top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • Çınarlı Cami

    Zeliha AYDOĞMUŞ * Çok derinden, en derinlerden bir iç çekiştir Ayvalık!!! Cunda adası ile, Şeytan Sofrası ve Cennet Tepesi... Ah ya o eşsiz manzarası yok mu! Bir yere vurulacaksa ille de insan, bu yer mutlaka Ayvalık olmalı... Beş yıl önceki bir gezi sırasında çekmiştim bu fotoğrafları... Hep büyülü bir yer gibi gelmiştir Ayvalık ve civarı bana. Nedense soluk alıp verişi, insanı, hatta bir başkadır havası, suyu ve toprağı. Hep istemişimdir o eski Rum evlerinden birini satın alıp o tarihi binada, dar sokaklarında geçmişi soluyarak yaşamayı. Düşünsenize bitmeyen bir masalın içinde ömrü yaşamak, mucizevi bir şey olmaz mıydı? Bunca güzelliğinin yanında gelip geçenlerin pek bilmediği bir yerden söz edeceğim; ÇINARLI CAMİ. Aslına bakılacak olursa bu cami 19. yüzyılın ikinci yarısında Rumlar tarafından kilise olarak inşa edilen, Cumhuriyetin ilanından sonra camiye çevrilen eşsiz bir yapı... İtiraf etmeliyim ki bu yüzyılı aşkın yapının önünden çarşıya gitmek üzere geçerken, hatta fark edip de fotoğraflayabilmek için içine girerken bile bu bilgilerden, tarihi bir yapı oluşundan ben de bihaberdim doğrusu... Anlayacağınız sizinle çektiğim fotoğrafları ve mimari yapı bilgilerini paylaşmak istediğim bu cami öylesine cazibeli öylesine efsunlu bir yapı özelliği taşıyor ki bunu ancak bir gün oraya yolunuz düştüğünde anlayacağınızı düşünüyorum. ÇINARLI CAMİNİN iç ve dış yapısı ile ilgili detayları kısaca sizlere aktarmak istiyorum. Mimari yapısının detaylarına indiğimizde Aya Yanni Kilisesi ile uyumlu, kubbeli haç planıyla yapılmış olduğunu, Ayvalık'ın merkezinde bulunduğunu ve kaynaklara bakıldığında ilçenin en görkemli tarihi yapısı olarak tanımlandığını görüyoruz. Göz dolduran mimarisini detayları ile incelemek gerekirse, kilise olarak inşa edilen caminin planı dikdörtgendir, moloz ve kesme taş malzemeyle yapılmıştır. Sarımsak taşından yapılan dış cephesi ve ikiz pencerelerinin cazibesiyle beni çektiğini ve içindeki görkemli sütunları ile kendine tam anlamı ile hayran bıraktığı da gözden kaçmayan önemli detayları arasındadır. Orjinali nasıldır bilmiyorum ama,-civitin geçen yüzyılın da yaygın boyası olduğunu düşünürsek herhalde odur, cicilerindeki o mavi muhteşem...Dantelalı etekleri Ayvalık'ın o meşhur rüzgarına denk gelip dalgalanınca görünüyor. Tavanı da öyle... Uzmanların verdiği bilgiler ışığında cephe duvarının ortasında bulunan merdivenlerin ve giriş mekanlarının Antik Dönem mimarisinin izlerini taşıdığı, iç mimarisinde yer alan süslemelerinse Barok tarzının eseri olduğu Çınarlı Caminin bilinen önemli özellikleri arasında. Başta da söylediğim gibi Ayvalık'a gidip görmemek, o dar sokaklarında dolaşırken tarihin tozlu sayfalarını karıştırmamak insan yaşamında büyük bir talihsizlik diyebilirim. Tabi bu arada gitmişken Sarımsaklı'nın o canım sularında yüzüp, acıktıktan sonra Ayvalık tostu yemeyi hatta yerken beni yadetmeyi unutmayın lütfen... Akşamları mı! Onun adı belli; eşsiz deniz manzarası, gecenin ışıkları ve iyot kokusu eşliğinde rakı balık diye düşündüm... Ya o mis kokulu kavunlara ne demeli! Bazı insanlara olduğu gibi bazı yerlere de sebepsiz çekilirsiniz...

  • MONTAİGNE

    Yazma Cesaretinizi Artıracak Bir Ortaçağlı * Şenol YAZICI   99'un ilkyazıydı. Selam "Söyleyin Ayışığına" kitabımın ikinci baskısıyla birlikte yeni öykü kitabım "Benim Kimsem Olsana" birlikte çıkmıştı. Onlarla ilgili bir tepki, bir ses almayı beklerken Bursa'daki Çağdaş Gazeteciler Derneği tarafından bir etkinliğe davet edildim. Yazarlar türlü özellikte olabilirler, o nedenle katogorize edilmeleri hayli zordur, ne var ki bir özellik hepsinde ortaktır. Hemen hepsi ilerleyen yaşlarında yazarlığa soyunurlar; yeni bir şey öğrenmenin zor olduğu yaşta... O yaşta görücüye çıkmak... nasıl bir heyecandır bilen bilir.   Limonata gibi bir havada uçarak gitmiştim. Kültür Parkın içinde ışık içinde, bahçeli, hoş bir yerdi Gazeteciler Derneği. Durmadan yıldız açan gecede park, başdöndürücü bir ağırlıkta ıhlamur, iğde kokuları yüklüydü. Bahçe tıklım tıklım doluydu.  Adı gazetciler olduğunu düşünürsek, hepsi mürekkep yalamış, kültürlü tipler olmalıydı.  Ne var ki, gözlerim ışıktan arınınca ortamı hiç de beklediğim gibi bulmadım. Yok , öyle düşündüğünüz gibi değil; Ne var ki kutsallaştırdığım edebiyat, sanki daha uhrevi bir hava istiyordu... Ya da aklımda öyleydi. Oysa şimdi biz, yemek yiyen, içki içen, aralarında sohbet eden, günün yorgunluğunu atmaya çalışan insanlara, tabak çanak gürültüsü arasında edebiyat anlatacaktık. Nitekim benimle birlikte konuşmacı olan arkadaşın söylediklerine kimsenin aldırdığı yoktu. Gerçi daha deneyimli olan arkadaşın da onlara aldırış etmediğini, sanki hiç orda yokmuşlar gibi edebiyattan, sanattan söz etmeyi sürdürdüğünü; yalpalayarak ayağa kalkışından içkiyi erkeninden fazla kaçırmış olduğunu anladığım, ilgisiz bir konuda, güya edebiyat ve siyaset ezberindeymiş gibi, ama tekleyen, kirli, çapaklı bir dille, siyasi gündeme de göz kırpan sorular soran biri çıkınca, soğukkanlılıkla aynı derecede ilgisiz, o kadar da samimiyetsiz bir biçimde, ama tehlikeli sulara girmeden başından savdığını görünce şaşıracaktım. Sonradan konu ettiğimde, "Bu işin raconu bu," diyecek, ama ben o gece yaşadığım bocalamayı hiç unutmayacaktım. Panikledim. Baktım olmayacak, hazırladığım, günlerce üzerinde çalıştığım o tumturaklı, edebi konuşma kimseyi ilgilendirmeyecek rota değiştirdim. Söz bana geldiğinde hepsini bir kenara koyup o zamanlar yeniden yeniden okuduğum MONTAİGNE'den ne kalmışsa aklımda onlardan söz etmeye karar verdim. Kuşkusuz beni strese sokan bir çıkış yolu diye kıvrandıran ahaliye de yoluyla bir fırça çekmeden de bunu yapamazdım. " Gelirken buranın ortalama insan tiplemesinin ne olduğunu öğrenmek istemiştim. Bana Bursa'nın en tanınmış, edebiyat sever kültürlü insanlarıdır onlar demişlerdi. Ben de bu seçkinliğe bakarak bu konuşmayı titizlikle hazırlamıştım ," deyip bir tomar kağıt tutan konuşma notlarımı gösterdim. " Ne var ki, siz böyle yemek yer, içkinizi içerken, bizim burada edebiyat anlatmamızın hoş durmadığını, çok da istekle dinlemediğinizi gördüm. Bu havaya gider başka bir konu bulmaya karar verdim. Sonuçta sarhoşta ayık da olsak insan değil miyiz? Montaigne; Her insan, insanlığın bütün özelliklerini üstünde taşır, demez mi? " Elimdeki kağıt tomarını göstere göstere yırtmıştım. Söylediklerimi ne kadar anlamışlardı bilemiyorum ama kağıt tomarını yırttığımı görmüş olmalılar ki, ne olduğunu anlamak için birden sessizleşmişti koca bahçe. O da bende umut tazelemeye yetmişti. Mikrofonu bir kalemmiş gibi güvenle tutup eklemiştim: "Bu demektir ki, biz dünyanın en namuslu, erdemli insanıyken, en ahlaksız, en namussuz, en aşağılık özellikleri de günü gelinceye değin içimizde saklarız. Yani aranızdaki en günahsız kimse ilk o taşı atsın demek, taş yememek için en sağlam yoldur. " Baba Montaigne, ortaçağdan uzanmış nasıl da elimden tutuyordu, hiç teklemeden okuduklarımı harmanlayıp aktarıyordum. O zamana değin çalıştığım okullar adına ya da valilik isteğiyle sayısız program yapmıştım. Ne var ki onlar, beni saygıyla, nezaketle dinlemeye kurulmuş öğrenciler ya da halktı. Bu ise yazarlığımın ilk dinletisi ve beni dinlememeye kararlı isanlara kendimi dinletmeye çalışıyordum; biliyordum ki başaramasam bir daha asla buraya bir konuşmacı olarak çıkmazdım, çıkamazdım. Konukların sessizleşip beni dinlediklerini fark etmiştim. O gecenin üzerinden çok geçmedi, 1999 Yalova depremi oldu. Enkazdan çıkmış, çadırda yaşarken, daha önce hatır gönül için yazdığım yerel gazete tarafından, Bursa'da çıkan Olay gazetesinin geçmiş bir sayısı ulaştırılmıştı bana. Şimdi o da kitaplı yazar olan Olay gazetesi muhabiri Kemal Selçuk, bir sayfayı tümüyle bana ayırmış ve kocaman puntolarla; " ŞENOL YAZICI'YI DİNLEMEK YAZMA CESARETİMİZİ ARTIRIYOR ," diye yazmıştı. Ben değil, MONTAİGNE yapıyor onu  , diye düşünmüştüm. Hala Montaigne'yi ilgiyle, kimbilir kaçıncı kezdir demeden okurum. Ne olur ne olmaz, bakarsın gene bir etkinlikte ben hararetle edebiyat anlatırken, orayı nöbetçi meyhane sanan, son teki de burda atalım, diyen bazılarına denk gelirim, hazır olsun diye. Olmaz olmaz demeyin, İNSANIZ sonuçta... ve her insanda her özellik vardır, der MONTAİGNE, hem de 500 yıl önce, 1580 yıllarında. * Şenol YAZICI * NASIL YAZMALI MONTAİGNE, 1580, Denemelet, Fransa * Yazarken kitapları bir yana bırakır, aklımdan çıkarırım; kendi gidişimi aksatırlar diye. Gerçekten de iyi yazarlar üstüme fena abanır, yüreksiz ederler beni. Hani bir ressam varmış, kötü horoz resimleri yapar ve uşaklarına, dükkana hiç canlı horoz sokmamalarını sıkı sıkı tembih edermiş, ben de öyle. Hatta çalgıcı Antigenides'in bulduğu çare benim daha işime gelirdi: Bir şey çalacağı zaman, kendinden önce ve sonra halka doyasıya kötü şarkılar dinletirmiş. Böyle derim de Plutarkhos'tan kolay kolay ayrılamam. O kadar dünyayı içine almış ki bu adam, ne yapsanız, hangi olmayacak konuyu ele alsanız bir taraftan gelir işinize karışır ve size türlü zenginlikler, güzelliklerle dolu cömert bir el uzatır. Kendini her gelene bu kadar kolayca yağma ettirmesi bayağı gücüme gidiyor. Şöyle biraz tuttunuz mu, kolu kanadı elinizde kalıyor. Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum. Kimsenin bana el uzatamayacağı, söz edemeyeceği yabancı bir ülkede oturuyorum. Öyle bir yer ki tanıdığım hiç kimse okuduğu duanın Latince'sini bilmez, hele Fransızca'sını hiç anlamaz. Başka yerde yazsam daha iyi yazardım, ama yazdığım şey daha az benim olurdu. Oysaki benim yazımda asıl aradığım tam anlamıyla kendimin olmasıdır. Ben yazarken rastgele gittiğim için bol bol hatalara düşerim. Bunları pekala düzeltebilirdim. Ama o zaman, benim adetim, malım olmuş kusurları düzeltmekle kendi kendimi yanlış tanıtmış olurdum. Bana dediler mi, yahut ben kendi kendime dedim mi ki: «Sen kaba kaba benzetmeler yapıyorsun; bu sözcük Gaskonya kokuyor; bu sözün tehlikeli (Ben Fransa sokaklarında söylenen hiçbir sözden kaçmam; gramer adına kullanılan dile çatanlar benimle alay ederler); bak şu cahilce söze; akla aykırı laf ediyorsun; fazla ileri gidiyorsun; sen boyuna kendinle oynuyorsun, sahiden söylediğini de herkes yalancıktan sanacak.» «- Doğru, derim; ama ben dikkatsizlikten gelen hatalarımı düzeltsem bile, bende adet haline gelmiş olanları düzeltemem. Ben hep böyle konuşmuyor muyum? Her yerde böyle çiğ çiğ göstermiyor muyum kendimi? Sorun yok. Yazarken aradığım da bu zaten. Herkes kitabımda beni, bende kitabımı görsün.» (Kitap 3, bölüm V) Montaigne * MİCHEL de MONTAİGNE (d. 28 Şubat 1533, Dordogne,Fransa - ö. 13 Eylül 1592, Guyenne, Fransa ), '' İnsanlar zırdeli, daha bir tırtılı nasıl yaratacaklarını bilmezken binlerce tanrı yaratmışlar. '' 16. yüzyıl bir Fransız deneme yazarı. İyi bir eğitim aldı. Alman bir eğitmen tarafından yetiştirildi. Eğitim süresince Yunan ve Latin edebiyatını ve dilini öğrendi. Bordeaux Edebiyat Fakültesi'nde felsefe okudu. Bir süre bulunduğu yörede Belediye Başkanlığı görevini üstlendi. Ailesinden kalan geniş bir malikanede günlerini kitaplarıyla ve yazılarıyla geçirdi. Kilisenin insanların aklını sürekli çelmesini eleştiren içerikler yayınladı. Avrupalı'ların coğrafi keşiflerde tanıdığı yeni uygarlıkları köleleştirme, yok sayma girişimlerine karşıydı, keşfedilen yeni medeniyetlere ''barbar, yamyam'' denmesini kınıyordu. DENEMELER'i yazdı. Yeni bir edebi türü başlattı. Denemeler'in (Les Essais), Villey'in 1580'de yayımladığı özgün Bordeaux baskısının ön kapak resmi. ŞAŞIRTICI BİR YAZAR, BİLİNMEYEN BİR TÜR, BEKLENMEYEN BİR SONUÇ: DENEMELER Beş yüz yıl önce Fransa’da Montaigne diye bir hukukçu, eski bir asker, ciddiye alınmaması gerektiği bizzat kendisi tarafından dile getirilen, sesli düşünüyormuş, kendi kendine konuşuyormuş gibi, bir savunması olmayan, bir yargıyı kanıtlamaya uğraşmayan, söylediği her şeyin tersinin de doğru olabileceğini kabul eden, sade ve anlaşılır bir dil kullanan, o güne değin hiç denenmemiş bir türle bir kitap yazar. Alçakgönüllülükten mi, özgüvenden mi, yoksa yazdığı bilinen biçimlere uymadığından mı bilinmez ama kitabına DENEMELER adını verir. “ Bu, içtenlikle yazılmış bir kitaptır. Okur daha baştan seni uyarmak isterim ki bunu yazarken tek amacım kişiseldi. Böyle bir tasarı benim yeteneğimi aşar. Sadece kendi dostlarım için kaleme aldım bunu. Kitabımın konusu benim. Senin de boş zamanlarını böyle saçma sapan gereksiz şeylere ayırman pek akıllıca olmaz.” 1580 tarihli kitabının önsözünde böyle der Montaigne. Kitabın bütününde de bu alçakgönüllü ironik dili kullanmaya özen gösterir. Montaigne, başlarda ruhsal gelişimine katkı olsun diye yazıyordu, devam ettikçe alışkanlık oldu yazmak. 1571 de başladığı Denemeler’i iki cilt olarak 1580’de kitap olarak yayınladı. Sonraki iki basımında da yeni ekler yapılacak kitap, kim derdi ki orta çağın karanlığından günümüze, bütün zamanları etkileyecek dev bir yapıta dönecekti. Kullandığı alçakgönüllü dil, kolay kabul görmenin yanında, bilgi sahibi biri olsa da sıradan bir insan olduğunu ifade etmenin yoluydu Montaigne için. Mütevazı yaşamını sürdüren, her şeyden önemlisi, şana şöhrete nasıl kavuşulacağı konusunda kimseye öğüt vermeyen adam kimliğiyle yazdı. Hatta yaptığı işi bunamış bir adamın altına kaçırmasına benzetiyordu. Denemelerin ana teması, küstahlık ve kibir olduğu kadar gösteriş merakının tehlikesidir. Bu nedenle kendi yazdıkları hakkında alçakgönüllülükten öte küçümser bir dil kullanır: “ Benim yaptığım, acemice yapılmış eğreti bir iştir. Hem cilaya ihtiyacı vardır hem de güzelliğe. ” Oysa kitap basılır basılmaz döneminin kralları dahil herkesin beğenisini kazanır. Acaba günümüz dahil tüm zamanlarda Shakespeare kadar etkili olacağını hiç düşünmüş müdür Montaigne? Montaigne DENEMELER’i gerçekten de bir deneme olarak düşünmüştü. Yani düşüncelerinin, deneylerinin kuşkucu bir sınamasıydı onun için yaptığı. Böylece kendisinden önce hiçbir yazarın yapamadığını yapmış, kendi psikolojisinin derinliklerinde keşifler yapmıştı. Ruh hallerini, alışkanlıklarını, duygularını... değişim halindeyken gözlemleyip yazıya dökmüştü. Montaigne hiçbir şeye kesin gözüyle bakmaz, kuşkuyla bakar, hatta kendi bakış açısına bile… Kitabın bütününden tek bir mesaj çıkarmak istenirse herhalde “ İnsanın kendini bilmesinin, kendisinden daha önemli olduğu,” düşüncesi olur. Montaigne’nin düşüncelerini yine onun yazdıklarından “yaşamak sanatı” üzerine notlarından okuyalım: “ Dünyada insanlığını bilmekten, insanca yaşamaktan daha güzel, daha doğru bir iş yoktur. Bilimlerin en zor olanı da bu hayatı iyi yaşamasını bilmektir. Hastalıklarımızın en belalısı, bedenimizi sevmemek ve küçük görmektir. Kendinden dışarı çıkmak, insanlıktan kaçmak çılgınlıktır. Buna çaba harcayanlar büsbütün hayvanlaşır, yükselecek yerde alçalırlar. İnsan bilimlerinin aşağılığı da bence en yukarılarda dolaşanıdır. İskender’in en küçük, en bayağı yanı tanrılaşmak, göklere çıkmak hevesine kapılmasıdır. Söz aramızda, göklerde dolaşanların düşünceleri ile yer altında yaşayanların adetleri arasında her zaman garip bir benzerlik görmüşümdür. İstediğimiz kadar yüksek sırıklar üzerine çıkalım, yine kendi bacaklarımızla yürüyeceğiz; dünyanın en yüksek tahtına da çıksak, yine kendi kıçımızla oturacağız. Düşüncelerimizin en iyi aynası yaşamlarımızın akışıdır.” Hayatın gerçeklerine dair yorumlar yaptığı kitabında tutkulardan kaçınmış ve ölçülü olmayı bilmiştir. Oysa iç savaş sırasında defalarca kralın saflarında yer almış Montaigne atak, hatta öfkeli bir adamdır, ne var ki tarzını yazılarına yansıtmamıştır. Yaşamın hemen her alanına değindiği yazılarında dönemin popüler kültürünün etkileri de görülür. O dönemde yetkin olmayan kişilerin hayat üzerine yorumlar yapması pek rastlanılan değildi, bu geleneği Montaigne bozar. Önyargılardan uzak, hatta reddeden, gelişigüzel ve rahat ama kendi içinde yumuşak bir disiplini barındıran bir yazma yöntemi izler. Zekâsıyla, her konuda sağlam bilgilere dayanan görüşleriyle dönemin ileri gelenlerini, eğitimli kişileri etkilemesini bilir. Eğer düşünce, insanın kendini ve doğayı özgürce tanıma uğraşıysa, Montaigne bu uğraşın ilk ve en büyük basamağı olarak tanımlanabilir. Montaigne’in şiire olan hayranlığı kitaba yansımış, çoğu antik dönem şairlerinden olan dokuz yüze yakın şiirden alıntı yapmıştır. " Yazarların çoğunda, yazan adamı görüyorum, Montaigne'de ise düşünen adamı, der MONTESQUİEU. " GRİMM ise; " Montaigne, o tanrı gibi bir adam, 16.yy'lın karanlıkları içinde tek başına diri ve tertemiz bir ışık saçmış ve dehası ancak zamanımızda gerçek ve felsefi düşünce hurafelerin, gericiliğin yerini alınca anlaşılmıştır, " diye yazar arkasından. düşünen Stefan  Zweig intihar etmeden önce hayranı olduğu Montaigne üzerine bir deneme yazar. Zweig’ın  bakış açısına göre ise, “ Montaigne, yeryüzünde en güç olan şeyi, yani yalnızca kendini yaşamayı, özgür olmayı ve gittikçe daha özgürleşmeyi denemiştir. ” Orhan Hançerlioğlu’na göre  “ Bireyci insanlığın ünlü düşünürleri Erasmus, Machiavelli ve Montaigne ister istemez böylesine bir anlayışı pekiştirecek yeni toplumsal tedirginliklerin tohumlarını atıyorlardı .” Bana göreyse, bana yazma cesaretini vermesi bir yana dünyanın bütün kitapları bir yana, Montaigne'nin DENEMELER'i bir yanadır... Deneyin o hisse siz de varacaksınızdır. Ama onun altın kuralını unutmayacaksınız; Önce kendini tanımalı insan . " Odysseus'un dertlerini inceleyip kendi dertlerini bilmeyen dil bilginleriyle, çalgılarını akort etmesini bilip de yaşayışlarını akort etmesini bilmeyen müzikçilerle, adaletten sözetmeyi öğrenip adaleti uygulamayanlarla alay edermiş kral Dionysius." (Kitap 1, bölüm 25) TÜRKÇE'DE DENEMELER Montaigne, bu eserini değişik zamanlarda tekrar tekrar gözden geçirmiş ve eserine küçük veya büyük eklemeler yapmıştı. Bu yeniden gözden geçirmeler üç ayrı dönemde yapılmış ve her dönemin sonunda kitap yeni bir baskı yapmıştır. A: 1571-1580 yılları arasında yazılan pasajlar - 1580'de yayımlandı B: 1580-1588 yılları arasında yazılan pasajlar - 1588'de yayımlandı C: 1588-1592 yılları arasında yazılan pasajlar - 1595'te yazarın ölümünden sonra yayımlandı.

  • Savaşa Alkış Tutanlara

    maviADA * Bugün 75 yıl önce yaşanan bir insanlık ayıbının, Hiroşima'da patlatılan atom bombasının insanları yok etmesinin yıl dönümü... Aradan yıllar geçti, savaşlar bitti, yeni savaşlar başladı, savaşlar devam ediyor ve en çok da çocuklar ölüyor 6 Ağustos 1945 sabahı Albay Paul Tibbets yönetimindeki "Enola Gay" isimli B-29 uçağı, "Little Boy" (Ufak Oğlan) isimli "yük"ünü saat 08.13'te Hiroşima’nın 10 bin metre üzerinde bıraktı. Bu, uranyum-235 atom bombasıydı. Bomba yerden 580 metre yükseklikte patlatıldı. Üç gün sonra ikinci atom bombası yine Japonya'nın Nagazaki kentine atıldı.Hızı 800 kilometreyi bulan binlerce derece sıcaklığındaki fırtına, Hiroşima'da ilk anda 70 bin, Nagazaki'de yine ilk anda 27 bin insanı buharlaştırarak yok etti. Hiroşima'da birkaç yıl içerisinde ise radyasyonun ölümcül etkisinden 140 bin insan öldü. Bombardımanı takip eden 5 yıl içinde radyasyon nedeniyle mutasyona uğrayan 60 bin kişi daha hayatını kaybetti. HİROŞİMA Önce, bir bulut yükseldi Yerden göğe doğru. Ben gördüm, Akahito gördü Yuhara gördü, Hisaki gördü, Yaşayanların hepsi gördüler. Şimdi yaşayanlar diyorum, Oysa ben kaldım, Onlar öldüler.. Memede çocuklar öldü, Pirinç tarlasında kadınlar öldü, Çiçekler öldü, Kuşlar öldü... Ve sevgilim Sanuki öldü. Sanuki'yi seviyordum, Sanuki öldü, Sanuki öldü.. Ateşten top kayboldu göklerde, Ardından Bir ölüm sessizliği çöktü şehre. Bulutlar gitti, Renkler gitti, Sesler gitti. Gülerken ölmüştü babam, Anam Chiyo-Ni ağlıyordu Ve kız kardeşim Shirara. Ah Shirara, O da saçlarını tararken öldü. Shirara, ah Shirara, Aynada unuttu gençliğini.. Ve ben Yamamura, Bizim sokaktan bir ben sağ kaldım, Bizim sokağın ağaçları da öldü.. Ve ben Yamamura, 17 yıl geçti aradan, Hala Yaşıyorum, Ağaçları, çiçekleri görmeden.. Ben Yamamura, Kör, sağır, Çoktan öldüm, Kimse farkında değil... Ümit Yaşar Oğuzcan

  • BİR DÜĞÜN HAVASI

    Niyazi UYAR* Yeğenin düğünü çamlık bir mekandaydı. Haziran sıcağı her şeyi kasıp kavururken, çamların esintisi az biraz serinletiyordu. Düğün evi oyun evidir, derler ya. "düğün evinde oynanır, ölü evinde ağlanır!" Ölü evinde tanısın, tanımasın gözyaşlarına hakim olamaz, yanaklarından aşağı süzülüp gider gözünün yaşları. Eh düğün evindeydi ya, icabını yerine getirmek en iyi becerdiği şeylerdendir: Çalgıyı duydu mu, fıkır fıkır kaynamaya başlar. Meydan loş bir ışıkla aydınlatılmış, sandalyaler dizilmiş, davetliler gelmeye başlamış, Yaşlı Kurt da düğün alayının meydanı doldurmasını beklemeye başlamıştır öteki konuklar gibi. Gülerek, parmaklarını şaklatıyor, alkış yapıyor; esas siz beni biraz sonra görün der gibiydi hali. Düğün evinde kazan kazan yemekler pişmiş, kazanın biri bitince öteki kazan sıradadır çoktan. Gelenler, gidenler. Bütün kasabayı doyurmakla kalmamış, yakın uzak yerlerden sayısı belirsiz davetliler. Etli nohut, pilav, yoğurtlu makarna, tatlı, hele keşkek; yemede yanında yat, tam da öyle. Keşkek, olmazsa, olmazıdır düğünlerin… Düğün başlamış, oyun pisti dolmuş, herkes ritme uysun, uymasın oynamaktaydı. Adına Roman havası denilen oyun havası pek de Roman havasına benzemiyor ya, neyse Roman havası demişlerdi işte. Roman havalarından çok, Ankara havalarını çağrıştıran bir oyun havasıydı. Bizim Yaşlı Kurt meydan almış, havanın ritmine kendini kaptırmış, seke seke oynamakta. Onunla birlikte oynayan ötekiler halka olmuş alkış tutup oyununa oyun katmaktalar. Yaşlı Kurt, zıplıyor, sekiyor, bir sağa, bir sola doğru gidiyor.  Bir ayağını çekiyor, öteki ayağı üstünde birkaç daire dönüyor. Sonra öteki ayağını çekiyor, diğer ayağının üstünde birkaç daire daha da çiziyor. Halka olmuş oyuncular, alkışla destek olmaya devam ederken Yaşlı Kurt’un oyununa aşık olmuşçasına coşturmakta. Birden Yaşlı Kurt zınk diye durdu. Halka olmuş oyuncular da durup merakla beklemeye başladılar. İşte tam o anda orkestra durmuş, izleyenler susmuş, meraklı gözlerle ne olacak sorusunun yanıtını aranmaya başlamış. Düğünün az önceki hareketli, müzikli ortamı derin bir sessizliğe gömülmüştür. Bundan on, on beş yıl önce can arkadaşlarının oğullarının sünnet düğününde oynadıkları “çökertme,” zeybeği ile sevmişti Muğla yöresinin oyunlarını. O iki, güzel arkadaşı ne de güzel oynamıştı Çökertmeyi… “Kerimoğlu,” dedi Yaşlı Kurt. Orkestrada önce zurnacı peşrevle başladı Kerimoğlu’na. Sonra orkestranın diğer sazları. Yaşlı Kurt alanı çepeçevre dolaştı ayak tabanlarını yere vura vura. Sonra kollarını kaldırdı kartal süzülüşü. Alanı birkaç tur atarak dolaştı bu vaziyette, sonra durdu. Tekmil izleyenleri gözden geçirdi bir bir. Arkalarda pembeli dediği, çocukluk yıllarındaki sevdiğine takıldı gözü. Az önce hayat yoldaşıyla seke seke, aşkla mutlulukla ne güzel bir oyun oynamışlardı. Uyumlu oyunlarıyla adına bilmem ne dedikleri havada izleyenleri kendilerine baktırmışlar, imrendirerek! Başını salladı, gözünü açtı kapattı. Bir daha baktı, sahiden oydu. Çocukluk yıllarının pembe yanaklısı, gözlerini dikmiş, pür dikkat izlemekte. Yarım dakika öyle baktı, meydanı aydınlatan tasarruflu lambaların loş ışığı altında seçilir seçilmez kimsenin fark edeceği bir şey de yoktu hani. Birden “haydi efem,” deyip sağ elini beline koydu, kollarını ayaklarını uygun bir şekilde yukarı aşağı indirmeye başladı, sol ayağının üstünde birkaç tam daire çizdi, sonra sağ ayağını hırsla yere vurup tekrar dönmeye, bir sol yanına, bir sağ yanına doğru sekmeye ayağını vura vura oynamaktaydı, kollar kartal kanadı. Bir sol, bir sağ ayağının üstünde dönüyor, sonra sıra ile dizlerini vuruyordu yere. Kendine has bir Kerimoğlu oynama tarzı yaratmıştı Yaşlı Kurt! İzleyenler, çerez yemeyi, meşrubat içmeyi bırakmış, izlemekteydi keyifle. Orkestranın nağmesi gecenin karanlığını delip gitmiş çay boyundan ta barajın kaya tipi dolgusuna, oradan aşağılara ovaya doğru yayılıp gitmiş! Kulakları çınlasın o güzel dostlarının, temsili oyunlarıyla daha bir sevmişti bu Muğla yöresi zeybeklerini. O kartal uçuşu kollarını açıp ayaklarını yere vura vura oynarken, birden yıllar öncesinin Osman’ın at oynattığı düzlüklerin Mavilisi, meydan alır. Mavi kotu yılların aşınımı ile beyazlamış, çekik gözleri, yılların yorgunluğunda gözlüğe mahkum olmuş, yüzü kırışmış, yaşı büyürken boyu da küçülmenin arifesini geride bırakmış çoktan. Yaşlı Kurt, halka olmuş oyuncuların önüne çömelmiş, yıllar öncesinin mavilisini izlemekte. Bu kadının zeybek oyunu, kadınca figürleriyle büyüleyicidir. Mavi kotlu, oynar oynar, sonra bir tanrı heykeli gibi hareketsiz durur. Oyun sırası Yaşlı Kurt’tadır.  O da oynar oynar, sonra Mavilinin önünde secdeye varır gibi, zeybeğin en gösterişli en büyüleyici yerinde temennayla eğilir, sağ eli göğsünde selamlar. Böyle böyle bir zaman geçer, zeybeğin büyüsü, ile düne, çok eskilere gidip gelir Yaşlı Kurt. Orkestra Kerimoğlu müziğini bitirmiş, bitirmekle kalmamış, istek üzerine üç sefer daha çalmış, o da oynamıştır. Üç oyunun sonunda, orkestra durmuş. İşte tam o an müthiş bir alkış tufanı, izleyenler ellerini parçalarcasına alkışlamakta. Onlar, bir daha bir daha derken, az önce eski Yunan’ın en güzel Tanrıçalarının çevresinde Kerimoğlu oynamıştır sanki Yaşlı Kurt! İzleyicilere göre kısa bir an, Yaşlı Kurt’a göre uzun bir zaman. İşte tam o anda ayılan Yaşlı Kurt gözlerini ovuşturur, kulak memelerini sıkar… Görünürde ne eski Yunan Tanrıçalarından biri nede Osman’ın at oynattığı düzlüklerin Mavilisi. Başını tekrar tekrar sallar, gözlerini tekrar açar, kapatır ovuşturur... Mavili yoktur… Yaşlı Kurt, Kerimoğlu’na öyle bir kaptırmış, öyle bir kaptırmış kendini, üstü başı ter içindedir. Az ötede yedek olarak getirdiği çamaşırlarını alır arabasından, terden sırılsıklam giysileri arabayı kokutmasın diye bir poşete koyup bağlar, yeni giysileri giyer, düğün alanına yeni bir konuk gelmiş gibi, sessizce sandalyesine oturur, oynayanları seyreder…

  • ŞÜKRÜ ERBAŞ

    Senin Korkuların Benim İnceliğim * - Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, Ne kapanan kapılar, Ne yıldız kayması gecede, Ne ceplerde tren tarifesi, Ne de turna katarı gökte. İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık! İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, Birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken, Duvarlara dalıp dalıp gitmesi. Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık. Ödünç sesle konuşan bir kalabalık içinde Kendi sesiyle silinmek. Birdenbire büyümesi Gülüşü artık yaprak kıpırdatmayan bir çocuğun. İnsanın yaşlandıkça kendi kuyusuna düşmesi Bir kadının yatağına uzanan kül bağlamış bir gövde. Saçına rüzgar, Sesine ışık düşürememek kimsenin. Parmaklarını sözüne pınar edememek Uzaklarda bir adamın üşümesi Bir kadın dağlara daldıkça. Işıklı vitrinlere bakmadan geçmek çarşılardan Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun. Evlerle sokaklar arasında bir ayrım kalmaması Ayrılık yağmurdan vazgeçiş, sudan üşüme Yalnızca gölge vermesi ağaçların İyiliğin küfre dönmesi ayrılık. Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya Başını alıp gitmek gibi bir geri dönüş İki adımından birisi insanın, sevincin kundakçısı, Hüznün arması, süren korkusu inceliğin. Ayrılık, o küçük ölüm! Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan. *** Şimdi anlıyor musun Gidişinin neden ayrılık olmadığını, Bir yaprak düşmesi kadar ancak, Acısı ve ağırlığı olduğunu. Bir toplama işleminin Sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını. Boşluğa bir boşluk katmadığını, Kar yağdırmadığını yaz ortasında.... *** Ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından Kalkıp ağzını yıkadığında başlamıştı. Ben bulutları gösterirken, “Bulmacanın beş harfli bir yemek sorusuna” Yanıt aramanla halkalanmış, “Aşkın şarabının ağzını açtım, Yar yüzünden içti murt bende kaldı” Türküsü tenimde düğümlenirken, Odadan çıkışınla yolunu tutmuş, Dağlarda öldürülen çocukların Fotoğraflarını kenara itip, “Bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı?” Dediğinde varacağı yere varmıştı çoktan. **** Ne mi yapacağım bundan sonra? Ayak izlerimi silmek için Sana gelen yolları tersinden yürüyeceğim önce. Şiir okumayacağım bir süre, Hediyelik eşya satan dükkanların Önünden geçmeyeceğim. Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu, Bir gül ağacının dibine dökeceğim. Yeni bir yanlışlık yapmamak için Telefonlara çıkmayacağım Ardı kuş resimli aynalar Arayacağım mahalle pazarlarında Gençliğimi anımsamak için. Emekli kahvehanelerinde yaşlılarla konuşarak, Sonumu görmeye çalışacağım. Fotoğraflarını güneşe koyacağım, Bir an önce solsun diye. İçinde ay ışığı, iğde kokusu ve begonvil bulunan Tüm resimleri duvarlardan indireceğim Mican türküsünü asacağım yerlerine. Falcı kadınlara inanmayacağım artık Trafik polislerine adres sormayacağım. Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle Gülmeyeceğim kimseye. Fesleğenden başka bir çiçek Koymayacağım penceremin önüne. Büyük kentlerin varoşlarında çırpınan Üç milyon yurtsuza evimi açacağım. Nerde bir kayıp, bir faili meçhul varsa Bıraktığı acının yanına resmini asacağım. Şaşırma! Yetimi korumak için Yeni aşklar bulacağım kendime. *** Ne yapacağımı sanıyorsun ki? Tenin tenime bu kadar sinmişken, Ömrüm azala azala akarken önümde, Gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken.. Senin korkularını, Benim inceliğimi doldurup yüreğime, Bıraktığın boşluğu yonta yonta Binlerce heykelini yapacağım. *** ŞÜKRÜ ERBAŞ Şükrü Erbaş: 1953'te Yozgat'ta dünyaya gelen Şükrü Erbaş, ilk ve ortaöğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara'da Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilimler Bölümünden 1978'de mezun oldu. Toprak Mahsulleri Ofisinde memurluk ve yöneticilik yaptı, bu kurumdan emekli oldu. Yarın dergisi yazı kurulunda görev yaptı (1984) . Edebiyatçılar Derneğinde yöneticilik görevinde bulundu. (1993-1999) Şair, halen Antalya'da yaşamaktadır. Şükrü Erbaş, ilk şiirini Varlık dergisinde, 1978 yılında yayınlandı. "Yolculuk" adlı şiir kitabıyla, 1987 Ceyhun Atuf Kansu şiir ödülüne değer görüldü. Ayrıca, "Dicle Üstü Ay Bulanık" şiir kitabıyla 1996 Orhon Murat Arıburnu şiir ödülünü, "Üç Nokta Beş Harf" şiir kitabıyla 2002 Ahmed Arif şiir ödülünü ve "Gölge Masalı" adlı şiir kitabı ile de 2005 Ömer Asım Aksoy şiir ödülünü kazandı. Şiir, edebiyat ve yaşam üzerine denemeler yazdı. Denemelerini "İnsanın Acısını İnsan Alır" (1995) ve "Bir Gün Ölümden Önce" (1999) adlı kitaplarında toplayan Şükrü Erbaş'ın, "Gülün Sesi Gül Kokar" (1998) adlı düzyazılarından oluşan bir kitabı da vardır. * 16.02.2019, maviADA SAYFASINDA 801 ZİYARETÇİ, 2 BEĞENİ, İnternet raporunda 852 ziyaretçi

  • AŞKIN DİRENCİN ŞAİRİ AHMET ARİF

    Niyazi UYAR * Ahmet Arif adını ilk olarak eğitim enstitüsü yıllarında duydum. Büyük bir aydınlanmacı, gerçek bir bilim adamı olan Server Tanilli’nin ölümüne kastedilmiş, evine giderken kurşunların hedefi olmuştu.(7 Nisan 1978) Bursa Eğitim Enstitüsü birinci sınıftaydım. Her derse şiir ile başlayan Batı Edebiyatı öğretmenimiz, hepimizin idolüydü. Onun bilgi birikimi, cesareti… gerçekten gönüllerimize taht kurmuştu. O gün yine şiirle başlamıştı derse ve ilk olarak Tanilli’nin “Oğlum Bülent’e adlı şiirini okuduğunu, dün gibi hatırlıyorum. Sonra   “Beşikler vermişim Nuh'a Salıncaklar, hamaklar, Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır, Anadolu’yum ben, Tanıyor musun?” Diye başlayan şiiri okumaya başlamış, şiire uygun ses rengi ile esir etmişti adeta bizi. Şiir bitmiş, duygu seli, büyüdükçe büyümüştü. Sonra arkadaşlar bu şiir kimin, var mı tanıyan demişti. Tabi biz mal bulmuş mağrip misali Nazım Hikmet demiştik. İşte o gün verdiğimiz yanlış yanıtla tanıdım, öğrendim Ahmet Arif adını.   Bu öğretmenime dair bir parantez açmak durumundayım. (Bu pek sevgili öğretmenim(!) adını yazmak istemiyorum, çünkü o sevgili öğretmenim(!) 2010 anayasa oylamasında “yetmez ama evetçi” olduğunu söylediğine kulaklarımla şahit oldum. O gün yaşadığım hayal kırıklığını anlatacak sözcükler bulamam hala, o gün, o efsane(!) öğretmen cehenneme giden yolun taşlarını döşeyenlerden sadece birisidir ve ben bu dönekleri hiçbir zaman affedemiyorum. Yazık ona olan sevgime, ona saygıma!) O günden sonra Ahmet Arif’in şiirlerinin tamamını ezberlemek için yoğun bir emek verdim. Ezberlediğim şiirlerini öğretmenlik yıllarımda davudi sesimle, heyecanla okudum, mesela: “…Öyle yıkma kendini, Öyle mahzun, öyle garip. Nerede olursan ol, İçerde, dışarda, derste, sırada, Yürü üstüne üstüne, Tükür yüzüne celladın, Fırsatçının, fesatçının, hayının…”   Coşku ile okurdum bu şiiri. Sonra Cem Karaca’nın yorumladığı Adiloş Bebe, o ne muhteşem bir şiirdir öyle. Anadolu insanın yaşamını şiir dilinde bu kadar dramatik ortaya koyabilen başka bir şair yoktur. “Doğdun, Üç gün aç tuttuk Üç gün meme vermedik sana Adiloş Bebem, Hasta düşmeyesin diye, Töremiz böyle diye… Saldır şimdi memeye, Saldır da büyü…” Alıntı yaptığımız şu dizelerin çağrışım gücüne bakar mısınız? Hasta düşmeyesin, töremiz böyle diye üç gün meme vermedik sana ! Olağanüstü! Ahmet Arif, Nisan 1923 de Diyarbakır’da doğmuş, çok çocuklu bir ailenin en küçüğüdür. Annesini doğum sırasında kaybettiği için annesiz büyümüştür. İyi insanlara rastlamak bir şanstır. İşte onun şansı, babasının evlendiği kadındır. Kadın ona hakiki bir annenin göstereceği ihtimamı göstermiş, Ahmet Arif de onu çok sevmiştir.   Ahmet Arif’in asıl adı Ahmet Önal’dır.  İlkokulu, kaymakam olan babasının görevi vesilesiyle Harran’da bitirmiş,  daha sonra girdiği devlet parasız yatılılık sınavlarını kazanarak, ortaokulu ve liseyi Afyon’da, Afyon Lisesi’nde okumuştur. O yıllar genç cumhuriyetin emekleme yıllarıdır. Çağdaş anlamdaki okullaşmaya Osmanlılar döneminde önem verilmediğinden yurdun çok az yerinde lise vardır. Cumhuriyet kurulmuş, yeni bir devlet doğmuş; fakat yokluk yoksulluk çok ileri boyutlardadır. Afyon deyince burada bir parantez açmak durumundayım yine. Afyon Lisesi, iki cumhurbaşkanı, yüzlerce milletvekili, bürokrat yetiştirmiş bozkırda bir çiçektir. Mesela Süleyman Demirel Isparta’nın İstanköy’ünden  çıkmış, cumhurbaşkanı olmuştur. Atatürk Cumhuriyet  nedir diyen sorana bir vatandaşa, cumhuriyet“adam olmaktır,”  demiştir ya. İşte tam da öyledir. Bir köy çocuğunun cumhurbaşkanı olmasının adıdır Cumhuriyet . Cumhuriyet yoksul Anadolu çocuklarını devlet parasız yatılı okullarda okutan sistemin adıdır. Afyon Lisesi’nden mezun biri daha var ki, devlet adamlığı ve dürüstlüğü ile gerçek bir devlet adamının, gerçek bir yurtseverin nasıl olması gerektiğinin örneğini veren kişidir O: Ahmet Necdet Sezer! Ahmet Arif tek şiir kitabı ile hiçbir şaire benzemeyen olağanüstü bir şairdir. O aşk şiirlerinin, özgürlüğün, mücadelenin, şiir sanatının şahikalarında olan bir şairdir. Onun çocukluk yılları, Cumhuriyetin çocukluk yıllarına tekabül eder. Bu yıllar gerçekten çok zor yıllardır, yani yokluk, yoksulluk yıllarıdır. Ahmet Arif, halk şiiri, divan şiiri okumuş, Ahmet Muhip Dranas okumuş, Tanpınar, Yahya Kemal okumuştur. İlk yazdığı şiirlerin bir bölümü ya bir kız arkadaşının ders defterinde (sahi ya benim ilk yazdığım şiirlerde kız arkadaşlarımın defterlerinin sayfalarında kalmıştı) diğer bölümü poliste. Onun 33 Kurşun adlı muhteşem şiiri, liseyi bitirdiği yıl yazdığı olağanüstü bir şiirdir: Ne demekte Ahmet Arif bu şiirin bir bölümünde? “…Bu dağ Mengene dağıdır Tanyeri atanda Van’da Bu dağ Nemrut yavrusudur Tanyeri atanda Nemruda karşı Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur Bir yanın seccade Acem mülküdür Doruklarda buzulların salkımı Firarı güvercinler su başlarında Ve karaca sürüsü, Keklik takımı…” Şiir, Zülfü Livaneli tarafından bestelenerek seslendirilmiştir. Bundan başka onun şiirlerini,   Ahmet Kaya, Cem Karaca, Funda Arar, Fikret Kızılok… seslendirmişler, şiirler yeni yepyeni bir ruh kazanmıştır .   Ahmet Arif üniversiteyi DTCF ‘de okumak için Ankara’ya gider. Fakat ekonomik sıkıntılar sebebiyle okulu yarıda bırakmak zorunda kalır ve Merkez Bankasında işe başlar. O polisle, gözaltı ile arkadaşlarından birisinin bir şiirini çoğaltıp polise vermesiyle tanışmıştır. Daha ilk tanışmasında günlerce işkence görür. Hatta işkenceciler öldü diye yol kenarına bırakıvermişler   gecenin bir saatinde. Sabah çöp toplayan temizlik görevlileri tarafından bulunup hastaneye kaldırılır. O kadar yoğun işkence görmüştür ki, bir haftada anca kendine gelebilmiştir. Artık polis onu mimlemiştir,  o bir komünisttir, vatan için tehlikelidir(!)  Gözleri üstündedir, fakat bir açığını, bir eksiğini bulamazlar. Bulamazlar, bulamamasına da TKP’ye üye olmak suçlamasıyla tekrar gözaltına alarak trenle İstanbul’a götürürler. İstanbul’da yurtseverlerin tabutluk dedikleri ünlü Sansaryan   Han’da dört ay işkence görür. Ahmet Arif geçirdiği günlerin sayısını bir kibrit çöpü ile duvara işaretleyerek hesaplamıştır, geçen günlerini. Onun hesabına göre 128 gündür. Ve o kadar ağır işkenceler görmüştür ki, artık dayanmak imkânsız bir hal almaya başlamıştır, akli melekelerini kaybetmek üzeredir, yani tabiri caizse kafayı yemek üzeredir. Böyle anılmak, Ahmet Arif için felaket bir şeydir, diyeceklerdir ki, “Ahmet Arif işkenceye dayanamamış da kafayı yemiş!” Aklını kaybetmek onun için ölümden beter bir şeydir, öte yandan işkenceler de dayanılacak gibi değildir ve kararını verir; intihar edecektir. Zeminden söktüğü seramik parçasıyla damarını keserek intihar girişiminde bulunur. O yıllarda bu tabutlukta işkence gören başka aydınlarımız da olmuştur. Mesela Nazım Hikmet, Atila İlhan, Aziz Nesin… Bu tabutlukta işkence gören yurtseverlerin çığlıkları Sirkeci’den ta İstanbul’a oradan bütün ülkeye yayılmıştır. Eli kanlı işkenceciler namussuzluğunuzda yok olun ! İşkenceler devam ederken memleketten bir telgraf gelir, telgrafta “baban öldü, cenazesi de ortada kaldı,” diye yazmaktadır. Bu acı, gördüğü işkencelerden çok daha acı gelir şaire. Bunun üzerine:   “Haberin var mı taş duvar? Demir kapı, kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğruna ölümlere gidip geldiğim, Zulamdaki mahzun resim, Haberin var mı? Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş, Karanfil kokuyor cigaram Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...” Aslında   babası ölmemiştir, bu da işkencenin bir başka şeklidir. İşkencecilerden biri ona, “baban ölmedi, biz senin tepkini öğrenmek için yaptık bunu,” demiştir. Ahmet Arif’e sormuşlar, “kimin hasretinden prangaları eskittin?”  O bu sorunun yanıtını hiçbir zaman vermemiştir. Bu sorunun yanıtı o öldükten sonra ortaya çıkmıştır.  Uğruna muhteşem dizeler yazılan kadın, Romancı Leyla Erbil’dir . Şimdi konuyu biraz kişileştirip soralım: Böyle bir aşk hangi kadına nasip olmuştur , diye soralım? Türk şiirinin en güçlü sesi Ahmet Arif’e ilham veren kadın, bu muhteşem dizelerin doğmasına vesile olan Leyla Erbil, ben bir yurttaş olarak size teşekkür ederim... Ahmet Arif Leyla Erbil aşkı böyle sessizce, derinden ilerleyip giderken iki edebiyatçının ürünlerine ilham olmaya devam eder. Arada gidip gelen mektuplar ve üretilen şiirler, romanlar… Bir gün Leyla Erbil, Ahmet Arif’e hiçbir şey söylemeden, hiçbir bilgi vermeden yurtdışına gider ve bu gidiş bu kutsal aşkın sonu olur, bir daha ne yazışır ne görüşürler. Ahmet Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektuplar sonradan kitaplaştırılır. Fakat Leyla Erbil’in yazdığı mektuplar, Ahmet Arif’in arşivciliği olmadığından gün yüzüne çıkmamıştır…   Ahmet Arif, Leyla Erbil’den sonra Tiyatrocu Aynur Hanım’la tanışır, ikili birbirlerine aşık olur. Bu aşk zaman içinde olgunlaşır, evlilikle noktalanır. Çiftin bu evlilikten bir oğulları dünyaya gelir, adını Filinta koyarlar. Filinta, heykeltraş Filinta Önal’dır. Ahmet Arif’in şiirlerinde çok güçlü imgeler, çok derin anlamlar vardır. Dizeler şiirin geneline bir ahenk içinde yerleşmiş olduğunu ve her dizede, her sözcükte titiz bir işçilik olduğunu görürüz. Mesela: “Seni anlatabilmek seni, İyi çocuklara, kahramanlara.” “Yokluğun cehennemin öbür adıdır!” “Karanfil kokuyor cıgaram,” “Demir kapı, kör pencere!” “Beşikler vermişim Nuh’a, Salıncaklar, hamaklar, Havva anan dünkü çocuk sayılır…”   Bu dizeleri açıklayabilmek, şairin tam manasıyla ne demek istediğini anlayabilmek için buna ne beyin ne yürek yeter! Her bir dize dolu başaklar gibi, dalları yemiş yüklü meyveler gibidir. Heykeltraş oğlu Filinta Önal, babası Ahmet Arif’i anlatırken der ki, "şiirleri onu çok yoruyordu, o, şiiri önce aklına yazar, günlerce, aylarca bu dizelerle yaşar, dizelerle konuşurdu,”  demektedir mealen. İşte buna sebep Ahmet Arif’tir o, işte ona sebep yenilerini yazmaya yüreği yetmez, işte ona sebep ömrü yetmez yenilerini yazmaya. Koca şair arkasında sadece 27 şiir bırakabilmiştir ancak! Ahmet Arif, 2 Haziran 1991 yılında Ankara’da geçirdiği bir kalp krizi sonucunda aramızdan ayrılmıştır. O Türkçe’nin en güçlü şairlerinden biridir. “ Hasretinden Prangalar Eskittim,” adlı eseri Almanca ’ya, Fransızca ’ya, Çekçe ’ye, Felemenkçe ’ye, İsveççe ’ye… çevrilmiştir . Ahmet Arif, doğup büyüdüğü toprakların kültürünü, şiire yansıtmış, şiirlerini çok içten bir dille yazmıştır. Onun şiirlerinin mihenk taşını Anadolu insanın yaşam tarzı ve gelenekleri oluşturur. Ahmet Arif nasıl öleceğini bilmiş olmalı ki, şöyle der: “Ölüm bu, Fukara ölümü, Geldim gidiyorum demez. Ya bir kuşluk vakti, Ya akşam üstü Ya da seher mahmurlukta, Bakarsın ölmüş olacak…” Şiirini hakikat edercesine 2 Haziran 1991 yılında Ankara’da kalp krizi neticesinde aramızdan ayrılmıştır. Ruhu şat olsun, anısı, devrimci duruşu, mücadelesi önünde saygı ile eğilirim…

  • Şiirimizin Uç Beyi

    *İLHAN BERK Nurten B. AKSOY * Şiirleri ve yaşantısı ile şiirin en ucunda duran, anlamı tamamen şiirden atan ve Behçet Necatigil’in deyişiyle “Şiirimizin Uç Beyi” bir şairi, İlhan Berk’i anlatacağız yaşam öyküsü ve şiirleriyle… “Duru göllere” benzettiği annesi İlhan Berk için çok önemlidir, ona göre “anne demek hayat demektir” ve annesiz hayatı düşünemez. Babasını ise “çok döllü, kaba” olarak tanımlar, babasını çok hatırlamadığını söyler. Ama aynı zamanda çocukluk demek “baba” demektir onun için. Yani İlhan Berk’in hatırlayabildiği bir çocukluğu da hiç olmamıştır; “babam olmadı, ben baba nedir bilmiyorum demek yerine çocukluğum olmadı benim” der. Orta öğrenimini doğduğu şehirde tamamlayan şairimizin şiire ilk ilgisi ortaokul yıllarında başlar. Aşık olduğu bir kıza şiirler yazar sürekli. O sıralarda bir yandan da dergileri takip eder ve Muhit Dergisi’nde yayınlanan Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar” şiirine hayran olur ve şiirden çok etkilenir. Öğrencilik yıllarında bol bol kitaplığa gider ve okur, okur, okur… Bir Kıyı Kahvesinde Adaçaylarımızı söylemiş miydik? Üç kişi bir köşede oturmuş ağ yamıyordu. Kimimiz aznif oynuyor, cıgara üstüne cıgara Yakıyordu kimimiz. Sanki dünya durmuştu Öyle dalmış gitmiştik. Kendi kendimizdik. Bir sürü kırlangıç dışarda camlara vuruyordu. Birden bir ses, yüzüne karışmış bıyıkları, Deniz çekildi, dedi. Hepimize tutup Denizde gezdirdiği gözlerini. Büyük Bir boşluk bırakıp sonra da arkasında Kalktı. Biz işte o zaman gördük onu Ve çekilen denizi. O zaman çıktık kendimizden. Dışarıda bir dilim ekmek gibiydi gök İhan Berk, ilk şiirlerini 1935 yılında Manisa Halkevi’nin dergisi Uyanış'ta yayımlamaya başlar. 19 yaşındayken “Güneşi Yakanların Selâmı” adıyla kitaplaştırdığı bu şiirlerinde “hece vezni” kullanır ve o dönemin şiir anlayışına özgü bir karamsarlık taşır hep. Balıkesir Necatibey İlköğretmen Okulunu ve Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü’nü bitirdikten sonra çeşitli şehirlerde öğretmenlik yapmaya başlar. Ama kafasında iyi bir öğretmen olup olmadığına dair soru işaretleri vardır sürekli. Genelde de iyi bir öğretmen olmadığını düşünür ve istifa eder. 1940’lara doğru Yeni Edebiyat anlayışı içinde yer alır. Uyanı, Ses, Yığın, Yeryüzü, Kaynak gibi dergilerde yazar yıllar boyu. Türk şiirinin en deneyci şairlerinden biri olan İlhan Berk, sürekli yatak değiştirerek, ama kendi kurallarına hep bağlı kalarak şiirini günümüze kadar eskitmeden getirmeyi başarmış bir şairdir. 1956 yılından itibaren on üç yıl boyunca Ankara’da Ziraat Bankasının Yayın Bürosu’nda çevirmenlik yapar ve modern dünya şiirinin iki büyük şairi sayılan Arthur Rimbaud ve Ezra Pound’un şiirlerini çevirerek kitaplaştırır. Bundan sonra kendini tamamen yazıya verir. “Kül” adlı kitabıyla 1979 yılında Türk Dil Kurumu ve “İstanbul” kitabı ile de 1980 yılında Behçet Necatigil Şiir Ödüllerini kazanır. Güneşi Yakanların Selâmı Bir zevk duyulmaz oldu, buranın rüzgarlarından Hayat soldu bir günün enginlerinde yine. Selam! Sonsuzların yorgun gönüllerine Selam: Güneşi içen çocukların diyarından! … Bir ateş yakalım ki geçmesin hatta bir an Ve sussun kurtlar, kuşlar bir gök gürültüsüyle; Bir ateş yakalım ki tutuşsun gökler bile Ve güneş içilsin o gün, kızıl çanaklardan! … Varsın eskisin sesim, kaybetsin ahengini Geceler kıskanmasın aydınlığa süsünü. Donatsın sonsuzluklar gibi gurubun rengini Söylesin ve uzaklar baharın türküsünü… Neler neler beklenmez nihayetsiz bir yerden Güneşi içelim mor şafaklar gecesinden. Selam! Sonsuzluklara, hasretli gönüllerden, Selam, güneşi, göğü yakanlar bahçesinden! … Ressamca şiir yazar, şairce resim yapar İlhan Berk… Resimleri sorulduğunda; “Benim tavrım bir ressam tavrı değil, bir şair tavrı. Şiirle bir ilgi kurmaya kalkarsak, şiir gibi bir ‘anlık’tan söz etmeliyim: Bir yaprak düşer gibi düşer bir dize bende; resim de öyle” der… Hayatında şiirle resim hep iç içedir, buna bağlı olarak da şiirlerinde sadece anlam değil, sözcükler ve harflerle oluşturduğu görselliğin de peşinde koşmuştur sanatçı. Yaşamını şiire adayan İlhan Berk, on dokuz yaşında başladığı şiir hayatını ve yazarak doldurduğu yaşamını büyük bir usta olarak doksan yaşında tamamlamış 2008 yılı Ağustos ayında Bodrum’da yaşama veda etmiştir. Ayhan Bozkurt’un anılarından dinleyelim şairimizi: “İlhan Berk Seyyah”. Ben böyle demeyi tercih ederim Türkçe şiirin bu büyük ustasının ismini. Sokağa adımını atar atmaz şiir başlardı onun için. Nesnelerin dünyasından şiir çıkarırdı. Sadece nesnelerin demeyelim, canlıların, bitkilerin dünyasını da ekleyelim. Bir seyyahtı o… Bir şiir değil, birçok şiir çıkarırdı gördüğü nesnelerden. Bakın bir şiirinde şöyle diyor: “Bak­tım bir kaplumbağa suya uzanamıyordu suyu biraz öne çektim” Yağmurlu bir sabah Bodrumdaki evinde buluştuk… “Hoş geldin” dedi gökyüzüne bakarak; “yağmur getirdin gelirken…” Sohbetimize başlamadan önce beni çalışma odasına oturttu: “Sana yarım saat zaman, ben çıkıyorum, ne yaparsan yap” dedi ve çıktı odadan. Oturdum masaya, yeni bir şiire başlıyor olacak, yazılı kağıtlar duruyordu. Bir de “Dün dağlarda dolaştım evde yoktum” isimli kitabı. İlhan Berk, resim yapardı. Abartmıyorum masanın üzerinde belki de yüzlerce kara kalem çizgi çalışmaları duruyordu. Bir sanatçının çalışma odası ne kadar enteresan olur, bilemem ama İlhan Berk’in odası şiir gibiydi… Yarım saat sonra çıktım odadan. Salonda beni bekliyordu. “Hazır mısın?” dedi. Ben oturacağımızı düşünürken o, dışarı çıkacağımızı söyledi. Çıktık. Yürümeye başladık. Bodrum’un yüksek yerlerinde yürüyoruz. Dinlenme yok, ben sorumu soruyorum, o yanıtlıyor. Şiir ve şairi konuşuyoruz… Cehennemden bahsediyor, acılardan söz ediyor. İçimde Bodrum’un, denizin, doğanın kokusu var. O, acıları ve kahrı anlatıyor. Yorulmuşum yürümekten… Söze giriyorum, espri olsun, bir parça gülümseyelim istiyorum. “Biz de…” diyorum, yürüdüğümüzü kastederek “Şey gibi oldu, dün dağlarda dolaştım evde yoktum hesabı olduk.” Üstüne gülüyorum bir de… O an sessizliği fark ediyorum. Ortam buz gibi oluyor. “Ben espri olsun diye…” Sözüm yarım kalıyor. “Seni saygıya davet ediyorum!” diyor sert bir ses tonuyla, “Saygısızlık etme.” Susuyorum, gözlerim doluyor… Bir süre sessizce yürüyoruz. Yağmur çok az yağıyor artık. “Yağmur dinmek üzere” diyor; “şuradaki kafeye oturalım.” Peki, diyorum, oturalım… Zaten sırılsıklam olmuşum ağlamaktan… 29.08.2020 maviADA Sayfasında ziyaretçi; 162, beğeni 7 , yorum 0, İnternette : 296 ziyaretçi

  • Akşam Kızıllığının ve Yalnızlığın Şairi

    Ahmet Haşim * Nurten B. AKSOY * "Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…” Dizelerini hemen hemen bilmeyen yok gibidir. Kimimiz şiiri çok sevdiğimizden, kimimiz lise edebiyat derslerinden, kimimiz de şairini bilmesek bile birilerinden duyduğumuz için biliriz bu dizeleri. Bazen merdivenli bir yolun başında, bazen de artık yaşlandığımızı hissettiğimizde dolanıverir dilimize bu dizeler. Aslında pek çok şiirini bildiğimiz; ama kendisini çok da iyi tanımadığımız Ahmet Haşim’i tanıtalım istedik sizlere. Şairsiz Dünya Şairdir şiiri anlatan Şairdir seni tanıyan Şairdir duyguları yaşayan Şairdir size bakan… Türk Edebiyatında, sembolizm akımının en güçlü şairlerinden olan Ahmet Haşim, 1884’te Bağdat’ta dünyaya gelir. Babası Ahmet Hikmet Bey; annesi ise Sara Hanım’dır. Bağdat’ın ileri gelen ailelerinden olan Ahmet Haşim’in çocukluk yılları, babasının kaymakamlık görevi yüzünden şehir şehir dolaşarak geçer ve bu nedenle düzenli bir okul hayatı olmaz. Ağaç Gün bitti, ağaçta neş’e söndü. Yaprak âteş oldu, kuş da yâkut. Yaprakla kuşun parıltısından Havzın suyu erguvâna döndü... 1893 yılında, daha ufak bir çocukken çok sevdiği annesi verem hastalığından vefat edince Haşim, derin bir yalnızlığa düşer. Çocuk ruhunda derin etki yapan bu olay Ahmet Haşim’in tüm hayatına ve şiirlerine yansır. Bir Günün Sonunda Arzu Yorgun gözümün halkalarında Güller gibi fecr oldu nümâyan, Güller gibi… sonsuz, iri güller Güller ki kamıştan daha nâlan; Gün doğdu yazık arkalarında! Altın kulelerden yine kuşlar Tekrarını ömrün eder ilan. Kuşlar mıdır onlar ki her akşam Âlemlerimizden sefer eyler? Akşam, yine akşam, yine akşam… 1896 yılında babası Arif Hikmet Bey, oğlunun eğitimini düzene sokmak amacıyla İstanbul’a yerleşir. Ancak İstanbul’da yeni bir okula ve hayata başlayan Haşim’in yanından mutsuzluk ayrılmaz. Bağdat’ta doğup büyüyen Haşim, İstanbul’a geldiğinde sadece Arapça biliyordu ve Türkçe bilmemesi onun yalnızlığını ve çekingenliğini daha da arttırır. Bülbül Bir gamlı hazânın seherinde, Isrâra ne hâcet yine bülbül? Bil, kalbimizin bahçelerinde, Cân verdi senin söylediğin gül. Savrulmada gül şimdi havada, Gün doğmada bir başka ziyâda. Hâşim, İstanbul’da bir müddet mahalle mektebinde okuyup Türkçe öğrenmeye başladıktan sonra 1897’de Galatasaray Sultanîsi’nde yatılı olarak eğitimine devam eder. Hâşim’in sanat ve edebiyata ilgisi de bu okulda başlar. Havuz Akşam yine toplandı derinde… Canan gülüyor eski yerinde Canan ki gündüzleri gelmez Akşam görünür havz üzerinde, Meh-tab kemer taze belinde Üstünde sema gizli bir örtü Yıldızlar onun güldür, elinde… Annesini kaybetmesinden birkaç yıl sonra dilini, geleneklerini, insanlarını hiç tanımadığı bir şehirde ve yeni bir okulda yatılı okuyor olmasının verdiği hüzün onu iyice içine kapanık yapar. Üstelik okul arkadaşlarının yeni öğrendiği Türkçesi ve Fransızcasının telaffuzuyla alay ederek ve “Arap Haşim” diyerek yabancılığını yüzüne vurmaları da cabası olur. Karanfil Yârin dudağından getirilmiş Bir katre alevdir bu karanfil, Ruhum acısından bunu bildi. Düştükçe vurulmuş gibi, yer yer Kızgın kokusundan kelebekler, Gönlüm ona pervane kesildi. Galatasaray’da okurken derslerine giren ve şiirlerinde etkisi görülen hocası Tevfik Fikret ve onun dahil olduğu Servet-i Fünun akımından hoşlanmadığı için onu kötüleyen yazılar yazar. Ama yazdığı olumsuz birçok yazısının ardından kendisine aynı şekilde karşılık verilmediği için “Bu kusurum (dedikodu) için kendimi müdafaa kuvveti artık bende yok” diyerek özür mektupları yollar. Karanlık Aşkın bu karanlık gecesinde Bülbül yine vahşi müterennim Mecnûn’u terk etti mi Leylâ? Vahşî sesi firkat sesi sandım. Aşkın bu karanlık gecesinde, Hicrânımı duydum, seni andım, Firkâtzede bülbül gibi yandım (müterennim: güzel sesle şarkı söyleyen, firkat: ayrılık, hicran: ayrılık ) Ahmet Haşim, henüz on beş yaşında iken “Leyâl-i Aşkım” adında ilk şiirini yazar. Ardından şiirlerin devamı gelir ve dergilerde yayımlanmaya başlar şiirleri. Şair bu yıllarda Cenap Şahabettin ve Tevfik Fikret gibi edebiyatımızın önemli isimlerinin yanı sıra son sınıfta iken Fransız şiirini ve sembolistleri okuyup tanımaya başlar. Parıltı Ateş gibi bir nehir akıyordu Ruhumla o ruhun arasından Bahsetti derinden ona halim Aşkın bu unutulmaz yarasından. Vurdukça bu nehrin ona aksi Kaçtım o bakıştan, o dudaktan Baktım ona sessizce uzaktan Vurdukça bu aşkın ona aksi… II.Abdülhamit’in devrilip 1908 Anayasasının ilanından sonra, Servet-i Fünun dergisinin çevresinde toplanan gençlerin kurduğu Fecr-i Âti topluluğu, en fazla “Fransız sembolizmi” üzerinde çalışarak; “Edebiyatı ideolojinin değil, estetiğin emrine vermek” ilkesini benimseyen Ahmet Haşim gibi büyük bir şairin doğmasına olanak hazırlar. Şafakta Dönsek mi bu aşkın şafağından Gitsek mi ekâlîm-i leyâle? Bizden daha evvel erişenler Ağlar bugün evvelki hayâle. Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek Düştüyse gönüller bu melâle? Bir eldir ufuklardan uzanmış Zulmet bizi çekmekte visale… (ekâlîm-i leyâl: gece iklimleri, melal: keder, üzüntü, zulmet: karanlık, visal: kavuşmak) Okul sonrasında Ahmet Haşim, bir süre memurluk yapar. Bir yandan da Mekteb-i Hukuk’ta eğitimine devam eder. Daha sonra Fransızca öğretmenliğine atanınca memurluktan ayrılır ve hukuk eğitimini de sonlandırır. Tamamıyla edebiyata yoğunlaşan Ahmet Haşim, bu dönemde siyasetten de bir hayli uzak durur. Birinci Dünya Savaşının baş gösterdiği yıllarda yedek subay olarak görev yapar. Süvâri Şu bakır zirvelerin ardından Bir süvârî geliyor kan rengi. Başlıyor şimdi melûl akşamda 1911’de yayınlanan Göl Saatleri adlı kitabıyla haklı bir şöhret kazanan Ahmet Haşim, Fecr-i Atî topluluğu dağıldıktan sonra her türlü siyasî ve edebî akımın dışında kalıp, kendine özgü bir şiir ve nesir anlayışının tek temsilcisi olarak sanat hayatına devam eder. Tahattur Bir Acem bahçesi, bir seccâde, Dolduran havzı ateşten bâde… Ne kadar gamlı bu akşam vakti… Bakışın benzemiyor mu’tade. Gök yeşil, yer sarı, mercân dallar, Dalmış üstündeki kuşlar yâda; Bize bir zevk-i tahattur kaldı Bu sönen, gölgelenen dünyâda! (bade: şarap, mutâd: her zamanki, zevk-i tahattur: hatırlama zevki) Bu arada böbreklerinden rahatsız olan Ahmet Haşim, hastalığının iyice ilerlemesi üzerine 1932 yılında tedavi için Frankfurt’a gider ve buradaki anılarını Milliyet gazetesinde yayımlar. Bir müddet sonra tedavisini yarıda bırakarak Türkiye’ye geri döner. Gazetede çıkan yazılarını “Frankfurt Seyahatnamesi” adı ile kitap haline getirir. Kendisini “Şairlerin en garibi” olarak adlandıran Ahmet Haşim 4 Haziran 1933'te dünyaya veda eder. Yarı Yol Nasıl istersen öyle dinle, bakın: Dalların zirvesindeyiz ancak, Yarı yoldan ziyâde yerden uzak, Yarı yoldan ziyâde mâha yakın. (mah: ay) Ahmet Haşim’in şiiri adeta bir tablo gibidir. Karamsarlık ve yalnızlık onun vazgeçilmez temalarıdır ve Haşim, bu temaları sonbahar ve akşam kızıllığı gibi çeşitli simgelerle şiirlerine yerleştirmiştir. Bu nedenle onun şiirinde ahenk büyük bir öneme sahiptir. Bir Yaz Gecesi Hatırası İşveyle, fısıltıyla, gülüşle Olmuş şeb-i sevda yine bî-hâb Oklar gibi saplanmada kalbe Düştükçe semadan yere mehtap… Buseyle kilitlenmiş ağızlar Gözler neler eyler neler işrap! … Uçmakta bu ateşli havada Vuslat demi bir kuş gibi bitap… (şeb-i sevda: sevda gecesi, bî-hâb: uykusuz, israp: üstü kapalı anlatma, vuslat: kavuşma, dem: an, bitap: yorgun) Haşim’in şiirlerinde hâkim olan duyguların başında çocukluk anıları, aşk ve tabiat gelir. En çok kullandığı zaman dilimi; güneşin batışı yani “gölgelerin suya inip, kuşların uykuya yattığı” vakittir. Ve o saatlerde dünyasını saran kızıllık en sevdiği renktir. Çocukluğunu Dicle kıyılarının romantik ve boğucu sıcak atmosferi içinde yalnız yaşayan şair, bir de çirkin olduğuna inandığı için yüzlerin, şekillerin üstünün gölgelerle örtüldüğü akşam saatlerini bu nedenle çok sever. Sonbahar Bir taraf bahçe, bir tarafta dere Gel uzan sevgilim benimle yere Suyu yakuta döndüren bu hazan Bizi gark eyliyor düşüncelere. Haşim’e göre kendisi “İri ve yağlı bedeni üzerinde duran koca kafası, kısacık boynu ve yüzündeki yara iziyle bir ucubeyi andıran, çirkin sesli zavallı bir adamdır” ve kendisinde zerre bulunmadığını düşündüğü güzellikten de bu nedenle nefret eder. Haşim bütün hayatını, anlaşılamamış olduğunu düşünerek ama inatla anlatmaktan vazgeçmeyerek yaşar. Kadınlarla ilişkisine gelince, şair kadınlardan ya korkup kaçmış ya da ani duygu kabarmalarıyla saldırgan bir hal almıştır. Evlenip bir yuva kurma hayalini hayatı boyunca taşıyan Haşim, güzel ve zengin bir kadınla evlenerek mutlu bir yuva kurmayı hayal etmiş; ancak, aşk hayatını “Beni sevenlerin hepsi güzel fakat züğürttü. Sevdiklerimin hepsi de zengin fakat bana kayıtsızdı. Hem zengin hem de bana ilgisi olan kızlar tanıyorum ki maalesef onlar da çirkinlerdi” sözü ile özetliyordu. Merdiven Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak… Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta, Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta… Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller; Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller, Sular mı yandı, neden tunca benziyor mermer? Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta, Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta… (muttasıl: sürekli, lisan-ı hafî: gizli dil) Divan Edebiyatı kültürünü de şiirinde kullanan Ahmet Haşim, faklı bir şiir yaratarak birçok şairi etkilemeyi başarmıştır. Şiir dışında yazdığı, gezi yazılarında, denemelerinde ve fıkralarında ise sade ve anlaşılır bir dil kullanmıştır. Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY * 04.06.2019

  • ŞEHİR

    πόλη * Konstantinos Kavafis * “Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim,” dedin, Bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet. Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; -bir ceset gibi- gömülü kalbim. Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, Boşuna bunca yıl tükettiğim ülkede.” Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın; Aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma- Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok. Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de. Konstantin KAVAFİS Konstantinos Kavafis Çağdaş Yunan şiirinin önde gelen isimlerinden biridir. Yaşam öyküsü 1863 baharında İskenderiye 'de doğdu. 1850 yılında Mısır 'a yerleşen İstanbul - Yeniköy kökenli Pedros Kavafis ile Harikleya Fotiyadi'nin dokuzuncu çocuğuydu. Kavafis 7 yaşındayken babasını kaybetti (1870). Babası arkasında eski günlerine nazaran pek bir şey bırakmadı. Aile 2 yıl sonra 1872'de Birleşik Krallık 'a gitti. Konstantinos, eğitimini burada sürdürdü. Babadan kalan şirket 1876 bunalımı sonrasında, erkek kardeşlerin de tecrübesizliğinin etkisiyle batınca aile 1880 yılında İskenderiye'ye geri döndü. Kavafis İstanbul 'da yaşadığı 1882-1885 yıllarında, Bizans ve Helen tarihini inceledi, demotiki olarak bilinen halk dilini burada tanıdı. İskenderiye'ye döndükten sonra Su İşleri Bakanlığı'nda uzun yıllar kâtiplik yapmış, İskenderiye Borsası'nda simsar olarak çalışmıştır. Ömrünün son yıllarında gırtlak kanserine yakalanan Kavafis 29 Nisan 1933'te İskenderiye'de yalnızlık içinde ölmüştür. İlk şiirleri 1903'te Yunanistan 'da yayımlandı. Bir yıl sonra 14 şiirden oluşan ilk kitabını çıkardı. 1907'de Nea Zoi (Yeni Hayat) adlı edebiyat dergisinin çevresinde toplanan genç sanatçılarla ilişki kurdu. 1910'da birinci kitabını 12 şiir ekleyerek yeniden yayımladı. 1911'den ölümüne dek şiirlerini dergilerde yayımlayan Kavafis'in 154 şiiri toplu olarak 1935'te yayımlanabildi. Bütün şiirleri 1963'te gün yüzü görebildi. En önemli şiirlerini 40 yaşından sonra yayımladığı için kendisini "yaşlılığın şairi" olarak nitelendirmiştir. Kavafis konularının çok büyük bir bölümünü tarihten almıştır. Onun asıl ilgi alanı olan Helenistik dönem ve Bizans, bir kahramanlar çağı değil, karmakarışık olaylar, nedensiz gibi görülen savaşlar, uydu krallıklar, sürgün edilmiş kukla krallar, politik dalgalar, kıskanç, tutkulu sanatçılar çağıdır. Doludizgin bir cinsellik bu örgünün dokusuna işlenmiştir. * Haziran 2.Hafta HAFTANIN ŞİİRİ 12.06.2022 maviADA sayfasında : 171 ziyaretçi , 4 Beğeni İNTERNET Raporu: 830 ziyaretçi

  • ŞAH HATAYİ

    ŞAH İSMAİL * Niyazi UYAR Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedrettin, Neşet Ertaş, Aşık Mahsuni Şerif ve Sabahat Akkiraz ile başladığım “Portreler” yazı dizisine Hatayi ile devam ediyorum. Eğitimli bir arkadaş grubuyla edebiyata, siyasete dair sohbet ediyorduk Salihli Öğretmenevinde. Konuştuklarımızın hepsini yazacak değilim; fakat bir konuyu yazmak zaruret haline geldi. Neden zaruret haline geldi, anlatınca göreceksiniz. Mekân Salihli Öğretmenevinin bahçesi, bilmem kaç asırlık çam ağaçlarının rüzgâr estikçe hışırdayan, hışırdarken yüreğimizi elimize veren büyülü bir manzaraya teslim etmiştik kendimizi. Konu nihayet benim yazın çalışmalarıma gelmişti. Dördüncü kitabımın adının “Türkiye Yazıları" ana başlığıyla, denemeler, portreler alt başlığı olduğunu söyledikten sonra, şu an üstünde çalıştığım konu Şah Hatayi söylemiştim. Fakat ona dair yeterli kaynak olmadığından çalışmanın yavaş ilerlediğini söylemiştim. O kim dedi, kendini ağırdan satan anlı şanlı emekli edebiyatçı! Şah Hatayi mi dedim, o Şah İsmail’dir, dedim. Gerçekten öyle mi, ilk kez duyuyorum dedi. Çalışmamı bitirince ilk olarak kendisi ile paylaşacağımı söyleyip bir mecburiyetin içinde bulmuştum kendimi. Eğer bir eksiklik olursa; lütfen bağışlayın! Şah İsmail, Safeviliğin kurucusu Şeyh Safevi’nin altıncı kuşak torunudur. O Alevi- Bektaşi kültüründe hakikaten önemli bir yere sahiptir. Pir Sultan Abdal ile birlikte Alevilerin yedi ulu ozanından biridir. O, Hacı Bektaşi Veli’den sonra Anadolu Alevilerinin en yücelerinden biridir. Otuz yedi yıllık ömrüne sığdırdıkları bir efsaneden çok ötedir. Osmanlı’nın saray sofralarında Osmanlıca şiir okumak modadır, hatta anlaşılması imkânsız şiirler yazmak, bir ayrıcalık olarak kabul edilerek, takdire şayan bir meziyettir(!) İmparatorluğun resmi dili Arapça, Türklerin kullandığı dört alfabeden ve en uzun süre kullandığı alfabedir. Türkü okumak, aşıkların sesinde, sazının telindedir. Şu gerçeği unutmadan hemen yazayım, biliyor musunuz, bu aşıklar olmasaydı Anadolu’da Türkçe diye bir dil yaşıyor olur muydu? Millet olmanın vasıflarından belki en önemlisi, dil birliğidir. Peki bu aşıklar şiirlerini, deyişlerini Türkçe söylemeseydi, bugün ne ile karşılaşabileceğimizi hiç düşündük mü, bu aşıklara, minnet borçluyuz. İşte Şah İsmail de onlardan biridir. Onun şiirleri duru Türkçedir, o Türkçe şiirler yazan Yüce bir Türk hakanıdır. Yazık ki tarih onu bize Türk’ten öte bir hain olarak belletti ne acı, ne fena! Türkü okumak, aşıkların sesinde, sazının telindedir. Şu gerçeği unutmadan hemen yazayım, biliyor musunuz, bu aşıklar olmasaydı Anadolu’da Türkçe diye bir dil yaşıyor olur muydu? Millet olmanın vasıflarından belki en önemlisi, dil birliğidir. Peki bu aşıklar şiirlerini, deyişlerini Türkçe söylemeseydi, bugün ne ile karşılaşabileceğimizi hiç düşündük mü, bu aşıklara, minnet borçluyuz. İşte Şah İsmail de onlardan biridir. Onun şiirleri duru Türkçedir, o Türkçe şiirler yazan Yüce bir Türk hakanıdır. Yazık ki tarih onu bize Türk’ten öte bir hain olarak belletti ne acı, ne fena! Alevi Bektaşi cemlerinde onun deyişleri, demleri, nefesleri on altıncı yüzyıldan beri aşkla söylenmektedir. Onun Alevilerin gönlünde kazandığı zafer hakikaten çok yücedir. O, on üç yaşında Safevilerin başına geçmiş, şiirleriyle Anadolu’daki Türkmenlerin gönlünde taht kurmuş hakikatli bir Türk hakanıdır. İşin acı tarafı Bir Türk devleti olan Osmanlı İmparatorluğunda; hatta yeni devlette gönüllerimizin baş tacı Cumhuriyette bile değeri anlatılmamış, anlatılmadığı gibi hain olarak genç beyinlere tanıtılmıştır; ne kadar acı değil mi? Yavuz ne kadar Türk’se, Şah İsmail o kadar Türk’tür desem yanlış söylemiş olurum belki! Irk temeline dayalı hiçbir anlayıştan yana değilim. Öyle bir hava vermişsem, lütfen affedin. Bir kere, Orhan Gazi’den sonra, Osmanlı padişahlarının annelerinin Türk olmadığını yazar kitaplar. Ben böyle bir tasniften ötürü hakikaten çok üzgünüm; fakat milliyet temelli bir anlayışı sabah akşam ısıtıp ısıtıp önümüze koyunca birileri, ben de böyle seviyesiz tartışmada kalem oynatmak mecburiyetinde kalıyorum. Beni tanıyan öğrencilerimin, arkadaşlarımın affına sığınırım. Şah Hatayi adını duyan her Alevi Bektaşi bir huşu içinde elini göğsüne götürür, sonra aynı huşu ile ona niyaz etmenin bir işareti olarak ellerini dudaklarına götürüp “kalbimde,” demenin ritüelini yapar . “Şah Hatayi’m özünü ırma, Gerçeklerden gönlünü kırma, Her Ademe sırrını verme, Ali’ye selman olasın!” Şah İsmail, tarih kitaplarında, tarih öğretmenlerinin anlattığı kadarıyla Osmanlı padişahı Yavuz’la Çaldıran Savaşı’ndan tanıdığımız bir Türk komutanıdır. O tarih kitaplarında, tarih öğretmenlerinin anlatımında bize hiç iyi anlatılmadı, ben bu tartışmayı bir kenara bırakıp Şah İsmail ile ilgili düşüncelerimi aktarmaya devam edeyim. Az önce dedim ya İmparatorluğun resmi dil Arapça iken Şah İsmail öz be öz Türkçe şiirler yazmıştır. Yine Osmanlı’nın saray sofralarında yapay dille şiirler yazan şairler korunup gözetilirken, kullandıkları dil Osmanlıcadır. Osmanlıca sadece yazı dilidir. Dünya dil ailelerine baktığımızda, Osmanlıca diye bir dil göremezsiniz. Osmanlıca nedir, o Türkçenin, Arapçanın, Farsçanın karışımı yapay bir dildir. Dil bir millete ait değil midir, tarihte Osmanlı diye bir millet var mıdır? Peki ne vardır, Osmanoğulları diye bir aile, peki bu ailenin adı Türk milletine ad olabilir mi? Alevi Bektaşi edebiyatında, sazın çok önemli bir yeri vardır. Saz veya bağlama, ağıtların, çekilen çilelerin yasıdır, dilidir. Aşık, halkın acısını sazının telinde, sesinde dile getirir. İnsan hayatında su ve hava ne ise, Saz da Alevi ve Bektaşi için odur. Cemlerde saz eşliğinde seslendirilen nefesler ruhtur, ibadettir. Sazı çalan aşık da dededir, o eski Türk Kültüründe OZAN, BAKSI, KAM, ŞAMAN neyse, Alevi Bektaşi kültüründe odur. O, cemlerde dedenin hemen yanında baş köşede oturur, o aynı zamanda dedenin yardımcısıdır. Şah İsmail’in 1486 yılında doğduğu söylenir. Babası Şeyh Cüneyt’in oğlu Şeyh Haydar’dır. Şeyh Haydar Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızı ile evlenmiştir. Söz arasında şunu da söylemek lazım. Akkoyunlu devleti de bir Türk devletidir, İran coğrafyasında hüküm sürmüştür. Şah İsmail, küçük yaşta babasız kalmıştır. Akkoyunlu devletinin taht kavgalarından ötürü ilk çocukluk yılları hep gizlenmekle geçmiştir. Bu kavgalarda Şah İsmail’e destek veren grup taht kavgalarından galip gelince cezaevinden çıkarılmış, fakat can güvenliğinden endişe eden dayısı Yakup Bey tarafından gizlice kaçırılarak önce Şiraz’a, sonra da Lahican’a gitmesi sağlanmıştır. O, Lahican’a geldiğinde henüz daha onlu yaşlardadır. Onlu yaşlar derken o, on üç yaşında Safevi devletinin başına geçmiştir. Lahican onun kendini bulmaya başladığı yerdir. Lahican adeta bir tarikat merkezi olmuş, sevenlerinin ziyaretgahı haline gelmiştir. Yazdığı şiirler elden ele, dile dolaşmıştır. Ancak her ölüm tehdidiyle yaşamıştır. Ona sebep şiirlerini Hatayi takma adıyla yazmıştır. İşte Şah İsmail, Şah Hatayi olarak efsaneleşmiştir. Şeyh Cüneyt, Şah İsmail’in dedesi olduğunu söylemiştik. O Türkmen aşiretleri arasında çok sevilen biridir. Kısa zamanda kendine bağlı binlerce müridi olmuş, taraftarlarının çoğalması Anadolu’daki aşiretleri, hatta Fatih’in babası 2. Murat’ı bile rahatsız etmiştir. O nedenle can güvenliği ve bir savaşın sebebi olmamak için oradan oraya gitmek zorunda kalmıştır. Akkoyunlu devleti kendine kucak açınca o topraklara yerleşmiştir. Şeyh Cüneyt bir savaşta okla öldürülünce yerine oğlu Şeyh Haydar geçmiş. Şeyh Haydar, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızı ile evlenmiştir. Yani Uzun Hasan Şah İsmail’in dedesidir. Şeyh Haydar bir silah ustasıdır. Top dökebilecek beceriye sahipken, top yerine müritlerinin kılıçlarını dövmüş, askerleri hep kılıçla savaşmıştır. Şah İsmail ile Yavuz arasındaki savaşta Şah İsmail’in askerleri kılıç kullanırken, Yavuz top ve ateşli silah kullanmaktan geri durmamıştır. Şah İsmail’in bu tavrı aynen Köroğlu’nun dediği gibidir, “Delik demir icat oldu, mertlik bozuldu!” Şah İsmail iyi eğitim görmüş, şiir yazmaya küçük yaşta başlamıştır. Şiirlerinde kullandığı arı, duru Türkçe sebebiyle Anadolu Alevileri tarafından dergahlarda, cemlerde aşkla söylenen nefesleri dilden dile, ağızdan ağıza yayılmıştır. Mesela, Sabahat Akkiraz’ın sesinden şu deyişi dinlemek ne güzeldir. “…Bugün dostlar bizde mehman Bugün canlar bizde mehman Hemi mehman, hemi de man Sen yardım et Şah-ı merdan Kırklar meydanına vardım “Gel beri, ey can”, dediler İzzet ile selam verdim “Gel, işte meydan”, dediler…” Bağlama ustası Arif Sağ’ın sesinden hala kanayan bir yaradır Kerbela, onun yasını dinlemek gerçekten insanın yüreğini acıtır: “…Bugün matem günü geldi Ah Hüseynim vah Hüseynim Senin derdin bağrım deldi Ah Hüseynim vah Hüseynim Şehit düşmüş Şah-ı Merdan Şah Hüseynim can Hüseynim Kerbela'nın önü düzdür Geceler bana gündüzdür Şah Kerbela'da yalnızdır Ah Hüseynim vah Hüseynim…” Bu ağıt hakikaten çok acıklıdır, Hazreti Muhammet’in sevgili torunu Hazreti Hüseyin ve beraberindeki yetmiş kişi, Muaviye’nin kan içici oğlu Yezit tarafından alçakça katledilmiştir. Önceki paragraflarda Şah Hatayi deyişlerinin Anadolu Alevileri tarafından dergahlarda, cemlerde aşkla söylendiğini ifade ederken, eksik söyledik. Onun deyişleri, Balkanlarda, Bulgaristan, Romanya, Tunus, Cezayir, Irak, İran, Azerbaycan… geniş bir coğrafyada söylenmektedir… Osmanlı yönetiminde Türklerin horlandığını söyleyenler vardır. Bu söylemin ırksal mı, mezhepsel mi olduğunu söylemek daha derin bir tarihi araştırmanın konusudur. Ancak topu taca atmadan Osmanlı’nın kimi şeyhülislamlarının ne düşündükleri, ne söyledikleri insan bunu da der mi dedirtiyor. Mesela, Ebu Suut, Anadolu’da Alevileri katledenin gazi, Alevilerce öldürülenin de şehit olacağını, kadınlarının, mallarının helal olduğunu söylemiştir. Osmanlı yönetiminde Türkler yalnızca savaş zamanında hatırlanarak askere çağrılırdı. İşte bu dönemde kendilerine değer veren onlara kucak açan Şah İsmail’e meyil vermiş ona koşmuşlar; fakat Osmanlı buna izin vermemiştir. Şah Hatayi, 1524 yılında 37 yaşında vefat etmiştir. O, derisi yüzülen Nesimi gibi, dara çekilen Pir Sultan Abdal gibi, Türk edebiyatının büyük ozanı Fuzuli gibi, deyişlerin nefeslerin ruhu Kul Himmet gibi adı saygı ile anılan ruhani bir liderdir. Tarafsız tarihçilerin(!) tahriki ile Şah İsmail’in Şah Hatayi olduğunu bilmeden ona beddua eden yüzlerce Alevi vardır belki. Tasavvuf edebiyatı ile ilgili az çok mürekkep yalayan, kulaktan dolma da olsa bazı bilgilere sahip olanlar vardır diye düşünüyorum. Tasavvufun, insanın kendi varlığından sıyrılarak, gerçek varlığa, Tanrı varlığına ulaşması olduğunu öğrenmiştik edebiyat derslerimizde. Tasavvuf, ruhu terbiye etmektir, dünyevi şeylere temayül etmemektir. Bugün Türkçe diye bir dil dinsel terminolojiye rağmen yaşıyorsa, kim ne derse desin, bunun gerçek kahramanları Alevi ozanların Türkçe çalıp söylemeleri olduğu gerçeğinin bir kez yazıp altını kalın çizgilerle çizip düşüncemizi somutlaştıralım: Mesela 16. Y.Y. en büyük şairi olarak kabul edilen Baki’den bir beyit: “Tîgin adem diyânna râșen tarîkdir A'dâ-yi dîni durma kiliętan geçir hemân!” Yani: Senin kılıcın ölüm ülkesine giden parlak, aydınlık bir yoldur; din düşmanlarını, durma, hemen kılıçtan geçir! (Kanuni Sultan Süleyman için diyor!) Bir de Taşlıcalı Yahya’dan bir beyit “Dâr-ı dünyâ delü gönlüm gibi vîrân olsa Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa” Yani: Dünyâ evi deli gönlüm gibi vîrân olsa; ne dünyâ olsa, ne can olsa, ne de ayrılık olsa. Aynı yüzyılda yaşamış, Şah Hatayi ve Pir Sultan Abdal’da örnekler: “Şah Hatayi'm ölmeyince, Tenim turap olmayınca, Dost dosttan ayrılmayınca, Dost kadrini bilmez imiş!” “Sarı tamburadır adım, Göklere ağar feryadım, Pîr Sultan'ımdır üstadım, Ben anın'çin inilerim!” Hangi şiirleri anladık diye sormamıza gerek var mı? Lütfen yanlış anlaşılmasın, bir edebiyat öğretmeni olarak ne Baki’yi ne Nedim’i ne Nefi’yi ne de Taşlıcalı Yahya’yı reddettiğim falan yok. Bu şairler de bizimdir; fakat kullandıkları dil budur, işte ben onu söylüyorum. Bu şairler saray sofralarında baş tacı edilirken, halk ozanları hakir görülmüştür. Hakir görülen şairinden öte kullandığı dil, bizim dilimizdir, halkın dilidir. Çaldıran Savaşı’nın galibi Yavuz’dur. Şah İsmail bu savaşta yenilmiştir. Fakat ordusu tamamen yok olmamıştır. Şah İsmail, Çaldıran’dan sonra 1524 yılında 37 yaşında genç yaşta iç kanamadan ölmüştür. Kurduğu devlet Alevilerin ilk ve son devletidir. İslam coğrafyasında başka Alevi devleti olmamıştır. Anadolu Türkmenleri kendini çok sevmiş, onu sığınacakları bir liman olarak görmüş, onun başarılarından tarifsiz kıvanç duymuşlardır. Fakat tekniğe, yenliğe açık olmayınca yenilgi kaçınılmaz olmuştur. Hiç topa, ateşli silahlara karşı kılıçla savaş olur mu? Safevi devletinin kurucusu son hakanı Şah İsmail’in askerleri, taraftarları ona gönülden bağlıdır. Yavuz’un ve Şah İsmail’in askerlerinin liderlerine bağlılıklarını karşılaştıran bir örnek şöyledir. Çaldıran Savaş’ında Yavuz’un askerleri savaş sırasından savaşın uzamasına sebep Yavuz'un otağını ok yağmuruna tutar. Bunun üzerine Padişah Yavuz, otağından çıkıp askerlerine, “Savaşmak istemeyen geri dönsün, karısının dizinin dibinde otursun, ben bir başıma savaşırım,” der ve kılıcını çekip atını Şah İsmail ordusunun üstüne sürer. Şah İsmail askerlerine dair anlatılan ise, savaşı kaybeden Şah İsmail ordusunu geri çekerken Yavuz’un askerleri onu yakalamak için ileri atılır. Şah İsmail sıkışmıştır, tam yakalanacağı sırada bir komutanı atını geri çevirip arkalarından gelen askerlerin üstüne sürer ve kendisinin Şah İsmail olduğunu söyler. Bu esnada Şah İsmail uzaklaşmış ölümden, esir düşmekten kurtulmuştur. İşte iki tarafın askerlerinin liderlerine bağlılık örneği. Diyeceksiniz ki, madem bu kadar bağlı da neden yenildi. Daha öncede ifade ettik. Bu savaşta Şah İsmail’in askerleri yalın kılıçla savaşırken, Yavuz’un askerleri ateşli silah ve top kullanmıştır. Yazımızın sonuna geldik. Özet geçecek olursak, 1-Şah İsmail Safevi devletinin ilk ve son başkanıdır, 2- Osmanlı İmparatorluğunun resmi dili Arapça iken o Türkçe şiirler söylemiştir. 3- O, Anadolu Alevilerinin Bektaşilerinin gönlüne taht kurmuş, çok sevilmiştir. 4- Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın torunudur. 5- 37 yıllık ömrüne üç eser sığdırmış, çalışkan bir devlet adamıdır. Eserleri: a) Şah Hatayi Divanı: Hatayi’nin en önemli eseridir. Alevilikle ilgili siyasi, tasavvufi konuları “gazel, kaside, kıt’a nazım biçimleri ile birlikte hece ölçünü kullandığı nefesler, demler yazmıştır. b) Nasihatname: Hatayi’nin dini konulardaki görüşlerini anlattığı öğüt mahiyetindeki 184 beyitlik küçük bir mesnevidir. c) Dehname: Azerbaycan edebiyatında mesnevi türünde yazdığı şiirdir. Şiirlerini seslendiren sanatçılarımızın başlıcaları: Sabahat Akkiraz, Arif Sağ, Hüseyin- Rıza Albayrak, Erkan Oğur, Nazlı Öksüz, Ali Ekber çiçek… daha onlarca sanatçı! Ruhu şad olsun, Türkçemizin yaşamasına, bugünlere ulaşmasına vesile olduğu için halk şairleri birlikte teşekkür ederiz! * 23.03.2023

  • Hasan Hüseyin Korkmazgil

    Nurten B. AKSOY * Hasan Hüseyin Korkmazgil * Nurten B. AKSOY dostum dostum güzel dostum bu ne beter çizgidir bu bu ne çıldırtan denge yaprak döker bir yanımız bir yanımız bahar bahçe Diyen, toplumcu-gerçekçi şiirin önde gelen temsilcilerinden, Hasan Hüseyin Korkmazgil 4 Mart 1927 tarihinde Sivas’ın Gürün ilçesinde doğar. Annesi Gülşan hanım, babası ise Nalbantoğlu Şükrü beydir. Birinci Dünya Savaşında, Kafkas Cephesi’nde, sonra da Ulusal Kurtuluş Savaşında görev alan Şükrü Bey’in İstiklal madalyası vardı ve Kurultay İlkokulu’nda hademelik yapıyordu. Ailenin yedi çocuğu içinde tek okuyan sadece Hasan Hüseyin’di. İlkokulu babasının hademelik yaptığı okulda okudu. Ortaokula gidemedi; Ziraat Bankası şubesinde getir götür işlerinde çalışmaya başladı. Çalıştığı bankanın müdürü Hasan Hüseyin’le yakından ilgilendi ve parasız yatılı okul sınavlarına girmesine önayak oldu. Hasan Hüseyin, sınavın yapıldığı Sivas’a komşularından ödünç alınan ayakkabıyla, 60 km yolu yürüyerek gitti ve sınavı kazandı; Niğde Ortaokulu ve sonra Adana Erkek Lisesi’nde okudu. Okulda Dünya Edebiyatı Klasikleri ile tanıştı. Bir yandan da şiir yazmaya başladı. Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirip Türkçe öğretmeni oldu. K.Maraş’ın Gökşin ilçesine öğretmen olarak atandı. Nâzım Hikmet şiirlerini okuduğu için ihbar edilince, 1951’deki TKP davasına dahil edildi. Üç yıla mahkûm oldu. Bütün kamu hakları elinden alındı. Elbistan ve Nevşehir cezaevlerinde yattı. Cezaevinden çıktıktan sonra ekmek parası kazanmak için İstanbul’a gitti. Bu kez askere alındı; üniversite mezunu olmasına rağmen 27 ay er olarak askerlik yaptı. AKARSUYA BIRAKILAN MEKTUP Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç Ağaçlar bükmesinler n’olursun boyunlarını Neden akşam oluyorum tren kalkınca Kırlangıçlar birdenbire çekip gidince Mendiller sallanınca neden tıkanıyorum Öyle çok acımasız ki, öyle birdenbire ki Az önceki çiçekler nasıl da diken diken Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç. O sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik, bitti O elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz Günler devlet alacağı, yıllar bir kadehçik buzlu rakı Oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı Kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı Nerde şimdi, nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç... Askerliği bitince baba ocağına döndü. Kahvelerde karakalem portre ressamlığı yaparak, tabela boyayarak ve okuryazar olmayan ailelerin askerlik mektuplarını yazarak geçimini sağladı. Askerliği bitince baba ocağına döndü. Bu arada şiirden hiç kopmadı. İlk şiiri 1959’da Dost dergisinde çıktı. Ayrıca yazdığı iki oyun da radyoda piyes oldu. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra, “Türkiye artık değişti” diyerek Ankara’ya yerleşti. Akis dergisinde düzeltmen/redaktör olarak çalıştı. Basın-İş Sendikası’nın genel sekreterliğini yaptı. DEMEDİM Kİ Bu kenti sevdim dedim Benim olsun demedim ki Sevdim dedimse akşam kızıllığını Gönlüm gibi akıp giden şu çayı Şu ormanı şu denizi şu dağı Benim olsun demedim ki Vuruldumsa gözlerinin gül bahçesine Yürek çizen şimşeklerse kaçamak bakışları İşte buna sevmek derler dedimse Çattımsa acıların en güzeline Yedirdimse uykuları o tatlı kuşa Benim olsun demedim ki Bu akşam kan kırmızı şarap istiyor canım Bu akşam dünyanın bütün şarkılarını Bu akşam dünyanın bütün özlemlerini Bu akşam beni yalnız bırakın Bu akşam yalnızca onu düşüneceğim Onu ve kendimi yalnızca... 1963 yılında Uşak’ta bir edebiyat öğretmeni ve Nâzım Hikmet hayranı olan Azime hanım, şiirlerini Nâzım’a çok benzettiği ve beğendiği Hasan Hüseyin’i tanımak, görmek için ani bir kararla Ankara’ya gitti; ama onu bulamadı ve mahzun Uşak’a döndü. Sonra mektuplar, mektuplar, mektuplar… Evli ve iki küçük çocuğu olan Azime hanım, tekrar Ankara’ya gitti ve bu sefer görüşebildiler. Ve anladılar ki birbirlerini çok seviyorlar. Zorlu ve uzun bir süreçte Azime hanım, ailesinin de onayını alarak eşinden boşandı ve Hasan Hüseyin’in yanına gitti. 1964 yılı Haziranı’nda evlendiler. Yirmi yıl, şairin ölümüne kadar çok mutlu oldular ve bu evlilikten “Bir Oğlum Olacak Adı Temmuz” şiirinde adı geçen Temmuz adlı oğulları dünyaya geldi. bir oğlum olacak adı temmuz uykusuz korkusuz beter mi beter ben beynimi satarak yaşıyorum o benden proleter bir oğlum olacak adı temmuz karataşın göbeğinde aşk karataşın göbeğinde barış karataş çatladı çatlayacak bende bitmeyen kavga onda yeniden başlayacak bir oğlum olacak adı temmuz öfkede benden fırtına sevgide deniz ne samanyollarının ulu kervanları susuzluğumun ne kutup şafaklarında tanrılaşması ilkelliğimin temmuz gibi sıcak ve bereketli temmuz gibi uçsuz bucaksız Bu yıllarda mizahi hikâyeleri de yayımlandı. “Kavel” adlı kitabı ile 1964 Yeditepe Şiir Armağanı’nı, “Kızılkuğu” ile TRT’nin 1970 Sanat Başarı Ödülü’nü, “Filizkıran Fırtınası” ile de 1981 Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü’nü ve Nevzat Üstün Şiir Ödülü’nü aldı. 1973 yılında çıkardığı “Acıyı Bal Eyledik” şiir kitabıyla daha da ünlendi. Şiirleri Nâzım Hikmet’in yazdıklarıyla karşılaştırıldı. Şair 1983’te evinde beyin kanaması geçirdi; bir yıl bitkisel hayatta yaşadı. Eşi Azime bir gün bile kocasının başından ayrılmadı. Ancak kurtarılamadı. 26 Şubat 1984’te evinde, yaşama gözlerini yumdu. FİLİZKIRAN FIRTINASI gün doğmadan başladı filizkıran fırtınası evler yemen türküsü sokaklar seferberlik öyle bir gariplik ki öyle bir tedirginlik yaz başında güz sonrası ayvalar çiçekteydi güller daha tomurcuk açıl demişti güneş açılmıştı kıraçta kış elmaları çözül demişti güneş çözülmüştü yılanlar karanlık odalarında dallarda yuvalar tüy kokuyordu düğün çiçekleri şenlikli gün doğmadan başladı filizkıran fırtınası ne dal kaldı ne tomurcuk yerden yere çaldı otları ağaçları insan yüzlü bir korkuluk üşüdüm dünyalarca baskın yemiş bir kent gibi üşüdüm sergen etti filizleri sapsarı bir karanlık bahardan kışa düştüm Aşağıdaki maviADA videolarında şairin dönem Türkiye'sini anlattığı "FİLİZKIRAN FIRTINASI" şiirini izleyebilirsiniz...

  • Hitit Duası

    Bu günlerde duaya çok ihtiyacımız var "Tanrım beni yavaşlat! Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir… Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele… Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver! Sinirlerimdeki ve kaslarımdaki gerginliği, derin belleğimde yaşayan akarsuların nağmeleriyle yıka, götür! Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol… Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, güzel bir yazıdan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret! Her gün bana kaplumbağa ile tavşanın masalını hatırlat. Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın kazanmadığını, yaşamda hızını arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim… Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla. Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır… -Albrecht DÜRER'in DUA EDEN ELLER tablosu- Beni yavaşlat Tanrım, ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru uzatmama yardım et. Yardım et ki, kaderimin yıldızına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim. Ve, hepsinden önemlisi… Tanrım, Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl, beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver!" Editörün Notu: Bu duayı internette yapacağınız küçük bir araştırmada bir çok kaynakta “Hitit Duası” başlığı altında bulabilirsiniz. Ancak aslı bu şekilde değil. Şiir Wilfred Arlan Peterson’a aittir. 1900-95 yılları arasında yaşamış, Michigan doğumlu, Amerikalı düşünür ve yazar. Bu arada kimi kaynaklar da Wilfred Arlan Peterson’un şiirini Hitit Duasından esinlenerek yazdığını iddia etmekte. Gerçeği bilmek zor. Duaya çok ihtiyacımız olan şu günlerde önemi de yok. *

  • ARKADAŞIM ERTAN SARIHAN

    Zeki SARIHAN * Düzenin emekçilerden yana değişmesini isteyen insanlar hangi sınıftan çıkar? İlk akla gelen sınıf işçi, köylü ve şehir küçük burjuvazisidir. Bu sınıfların içinde sınıf bilincine ulaşıp “Yeter artık! Sınıfımızı suyun başına geçirelim, üreten biz yöneten de biz olmalıyız. Bu zamana kadar zenginler için dönen çarkı tersine çevirelim” derler değil mi? Ama çoğu zaman öyle olmuyor. Burjuva ailelerinden de haksız ve insafsız düzen karşısında vicdanı sızlayan, bu nedenle emekçilerin yanına geçip onların haklarını kararlılıkla savunan, hatta hayatını bu mücadeleye vakfeden kişiler çıkar. Bilinçsizlikleri nedeniyle zalim ve sömürülerin safını seçen, hayatını sınıf atlamaya çalışmakla tüketen yoksulların tersine, toplumlarda böyle ters bir akıntı da vardır. Bunlara devrimci aydın denir. Aydınlar zaten bir sınıf değildirler. Bir aydın hangi sınıfa hizmet ediyorsa o sınıftan sayılır. Bilgisini, görgüsünü, fırçasını, sesini, kalemini burjuvazinin çıkarlarına odaklamış çok aydın vardır. Bunlar burjuvazi tarafından da rağbet görürler. Saraylara ve konaklara çağrılıp ağırlanırlar. Halil İnalcık’ın geçen yıl 3. basımı yapılan “Has-bağçede ‘ayş u tarab” adlı eserinde İran ve Türk devletlerinde şairlerin padişahlara sunduğu eserler karşılığında nasıl kese kese altınlara gark edildiklerini ve işret sofralarında marifetlerini nasıl ortaya döktüklerini anlatıyor. Siyasi tarihimize Kızıldere olayları olarak geçen katliamın 46. yılına ulaştık. 1960 sonrası yükselen devrimci bilincin ürünü 10 genç, idam cezasına çarptırılan Deniz Geçmiş ve arkadaşlarını kurtarmak için adeta köşeye sıkışmış bir arslan gibi Ünye’deki radar üssünde görevli dört yabancıyı kaçırıp Deniz Gezmişle bunları değiştirmeye karar vermişler. 12 Mart (1971) darbesinin Amerikancı faşist generalleri, bunları Niksar’ın Kızıldere köyünde topa tutarak imha etti. Bu gençlerden biri, akrabam ve arkadaşım Ertan’dı. 1965-1967 yıllarında Fatsa’da başlayan ve özelikle köylüleri aydınlatma ve mücadeleye katma çalışmasında birlikteydik. İkimizi de Fatsa’dan sürdüler. Ben güzel yurdumuzun başka yerlerinde öğretmenlik yapmaya devam ederken o işten ayrılmış Fatsa’da kendisini köylü mücadelesine vermişti. 30 Mart’ta öldürüldükleri zaman Mamak’ta hapisteydim. Başta akrabaları olmak üzere onu seven yüzlerce kişi her yıl 30 Mart vesilesiyle Fatsa gazetelerine toplu bir ilan verirdik. Bu yıl böyle bir ilan ihmal edildi. Onun yerine sevenleri adına bu yazıyı yazmaya karar verdim ve onunla ilgili daha önceki yazılarımdan farklı olarak şu konu üzerinde durmak istiyorum: EMEKÇİLERİN TARAFINI SEÇTİ Beyceli köyünde doğan Ertan’ın babası rüştiyede okumuş, 1930’larda Fatsa’da davavekilliği olmuş ve zamanın tek partisi CHP’nin de uzun yıllar başkanlığını yapmıştı. Fatsa eşrafındandı. Köyde bir parça fındık bahçeleri olmakla birlikte aile, gücünü politikadan alıyordu. Çok partili hayata geçtikten sonra da babası Lütfi amca bu gücünü korudu. Oğlu Ertan’a biçtikleri meslek hukukçuluktu. O dönemde üniversitelerde okumak ancak eşraf çocuklarına mahsustu ve bunlar okulu bitirip kendi kasaba ve şehirlerine dönerek doktorluk, avukatlık gibi işlere başlarlardı. İstanbul Hukuk Fakültesine yazılan Ertan, ikinci sınıfa kadar okudu ve herhalde benim öğretmen okulu öğrenciliğimde köy öğretmeni olmak için gösterdiğim acelecilik gibi okulu bıraktı. Fakat sonradan fark derslerini vererek öğretmen oldu. 1963’te Fatsa Fikir Kulübü’nün kurucularındandı. 1966’da benim yazıişleri müdürlüğünü üstlendiğim İleri Köy gazetesinin bu kulüp adına sahihliğini üstlendi. Ertan, o dönemin devrimci gençlerinin çoğunluğu gibi, düzenin bir parçası olmayı reddetti. İşçilerin ve köylülerin arasına karışarak onları uyarmayı ve örgütlemeyi seçti. Ertan’ın Fatsa’da rahat bir hayatı olabilirdi. Babasının mesleğine avukat olarak devam ettirmesi halinde milletvekili bile olabilirdi. Nitekim Fatsa’dan milletvekili olanlar, benzer ailelerin çocuklarıdır. Yaşasaydılar, hayata daha sonra nasıl ve ne olarak devam ederlerdi? Bu konuda hiçbir faraziye yürütülemez. Başta aynı soyadını taşıyanlar olmak üzere Fatsalılar Ertan’ı, alçakgönüllülüğü, güçlü iradesi, özverisi ile hatırlıyor ve seviyoruz. Gördüğü işkencelerin sonucu olarak cezaevinde hayatını kaybeden Belediye Başkanı Fikri Sönmez’in Fatsa’da sevildiği gibi. Faşizm böyle nice yiğitlerin hayatını aldı. Bir kısmını köşeye sıkıştırarak siyasi intihara sürükledi. Şimdi onların mezarlarında sevgi çiçekleri açıyor ama onların öldürülmesi emrini veren kaç kişinin ölüm yıldönümünde böyle yazılar yazılıyor? Adlarını bile hatırlayan yok! (30 Mart 2018) zekisarihan.com

  • Ünlülerden Kadın Şiirleri

    PASAKLI KONTES ... baktım gökte bir kırmızı bir uçak bol çelik bol yıldız bol insan bir gece sevgi duvarını aştık düştüğüm yer öyle açık seçik ki başucumda bir sen varsın bir de evren saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi yalnızlığım benim çoğul türkülerim ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi ... Can YÜCEL KADINLAR Kadındılar hep onlardan istendi Ağırdı kaldırdılar Taşlıydı, bırakılsa elleri Düşer kalırdılar. İtilmiş gündüzlerde Çoğu ancak gecelerde vardılar Çağrıldıkça geçici Fısıltılara kandılar. Onlar bütün yatışlardan Biraz korku biraz umut kalkardılar Dendi istemiyorum güçleriydi oysa Bütün yalnız kaldılar. İstenseydi ağrılı bir sütü Mutlu sevinçli sağardılar Dölsüz bir süre eğrelti yeşili Bakır sıcaklar geldi soldular Kıskançtılar, onurlu Baktılar başlar öne eğiliyor Hırçın atların terkisinde Yalçın dağlara kaçtılar. Behçet Necatigil KADINLAR Hepinizi öyle seviyorum ki. Siz türlü türlü milletlerin anneleri oluyorsunuz. Zevk uğruna çocuk doğuruyorsunuz. Asker olacaklarını, Karşı karşıya geçip birbirlerini vuracaklarını.. Meşhur olacaklarını.. Dâhi olacaklarını.. Şef olacaklarını düşünmeden Sevmek, gene sevmek için Çocuk doğuruyorsunuz. Her yaşta, hepinizi, Her yerinizi seviyorum sizin. Hep böyle bakmak, böyle duymak istiyorum. Bir elden cümlenizi sevmek, okşamak imkansız. Resim yapıyorlar, Şiir yazıyorlar.., Ses besteliyorlar sizin için. Saz çalıyorlar, İçki içiyor, sarhoş oluyorlar Sizin için, Sizin için.. Özdemir Asaf BÖLÜNEN KADINLAR kısık bir perdenin o gerçeği gösterdiğinden umutlu bir perdenin kısık yeri kadar incelen kadınlar dünya, nedir onlardaki yansın demir mi, ateş mi, belki cehennem pervaneler işte, renkli camlara çarpa çarpa hayal kanatlarını tükenen kadınlar Gülten Akın KADINLARIMIZIN YÜZLERİ Kadınlarımızın yüzü acılarımızın kitabıdır acılarımız, ayıplarımız ve döktüğümüz kan karabasanlar gibi çizer kadınların yüzünü. Ve sevinçlerimiz vurur gözlerine kadınların göllerde ışıyan seher vakitleri gibi. Hayallerimiz yüzlerindedir sevdiğimiz kadınların, görelim görmeyelim karşımızda dururlar gerçeğimize en yakın ve en uzak. Nazım Hikmet

  • İLHAN ERDOST

    Yusuf Aksoy * İlhan Erdost, 12 Eylül askeri darbesi sonrası 7 Kasım 1980’de Mamak Askeri Cezaevi’nde görevli ve yönlendirilmiş 4 er tarafından dövülerek, işkence yapılarak öldürülmüştür. Soruşturma neticesinde bu 4 erden birinin asker olmadığı o grubun içine görevlendirilen ülkü ocakları üyesi bir sivil olduğu belirlenmiştir. İlhan Erdost, ağabeyi Muzaffer Erdost’un 12 Mart 1971’de hapse girmesinin ardından Sol Yayınları ve Onur Yayınları’nın tüm sorumluluğunu üstlenmişti. Aydın ve yayıncı kimliği ile tanınan İlhan Erdost, ilkeli yaşamı ve cesur yayıncılığından dolayı güveni, saygıyı ve sevgiyi fazlasıyla hak eden bir emekçiydi. Gözaltına alıp tutuklanmasına sebep olan ise yasak yayın basmak ve bulundurmaktı. İddia edilen yasak yayının da Engels'in doğa bilimlerini konu alan " Doğanın Diyalektiği " adlı kitap olduğu bilinir. Bu iddia bile o dönemdeki askeri iktidarın ne denli bilim, bilgi, aydınlanma düşmanı, faşizm karakterli olduğunu ortaya koyar. İlhan Erdost birlikte gözaltına alındığı, birlikte tutuklandığı ve birlikte emir almış erler tarafından dövüldüğü ağabeyi Muzaffer Erdost’un gözleri önünde öldürülmüştür. Askerlere :” Kızlarımı görmeden evden çıktım, döğmeyin artık” sözleri sonrası öldüresiye fiziki şiddet daha da yoğunlaşmıştır. Muzaffer Erdost kardeşinin gözü önünde öldülmesinin acısını yaşamı boyunca içinde taşıdı. Öldürülerek çocuklarından alınan babaların hesabını kim verecek? İkinci, üçüncü kişilere göstermelik kısa süreli cezalar dışında gerçek adalet işletilmedi henüz. Aynı Sabahattin Ali, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Abdi İpekçi, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Gaffar Okkan, Hasan Ocak, Musa Anter, Metin Göktepe, Hrant Dink, Tahir Elçi gibi onlarca cinayetin faili meçhul kalıp hesap sorulamaması gibi. Belki de failler çok iyi bilinen ‘önemli’ şahsiyetlerdi! Bu yüzden hesap sorulamazdı… Ülkemizin aydınlarına, gazetecilerine, sanatçılara, barış aktivistlerine karşı işlenen suçlar cezasız kaldığı için kamu vicdanı ciddi yaralar almıştır, almaktadır. İlhan Erdost’u katledenler, biri 6 aylık olan Alaz, diğeri ise 2.5 yaşında olan Türküler adlarında iki kız çocuğunu babasız bırakmıştır. Alaz Erdost baba özlemiyle ilgili “Amcama bakarak babamı hissetim” demiştir. Muzaffer Erdost, Alaz ve Türküler’e hem baba hem amca olmuştur. Her 7 Kasım'da İlhan İlhan Kitabevi, Sol ve Onur yayınlarının kitaplarını yarı fiyatla satar. Erdost ailesi babalarını, yakınlarını siyasal cinayetlerde kaybeden ailelerle birlikte Toplumsal Bellek Platformu’nu kurdu. Platformun amacı ise çok yönlü dayanışmak, diye biliniyor. Leman Sam 'ın ağıt şarkısı da İlhan Erdost için yazılmıştır. Muzaffer Erdost, kardeşinin adına kendi adına dahil ettirerek Muzaffer İlhan Erdost olmuştur. Bu adla yazdığı birçok kitapta 12 Eylül darbesi döneminde yaşanan suçlardan bahsederek kamuoyunu derinlemesine aydınlatmıştır. Kitabevinin adını da İlhan İlhan yapmıştır. Muzaffer Erdost, gözleri önünde katledilen kardeşine yazdığı “Biz İkimiz İki Kardeş” şiirinde şöyle seslenir İlhan’a: “Ve biz geleceğiz bir gün, biz ikimiz İki kardeş Yan yana ve omuz omuza Bileklerimizde Kitaba ve düşünceye vurulu zincirle Taşıdığımız Kitabı, özgürlüğü ve umudu Göklerinde Alanlarında gibi yurdumuzun Ilık nisan güneşini İçerken yapraklar Eriyen karın altından topraktan İnce dal uçlarından ağaçların Yürüyen kalabalığın içinden” Türküler Erdost’un Biamag’da yayınlanan babasının katledilmesinin 39. anmasında babasının mezarı başında okuduğu metinin son bölümünden bir alıntı: “ bugün 7 kasım diye içi sıkıldı küçük kızın. bir gün nasıl olur da faşizmin bütün acılarını kendine sığdırır? ve nasıl kıyar insan olan, diğer insan olana... babasını sığdıramadığı gibi o küçücük taşa, bu düşünceleri de sığdıramadı aklına... o hep babasının küçük kızı kaldı, uyandırmaya kıyamadığı... asla geçmişte değil ama bugündeki anılarda..." türküler erdost yedi kasım ikibin ondokuz Babaların evlatsız, evlatların babasız bırakılmayacağı yeni adaletli bir ülke ve adaletli bir dünyayı ancak silinmeyen belleklerimizle kurabiliriz. 07.11.2023

  • Karıma Mektup

    Nazım HİKMET * bir tanem! son mektubunda: "başım sızlıyor yüreğim sersem!" diyorsun. "seni asarlarsa seni kaybedersem;" diyorsun; "yaşayamam!" yaşarsın karıcığım, kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda; yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı en fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı. ölüm bir ipte sallanan bir ölü. bu ölüme bir türlü razı olmuyor gönlüm. fakat emin ol ki sevgili; zavallı bir çingenenin kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli geçirecekse eğer ipi boğazıma, mavi gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nâzım'a! ben, alaca karanlığında son sabahımın dostlarımı ve seni göreceğim, ve yalnız yarı kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim... karım benim! iyi yürekli, altın renkli, gözleri baldan tatlı arım benim; ne diye yazdım sana istendiğini idamımın, daha dava ilk adımında ve bir şalgam gibi koparmıyorlar kellesini adamın. haydi bunlara boş ver. bunlar uzak bir ihtimal. paran varsa eğer bana fanila bir don al, tuttu bacağımın siyatik ağrısı, ve unutma ki daima iyi şeyler düşünmeli bir mahpusun karısı. Yukarıdaki şiir NAZIM HİKMET RAN'ın Bursa Cezaevi'nde hapis tutulduğu dönemde, sevdiği kadına yazdığı, sonradan şiire dönüştürülmüş özel, hüzün ve aşk yüklü mektuplarından biridir. ''En fazla bir yıl sürer 20. asırlarda ölüm acısı'' mısrasıyla zamanı özetlemiş, altında büyük mesajlar vermiş olan şairin en unutulmaz şiirlerinden biridir. 1938’de “orduyu isyana teşvik” suçuyla tutuklanıp 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılan Nâzım Hikmet, 1950’de çıkarılan af yasasıyla yeniden serbest kalana dek geçen yaklaşık 13 yıl boyunca şiirini en üst düzeye çıkaran, dünya çapında tanınmasını sağlayan başyapıtlarını verdi. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde geçirilen bu dönemin yapıtları, kitaplaşma biçimlerine göre ayrı başlıklarda toplanır. Bunların arasında yer alan Piraye İçin Yazılmış Şiirler: Saat 21-22 Şiirleri: 20 Eylül 1945-14 Aralık 1945 arasında yazılmış 31 şiirden oluşur. Gündüzleri “Memleketimden İnsan Manzaraları” yapıtını çalışan şair, akşam saat dokuz olduğunda her işini bırakarak yalnızca karısını düşünmekte ve ona bir şiir yazmaktadır. Şairin kavgasının ve sevdasının iç içe geçtiği bu lirik şiirlerin pek çoğu bugün çağdaş şiirimizin başyapıtları arasında sayılmaktadır. Lirik duyarlık, su gibi akan rahat söyleyiş, aşkla insancıl bir dünya görüşünün örtüşmesi, şairin ustalığını görünmez kıldığı ustalıkta şiirler yazmasını sağlamıştır. 15 Temmuz 1950’de serbest bırakılan Nâzım Hikmet, ülkesinde kendisine yaşama olanağı bulunmadığını anlayarak 17 Haziran 1951’de yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

  • Sen Benim Hiçbir Şeyimsin

    Sen benim hiçbir şeyimsin Yazdıklarımdan çok daha az Hiç kimse misin bilmem ki nesin Lüzumundan fazla beyaz Sen benim hiçbir şeyimsin Varlığın yokluğun anlaşılmaz Galiba eski liman üzerindesin Nasıl karanlığıma bir yıldız olmak Dudaklarınla cama çizdiğin En fazla sonbahar otellerinde Üniversiteli bir kız uykusu bulmak Yalnızlığı öldüresiye çirkin Sabaha karşı öldüresiye korkak Kulağı çabucak telefon zillerinde Sen benim hiçbir şeyimsin Hiçbir sevişmek yaşamışlığım Henüz boş bir roman sahifesinde Hiç kimse misin bilmem ki nesin Ne çok çığlıkların silemediği Zaten yok bir tren penceresinde Sen benim hiçbir şeyimsin Yabancı bir şarkı gibi yarım Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak Hiç kimse misin bilmem ki nesin Uykumun arasında çağırdığım Çocukluk sesinle ağlayarak Sen benim hiçbir şeyimsin… * Attila İlhan’ın ağzından şiirin hikayesi: O yıllarda özellikle İzmir’de, bazı genç kızlar, telefonla beni arardı. Kimisi adını verir, kimisi vermez. Bazısıyla Kültürpark’ta ya da Karşıyaka’daki bir deniz kahvesinde buluşuruz, söyleşiriz. Bazısı ‘meçhul’ kalmayı yeğler, sadece telefonla söyleşir. Şiir işte bu sonuncu türden bir ilişkinin etkisiyle yazıldı. Kim olduğunu hala bilmediğim o genç kız, en çok da geceleri beni arar, sıcak, biraz kırık sesiyle dakikalarca konuşurdu. Ben de konuşurdum elbet. Allah bilir ona neler anlatırdım. Derken, dönüp dolaşıp onun benim neyim olduğu sorusuna takıldık, sıcak bir yaz akşamı gibi hatırlıyorum, sen dedim benim hiçbir şeyimsin. Sonra bu yeni şiirin ilk mısrası oldu. Bitirip ona okuduğumda adamakıllı içlendiğini hatırlıyorum, diye anlatmış usta şairimiz. EK: Nurdan B. ALADAĞ 28.12.2019

  • TANYA

    - Nazım Hikmet ‘in adına şiir yazdığı, Naziler tarafından idam edilen, Sovyetler Birliği Kahramanı 18 yaşındaki Rus kızı Zoya’nın hikayesi. ..- ... zoe’ydi adı ismim tanya dedi onlara tanya; bursa cezaevinde karşımda resmin bursa cezaevinde, belki duymamışsındır bile bursa’nın ismini bursa’m yesil ve yumuşak bir memlekettir. bursa cezaevinde karşımda resmin sene 1941 değil artık, sene 1945 moskova kapılarında değil artık berlin kapılarında dövüşüyor artık seninkiler bizimkiler bütün namuslu dünyanınkiler ... 1942 yılının Ocak ayıydı. Moskova buz kesmişti... Öyle soğuk bir yel esiyordu ki ölüm bile üşüyordu. Moskova yakınlarında bir cenaze töreni; gömülen 18 yaşında bir genç kız. Sessiz sedasız, gencecik bedeninin üstü buzlu toprakla örtülüyordu. Mezarın başındaki tahtada şunlar yazıyordu: Zoya Kosmodemyanskaya. Peki kimdi bu Zoya Kosmodemyanskaya, niye ölmüştü? Zoya, “yaşam” demekti. 1923 doğumluydu. Rusya'da eğitimli bir ailenin kızıydı. Babası kütüphaneci, annesi öğretmendi, kitaplarla büyümüştü. Daha 15'inde Puşkin'i, Tolstoy'u, Cervantes'i, Goethe'yi, Sekspir'i okumuş, Beethoven ve Çaykovski dinlemişti. 16'sında Sovyetler Birliği Komünist Parti gençlik örgütü “Komsomol”a katılmıştı. 1941 yılının Haziran ayıydı. Nazi Almanyası Rusya'ya saldırmıştı. Her gün yeni bir yer işgal ediliyordu. Zoya 18'ine yeni basmıştı, gönüllü olarak askere yazılmıştı. Annesi karşı çıkmıştı; ama o, dinlememişti. “Düşman bu kadar yakınken başka ne yapabiliriz?” demişti. Kısa süreli bir silah eğitiminden sonra Partizan'a katıldı. Kod adı Tanya oldu, saçlarını kestirdi. Gören erkek sanıyordu, görevi Moskova çevresinde işgal altındaki köylerde Nazilere baskın yapmaktı. Tarih 25 Kasım 1941 idi. Tanya Alman süvari alayının karargah kurduğu Petrischevo'yu basacaktı. Köye gizlice sızdı, at ahırları ve Rusların kaldığı evleri ateşe verdi. Tam uzaklaşacaktı ki bir Rus işbirlikçisinin ihbarıyla yakalandı. Elbiseleri çıkarılınca kadın olduğu anlaşıldı. Naziler Tanya'ya gece boyunca işkence ve tecavüz ettiler. Sordular; bilmiyorum dedi. Sordular; söylemem dedi. Sordular; konuşmam dedi... Sır vermedi, sadece kod adını söyledi: Tanya. Naziler çılgına döndü; işkence ve tecavüz sabaha kadar sürdü. Ertesi gün kar üstünde yürüttüler Tanya'yı, işkenceden tüm bedeni mosmordu. Köy meydanında dar ağacını kurdular. İki makarna kasası, yağlı urgan ve cellad. Tanya tabureye çıkarken gülüyordu, urgan boynuna takılmadan kendisini izleyen yurttaşlarına bağırdı: “Yoldaşlar! Neden bu kadar kasvetlisiniz? Ölmek için korkmuyorum! Halkım adına öleceğim için mutluyum!” Sonra Nazi askerlerine döndü.. "Siz beni şimdi asıyorsunuz ama yalnız değilim. Biz iki yüz milyon insanız, hepimizi asamazsınız." Cellad tabureyi çekti, Tanya 18'inde ipin ucunda can verdi. Naziler ibreti alem için Tanya'nın cansız bedenini haftalarca idam sehpasında asılı tuttular. İki aya yakın her önünden geçen Nazi askeri cansız bedeni dipçikledi, tekmeledi. Soğuk havada beden çürümedi ama morardı ve şişti. Sovyet Ordusu 1942 yılının 20 Ocak'ında bölgeyi ele geçirince, Tanya'nın beden, idam sehpasından indirildi ve gömüldü. Tanya'nın idamı tarihte bir dönemeçti. Nazilerin yenileceğinin müjdesiydi. Gömülmeden çekilen fotoğrafları tüm Sovyet askerlerine dağıtıldı. Ve emredildi; "Düşmana saldırırken, Tanya'yı düşünün." *** Nazım Hikmet, Bursa Cezaevi’nde, Tolstoy’un “Savaş ve Barış” çevirisini yeni tamamlamış; La Fontaine‘den Masallar çevirisi üzerinde çalışıyordu. Elle yazmak çok zamanını alıyordu; cezaevindeki dokumadan kazandığı parayla ikinci el bir daktilo aldı. Sağlık sorunları vardı, ama çok mutluydu; kasvet günleri bitmişti; Naziler savaşı kaybetmişti. İşte o günlerde yazdı “Tanya” şiirini… *** zoe’ydi adı ismim tanya dedi onlara tanya; bursa cezaevinde karşımda resmin bursa cezaevinde, belki duymamışsındır bile bursa’nın ismini bursa’m yeşil ve yumuşak bir memlekettir. bursa cezaevinde karşımda resmin sene 1941 değil artık, sene 1945 moskova kapılarında değil artık berlin kapılarında dövüşüyor artık seninkiler bizimkiler bütün namuslu dünyanınkiler.. tanya; senin memleketini sevdiğin kadar ben de seviyorum memleketimi seni astılar memleketini sevdiğin için ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim ama ben yaşıyorum ama sen öldün sen çoktan dünyada yoksun zaten ne kadar az kaldın orada on sekiz senecik… doyamadın güneşin sıcaklığına bile… tanya; sen asılan partizan, ben hapiste şair sen kızım, sen yoldaşım resmin üstüne eğiliyor başım kaşların incecik, gözlerin badem gibi renklerini fotoğraftan anlamam mümkün değil fakat yazıldığına göre koyu kestaneymişler. bu renk gözler çok çıkar benim memleketimde de… tanya; saçların ne kadar kısa kesilmiş oğlum memet’inkinden farkı yok alnın ne kadar geniş, ay ışığı gibi rahatlık ve rüya veriyor insanın içine. yüzün ince uzun, kulakladır büyücek biraz, henüz çocuk boynu boynun henüz hiçbir erkek kolu sarılmamış anlıyor insan. ve püsküllü bir şey sarkıyor yakandan süsünü sevsinler mini mini kadın. arkadaşları çağırdım bakıyorlar resmine; _tanya senin yaşında bir kızım var. _tanya kız kardeşim senin yaşında _tanya senin yaşında sevdiğim kız bizim memleket sıcaktır bizde kızlar tez kadınlaşır.. _tanya senin yaşında kızlarla okulda, fabrikada, tarlada arkadaşız tanya; sen öldün ne kadar namuslu insan öldü ve öldürülmekte ama ben, söylemesi ayıpmış gibi geliyor bana ama ben yedi yıldır kavgada hayatımı tehlikeye koymadan hapiste de olsa da yaşıyorum) sabah oldu tanya’yı giydirdiler ama çizmeleri, şapkası, gocuğu yoktu iç etmişlerdi onları torbasını giydirdiler torbada benzin şişeleri, kibrit, kurşun, tuz, şeker…. şişeleri boynuna astılar torbasını verdiler sırtına göğsüne bir de yazı yazdılar “partizan” köyün meydanına kuruldu darağacı atlılar çekmiş kılıcı halka olmuş piyade askeri zorla seyre getirdiler köylüleri iki sandık üst üste iki makarna sandığı sandıkların üstüne yağlı urgan sallanır urganın ucunda ilmik partizan kaldırılıp çıkarıldı tahtına partizan kolları bağlı arkadan durdu urganın altında dimdik.. nazlı boynuna ilmiği geçirdiler bir subay fotoğrafa meraklı bir subay elinde makine; kodak bir subay resim alacak tanya seslendi kolhozlulara ilmiğin içinden “ _ kardeşler üzülmeyin gün yiğitlik günüdür. soluk aldırmayın faşistlere yakın, yıkın, öldürün….” bir alman vurdu ağzına partizanın genç kızın beyaz, yumuk çenesine aktı kan fakat askerlere dönüp devam etti partizan: “_ biz iki yüz milyonuz iki yüz milyon asılır mı? gidebilirim ben ama bizimkiler gelecekler teslim olun vakit varken…” kolhozlular kan ağlıyorlardı, cellat çekti ipi boğuluyor nazlı boynu kuğu kuşunun fakat dikildi ayaklarının ucunda partizan ve hayata seslendi insan “_ kardeşler hoşça kalın kardeşler kavga sonuna kadar duyuyorum nal seslerini geliyor bizimkiler…” cellat bir tekme attı makarna sandıklarına sandıklar yuvarlandılar ve tanya sallandı ipin ucunda… Nazım Hikmet Ran

  • Leylim Leylim /Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar

    Semihat KARADAĞLI * Leyla Erbil ve Ahmed Arif şiirlere mektuplara konu olmuş bir büyük aşk. Bir çoğumuz onu ilk önce Ahmed Arif’in büyük aşkı olarak tanıdık. “Leylim Leylim – Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e mektuplar” 1954 yılından 1959 yılına kadar yazılmış 60’tan fazla mektup. Her biri birer sanat eseri değerinde. İçinde koca sevda sığdıran mini minnacık şiirler dizeler. “Benim her şiirimde varsın ve olacaksın. Ama dünyanın en dehşet şiiri bile "sen" olamaz. Satırlarında ne büyük aşkı sığdırır ve koca bir dünya sözü. * Kitabın giriş kısmında kitabın editörlüğünü üstlenen Rüken Kızıler mektupların kitap haline getirilmesini şöyle anlatır. “Tuhaf Bir Erkek” romanının matbaadan çıkmasını beklediği günlerdi. Erkeklerden ve aşktan konuşuyorduk. Konu nasıl Ahmed Arif’e geldi anımsamıyorum. Mektuplardan o gün söz etti. Ölümünün ardından yayımlanmasını düşünmüş, sonra fikrini değiştirmişti. “Onun gibi bir adamın, büyük bir şairin yazdıklarının basıldığını niye görmeyeyim” diyordu. Mektupların “Leylâm, ömrüm” diye başladığını anlatıyordu: “Öyle lafları vardır onun. Kulunum, diye yazar. Birçok mektup var. Ama birini okursan hepsini okumuş gibi olursun.” “Tuhaf Bir Erkek” yayımlandığında yaptığımız söyleşide de müjdeyi vermişti kitap yakında İş Bankası Kültür Yayınları’nca basılacaktı. Ne var ki Leylâ Erbil o “yakın”a yetişemedi, yayımlandığını göremeden hayatını kaybetti. * 3 mayıs 1954 tarihindeki mektubunda “…Hiç Kimseye mecbur olmadım. Olmam da yiğitliğim ve rivayet olunan erkekliğim bundadır. Ama senin mecburun olmak beni hiç mi hiç küçültmüyor aksine yüceltiyorsun” * Sus, kimseler duymasın. Duymasın ölürüm ha. Aydım yarı gecede Yeşil bir yağmur sonra... Yağıyor yeşil. En uzak, o adsız ve kimselersiz, O yitik yıldızda duyuyor musun? Bir stradivarius inler kendi kendine, Yayı, reçinesi, köprüsü yeşil. Önce bendim diyor ve sonra benim... Ölümsüz, güzel ve çetin. Ezgisidir dolaşan bütün evreni, Bilinen, bilinmeyen ıssızlıkları. Canımı, tüylerimi sarmada şimdi Kendi rüzgarıyla vurgun... Sarıyor yeşil. Rüya, bütün çektigimiz. Rüya kahrım, rüya zindan. Nasıl da yılları buldu, Bir mısra boyu maceram... Bilmezler nasıl aradık birbirimizi, Bilmezler nasıl sevdik, İki yitik hasret, İki parça can. Çatladı yüreği çakmaktaşının, Ağıyor gök kuşaklarının serinliğinde Çağlardır boğulmuş bir su... Ağıyor yeşil. Yivlerinde yeşil güller fışkırmış, Susmuş bütün namlular... Susmuş dağ, Susmuş deniz. Dünya mışıl-mışıl, Uykular derin, Yılan su getirir yavru serçeye, Kısır kadin, maviş bir kız doğurmuş, Memeleri bereketli ve serin... Sağıyor yeşil. Aydım yarı gecede, Neron, çocuk kitaplarında çirkin bir surat, Ve Sezarsa, bir ad, yıkıntılarda. Ama hançer taşı sanki Koca Kartaca! Hani, kibrit suyu vermişlerdi üstüne Bak nasıl alıyor, yigit, Binlerce yıl da sonra Alıyor yesil. Vurur dağın doruğundan Atmacamın çalkara, Yalın gölgesi. Kuş vurmaz, tavşan almaz, Ama aç, azgın Köpek balıklarıydı parçaladığı Bak, Tiber saygılı, suskun. Bak nilüfer dizisi zinciri. Bunlar bukağısı, kolbağlarıdır, Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi, Ve ilk gerillası Spartakus'un. Susuyor yeşil. Sus, kimseler duymasın, Duymasın, ölürüm ha. Aymışam yarı gece, Seni bulmuşam sonra. Seni, kaburgamın altın parçası. Seni, dişlerinde elma kokusu. Bir daha hangi ana doğurur bizi? Ruhum... Mısra çekiyorum, haberin olsun. Çarşılarin en küçük meyhanesi bu, Saçları yüzümde kardeş, çocuksu. Derimizin altında o olüm namussuzu... Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor. İlktir dost elinin hançersizliği... Ağlıyor yeşil. * “Buna inan. Ahmet Arif, böyle söyler… Doğrudur… Haktır… Lâyıktır… Sana yakın, sana lâyık ve hele hele “senin” olmayı düşünebilmek bile bir cesarettir. Yürek ister. Bu dediklerim insan olana, erkek olanadır tabii. İnsan’dan mahrum bir cehennem karanlığında, nasıl da bulduk birbirimizi… Küçüğüm, sevgilim, imzası martıdan sıcak, uçan uzak martılardan daha sevimli, imzası uçan kuş, kendisi İNSAN sevgilim. Otur yaz, her gün, her gece bana yaz. Kavuşuncaya kadar.” * “Canım Benim, Bilir misin, “canım” dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep. (…) “ * “(…) Seni sade, bir dost, bir sevgili, bir can parçam olduğun için değil; beni, bu garip ve tedirgin canı, yaşama tutkusuna umuttan, aşktan, ölümü unutturan güzelim sevdalardan yana o aziz duyulara, düşünlere sımsıkı bağlayan bir dünya olarak seviyorum. (…) “ * * “(…) Kendine iyi bak. Bir daha hiçbir ana doğurmaz seni. Bir daha hiçbir cihan bulamaz seni.” * “… Öperim ömrüm.” * Gözlerinden, burnunun, üst dudağına düşen fark edilmez incecik gölgesinden öperim canım. Öperim ömrüm. Yaşşa! Senin, yine senin. * gözlerinden öperim canım. en çok da burnundan. gülme, ciddi söylüyorum. yarı parçan * Allahtan ki sen varsın. Seni sade, bir dost, bir sevgili, bir can parçam olduğun için değil: Beni, bu garip ve tedirgin canı, yaşama tutkusuna umuttan, aşktan, ölümü unutturan güzelim sevdalardan yana o aziz duygulara, düşüncelere sımsıkı bağlayan bir dünya olarak seviyorum. İncil gibi, Tevrat gibisin Leylam. Hilesiz, arık ve duru. Cihanda hiçbir kimse, dostunu, Kardeşini, sevgilisini-acısını, ülküsünü, eğilimini, benim seni sevdiğim gibi sevmemiştir. * Ulan ne var sende be? Yeni bir tedavi şekli mi buldum yoksa? Her ne hâl ise, seni düşünmek iyi geliyor bana. * Mektupların her biri ucu yanık sevda kokar. Sevgisi dizelerden satırlardan aşar ama karşıya sevdiği kadına ulaşmaz. Leyle Erbil’in gözünde “dost” tur. * Allahtan ki sen varsın. Seni sade, bir dost, bir sevgili, bir can parçam olduğun için değil: Beni, bu garip ve tedirgin canı, yaşama tutkusuna umuttan, aşktan, ölümü unutturan güzelim sevdalardan yana o aziz duygulara, düşüncelere sımsıkı bağlayan bir dünya olarak seviyorum. İncil gibi, Tevrat gibisin Leylam. Hilesiz, arık ve duru. Cihanda hiçbir kimse, dostunu, Kardeşini, sevgilisini-acısını, ülküsünü, eğilimini, benim seni sevdiğim gibi sevmemiştir. * Mektupları okurken bu kadar büyük aşk olur mu diye düşünüyor insan. Son mektubunu 15. Mayıs 1977 tarihinde yazar. … Ben de güzellik sağlık ve mutluluğunun sonsuz olmasını dilerim. Selam ve sevgiler. * İşte baştan sona yaşanan büyük bir aşk sadece mektuplara mı sığmış oysa Ahmed Arif’in şiirlerine baktığımız zaman şiirlerinin bir çoğunun içinde “leylim” sözcüğünü kullandığı görülmektedir. “Hasretinden Prangalar Eskittim” şiir kitabı ilk kez 1968 yılında yayınlandığı yayınlanan mektupların da 1954-1959 yılları arasına ait olduğunu gördüğümüz zaman şiirlerde kullanılan “Leylim” , “ Leyla Erbil’ adına yazıldığı görülmektedir. * İşte bazıları UY HAVAR! (…) Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay! Pusatsız, duldasız, üryan Bir cana bir de başa Seher vakti leylim - leylim Cellat nişangahlar aynasındasın. Oy sevmişem ben seni... (..) * En bilinen şiirlerinden “HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM “ de de yine o büyük aşkın izlerine rastlıyoruz. Seni, anlatabilmek seni. İyi çocuklara, kahramanlara. Seni anlatabilmek seni, Namussuza, halden bilmeze, Kahpe yalana. Ard- arda kaç zemheri, Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu. Dışarda gürül- gürül akan bir dünya... Bir ben uyumadım, Kaç leylim bahar, Hasretinden prangalar eskittim. Saçlarına kan gülleri takayım, Bir o yana Bir bu yana... Seni bağırabilsem seni, Dipsiz kuyulara, Akan yıldıza, Bir kibrit çöpüne varana, Okyanusun en ıssız dalgasına Düşmüş bir kibrit çöpüne. Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin, Yitirmiş öpücükleri, Payı yok, apansız inen akşamlardan Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene, Seni anlatabilsem seni... Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır Üşüyorum, kapama gözlerini... * Yine “Maviye çalar Gözlerin” şiirinde de (…) Dört yanım puşt zulası, Dost yüzlü, Dost gülücüklü Cıgaramdan yanar. Alnım öperler, Suskun, hayın, çıyansı. Dört yanım puşt zulası, Dönerim dönerim çıkmaz. En leylim gecede ölesim tutmuş, Etme gel, Ay karanlık... (…) * “Benim her şiirimde varsın ve olacaksın. Ama dünyanın en dehşet şiiri bile "sen" olamaz.” Dediği gibi bütün şiirlerinde o büyük aşkın yürekten kağıda dökülen sevgiyi ve aşk görülmektedir. * Bir büyük aşktır yaşanan. İyi ki yaşanmış ve iyi ki o şiirler mektuplar yazılmış. Günümüz teknolojisinde tüketilen her şey gibi sevgi de tüketilirken eskiden aşkın yazıldığı o mektuplar. Bazısının ucu yanık, bazısı kokulu kâğıda, seçilen en güzel pullarla bekleyenin acaba geldi mi? Diye postacı yolu beklediği günler. Mektupların on gün hatta bir ay gibi bir sürede ulaştığını düşünürsek ve mektup yazdığınız kişiye uzakta ise başka türlü ulaşmanız mümkün değilse belki de aşkı daha büyük kılan bu hasret ve bekleyiştir. Ama ne olursa olsun aşkı anlamlı kılan her şeyden önce o aşkı yüreğinde taşımak diye düşünüyorum. Bu büyük aşka saygı duymak yakışır. Anılarına saygıyla… Semihat Karadağlı /11.01.2022 Yararlanılan kaynaklar: 1)- Hasretinden Prangalar Eskittim/Ahmed Arif/Metis yayınları/ onuncu basım/2015 Eylül 2)-Leylim Leylim/Ahmed Ariften Leyle Erbil'e mektuplar/ Türkiye İş Bankası 1 basım 2013 3)-Ahmed Arif Anlatıyor/Kalbim Dinamit Kuyusu/Refik Durbaş

  • Çocukları Küçük Kurşunlarla mı Vururlar Anne

    M.VAROL ÖZTÜRK * Büyümek istemiyorum anne hedef seçmektense hedef olmayı kurşunlara vurmaktansa vurulmayı seçiyorum . doğdum ve irkildim büyüklüğü karşısında dünyanın gördüm ve şaşırdım açgözlülüğüne insanların. İnsan insanın düşmanı mıdır? kim kırar gönülleri, korkmaz mı ve bilmez mi insan bir gönül kıran onmayacaktır ve vurduğu silah er geç dönecektir kendine ve insan vurduğu kadar vurulur bilmez mi? nedameti olmayana merhamet değil lanet edilir ancak. Çocukları anne küçük kurşunlarla mı vururlar oysa çocuk merhamet demektir biraz İnanmaktır bir uçurtmanın değerli olduğuna bir füzeden. bütün bilyalarımı versem, resimlerimi, topacımı yetmez mi anne yok etmeye, yeryüzünden bütün silahları bütün oyunlarda ebe olmaya razıyım yeter ki bölmesin bir bomba rüyalarımı. Madem savaş en çok bir çocuğun annesiz ya da babasız olması demektir, ebelenmek ve bir daha oyuna girememektir madem yakıyorum tahta atımı ve tabancamı. oyunlarda ne askerim bundan sonra ne de pilot söz, kullanmayacağım bundan sonra sapanımı. Sığınaklara gitmek istemiyorum anne. oynamak istemiyorum sonunda ‘elma dersem çık’ olmayan hiçbir saklambacı. Çocukları küçük kurşunlarla mı vururlar anne akar mı onların da kanları? *Bosna Hersek, Filistin gibi benzeri çok olan birkaç kanlı coğrafyaya yakıştırılan, ama özünde 'savaşın ezici yanını bütün ağırlığıyla hisseden ÇOCUĞU odak alan, " kaynağı ve şairi tam bilinemeyen bir şiir * Srebrenitsa Katliamı ya da Srebrenitsa Soykırımı , 1991-1995 Yugoslavya İç Savaşı ( Hırvatistan Savaşı ve Bosna Savaşı )'nda Sırp Cumhuriyeti Ordusu'nun Srebrenitsa 'ya karşı giriştiği Krivaya '95 Harekâtı esnasında Temmuz 1995'te yaşanan ve en az 8.037 Bosnalı nın Bosna-Hersek 'in Srebrenitsa kentinde general Ratko Mladiç komutasındaki ağır silahlarla donatılmış Bosna Sırp ordusu tarafından öldürülmesine verilen addır. Katliamda bir kısım kadın ve küçük yaşta çocuğun da öldürüldüğü, belgelerle kanıtlanmıştır. Sırp Cumhuriyeti Ordusunun dışında katliama "Akrepler" olarak tanınan Sırbistan özel güvenlik güçleri de katılmıştır. Birleşmiş Milletler Srebrenitsa 'yı güvenli bölge ilan etmiş olmasına karşın 400 silahlı Hollanda barış gücü askerinin varlığı katliamı önleyememiştir. Srebrenitsa katliamı II. Dünya Savaşı 'ndan bu yana Avrupa 'da gerçekleşmiş en büyük toplu insan kıyımı olması ve Avrupa'daki hukuksal olarak ilk kez belgelenmiş soykırım olması açısından da önem taşır. Birleşmiş Milletler, 23 Mayıs 2024 tarihinde alınan kararla, 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımını Anma Günü olarak kabul etti. Kaynak: Vikipedi DERLEME: Nurten B. AKSOY 11.07.2024

bottom of page