top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Dünya Emekçi Kadınlarını Saygıyla Anıyoruz.

    Dünya Emekçi Kadınlar Günü 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde toplanan 2. (Sosyalist) Enternasyonal'e bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda Almanya Sosyal Demokrat Partisi delegeleri Clara Zetkin, Kate Duncker ve arkadaşları bundan böyle her yıl bir "Kadınlar Günü" düzenlenmesi önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.[4] İlk yıllarda belirli bir tarih saptanmamıştı. 1921'de Moskova'da düzenlenen 3. (Komünist) Enternasyonal 3. Kongresine bağlı Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı'nda o dönem ağırlık kazanan "sınıfa karşı sınıf" politikalarının etkisiyle "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" adı benimsendi. Ancak, 1930'lu yıllarda "faşizme karşı birleşik cephe" politikalarına geçiş sürecinde tekrar ilk baştaki "Dünya Kadınlar Günü" adına dönüldü.[5] Bu değişiklik daha sonra kadın örgütlenmesi alanına da yansıdı ve sosyalizmi veya komünizmi hedefleyen ve sadece "işçi/emekçi kadınlar" ya da "sosyalist/komünist kadınlar" ile sınırlı bir örgütlenme anlayışı da terk edilerek 1945'te Uluslararası Demokratik Kadın Federasyonu kuruldu. "Dünya Kadınlar Günü" olarak 8 Mart gününün belirlenmesine kaynaklık eden olay konusunda ise muhtelif tartışmalı iddialar mevcuttur. Bunlardan biri, Rusya'da çarlığın yıkılmasına yol açan 1917 Şubat Devrimi'nin 8 Mart günü yapılan kadın yürüyüşü ve grevleri ile başlamış olması, bir diğeri 8 Mart 1908'de ABD'nin New York kentinde çoğu sosyaIist olan kadın işçilerin öncülüğünde sendikal haklar ve kadınlara oy hakkı talepleriyle düzenlenen miting, başka biri ise 8 Mart 1857'de yine ABD'nin New York kentindeki bir tekstil fabrikasında grevci işçilere polisin saldırması, işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin kurulan barikatlar nedeniyle kaçamamaları sonucunda 120 kadın işçinin ölmesi, ve yine bir başkası ise,[6] bununla çok paralellik arz eden, ancak gerek Dünya Kadınlar Gününün ilk kararlaştırıldığı 1910'dan gerekse ilk uluslararası kutlamaların düzenlendiği 19 Mart 1911'den sonra hiç bahsi geçmeyip çok sonraları ileri sürülen, 25 Mart 1911'de New York'ta gerçekleşmiş Triangle Gömlek Fabrikası yangını'dır.[7][8][9][10] Birleşmiş Milletler'in resmi web sitesinin konuyla ilgili sayfasında 8 Mart gününün seçilmesine kaynaklık eden olay olarak Rusya'da Çarlığa son veren 1917 Şubat Devrimi'nin Gregoryen takvime göre 8 Mart günü kadınların protesto eylemleri ve grevleri ile başlamış olduğuna işaret edilmektedir.[2] Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında sosyalizmin yayılmasından çekinen bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde gerçekleşen çeşitli gösterilerde anılmaya başlanmasıyla Batı Bloku ülkelerinde daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etti. Türkiye'de 8 Mart: Türkiye'de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında, iki komünist kız kardeş Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova'nın girişimi ile gerçekleştirildi.[11] Bu tarihten sonra yıllar boyunca 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlamalarına izin verilmedi. 1975 yılında "Birleşmiş Milletler Kadın On Yılı" ilan edildi. Türkiye de bu kapsamda yer aldığı için 1975 yılında Türkiye'de "Kadın Yılı Kongresi" yapıldı. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nün 1975 yılında kutlanmaya başlamasında İlerici Kadınlar Derneği’nin faaliyetleri de etkili oldu. Böylece 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kapalı ortamlardan sokaklara ve meydanlara çıktı. İlerici Kadınlar Derneği, işçi sınıfı ile kadınları bir araya getirerek haklarını aramaya çağıran bir sivil toplum örgütüydü. Kurulduğu andan itibaren kısa sürede yurt çapında 33 şube ve 35 temsilcilik aracılığıyla 15 bine yakın üyeye sahip oldu. “Kadınların Sesi” adlı yayın organı ile 35 bin kişiye ulaşabiliyordu.[12] 12 Eylül Darbesi'nden sonra tekrar askerî cunta yönetimi tarafından dört yıl süreyle hiçbir kutlama yapılmasına izin verilmedi. 1984'ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından kutlanmaya devam edilmektedir. Bu yeni dönemin temel farkı, eskiden sadece sosyalist kesimin sahiplendiği bu günün artık hemen tüm kadın kuruluşlarının yanı sıra adeta resmi bayram gibi devlet yetkilileri ve kurumları tarafından da kutlanmaya, hatta şirketlerin de reklam ve pazarlama faaliyetleri ile buna katılmaya başlamasıdır. Öte yandan, günümüz Türkiye'sinde 8 Mart'ı Komintern'in 1920'li yıllardaki "sınıfa karşı sınıf" politikalarının bir yansıması olarak adlandırıldığı şekilde, "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlayanlar da olduğu görülmektedir. 2003 yılında yurt çapındaki çeşitli Dünya Kadınlar Günü kutlamaları arasında Taksim'de başlayan ve her yıl 8 Mart'ta tekrarlanan Feminist Gece Yürüyüşü sonraki yıllarda başka şehirlerde de yapılmaya başladı.[13] 2014 yılında İstanbul Valiliği tarafından Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi'nin yürüyüş ve miting yapılabilecek yerler listesinden çıkarılmasından sonra 8 Mart günü İstiklal Caddesi'nde Feminist Gece Yürüyüşü yapılmaya birkaç yıl devam edildiyse de 2019 yılında polis İstiklal Caddesi'nde toplanan binlerce kişinin yürüyüş yapmasını engelledi. Önceki yıllarda olduğu gibi yürüyüş yapmakta ısrar eden kalabalık göz yaşartıcı gaz ve plastik mermiler kullanılarak dağıtıldı.[14] Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, hükûmet yetkilileri ve Milliyetçi Hareket Partisi başkanı Devlet Bahçeli tarafından İstiklal Caddesinin girişindeki Taksim mescidinden okunan yatsı ezanı sırasında slogan ve ıslıklara devam edilerek ezanın protesto edildiği, ezana saygısızlık edildiği iddialarında bulunuldu. Kadın örgütleri ise söz konusu iddiaları yalanladı. 10 Mart akşamında bir grup "Ezana uzanan eller kırılsın" sloganlarıyla Taksim'de bir gösteri yapmak istedi fakat polis göstericileri müdahale ederek dağıttı. Kaynak İnternet: 1857'de Amerika'da New York'ta kadın dokuma işçilerinin hak emek direnişi acıklı bir sonla noktalanır. Müdahale eden polis, işçileri fabrikaya kilitler. Çıkan yangında 129 kadın işçi yanarak ölür. Birleşmiş Milletler tarafından 1973, 16 Mart'ta; 8 Mart "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak anılmasına karar verilmiştir. Saygıyla anıyoruz. * Zaman içinde maviADA'da konuyla ve kadınlarla ilgili yayınlanan yazıları "KADIN" konulu dosyada bulabilirsiniz.

  • ANADOLU KADINI AĞIR İŞÇİDİR

    1897 Yılında ABD’de dokuma işçisi kadınların, insanca yaşam için, eşit ücret için başlattıkları günün adıdır 8 Mart. Ve 16 Mart 1977 Yılında Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Kadınlar Günü" olarak kabul edilerek, “Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanır. Kutlu olsun! Evet, ne dedik başlıkta, “Türk kadını ağır işçidir. Akılla, bilimle açıklanabilecek bir durum değildir bu! İnsanın doğasına aykırıdır. Yaratılıştan gelen farklılık, insan neslinin devamı içindir: Biri erkek, biri dişi! Bunu insani olmayan bir durumla, yani güç kuvvetle erkek egemenliğine taşımak, acizliktir, ilkelliktir. Anam derdi ki: Deve de boy var, fakat onu “gücük”bir eşek çekip gidiyor!” Oldu mu dersiniz, oldu oldu! Türk tarihinde kadının çok kutsal bir görevi vardır. Kadın anadır, kadın ecedir, Hatundur; o da erkek gibi ata biner, silah kullanır. Hakan, ava ya da savaşa gittiğinde obanın yöneticisi Hatun’dur! Dede Korkut öykülerinde kadının yüceltildiğini, devlet yönetiminde yer aldığını, her daim Hakan’la birlikte olduğunu görürüz. Mesela Dirse Han’ın toy dönüşü eşine söyledikleri, kıymetlidir. Der ki: “Beri gelsene başım bahtı, evim tahtı,” Yani diyor ki, sen başıma gelen güzelliksin, evimin tahtısın! Türk kültüründe, Hakan kadar, “Hatun,” da söz sahibidir. Evliliklerde tek eşlilik esas alınmıştır. Hangi zamandan bahsediyoruz, 8. Yüzyıl’dan önce, bugün yirmi birinci yüzyıldayız. Peki sonra, peki sonra demeden, şunu söylemeden geçmeyelim. Mesela Moğol İmparatoru Cengiz Han, boşanmada kadına üstünlük sağlamıştır, o dönemde kadına tecavüzün cezası idamdır… Şimdi gelelim “peki,” sonrasının cevabına. Türkler Talas Savaşı’ndan sonra kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmişler. Kabul ettikten bir zaman sonra, kadının giyimi, kuşamı, davranışı tartışılmaya başlanmış. Ne gariptir bu tartışmayı hep erkekler yapmış, kadını kara peçe içine yine erkekler sokmuş, peki neden? Onun gül yüzü, ay kaşları, ışıl ışıl parlayan gözleri görülmesin diye! Neden, neden? Tarihimizde kadınların yüzünün kapatılması, çarşafa sokulması 15. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu döneminde yayımlanan bir fermanla başlamış. Müslüman kadının peçesiz, çarşafsız gezmesi yasaklanmıştır. Tarihsel süreçte, erkeğin ne kadar yeri varsa, onun da o kadar, yeri vardır. Milli Kurtuluş Savaşı için, milli direnişin başlatılması çalışmalarının yapıldığı günlerde Sivas valisi, Reşit Paşa’nın eşi Melek Reşide, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına destek vermek için Sivaslı kadınlarla, “Sivaslı Kadınlar Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni” 28 Kasım 1919 da kurarak, Mustafa Kemal’e bağlılıklarını bildirmiştir. Mustafa Kemal de Sivaslı kadınları selamlayarak mutluluğunu ifade etmiştir. Bundan sonra, Kayseri, Kastamonu, Burdur, Yozgat, Konya, Bolu’da kadın cemiyetleri kurularak Mustafa Kemal ve arkadaşlarına destek vermişlerdir. Herkesin bildiği defalarca da ifade edildi. Kurtuluş Savaşı sırasında onlar cepheye cephane taşımışlardır. Mesela şu kadınlarımızın Kurtuluş Savaşı’ndaki yararlılıklarını yadsıyabilir miyiz? Satı Kadın, Gördesli Makbule, Kara Fatma, Halide Edip, Şerife Bacı, Halime Çavuş, Tayyar Rahmiye… Milli Mücadelede ilk kadın mitinginin Kastamonu’da yapıldığını araştırmam sonucunda öğrendim. 10 Aralık 1919. İşte kadınlarımız böyledir, Anadolu kadını böyledir. Onların tarihimizde belirleyici bir rolü olmuştur. Bu durumu çok iyi bilen büyük kurtarıcı, Cumhuriyet Türkiye’sinde kadınlarımızı eşit yurttaş, eşit birey statüsüne çıkararak onları hak ettiği yere taşımıştır. Bakın bu konuda ne diyor? “Türk toplumsal hayatında, kadınlar daima ilmen, irfanen, fiilen erkeklerden zerre kadar geri kalmamıştır!” Bundan hareketle, Türk kadınına 1930 yılında seçimlerde görev alabilme hakkı verilmiş, 1934 yılında seçme ve seçilme hakkı yasal bir zemine oturmuştur. Mesela bu hak: Fransa 1944 Filipinler 1945 Meksika 1946 Japonya 1945 Çin 1947 İsviçre 1971 de verilmiştir. Ne yücesin Aziz Atatürk! Bu tarihsel bilgileri şöyle bir tarafa bırakıp geldiğimiz nokta ile ilgili birkaç paragraf bir şeyler diyelim. Yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sinde kadın cinayetleri artan ve giderek “vahşet” haline gelen kadın cinayetleri, Cumhuriyet Türkiye’si için çok acı, çok feci bir durumdur. Ancak ne var ki, “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelmediğini” gösteren Mustafa Kemal’e, Cumhuriyete, en çok kadınların sahip çıkması gerekirken, kimi kadınların ona en aşağılık galiz küfürler etmesini ben bir türlü içime sindiremiyorum... Kadınlarımız, Anadolu’da ağır işçidir, ağır ameledir. O, doğurandır, sofranın aşıdır, evin temizliğidir; evin, hayatın her şeyidir. Ben köyde doğdum köy kültürünü, yaşadığım kent kültürü ile birleştirip sentezledim. Kadının birey olduğunu, ana olduğunu, “anamın bir kadın olduğunu, hep aklımda tutup” insani vasfı göz ardı etmeden hareket ettim. Benim köyümde kadınlar, ağır işçidir, onlar, sabah evde kimse daha kimse yataktan kalkmadan kalkar, tarlaya götürülecekleri hazırlar. O tarlada çalışır, evin temizliğini yapar, bulaşığını, çamaşırını yıkar. Yetti mi, hayır, hayvanlarla da uğraşır; kalan zamanda da çocuklarının dertleri ile dertlenir. Çocuğu babasının kucağında gören ahali, der ki benim köylüm: “Erkek eşeğin sıpası mı olur?” 1980’li yıllarda Bursa’nın Yenişehir ilçesinin bir köyünde adı Mecidiye mi, Mecitli mi neydi şimdi hatırlamıyorum. O köyde kadınların, harman yerinde harman makinesi ile “harman” sürdüğünü gördüm, erkekleri de kahvede çay, kahve içip pişti oynuyorlardı. Nasıl ama? Yazımızın sonuna doğru geldik, konuyu bir iki paragrafla bitirelim. Ne demiş Aziz Atatürk? “Ey kahraman Türk kadını sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üstünde göklere yükselmeye layıksın!” Sen Türk kadını, hangi dilden, dinden, ırktan olursan ol; kula kul olmaya bakma! Aziz Atatürk’ün, Cumhuriyetin, kıymetini bil. Onun erdemini öğrenmek için, Arap yarımadasında, İslam coğrafyasında hem cinslerin nasıl yaşıyor bir bak! Bugün 8 Mart, başta ebediyete göçen anamın, sevgili eşimin, güzel kızımın, Kekliğimin, çok kıymetli kadın arkadaşlarımın ve sayıları birkaç bini bulan kız öğrencilerimin… velhasıl bütün kadınların 8 Mart Kadınlar günü kutlu olsun! 5 Mart 2022 Salihli

  • ZEYTİNE DOKUNMA!

    Gün geçmiyor ki ülkemizde kamu yararı olana, yani toplumsal olana dönük bir saldırı olmasın. Son aylarda zam yağmuru altında, küçük mutlu azınlık dışında, toplumun büyük çoğunluğu temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz duruma gelmiştir. Özellikle son üç aydır zorunlu tüketim maddelerine, elektriğe ve diğer tüm ürün ve harcamalara neredeyse her gün yeni zamlar gelmektedir. Durdurulmayan bu zam furyası karşısında zorunlu ihtiyaçlarını karşılamayacak duruma gelen halk, açlıkla karşı karşıya kalacağı kaygısı içine girmiştir. Uyguladığı mevcut ekonomi politikalarla halkı açlıkla karşı karşıya getiren siyasi iktidar bundan kurtulmanın yol ve yöntemlerini araması gerekirken şimdi de ülkedeki zeytin alanlarını yok etme ile meşgul olmaktadır. 5 Mart 2022 tarihinde de Resmi Gazetede yayınlanan bir yönetmelikle koruma altındaki zeytinlikler madenciliğe açılıyor. Zeytinlik alanları, zeytin ağaçlarından arındırıldıktan sonra eskiden koruma altındaki yerler inşaata ve turizme açılarak yağmalanacaktır. Buna da diğer yıkım alanlarında olduğu gibi ‘Biz yaptık, oldu’ denecek. Halkın da ‘Allah razı olsun.’ demesi beklenecek. Halk çoğunluğu bu son yıkım girişimine asla rıza göstermeyecektir. Yediği lokmaları sayarak ‘yaşamını’ sürdüren tarımla yani bağ-bahçe ile ayakta kalmaya çalışan on binler, yüz binler son lokmalarının da ellerinden alınmasına seyirci kalmayacaklardır. Zeytinin anavatanı, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni de içine alan Yukarı Mezopotamya ve Güney Ön Asya’dır. Arkeolojik çalışmalar zeytin yetiştiriciliğinin M.Ö 4.000’li yıllara kadar dayandığını göstermektedir. Zeytin, ülkemiz coğrafyasının da içinde olduğu bölgeden tüm dünyaya şifa kaynağı olarak yayılmıştır. Zeytin, tarihi gelişim ve yaylım sürecince birçok efsaneye başat konu da olmuştur. Nuh’un gemisi efsanesinde beyaz bir güvercinin ağzında yeşil bir zeytin dalı ile dönmesinin canlılık göstergesi olduğu ve o zamandan sonra da barışın simgesi olduğu herkesçe bilinmektedir. Tarihi yazıtlarda ve İnanç kitaplarında özellikle Kuran, İncil ve Tevrat’taki sayısız bölümde zeytine yer verilmiştir. M.Ö. Atina Anayasasında ” Devlet malı veya özel mülkiyet farkı olmaksızın, zeytin ağacını kesen veya deviren herkes mahkemede yargılanacaktır eğer suçlu bulunurlarsa idam edilmek suretiyle cezalandırılacaklardır” hükmü bile yer almıştır. Ülkemizde Cumhuriyet ile beraber tarıma bir bütün olarak değer verilmeye başlanmıştır. Tarımda makineleşme, çiftçiye uygulanan sübvansiyon ve her türden destek ülke kalkınması içinde önemli bir yere sahipti. Tarıma yapılan destek kapsamında zeytine karşı özel ilgi de vardı. Atatürk, 1929 yılında Yalova bölgesine yaptığı bir gezide zeytinciliğe gereken önemin verilmesine yönelik talimatlar vermiştir. Bu talimatlar neticesinde ülkemizde zeytincilik seferberliği başlatılmıştır. 1937 yılında da ülkemizdeki zeytinciliği geliştirmek için Bornova Zeytincilik Araştırma Enstitüsü kurulmuştur. Diğer yandan zeytin, bahçesine bakmayan ve bakım yaptırmayan üreticilere ceza verilmesine neden olan bir kanun, 1939 yılında 3573 sayılı “Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Arşınlattırılması Hakkında Kanun” adıyla çıkmıştır. Bu tarihten itibaren zeytin, koruma ve geliştirme yasası olan bir bitki özelliği kazanmıştır. 1950’li yıllarda zeytini destekleme eğilimi sönümlenmiştir. 60’lı yıllarda zeytine karşı ilgi tekrar canlanmıştır. Ancak ilerleyen zamanda 12 Eylül Askeri darbesi döneminde toplumsal örgütlenmeler zor kullanılarak dağıtıldığı için yasaya rağmen turizm uğruna zeytinlik alanları sökülerek betonlaşmalara ve farklı türden tarım faaliyetlerine göz yumulmuştur. 2000’li yıllarda zeytincilik modern tekniklerin de kullanımı ile tekrar değer görmüştür. Ancak her türlü toplumsal ve ekolojik değeri rant olarak gören siyasal iktidar, sonunda zeytin alanına da gözünü dikmiştir. Sadece gözünü dikmekle kalmamıştır, kökeni yaşadığımız coğrafyaya ait olan tarihsel önemdeki zeytin ağaçlarına deyim yerindeyse savaş açılmıştır. Ahmed Arif’in Adiloş Bebe şiirin deki seslenişi bugünlerde de karşılığını buldu. “bunlar/ engerekler ve çıyanlardır/ bunlar/ aşımıza, ekmeğimize/ göz koyanlardır/ tanı bunları/ tanı da büyü Çocuklarımıza zeytin dalı misali umudu aşılarken, umudun düşmanlarını da anlatacağız, düşmana asla boyun eğmemeleri gerektiğini de … Muktedirlerce maden rantı için gözden çıkarılan zeytin, sadece olağanüstü koruyucu ve iyileştirici bir ve oksijen üretip yayan bir bitki değildir. Zeytin, aynı zamanda insanlığın ortak mirasıdır. Bu çok kıymetli şifa ve dostluk bitkisini emeğe, sağlığa, doğa hakkına ve barışa saygı duyanlar olarak savunmak tarihi bir sorumluluğumuzdur.

  • VATANI SOSYALİZMLE SAVUNMAK

    Zeki Sarıhan Vatanları işgale uğrayan Ukrayna halkı, Rusya gibi bir savaş makinasının karşısında kahramanca direniyor. Hiçbir milletin çoğunluğu, başka bir milletin yönetimi altına girmek istemez. Vatan savunması, vahşi doğada da gördüğümüz gibi canlıların kendi yaşadıkları yeri savunma güdüsünden farksızdır. Vatan savunması, vatanın maddi varlıklarını, halkın DİLİNİ, kültürünü, namusunu savunmadır aynı zamanda. Bir savunma savaşının başarıya ulaşması, düşmanın gücüne, düşmanlar arasındaki çelişkilerin şiddetine, coğrafyanın yapısına, başka halkların desteklerine olduğu kadar yurttaşların bilincine, birliğine, savunma araçlarının kalitesine bağlıdır. Savunma savaşına komuta eden kadroların önderlik yeteneklerini de ihmal etmemek gerekir. Türk Kurtuluş Savaşı’nda bütün bu etmenler rol oynamıştır. Her şeyden önce Türk milleti, savaşmayı bilen ve savaşlarda “ Yakup Kadri’nin o yıllarda yedek subaylar için kullandığı gibi “kerpiç gibi pişmiş” bir milletti. Türklerin daha önceki devirleri hesaba katmasak bile, son olarak 600 yıllık bir devlet deneyimi vardı. Büyük savaştan yenik çıkmıştı ve galipler bunun bedelini milleti vatansız bırakarak ödetmek istediler. Ancak aralarında çelişkiler vardı ve savaşı yönetenler bu çelişkilerden yararlanarak savaş yılları içinde düşmanı teke indirdiler. Milleti seferber etmeyi başardılar ve bütün maddi kaynakları harekete geçirdiler. Mazlumların dünyasının da desteğini aldılar. Her savaşın yapıldığı döneme özgü karakterleri vardır ve hiçbiri diğerine tıpatıp benzemez. Fakat genel bir benzetme yapak gerekirse Ukraynalıların savunma savaşı ile Türk Kurtuluş Savaşı arasında benzerlikler vardır. Aralarındaki önemli fark da Batının emperyalist karakteri değişmemiş, fakat Rusya o zaman Sosyalist iken yaklaşık otuz yıldır kapitalist-emperyalist bir ülke haline gelmiştir. Ukrayna’nın asıl kurtuluşu da bu iki canavardan kurtularak tam bağımsızlığını kazanması ve tarafsızlık ilan etmesiyle mümkün olacaktır. SOSYALİZMİN VERDİĞİ DİRENÇ Milletler ve devletler arasında dünya tarihi sayısız savaşlara sahne oldu. Bu savaşlardan esaretle de kurtuluşla da sonuçlananları tarih tanıklık ediyor. 20 Yüzyılın başından beri yapılan savaşları diğerlerinden ayıran önemli bir özellik, bu savaşlarda emperyalist saldırganların burnu kırılmasıdır. İngiliz İmparatorluğu Britanya adalarına kadar geriledi. Lenin’in ifadesiyle bir milletler hapishanesi olan Çarlık idaresinde yaşayan milletler Ekim devriminin hapishane kapılarını açmasıyla millî özgürlüklerine kavuştular. İkinci Dünya Savaşı’nda Faşist Almanya ezildi. Bütün Doğu Avrupa ve Balkanlar sosyalist rejime geçtiler. Yirminci Yüzyıl savunma savaşlarının bir özelliği de çoğunda emekçilerin bu savunmada önderliği ele almasıydı. Gerçi bunun 1871 Paris Komünü’nde yaşanan fakat hem Fransız burjuvazinin hem de onlara yardıma koşan dış güçlerin amansız batırma hareketiyle ancak iki ay dayanabilmiş bir işçi yönetim örneği vardı. Paris işçilerinin direnişi o zamana kadar görülmemiş bir mucize idi. Çünkü dünya tarihinde ilk kez işçiler yeni bir devlet kuruyorlardı. Artık bütün servetler burjuvazinin elinden alınarak işçilerin refahı ve mutluluğu için kullanılacaktı. Komünün verdiği ders, Ekim Devrimi’nde kullanıldı. Ekim devrimini Rus emekçileri yaptı. Onlar da Komüncüler gibi direniş destanları yarattılar. Çünkü Enternasyonal Marşı’nda da dile getirildiği gibi onları kurtaracak olan kendi kollarıydı. Ağadan, beyden, paşadan ve kiliseden fayda yoktu. Emperyalistler, “Yol olur” korkusuyla Ekim Devrimi’ni boğmak istediler ve hem bu devrimi bastırmak için Rusya’ya asker gönderdiler, hem de içerde Çarlık yanlısı bazı savaş ağalarını desteklediler. Ancak emekçilerin bir kere gözü açılmıştı ve madem her şey emek sayesinde oluyordu, her şey emeğin olmalıydı. Sosyalizm, emekçilere vatanı savunmak için büyük bir direnç veriyordu. Sosyalizmle vatan savunması birleştirilmişti. 20. Yüzyılın öteki büyük devrimlerini göz önüne alalım: Koskoca Çin, hem Japon, hem onun ardından gelen Amerikan işgalinden bu politikayla, yani vatan savunmasının sosyalizmle birleşmesinin bir ürünü değil mi? Çan Kay Şek vatan savunmasını neden yarıda bırakmış ve bir emperyalistin müttefiki haline gelmiştir de, Mao Ze Dung sonuna kadar direnebilmiştir? Bunun nedeni, hiç şüphesiz onun sosyalist dünya görüşüne sahip olmasıdır. Çin’in bağımsızlık ve sosyalizm zaferi olmasaydı, bugünkü Çin hangi durumda olurdu? İkinci Dünya Savaşı’nda her milletten sosyalistlerin vatan savunmasında milyonlarca kayıp vererek direnmeye devam etmesinin nedeni de anavatanı savunmak kadar, sosyalizmi yaşatmak kararlılığıdır. NAZİ ordusu gibi disiplinli bir ordu meydana getirmiş olmakla birlikte Almanya’nın bu savaş ta yenilmesinin başlıca nedeni de Sovyet emekçilerinin direnişidir. Bu sosyalizm ve anavatanı birlikte savunma ideolojisi Vietnam’a, Kamboçya’ya, Kuzey Kore’ye, Küba’ya da zafer getirdi. İşçi sınıfının güçlü olmadığı ve buna bağlı olarak güçlü bir sosyalist liderliğin çıkamadığı ülkelerde, bağımsızlık savaşı zaferle sonuçlandığı halde, bu ülkelerin burjuva ve toprak ağaları çok geçmeden kaderlerini emperyalistlerin kaderleriyle birleştirmişlerdir. Bunun açık örneği Batı emperyalizmiyle savaşan ve siyasi bağımsızlığını kazanan Türkiye’nin 24 yıl sonra ABD’nin yörüngesine girmesi, 30 yıl sonra da savunmasını NATO’ya emanet etme gafletinde bulunmasıdır. Hem de bağımsızlığı için savaşan Kore kahramanlarına karşı asker göndererek! TARİHİN SONU GELMEDİ Bu konuda açıklanması gereken en önemli soru, Ekim Devrimi’nin varisleri olan Sovyet halkları, nasıl olmuştur da hiç hesapta olmayan bir biçimde yeniden kapitalizmin pençesine düşürülmüştür? Şimdi bunların başına geçmiş ve Çar olmaya özenen Putin, NATO’nun genişlemesini bahane ederek bir devletin topraklarını istila edebiliyor? Nasıl olmuştur da, sosyalizmin yıkılmasından birkaç yıl sonra milyonlarca dolara sahip olan oligarklar ortaya çıkmıştır? Bu durum şüphesiz kapitalizmin dünyanın bu bölgesinde (ve bu bölge oldukça geniştir) sosyalizme karşı üstünlük sağladığının kanıtıdır. Demek ki, adı komünist olan partilerin içinde bile komünist görünüp sinsi sinsi kapitalizme hayranlık besleyen ve onu geri getirmek isteyen ajanlar varmış. Lenin bu gerçeği görmüş ve sosyalizmden kapitalizme dönüşün mümkün olduğunu yazmıştı. Korktuğu, kurduğu eşitlikçi düzenin başına geldi. Kolay mı? Beş altı bin yıl boyunca köle sahiplerinin, firavunların, imparatorların, çarların, sultanların yönettiği bir toplum düzeninden emekçilerin derlenip toparlanarak iktidarı ele geçirmesi ve iktidarlarını koruması? İnsanlığın önünde daha uzun bir gelecek var… Emekçiler yenile yenile yenmeyi öğrenecekler. Demem o ki, Ukrayna halkı, kendilerinden beklenmeyen şiddette bir direniş gösteriyor. Sosyalist bir rejimleri olsaydı, daha uzun süre ve daha büyük bir şiddetle direnme şansları olacaktı. Bu direniş, Ukrayna’da oligarkların iktidarını ayakta tutmak için olamaz. Ama kim bilir, bu direnişin sürmekte oluşu da Ukrayna’da hatırı sayılır bir sosyalist kitlenin bulunuşu ve onların bundan önceki direnişlerin mirasını devam ettirmeleridir… (5 Mart 2022)

  • ARAF GÜLMELER

    Fıkra bir hayatın içinde Tuhaf birer karikatürleriz Çiğ değmiş kirpiklerimizde Araf gülmeler… Sızlayan burnumuzu tutup, Nefesimizde boğum boğum, Söz biriktiriyoruz. Günler geçip gidiyor… Bak yine bahar oysa! Doğanın bir parçası değil miyiz, Yeşermez miyiz ilkyazda? Hani inatta bir murattı, Sarılıp cılız cılız dallara Umut diliyoruz inatla!

  • Batan Bu Köhne Şileb

    garson masa iyi manzarayı değiştir sırası mı mehtabın yıldız yağmurunun bu gece yalnızım onlar gelmeyecek sapa bir yerindeyim umutsuzluğumun hava soğuk olmalı ağaçlar bütün duman eğer bulabilirsen ölü bir kar getir beyazlığı kalın bir su gibi uzayan bu gece yalnızım onlar gelmeyecek batan bu köhne şilepte ne işleri var çünkü battım kasa boş ne para ne çek çünkü bütün telefonlar ısrarla alacaklı bu gece yalnızım onlar gelmeyecek hani o sarışın kirpikleri saçaklı yanağını viski bardağıyla serinleten sonra Nilay hani kafayı buldu mu ağlar cam yeşili yasemin cıgara dumanı Nursen batan bu köhne şilepte ne işleri var garson masa iyi manzarayı değiştir büyük şimşek çakmalı gök gürültüsü filan şöyle dalları kıran şakırtılı bir yağmur köpek havlamaları bulut karanlığından zehir bulabilir misin çabucak öldürecek artık arsenik mi olur siyanür mü olur hangisi olursa olsun hepsi işime yarar yoksa bir tabanca bul bir avuç mermi getir bu gece yalnızım onlar gelmeyecek batan bu köhne şilepte ne işleri var Attila İLHAN *** Ekleyen: Zeliha AYDOĞMUŞ

  • OKUMA UĞRUNA

    Doğup büyüdüğüm Kuzköy tipik bir Doğu Karadeniz dağ köyü. Güzeldir, şirindir, yeşildir, suyu boldur, etrafı ormanlarla çevrilidir. Havası hoştur. Mezraları, yaylası vardır. Ancak düz yeri yok gibidir. Köydeki evler, genel olarak, birbirinden uzaktadır. Köyün üst orta kesiminde epeyce ev, aile ve tabii ki okul çocuğu vardır. Köy ilkokulu da buradadır. Okul uzun yıllardır eğitim veriyor. Köylüler tarafından yapılmıştır. İki dersliği ve tek öğretmeni vardır. Birleştirilmiş sınıflar vardır. Birinci, ikinci, üçüncü sınıflar bir derslikte; dördüncü ve beşinci sınıflar diğer derslikte okumakta öğretmense iki derslik arasında mekik dokumaktadır. Bizim evimiz köyün en alt kısmında olduğu için iyi havalarda bile okula gidip gelmek oldukça yorucu idi. Ancak çocuk canlılığı en büyük artımızdı. Okul açılalı bir ay kadar olmuştu. Ben beşinci sınıfa gidiyordum. Sabahleyin okula geldiğimizde öğretmenimiz bizi üzgün bir yüzle karşıladı. İlçedeki bir okulda görevlendirildiğini söyledi. Öğretmenimizi seviyorduk. Neşeli, sevecen, şakacı ve başarılıydı. Yörenin önemli çalgısı kemençe de çalıyordu ve müzik derslerini bu çalgı ile sevdirmişti. Bir anda içimizden bir şey koptuğunu, yetim kaldığımızı düşündük. Kızlar ağlamaya başladı. Küçük sınıftakiler olayın ne olduğunu kavrayamamış, şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Yaramaz öğrenciler okula gitmek zorunda kalmayacakları için içten içe seviniyorlardı. Öğretmenimiz o gün dersleri bitirip bizi eve gönderdi. Velilerimizin akşama köy kahvesinde toplanmasını istedi. Eve gelince durumu babalarımıza bildirdik. Akşam kahvede toplanıldı. Muhtar ve öğretmenimiz durumu anlatıp hiç olmazsa beşinci sınıf örencilerinin bir okula gönderilmesini istedi. Ertesi gün bir grup veli ile muhtar gidip kaymakamla görüştüler. Kaymakam, ilçede öğrenci sayısı oldukça fazla olan bir öğretmenin emekli olması nedeniyle köyümüzün öğretmeninin orada görevlendirildiğini, ilk gelecek öğretmeni köyümüze vereceğini, isteyen velilerin çocuklarını yakın köydeki okula gönderebileceğini söyledi. Köyden giden heyet umutsuzluk içinde köye döndü. Bu durumda beşinci sınıf öğrencilerinin beş kilometre uzaktaki köyün okuluna gitmesi kararlaştırıldı. Zaten arkadaş olan beşinci sınıf öğrencilerinin birlikte gidip gelmeleri konusunda anlaşıldı. Okul uzaktaydı ve yolunun büyük kısmı ormandan geçiyordu. İlçe merkezine de bu yoldan gidiliyordu. Basit bir köy yoluydu. Yüklü atlar bazı yerlerde çok dikkatli sürülüyordu. Tökezlese at da yük de zarar görebilirdi. İzleyen pazartesi günü toplaşa toplaşa yola koyulduk. Anne-babalarımız, yabancı köyde olduğumuzu unutmamamızı, kavga etmememizi, çok çalışıp köyümüzü ve öğretmenimizi utandırmamamızı tembihlediler. Hasır zembillerde mısır ekmeğimiz, telli peynirimiz; torbamızda kitap, defter ve kalemimiz vardı. Silgilerimiz madalya gibi silgilerimiz vardı. Hoplaya zıplaya okula vardık. Heyecanlıydık. O okulun çocukları bize şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Öğretmenleri önceden bilgilendirilmiş olacak ki bizi beşinci sınıfların arkasında sıraya soktu. İstiklal Marşı ve Andımız’ın ardından sınıfa girdik. Burada da iki derslik ve tek öğretmen vardı. Öğretmen bizi beşinci sınıfların sıralarına tek tek oturttu. O gün sessiz sakin geçti. Teneffüste biz bir kenarda duruyorduk. Dersler bitince hemen köyümüzün yolunu tuttuk. Giderken yeni okuldan ve sıra arkadaşlarımızdan bahsettik. Bir hafta kadar böyle gidip geldik. Biz oradakilerden daha bilgili olduğumuzu anlamıştık. Öğretmenin her sorusuna doğru cevap veriyorduk. Ama sıra arkadaşlarımız bize içerliyordu. Çünkü öğretmen onları aşağılıyor, dövüyordu. Üstelik sınıflarını, sıralarını, öğretmenlerini bizimle paylaşmak durumunda kalmışlardı. Öğretmen de, yükünü arttırdığımız için, bizden çok hoşlanmıyordu. Bir gün sıra arkadaşım, defterini paramparça etti. Öğretmene, benim defterini yırttığımı söyledi. Öğretmen, sorgulamaya gerek duymadan, beni tokatladı. Ben de hem öğretmene hem de sıra arkadaşıma kinlendim. Sıra arkadaşım dağınığın tekiydi. Kitaplarının, defterlerinin bir kısmını sırada unutup gidiyordu. Ben de kalınca bir defterini kimseye göstermeden alıp yolda dikenliğin içine attım. Diğer arkadaşlar da sıradaşlarıyla geçinemiyordu. Kavgalar eksik olmuyordu. Yabancılık zordu. Köy yolu ormanın içinde ikiye ayrılıyordu. Yol ayrımına “çatak” deniyordu. Üst yol köyün üst tarafından, alt yol bizim eve daha yakın bir yerden geçiyordu. Çoğunluk bize yakın olduğu için alt yoldan gidip geliyorduk. Bir gün köye gelirken arkadaşlardan biriyle bozuştuk. Bana karşı birlik oluşturdular. Çatak’a gelince üst yola saptılar. Günler kısaydı. Ladin ağaçları yolun ışığını kesiyordu. Karanlık basmadan ormandan çıkmak için koşmaya başladım. Birden aklıma at ölüsü geldi. Yük taşımacılığı -atçılık- yapan üs komşumuz bacağı kırılan atını geçeceğim yolun biraz yukarısına götürüp silahla öldürmüş ve ırmağın kenarına atmıştı. Grup halinde geçerken birbirimizden güç alıyorduk. Şimdi yalnızdım. Ama ölü atın yakınından geçmek zorundaydım. Çevrede şenlik yoktu. Geçerken tüylerim diken diken olmuştu. Kalbimin atışını hiç bu kadar hissetmemiştim. At ölüsünün tarafından dalaşma, hırlaşma, havlama sesleri geliyordu. O birkaç yüz metrelik yolu nasıl geçtiğime hala şaşarım. Eve geldiğimde yüzüm bembeyazdı. Her tarafım buz kesmişti. Korkudan konuşamıyordum. Hastalandım. Okula gidemedim. Cuma günü babam cuma namazı için köy camiine giderdi. Babam cami dönüşü müjdeyi verdi. Öğretmenimiz köye dönmüştü ve pazartesi günü derse başlayacaktı. Çocukça bir küsüşmenin neye mal olduğunu, arkadaş seçiminin ne kadar önemli olduğunu öğrenmiş oldum. O arkadaşlarımı uzun süre affedemedim. Bu arada elimizdekilerin değerini bilmeyi de tecrübe ettim.

  • AMERİKA MI HAKLI RUSYA MI?

    Zeki Sarıhan Şöyle bir hayal kuralım: Dünyada muhtarlıklardan başlayarak devletlere, hatta uluslararası örgütlere kadar bütün yönetim birimleri sosyalistlerin, yani emekçilerin elinde olsaydı, bu savaş olur muydu? Bir emekçi kitlesi, diğer emekçi topluluklarını neden sömürsün, neden onun varlıklarına göz diksin ve neden ona çeşitli yollarla hükmetsin? Değil emeklerine el koymak, zengin bölgelerden yoksul bölgelere kaynak aktarılarak eşitlik sağlanırdı. Sosyalizmin bir anlamı var ise bundan başka nedir ki? Komşusu aç iken tok yatan Müslüman olabiliyor ama sosyalist olmaz. Büyüteci olayın alt birimlerine tuttuğumuz zaman söylenecek birçok şey var. Ukrayna’da iki bölge özerkliğini ilan etmiş. Eder eder, kime ne? Bize mi sorsalardı? Rusya bu özerklikleri tanımış, Tanır tanır, kimi ilgilendirir? Ukrayna Rus egemenliği altında yaşamak istememiş, bağımsızlığını ilan etmiş. Bütün milletler gibi tam bağımsızlık onun hakkı değil mi? Hatta NOTO’ya üye olmak istemiş. Devletler, istedikleri uluslararası birliklere katılamazlar mı? Türkiye de böyle örgütlere üye değil mi? OLİGARKLARIN PAYLAŞIM SAVAŞI Büyüteci elden bırakıp dünyaya ve olaya çıplak gözle baktığımızda görünen şudur: Rusya ile Ukrayna savaşında -ki bu bir Rusya-Amerika savaşı olarak görülüyor- dünya oligarklarının hâkimiyet mücadelesinden başka bir şey değildir. Dünyanın bir numaralı patronu ve jandarması, kendisine biat edenlerin sayısı ve varlıkları yetmiyormuş gibi, Rusya’ya göz dikmiş, onu dağıtmak, eli altındaki yerleri kendi tarafına çekmek istiyor. Amaç, Amerika ve Avrupa merkezli küresel kapitalizmi ayakta tutmaktır. Sovyetler Birliği zamanında Doğu-Batı çekişmesi, kapitalizmle sosyalizmin bir mücadelesi idi. Tarihin 1980 sonlarındaki aralığında kapitalizm sosyalizmi yendi. Çin Komünist Partisi bile yıkılmamak için kapitalist usullerin yürürlüğe girmesine mecbur kaldı. Fakat görüldü ki, dünyaya kapitalizmin hâkin olması, büyük zıtlaşmalara, savaşlara engel olamıyor. Çünkü hâkim sınıflar arasındaki çatışma da emek-sermaye çatışması gibi temel çelişkilerdendir. Birinci Dünya Savaşı da dünyayı yeniden paylaşma hevesinden çıkmamış mıydı? Hatta İkinci Dünya Savaşı da Alman Faşizminin sanayileşmiş kapitalist ülkeleri ele geçirme kararı nedeniyle çıkmamış mıdır? Neyse ki, ölecek hasta, yatağı bırakır da yastığa pisler demişler. Hitler, Sovyetler Birliği’ne de saldırınca, savaşın rengi değişti ve kapitalistlerle sosyalistlerin Faşizme karşı bir savaşı haline geldi. Fakat kurulan dengeler 40 yıl yürürlükte kaldı. Emperyalizmin dünyayı dize getirme sevdası bitmedi. Soğuk savaşın yerini işte birkaç gündür izlediğimiz sıcak savaş haline dönüştü. “NE AMERİKA, NE RUSYA, TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE” Bütün bu gelişmenin nedeni, yazının başında değindiğimiz bütün yönetim birimlerinde emekçilerin elinde olmayışıdır. “Dünya bizi kıskanıyor diyenler de, ülkede adil bir düzen kurmak iddiasıyla İttifak oluşturanlar da nedense ABD’nin hâkimiyet aracı NATO’ya bağlılıktan vazgeçmiyorlar. Eğer Türkiye Amerika’sız ve NATO’suz yaşamayacaksa, bu sonucu yaratanlar utansın. Amerika’ya da Rusya’ya da dayanma sevdasından vazgeçmezse Türkiye’nin başı daha çok belalara girer. “Ne Amerika Ne Rusya, Tam Bağımsız Türkiye” diyenler ne zaman Türkiye’nin başına geçecek ve halka başı dik yaşamanın onurunu tattıracak? Geliştirilmiş dürbünler uzayın derinliklerinde ne var ne yok görüyorlar. Toplumların geleceğini gören bir dürbün icat edilemedi. Çok uzaklarda hayal meyal görülse bile insanlığın geleceği sosyalizmde görülüyor. Dağ ne kadar yüce olsa yol onun üstünden geçer. Büyük insanlık, kapitalizmin bu dağlarını aşacak ve sınıfsız toplumla sonsuz bir barışa kavuşacaktır. Amerika mı haklı Rusya mı diye tartışacağımıza, insanlığı boğan bu savaş ve yıkım dünyasını tartışalım. (24 Şubat 2022) zekisarihan.com

  • Günaydın Dünya

    Teknoloji dünyasının içinde hiç kimse kimseyi gerçekten sevmiyordu artık. İçinde duygu olmayan yaldızı dökülmüş kelimeler saçılıyordu uluorta. Sevgiler, selamlar kuyumcu terazisinde dirhemle tartılıp karşılığında sahte bir tebessüme öpücüğe karşılık dağıtılıyordu. Güneş ışıkları sönmüş eski bir volkan gibi arada bir ışığını gösteriyor gri beton binalar arasında kayboluyordu. Bir çocuk inatla her gün evreni sevgiyle boyamaya kuş seslerini çiçekleri doğayı ama en çok insanı güne uyandırmaya çalışıyordu. Evrenin gürültücü martıları bile artık şakımadan uçuyor, çocukların attığı taşla kanadı kırılan güvercin uçmuyordu. Çiçekler rengi parlak kokusuz bir şekilde cansızmışçasına açıyordu. Yorulmuş vaz geçmişti küçük kız. Ta ki bir serçe geldi penceresini çaldı. Minicik gagası ile şakımaya başladı. Pencereyi açtı yüreğinden güldü kız. Gül uyandı uykusundan gülümsedi kıza. Gülümseyince en güzel kokuları yayıldı bahçeye. Diğer çiçekler de bu gürültüye uyandı tomurcuklarından sıyrılıp açtılar. Gülümsedi küçük kız tüm çiçekler kuşlar sokaktaki kedi hepsi gülümsedi. “Hey günaydın tüm dünya” dedi küçük kız. Sokağın başından işe giden kadın , okula giden çocuk gülümsedi. Gülümsedi dünya. Tebessümü kendisine saklayan adam, hiç gülmeyen kadın gülümsedi. Bulutların arasından bu gürültüye uyanan güneş mahmurlu gözlerini açtı. Neler oluyor burada dedi. Işıkları değdi çocuğun saçlarına güldü çocuk. Bir tebessüm bulaşıcı olmuş tüm dünyayı gülümsetmişti. Uykusundan uyandı kadın gözlerini ovuşturdu. Dışarı baktı güneş daha doğmamıştı. Kalktı pencereyi açtı. Tebessümle selamladı çiçekleri kuşları. Güneş gözlerini kocaman açtı gülümsedi. Çok gürültü yapıyorsunuz dedi. Ama uykusundan uyanmıştı bir kez. Işıkları değdi işe giden insanlara, okula giden çocuklara, evrene gülümsedi güneş gülümsedi dünya. Oysa bu kadar basit dedi kadın sevgiler de sevinçlerde bulaşıcıdır. Sen gülümsersen gülümser seninle dünya. Semihat Karadağlı /15.10.2019 /İzmir Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • ŞAVAŞA KARŞI OLMAK

    Kapitalist-Emperyalizm varlığını azgın sömürü ilişkileri ile sürdürür. Kendi birikim rejiminin ihtiyaçları gereği egemenlik alanlarında ideolojik, politik, iktisadi, sosyal ve askeri anlamda ne yapması gerekiyorsa onu yapmaktan geri durmaz. Bugün Rusya ile Ukrayna savaşına da bu perspektiften baktığımızda yaşananları ve sebeplerini çok net kavrayabiliyoruz. Dünyadaki İki kutuplu kapitalist emperyalist bloğun bir başını NATO/ABD ve AB çekerken, diğer kutbun başını da Rusya ve onunla yakın temasta olan ülkeler çekmektedir. Emperyalistler arası hegemonya mücadelesi Sovyetler Birliğinin dağılmasından bu yana keskinleşerek sürmektedir. 80’lerden itibaren kapitalizmin uyguladığı sert neo lieberal tüm dönüşüm uygulamalarına rağmen kapitalizm kendi krizlerini aşabilme sürekliliği gösteremiyor. Kapitalizm, Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından işçi sınıfının tüm kazanımlara neo liberal uygulamalar savaş açmıştır. Dünya genelindeki kamusal olanın özelleştirmelerle yok edilmesi, sömürü, işsizlik, yoksulluk, sendikasızlaştırma, güvencesizlik; doğanın da meta ilişkilerine dâhil edilmesi ile ortaya çıkan iklim krizi, dolayısıyla ekolojinin bir bütün olarak tehdit altına girmesi kapitalizmin kendini yeniden inşa etmesi sürecinin sonucudur. Orta Doğu’yu kirli bir savaş arenasına çevirmek, milyonlarca insanı zorunlu göç koşullarıyla sürgün etmenin sorumlularını uzayda aramıyoruzdur herhalde. Kapitalizm, 2008 krizinden bir türlü çıkmayı becerememiştir. Kendi yarattığı krizin bedelini güvenlikçi ve saldırgan politikalarla halkalara ödetmeye çalışmaktadır. Covid19 salgının da sebep olduğu ekonomik çöküntüler de birleşince kapitalist dünya yeni ve kendince meşru maceralarla yürüyüşüne devam etmek istemektedir. Rusya emperyalizmini Rusya sınırlarına kadar olan ülkeleri Nato üyesi yaparak kuşatma ve o bölge üzerinden enerji koridoruna hâkim olma girişimlerine Rusya, Ukrayna’yı işgal ederek karşılık vermiştir. Nato ve Abd yanlışı faşist Ukrayna yönetimi halkının değil, tarafı olduğu emperyalist kanadın çıkarlarını daha değerli görmektedir. Ukrayna’nın Zelenski başkanlığındaki iktidarı barış içinde yaşayacak girişimler yerine savaşa davetiye çıkaran ilgili emperyalist kanadın taşeronluğu yapmaktadır. Gerek Ukrayna ve gerekse Rusya despot yönetimleri halklarına hesap vermelidirler. Beşinci gününe giren savaşta yine her iki taraftan yoksullar, çocuklar ve en çokta anneler ölmektedir. Bunların yanında kullanılan silahlar dolayımı ile tüm canlılık, bir bütün olarak çevre, ekoloji ciddi zarar görmektedir. İnsanlık ve ekolojiye karşı ilkel milliyetçilik ve dindarlık hezeyanları ile savaşa ve taraflara destek olmak suça ortak olmaktır. İnsanlık, halklar ve ekoloji için ölüm ve yıkımdan başka hiçbir anlamı olmayan savaşa karşı olan tüm güçlerle seslerimizi ortaklaştırmalıyız. Hangi renk, hangi dil ve dinden olursa olsun bir insan, bir kuş, bir böcek ve bir bitkiyi daha kaybetmeden, annelere daha fazla kan gözyaşı döktürmeden savaşı durdurmalıyız. Barış içinde yaşayabileceğimiz adil, demokratik bir dünya için gerçekten bugün dünden daha fazla gayret etmeliyiz. Ayrıca çok önemli bir nokta da Ukrayna’da bulunan binlerce üniversite öğrencimizin ve yurttaşımızın, çok geç kalınmış olsa da, biran önce Türkiye’ye getirilmesinin devletin tarihi ve çok acil bir görevi olduğunu hatırlatmaktır. Şairin: “Nerede bir can ölse, oralı olur yüreğim. Olmalı zaten. Olmazsa insan olmaz yüreğim.” sözü temel ilkemiz olmalıdır. Bu ilke ile tüm insanlarla dayanışma içinde olmalıyız. Olmazsak, ne kadar insan kalabiliriz ki zaten …

  • ÜLKEMİN KÖR BAHARI

    Ara sokaklardan birinde seksek oynayan örgülü saçlı bir kızken henüz, ana caddelerde oynanan büyük oyunlardan habersizdim. Birden çok aynı isimden kişilerin yaşadığı ve lakaplarıyla anıldığı bu kentte çocuk olmak inanılmaz eğlenceliydi. Kara Naciye, Bebekçilerin Naciye, Divriği’ li Naciye, Uzun Ayşe, Topal Ayşe, Öğretmen Ayşe… Hepsi ayrı ayrı hikaye... Çocuk hafızamda kalan ve acı olanıydı Öğretmen Ayşe’nin hikayesi… Eşini hiç anımsamıyorum . Belki de hayatta değil ya da ayrılmıştı eşinden. İki çocuk annesi kırlaşmış dalgalı saçlı, esmer düzgün fizik hatlarına sahipti Öğretmen Ayşe Teyze. Meslektaşı ve bitişik komşumuz olması sebebiyle babamla uzun sohbetleri olurdu. Ne zarif bir kadındı, özenirdim giyim kuşamına davranışlarına, konuşmalarına… O yıllara göre okuyup öğretmen olmuş, eğitimli bir hanım parmakla gösterilirdi zaten. Göz bebeği İki erkek çocuğu Erdoğan ve Ümit’i, yine o yıllara göre ta uzaklarda bir ülke gibi duran İstanbul’a, üniversiteye göndermiş olduğunu sonra öğrenecektim. Gururlu onurlu edasıyla sokaktan bir geçişi vardı ki, tam bir cumhuriyet kadınıydı, Öğretmen Ayşe. Biz çocukların aklının ermediği; ajans haberlerinin saat başı takip edildiği; hararetli tartışmaların yaşandığı; ardı arkası kesilmeyen olayların yaşandığı günlerin gelişi ne çabuk oldu. Öğrenci olaylarının olmadığı, mahalle veya kahvehanelerde kavgaların yaşanmadığı gün yok gibiydi nerdeyse?.. Büyüklerin tedirginliğini anlamaya çalışıyordum. Ne olmuştu da birden bire bütün herkes birbirine düşman olmuştu? Çocuk aklım almıyordu doğrusu. Çok dikkatli olmamız öğütleniyordu her birimize. Artık öyle komşu misafirlikleri, akraba ziyaretleri filan da korkutuyordu büyükleri. Bir keresinde; bir yaşlı karı koca, gece misafirlikten dönerken bir gurup genç tarafından sıkıştırılıp, tartaklandıktan sonra, türkü söyletilip zorla oynatılmak istenmiş… Bu öyküyü anlatıp aralarında; “ Sakın gece sokağa çıkmayın, maskara edip oynatıyorlarmış anarşistler!..” diye konuşuyorlardı. Gölgesinden korkar olmuştu herkes. Bir sabah, sanırım yaz başlarıydı, kötü bir şey olduğu kesin… Babamı ve annemi ağabeyimin ölümünden bu yana hiç böyle görmemiştim. Kıvranıp duruyorlardı odanın ortasında. Annem yanlarına vurup : “Ayşe’ye nasıl söyleyeceğiz, çıldırır bu kadın” diyordu… Babam desen, ağzını bıçak açmıyor, beti benzi sapsarı elindeki telgrafı avuçlarında var gücüyle sıkıyordu. Ben ve kardeşim yataktan kalkmış şaşkın gözlerle Öğretmen Ayşe Teyze’ye söylenemeyecek şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Babam neden sonra ağzının içinde geveler gibi ; “Onca insanı görünce… nasılsa… ” “ Yazık, çok yazık. Bunca emek, bunca özveri… Gelsin hain bir tuzak, mahvedip, cehennemin orta yerine bıraksın, güzelim insanları…” İstanbul plakalı otobüslerden inen, sol göğüslerinde genç bir erkek resmi asılı yüzlerce insan, bozkır şehrinin bu dar sokağını “ERDOĞAN’ lar ÖLMEZ” sloganı ile inletiyordu… Öğretmen Ayşe Teyze, daha dün bu dar sokakta kısa pantolonlu top koşturan göz bebeği Erdoğan’ı için gözyaşı bile dökemiyordu. Kaskatı kesilmiş bedenini iki kolundan kavrayarak annemle babam zar zor bize taşıdılar. Mahallede korkudan herkes kapılarını kilitlemiş, kulaklarını tıkamışlardı. Beş kurşunla katledilen bu gencecik üniversite öğrencisinin ölümüne tepki gösterenleri lanetler gibiydiler. Öğretmen Ayşe Teyzenin dışında, bir tek bizim evin kapısı sonuna kadar açık kalacaktı taziyeye gelenlere… O günden sonra hiç bir şey eskisi gibi olmadı. Ne Öğretmen Ayşe Teyzenin sesini bir daha duyar olduk, ne de kendisini görür. Bizim de uzun sürmeyecekti o şehirde kalışımız… Sokaklar karışık, siyaset karışık, ekonominin kötü sinyalleri geliyor… Ölen ölene, kazada, gezide, olaylarda, doğuda ölümler… Ardı ardına tutuklamalar… Muhalefet hükümeti, hükümet herkesi suçluyor… Kaos gibi, tam kış, karakış… Kaçmak kurtulmak, anılara sığınmak istiyorum. Dün gözlerimin önünde… Politikacılar olanca sesiyle bağırıp birbirlerini suçluyordu. Asker homurdanıyordu… Şehir yer yer yanıyordu. Mahalleli kapısını kilitlemiş, kulaklarını tıkamıştı. Beş kurşunla katledilen bu gencecik üniversite öğrencisinin ölümünden dehşete düşmüşler, çok korkuyorlardı. O silahlı örgütlerin her yerde olduğu gibi burada da uzantıları vardı. Görünen bu ülkeye bahar hiç gelmiyordu…

  • KEDİ TIRMIKLARI

    Kara bir bulut yığını oldu Çağ yıkıldı üzerimize Sayısızdı zulüm Ölüm sayısız Kerpeten dişlerde kan lekesi Kaplan bakışlar öfkeli Yine de ışığa yazıldı sözler Sözler ki insanlığından Çok sevmekten mecnun... ÖĞRENDİM Ne kadar oldu? Oldu, çok oldu...Öğrendim uzaktan sevmeyi, yanmayı, sönmeyi...küllerimle savrulurum bir zaman, iyi bilirim ağız dolusu yazgıya, kıvrıla kıvrıla uzayan yollara sövmeyi. Telaşem, alınganlığım geçti. Yaşam, ömrüm, gün ve bitimsiz gecelerimin iç edilişi...yine de harabe değilim eskisi gibi. Saymadığım gibi gidiş gelişlerini, ömrümün törpüsü kendimden; hesaplayamadım, henüz bilmiyorum aramıza kaç doğum kaç ölüm girdi. Bir de o var, artık saatlere kurmuyorum kol, bacak ve ellerimi. Anladım; aşkım, yüreğim eskidikçe anlardan anıları ayıklayacak, şiirlerce yazacağım ömrün hafızasında yer edişini. Bilinç dahilinde bir örüntü bu, öğrendim uzaktan sevmeyi... İmza: Ben, yani öyle diyorlar, eksik etekli. #zeliş

  • HEP YARIM KALDIK

    -Yerinden, yurdundan ayrılanlara…- Köylerden, kentlerden geldik Umut, heyecan ve zorluklarla Gözümüz oralarda kaldı. Dilimiz, görgümüz karıştı İstemeden değiştik Özümüz oralarda kaldı. Çocukluğumuz, oyunlarımız uzaklarda Koptukça koptuk Geçmişimiz oralarda kaldı. Güvenimizi, insanımızı özledik Herkesten çekinir olduk Dostlarımız oralarda kaldı. Ovamız, dağımız, yaylamızda Şenliklerimiz, horonlarımız, halaylarımız Oralarda kaldı. En yakınımızdakini yabancı bulduk Akrabalıklar, arkadaşlıklar, komşuluklar İçtenlikler oralarda kaldı. Yazımız, kışımız, baharımız Kokumuz, rengimiz, tadımız Aklımız oralarda kaldı. Üçümüz, beşimiz buradaysa Birimiz, Dirimiz buradaysa Ölümüz oralarda kaldı. Fuat ÖZGEN

  • Hangi Edebiyat

    Bilinç oluşturmakta ana lokomotif olan edebiyat vazgeçilmezdir. Edebiyat bir toplumun belleğidir; salt bellek de değil geleceği bileni, tahmin edeni, önerenidir. İyi bir yazar, sadece kültür oluşturmaya, gelecek kuşaklara aktarmaya hizmet eden bir sanatçı değil, dilini, kültürel birikimini ödünç aldığı topluma karşı birinci derecede sorumlu bir düşünce adamı, insanlık adına gelecek önerici, hatta bilici, hatta kahindir de… Bu yönüyle baktığınızda tek tarafı insan olan yazarın tarihin hiçbir döneminde insanına uygulanan siyasete karşı kayıtsız kalamadığı, istemese de taraf olduğu görülür. Sanatçıların ellerinde olmayan bir duyarlılıkları, mazlumdan yana duruşları evrensel özelliğidir. Kiminde az, kiminde çok, ama vardır bu özellik. Belki de onu sürüden, sıradan insandan ayıran bu temel özelliktir. Bir zamanlar Sezen Aksu'ya "Yetmez ama EVET" dedirten, aynı özelliktir temelde, ne var ki umut bağladığı siyasetin öncekilerin hatalarını yinelediğini, onun bile bir küçük hatasını affetmeyen bir siyaset görünce de "Vur Beni..." meydan okuması noktasına getiren de bu olgu olabilir. Ya da genel de siyasete ve ülke sorunlarına kayıtsızlığıyla bilinen, eni boyu okuyucu Tarkan'a derin bir filozofluk kondurup, "pandemi bezginliğini" konu ettiği, ama bizim denize düşmüş halimizle "çok sert muhalif" gülümsemesiyle yorumladığımız, "Geççek" şarkısını yaptıran da... Sorun önceliklerimiz. Kuşkusuz hepimiz insanız, limonu görünce yüzümüz ekşir. Peki halkın sıkıntılarında paydası ne kadar. Sonuçta herkesin derdi, ekmek. Haklı olarak paradan başka bir şey düşünmeyen, hele halkın sorunlarına hiç kafa yormayan; örneğin ucuz ekmek kuyruğunda bir saat beklemeyen, çoğu şarkıcıdan birer Ruhi Su yaratmamız, "süpermen" bekleyişimiz aslında başka bir nevroz; ona "sürü" konulu bir başka yazıyla yanıt aramalı. Bu da birkaç cilt tutacağı için epey bekleriz herhalde... Yani insanın samimiyetini paydalarından ölçebilirsin. İyi sanatçı denince; müzikten heykele, sinemadan dansçıya... az ya da çok içerikte yer alır. Sanatçıyı ayıran bir şey üretmesi; ürettiğine benzersiz bir şey katmasıdır; yani yaratıcılık. Bu yönlü iyi edebiyatçının yeri ve işlevi her zaman farklı olmuş; o yaratıcı yapıtlarıyla katıksız bir sanatçı olmasının yanında, bunu hayatın saçmalıklarına izin vermeyen bir disiplinle tasarlayıp açıklamasıyla da bir düşünce adamı, yarı ya da tam filozoftur da. Montaigne’den Dante’ye, , Servantes’den Hugo’ya, Russo’dan Görki’ye , Kaşgarlı Mahmut’tan Dede Korkut’a, Zola’dan Nazım Hikmet’e, Kemal Tahir'e, Yaşar Kemal’e... kadar büyük yazarların hepsi kendi ulusunun tarihini bir estetikle yeniden yazarken bütün insanlığın geleceğini de biçimlendirecek önermeler getirirler. Değişen dünyayı betimlerken, karşı koyacak, olması gereken insan modelini de çizerler. Ütopyalar önerir, çıkış kapıları gösterirler. Edebiyatın doğası budur. Temel amaç olarak almasa bile ürettiğiyle ait olduğu insanlığa bilinç oluşturmak için hizmet eder. Bu nedenle de çoğu kez yönetimle, baskıcı egemenlerle arası iyi olmaz. Bu yüzden bir edebiyat yapıtının öncelikle ulusuyla, giderek tüm insanlıkla ortak paydalarda, geçmişte ve gelecekte birleşmesi, yarını kuracak insan modelleri önermesi en doğal olandır, temel paydadır. Oysa seksen sonrasında ne olduysa oldu, edebiyatımız batı etkisiyle başka bir boyuta taşındı…Küreselleşmenin yoğun etkisiyle salt yaşama biçimimiz, ahlaki yapımız, dilimiz değil değişen, edebiyat da batı tarzı yapıtlar üretmeye başladı. Artık nesnelerle, insanıyla, toplumuyla ilişki kuran edebiyat yok, öyle yazar da yok. Çok satan kitapların hemen hepsine bakın, ne ülkemiz genel gerçeğiyle, ne insanımızla ilişkili. Ne ideal var, ne umut, ne ütopya… Hiçbir şey anlatmayan küreselleşmenin kültür askeri post modernist anlatı tutsak aldı bizi. Yazarlarımız da bu ithal anlatıyı sevdi. Artık ne Anadolu'yu bilen var, ne Anadolu insanını ne de büyük şehirlerde kaybolmuş, her şeyi reddetmiş ama yerine hiçbir şey koyamamış insanımızın yaşam trajedisini…Artık çok az kitap bizim öykümüzü anlatıyor. Bir kültür kopukluğu yaşıyor edebiyat, edebiyatçı. Ne bütün değerleri sarsılmış, inanacağı hiçbir kahramanı kalmamış, içi boşaltılmış ithal değerler peşinde umarsız insanımız var kitabımızda, ne egemenliği uydurma, tümüyle başka dillere kaptırmış zavallı dilimiz. Ne hızla artan üniversiteler bitirmiş işsizlerimiz edebiyatın, şiirin konusu , ne sarsılan, büyük şehirlerde kaybolmuş aileler, ne içinde boğulduğumuz ekonomik açmazlar, ne bitmeyen terör ölümleri ne de yoksulluk…Evet "Karuluş Cumhuriyeti" 21. yüzyılda bir muz cumhuriyeti gibi yoksulluğun esiri olmuş, yazan çizen farkında değil. Anlatmaya değecek aşklar bile konumuz değil, erotizm de değil; uydurma bir cinsellik... Amaçsız, ilkesiz , ruhsuz bir taklit etme yeteneği. Yukarıdakiler ve kuşkusuz Batı neyi buyuruyorsa, tıpkı Tanzimat edebiyatı gibi onu yazıyoruz, uyarlamalarını ya da taklitlerini üretiyoruz. Peki yeni dünyayı ve o büyük ütopyayı kim tasarlayacak? Tekdüzelikten bunaldık, parlak bir ışık beklentisinden zorlandık, bir taze başlangıca, bu bir yeni 19 Mayıs olabileceği gibi, türlü anlamlar yüklenen, 2023 de olabilir, bir sonraki yılbaşı da... şiddetle ihtiyaç var. Ne var ki o başlangıca anlam yükleyecek hayalperestler ya da sizin adınıza sürüyü götürecek süper liderler olmazsa boşlukta kalacağınız kesin. Hayalleriniz, planlarınız yoksa bir heykeli yıkmaya çalışmak gibi saçmalıklarla boğuşursunuz, ne kadar isterseniz isteyin, santim değişemeyeceğiniz kesin. Dün Türkiye Rönesansını başlatmak için Kemalist Devrimi artısıyla eksisiyle tartışanlar, bugün kapıda bekleyen büyük tehlike nedeniyle haklı olarak bilim ve aklı baz alan Kemalistlikte birleşti, ne var ki onu da aşmak gerekli. Ülkenin bu çağına yine bilim ve akıl temelli , ama daha ilerisi gerekli. Yoksa statüko bizi öldürecek. Peki kim tasarlayacak; hangi edebiyatçı? Sizin adınıza düşler kuracak birileri gerekli. Bir ülkeyi düşünürsek nasıl bir atölye isteyeceğini de tahmin etmek zor değil. İşte edebiyat bu; o ülkeyi çatısı altına alacak kadar büyük bir atölye. Jules Verne'yi, örneğin Aya Seyahat'i okuduğumuzda kaç yaşındaydık? Olur gibi gözüküyor muydu? 69'da gerçekleştiğinde, naklen yayınla bütün dünyayla paylaşıldığı o gün ve bugün bile hala "Amerikan'ın bir hilesi bu" diyenlerimiz yok mu? Jules Verne bir teknoloji uzmanı, bilgisayar mucidi ya da bütün bunları satın alabilecek bir zenginliğin sahibi değildi. 1825'le 1905 arasında yaşamış bir gezgin ve yazardı. Onun kitaplarını 20 Yüzyıl boyunca çocuk edebiyatı saymak aymazlığı neydi? Bu toplumun bilicileri, kahinleri olan, geçmişin değerlerini yeni kuşak insana aktaran yazarımız şairimiz suskun ya da ezbere; taklit talim ediyor. Oysa geleceği kuracak insan modelinin ruh anahtarları tarih içinde hep onların elinde oldu. Şimdi bizi olduracak kitaplarımız da yok. Geçmişi aktaran, geleceği ve karşı koyma yollarını öneren, kaçınılmaz olsa da küreselleşme karşısında kendini donatarak karşı koyma yeteneğini artırmış insan tipini önerecek edebiyat bu mu, bu mu olmalıydı? Bizde de edebiyat bu yönlü dünya edebiyatından başka bir biçimde gelişmemiş, Dadaloğlu salt Torosları anlatmamış, kavgasına da dayanak yapmış şiirini. Dede Korkut öyküleri doğru insan örneklemeleriyle doludur. Divani Lügati Türk Türkçe’nin üstünlüğünü insanına kanıtlamak için yazılmış. Köroğlu menkıbesi zalim beylere, değişen dünyaya karşı ayakta kalacak insan modeline örgütlü mücadeleyi öğütler. Namık Kemal her yerde yenilen ulusuna moral olacak yapıtlar kaleme alır, kötü yönetimi yeren, iyiyi gösteren şiirler, yazılar yazar. Cumhuriyet dönemi yazarları devrimlere omuz verecek insanı bilinçlendirmek için çalışır. Sonrakiler yerine konumlanan devletin halkına daha çok emek ve fırsat vermesi için yükseltir sesini ya da bu hakkı savunacak insanı yaratmaya girişir. Çağı yaratacak, etik donanımı olan insan modelleri, tiplemeleri önerirler bize. Bazen hapse düşerler, bazen Istranca’da öldürülürler… Önermelerini, ütopyalarını beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ayrı bir olay ama kendilerine yat kat almak için değil ulusu için savaştıklarını gördükçe alkışlamamak elde değildir. Oysa seksen sonrasında ne olduysa oldu, edebiyatımız batı etkisiyle başka bir boyuta taşındı…Küreselleşmenin yoğun etkisiyle salt yaşama biçimimiz, ahlaki yapımız, dilimiz değil değişen, edebiyat da batı tarzı yapıtlar üretmeye başladı. Artık nesnelerle, insanıyla, toplumuyla ilişki kuran edebiyat yok, öyle yazar da yok. Çok satan kitapların hemen hepsine bakın, ne ülkemiz genel gerçeğiyle, ne insanımızla ilişkili. Ne ideal var, ne umut, ne ütopya… Hiçbir şey anlatmayan küreselleşmenin post modernist anlatısı tutsak aldı bizi. Yazarlarımız da bu ithal anlatıyı sevdi. Artık ne Anadolu'yu bilen var, ne Anadolu insanını ne de onun yaşam kavgasını… Dünya umrunda değil ve sen sanatçısın, yazarsın öyle mi?

  • Aydınlık Sabahlar

    dirhem dirhem tükeniyor aydınlık sabahlar güneş mahmurlu gözlerini sabaha açmıyor. yüreğinin kuşları kanatlarına gömüp aydınlıkları şarkılarını kekeme dilsiz söylüyor bulutlar griye dönmüş düş bulutlarından pamuk helva karılmıyor sokaklarda insanlar tebessümüz yürüyordu hayata. ta ki bir serçe şakıdı gri binaları delerek umudu yükleyip yüreğine minicik kanatlarında grilikleri söküp attı sevgi ile karıp şarkılarını güneşi doğurdu türkü söyleyerek Semihat Karadağlı/17.11.2020/İzmir

  • Unutulur mu

    Unutulur mu Dolunayda inleyen gecelerin şafağıydın sen Ne papatya ne gelincik Cemreyle birlikte başlardın Baharın ilk ayağı Kırlangıç kanatlı sabahların çiy düşme anıydın sen Maviye uzanan dal Toprağa maya Tutunurdum Gül dalında asılı nisandın sen İlk damlası #aydogmuszeliha

  • SİS DAĞILMALI

    İçinde bulunduğumuz şubat ayında baharı müjdeleyen cemrenin sırayla havaya, suya ve toprağa düşmesi bekleniyor. Doğanın cemre fırçasıyla kendini dışa vuran güzellikleri biraz da olsun içimizi ferahlatır düşüncesi yolun başında saldırıya uğruyor maalesef. Farkında olmadan aynı sokaklarda bulunduğumuz kötülük bizim uykularımızdan şoklarla uyanmamıza ve uyuma güçlüğü çektiğimize sebep oluyor. Kaçamıyoruz, çünkü kaçacak yer yok. Kaçmamalıyız da zaten. Oturup gereğini yapmalıyız birlikte olacaklarımızla. Karşı koymak kayıplarımızı mutlaka azaltacaktır. İnsanlık olarak iki yıldır suçlu suçsuz hepimizin yakamıza yapışmış olan Covit-19 salgını ve ardı sıra ortaya çıkan varyantları yaşamımızın aslında ne kadar kısa olduğunu hepimize gösterdi. Birçoğumuz bu amansız salgında yakınlarımızı, tanıdıklarımızı ya da bildiklerimizi kaybettik. Kayıplar o kadar hızlı ki, birinin yasını tutamadan bir başka can’ın kaybını duyar olduk. Uzun bir süre iççice olacağımız salgının hepimize öğrettikleri olduğunu düşünüyoruz. Ekolojinin hassasiyetlerinin yaşamın hassasiyetleri olduğunu acı şekilde herkes farkına varıyor. Sadece insanla var olmadığımızı, tüm canlı çeşitleriyle yaşam sarmalı içinde, döngüsel bir yaşam yolculuğunda olduğumuz şimdilerde daha iyi kavranıyordur. Ancak, yaşantılarıyla uzun bir oluş sürecinde olan insan bazen olmuyor da. Olmayan insan başkalarının yaşamına müdahale edecek hatta kast edecek kadar tehlikeli bir yerde de olabiliyor. Elbette ki, insanın sosyo psikolojik gelişim sürecini etkileyen sayısız argüman mevcut. İnsanı olduran, genetik bir sebepten bağımsız, içinde yaşadığı sosyo kültürel yaşamdır. Sosyo kültürel yaşam da mevcuttaki ideolojinin sarmalıdır. Onun için yaşantılarımız ve tüm sonuçları politiktir. Aynı toplumsal koşullarda yaşayan aklı yerinde bireylerin kötülükleri veya iyilikleri o toplumu oluşturanların tümünün bir şekilde müşterekleridir. Bu bağlamda aynı havayı teneffüs ettiklerimizin yapıp ettikleri bir şekilde bizi de ortaklaştırıyor. Her canlıya karşı yoğun bir empatiyle eşitlik ve adaletin yanında durarak ancak iyiliği güçlendiririz. Kötülüklere karşı etkisiz, duyarsız kalmak, kötülüğe karşı örgütlenmemek işlenecek suçlara negatif destek olmak anlamına gelecektir. Yaşadığımız korkunç salgın döneminde bile gerek sağlık bilimi gerekse de yaşam hakkı açılarından alınması gereken önlemlerin ciddiyetle alınmaması ülkemizde ve diğer bazı ülkelerde sayısız trajedilerin yaşanmasına sebep oluyor. Bu trajedilerin başında kadın cinayetleri, sağlık haklarına erişim sorunu, savaş ve çatışmalı coğrafyalar, hayat pahalılığı, işsizlik ve açlık tehlikesi gelmektedir. Sisle sarılı olsa da döndüğümüz her yan cemrenin illaki havaya, suya ve toprağa dokunacak gerçeği bu dönem için az da olsa vicdan sahiplerini teselli eder mi acaba? Kalbimiz yitip gidenlerle, zaman ve mekândan bağımsız, sızlasa da beklenti işte, diye düşünüyor insan. Ama hayat düşten, düşünceden çok daha hızlı ilerliyor. Şubat 2022 ‘nin son haftasında dört kadın cinayeti ile karşı karşıya kalıyoruz yeniden. Bir önceki ay ise 26 kadın cinayeti işlenmiş bir ülkede kendimize gelmeye çalışıyoruz. Bu cinayetlerden biri on altı yaşında gencecik bir kız çocuğu. On altı yaşında Sıla Şentürk. Mutlu olmanın hayali ile dünyayı hayatı, dünyayı tanımaya çalışırken vahşice öldürüldü. Hayalleri toprağa gömüldü. Toprak bir tel saçını bile incitmesin…Patriyarka, ataerkil baskın ve zorba kültürün kutsanmış erkekliği kadın cinayetleriyle iktidarını güçlendirdiği mesutluk içinde. Ve yine ahlar vahlar … Oysaki örgütlenip siper olmak gerekir tüm kötülüklere. Örgütlenip eşit ve özgür hayatı kurana dek sokaklarda kalmak gerekir hep birlikte. Yoksa sokaklar sokağa sürülen katillerin kötülük ektiği tarlaları olur. İstanbul Sözleşmesinin yeniden yürürlüğe girmesi başta olmak üzere kadına yönelik her türden faşizan saldırıya karşı her türlü yasal tedbirin alınması için daha çok olup daha güçlü ses çıkarmalıyız. Kadın katilleri asla eli kolu sallayıp gezememelidir. Kadın katillerine ve çocuk istismarcılarına kesinlikle af çıkarılmamalıdır. Nafakanın kısıtlanması, 6284 sayılı yasanın’ın kırpılmasından vazgeçilmelidir. Katilleri yaratan ataerkil yaşam tarzı ile her aşamada mücadele etmeliyiz. Ah, bir de “gecelerinde aç yatılmayan, gündüzlerinde sömürülmeyen” bir ülke ve Dünya için özgürlük mücadelesinde nice cemreler olmuş sevgili Saynur Çetiner ve Karadeniz’in hırçın devrimcisi Seçkin Kır erken bahar çekip gittiler aramızdan şubatta. Cemreyi beklerken ardı ardına erkenden giden şairler, İsmail Mert Başat, Güngör Tekçe, Salih Bolat ve Sina Akyol gibi. Cemreyi beklerken son kötü haber Kocaeli’den geldi. Kocaeli SES Gazetesi sahibi gazeteci Güngör Arslan gazetenin bürosunda silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Güngör Arslan yereldeki yolsuzlukları araştıran ve yazan bir gazeteci diye biliniyordu. Basının özgür olmadığı yerde özgürlükten bahsedilemez. Neden erken ölür kadınlar, şairler, yazarlar, gazeteciler ve devrimciler? Erken uyandıkları için mi? Emekleri, değerleri, şiirleri, romanları, haberleri ve kavgaları çoktan söylediği için mi; ne söyleyecekse düne, bugüne, yarına ve aşka dair… Biz kalanların yükü daha da ağırlaşıyor. Yükümüzü hafifletmek için hayatı kucaklar gibi kucaklayalım birbirimizi ve savaş açalım öldüren ne varsa kadını, çocuğu, ağacı, börtü böceği, yarını ve onurumuzu. Cemre cesaretle düşecek havaya, suya ve toprağa. Biz kendimizden haber verelim …

  • ŞAİRLER VE NOBEL

    “NOBEL ÖDÜLÜ ALMAMIŞ BÜYÜK ŞAİRLER” Nobel Ödülü ilk kez 1905’te bir şaire verilmişti: Fransız Sully Prudhomme. Ödülü ikinci kez bir Fransız şairinin (Saint-John Perse) alması için aradan altmış yıl geçmesi gerekti. Böylece Nobel almış Fransız şairlerinin sayısı ikiyi geçmiyor. Gerçi Frédéric Mistral, Maurice Maeterlinck de var. Ama Frédéric Mistral bir Provence şairidir, şiirlerini hep Provence dilinde yazmıştır: Maurice Maeterlinck de Belçikalıdır. Yalnız şiir yazıp da Nobel alan öbür sanatçılar şunlar: Rabindranath Tagore (Hintli), Gabriela Mistral (Şilili), T.S. Eliot (İngiliz), G. Seferis (Yunanlı), Juan Ramon Jiménez (İspanyol), Salvatore Quasimodo (İtalyan), Boris Pasternak (Rus) (Sovyetler Birliği), Pablo Neruda (Şilili) ve Eugenio Montale (İtalyan). İki Fransız, iki İtalyan, iki Şilili, bir İngiliz, bir Belçikalı, bir Sovyetler Birliği yurttaşı, bir Hintli, bir İspanyol, bir Yunanlı şair, bir de Provence’lı. Nobel Seçici Kurulu’nun şiirde daha çok Avrupa kültürünün temsilcilerine yöneldiği, onları değerlendirdiği görülüyor. Yukarda adlarını andığım şairlerin çoğu büyük sanat adamları. Yalnız Sully Prudhomme’u bir kenara ayırmak gerek. Bence çok yönüyle enez bir şair o. Onun dünya şiirinde bir varlık olduğu düşünülemez. Kendi ülkesinde de bir varlık olarak kabul edildiği söz götürür. Sully Prudhomme Nobel Ödülü’nü aldığı sırada Paul Valéry yaşıyordu. Ve Fransa’da daha birçok iyi şair vardı. Simgeci şiirin ağıntısında yetişmiş birçok büyük usta verimlilik noktasındaydı. Quasimodo’nun Nobel alışını sürpriz sayanlar da olmuştur. O sırada İtalyan şiirinde iki büyük şair olduğu (Giuseppe Ungaretti ve Eugenio Montale), ödülün bunlardan birine verilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Bu arada G. Ungaretti ölmüş bulunuyor. Şimdi Nobel Seçici Kurulu’nun Eugenio Montale’yi ödüllendirerek, 1959’da Salvatore Quasimodo ile yaptığı yanlışı düzelttiğini söyleyenler var. Dünya çapında düşünüldüğü zaman Şilili Gabriela Mistral’in de Nobel Ödülü alması sürpriz sayılabilir. Hatta Maurice Maeterlinck için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bir de Nobel almamış büyük şairleri düşünelim: En başta Aragon geliyor akla. Büyük şair oluşu yanında, romanları ve denemeleriyle kendi ülkesinin duyarlılığını en yüksek düzeyde temsil etmiş olan bu sanatçının ödüllendirilmeyişi sürekli bir sürpriz sayılmalıdır. Rafael Alberti, Nâzım Hikmet, Octavio Paz, Paul Eluard, Jacques Prévert, Henri Michaux, André Breton, René Char, Dylan Thomas, Mayakovski, Essenin, Antonin Artaud… Bu şairlerin kimisi ölmüş, kimisi yaşamakta. Ama Nobel Seçici Kurulu bunları değerlendirmemiştir. Diyeceğim, Nobel Ödülü almış şairlerin yanı sıra en az onlar kadar değerli bir “Nobel verilmemiş şairler” dizisi anılabilir. Burdan şöyle bir sonuca varabiliriz: Nobel Ödülü verilen şairler genellikle kendi ülkelerinin en iyi sanatçılarından biri olmuştur; ödül verilirken bu konuda belli düzeyin altına pek düşülmemiştir: Ama ödüllendirilenler de çoğunca en iyiler olmamıştır. Yine de şiirin Batı dünyasında başka türler karşısında bunalıma girdiği, biraz gölgede kaldığı düşünülürse, son çeyrek yüzyılda Nobel Ödülü’nün sık sık şairlere verilmiş olması kişide bazı çağrışımlar uyandırıyor. Nobel'in bir yapıta değil de, yapıtlarının bütünü göz önünde bulundurularak yazara verildiği söylenir. Bir bakıma doğrudur bu. Ama son yıllarda iyice belirginlik kazanan başka bir gerçek de var: Ödül biraz da ülkelere verilmiş olmuyor mu?

  • CEMRE

    -CEMRE: ŞİİR ve SESLENDİRME; Şenol YAZICI , Uyarlama: Nurten Bengi AKSOY , Yapım: maviADA- Bilirsin Sevgili, dört kitapta yeri var, en büyük erdemdir sabır; zulüm olsa da, bekle. Bekle! Gök ılınır, toprak ılınır, su ılınır, hep sürmez bu zemheri, düşer cemre. Durur fırtına mavi kız, bir minik kardelene yenilir, yüklenir zulmünü gider bu kar ve buz. Bilirsin sevgili, ay büyürken ufukta bir salkım söğüt, tüy kesen kılıç ağzı gibi incecik bir ışıktır önce... Önce yalnız bir atlı gibi, boz bulanık bir çizgi, büyür zamanla, öyle aydınlık ve beyaz dolanır karanlıklarını memleketimin, ses olur kimsesizliğinde… Yalnızlığın kuytularında, yokluğun vadilerinde yürek kaldıran, kanat açtıran mahşer bir ışık olur. Kıyamet orduları gibi ağarak dört yana, ışık gelir, şafak gelir, bekle güneş gelir! Kandır ezilen yüreğini, Bekle... gelir! Bekleme! Dikil onurunla, ulu ağaçlar gibi, daldır köklerini toprağa, bırak öte yüzünden çıksın yerkürenin. Açar o zaman sarı gülleri yüreğinin, ay büyür, ayla olur, ateş böcekleri sarar dallarını… O gün cemre gelir, bahar gelir. Şenol YAZICI,1987

bottom of page