top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Çay Hazır, Ekmek Sıcak, Gün Başladı mı Usta?

    Refik Durbaş (...) Gün başladı, serçeler birer birer kayboldu gül harmanında ufkun (...) (BEYAZ KEHRİBAR şiirinden ) /*/ Elim sanata düşer usta Dilim küfre, yüreğim acıya Ölüm hep bana Bana mı düşer usta? Sevda ne yana düşer usta Hicran ne yana Yalnızlık hep bana Bana mı düşer usta? Gurbet ne yana düşer usta Sıla ne yana Hasret hep bana Bana mı düşer usta? (Çırak Aranıyor şiiri) /*/ Ev hapsinde küsülü hasret kuşu çocuklar Göz hapsinde aydınlık gurbet kuşu çocuklar Sonsuz sürgün babaları İş hapsinde günlerin keder kuşu çocuklar Düş hapsinde perişan ardıç kuşu çocuklar Mapusa bağlı yolları Uzun ömürlü mektularda adresi saklı çocuklar Kimi telli kavaklı gökyüzü kimi ipini salmış uçurtma 'Görülmüştür' yazıları (Uçurtma şiiri) /*/ ey ezilmişlik! bir gün ben de ulaşacağım kapılarına. yoksulluğun o sonsuz panayırını aşacağım. aşkın şiirini ve memuriyetini kuracağım ve elbette bitecek zamanla edebiyat tarihi sevdanın ve alkolün kahramanlığı er mektupları gurbetin yüreğimi dağlayan diktatörlüğü. sevgilim acemi bir karanfil gibi açıyor her sabah şehrin yanaklarında bense her gece sıkıntıdan ve yeminden elbiseler biçiyorum, namussuz ve onurlu sevdalar dağları dağları da deliyor yalnızlık ışıdım yoksulluğa, perişanlığa. uykusuz kamyonlar çizdim gecenin alnına devşirme köyler, puslu kasabalarda dolaştım. kaç yıl umudun ve ezilmişliğin çadırında besledim yorgunluğu sokakların dilber ellerinden öptüm saçlarını okşadım dağların ve kuşlar bile uğramazken karanlığıma şimdi hey desem şehri saçaklarından sarsıyor yalnızlığım eğil yüzüme sevgilim, çöz iplerini o uslanmaz hayvanlığımı utandır, bırakılmışlığımı çınla çünkü doymuyorum abazanlığıma pazar mecmuaları, şahane çirkinliğim ve hülyalarımla ey serseriliğim, ey anılarımın ahşap kraliçesi şarabı sev, tütünü incitme, beni de unut artık. (Ey ezilmişlik! şiiri) /*/ Barış Koyun Çocukların Adını Oyunu sever bütün çocuklar birdirbir, uzun eşek, körebe bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez oyun sözcüğünün halkların dilinde (Oyun koyun çocukların adını) Savaşa karşıdır bütün çocuklar kışın: kar altında her sabah tükenip erise de solgun nefesi yazın: göğsü sırmalı fabrikalarda çarkları döndürse de yoksul alevi savaşa karşıdır bütün çocuklar nice ölümlerden geçmislerdir nice rüzgarlar içmislerdir gelincik tarlası çocuklar (Emek koyun çocukların adını) Gökyüzünün penceresinden şimdi bir kuş havalansa kanat çırpınışlarında hayatın yağmalanmış sevinci - Kuş uçar rüzgar kalır (Sevinç koyun çocukların adını) Uzay denizlerinde şimdi bir balık ağlasa gözyasi billurlarında yüz bin umut kıvılcımı - Alev uçar nazar kalır (Umut koyun çocukların adını) Çocuk bahçelerinde şimdi bir çiçek açsa hüzün sevince dönüşür sevinç çiçeğe - Ölüm uçar çocuklar kalır (Mutluluk koyun çocukların adını) Barıştan yanadır bütün çocuklar sabah: kuşatılmış bir toplama kampında ayrılığın tepsisini okşasa da elleri aksam: yıldızların mor orağıyla sessizliği devşirse de yetim öksüz sesi barıştan yanadır bütün çocuklar nice çığlık emmişlerdir nice korku gezmişlerdir yürekten hisli sevmişlerdir güvercin harmanı çocuklar (Devrim koyun çocukların adını) Barışı sever bütün çocuklar beştaş, saklambaç, elim sende bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez barış sözcüğünün halkların dilinde (Barış koyun çocukların adını) (Barış koyun çocukların adını Şiiri) /*/ Vazodaki boynu bükük papatya: Konuş benimle Cıgaramın dumanından dökülen kül: Konuş benimle Dilinin sıcaklığı hâlâ dilimde duran: Konuş benimle Kalbim çılgın kalbim sesini duyamıyorum artık: Konuş benimle Denizin sesi ayaklarına vuruyordu masada örtü yoktu iki çay söylediler biri içilmedi birinin sıcaklığı vapur dumanına karıştı akşamın son ışıkları birinin kirpiklerini yakıyordu birinin parmak uçlarını aynı anda bakışları düştü ve karardı sular Ne zamandır kurumuştu çiçekleri şiirlerin taş duvar demir kapı bedeli ödenmiş acı hangimiz hangimizden alacaklı pencerede yağmur içimde dağlar ve gökyüzü nefret ve hüzün yalnızlık barışığım hepinizle küsüm kiminizle ( Denizin sesi yüzlerinde kalkıp yürüdüler) (küs şiiri) /*/ ŞİİR HAKLIDIR, ŞAİR DE Televizyonun kumandasını kırdım birinci sayfalarını da yırttım bütün gazetelerin Savaşa tanık olmak istemiyorum Göklerin yüzü yıldızların ışığıyla donatılmışken kara karanlığın koynundayken yerlerin yüzü napalm ve öfke, atom ve kin, ölüm ve bomba yeryüzü ve gökyüzüne yağarken televizyon ekranlarından “Sevgili seyircisi” olmak istemiyorum televizyonların Naklen yayında canlı bomba olmak istemiyorum Çocuklar, yaşları bedenlerinden büyük bedenleri yaşadıklarından küçük çocuklar mermiler mermiler oyarken ilikleri kurumuş kemiklerini kamera olmak istemiyorum Fotoğraf makinesi olmak istemiyorum O kadınlar ki, yatağın da esrarı olmaktan çıktı ruhun da ama, esrarı en çok kim bilebilir onlardan daha fazla acıyı ve sevinci, ilki ve sonsuzluğu, ölümü ve hayatı napalm öfkesini, bomba kinini kusarken kim, nasıl söyleyebilir savaşa alışmıştır diye kadınlar? “Savaşı okuyan uzman” olmak istemiyorum Döviz, borsa, faiz ve altın ne olacak hayatları merminin hızından kısa çocuklar ölümleri bombanın sesinden uzun kadınlar kadınlar ve çocuklar ne olacak “Gelişmelerle karşınızda” olmak istemiyorum “Beni izlemeye devam edin” olmak istemiyorum Ne demişti şair: - Şiir unutmaz, “canlı yayın” yapsa da ölüm çünkü haktır ve haklıdır şiir akıllı silah, televizyonda “görüntü”, gazetede “kaliteli haber” olmak istemiyorum “Haber” de “Haberci” de olmak istemiyorum Savaş istemiyorum. 07 Ekim 2001 Pazar, 19.15 /*/ Refik Durbaş D 10 Şubat 1944, Pasinler Ö: 1 Aralık 2018, İstanbul Erzurum'un Pasinler ilçesinde doğdu. Liseyi İzmir'de bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk dili ve edebiyatı bölümündeki öğrenimini bitirmeden ayrıldı. 1965-1968 arasında çeşitli işlerde çalıştı. Yeni İstanbul ve Cumhuriyet gazetelerinde düzeltmenlik yaptı. İlk şiiri İzmir'de Ege Ekspres gazetesinin sanat sayfalarında yayınlandı. Devinim, Gösteri, Sanat Olayı, Soyut, Papirüs gibi dergilerdeki şiirleriyle dikkat çekti. Arkadaşlarıyla birlikte 1962-1964 arasında Evrim dergisini, 1967'de de Alan 67 dergisini yayınladı. 1971'de ilk şiirlerini, Kuş Tufanı adlı şiir kitabında topladı. 1972-1974 yıllarında Yeni A dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Gazetelerde sanat sayfaları hazırladı. 1992 yılında Cumhuriyet gazetesinden emekli oldu. Köşe yazarı olarak değişik gazetelerde çalışmalarını sürdürdü. İkinci Yeni esintisi ile başladığı şiir anlayışı, zaman içinde daha toplumsal meselelere doğru yöneldi. Kendine özgü dili ve benzetmeleriyle, baştan beri tavrını ve varlığını keskinleştiren, anlam kadar biçime de önem veren şiirler yazdı. Çarşıların, işçi kızların, pazar yerlerinin, çay evlerinin dünyasını yansıtan şair olarak tanındı. Şiirinde günlük konuşma dili içine ustaca serpiştirilmiş eski sözcükler de kullandı. 1 Aralık 2018 tarihinde akciğer kanseri tedavisi gören ve diyaliz hastası olan Durbaş, sağlık durumunun kötüleşmesi üzerine Medeniyet Üniversitesi Hastanesi'nde yoğun bakıma alındıktan sonra öldü.[2] 2 Aralık 2018 tarihinde Erenköy Galip Paşa Camii'nde düzenlenen cenaze töreninin ardında Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığı'nda toprağa verildi. Biyografi kaynak: wikipedia Derleme: Semihat Karadağlı

  • GÜZEL GÖRÜYOR GÖZLERİN

    Güzel görüyor gözlerin Kalbin sevgiyle atıyor. Dilinde aşk sözcükleri Evreni kapsıyor gönlün. Güzel görüyor gözlerin Sıradanlıkları. Yüzün gönlünün aynası Evrensele uzanıyor ellerin. Güzel görüyor gözlerin Düşünde mutluluklar, Seher yelinde umutlar Kapını açmasını bekliyorsun. Fuat ÖZGEN

  • Kalp Krizi Geçiriyor Şiirler

    İç kanaması var Anlam kaybına uğradı Kalp krizi geçiriyor şiirler Soğuk ve yağmurlu Sebepsiz değil Sayılı gün geçmiyor Üşüyoruz Oysa Öküzün gözünden çözdüğümüzde ışığı Yetimin Yoksulun dilinden Şükür diyen Aşkla dirilen güneşi Bir baharın sarmaşığı olacaktık Gelmek bilmeyen O yüce baharın Hep kanıyoruz #zeliş

  • Gerçekçi Ol, Olanaksızı İste

    İnsanlığın "ütopyasızlık çağı"na girdiği yanılsamasına karşı "onurlu sözcük insan"ın yüzyıllardır sürdürdüğü eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik arayışının bugününde "ütopya"sı nerede? * "Ütopya her ilerlemenin ilkesidir. Eskinin ütopyacıları olmasaydı insanlar bugün de mağaralarda sefil ve çıplak yaşıyor olacaklardı." AnatoleFrance * Küreselleşme denilen belanın getirdiği yaşama biçiminin dayatması var insanlığa. Dayatılan yaşam biçiminde insanlığın bunca yüzyıldır süren özgürlük, eşitlik, adalet, kardeşlik arayışlarının birikimi, deneyimi,kazanımı çağdaş emperyalizmin eliyle azgınca yok ediliyor. Maksim Gorki'nin deyişiyle "onurlu sözcük: İnsan" kendisinden utanır hale getiriliyor. İnsanlığın yine onurlu bir sözcük olan "dayanışma"yı hayata geçirerek kazanacağı erdemler tarihin unutulan sayfalarına gönderiliyor."Kanun kanun diye kanun tepelendi" örneği, "birey, birey!" diye diye insanın tepelendiği bir gerçeklik dünyaya egemen oluyor. İnsan, yaşadığı her döneminin her anında, içinde barındığı coğrafyaların her kilometrekaresinin her mil karesinde böyle bir gidişi engellemek için yaptığı mücadelelerle yazdı tarihini. Bu tarihte çeşit çeşit direniş örneklerini, örgütlenme yöntemlerini, ideolojik önermeleri, önderleri, kahramanları görüyoruz. ,Adına "imparatorluk"denilen oluşumların dünyanın tamamına egemen olma tutkusuyla bu mücadele tarihboyunca sürmüş, sürüyor. Mitolojik çağlardaki Prometheus'un insanlığa öğrettiği ateşi çalmak ütopyasıyla başlayan bir mücadele süreciyle destanlaşan bir insanlık sevdasıydı özgürlük. Ölümsüzlük arayışının temeli olan bu sevda, her dönemde yarattığı ütopyalarla güç gösterdi, yollar önerdi insana. Tıp biliminin insanın (ya da diğer canlıların) ömrünü uzatmayı başarması, ölümsüzlük arayışının yalnızca somut yanıdır. Asıl olarak sanatla ölümsüzlüğe ulaşmayı denedi insanlık. Yüzyılları aşıp dünden bugüne ulaşmayı başaran sanat yapıtları ve yaratıcılarını insanın büyük ütopyası açısından değerlendirmek gerekiyor. Ölümsüzlük peşindeki Gilgameş'i, Lokman Hekim'i düşünelim. İnsanlığın gökleri fethetme ütopyası, ilkçağlardan,İkarus'tan beri gelir. Geçmiş yüzyıllarda insanın insana köle olmasına karşı,yüzyıllar sonra büyük şairimizin "yok edin insanın insana kulluğunu" çığlığıyla klasik ve şık bir söyleme ulaşan çağrı, büyük bir ütopyaydı. Spartaküs adlı kahramanda simgeleşen köleliğe karşı savaşın ulaştığı boyut çok yakın yüzyıllardaki Amerika'ya gemilerle götürülen milyonlarca köleleştirilmiş zenciye karşın ve onların da mücadelelerinin eklenmesiyle insanlığa kölelikten kurtuluşu getirmişti. Montaigne'in ütopyasıdır denemeyle aydınlanan insan. Günümüz edebiyatında denemenin geldiği yere baktığımızda bu ütopyanın nasıl gerçekleşmiş olduğunu görmemek olanaksızdır. Jules Verne'in ütopyaları adım adım gerçekleşti. Bilimkurgu denilen arayışların ve sorgulamanınütopyalarla iç içe olduğunu, ütopyaları beslediğini düşünmeliyiz. Sözün kısası insanı insan yapan arayışlarınütopyalarla zenginleştiğini, anlam kazandığını söyleyebiliriz. İnsanlık, toplumsal ütopyalarla sömürüden, ezilmekten,mutsuzluktan kurtulmanın yollarını aradı. İnsanlar arasında eşitlik aradı.İnsanların başka insanlar tarafından köleleştirilmesini engellemek istedi. Paris Komünü de Sovyet devrimi de ütopyaların gerçekleştirilmeadımlarıydı ve ne yazık ki yenildi. Mustafa Kemal'in Doğu'daki güneşte doğununmazlum uluslarını görüyorum diyen ütopyasının Afrika'nın, Asya'nın birçoktoplumunda yankısını bulması da bir başka ütopyadır. "Barış Avrupa krallarının umurunda değildir. Onlar kan dökerek ülkeleri ele geçirirler sadece. Kralların danışmanları ise daha yüksek mevki kapmaktan keselerini altınla doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen beş para etmeyen dalkavuklardır." diyen Thomas More'un ütopyası bir arayıştır. Platon'un Devlet'i,Campanella'nın Güneş Ülkesi, Bacon'unYeni Atlantis'i, Jean Baby'nin En Güzel Dünya'sı gibi. Ütopia, eski, köhnemiş yaşam yerine yeni bir yaşam, yeni bir dünya yaratma isteğidir. Eşitsizliği, köleliği sürdüren toplumsal kurumların değiştirilmesi isteğidir. Tüm insanların eşit olduğu bir yaşam düşleyen ve düşüncelerinden ölümü pahasına dönmemiş bir yazardır Thomas More. Kral VIII. Henry'nin 6 Temmuz 1535 sabahı idam ettirdiği büyük ütopist Thomas More, "Her dürüst yurttaş her şeyden önce kendi ruhuna kendi vicdanına saygı göstermelidir." diyerek bağışlanma isteğinde bulunmamıştı. Ülkedeki yoksulluğun nedeninin bal vermez arılara benzeyen soylular olduğunu söyleyen, zenginlerin bencilliğinin yasalarla önlenmesi, memleketin zenginliğinin eşit dağıtılması gerektiğini belirten More, "Toplum her insana eşit bir güvenlik sağlamalıdır...Kralın en kutsal görevi kendinden önce halkın mutluluğunu düşünmektir. Zorba kralın tahtta oturmaya hakkı yoktur. Halkın acıları iniltileri ortasında keyif sürmek krallık değil zindan bekçiliği demektir." düşüncesindedir. Ütopia, nerede olduğu bilinmeyen bir adadır. Adadaki adaletli, eşitlikçi bir düzen tasarımıdır anlatılan. Ütopia'da öğretmenler çocuklara sadece bilgi vermezler. Onlara önce doğru dürüst düşünmesini öğretirler. Hem toplumsal hem kişisel mutluluğa varmak isteyen Ütopyalılar için hoş yaşamak dünyanın tadını çıkarmak iyi bir şeydir.Hem kendileri hem de başkaları için diye düşünürler. Bütün insanlar yaşamın sevinçli sofrasına ortakça oturmalı ve dünyanın tadına varmalıdır. Ütopya'da hiç kimsenin malı mülkü, parası yoktur ama geçim derdi de yoktur. Kendisinin ve gelecek kuşaklarının kaygısını duymadan mutludur insanlar. Ütopia'da acılar ve haksızlıklar ortadan kaldırılmıştır. İnsanlar eşit ve özgür yaşarlar. Ütopia'da kralın baskıları, soyluların lüks tutkusu, savaş naraları atan dinsel baskılar yapan yöneticiler yoktur. More'un Ütopya'sı bir özlemiyle biter: "Ütopia devletinin birçok özelliklerini bizim kentlerimizde görmeyi isterdim. Bir umuttan çok bir dilektir bu." Bugün egemenmiş gibi görünen ütopyasızlık bireyden bireye, toplumdan topluma değişir. Kimi insan vardır, düş kurmaktan bile uzaktır yaşamı. Kimi insansa dünyaları fethetmeye, evrenin gizlerine ulaşmayı hedefler. Bugünün küreselleşti denilen dünyasında insanlık sanal bir dünyaya hapsedildi. Bu sanallık aynı zamanda mistisizmi, magazini, şiddeti, uyuşturucuları, fantastikliği içererek insanların gününün 24 saatini tutsak aldı.İnsani bir edim olan imgelem dünyasının yerini eski çağlarda kalmış olması gereken cinler, periler, düşsel yaratıklar ya da teknolojik olanaklarla üretilen yapay kahramanlar aldı. Köroğlu'nun "Tüfek icat oldu mertlik bozuldu" sözü, kapitalizmin dünyayı lağıma çeviren kirletmesine karşı bir uyarıdır da. Teknolojinin getirdiği yeniliklerin kullanılma biçiminin güzellik ya da çirkinlik getirebileceğinin öngörülmesidir. İnternetle gelen sanal dünyayı da böyle yorumlayabiliriz. Bu gerçekliğin yaşamı tutsak alması, insanın kendi icat ettiği nesnelerin elinde oyuncaklaşması ve geleceğinin çalınmasına boyun eğer duruma getirilmesi, yani ütopyasız bırakılması da bugünkü "ideolojiler bitti" yanılsamasının bir sonucudur. Ki bu yanılsama net bir biçimde"ulusların, ulus devletlerin sonu geldi" önermesini de içeren küresel emperyalizmin ideolojisidir. İnsanın ütopyasının yok edilmeye çalışıldığı bugünün dünyasıher bakımdan kirletildi. Dünya coğrafyası deniziyle, ırmağıyla, gölüyle,dağıyla, ormanıyla, toprağıyla, havasıyla, suyuyla, her şeyiyle kirletildi. Bu kirletilmeden dünyadaki kültürün, uygarlığın en büyük taşıyıcısı olan insanında payını almaması beklenemez elbette. İnsan kirlendi elbette. Değerleri kirlendi. Sanatın her dalı başta olmak üzere yaşamın her anı ve insanı insan yapan erdem,vicdan, dayanışma gibi değerlerin üzeri küllendi. Alfred Nobel'in dinamitle getirdiklerinin bedeli olarak önerdiği Nobel'le gerçekleştirilmeye çalışılanbir güzelliğin siyasal kaygılarla kimi emperyalist politikaların hizmetine sokulması yeni bir kirletilmedir. Bertolt Brecht'in "Ne yazık o ülkeye ki hâlâ kahramanlara gereksinmesi var." demesi, insanlığın ütopya arayışındaki yenilgisinin de anlatımıdır aynı zamanda. Ama, Simurg'u, Anka kuşunun küllerden doğduğunu unutmamalıyız. Ütopyan nerede insan sorusu geliyor akla. Ütopyası olmayanlar düşünsün ve utansın. Ben bir yazar olarak, insanların eşit ve özgür olamadığı yaşam biçimini eleştirmek ve bunun yerine özgür bir toplum arayışının parçaları olarak Kardelen, Gökyüzüne Akan Irmak, Umut İnsanda, Aydınlık Aşkıyla, Kir gibi yapıtlarımın adlarında da görülen bir insanlık sevdasının sürdürücülerinden biri olmakla, insan olmakla kıvanç duyuyorum. 20. yüzyılın büyük ütopisti Che'nin 68 kuşağının simge sloganı haline gelen sözüyle bitirelim: "Gerçekçi ol, olanaksızı iste!"

  • AZALIYORUM

    Sizi bilmem ama ben her geçen gün bir şeylerimi yitirdiğimi fark ediyorum. Sanki azar azar yok oluyorum... Ufalıyorum, azalıyorum... Anlamıyorum, gölgem gitgide uzuyor, ama kendim gitgide küçülüyorum, azalıyorum... Önce çocukluğumu kaybettim; okul bahçelerinde neşeli çığlıklarla oyunlar oynayan, şarkılar söyleyen çocuk yok oldu. İlk o zaman hissettim; bir yanım, küçük de olsa bir yanım, yoktu artık... Sonra zaman geçti, ülkenin en zor günlerinde gençliğimi yitirdim, fidan gibi gençlerle birlikte gençliğimizi yitirdik; ne rahat rahat okuluma gidebildim, ne sevebildim, ne sevilmeye izin verdim. Kırk bohçanın içine hapsettiler gençliğimizi, umutlarımızı, neşemizi... O yamalı bohça parçalanırken ben de gençliğimi yitirdim, azaldım... Zaman geçti hızla, hiç durmamacasına ve ben farkında olmadan zamanımı da yitirdim. Bana ait olan her şey azaldı bir bir... Saçlarıma aklar düştü, azaldım, gözüme gözlük taktım, azaldım... Sesimizi kıstılar toplum olarak; bağıramaz olduk, azaldım... Sesimi yitirdim, kendi sesimi duyamaz oldum, azaldım... Ağaçlarımızı kestiler, beton kuleler diktiler dört bir yanımıza, nefes alamaz oldum, azaldım... Gökyüzüne bile hasret kaldım, maviyi kaybettim, azaldım... Her sabah gün ışığıyla açardım gözümü, güneşi çaldılar, karanlık sardı dört bir yanımızı, aydınlığa hasret kaldım, azaldım... Çocukları, kadınları öldürdüler, top tüfek sesleri arasında yaşama sevincimi kaybettim, azaldım... Yalanlar, riyalar, ikiyüzlüler içinde kaldım, doğrularımı kaybettim, azaldım... Sevdiklerimi kaybettim birer birer... Acılarım çoğalırken ben azaldım, hep azaldım... Yıllarca öğrencilerime ders anlattım, dostlarımla sohbet ettim, konuştum, konuştum, konuştum... Oysa şimdilerde ağzımı bile açmak istemiyorum; sözlerimi kaybettim, azaldım... Yüzümü derin çizgiler, kırışıklar kapladı, güzelliğimi kaybettim, azaldım... Harflerimi çaldılar; yazamaz, okuyamaz oldum, azaldım... Şimdilerde bir tek yüreğim kaldı elimde; her gün sesini daha az duyduğum yüreğim... Azalıyorum her gün, küçülüyorum, ufalanıyorum... Bir toz zerresi kadar kalacağım sonunda, biliyorum. Ve bir ufak rüzgar savuracak beni yıldızlara, kaybolacağım... Biliyorum. Benden ondan çalarak büyüttüğünüz dünyanızda siz, tek başınıza mutlu olacak mısınız? Sadece onu merak ediyorum...

  • ÖYLE BİR

    Öyle bir şiir yazsam ki Güldürse çocukları Coştursa kuşları Açtırsa çiçekleri. Öyle bir karakter canlandırsam ki Yumuşatsa kalpleri Gevşetse sinirleri Değiştirse söylemleri. Öyle bir resim yapsam ki Konuştursa renkleri Dansettirse çizgileri Duyumsatsa kokuları. Öyle bir masal anlatsam ki Dindirse ağrıları Unuttursa acıları Şıp diye kesse sancıları. Öyle bir şarkı söylesem ki Durdursa savaşları Sustursa silahları Sonsuzlasa barışı.

  • MAVİLİ KIZ

    Kaz Dağları’nın başı kullanılmaktan aşınmış, bir marangoz testeresi gibi kesmişti gökyüzünü. Yönünü, yolunu kaybeden afacan bir bulut, dağın tepesindeki hangi yöne doğru eseceğini bilmeyen, bir esintiyle oraya buraya kararsız kararsız dolaşıp duruyordu... Gözünü Kaz Dağı’nın zirvesinden alıp hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan aşağılara doğru indirmeye başladı: Yemyeşil halı gibi aynı düzeyde. Yeşili açıktan koyuya; koyudan çok koyuya uzayıp gidiyordu. Çok dikkatli bir göz, yeşilin rüzgârla dansını görebilirdi. Yamaçlar silme yeşil değil. Ara ara toprak, ta ötelerden, “ben buradayım,” der gibi pörtleyip çıkıyordu. Dalmıştı, ufkun testere ağzı kesilişine, yeşilin bin bir çeşit tonuna. Birden kıyı boyu uzanan karayolundan acı bir fren sesi. Kulakları yürekleri, merhamet dolu kişilere “eyvah” çektiren bir sestir bu.“Eyvah! İnşallah bir şeycikler olmamıştır!” diyen bir yakarışı yumak yumak göğün en uzaklarına alıp götüren bir rüzgâr! Sesin ne olduğunu merak etmiştir, fakat bu sıcakta oraya kadar gitmeyi göze alamaz. Merakı üzüntüye dönmeden içinde kalır. Dinlence Kampı’nın yanından sahile aşağı yürür: Yürüyüş yolunda, bakımsız bir bahçe, gözden çıkarılan bir kamp! Sanki ateşleme yapmayan bir obüse güneş altında kalma cezası vermişler. Bin bir emekle büyütülen çeşit çeşit ağaç, onlarca barınak, gazino... ilgisizliğin, sahipsizliğin gözden çıkarmanın örneğiydi. Çit bitkisi olarak dikilen biberiyeler havalede yetişen eğrelti otları gibi sevimsizce uzayıp gitmişlerdi, ağaçlar boyu. Bahçe,”bakarsan bağ; bakmazsan dağ olur,“ atasözünün doğruluğunu kanıtlıyordu bakmasını bilen gözlere, hovardaca talan edilen zenginlikler... Zevkleri için yaptıklarına da sahip çıkabilseler. Bu sahil beldesinde altı gün kalırlar. Altı gün boyunca sahilin aydınlatması geceli gündüzlü yanıp durur. Geçidi aydınlatsın diye koyulan florasanlar, belki haince; belki de öfkeden -gündüz de yakılır mı dercesine- tuzla buzla edilmişti son gece... Denizi severdi, denizlerin en güzelini de severdi, hele denizler şahına bayılırdı. Bu bir sevda, el verince büyüyen bir sevgi. Bu sevgi düzlükte gürül gürül, akan bir ırmak, gürül gürül aktıkça köpüren bir şelale. Bu bir türkü, bin yıldır söylenen bir türkü. O ve deniz: Liseli aşklar! O ve deniz, birbirini görmeyince “ölürüm onsuz,” diyen bir sevgi... Bir yıl denize girmeyecek olsa, o kış öleceğini sanır, ayakları ağrıdan kırılır geçer. Artık geceler bitmek bilmez bir türlü, deniz ilacıdır onun. Bir yıl sarılmazlarsa birbirlerine, o yıl uyku durak yoktur artık ona. İşte o zaman uyku aşk olur. Ondan sonra karısının, “yeter artık dönüp durma, yattı yatalı, kıpır kıpır kıpırdayıp durdun. Sabah oldu mu ev hanımları gibi yatıp kalmıyorum ben! Kırk garının doğurduğuna kafa patlatıyorum…” Bunları duymamak için, iki eli kanda da olsa kucaklaşmaya çalışır, denizle! Allah için haklıdır kadın, ne söylese yeridir! Öyle, öyle işte, yemesen yedirirler adama. Usul usul da olsa kıpırdayıp durmayacaksın işte. O çişli sularda kulaç sallamayınca, Poseidon’la sarmaş dolaş olmayınca rahat edemez. Çocukları da denizsiz yapamaz, aşığı olmasalar da her yıl banıp çıkmak isterler... “Denize gidelim baba, durabildiğimiz kadar duralım! Sen annemizi ikna et, tamam mı?” “Tamam, tamam, hallederim; merak etmeyin, siz! Sahil, öyle alabildiğine uzanan bir sahil değildir. İşletme Müdürlüğü’nün arabalarıyla öbek öbek döktükleri kumdan oluşur. Öteler beriler hep çakıldır, vıcır vıcır kum taşıdır. İlk kez bu kıyıya gelenlerin birkaç şemsiyesinden başka, şemsiye yoktur. İğdeler, şemsiyedir, hem de serin mi serin gölgedir yakıcı güneşin altında. Sabah uyanır uyanmaz, kimseyi beklemeden fırlatıp attı üstündeki pikeyi mikeyi; sonra koşarcasına iskele diye yapılan yere doğru yürüdü, sağa sola bakmadan, bu yaşta acaba ne derler diye aldırmadan ergen çocuk gibi bırakıverirken kendini serin suların içine. Bir taraftan da “Oh be dünya varmış, harika bir şey bu! Oh ne güzel bu serin tuzlu sular, gıdıklıyor. Yazın serinlemek, kışın da ısınmak için kucaklanan bir kadın gibi sarıyor her yanımı. Oh be, harika, gerçekten çok harika!” Denizin içinde dikildi, soğuktan donan birine, kar banyosu yaptırır gibi sürdü her yanına serin tuzlu suları. Bu sular kimleri kucaklamadı ki, dedi kimleri koynuna alıp sarmadı ki? Zeus’u, Artemis’i, Afrodit’i, kıskançlar kıskancı Hera’yı; onu, bunu, şunu, güzeller güzeli, tombul yanaklı Mavili’yi... Mavili'mi! Yine kendi kendine konuşmaya başladı: “Sahi, ya, o da çimmiş midir burada, hani benim Mavili'm, o da bu sularda kulaç atmış mıdır benim gibi delicesine, benim gibi o da heyecan fırtınasına tutulmuş mudur? Belki de bu yıl, güneye, daha güneye Ege’ye, Akdeniz’e gitmiştir, kim bilir? Olsun ne çıkar bundan, Marmara’nın, Ege’nin, Akdeniz’in suları karışmıyor mu birbirine?” Deniz o gün kalabalık değildir! Zaten hafta içi olması tatilcileri etkiliyor. Basın yayın kuruluşlarının yönlendirmesiyle daha çok güneye gidiyor yerli ve yabancı turistler! Buradaki havanın hele hele suyun güzelliğinin tadına bir varabilseler, her yıl gelecekler gelmesine de otel sahipleri çoğu reklâmlarını bedavaya yaptırır medya canavarlarına! Hem adamların hem otelleri var; hem televizyonları, hem de gazeteleri! Bugün tam istediği gibidir deniz. O an gözüne az ötede biri takılır gözüne, bakar: “Allah Allah, bu ne? Bir kadın üstü başıyla girmiş denize, hem de umum bir denize! O sabahtan beri yüzdüğü için yorgun düşmüştü. Üstü başıyla girenler; bir de Mavili'si gelip çakılmıştı beynine. Her kulacında, her nefes alışında adını sayıklıyordu. Denizden çıktı, mavi havluyla kurulandı, havlunun bir ucuyla da gözlerine kaçan tuzlu suları silmeye çalışıyordu. Kara gözlüğünü taktı, şapkasının kumunu silkelemek için birkaç kez elinin üstüne vurdu. Sonra başına geçirip kıyı boyu yürümeye başladı. Kadınlar, erkekler, denizin hemen kıyısında kumda evcilik oynayan çocuklar. Sonra çakılların üstüne havlularını koyup upuzun uzanıp güneşlenenler.. Sonra oynaş tutan sevgililer... Ara ara: “Darı, süt darı!”diye tiz bir sesle satış yapmaya çalışan, deniz mevsimine altı ay yağması gözüyle bakan, taştan ekmeğini çıkaranlar! Kadınlardan birinin kıyafeti farklıydı: Eşarbı mavi, entarisi mavi, pijaması maviydi. Maviye bürünmüş sarışın bir kızdı! Mavilerin içinde kırıta kırıta podyumda yürür gibi yürüyordu. Mavili kız, onu görünce önce bir irkildi; sonra bir zarar gelmeyeceğine kanaat getirmiş olacak ki, rahatladı. O mavi eşarbın altında mavi mavi ışık saçan sarışın kızı alıcı gözle izliyordu. Mavi entarinin altındaki bu sarışın kız, boylu boslu, masallardaki gibi güzeldi. Bu kadında, erkekleri, tekmil insanları, hanımları bile delirtecek bir güzellik saklıydı. Bu güzellik, Afrodit'i kıskandıracak, Kleopatra’yı çılgına çevirecek cinstendi... Denizin mavi sularıyla, mavi entari bedene yapışınca bir heykeltıraşın yarattığı muhteşem bir sanat eserine benzemişti. İnsan bakmaya kıyamaz, bakmaya doyamaz. Sarışın yüzüne hakim iki mavi göz, kıpır kıpır oynamaktır yuvasında. Sanki biraz sonra zalim avcının tuzağına düşecek korkak bir tavşanın hareketlerini andırmaktadır. Mavili Kız, güzelliğine kilit vuran mavi entariye aldırdığı yoktu, aslında yokmuş gibi davranıyordu. Mavili kız: “Benim özüm aydınlıktan yana, ruhum bulutlar kadar özgür olmak ister; lakin... Saçlarımı, işte böyle kapattılar. İçimde kopan fırtınalardan haberleri yok,” der gibiydi... O bir yanıyla, mavi denizin içinde, Zeus’un hışmından korkan bir tanrıça; öte yanıyla da onun tazılarının ispiyonlarından korkan bir zarafet abidesi... Onun hareketini kaçırmadan izleyen adam: “Yapılacak bir şeyler yok, keşke elimde korkmadan kullanabileceğim yetkim olsa; görün bakalım nelere kadirimdir!” Mavili Kız, deniz bisikleti kiralayan adama doğru gitti. Ona bir şeyler söyledi. Sonra da atladı üstüne, önce yavaştan yavaştan; sonra da hızlı hızlı pedal çevirmeye başladı. Gitti gitti onca millik yolu az zamanda kat etti. Sahilden epeyce uzaklaşmıştı, neredeyse bir karaltı gibi görünmekteydi kıyıdan bakıldığında. Mavi deniz, mavili kızın güzelliğine dayanamamış, kaçırıyordu! Kim sahip olmaz böyle bir güzelliğe? Derler ya, yetmiş yaşımda da olsam; işim bitmiş de olsa bu güzelliğe sahip olmak isterim- Allah affetsin!- Denizin mavisi, Mavili Kız’ın etkisi, insanı can evinden kavrayan yaman bir güzellik! Bugün başka, bugün insanı kendine bırakmayan başka bir şey vardır havada! Mavili Kız, uzaklaşmış, ötelerde bir çizgi gibi ufacık kalmış, belirip belirip kaybolmakta. Nereden geldiyse geldi, birden Sarı Kızı’ın dramı gelir aklına: “Sarı Kız, çoban güzeli Sarı Kız! Kazlarını Kaz Dağı’nın yücesinde yayar, sonra da yumurtalarını hayıttan ördüğü süslü sepete doldurup babasına verirmiş; o da satar, parasını ona göstermeden hac için biriktirirmiş ya! Bu Sarı Kız’ın, yüzlerce, yüzlerce kazı varmış. Her kazına, Kaz Dağı’nın çiçeklerinin adını vermiş. Bütün kazlarını tek tek tanır, birini ötekine karıştırmazmış! Onların dilini bilir onlarla konuşurmuş. Sarı Kız, Kaz Dağı’nın tekmil ağaçlarına âşıkmış. Zeytinlerin bin bir çeşit sanat eseri olan gövdelerine baka baka kendinden geçermiş. Çamların reçinesini kokladıkça, yüreği körük gibi açılıp kapanırmış. Melengiçlerin sızıntılarından ürettiği sakızı, şaklata şaklata çiğnermiş. Ahlâtların, muşmulaların yemişlerini dalından bir başına kopardıkça sevinçten başı dönermiş. El değmedik, göz görmedik yemişleri yedikçe de güzelleşirmiş; o güzelleştikçe ahalinin, onda gözü olanların ağzının suyu akarmış! Sarı Kız’ın babası hac için tedarikini yapmış, yola çıkma zamanı gelip çatmış. O da ötekiler gibi kutsal topraklara gidecek, Kâbe-i şerifi tavaf edecek, zemzem suyunu kaynağından içecek, iki cihan peygamberi Muhammet Mustafa’nın türbesine yüz sürecek, Hacer-ül Esved taşının nurundan ruhunu doyuracaktır. Kafasına koymuş, kızını komşularına emanet edip de gidecek. Bir ayağı çukurda da olsa; o kutsal topraklara yüz sürmeden ölmeyecektir. İşte o gün de gelip çatmıştır. Sarı Kız’ın babası, güzel kızını komşularına emanet ederek, kutsal yolculuğa çıkar. Onun gitmesini fırsat bilen kimi komşuları da akbaba gibi dönmeye başlamışlardır çevresinde. Sarı Kız’a her gün değişik bir teklif, akla hayale gelmeyen bin bir vaatte bulunmaya başlamışlar. O bir güne bir gün kaşını kaldırıp da bakmamış kimsenin yüzüne. Kazlarını güdüp gelir, sonra kapanırmış evine; sonra da Kaz Dağı’nın kuşlarını, çiçeklerini yastıklarına, minderlerine işlermiş boyuna. Sarı Kız’a asılanlar, ondan cevap alamayanlar, onu karalamaya başlayıp babası hacdan dönünce: “Sen hacda iken, kızın tahmin edemeyeceğin şeyler yaptı, biliyor musun?” “Sen hacda iken, Sarı Kız, obamızın şanını beş paralık etti, biliyor musun?” “Sen hacda iken, Sarı Kız, hiç bizim yüzümüze bakmadı, biliyor musun?” “Bakmaması bir şey değil; ama sen bize emanet etmiştin ya!” “Emanet etmiştin, etmez olaydın, biz emanete sahip çıkamadık, ne yapalım, boynumuz kıldan ince, şeriatın kestiği parmak acımaz!” “Şeriatın kestiği parmak acımaz hacı, sen bilirsin gayrı, biz bir şey diyemeyiz!” “Allah için biz bir şey diyemeyiz!” “Sen hacda iken, Sarı Kız evde hiç yalnız yatmadı, biliyor musun?” “Sen hacda iken, Sarı Kız her akşam birini eve aldı, biliyor musun?" “Sen hacda iken neler oldu neler!” “Sen hacda iken...” “…” Sarı Kız’ın babası her konuşanın yüzüne tek tek bakmış; sonra eli yüzü öfkeden yalım yalım yanmaya başlamış. Çakır gözleri yuvasından fırlamış, ateş kesmiş, adeta kudurmuş. Öfkeyle, öne arkaya, sağa sola gitmiş gelmiş. Sonra Sarı Kız’ın kazlarını yaydığı yere gitmiş. Sarı Kız, hem kazlarını yayıyor; hem işlemesini işliyormuş. Babası hışımla yanına gelip: “Demek bunu da yapacaktın bana öyle mi?” Hiçbir şeyden haberi olmayan Sarı Kız: “Ne yapmışım baba?” Babası onun yanıtını beklemeden tekme tokat dövmeye başlamış. Adam vurdukça, “demek benim yokluğumu fırsat bildin, her gece birilerini eve aldın, öyle mi? Yazıklar olsun sana, bin kere yazıklar olsun! Demek öyle ha, ben kutsal topraklara yüz süreyim; sen fingirde! Utanmaz, arlanmaz, haysiyetsiz kız! El âlemin yüzüne nasıl bakarım bundan sonra? Tuh senin eline yüzüne! ” “Ben eve kimse almadım. Benden istediklerini alamayanlar kandırmış seni. Sen de onlara inandın öyle mi? Asıl sana yazıklar olsun, olmaz olsun senin gibi baba! Demek benim böyle bir adiliği yapabileceğime inandın, öyle mi? Bundan sonra benim babam yok! Bundan sonra seninle aynı evi paylaşamam! Artık ben senin için yokum; sen de benim için yoksun! Bana değil de, o aç kargaların, leş kargalarının dediklerine inanıyorsun öyle mi?” Birden babanın öfkesi geçmiş, bulunduğu yere çökmüş kalmış. Sarı Kız da ona bir şeycikler söylemeden, Güre’ye aşağı alıp başını gitmiş... Bu iftirayla yaşayamaz, kimseciklerin yüzüne bakamazdı. Canına kıymaya karar vermiş, öyle de yapmış! … Mavili Kız, gözden ırayıp gitmişti. Deniz bisikleti, malzemesi azalan tırtırlı stabilize bir yolda gider gibi gitmekte. Suyun yüzeyinde aynı yükseltide küçük dalgacıklar meydana gelmiştir. Dalgacıkların boyu ip tutmuşçasına bir düzeyde. Biri ötekinden ne yüksek, ne alçaktır. Deminin dümdüz asfalt gibi uzayıp giden deniz de, Mavili Kız’a gösterişe başlamıştır. Hele Mavili Kız’ın büyüleyici güzelliği adamakıllı döndürmüştür mavi denizin başını. Mavi deniz yerinde duramaz, sallanıp durur boyuna. Sallandıkça, Mavili Kız’ı hoplatmaya başlar. Mavi deniz, Mavili Kız’a tutulmuştur, bir artık kavuşmak ister. Kavuşma zamanın yaklaşmakta olduğunu hissedince de dalgaların boyu yükseldikçe yükselir. Mavili Kız, pedal çevirmeyi, bırakmış, mavi denizin bisikletle olan dansını izlemeye başlamıştır. Mavi deniz Mavili Kız’ı koynuna almak için sabırsızlandıkça, koşmak üzere olan bir at gibi, tepinip durmaktadır. Mavili Kız da: “toprağın üstünde yüzüm gülmedi; belki denizde güler,” diye söylenir kendi kendine. Mavili kızın babası, Almanya’da kara cüppelilerle tanışınca önce anneyi dünyadan soyutlamış sonra kızını. Onların erkeklerle konuşmasını yasaktır. Tatil için Türkiye’ye gelirler, babası sıkı sıkı tembihte bulunmuştur: “Sakın çocukluk aşkın Zeki’yle görüşmeyi deneme! Bak çok fena olur, söylemiş olayım!” Mavili Kız’la Zeki, ilkokulun dördüncü sınıfında sevmişlerdir birbirlerini. O yaşta sevi nedir, onu tanımışlardır. Almanya mı, bilmem neresi bu iki çocuğun aşkına mani olamamıştır. Aslında onların aşkının ateşini Mavili Kız’ın babası Halil Ağa yakmıştır. Almanya’ya gitmeden bir ay önce Zeki’ye: “Eğer, okur da adam olursan bu kızı sana veririm. Derslerine iyi çalış, tamam mı,” demiş, Zeki’den de söz almıştır. Lakin, Almanya, Almanya’nın kara cüppelileri her şeyi allak bullak etmiştir. Mavili Kız, Zeki’sine Almanya’dan sayfalar dolusu mektuplar yazmış, ondan sayfalar dolusu mektuplar almıştır. Bu sevda gün geçtikçe köreleceğine, parlamıştır. Aynen karanlıkta doğan yıldızlar gibi. Babanın kara cüppelilerle tanışması önce bu mektuplaşmaya yasak getirmiş; sonra da evde Zeki adının anılmasına. Mavi deniz, aynı düzeyde dalgalanıp durmaktadır boyuna. Mavili Kız, gözünü ufuk çizgisinden alıp denizin bisiklete çarpan beyaz köpüklerine çevirir. Dalgaların bisiklete çarptıkça daha da beyazlaşan köpükleri, bisikletin beyazıyla birleşince ışık saçmaktadır. Mavi deniz, mavinin her tonunu güneşin ışıklarıyla sergilemektedir... Mavili Kız, mavi denizin maviliklerine baktı baktı; sonra Sarı Kız’ın diyarında tanrıların, tanrıçaların fink attıkları Kaz Dağı’nın eteğinde her gün bin bir güzelliğe yeniden merhaba diyen mavi denizin kollarına bırakıverdi kendini. Mavi denizin beyaz köpüklü dalgaları büyüdü büyüdü, minare kadar büyüdü; sonra Mavili Kız’ı bir daha bırakmamacasına çekip aldı içine... Sahildeki uzun mayolu adamlar, uzun entarili kadınlar: “Büşra, Büşra, Büşra!” diye ortalığı beri baktırdılar. Ne çare ki, mavi deniz, Mavili Kız’ı koyuna almış bırakır mı hiç? Anlatıcı olarak ben mavi deniz olsam, Allah için bırakmazdım; böyle bir güzellik için yirmi sene az gelir adamın gözüne...

  • “KEDİLER” KİTABI…

    -1- 17 Şubat "Dünya Kediler Günü"dür… Garfield, Tırmık, Tom ve Jerry, Pembe Panter ve daha niceleriyle, okuduğum kedi konulu mangalar vs. ile çocukken girmiş hayatımıza, onu dolduran şirinliklerinden vazgeçilmezlerimiz, günün birinde ortadan kayboluşlarıyla bizi üzen dostlarımız olmuşlar. Öyle ki “Yüzyıllar boyunca kedilere tanrı gibi tapıldı. Ve kediler bunu hiç unutmadı.” denmişti. Yarı tanrı olarak kabul edildiler; Antik Mısır’da kediyi bir firavun gibi yarı tanrı ilan eden Eski Mısırlılar tahıl depolarına dadanan kemirgenlere karşı mahsullerini korumak için yapmışlar bunu. Bir süre açık arazide çalıştım. Burada bir itfaiye istasyonu da vardı ve orada görevli erler bana özellikle kedi beslediklerini böylelikle yılan gibi sürüngenleri binalarından uzaklaştırdıklarını söylemişlerdi… İngiliz zoolog Desmond Morris 1992’de Kedinizle Tanışın adlı bir kitap yazmış, 2014’te kitap YKY’nca yayınlanmıştı. Burada “Kedi Niye Tıslar?” sorusuna yılanları taklit ettiğini söylüyor Desmond Morris. Kuyruk sallamasının da yine bunun belirtisi olduğunu ifade ediyordu. Küçükken minik civcivleri de alır beslerdik. Gözümüz gibi baktığımız bu hayvanları sokağımızın kedileri kapıp götürünce çok üzülürdük, kızardık onlara. Sokaktaki bir kuşun peşindeki kedileri de bu yüzden kovalardık. Halbuki binlerce yıl içinde evcilleşmiş bu can dostlarımız hiç de vahşi ataları kadar avcı değillermiş, kuyruk sallayıp kuşları kaçırırlarmış sadece. Belki içgüdüyle yapılan bir avlanma oyunu… Desmond Morris, kedinin asıl avının kuşlar değil kemirgenler olduğunu, ABD’de yapılan bir araştırmaya göre kedilerin beslenme düzeninde kuşların sadece yüzde 4’ü oluşturduğu da yazıyordu. Çiftlikte bakılan kedilerin kemirgen nüfusunun artışını önlediğini belirtiyordu. Kimyasal ilâçlarla yılanların yok edilmesinin besin zincirinin dengesini bozarak nasıl zaman zaman zararlı kemirgen popülasyonunda artışa yol açtığını anımsayın. Bir belgeselde Kedilerin tekrar vahşi yaşama karıştıktan sonra en çabuk ve en iyi adapte olabilen evcil hayvanlar olduklarını öğrenmiştim. Mark Twain, “Tasmaya köle olmayacak tek bir canlı vardır. Kediler… Bir insan bir kediyle karışsaydı bu insanı geliştirirdi ama kediyi bozardı.” der. Günün 24 saatini sokakta geçiren bir hayvan bu kadar parlak ve temiz görünme mucizesini nasıl gösteriyor bu da büyük beceri doğrusu. Kediler günde 8 saatini kendini yalanarak geçiren bir hayvan. Bunu da bir yerlerde okumuştum sanırım. Günümüzden 4 bin yıl önce evcilleştirilmiş hem sosyal hem yabanıl davranışlar sergileyen kedi dostlarımızın benimsenip insanlarca sahiplenmelerine belki o yetenekleri de yol açıyordur. Morris üreme hızında endişe edilen sokak kedileri için İsrail’de uygulanan bir yöntemi de dile getirir: “Kedilere doğum kontrol hapı”… Ve kedi okşanmayı neden sever? Çünkü insanları “anne kediler“ olarak görürler. Bir yavru kedi için anne kedi “besleyen, temizleyen, koruyan” olarak neyse insanlardan da o sevgiyi sıcaklığı şefkati bekliyordu; tıpkı bir “evlat” gibi. “Yazarlar kedileri sever çünkü kediler sessiz, sevilesi ve bilgedir. Ve kediler de yazarları sever; aynı sebeplerden…” demiş Robertson Davies. Peki kediler sadece yazarları sever sevilir de ya başka? 2 aile bireyini “kanser” illetinden kaybetmiş bir evlat, bir kardeş olarak yıllar önce okuduğum bir haberi nasıl unutabilirdim ki: Bir kanser hastası kediyle arkadaş olup onu severek kanser denen illeti yenmiş. Bir haberde oksitosin hormonu insanı hayata bağlıyor, hayvan seven insanlarda oksitosin hormonu salgılanıyor ve insanlar kendilerini hayvan severken huzurlu hissediyor deniyor. Charles Bukowski, “Moralim bozuk olduğunda yapmam gereken tek şey kedilerimi izlemektir. Ve cesaretim birden döner.” diyordu. Aynı gezegeni paylaştık, biz onları sevdik onlar bizi sevdi. Sevmeyenlerden de hiç olmazsa incitmemelerini bekledik. Ve ne çok kitaplar yazıldı onlar için, ne çok kitaplar okuduk sayelerinde: 3/KEDİ İsterdim olsun evimde : Bir kadın halden anlar, Kitaplar arasında bir kedi, Cümle dostlar her mevsimde Dilediğim yalnız bunlar. (Çeviren Oktay AKBAL) Salâh Birsel “Kediler” adlı denemesini Apollinaire’in Hayvan Öyküleri Kitabı’ndaki “Kedi” başlıklı bu şiiriyle bitirir.(s. 77) Kediler ressamlar ve yazarlar arasında da kendilerine bir sürü dost yazmışlardır. Örneğin, Picasso’nun iki kedisi vardı. Petrarca kedisiyle gömülmüş, Hemingway evinde otuzu aşkın kedisiyle yaşardı. (Kediler, Salâh Birsel, Sel Yayıncılık, 2019, s. 67) Aldous Huxley, bu yüzden, kendisine yazar olmak için ne yapması gerektiğini soran bir gence: “Kedi edinin!” demiştir. (s. 68) Bilge Karasu iki kitabının başlığında kedileri kullanmıştır: Ne Kitapsız Ne Kedisiz (1994) ve Göçmüş Kediler Bahçesi’nde (1979). “Bir Hayvanla Yaşamak” adlı denemede “Özellikle binlerce yıldan beri insanla öğür olmuş kedide, köpekte sevgiyi görememek, hiçbir şeyi görememe durumunda olmakla bir.” demektedir. (Ne Kitapsız Ne Kedisiz, Bilge Karasu, Metis Yayınları, 12. Basım, 2020, s. 69) “Besleriz; en ufak bir beklentimiz yerine gelmediğinde “nankör” deriz ona.” (s. 71) “O bizim dilimizi anlamasını bir parça öğrenir. Aynı şeyi biz niye yapmayalım?” “Ortak bir ‘dilimiz” olabilir; o dili kurabiliriz. (Kedinin ‘anne’ demesi gerekmez bu ortak dilin kurulması için…)(s. 72) Karasu diğer kitabında da (Göçmüş Kediler Bahçesi, Bilge Karasu, 14. Basım, 2020) kediler hakkında şu notları düşüyor: “Burası göçmüşlerin bahçesi değildi, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeğe baktıkları yeriydi herhalde bu kentin; Göçmüş Kediler Bahçesiydi bu.” (s.158) “Ağaçların arasına dönmeden önce bacaklarıma sürünen kediye bile bakmadım. Kedi geçti gitti. Açtı; yorgundu belki. Ölmüştür şimdi. Göçmüştür bu bahçede.” (s. 159) “Aradığımın ‘mutluluk’ olmadığını, olamayacağını anladım geçen yıllar içerisinde; mutluluğun tanımı nasıl yapılırsa yapılsın… (Ya da, küçücük bir umudun gerçekleşmesi ne getiriyorsa ona ‘mutluluk’ adını veririz, olur biter.) (s. 214) “Kedilere benzeyebilseydik keşke. (…) Yaşadıkları anın iyicene farkındalar gibi.” “Bizlerse, (…) bir dizi anın her birinin biricikliğini şuncacık olsun farketmiyoruz. (…) Ama kedi sever gibi sevmemelisiniz sevdiklerinizi.” (s. 214-215) “Kedi sevmek, kedinin, kendisini seven (kendisinin de sevdiği) kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir. (s. 218) Kediler için neler neler yazıldı, daha neler yazılabilir kim bilir… -2- “Zaman gelecek, hayvanları öldüren kişiler insanları da öldürmeye başlayacaktır.” (Leonardo da Vinci) Hayvan Hakları Federasyonu (HAYTAP) Başkanı Av. Ahmet Kemal Şenpolat, 2015’te 111 Soruda Hayvan Hakları adlı bir kitap yayımlamış. Bu kitabın gelirleri de hayvan projelerine adanmış (111 Soruda Hayvan Hakları, Av. Ahmet Kemal Şenpolat, Okuyan Us Yayınları, 2.Basım, 2018, s. 127-130) Hayvan sevgisi kadar hayvanların konusunda da bilincin gelişimini amaçlayan kitap 111 soru-yanıtla merak edilen konulara temas ediyor. Kediler 10 bin yıldır hayatımızda, “2004 yılında ise Kıbrıs’ta bulunan kedi mezarı, kedilerin evcilleştirilmesinin en az 9.500 yıl öncesine gittiğinin kanıtıdır.” “Eski Mısır’da kedi tanrıçası Bast’ın bir tapınağı bulunurdu.” (s. 271) Kedi öldürmenin cezası da idamdır. Amaç kedilerin korunmasıdır. Buna karşılık ortaçağda kediler şeytan kabul edilip öldürülmüşlerdir. Büyük veba salgınında (1347-1351) insanları veba salgınına yol açan farelerden kurtaran yine kediler olmuştur. (s. 272) Evcilleştirilerek aslında hayvanların doğal yapıların da bozmuş olduk. Kitapta özellikle bu yüzden iki konuya vurgu yapıyor: “Sokak hayvanı” yerine “Sokağımızın hayvanı”, “Sokak hayvanı sorunu” yerine “Sokak hayvanlarının sorunu” ve “Hayvan barınağı” yerine “Bakımevi” ya da “Rehabilitasyon merkezi ve bakımevi ” ifadelerinin kullanılması... “Sahipsiz hayvanlarla yaşamayı öğrenmemiz gerektiği gerçeğini kabul etmeliyiz. Çünkü bu canlılar sokak hayvanı değil, sokağımızın hayvanlarıdırlar.“ (s.54) Hayvan sahiplenmek bir hayvanı koruma altına almamız anlamına geliyor. (s. 55) “5199 sayılı Hayvanları Koruma Yasamızda hayvanlara karşı yapılan insafsızca hareketler maalesef suç olarak belirlendiği için cezalandırılamaz.” (s. 59) Kısa kısa kitaptan notlar… Bunun için hayvanlara karşı şiddet kabahat (idari suç) kapsamından çıkarılıp suç kapsamın alınmalı yargılanmalıdır. Gelişmiş ülkelerde de böyledir, hapis cezasına çarptırılmaktadır. Bakımevini klinik fonksiyonlara sahip şekilde açması gereken kurumlar en başta uzman personel ve finansmana sahip belediyelerdir. Devletin görevi hayvanların korunması, kontrol altında tutulması, rehabilite edilmesidir. “Köpekler bölgesel hayvanlardır. Yani insandan uzak bölgelerde tek başına yaşayamazlar.” diyen Şenpolat, ağırlıklı olarak soğuk iklimin sürdüğü gelişmiş ülkelerin koşulları örnek gösterilerek sokağımızın hayvanlarının ortadan kaldırılmak istenmesi konusunda da dikkat çekiyor... Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6'ncı maddesi hayvan haklarının kırmızı çizgisi. Çünkü bu madde hayvanların rehabilitasyonundan sonra alındıkları (alıştıkları) bölgeye salıverilmesini içeriyor. Doğal hayatımızın bir parçası hayvanların özgürlük hakkını da kapsayan yasanın 6. maddesinin tartışılması abesle iştigal değil mi? -3- “Derim ki ben Kedileri severken ağlayınız Beyaz değil aslında mahzundur kediler” (İsmail UYAROĞLU) Genellikle insanlar kedilerin evden bir süre uzaklaşıp sonra (hatta aylar sonra) geri dönme nedenlerini pek anlamazlar. Salâh Birsel, bir hayvansever ve kedi tutkunu olan Paul Léautaud’tan bahsederken şöyle diyor: “Fransız yazarlarından Paul Léautaud’nun kedileri de sık sık evden uzaklaşır. Sonra gelirler, karınlarını doyurup yine ortalardan silinirler. Nedir, Çinli adlı kedisi de firar oyunu oynadığında hüngür hüngür ağlamıştır. Sonra da kendini Plessis-Piquet sokağına atarak her yeri tartak martak getirmiştir.” (a.g.e., s.55) Desmond Morris, “Kediler neden önce dışarı çıkmak, sonra da tekrar içeri girmek için bağırır?” sorusuna şu yanıtı veriyor: “Kediler kapılardan nefret eder. Kapıların kedi ailesinin evrimsel hikâyesinde hiçbir yeri yoktur çünkü. Kolaçan etme faaliyetini sürekli engelledikleri yetmezmiş gibi, bir de kedilerin kendi yaşam alanlarını keşfe çıkıp sonra kendi güvenli merkez üslerine dönmelerini önlerler.” (a.g.e., s. 60) “Bir kedi sizin dostunuz olur ama köleniz asla” demiş Théophile Gautier de… Kedileri sevelim… Yeter ki bizle beraber ara sıra kaçamakları olsa da yanı başımızda olsunlar, olsunlar ki sevebilelim… Hayvanları sevelim. Tamer UYSAL

  • BİR İKİ PANDEMİK VAKA

    İ lk günleriydi pandeminin, eşim toruna bakmak için Salihli’deyken, ben bir başıma İzmir’de kalmıştım. Okullarda eğitime ara verilmiş, “online, online” dedikleri uzaktan eğitimle tanışmış çocuklarımız, eğitimcilerimiz. Öğrencinin yüzüne bakmadan, ona dokunmadan nasıl bir eğitim olur; bir eğitimci olarak inanın bilmiyorum. Al sana çözüm: Sınıf mevcutlarını düşür, ikili üçlü eğitime geç, bazı derslerin ders saatini düşür; yap eğitimi yüz yüze. Olmaz, eğitim uzaktan olmaz! Pandemi insanlığı korkutmuş, evlerine kapatmıştı. Çin’in Wuhan şehrinde yarasa yiyen bir Çinli'nin insanlığı felakete sürüklediğini söylüyordu uzmanlar. Çin hükumeti, tedbirleri bütün ülkelerden çok sıkı uygulamış, tam manasıyla kapanmaya gitmişti. Sıra yavaş yavaş bize doğru geliyordu, bu global dünyada bundan etkilenmemek olur mu? Bizde de sosyal mekanlar kapatılmış, insanlar evlerine hapsedilmişti. Evde bir başımaydım ya, kitap oku, televizyon izle… Bir zaman sonra sevdiğim bu etkinlikler bile sıkmaya başlamıştı. Mart ayının ikinci haftasında sağlık bakanı ilk Covit vakasını açıklarken bütün televizyon kanalları bakanın diyeceklerine odaklanmıştı: “Ülkemizde ilk covit 19 vakası görüldü," sonra bakan bey, "ilk hastamı kaybettim," adı şu deyip her gün tivitlerle kamuoyunu bilgilendirmeye başladı. Covitli günlerimiz hayırlı olsun(!) Covit 19 ya da Türkçe karşılığı(!) Cavit Çorum günleri başlamış oldu. Eve kapan, kimse ile temas etme, kimse ile görüşme, sevdiklerinize özlemi görüntülü konuşma ile gidermeye çalışın… Bizim gibi, sıcakkanlı Akdeniz ülkelerinin yurttaşları sarılıp koklaşmayınca durabilir mi? El sıkışmak yok, öpüşmek yok, eşler bile birbirinden uzak duracak! O günlerde anlı şanlı bir profesör “maske ile sevişin,” demez mi, aha dedim, az sonra bakalım konu nereye gidecek, dedim! Sayın profesör vatandaşlarını çok güzel tahlil etmiş, aç kal, açıkta kal; fakat … Biliyor ki sayın profesör uçkur peşkir oldu mu, insanımızın bütün uzuvları harekete geçer! Covit 19, veya Cavit Çorum, insanların aklını başından aldığı gibi beni de çok etkilemişti. Televizyonlarda seyahat yasağından bahsetmeye başlayınca her alanın uzmanı(!) tartışmacılar, ekran şebekleri… Dedim ki "daha fazla yalnızlık çekmeden, aklımı zayi etmeden Salihli’ye gitmeliyim!" Çocuklarımın evine vardım, “nasılsın, iyi misin,” seremonisinden sonra konuşmaya çalıştım, fakat sözcükler boğazıma takılıp kalıyor, yarım yamalak peltekmişim gibi çıkıyor, zorla konuşuyorum: Konuşmaya konuşmaya, konuşmayı unutmuşum! Konuşamamak sinirlerimi bozmaya başlarken öte yandan da ruh sağlığımı etkiliyordu, "insanın neresi ağrırsa canı oradadır," derler ya, korkmaya başladım, aklımı mı kaybediyorum; yoksa benim gibi yerinde yurdunda durmayan birini eve kapatmak, onu zincire vurmaktır. Gerçekten kendimi kötü hissediyordum, konuşmak istesem bile konuşamıyordum; kekeme biri olup çıktım diyeceğim, kekemenin beyni ile dili arasında bir koordinasyon vardır. Fakat benim konuşma organlarımın beyne itaat etmediğini düşündükçe, ruh sağlığım ciddi olarak örseleniyordu, ruh sağlığım bozuldukça söz anlamaz asi ruhlu, fırsatçı depresif tansiyon harekete geçmişti çoktan. Artık, normale dönmesi aylar alırdı… Salihli’deki evimize tam olarak yerleşememiş, doğal gaz bağlanmamıştı. Bu ara bize has "tam kapanma" başlamıştı. Kahveler kapalı, toplu paylaşım alanları kapalı, kırtasiyeler kapalı, marketler kapalıydı. Ekmek arabalarının cazgırları sokak aralarında “ekmek, ekmek, ekmekçi geldi, ekmekçi” diye ekmeğin geldiğini haber veriyordu. İşte o an, yazma aşkım depreşince evde kağıt defter aramaya başladım. Defter, kağıt hak getire, yoktu. Kağıt, defter diye evin içinde deli danalar gibi dolanmaya başladım. Yatak odasındaki dolaplar, aynanın çekmecesi, tamir çantası, mutfak dolapları, çekmeceleri... yoktu… Birden buzdolabının yan tarafındaki dolapta borcamın altına koyulmuş, fırıncının sıcak ekmekleri plastik poşetlerden korumak için sardığı ambalaj kağıdını görünce “mal bulmuş mağribi,” gibi sevindim… Kalem elimdeydi zaten, hemen mutfak masasının üstüne kağıdı koyup yazmaya koyuldum. Yazmaya başlamadan deyiş dinlemek ruhumu coşturur, ilham verir ya, açtım dinlemeye başladım, bakın şu deyişin güzelliğine: “Her sabah her sabah cumbuşa gelir el aman Dağlar ya Muhammet Ali çağırır Ya gel dost dost dost Alim dost Bülbül de gül için figana başlar el aman Ağlar ya Muhammet Ali çağırır Ya gel dost dost dost Alim dost!” … Bu güzel deyişi amcamla babam birlikte ne güzel söylerdi. O an onları düşleyerek Muhlis Akarsu’nun sesinden duymak için açtım YouTube kanalını. İşte o an bu deyiş, beni Bozdağ’ın yamacındaki çam ormanlarının içine götürdü… Aşk, güzellik, ilham, boş sokaklar, boş caddeler… Görevli birkaç vasıtanın dışında Salihli'nin en işlek caddelerinde mesela Şüheda’da top oyna. Bu sıkıcı, bunaltıcı, günler ve insanların üstüne aç köpek gibi saldıran Covit 19 virüsü. Fırıncının ekmek sardığı ambalaj kâğıdına yazmaya başladım. “Köşkün Yosması” Cümleler yağ gibi akıyor, içimden geçenleri yazmaya yetişemiyorum, akıyor, akıyor; aktıkça yüksekten düşen şelalenin sesi olup aşka davet ediyor. Yazdıkça yazdım, aşka geldikçe yazdım. Sonra yarattığım kahraman canlanıp isyan etmez mi? Uyuşuk tipli köşkün yosması, kendini beğenmiş, kibirli biri olup çıkıvermiş. Onu öyle şişirmişim, öyle bir şişirmişim, kendini Kleopatra zannetmeye başlamış. Bilirsiniz, insanlık tarihinin en aşağılık mesleklerinden biridir “yalakalık,” kim olursa olsun yoldan çıkarır. Yarattığım bu, köşkün yosması isyan ediyordu şimdi bana. Cümle kurmaktan aciz bu Levanten kızı, elimdeki kağıdı kalemi alıp bana yazmaya başladı. Dedi ki, “Sen beni değil, ben seni severim; sana sevmek yok, sen pandeminin pandemik vakasısın. Sen beni ağacın en yükseğine çıkardın, beni kızarmış nara çevirip ulaşılmaz eyledin. Sen beni, tanrıların Tantalos’a verdiği cezaya çarptırdın. Sen beni bırak, yazma, yazma,” deyip kâğıdı kalemi parça parça eyleyip balkon kapısından sır olup gitti. Arkası geldi, bu söylence parçasından bir öykü dünyaya geldi: Köşkün Yosması! Covit 19, Cavit Çorum, insanları evlerine kapatmış, yetkili yetkisiz uzmanlar(!)televizyon ekranlarında oksijensiz ölümü, dramatize ede ede anlatıyor. Yaşlılar, altmış yaş üzeri yurttaşlar, vebalılar gibi pandeminin pandemik vakaları olarak tescillenip tecrit edilmiş, evlerinde hücre cezasına çarptırılmışlar. Salgının asıl sorumluları onlarmış gibi ağır bir travma yaşıyorlardı. Tansiyon hastaları, şeker hastaları, ağır hastalığı olanlar, risk grubundaki insanların evlerinden çıkmaması gerektiği söyleniyordu boyuna. "Maske, mesafe, hijyen," günün her saatinde aynı haberler, her alanın uzmanı(!) tartışmacıları toplumla birlikte beni de pandemik hasta etti…

  • Özgürlük

    Şiir yazmıyorum dedi kadın. dizeleri tek tek yüreğimin dehlizlerinde maviye boyayıp kurusun diye çıkarınca güneşe onlar kendisi artarda diziliyor söz vermişçesine. bir şey yazmıyorum dedi kadın ne zaman yürek sesim beni dinlemeyip kalemi alsa elimden maviye kesiyor dizeler peş peşe düşlerinin peşinden. bir kuş olup uçuyor. tam mürekkep bitti yazmaz dediğimde, yürek dehlizlerime uzanıp bir tutam mavi bir tutam gökkuşağı bir tebessüm serpip düşlerime bir çiçek çiziyor ne zaman baksam gökyüzüne. mavilik basıyor her yanımı boydan boya uçsuz bucaksız sevgiyle. Semihat Karadağlı 27.11.2016 İzmir

  • İNCE MEMED VE DOĞU PERİNÇEK

    Türk edebiyatının önde gelen adlarından Kemal Tahir’in halkı isyana teşvik suçlamasıyla 12 yıl Nazım Hikmet’le birlikte cezaevinde yattığını bilirsiniz. Arkasında tadına doyulmaz romalar bırakarak 1973’te aramızdan ayrılmıştı. Hükümet 2021 yılı Kültür Sanat ödüllerini dağıtırken “Vefa” dalında büyük ödülü Kemal Tahir’e verdiğini açıklamış, 21 Aralık 2021 günü de ödüller bir törenle dağıtılmıştı. AKP Hükümeti’nin Kemal Tahir’i ödüllendirmesinin nedeni, elbette komünistlikten mahkûm olması karşısında bir özür dileme değildi. Kemal Tahir’in çağdaşı komünistlerden farklı olarak İttihatçılara olan sempatisi de değildi. Tek Parti dönemin uygulamalarını eleştirmesiydi. “Yol Ayrımı” romanının konusu da budur. Kemal Tahir “Devlet Ana” romanıyla da Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında devlete koruyucu bir anlam yüklemesiydi. Onun bu tezleri, muhafazakâr aydın çevrelerinde de ciddiye alınmasına neden olmuştur. Recep Tayyip Erdoğan’ın Kemal Tahir’e “vefa” göstermesinin nedeni budur. İslamcı, Abdülhamitçi bir akımın iktidardaki temsilcilerinden oluşan bir ekibin Kemal Tahir’e ödül vermesi, onun romancılığının önemini azaltmaz. Tezleri tartışılmaya devam eder. DEVLETE BAŞKALDIRMIŞ EŞKIYA! Geçenlerde bir akşam televizyonlarda gezinirken gözüm Ulusal Kanal’a takıldı. Sık sık yapıldığı gibi Kanal’ın programcıları Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e sorular yöneltiyorlar, o da kendi evinde bulunmanın rahatlığı ile itiraz edilmeyen yanıtlarını veriyordu. Programcılardan biri sordu: “Cumhurbaşkanı Kemal Tahir’e vefa ödülü verdi. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?” Perinçek bu ödülün yerinde olduğunu söyledikten sonra şu şöyle cümleleri ekledi: “Biliyorsunuz Kemal Tahir’in Devlet Ana adlı bir romanı var. Devletin koruyuculuğunu anlatıyor. O Yaşar Kemal gibi, devlete başkaldırmış eşkıyayı sevimli gösterip romanlaştırmadı!” Uzun yıllar komünistlik suçlamasıyla hapislerde yatmış Doğu Perinçek gibi birinden Yaşar Kemal ve İnce Memed hakkında bu cümleleri duyunca artık onun söylediği ve söyleyeceği hiçbir şeye şaşırmamaya karar verdim. Nasıl bir cisim eğik bir düzlemde duramayıp dibe kadar yuvarlanmak zorundaysa Perinçek, İnce Memed’e bakışıyla o eğik düzlemin dibine kadar yuvarlanmış ve hâkim sınıfların en gerici ve halk düşmanı kesimlerinin yanında yerini almıştır. İnce Memed’in başkaldırdığı Abdi Ağa’lar Perinçek’i bağırlarına bassalar yeridir! Vatan Partisi Genel Başkanı bu tutumuyla kendi geçmişinden de tövbe getirmiş olmaktadır. Artık ne grev çadırlarını ziyaret etmeye yüzü tutacaktır, ne Mustafa Akdağ’ın kitabına verdiği adda olduğu gibi “Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgası”nı, yani Anadolu halkının geçmişte Osmanlı’ya karşı verdiği mücadeleyi övebilecektir. Şifre “Devlete başkaldırmak”tır. Çünkü bütün geçmiş despotların iddia ettiği gibi devlet kutsaldır! Onun gözünde ne Spartaküs isyanının bir değeri vardır, ne Fransız İhtilali’nin, ne Ekim, ne de Çin devriminin. Bunların hepsi devlete başkaldırmadır. Şeyh Bedreddin de böyle bir “suç” işlemiştir. Selçuklu Sultanlığına kök söktüren Babalılar da. HERKES YÜRÜRSE ÇOK İYİ OLUR! Ben bu sözü başka birinden de duymuştum. Köylülerimiz, 1967’de 82 kilometre yolu yürüyüp, köyün yolunun yapılması isteğiyle valiliğin kapısına dayandığında, ilde yayımlanan “devletçi” bir gazetenin sahibi benimle bir tartışmaya girmişti. Devlete karşı böyle bir eylemi tehlikeli görüyordu ve “Her köy, böyle ihtiyaçları için yürüyüşe kalkışırsa ne olur?” diyordu. Ona verdiğim yanıtı bugün gibi hatırlıyorum: “Çok iyi olur.” Çünkü daha öğretmenliğimin üçüncü yılında biliyordum ki, devlet denilen aygıt, hâkim sınıfların halk üzerinde baskı aracıdır. Kutsallığı falan yoktur. Perinçek’in bu yeni görüşünü benimseyecek olursak, o yürüyüşü yapan köylülerin de pişmanlık getirmesi gerekir. Oysa onlar somut olarak devletin ne anlama geldiğini yeni Perinçek’ten daha sağlıklı algılıyorlar ve yürüyüşleriyle 54 yıl sonra bile övünüyorlar. Aslında Kemal Tahir’in hayatı ve mücadelesi de devletle kavga içinde geçtiğine göre, gerek Cumhurbaşkanının gerekse Perinçek’in ona gösterdikleri “vefa” bir istismardan öte gidemez. Onun artık devlete başkaldırmış Deniz Gezmiş gibi bir “eşkıya”nın avukatı olduğu övünmesinden de vazgeçtiğini varsayabiliriz. Hükümet’in yanında saf tutmak için, ona yönelttiği hakarete varan bütün söylemlerinden vazgeçen başkalarını da görüyoruz. İçişleri Bakanı bunun timsalidir. Onun yanında saf tutmuş Doğu Perinçek bu bakımdan bir ilk örnek de değildir. Tarih, zalimlerin saflarından ayrılıp halkın tarafına geçenler için iyi şeyler yazıyor ama halkın safından ayrılıp sömürücülerin safına geçenler için hiç de iyi şeyler yazmıyor. Tabii söz ettiğimiz tarih emekçilerin tarihidir. (14 Şubat 2022)

  • YORGUN ŞİİR

    yorulmuştu baktı dizeler kırık şiirin her harfinden damla damla hüzün akıyor kıyamadı aldı kalemi eline yüreğinden bir tutam sevgi döküp tutkal niyetine yapıştırıp yürek fırçasıyla boyadı boydan boya dünyayı bir umut bir düş bir gülüş ekledi kırıkları topladı ... öptü harflerin gözlerinden tek tek sevgiyle... Semihat Karadağlı 21.10.2017 saat: 18.33 İzmir

  • SONUN BAŞLANGICI OLABİLİR

    31 Mart 2019 Pazar günü yapılan yerel seçimler iktidar için beklediğinden daha kötü, demokrasi cephesi için ise beklendiğinden daha iyi sonuçlar getirdi. Eşitsiz seçim koşullarına rağmen büyük kentlerde muhalefetin öne geçmesi, 17 yıllık AKP iktidarı için sonun başlangıcı olabilir. Pek çok siyasi başlıklar taşıyan seçim sonuçlarının birkaçını şöyle sıralayabiliriz: MİLLET AKP’DEN YÜZ ÇEVİRMEYE BAŞLADI: Bu yüz çevirme büyük kentlerden başladı. Bunun gelecek yıllarda dalga dalga ülkenin kırsal alanlarına da yayılacağı beklenir. Çünkü ticaretin, sanatın, bilimin olduğu gibi siyasette de belirleyici olan kentlerdir. HÜKÜMET PİŞKİNLİĞE VURDU: Bu seçim sonuçlarını beklemeyen iktidarın önce bir şaşkınlık geçirdiği, Yüksek Seçim Kurulunun İstanbul için veri akışını 14 saat durdurması ve Binali Yıldırım’ın başkan olduğunu ilan etmesiyle anlaşıldı. Fakat özellikle İstanbul seçim sonuçlarını kabul etmemenin büyük direnişe ve kalkışmaya sebep olacağını tahmin eden Hükümet, sonucu kabullenmek zorunda kaldı. İçi kan ağlayarak, başka verileri kullanıp seçimin kazananı olduğunu söylemekle yetinmek zorunda kaldı. Bu kentleri muhalefete teslim etmeye razı oldu. BAŞARI KİMLERİNDİR: Bu seçim başarısı en başta AKP hükümetinden bıkmış olan halkındır. Başarıda, İYİ Parti’ye grup kurması için geçici olarak milletvekilliği verdiği tarihten beri CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun ve CHP ile ittifak yapan Meral Akşener’in payı vardır. Büyük kentlere başkan olan adayların isabetli seçilmiş olması da başarıda etkendir. Seçim sonuçları, her seçimden sonra kaynayan CHP’de bu kez bir süre için olsun “hemen kurultay” isteklerini geri plana atacaktır. HEM KAYBEDEN HEM KAZANDIRAN PARTİ: Bu seçimin hem kaybedeni, hem da kaybederken kazananı, kazandıranı HDP’dir. İktidarın yok etmeye adeta yemin ettiği, uluslararası tepkiden çekindiği için henüz kapatamadığı, fakat siyaset yapmasını adam akıllı kısıtladığı, başka partilerden de cüzamlı muamelesi gören HDP, Doğu ve Güneydoğu’daki seçmenlerinin ve belediyelerinin bir kısmını kaybetti. Bu koşullar altında yapabileceğinin en iyisini yapmak gibi bir siyasi kıvraklık gösteren HDP, büyük kentlerdeki seçmenlerini, AKP-MHP ittifakını zayıflatacak ittifaka yönlendirdi. Böylece bu kentlerde sonucu belirleyen bir rol oynadı. KOMÜNİST BELEDİYE: Bu seçimde nur topu gibi komünist il belediyemiz de doğdu. Önceki yıl makamında kendisiyle görüşmemi paylaştığım Ovacık Belediye Başkanı Maçoğlu, bu kez Tunceli Belediye Başkanlığını kazandı. Sosyalist aydınlar Türkiye’de hem de İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerde belediye başkanlığı yapmamış değildir. Fakat on yıllardır kanun dışı ilan edilen ve görüldükleri yerde ezilmeleri emredilen komünistlerin, bir il belediyesini yönetme fırsatını yakalamaları ülkemizde ilk kez oluyor. Bu kentin de Tunceli olması anlamlıdır. Tunceli’ye yakışmıştır. CUMHUR İTTİFAKI MHP’YE YARADI: Ülkeyi tek başına yönetmede yetersiz kalacağını anlayan AKP’nin söylemlerinin merkezinde bulunan dinin yanına milliyetçiliği de katarak MHP’ ile ortaklık kurması, seçimlerde MHP’nin işine yaradı. MHP, AKP’nin desteği ile belediye sayısını artırdı. Bu durum ittifaka devam mı etmek, son mu vermek konusunda AKP’yi bir yol ayrımına getirebilir. İKİ İKTİDAR ODAĞI DOĞDU: Erdoğan her ne kadar taraftarlarına moral vermek, herhalde kendisi de moral bulmak amacıyla: “Fazla sevinmesinler, ülkeyi ben yönetmeye devam edeceğim” diyor. Evet, anayasa ile o tek adamdır ve emirleriyle ülkeyi yönetmektedir (Yönetmekteydi). Asker, polis, yargı, vali ve kaymakamlar, basının büyük kısmı onun emrinde. Fakat büyük şehirlerin belediyelerini kaybetmekle yetki alanı artık kısıtlandı. AKP’li müteahhitlerin zenginlik kaynakları önemli ölçüde bu kentlerin imar işleriydi. Böylece, zenginliklerin bir kısmı el değiştirecek. Bu kaynakların bazı kişileri zengin etmek için değil, halk yararın kullanılması, muhalif belediyelerden beklenir. HOŞAFIN YAĞI TÜKENDİ: AKP, devlet hizmetlerini ve sosyal yardımları yoksul kesimlere yönlendirerek iktidarda kalıyordu. Bunu hâlâ mitinglerde kadınların Erdoğan’ı alkışlamasından anlıyoruz. Fakat bunun için elde avuçta ne varsa satıp savdığı için bu politikalarını sürdüremez duruma geldi. Enflasyonu ve işsizliği önleyemedi. Ekonomiyi yönetemedi. Bu da şimdiye kadar kendisini destekleyen kitlelerden bir kısmının ondan yüz çevirmesine neden oldu. DIŞ POLİTİKA’DA BAŞARISIZLIK: İslam dünyasının halifesi olma sevdası, Erdoğan’ın dış politikada zikzaklar çizmesine neden oldu. Batı ile arayı bozdu fakat ondan kopmayı da göze alamadı. Savaş politikaları halkın büyük kesimi tarafından benimsenmedi. Türkiye’nin dış bağlantıları belirsiz bir sürece girdi. Savaş karşıtlarını ve muhalifleri hapse attırması, kendisini eleştirenlere sayısız hakaret davaları açması ve muhaliflerini suçlamada makul üslup sınırlarını aşması, onun diktatör imajını güçlendirdi. Kanımca 31 Mart seçimlerinden çıkan sonuçların belli başlıları bunlardır. Bu sonuçlar herkes için derslerle doludur ve demokratik parlamenter sisteme dönüşün yollarımı açabilir. (1 Nisan 2019) zekisarihan.com

  • Aramızdan Bir KİMSE

    / Eğitimci / Yazar Zekeriya SAKA ile SÖYLEŞİ: * KimseSİZ'de bu yazı dizisini düşünürken amacımız, kültür ve sanata emek vermiş, vermiş ama bir türlü adını etik yollarla büyük harflerle yazdıramamış insanlarımıza yer vermekti. Ne var ki, salt yaşadığımız kentte bizim dergimizin boyutlarını aşacak kadar sessiz ve adsız kahramanlar olduğunu fark edince bir adım geri çekildik. Bir seçici ilke belirlemezsek altından kalkmamız olanaksızdı. Bu nedenle dergimize emek ve katkı verenlerle başlamayı uygun bulduk. Ömrümüz ve gücümüz yeterse bu yazı dizisini sürdürmeyi, uzanabildiğimiz yere kadar uzanmayı da benimsedik. İlk konuğumuz, Fatma BABUŞÇU’nun söyleşisiyle Karadeniz’in her dem duman kenti Trabzon’dan. Öykücü, şair, denemeci...ve bir edebiyat öğretmeni: Zekeriya SAKA İlk konuğum * kimseSİZ DERGİSİ Mart2003 sayısı SÖYLEŞİYİ okumak, İSTERSENİZ İNDİRMEK için TIKLAYIN *

  • Aramızdan Bir Kimse

    ASIM ÖZTÜRK’LE ŞİİR ÜSTÜNE SÖYLEŞİ Timuçin ÖZYÜREKLİ / Şiiri değerlendirmeniz ve şiire bakışınız nedir ? Seninle uzun yıllardır hem şiir üzerine olan toplantılarda ve söyleşilerde bunu çok ayrıntılarıyla konuştuk, sanıyorum daha konuşmaya da devam edeceğiz. Şiirin kendi yapısında var olan süreklilik nedeniyle, her gün, her an yeni açılımları. yeni oluşumların konuşulduğu, yazıldığı bir yazın dalından söz ediyoruz. Her şiire başlarken sözcüklerin seçiminden, kavramların içeriğinden, imgelerin yerli yerinde ve özgün olarak kullanımından kendimi sorumlu tuttuğum gibi, onlara yeni açılımlar vermeğe de çalışırım. Bu bile şiirin üretim sürecindeki durmaksızın kendini yenileyen canlılığını, düşünsel, duygusal derinliklerinden biraz ip uçları veriyor sanıyorum.Şiiri yazanın kendine dönük yanını ayrı bir konuşma ,ayrı bir söyleşi konusu yapmak olasıdır. Şiir yazma eyleminin hem zorunluluğundan söz edelim, hem de bu zorunluluğun ana dayanaklarını açımlayalım. Bu dışarıdan son derece sıradan bir edimmiş gibi görünen bir eylem, bir davranış olmadığını ayrıntısıyla konuşulması gerekir. Sanıyorum bu hem şiir okuru için hem de şiir yazanlar için de çok gereklidir. Okura ulaşan yanıyla soğutulmuş, elle, avuçla dokunulan bu kor gibi sıcak ürünün nasıl yazanın elini, usunu yakmadan üretiliyor olmasını konuşmak, bunları çok gerekli mi bilmiyorum ama bazılarına ip uçları olsun diye anlatmakta da yararı var. Uzun yıllardır şiir yazıyor olmanın düşünsel kolaylıkları zaman zaman sizi tuzağa düşürebilir, bunun ayırtına vararak, sıradan, kendini yineler durumundan kurtulmak gerekir. Bu konu üstüne daha çok uzun yazabilir ya da konuşabiliriz. Değinilmeyen açılarını zaman zaman el yordamıyla Dokunarak, zaman zaman usumuzun aydın yüzeyinde gezinerek açabiliriz. Bir çok ödül aldığınız biliniyor. Bu bağlamda şiir geçmişiniz nedir ? Yaklaşık 1965’lerden bu yana yazıyorum.Hemen hemen kırk üç yıl olmuş, bu güne dek on binlere varan sayıda şiir ürettim.Şiire yaşamımı verdim desem,biraz geleneksel konuşmamış olurum sanırım.Tüm yaşamımı şiir üzerine kurarak, kolay acısız,sorunsuz yaşamlardan hep uzak durdum; şiir uzak durmamım gerektiriyordu. İyi şiir yazabilmenin;şiir yazabilmenin sıradan birikimlerle olmayacağını daha işin başında anlamıştım,bu nedenle bu güne dek gelmiş olan tüm kültürel birikimleri okuyarak, onlardan doğru bilgileri ve iletilerini özümleyerek işe başladım. Kolay sınıf geçmeler, okul bitirmeler bana göre değildi. Çok para kazanacak meslekler, etiketler, birilerinin yapay beğenilerle kurduğu övgüler, ödüllendirmeler bana göre değildi. Hem doğru olanı bulmak , hem de doğru olanla birlikte yaşamak içimdeki o derin boşluğu doldurma konusunda bana çok yardımcı oluyordu.Hiç ayrım yapmaksızın öncelikle yazınsal ürünleri, daha sonra bunlara destek olan yan kültür öğeleriyle beslenerek sürdürdüm,kendime açtığım yolu.Sanıldığı kadar kolay geçmeyen bir yoldu bu;alışkanlıkları ve bu alışkanlıklar içinde yaşamanın kolaylığını kavramış olan çevreye aileye karşı bunu sürdürebilmek. Yoğun okumalar sürecinden geçtim,bu gün bile günde belirli bir okuma sayfalarım vardır. Okudukça anlama,anladıkça yeni ufuklara doğru çıktığım yolculuklarda hep yalnız olduğumu duyumsarım. Özgeçmişimde ödüllerimle ilgili belirli dökümler vardır. Bir çok ödüle katılmadığım ,katılmamaya özen gösterdiğim çok olmuştur.Bunlar önemlidir ama beni şiir yazmaya yönlendiren, yazmadan duramayacağım bir duruşun karşıtı değildir. Ödüller verilmemiş, hiç bir kişi şiirimi okumamış olsa bile ben yine binlerce şiir yazacak, şiir üretrnenin yoğun düşünmelerin işçisi olacaktım. Bütün şiirlerinde yazıldığı yeri not düşüyorsun ve numaralandırıyorsun, özel bir anlamı var mı ? Sanatın ve yeniden üretmenin,düşünce boyutuyla ve yazınsal boyutuyla büyük bir disiplin olduğuna inanırım.Her ketsen çok çalışmak, herkesten çok okumak, herkesten çok yazmak edimi benim disiplin anlayışım içindedir.Bu disiplin asla sınırlandırıcı değil, önünüzdeki yazma işlevini kolaylaştırıcı, daha kısa zaman ayırarak yeniden başa dönmeyi önleyici bir kolaylığı vardır. Bir yazarı tüm yapıtlarıyla birlikte okurum. Okuduğum kitaplardaki önemli gördüğüm yerlerin, dizelerin altını çizerim.Yazdığım her şiir iyi ya da iyi değil o benim şiirimdir onlar üzerinde çalışırım.Bir çok şiir yazan ozana göre davranmam, ben şiirin bir kez yazılacağına,üzerinde durup durup düzeltmeler yapılacağına inanmam. Şiirin o anın şiiri olmasına özen gösteririm.O anın duygusunu coşkusunu taşıması, anlar değiştikçe duygunun ve düşüncenin de değişip bana o anda yazdığım şiire yabancılaşacağını düşünürüm. Daha sonra yazılan şiirin başka bir şiir olduğuna inanırım. Her şiir yazıldığı zamanın, yazıldığı anın izlerini,kokusunu taşır;sizi düşünmeye duygulanmaya sürükleyen etkenlerin sizi kuşatan ışıkla kokuyla zamanla ilişkisi vardır,o ilişkilerden etkilenen,yazdığınız sözcüklerin arasına sinen,zamanın da, yerlerin de anlamı vardır. Ben de bu nedenle uzun yıllardır şiirlerimi hangi gün , hangi tarih, zaman zaman o günün içinde hangi saat yazdığımı belirtirim. Bu benim şiirime açık yüreklilikle,cesaretle,ona her şeyimle yaklaştığımı, ondan gizleyecek hiç bir düşüncemin olmayacağını gösterir. Ben şiirimi yazarken kendime karşı hiç yalan söylemeden, olanca çıplaklığımla yaklaşırım, olanca yalınlık,olanca gerçeklikler içinde yazarım. Gecenin ilerleyen saatinde elinizden tutup kaldıran sizi düşünsel ve duygusal ummadığınız zamanlara ve yerlere götüren şiire hem bir dostluk iletisidir bu hem de o yolculukların birer geçtiğiniz zamana çizilmiş çentikleridir.Tüm yazdıklarımı ta başından bu yana düzenli saklarım, bunların bir gün birileri tarafından incelenmesi durumunda ona da kolaylık olmasını isterim. Bizde düzenli çalışma pek yoktur, onun için her yeni yolcu kendi öğretisini yeni baştan kendi bulmak ve oluşturmak durumundadır.Çok zaman yitiriyoruz çok... Dile gösterdiğiniz özen şiirlerinize yansıyor, günümüz şiirinin başat sorunu nedir nasıl aşılabilir ? Yine seninle katıldığımız bir çok konuşmada bunları değişik ortamlarda anlattım,neden özgün ve Türkçe sözcüklerle yazmam gerektiğini hem düşünce bağlamında hem de yazın bağlamında dillendirdim. Başından bu yana sürekli yeni ve Türkçe sözcüklerle şiir dilini kurmuş bir kaç ozandan biriyim .Bunu bilinçli yaptığımı bilen arkadaşlardan birisi de sensin. Çağdaş, aydınlık ilerice, düşünce de ve biçimde de devrimci bir şair olarak dilimi yenilememin çok nedenlerinden biri de uzun yıllar halkımızın kullandığı ana dilden uzaklaşarak, halkın değişen toplumun içinde(beni) bireyi tanımlamam,onu açımlamam olanaksız olacaktı.Hep bir yeri yabancı,hep bir yönü kapalı, hep bir yönü anlamsızlığın içinde yitip gidecekti. Kolay olan geleneksel yazının tüm verilerinden yararlanmak ve kolay olandan kalıplaşmış olandan yola çıkarak yazmak ve bu güne dek yazılanları yinelemekti.Bu benim yazdıklarımla, düşündüklerimle örtüşen bir durum değildi. Çağdaş düşüncenin kendi biçimleri, kendi yeni yapı taşları olmalıydı, bu var olandan yola çıkarak onun işlevselliğini yitirmiş kalıplarını kırmak; birikimlerini anlayarak onlar üzerine yeni bir yapıyı oluşturmaktı. Sözcükler düşüncenin , duyguların birer ileticisidir, birer taşıyıcı unsurlarıdır; belleğinizde oluşturduğunuz anlam yüklerinin Taşınmasında seçtiğiniz birer araçtır.Yeni anlamları, yeni düşünceleri eski kalıplaşmış,içerik olarak yükleneni taşımakta zorlanan sözcüklerle bunu yapmanız olanaksızdır.Yeni sözcüklerinizi hiç duygusallığa kapılmadan, hiç kolaycılığa kapılmadan; birilerinin eski birikimlerine denk düşerliği kendinize yol çizerek bunu başarmanız olanaksızdır.İlk başlarda bu tavrınız doğruymuş gibi görünse de, zamanla bu sizin kendinize de kurduğunuz koyla bir tuzaktır.Kendiniz yanılma konusunda gerekçelerinizi oluşturmanız bu bağlamda daha da kolaylaşacaktır. Bu tuzak daha derinleşerek, içinde bulunduğunuz konumdan daha da gerilere gitmenizi sağlayacaktır; ya da yerinde saymanızın geriye gitmek olduğunu görmenizi engelleyecektir. Şiir yazanı her yeni olgunun günümüzde hızla kuşattığını düşünecek olursak yavaş hareket etmenin bu değişim hızının altında kalmak olduğunu da bilmesi gerekir.O kadar çok çevrilmesi, sözcüklere dönüştürülmesi gereken duygu ve düşünceler var ki,bunların bir an önce şiirleşmesi, şiirsel sularda yıkanarak dizelere yeni biçimlerle,yeni sözcüklerle sunulması gerekmektedir. Son yıllarda yazdığım bazı şiirlerde bunu yaşadım, şiir öyle sözcüklerle geliyor ki,onları hiç değiştirmeden geldikleri gibi dilimizde ;hiç bir dilde var olmayan sözcüklerdi bunlar; o şiirleri bozmadan o sözcüklerle yazdım.Önümüzdeki dönemde yayınlayacağım kitabımda bunlara yer vermeyi düşünüyorum. Düşüncemdeki akışın sözcüksel biçimi onlardı.Bir çok gelenekselliği kıran onları yok sayan bu davranışım kalıpları aşamayanları rahatsız edebilir,anlamaktan uzak bir biçimde karalamanın yolunu seçebilirler ama bu şiirler benim belleğimde var ve öyle duyumsuyorum bu şiirleri. Günümüz şiiri yıllardır gündemi oluşturan yeni sözcük mü,eski alışılmış sözcükler mi yüzeysel tartışmasını çoktan geçmiştir. Bu gün konuşulması gerekler ana şiirin alanlarına girip hem yenileştirici hem de açımlayıcı olak durumundadır. Yazanların gelip tıkandığı, durmadan kendilerini yineledikleri noktanın başlangıcı buradadır.Gelin bunu yeni baştan konuşalım…. Gerçek şiir nedir ? Bireyi de günden de tutan toplumsal temalar içeren şiirler yazıyorsun, sana göre günümüz şiiri nasıl bir dönemeçte,gelecekte karşılaşacağı özgün sorunlar nelerdir ? Tüm yaşadığımız değişimlerin ana ekseninde birey dediğimiz kimliği adı ,soyadı düşüncesi, beğenileri, korkuları, acıları, umutları, umutsuzlukları, yılgınlıkları, döneklikleri, ikiyüzlülükleri, dirençleri, karşı koyuşları, acı çekişleri, yeniden yaşamı yapılandıran ve dönüştürenleri,hiç bir karşılık beklemeksizin durmadan insanlık adına verenleri,var olanları durmadan tüketenleri, kendini bu olanlardan sorumlu tutanları, vurdum duymaz olanları nasıl tanımlarsak tanımlayalım, karşımıza dışsal olarak birey, içsel olarak da onun kimliği çıkar. Nasıl yazın, çağdaş ve ilerici yazın; kendini tüm oluşan kültürel ,toplumsal oluşumların önünde gören yazın eri (ozan) bunları görmemezlikten gelir. Bunlara kapalı dar bir alan içinde kendi karanlığından soyut elmaslar keserek durmadan kendini kanatabilir. Hiç kuşkusuz bireyin (insanın) ana merkezde olduğu, tüm bu işlevselliklerin insana dair, insanca olduğunu unutmadan onu,bunun da ötesinde insan olan benin kendi yolculuğundaki tanıklıkları dönüştürerek, yeniden biçimlendirerek sunması değil midir? Yazılmış olanların da özünde hep insanın kendisi yok mudur ? Bu daha da renklenen, daha da ayrıntılı sorunlarla tek düzelikten uzaklaşan birey tanımlamasını açabilirsiniz. Günümüz şiiri bireyin bir malzeme, şiirde bir öğe olmasının ötesinde şiiri kuran,şiiri oluşturan ana odak olduğunu bilip onun her türlü duygulanımlarını şiir kurulları ya da yeniden oluşturulan kurallar içinde vermesidir. Ozan kuralları yıkan olduğu kadar yeniden kural oluşturandır. Günümüz şiiri konu darlıklarından sıyrılıp, onu etkileyen yazılması zorunluluk taşıyan her konuyu yazmalı, her şeyi şiire aktarmalıdır. Bunun bana göre tek ölçütü şiir olmasıdır. Şiir yazanla da geleneksellikten uzak durup yeni açılımların, birer deneyicisi değil uygulayıcısı olmalıdır. Her uygulayıcı tek başına başkalarına benzeşmeden, kendi olabildiğince şiirinde ayrı tatlar, ayrı kokular olacaktır. Düşünmenin (evrimleşerek) sınırları yoktur, her yeni imgelerle yeni şiirler oluşturulabilir. Yeter ki bunun alt yapısını doğru kurun,ona gereken emeği verin, başkalarına yaslanarak onun kendi bulduğu seçerek bir yere varmanız,kendiniz olmanız olanaksızdır. Sizden öncekileri yadsıyarak, yok sayarak değil; eleştiriniz oluşturarak yolunuzu çizmeniz gerekir. Bu çizilen yol bir tek sizin gideceğiniz, yürüyebileceğiniz yol olmalıdır. Yolların çokluğu usunuzu karıştırmasın, ne kadar çok yol varsa o kadar yeni insan , o kadar yeni birikimler vardır. Yazmanın önüne hiç bir zaman diğer sıradan edimleri geçirmeden, yazdıklarınızın ödülsel yada parasal, karşılığını beklemeden, bu karşılıklar içinde yitip gitmeden, yazmanın tadımsal doruklarında dolaşarak durmadan yazmak, yazarak kendini zamanını aşmak yolun olmalıdır. Tümcelerimin sonu birer yol göstericilikle bitse bile bu göndermelerin çoğunu okur kendime yönelttiğimi bilmelidir. Yazarken, sorularına yanıtları oluştururken bile durmaksızın yeni düşünce açılımları içindeyim. Her an yeni öğretilerin eşiğinde olmak tadını yazmaktan başka bir şey veremez.Şiirin özgünlüğü, şiirin gizemi, şiirin ulaşılmaz olanı; başkalarının anlamak isteyip de anlamadığı bu olsa gerek. Bulmaya çalışıyorum….. Bir grubun, bir yerin sınırlandırılmış bir düşüncenin içinde olmadan, bir yere ait olmadan, kendinin bir yer bir evren, bir anlam, bir dize ve sözcük olduğunu duyumsayarak, bu duyumsamanın şiire giden yolda ne kadar keskin ne kadar yorucu, ne kadar başkalaşma olduğunu (olumluluk açısından başkalaşma) duya duya , kendi renginin içinde değişerek yeni bir renge dönüşeceğini bilerek yazmak yazmak, durmadan yazmak. Belleğindeki sözcükleri akıttığın şiir ırmaklarına karışıncaya dek yazmak. Sana göre Türk şiiri nasıl bir gelişme gösteriyor. Günümüz şiir okuyucusu için ne söyleyebilirsin? Yaşamın her alanını olduğu gibi, yazın alanını da denetlemek kendi düşündüğü gibi yazılmasını, ürünler verilmesini isteyen belirli bir anlayış var. Ellerinde bulunan olanakları bu anlamda çok iyi kullanıyorlar. Özellikle yazılanların yayınlanması, yayınlanan bu ürünlerin kitap haline gelmesi ve okura ulaşması kanallarını ele geçirmiş olanlar; ne ve nasıl yazılacağına da karar vermek istiyorlar. Bunu özellikle kendileri yapabilecek birikimde ve yetenekte olmadıkları için yazına yakın duranlarla bunu güdülendirip hem okuru bu kanalla yönlendirmek ,hem de yazarı kendi edimsiz, renksiz; yaratımın hiç olmadığı sınırlı bir alana çekmek istiyorlar. Oysa yaratımın hiç bir sınıra sığmadığını yazın çizelgesinde görmüş olmaları gerekir; bunu görür de yine bu konuda çaba gösterenlerin geciktirme eylemleri bir gün yine işe yaramayacaktır. Günümüz de bazı yazın alanlarını denetleyenler şiiri de denetlemek onu kendi anlayışları doğrultusunda oluşturmak istiyorlar. Bilmiyorlar ki şiir hiç bir yazın alanında olmadığı kadar özgür ve özgündür. Yapısı gereği yazanın bile denetleyemediği belirli kalıplar içine alamadığı bir yazın alanıdır. Şiiri yazanın kişiliği, karanlığı ve duvarları yıkma çırpınışları, kendi sığmazlığını sözcüklere dökme gereksinimi de bundandır. Günümüz şiiri bu çizgiye sığan ve kimliksizleşen dar bir alanda yol alırken, için için hiç bir kalıbı kabullenmeyen yeni bir ses yeni bir açılım olarak geliyor. Durdurulmazın; şiirin ta derinlerden gelen gerçek sesi bu değil midir? Kalıpları kıran, alışılmışın ötesinde her türlü sınırı yıkan bir şiir geliyor, her dönemde olduğu gibi yazın çizelgesine girmeyen ürünler olacaktır. Konumuz da bu değil zaten. Şiir üretilmişi yeniden üretmek ona yeni anlamlar katmaktır. Şiir okuru için bu bir kat daha artarak sürer. İyi okur ya da şiir okuru her zaman farklı birikimleriyle kendini şiire hazırlamalı, şiirin istediği emeği vererek okumalıdır. Hiç bir hazırlık yapmadan üst kültürün, üst duygunun, üst düşüncenin anlaşılması, orada kendine yaşayacak alanlar bulması çok zordur. 20.7.2008 Şiirevi-Güvendik, URLA-İZMİR maviADA 16. SAYI 2008 GÜZ

  • Aramızdan Bir Kimse

    Bir KİTAP, Bir YAZAR Yaşasın Yenilenler Öner Yağcı * / Yasasın Yenilenler” ve Öner Yagcı * ÖNER YAĞCI,YAŞASIN YENİLENLER, Roman, Cumhuriyet kitapları, 2011,2.baskı / Öner YAĞCI: 1951 yılında Tokat Zile’de doğdu. Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünü bitirdi. 12 Mart döneminde 2 yıl tutuklu kaldı. Ağrı’da öğretmen olarak çalıştı. Öğretmen örgütü TÖB-DER’in Yöneticiliğine getirildi. 12 Eylül darbesi sonrası tutuklandı, 5 yıl hapiste kaldı. Kardelen romanıyla 1986’da, Turnalar’la 1988’de ödül aldı. Romanlarının yanında çok sayıda inceleme ve deneme kitapları yazdı. Yazarın YAŞASIN YENİLENLER romanı 2011 yılında bütün kitaplarını yayımlayan Cumhuriyet kitaplarından çıktı. * YAŞASIN YENİLENLER Yazar, 12 Eylül döneminde henüz öğretmenliğinin başındayken tutuklanıp TÖB-DER davası nedeniyle yargılandığı günlerde bir süre Mamak Askeri Cezaevi’nde kaldı. Yağcı’nın bu süreçte (1981) yazdığı ve dışarıya ulaştırmayı başardığı notlarından oluşan Yaşasın Yenilenler, sıcağı sıcağına, en can alıcı noktasından, hapishaneden ve bizzat kurbanın ağzından o dönemin tanıklığıdır. Otuz yıldır üzerinde belki de en çok söz üretilen 12 Eylül’ü, yazıldığı dönemi ve yazarın belki hâlâ atlatamadığı travmayı düşünürsek siyasî yönü baskın bir kitap olması doğal olan Yaşasın Yenilenler, hemen hemen dönem etkisindeki çoğu kitap gibi tez romanı olsa da klâsik romanın derin tatlarını da taşır. Bu yönüyle bakınca Yağcı’nın romanı, bizde uygulaması çoğu bir garabet olan, eleştirel gerçekçilikle hatta tüm akımlarla çorba yapılıp sahici olmayan kahramanlar yaratan, slogan edebiyatına dönen, hatta edebiyatsızlığın sığınması olan örneklerden farklı, gerçekte edebiyatı toplumsal bir ruh mühendisliği sayan toplumcu gerçekçiliğin geçe kalmış, ama iyi bir örneği… * “Toplumcu Gerçekçilik, kapitalist düzenin vahşîliğini, her şeye karşın geleceğe olan inanç ve iyimserliğin altını çizip anlatır. Öner YAĞCI’nın kitabında aynı dünya bakışı var, hemen hemen bütününde, en zor koşullarda bile umut aşılanır. Günlük gözlemler ve tutulan notlarla oluşturulan romanda kahramanların yaşadıklarını ve tepkilerini izlerken onların okul haline getirdikleri cezaevindeki yaşamlarını ve sol grubun mücadelesinden de bir kesiti görüyoruz… “ Tür özeliklerini, roman boyutunu bizzat Öner Yağcı’nın da katıldığı, emek verdiği bir okuma atölyesine döndürerek çözmeye çalıştığım Yaşasın Yenilenler, 12 Eylül sürecinin hapishane penceresinden anında gerçekleştirilen bir tür belgeseli, ama elbet taraflı tanıklığıdır. Bu tarz, dünya literatürüne Gorki’yle geçen tez üzerine kurulu Toplumcu Gerçekçi Edebiyatın bir örneğidir. Tek başına bu yönü bile romanı değerli kılmaya yeter. Kitapta 12 Eylül’de geçici olarak konuldukları askeri cezaevinde yargılanmayı ve haklarındaki hükmü bekleyen bir grup sol kimlikli tutuklunun zorunlu birlikteliği farklı yaşam kanallarından öyküleştirilir. Bu eğitimli gençler, yazarın kaleminden ülkenin durumuna, içlerindeki derin kanamaya, 12 Eylül’e, ihtilâlcılara, cuntaya ve dünyaya hem sorgulayarak hem de büyük bir yenilmişlik hissiyle bakarlar. Anımsamak tohumdur, deriz ya… Kitabı okudukça anımsar, yeniden kahrolursunuz. * Yaşasın Yenilenler, bir tür anı roman… Yazar kendi özelini ne kadar geri çekse de kaçınılmaz olarak izlerini taşımakta. Adından dolayı 12 Eylül öncesinde edebiyatta örneğini çok gördüğümüz, hemen her grubun kullandığı “gerçekçilik” adıyla bir dönem çok yükselen toplumcu gerçekçi edebiyatın, bizi çok etkileyen 1.döneminin etkisinde, çok rastlanan ideoloji yaratma atölyelerinden biri gibi görünse de, okudukça içinde klâsik edebiyatın seçkin örneklerini çağrıştıran tatlar da bulduğunuzu göreceksiniz. Bu yönüyle 2. Döneme daha yakın buldum ben kitabı. Başlangıcında sanata ve yaratıcılığa önem vermeyen, bir kavga ve tez peşinde olan bu yazın akımı sonradan değişmiş, sanatsal öğelerle bezenerek çok seçkin örnekler vermişse de biz onu ilk dönemindeki haliyle benimseyerek, çoğu kez yazınsal çapsızlığı örtmenin gerekçesi ya da edebi slogan atmanın yolu gibi kullanmışız, akımın ikinci dönemini görmezlikten gelmişizdir. Akımın aslında da sanattan, zenginliklerinden arındırılmış bir hayat ve insan değerli değildir. Salt sosyalist olmakla değer kazansaydı bu akımın öncüleri Nobel alabilirler miydi? Toplumcu gerçekçilik, dünyayı ve insanı Marksist bir dünya görüşü doğrultusunda algılayan bir yazınsal akımdır. Toplumsal çatışmayı ve bu çatışmanın insan üzerindeki etkilerini yansıtır. Gorki’yi devlet adına konuşmak kolaycılığına düşmekle suçlayabilirsiniz, ama aynı akımın geliştiricileri Şolohov’a, tam zıddıyla Nobel’i alan Soljenitsin’e ne denilir? Toplumcu Gerçekçilik, bir tez, savunma edebiyatı olarak ortaya çıkmış, zamanla zenginleşip insanı savunan biçimiyle tutunmuş ve yazın dünyasını derinden etikilemiştir. En karekteristik örnekleri kurucusu sayılan Gorki'de görülür. Kitaplarında kapitalist düzenin vahşîliği, her şeye karşın geleceğe olan inanç ve iyimserliğin altını çizip anlatır. Öner YAĞCI’nın kitabında aynı dünya bakışı var, hemen hemen bütününde, en zor koşullarda bile umut aşılanır. Günlük gözlemler ve tutulan notlarla oluşturulan romanda kahramanların yaşadıklarını ve tepkilerini izlerken onların okul haline getirdikleri cezaevindeki yaşamlarını ve sol grubun mücadelesinden de bir kesiti görüyoruz… Hüküm giyip sevk edildiği Çanakkale Cezaevi’nde yazdığı Kardelen (1986)ve Turnalar’laödül alıp (1988) edebiyata yazar olarak katılan YAĞCI’nın yaşamının gerçeğinde de inandığı düşünceden taviz vermeden yazan bir yazarın ilk yapıtıyla son yapıtı arasındaki tutarlılığı göstermesi bakımından iyi bir örnektir kitap. Nerelere taşımıyor sizi? Firdevsi’den, Attilâ İlhan’a, Nâzım’dan Freud’a, Hitchcock’tan Hemingway’a… okul okul gezdiriyor. Anılardan yola çıkan bir romanın akışına kendini katmamak oldukça zor. Yağcı’nın bu romanında da tez romanlarının engelleri görülüyor. Adeta ırmağı tersine akıtıyor. Toplumcu gerçekçi edebiyatın temeli olsa da Gorki’yi de zorlayan bu yönü Öner Yağcı’ya sorduk: Öner Yağcı: “Haklısınız, bu bilinmeyen okyanuslara bilinçli bir atlayıştır. Daha sonraki 68 Kuşağını anlatan romanımın adının Gökyüzüne Akan Irmak olması bu ters akışın göstergesi değil mi?” O siyasî seçimini yaparken aynı zamanda sanatının da seçimini yapmıştı. Yazarın kitaba müdahalesi özellikle 100. sayfadan sonra artıyor. 146. sayfada doktriner temellerini de oluşturuyor, Umut’un ağzından. Sanat müdahalecidir, diyor bir yerde. Sanat ideolojiye adam yaratır. Ana gibi Direnme Savaşı… gibi. Sorduğumuzda yanıtı düşüncemizi doğrular, seçimin rastlantısal değil bilinçle yapıldığını gösterir biçimdeydi. Öner Yağcı: “Ana, Direnme Savaşı, Bitmeyen Kavga… gibi kitaplar bizim kuşağın önemli eğitmenlerinden oldular. Biz de onlar gibi mücadele etmekte olduğumuzu görünce onları öykünmekten daha doğal ne olabilirdi? Hâlâ da o görüşteyim. Küreselleşme de kendi postmodernizmiyle müdahale etmiyor mu sanata? Benim son yirmi yılım, görsellikle, iletişimin tüm modern olanaklarıyla da süren bu saldırıya karşı arayışla, bunu açığa çıkarma çabasıyla, bununla mücadeleyle geçti. Hangi sanat herhangi bir doktrinden pay almamış? İnsanlığın, insanın özgürleşmesi isteği de bir doktrindir ve bütün sanatların temelinde bu vardır.” Hapishane insanı en çok olgunlaştıran yerlerden biri, hele tavuk hırsızlığından, tecavüzden değil de onurlu sayılabilecek bir suçtan düşmüşsen, hele hapishanede çoğunluğu sağlayabilecek hepsi üniversite mezunu aynı görüşten siyasi suçlu arkadaşların varsa… (s. 40) Bu aynı zamanda toplumcu gerçekçiliğin olmazsa olmazıdır da. Kolektivizm, bireyin yerini kitlelerin alması… Eleştirel gerçekçilikten ayrıldığı temel yön de budur… Öner YAĞCI: “Elbette, o yüzden hapse girip çıkana saygıyla bakar bilinçaltımız, öğrenmiştir diyerek. Hele böylesine bir misyonla, öyle bir dönemde hapse düşmüşseniz… Hapishaneler, asker ocakları gibi birer okuldu. Yıllar geçmiş aradan ve düzen, hapishanelerin gelenekselleşmiş bu özelliğini silmek için yeni arayışlara girmiş. Silivri Cezaevi’ndeki uygulamalar, hücre sistemi, insanların yalnızlaştırılmaları bunun için. Hapishaneler ağırlaştırılmış artık, o işlevini de yitirmiş görünüyor. Şimdiki tutsakların işi çok çok daha zor. Hapishane geleneğinin halkaları koparılmış çünkü.” Akımın temel tezi, insanın kendini geliştirirken dünyayı da değiştirebileceğine, bunu da kitlelerle işbirliğiyle yapabileceğine olan inançtır. İnsanın kendisinin efendisi olması hakkıdır ve bunun için savaşmalıdır. Uygulamada bir handikap olan, belki bizde yanlış algılanan sosyalizm üstünden kitleleri önemseyerek bireyi hiçlemek, ezberi de bu noktada başlamıştır ne yazık ki… Hayal kurmanın güzelliğini de öğretir size hapishane… Elbet bu hayaller bazen çok insanî, en başta karşı cins üzerine sonra da kişinin birikimine göre kültürel olacaktır. Zorba’yla konuşur bir sayfada, öteki sayfada Tebli Gılgamış’la… Öner Yağcı: “Öğrenirken öğretmek, öğretirken öğrenmek ilkesini benimseyince, elinizdeki roman da olsa bir şeyleri aktarmanın görev olduğu düşüncesi Gılgamış’tan Zorba’ya kadar tarihte ve coğrafyada geziye çıkarıyor insanı. Orda yapabilecekleriniz zaten sınırlı, altyapınızda ne varsa onu kullanıp çıkış kapıları arıyorsunuz. Bizim altyapımız da belli, biraz da okuduğumuz için, çok bildiğimiz için düşmüşüz hapse ve görevimiz bitmemiş, sürüyor.” Sevgilisini gönderdiği sürgünden geri getiren ana tanrıçanın buyruğu kitaba utangaç bir erotizmi de taşır: “Haydi, öküzünü sür tarlama…” diye buyurur tanrıça… Buyuran bir tanrıça olunca, yeterli bir erotizmdir aslında. (s. 43) Öner Yağcı’nın kitaplarında cinselliğe pek rastlamadım, bu aslında dönemin ürünü sanki. Romantik hayalî aşklar hep vardır ama cinsellik ancak kötü adamların iyi kızlara yaptığıdır, niye acaba, diye düşünüyorsunuz, tanrıça bile onla meşgulken? Toplumcu gerçekçilik romantizm taşısa da bireysel romantizme sadece yaklaşır, başkadır, erişilmeyeceğe değil, ayakları yere basana yönelir, aşk da öyle bir özellik taşımaz mı, aslında herkesin bir yoluyla eriştiği değil midir? Erişmek onu bitirse de… Peki bu yadsıma niye? Bu cinsellikten uzak duruşu sorduğumuzda dönem edebiyatını değerlendirmedi, kendi açısından açıkladı, Öner Yağcı. Öner Yağcı: “Eksikliğimdir, diye düşünürdüm. Bir yandan da, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde ayyuka çıkmış, abartılmış bir cinselliğin edebiyatı kuşattığını görünce, bunun eksiklik değil bilinçli bir uzak durma olduğunu düşünmeye başladım. Olağanüstü gücüyle medya cinselliği yaşamın temeli haline getirmeye çalışıyorsa, bir yanlışlık vardı elbette burada. Bu tuzağa biz niye düşelim diye düşünmenin verdiği bir uzaklaşma bence. Bizde cinsellik özellikle o dönem sorunu çözmeye değil, kavgayı yozlaştırmaya yönelik olarak kullanıldı. Solcuları nasıl suçladıklarını anımsarsın. Belki bu yüzden kaçındık.” Siyaseti işleyen kitaptan sert bir dil, slogana dönecek cümleler bekliyorsunuz. Oysa bazen en sıradan kavramlar bile evrensel bir dille zenginleşmiş. Yazarın öteki kitaplarını anımsıyorsunuz Kardelen’i, Gökyüzüne Akan Irmak’ı… O idealist romantizmi yüklenmiş dili benziyor: “Dağlara kekik ve menekşe kokularıyla renk renk çeşit çeşit otun saçıldığı o…” (s. 43) İnsan olumlama toplumcu gerçekçi edebiyatın özelliği. Ama insanı olumlamanın bir yolu da karşıtı yani olumsuzu gösterme… En çok insanı tanırsınız hapishanede, çıplak insanı: Bencili, çıkarcısı, alçağı, haini… İyilik ve kötülük herkeste var, yüze vurum başka türlü bir şey ama. İyilik insanın aklıyla doğru orantılıdır derdim. Öner Yağcı ise inanç ve bilinçle doğru orantılı diyor, aslında aynı şey, sadece biri kozası biri ise ipeği… Hapishane insanı soyuyor sanki ruhunu gösteriyor, öyle mi, diye soruyorum. Öner Yağcı: “Yeni doğmuş bir bebek gibi, çıplak… Hapishanede öyle duyumsuyor kendini insan. Öyle olunca da sanki röntgen makinesine bağlanmış gibi görülmeyen, bilinmeyen yanlar görülüp bilinebiliyor.” Kitabın çok yerinde arka plânda kalan ama güçlü akıllı erdemli Anadolu kadınlarından izler bulursunuz. Konuştuğunuzda aklını bilgeliğini hemen algılayacağınız tam bir Osmanlı kadını olan Yağcı’nın annesini sık sık anımsadım kitabı okurken nedense… Anadolu kadını buysa korkunuz kaygınız azalır. Çünkü kadının toplumun, hele azgelişmiş toplumların insan yaratma atölyesi olduğunu düşünürüm. Kadın bir çizgiyi aşamamışsa o toplumun geleceğine umut bağlanamaz diyebilirim. Anaların bu haline karşın sert otoriter baba, bozuk kişiliklerin, uyumsuzlukların sorumlusu gibi görünüyor kitapta. Bana kalsa iyide de ana sorumlu, kötüde de… Baba etken kimi açılardan, elbette, ama ruh atölyesi anne… Tıpkı toplumun ruh atölyesinin edebiyat olması gibi… Babalar vazgeçilmezimiz olan, ama sadece güvenceler, militarist güç, ekonomik kaynak, yani dış cephe, yani sadece sistemin şablonu, annelerse daha ötesi başka bir şey… ruh yontma ustaları… yani sistemin ruhu… (s. 48) Öner Yağcı: “Ben de öyle düşünüyorum. Yaşasın Yenilenler’de bunun tersi bir algılatma varsa yanlış yapmışım demektir. Aslolan annedir çocukta. Ben de öyle yaşadım ve annem hâlâ başımda taç. Bir fazla soluk alması bile beni mutlu ediyor, beni ben eden ilk o çünkü. İnsan kendi gerçeğini en iyi bilir, ben annemi öyle gördüm, öyle bildim, bizi var etmek için verdiği emeği anlatamam…” Sadece anneye biçilen yer bir lâyıklıktan daha çok, var oluş hakkı gibi, bundan böyle düşündüm diyorum. Onların sorumluluklarının belki tartıya gelmeyen türden ama babadan çok olduğunu sadece ana diye bu denli yüceltmeyi anlamadığımı söylemek istedim… Bu tip kitaplarda rastlanan saygı gören, yanıtları bilen, yol gösterici, bu kitapta da var; Erdem Ağabey’dir o da. Daha hoşgörülü daha filozof bakar olaylara. Kimi mahkûmların insanî zaaflarını, çirkinliklerini gördükçe aynı kategoride değerlendirilemeyecek dende zavallı ve alçak olduklarını düşünür ve onlara, seni buraya getirenler suçlu, der. Yani yanlış adamlar da vardır siyasette, adam gibi adamların yanında. Öner Yağcı: “Aslında dönemin biraz da özelliğiydi. Herkes birine öğretmeyi görev bilirdi. Erdem Ağabey’e şunları da ekleyebiliriz. Hepsi zaman zaman birer Erdem olurlar. Umut, Günay Hoca, Zeynel Hoca, dışarıdaki bazı yakınlar da yol göstermeye çalışır, gençlere yeni gelenlere.” İnsan en çok kendini tanır hapishanede, yanlışını doğrusunu görür. Kendini eleştirmeyi bağışlamayı öğrenir. (s. 51) S. 64: “İnsanlar düşünceleri için dövüşmezlerse…” Üzerinde düşünmemiştim. Düşünmeden de dövüşüyormuşum. Yazara sormalı bunu da: Ötekiler de aynını yaparsa ne olur? “Öner Yağcı: “Dövüşmek sözcüğü sert algılanabilir burada. Ama direnmenin de, düşünceyi savunmanın da anlatıldığı bir sözcük sonunda. Kavga sözcüğüyle aynı. İnsanlığın ilerlemesi, gelişmesi, özgürleşmesi, aydınlanması düşünceler uğruna sürdürülen dövüşlerin sonucudur. Ha, burada bağnazlık sözcüğüyle aktarılan ırkçı ya da dinci ya da başka nedenlerle yeni düşüncelerin önüne dikilen, egemen düzenlerle işbirliği yapan ideolojilerin, örgütlenmelerin çıkardıkları engelleri düşüncenin düşmanları olarak algılayınca tüm dünyadaki kavgaların zaten bunlarla yapıldığı bir gerçeklik. Böyle olunca, düşünce düşmanlarının yaptıklarıyla bizim dövüşümüzü aynılaştırmanın yanlış olduğunu söylerim.” Akımın bir özelliğiydi bu. Öner Yağcı da inandıklarını seslendiriyor, onun kitabını yazıyor. Elbette doğrular için kavga vermek zorundasınız. Bir devrimci kitapta el ele gezmek, aşk nasıl yüceltilir? Ama bu kitapta var, bizim isyan kitaplarımızın hepsinde kadın vardır, aslında… Toplumcu Gerçekçi edebiyatta bireysel kahramanlık olmadığı gibi aşk da ancak toplumsal idealizme hizmet ediyorsa anlamlıdır, ama biz onu da bir ölçüde kendimize uyarladık, kadına değer vermiyor gibi gözüksek de biz de aşksız hayat olmaz… Sadece cinsellik anlatılan değildir, platonik bir romantizm vardır… Doğru, dünyanın neresinde sofrasında öküzden sonra gelen için yan bakanı öldüren erkek vardır. Güzel milletiz, tüm çelişkilerimize rağmen, bakmayın. Aslında devrimci hareket bizdeki uygulamada aşkı öldüren bir hareket oldu. O yönlü gelişemedik, hâlâ da emekleriz geliyor bana. Öner Yağcı: “Doğru tabii… Yanlışı görmek de erdem. Keşke tek yanlışımız bu olsaydı. Kırk parçaya bölünmekten, bir kaşık suda fırtınalar koparıp birbirimizle mücadele etmekten başlayarak o kadar çok yanlışımız oldu ki…” “Herkes yoksullaşmaya başka başka anlamlar yükler, başka pencerelerden bakar buna. Kimi sadece maddi şeyleri yitirmek olarak görür yoksullaşmayı. Ama asıl yoksullaşma bilgeler kaybolunca başlıyormuş… kaybolunca ortalığa ağı bir kargaşa çöker…” gibi derin anlamlar taşıyan bilge cümleler çok kitapta. “Öner Yağcı: “Bence belkemiği bu. Anadolu’nun bilgelikler yatağı olması, en karanlık dönemlerde bile Anadolu insanına umut ve iyimserlik veren bir gerçeklik. Bu toprakların büyük ve sancılı devrimlerin yatağı olmasıyla ilgili yazdıklarımı şimdi okuyunca, iyi ki vurgulamışım bunu diye kendimi kutladığımı bile söyleyebilirim.” İşte size muhteşem bir cümle daha, kitaptan, klâsik büyük edebiyatın tadında. Artık çok az yazarın kurmayı başarabildiği, kursa da ipin ucunu kaçırmadan sonuna değin götürebildiği: “Gün gelir devran döner havadan bizi saran bu kurt ve puşt izi çekildiğinde bu ağır ve büyük devrimlerin sarsıntılarıyla yorgun düşmüş olan bu toprakların insanları, … bilgece konuşmaya başladıkları günler geldiğinde, eminim ki o şimdi çok derinlerde kalmış uğultusunu bile ele vermeyecek kadar kıskanç yalnızlığını bırakıp gürül gürül akmaya başlayacaktır…” Öner Yağcı: Buraya bile almak isterim o vurgulamayı. İnsanın insanlaşmasına büyük katkısı olmuş klâsikleri… ve bunu sürekli yinelemek boynumuza borçtur diye düşünüyorum. Sayfa 77’de günümüz gerçeğine de göndermeler vardır. Tolstoy’un devri bitmiş, Rasputinler egemen olmuştur artık. Bu doğru bir tespit, yoz insanlar devri başlıyor, şarlatanlar ve benzerleri… ama Rasputin, üst düzey saray kadınlarıyla ilişkiye geçerek güç edinmiş biridir, bir cinsel yozlaşma simgesini, o kaygıları önceleyerek örneklememiz ilginç geliyor bana. Karşı olduğumuz düzeni özellikle cinsel yönden savunur gibiyiz? “Öner Yağcı: “Sosyalizmin aynı zamanda bir ahlak olduğunu düşününce, onun gereği atılan adımlarda böyle sembolik ayrıntılar olabilir. Anadolu’nun değerlerinden sosyalizmle örtüşenleri belirlemekte belki de yanlışlık yapmışızdır. İyi niyetli bir savunma olarak kabul edilebilir bence.” Sır ayrıntıda gizlidir. Yazarın bu süreci yaşadığını küçük ayrıntıları işlerken görürüz. 103. sayfadaki takvim bir yaşanmışlık göstergesi gelir bana… Öner Yağcı: “Gerçekten de sonraki cezaevi yıllarında çok aramıştım o takvim yapraklarını. Hâlâ da zaman zaman aklıma gelir ve içim burkulur.” 104. sayfa: O ana değin dingin, dengeli, anlayan ve bilge olan Erdem, bu tip romanları şaşırtan müdahaleci aksi bir tipe döner… Öner Yağcı: “Dönmesin mi? 6 Mayıs bir kırılma noktasıydı. Kapanmayan bir yara oldu. Deniz Gezmiş adının sonradan efsaneleşmesi bunun kanıtı değil mi? Bu kırılmanın yarattığı her tersliğin olağan olduğunu düşünürüm.” Romanlar bağımsız yapılarına ne denli yaklaşırsa o denli büyür, ne var ki bu kitapta 130–133.sayfalar gibi bazı bölümler bağımsız yapıyı hayli zorluyor. Etkilendiği akımı örnekliyor. Öner Yağcı: “Okuyunca şunu diyorum. O bölüm olmasaydı roman eksilmezdi. Ama bana öyle yama gibi duran, eklemlenmiş gibi de gelmedi. Bir zenginlik, bir çeşitlilik ve özellikle elli yıldır yanıtını aradığımız bir sorunun, ‘son iki yüz yıldır neden çağdaşlaşamıyoruz?’ sorusunun yanıtının özeti gibi bir saptama olmuş ve aykırı durmuyor diye düşünüyorum.” Akımsal özelliklere sadakat kitaptaki kişilere yansır. Kişiler, kişilikler rasyonel gerçekteki kadar tutarlı gözükmüyor, inancı pekiştirirken sahicilik hissi azalıyor sanki. Özgür, çabuk adam olur bir romantik idealizmle, Erdem, hep babadır, Umut dengeli ve iyiye bayrak… 142. sayfada Yavuz kötü şairdir, Aydına açık bir düşmanlık hissediliyor, bu da o zamanki solun engeliydi… Yazarın yanıtı akımsal özellikleri önemsediğini gösteriyor. Emekçi kitleleri yüceltmeyi seçmiş. Öner Yağcı: “Kişilerin sağlamlaştırılması yerine birçok kişinin kolektif olarak sağlamlaştırılması gerektiği, böylelikle yeni toplumun yaratılabileceği düşüncesi nedeniyle böyle bir seçme olmuş. Haklısınız elbette.” S. 143: Bir sevda yeşerir kitapta, her şey kururken. Umut, öğretmen olan ölen eşi Emel’in kuzeni Elif’e ilgi duyar… Öner Yağcı: “Demek ki aşkı yaşama isteği hiçbir yerde, hiçbir zaman sönmüyormuş.” Yeni gelen bilge Sabri, bu ilişkiler içinde kendini eğitiyor… Komün düzenindeki birbirini eğitme hapiste de sürer. Aslında her hapislik bir mecburî komün düzenidir. Olgunlaşmanın nedeni de budur… Belki bu içini öldürmek, kendini öldürmek ve yeniden oldurmaktır da… Bu yüzden başka kitaplarda öğretici diyaloglar bu kitapta kambur yapmıyor, hatta oturuyor. S. 154: Toplumun o zamanki sorunsalına ayna tutuyor roman. Öner Yağcı: “Belki romanı genelden uzaklaştıran bir belirleme bu. Ama aynı zamanda döneme tanıklığı da içersin kastıyla yaşanan kimi olayları iyi ki not etmişim o günlerde.” Kitapta insanlığın bütün büyük acılarına, örnek trajedilerine göndermeler vardır. 12 yaşındaki atom radyasyonuyla ölümle yaşayan Sadako Sasaki’nin öyküsü de yer alır… (s.159) Gündem de yakalanır, Lady Diana evlenir, kurucu meclis kurulur… Nötron bombasının üretim kararı Hiroşima’nın yıldönümünde alınır. (s.158). Nobelli Kavabata ve Bin Beyaz Turna… Öner Yağcı’nın daha sonraki kitaplarının habercisidir sanki 1981 hapishane günlükleri. Öner Yağcı: “Bu beni çok etkilemiş olmalı. Birkaç yıl sonra Kardelen romanımda da işlemişim aynı konuyu. Sadako’ya, orada da yer vermişim, turnalar ikinci romanımın adı olmuş” 160-161. sayfalarda yazarın büyük edebiyat birikimi çok işe yarar, romanda şair ve yazarlar üzerine aydınlatıcı çok veri buluruz. Öner Yağcı: “Klâsiklerin insanın insanlaşmasına büyük katkısı olduğu konusundaki düşüncelerimi yineliyorum. İnsanlığa erdem katmış her yazarın şairin geleceğe taşınması için elden gelenin yapılması gerektiğinin bir sonucudur bu. Yoksa oku, öğren, sende beklesin, neye yarar?” 165. sayfada Elif bir sırrını paylaşır Umut’la mektubunda… Umut’un ölen karısı Emel, kocasını Elif’e emanet etmiştir. Elif de önce vasiyet gereği sever Umut’u, zamanla aşkla… Kuşkusuz zorlama ve kitabın havasını yerli film düzeyine çekiyor, abartılı gözüküyor. Ama insanî duruyor. Umutsuzluğa karşı koymanın bir yolunun hayaller kurmak olduğunu söyler zaten yazar. Öner Yağcı: “Zorlama olduğunu biliyorum. Ama yine de yanı başımda yaşanan bir sevgiydi ve hâlâ dede ve nine olarak o sevgiyi sürdüren o dostlarımı tanımaktan mutluyum. İyi ki yazmışım diyorum.” Üzerinde çok tartışılmayan bir tabu olan Öztürkçecilik de başka bir boyutla yer alıyor kitapta… Öztürkçecilik bağnazlık, gericilik, ırkçılık kuşkusuyla küçük bir bölümde irdeleniyor önce. Sonra bilinen sol söylem devreye giriyor ve Öztürkçe savunulmaya başlanılıyor türlü örneklerle… (s.168) Öner Yağcı: Dil her şeyin temeli. Bu gerçeği vurgulamak için sokuşturmuşum o konudaki düşüncemi de. Romanı eksiltiyorsa ne diyeyim, bilerek yapılan bir hatadır bu vurgulama.” Bence eksiltmiyor, aksine çok yönlü bakışı ve tüm keşkelere karşın en iyisini seçme başarısını gösteriyor. Aynı şeyleri düşünüyorum. Devletle, seçkin sınıfla geniş halk kitleleri arasında iletişimi koparan Esperanto dil Osmanlıcadan kurtulmak için rasyonel çözümler üretmek doğru bir adımdı. Atatürk’ün eylemi dâhiceydi ve çözüm oldu. Ne var ki sonradan kantarın topuzu kaçırıldı. Kitap günümüz koşullarını hazırlayan etmenler üzerinde durarak sürer ve biter. Sonsözü gene yazar söyler, 12 Eylül sonrası oluşan tabloyu çizer: S.196: “Hapisten çıkanlar çıkınca da işsiz güçsüz ve sürgündür… Bir toplumun en sağlıklı kesimi genci, yaşlısı toptan yok edilmiş, ölmüş, hasta, firarîdir…” * "Okuyucuya namuslu söz söylemek, halka doğruyu anlatmak, gerçeği anlatırken kimi zaman sert ama her zaman yürekli olmak, insanların yüreğine gelecek adına, kendi güçleri adına, geleceği biçimlendirmedeki yetenekleri adına güçlü inanç satmak. Bütün dünyada barış için mücadele etmek ve yazdıkları kanalıyla yazılarının ulaşabileceği her yerde barış savaşçıları yetiştirmek, insanları ilerlemek için duydukları soylu ve doğal isteklerinde birleştirmek. Sanat, insanların kafalarını ve yüreklerini etkileyecek büyük güce sahiptir. Bir insanın sanatçı tanımına hak kazanması için, bu gücü, insanların ruhunda güzeli yaratmaya yönelmesi, insanlığın iyiliğine yöneltmesi gerektiğine inanıyorum." Evet, bu sözler bu alanın en iyilerinden ŞOLOHOV’un Toplumcu Gerçekçiliğe dair tanımı: Ona göre edebiyatın bir işlevi vardır. Öner Yağcı’da bunu en güzel biçimde yapıyor… Daha nice kitaplara deyip katkılarından dolayı da teşekkür ediyorum. ▲ Şenol Yazıcı, 1 Ekim 2012, Bursa 21 Ekim 2012, 00:34 maviADA GÜZ 2012 sayısı YAZILAR: GÖRMEK İSTERSENİZ BURAYA TIKLAYIN

  • Aramızdan Bir Kimse

    / SÖYLEŞİLERİMİZ SÜRÜYOR / Hiç aklımızdan çıkmayan Moby Dick'deki Kaptan Ahap sayısız örneği olan, ekmeğini avladığı ispermeçet balinalarıyla sağlayan bir gemicidir, ötesi değil. Orhan Kemal'in Bekçi Murtaza'sı kaynar gündelik yaşamımız. Azıcık dikkatli baksak görürdük; ne kadar çok Susuz Yaz'daki Erol Taş var kentimizde ya da ne kadar çok Malkoçoğlu... Ya da yarının Orhan Pamuk'u, Hemingway'ı ya da Ahmet Kaya'sı, Tatlıses'i... Birine 600 sayfalık bir kitap okuma süreci baksanız, neler görmezsiniz ki? Sorunsa eğer, önce görmekte, sonra da gördüğün olumlulukları başkaları da görsün diye paylaşmakta... Başarırsak işte ona SÖYLEŞİ diyorlar. Bir filme, kitaba konu olduğunda daha çok fark ederiz; her İNSAN çok önemlidir, biz buna her emek, her meslek de çok değerlidir bakışını eklemiş, temel ilke haline getirmiştik. Somutlaştırırsak her OBAMA çok önemlidir, hamal ya da Amerikan cumhurbaşkanı olması hiç önemli değildir, denilebilir. Yaşam gerçeğinde bu farklı olabilir ama yazarın, sanatın, edebiyatın ya da Felsefenin ya da maviADA'nın bakışında hepsi sonsuz olanaklar sunan birer deniz, birer orman, birer renkli dünyadır. Sorun dikkatle bakmak, farkında olmak... O zaman SÖYLEŞİ'ler için tanınmış, dünya örnekleriyle önemli insanlar aramak işimizin doğasına aykırı, doğru olan İNSAN aramak; o KADAR ÇOK İNSANIMIZ VAR Kİ... Hem yarın kimin ne olacağı belli mi? İnsan tanıdıkça zenginleşmeniz bir yana, onun emek verdiğine omuz, varlığına moral vermiş de olursunuz, AZ MI? Amacımız bir farkındalık yaratmak; gülümsetmek, gülümsemek... SÖZÜN özü; maviADA, 2003 yılında aynı anlayışla KimseSİZ dergisiyle başlattığı, sonra maviADA ile sürdürdüğü "Aramızdan Bir Kimse" nehir söyleşilerini canlandırıyor... Herkes söyleşilerimizin konuğu olabilir. Yakında kapınızı çalarsak şaşırmayın. Hele siz o söyleşilerden yapıp gönderirseniz nasıl seviniriz, bir bilseniz... Neden? Siz yapamaz mısınız? Olmaz mı, her söyleşi yapanın Ayşe Arman mı olması gerek? O da böyle başladı, merak etmeyin... Yeni dönem ilk söyleşimizi yayınladık, daha önce yapılanlar söyleşi bölümünde görülebilir, sıraya aldıklarımız var. Katılımınızla daha renkli olacaktır.

  • Aramızdan Bir Kimse

    NURİ TANER'LE EDEBİYAT VE SANAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ YALOVA'NIN KÜLTÜR, SANAT YAŞAMINDA ÖNEMLİ BİR YERİ OLAN DUAYEN ŞAİR, YAZAR, ARAŞTIRMACI, EĞİTİMCİ Nuri Taner, 29 Şubat 1952, Ozanlar köyü / Ağrı doğumlu. Folklor araştırmacısı, şair ve yazar, eğitimci . İlk ve ortaöğrenimini Ağrı'da gördü (1971) ve Anadolu Üniversitesi'ni bitirdi. Ağrı, Silivri ve Yalova'da ilkokul öğretmenliği yaptı, 1997’de emekliye ayrıldı. Yalova’ya yerleşerek kitap, kırtasiye ticareti ve yayıncılık yaptı. İlk şiiri 1968 yılında gençlik dergilerinden Hey’de; sonraki yazdıklarıyla dönemin bir çok dergisinde yer aldı. Çeşitli seminerler ve sempozyumlara katılarak bildiriler sundu. Bildirileri ortak kitaplarda, masalları ders kitaplarında yer aldı. Edebiyatçılar Derneği üyesidir. Roman, çocuk romanı, şiir, astroloji, masal, efsane, tarih, fıkra, araştırma, inceleme dallarında 80'den fazla eseri olan Nuri Taner, Yalova Araştırmaları , Şiir Bülteni, Yalova Öykü... adlarında dergiler de çıkardı. Şimdi Yalova'da yaşıyor, Yalova Şairler ve Yazarlar Derneğinin(YAŞAD) başkanlığını yapıyor. Fuat Özgen -Hocam edebiyata ve araştırmacılığa yönelmeniz nasıl olmuştur? Nuri Taner Öğretmen bir babanın öğretmen çocuğu olmak herhalde temel etki... 1964 yılından başlayan bir kitapçı dükkânında büyüdüm. Kitap almaya gelenler “Bu nasıl bir kitap?, Ne okuyalım?” gibi soruları beni okumaya, kitaplarla ilgili bilgi edinmeye, edinen bilgileri aktarmaya zorladı ve kuşkusuz bundan duyduğum gurur, mutluluk ilk araştırma sevgi ve heyecanımı oluşturdu. Ortaokul ve lise yıllarım hep kitapçı dükkânında geçti. Babam TÖS’lü bir öğretmendi, doğal olarak gelenlerin çoğu da öğretmen olduğu için onların istedikleri kitapları ve dergileri not almak çoğunlukla benim işim olmuştu. Gelen dergilere ilk göz atan hep ben oluyordum. Öğretmenlerin, yazarların, şairlerin, gazetecilerin gidip geldikleri, tartıştıkları, kitap getirip bıraktıkları bir kitapçı dükkânında büyüme şansım oldu. Fuat Özgen -Çalışmalarınızda seçtiğiniz konular, türler ve biçimlerle ilgili bilgi verir misiniz? Nuri Taner Önceleri annemin, beni, kardeşlerimi severken, ara sıra bizlere kızarken söylediği sözleri, doğan küçük kardeşlerime mırıldandığı manileri, ninnileri, uzun kış gecelerinde, gaz lambasını kısarak yataklarımızda bize anlattığı masalları, fıkraları bir deftere not ederek toplarken, biriken dokümanları görünce hızla benzerlerini teyzelerimden, akrabalarımdan, komşularımdan derlemeye başladım. Masal anlatıcılarını, teyzeme, neneme yalvararak masal anlatmalarını söyleyerek sayfalar dolusu masallar derlemeye başladım. Galiba doğuştan gelme bir yatkınlığım da varmış. Fuat ÖZGEN -Ben de onu diyecektim, 70 yıla dergilerle beraber 100'ü aşkın yapıt sığdırmak gayretle, çalışmayla ya da istekle olacak bir şey değil. Bunların yanına yaptığınız etkinlikleri, koordine ettiğiniz dernek çalışmalarını ekleyin... Olağanüstü bir şey bu. Nuri TANER Teşekkür ederim. Anlamadan oldu diyelim. Evet, çocukluğumda kendi geliştirdiğim yöntemlerle derleme yaparken, istediğim türdeki derlemelerin kitaplaşmış biçimlerini bulup onların tarzında derlemeye giriştim. Pertev Naili Boratav ’ın adına ulaştığımda folklor sözcüğünün anlamını keşfettim. Artık ne yaptığımı, yapacağımı biliyordum. Bir yönlü haklısınız, gensel bir yatkınlık da varmış, bakın bir anımı anlatayım. Bir gün, sabah altıda kalkıp hiç görmediğim Erzurum’daki Kitap Sarayı’na gitmek için otobüse atladım. Ağrı'dan Erzurum'a gidiyorsunuz, o dönemde kolay bir iş değil. Garajlarda indim, sora sora nasıl gidileceğini öğrenerek Cumhuriyet Caddesi’nde, Kitap Sarayı’nı buldum. İçeri girdiğimde gerçekten de saraydı. Kendimi cennette gibi hissettim. Saatlerce oyalandım. Bir kitaba dokundum, bıraktım, öbürüne dokundum. Ellerimi raflara dizili kitaplara dokundurarak duvar boyu gidip, oradan dokundurup tekrar geri dönüyordum. Bir ara uzun boylu bir genç yanıma gelip ”Sen ne yapıyorsun öyle?” diye sorunca, “Kitaplara bakıyorum” dedim. “Öyle mi bakılır? Oyun oynuyorsan dışarı çık! Kitap bakacaksan bak! İnsanlar nasıl bakıyorlarsa, sen de öyle bak!” dedi. Ben de kitaplara öyle bakmaya başladım. Sonunda Yaşar Kemal’in Üç Anadolu Efsanesi’ni, P.N. Boratav’ın Köroğlu’sunu alarak yol paramın da bir kısmını verdim. Hızla garajlara gittim. Ağrı’ya dönecek param eksikti. Oradakiler, ailemi tanıyınca “Tamam, araya oturtur, seni götürürüz” dediler. Akşama Ağrı’ya döndüğümde herkes meraktaydı. Bana nerde olduğumu sorduklarında “Dere kenarında balığa gitmiştim” dedim ama anam ortalığı yatıştırdı, babamın ayrıntılı sorularından kurtardı. Böylece kitap edinme, okuma serüvenim başlamıştı. Şiir kitapları, öyküler, romanlar... Ağrı’nın dağ köylerinde tek öğretmen olarak uzun kış gecelerinde, kardan şehre inememek, gaz lambası ve mum ışığında dünya klasiklerini okuma şansı yakalamak, dağ köyündeki yalnızlığın en güzel yanıydı. Köydeki halı-kilim nakışlarını, kullanılan araç ve gereçlerin fotoğraflarını çekmek, çizimlerini yapmak, köyün folklorik değerlerini toplamak da öğretmenliğimin ayrı güzelliği oldu. Er öğretmenlik görevi bittikten sonra çeşitli ilerde ve ilçelerdeki halk eğitimi merkezlerinde görev alma, birçok köyün, ilçenin ve ilin folkloru ve etnografyası konusunda çalışmalar yapma dönemi oldu. Bu arada halk kültürü, edebiyat, sanat konularında yayımlanan çeşitli dergilerde yazılar, şiirler, kitap tanıtımları, derlemeler yayımlamaya başladım. Bazı dergilerin yayın kurullarında yer aldım. Ulusal ve uluslararası birçok toplantı, seminer ve sempozyumlara katıldım, bildiriler sundum, bunlar etkinlikler sonunda yayımlanan kitaplarda yayınlandı. -Folklor Araştırmaları, (Yazı kurulunda Fuat Özgen de vardı, anımsarsınız.), -Yalova Araştırmaları, -Şiir Bülteni, -Yalova Kaymakamı adlı dergiler yayımladım, yayımını sürdürüyorum. Ayrıca, Ortipa Yayıncılık adıyla yayıncılık yaptım. Yaşadığım kentin, Yalova’nın, kültür sanat alanında emek üreten şair ve yazar arkadaşlarımın 46 kitabını yayımladım. Fuat Özgen -Şair ve yazarlığınızın yanında iyi bir araştırmacısınız. Araştırmacılığın edebî çalışmalarınıza katkısı nedir? Nuri Taner Yazın çalışmalarının her türünde araştırma, gözlem, katılma, coğrafyayı tanıma, tarihi bilme, insanı, canlıyı, doğayı öğrenme okumayla, dille birleştiğinde, kâğıt üzerine emekle döküldüğünde kendi kuralları ve sistemiyle yer aldığında kurgu, bilgi ve akılla süzgeçlendiğinde bir çalışma doğar. Ayrıca ustaların döktükleri terin izini sürmeden, bedeninden süzmeden yürünecek yolun aydınlığı ve güzelliği görünmez. İşte bana göre bu ilkedir. Her çalışmadaki ana katkının akışı bu gözelerden gelir. Fuat Özgen Yalova Şairler ve Yazarlar Derneği YAŞAD'ın kurucularındansınız ve halen başkanlığını yürütmektesiniz. Derneğinizin çalışmaları ve Yalova'nın kültür-sanat yaşamına katkıları ile ilgili neler söylersiniz? Nuri Taner Yalova Şairler ve Yazarlar Derneği’nin kuruluşunu arkadaşlarımızla gerçekleştirdikten sonra etkinliklerimizi hep birlikte sürdürdük. Sizin de ter döktüğünüz yedi yıllık bir ömre sahibiz. Sekiz kardeş kentimiz oldu. Karşılıklı kültürel etkinlikler düzenledik, bir araya geldik, kardeş kentlerin şairleriyle, yazarlarıyla, ressamlarıyla, araştırmacılarıyla, yayıncılarıyla bir araya geldik, ortak kitaplar ürettik. Fuat Özgen -Dernek çalışmalarınızda karşılaştığınız zorluklar ve hoşluklar için neler söylersiniz? Nuri Taner Dernek çalışmalarının mutfak kısmında birçok sıkıntılar yaşanması doğaldır. Etkinliğin paylaşımındaki akış omuzlandığında her zaman hoşluklar ve sonuçta birçok yeni kazanımlarımız olur. Önemli olan yorgunlukların kazandırdıkları güzel dostluklar oldu. Fuat Özgen -Hocam, bir duayen olarak, Yalova'da kültür-sanatın gelişmesi ve sürdürülebilir olması için önerileriniz nelerdir? Nuri Taner 1-Örgütlenmek. 2-Bu alana emek vermiş yazar ve şairlerle bir araya gelmek. 3-Edebiyatımızın önemli adlarıyla ilgili araştırma ve incelemeler yapmak, kitaplarının analizlerini yapmak, bundan önemli değerlendirmeler çıkarmak. 4-Kent kültürü ve bölge ile ilgili kitapları incelemek, analizlerini yapmak, edebiyatımızdaki yerini tartışmak. Yerelden ulusala ve evrensele uzanan yolda emek üretmek. -Teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim. -Ben de size ve maviADA'ya teşekkür ederim. *Nuri TANER kitap ve etkinliklerden...

  • Hangi Şiir?

    Şiir edebiyatın hem en has, hem en tartışmalı alanı. Herkesin bir yanıyla bulaştığı, kendi tarihinde şöyle ya da böyle bir kaç dize çiziktirdiği , zarif, renkli, biraz da mevsimsel ömürlü, geleneği hep reddeden isyan diline karşın her seferinde kendisi bir gelenek olup raflaşmaya mahkum, en kolay sanılan, ama yazının en damıtılmış en seçkin alanı. Bakın bir edebiyat tarihimize, "Garip" bir tarz şiirin adıdır, aynı zamanda bitmiş bir şiirin adı da… Yahya Kemal'i kim okur şimdi? O ki Türk Edebiyatının ulaşılmaz bir doruk noktasıdır. Hani Edebiyat ölümsüzdü? Biliyorsunuz ilk edebi anlatılar, yani sözlü edebiyat ürünleri de şiirle işe başlamış, akılda kalıcılığını önemseyip. Bizde de öyle. Destanlar, halk öyküleri, sözlü edebiyatın hemen tüm ürünleri şiiri kullanmış. Yani şiir herkesin ortak paydası…Yani sanılanın aksine seçkinci değildir şiir. Bu nedenle belki çok talihsiz bir alan... Hakkında konuşmayan, yorum yapmayan, savlarda bulunmayan, ona ideoloji ve yasalar koymayan yok. İyi de iyi şiir nasıl olmalıdır? Kimine göre şiir hikaye edendir, Orhan Veli, Nazım gibi, kimine göre hiçbir şey anlatmamalıdır, hissettirmelidir, İlhan Berk gibi, 2. Yenici'ler gibi renkli konfetilerle, kimine göre toplumcu olmalıdır; bir ideolojinin çerçevesinde, ki bu çerçevenin sol olacağı varsayılıyor, halkın sorunsalına parmak basmalı. Kimine göre hayır, şiir toplumsal gerçekçi olmalı, değişen konumlara göre insanın yanında kavganın öncü bayrağı kesilmeli... Kimine göre bireydir şiirin objesi, ötesi şiiri bozar. Kimine göre önce şiir olmalı, ki bu da çok tartışmalı, o şiir denilen nedirin yanıtı yok ortada... Çok uzuyor bu tartışma. Uzuyor bir yana şiir moda kadar hızlı durmadan gelenek değiştiriyor, kuşkusuz ona göre de giynek… Hiç düşündünüz mü? Batı Edebiyatından klasikleşmiş yığınla örnek bulabilirsiniz, Annebel Lee bizim ders kitaplarında bile okutulur, ama Türk edebiyatında klasik diye örnek şiir pek yoktur. O müthiş Fuzuli bile misal görülür sadece, dönemlere. Karacaoğlan mı, o sadece saygı duyulacak mahallenin bıçkın ağabeysidır? Bir şiirin biçimsel özellikleri devrini tamamlayabilir, ama içeriği nasıl olur da ancak bir gelenek mevsimi sürer, akıl ermez… Bu arada güzel bir şey yapmaya soyunan, ne ilgisi olduğunu tam anlayamadığı bilen bilmeyen edebiyat ruhbanından onca dayak yiyen ŞAİR, nerde duruyor, söylenenlerden ne alıyor; malı mülkü satıp şiirle olan tüm bağlantısını koparıp Uzak Asya’da rahip olmayı mı düşünüyor, o da belli değil. Yani ses yok. Nasıl ses versin, ardında Orhan Pamuk gücü mü var Nobel’e yürüsün, kavmine sırt dönüp. Hoş çok zamandır şiire Nobel veren de yok ya... Olan şiir sevene, şiire özenene oluyor. Şaşkın bir biçimde birbirini sürekli, her sabah ve her gece reddedip ya da güzelleyen bu kerameti ilahi eleştirmen ve şairleri izlerken bunaldıkları, bu poetik karmaşada bir reçete bekledikleri kesin, sanki varmış gibi: Birileri koysa yasasını ŞİİRİN de, biz de neyi okuyacağımızı bilsek... diyorlar. Gerçi tekelleşen yayın onu buyuruyor; şunu oku , öteki tu kaka...diye ya, onların amaçları belli para kazanacaklar. İyi de bu kabuğunu kıramayan ya da hızlı kıran şairlere ve sivri dilli edebiyat ruhbanlarına ne oluyor? ve merak ediyorum; HANGİ ŞİİR klasikleşmeyi hak eder?

  • KUTLU OLSUN (!)

    Kimileri sevgi günü, kimileri sevgililer günü diye sahiplenirken cüce Şubat'ın tam ortasını kimileri de öykü günü diye adlandırmış... Eh sevgilimiz olmadığına göre bir öykü döşenmeli diye düşündüm ama nafile, çünkü o da marifet ister... Sahi kaç yıldır kutlanıyor bu Aziz Valentin günü, diye şöyle bir zihnimi yokladım ama çıkaramadım, galiba gençliğimizin, güzelliğimizin son demlerine denk gelmişti, yoksa insan hatırlamaz mı hiç? Ah, gençliğim... On beş yaşım, yirmi beş yaşım, yolun yarısı denen otuz beş yaşım... Sevgiyi bilmiyor muyduk acaba biz diye kara kara düşündüm, ama bilmez olur muyuz hiç canım? Aslında aşkın da sevginin de en âlâsını bilirdik. Ama o aşk, o sevgi en kutsalımızdı bizim. Açıklarsak, gözler önüne serersek kirlenecek, kutsallığını yitirecek diye ödümüz patlardı... Yüreğimizin en derinlerine saklardık onun için, bazen kurumuş bir gül yaprağına nakşeder, bazen kilitli hatıra defterlerimize yazardık... özlediğimizde açıp sarılmak için. Aslında hani derler ya "Aşk iki kişilik bir oyundur" diye, biz o oyunu hep tek kişi oynardık, öyle afili laflar bilmezdik "aşkım, sevgilim" gibi... O yüzdendir onca görkemli, onca unutulmaz olması... Kimi zaman perdelerin arkasına saklanıp yolunu gözler, kimi zaman rast geldiğimizde tanımazdan gelirdik, içimizde fırtınalar kopsa da... Belli edersek, dillendirirsek bitiverecek diye aklımız çıkardı. Şimdiki gibi kırmızı güller, kalpli, ama yüreksiz hediyeler, tek taş yüzükler yoktu o demlerde, parmağına geçirdiğin o incecik altın halka sevginin en büyük nişanesiydi. Üç gün şunla gezeyim, olmazsa bir de onu denerim, elbet birinden biri olur diyecek mangal yüreklerimiz de yoktu bizim. Biz sevdik mi bir kere ölümüne severdik. Sofraya koyduğumuz bir tas sıcak çorbayı, eve gelirken getirilen dumanı üstündeki ekmeği sever gibi severdik... Sonra o aşkın meyvesi çocuklar, birlikte yürünen yollar, paylaşılan mutluluklar, dökülen göz yaşları, atılan kahkahalar en güzel sevgi hediyeleri, aşkımızın en değerli sembolüydü. Hey gidi günler hey... Ne diyeyim toprağın bol olsun Aziz Valentin... Yüreklerimiz buz tuttu artık, şu cemreler bir düşse de ısınsak biraz...

bottom of page