yanlış yer seçimlerinden kaynaklanıyor. Örneğin sel sırasında can ve mal kaybı meydana geliyor. Ülkemizde son yıllarda yaşanan doğal afetlerde bu durum açıkça görülüyor. Hatırlanacağı gibi İzmir’de de 3 Kasım 1995 gecesi yağan sağanak yağmur kısa sürede şehrin büyük bir bölümünü sular altında bırakırken sel baskınları 41 kişinin ölümü, 100’den fazla kişinin ağır yaralanmasıyla adeta bir katliama dönüşmüştü. Özellikle emekçi ve yoksul halkın yaşadığı Yamanlar, Güzeltepe, Çiğli, Bayraklı, Örnekköy, Narlıdere İnönü Mahallesi, Şemikler, Yeşildere ve Karabağlar gibi gecekondu alanlarının yoğun bulunduğu semtlerde binlerce ev sular altında kalmıştı. Yeterli yardım götürülememiş, yöneticilere karşı bütün ülkede öfke doğurmuş halk kendi yaralarını kendisi sarmak zorunda kalmıştı. O günlerde bu olayın acısını duyarak yazdığım şiir sorunu bir soru ile dile getirmişti. “Yamanlarda Kayıp Kırk Yürek, Kırk Can” başlığını taşıyordu şiirim: “Yamanlarda kayıp kırk yürek, kırk can, Soruyor birilerine kim kim kim düşman. Belki biraz Sokrat, belki de Sultan Cem gibi, Ondan sürgünlere kaldı. Belki kırda bir çiçek, gelincik, Belki de suya ondan hasret. Bir açıklaması olmalıydı elbet. Konakta atılmış ilk yiğit kurşun. Oysa o, Bayraklı sırtında bir garip gecekondu, Sofrada katık ettiği biraz ekmek, biraz su. İzmir’de bir felaket, Bir büyük düşman, Ne İngiliz, ne Yunan, Ekmeğe katık ettiği su. Yamanlarda kayıp kırk yürek, kırk can, Soruyor birilerine kim kim kim düşman. Kime atılır kurşun kim düşman. Düşman su mu? Bayraklı sırtından bakıp Simirina’ya, Çıktı oradan yola, Agora’ya. Alamadı hızını Kadifekale’de Kadifekale’nin sarnıçlarındaydı, Garibim kenar mahallelerde aldı soluğu. Bayraklı’da bir garip gecekondu. Oradan bakıp Simirina’ya, Konak ve Kemeraltı’nda bile, Vermedi mola. İzmir’de bir felaket, Bir büyük düşman, Ne İngiliz, ne Yunan, Ekmeğe katık ettiği su. Yamanlarda kayıp kırk yürek, kırk can, Soruyor soruyor birilerine, kim kim kim düşman.” Hiçbir ülkede hızla kentleşme olgusunun getireceği değişim temposunu sorunsuz yani “çarpık olmayan” bir biçimde kaldırmayı sağlayacak nitelikte örgüt mevcut değildir. Sorun en başta plânlama, bilinçlenme, eğitim sorunudur. Örgütlenme yapısı sorunudur. Kent kültürünün benimsenmesi, toplumsal birey haline dönüşüm yani kentlileşme ve toplumsallaşma hem bireylere hem de devlete düşen bir görevdir. Ülkemizde 1848’den 1985’e kadar değişik tarihlerde imar yasaları çıkarılmıştır. Ancak uygulanan popülizm ve postmodernist süreç kısıtlayıcı olmuştur. Oysa gerek 1933 “Atina Şartı”, gerekse 1992’deki “Avrupa Kentsel Şartı” iyi bir kentin taşıması gereken özellikleri ve kentlerde yaşayanların haklarını ifade etmektedir. Kent yöneticilerinin payına düşen görev ise kent plânlaması ile ilgili uygun model arayışlarını sürdürmek ve uygulamaktır. Gereken tedbirleri alalım, almaya devam edelim ki binlerce yıllık zengin ama acılarla dolu tarihiyle Türkiye’nin çağdaş yüzü “güzel” İzmir’imizde felaketlerin bedeli tekrar canımızla, malımızla ödenmesin... Tamer UYSAL

  • Erhan TIĞLI

    Erhan TIĞLI'nın yazılarını görmek için lütfen RESME tıklayın. * KONUK YAZAR

bottom of page