top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Çok Şey İstemem Hayattan

    Rüzgâr tarasın saçlarımı Yıkasın ayaklarımı dere Gece örtsün uykularımı Güneş öperek uyandırsın beni Çiçekler renklerini, kokularını Ağaçlar meyvelerini, Kuşlar şarkılarını, Arılar vızıltılarını Eksik etmesin Gölgem çınardan, suyum pınardan Olsun Arada sırada Gelenim, gidenim Bir de candan sevenim olsun.

  • Beyaz Rusların 100 Yıllık Türkiye Macerası

    Kuzeydoğu komşumuz olan bir zamanların SSCB'siyle ya da bugünün Rusya'sıyla kimi zaman dostane, kimi zaman düşmanca ilişkilerimiz tarih boyunca sürmüş; savaşlar, devrimler ve göçlerle bu iki milletin bireyleri pek çok zaman yüz yüze gelerek bir arada yaşamak zorunda kalmışlardır. Rus halkı, özellikle kadınları çeşitli dönemlerde düştükleri zor koşullarda Türkiye’yi bir çıkış kapısı olarak görmüş, en yakın gördükleri komşularına sığınarak yaşam savaşına bizim topraklarımızda çalışarak devam etmişlerdir ve halen de etmektedirler. Son yıllarda Rusya ile yaşanan siyasi ilişkileri bir yana bırakarak 20. Yüzyılın başlarına gidelim önce... 1917 yılı dünyada siyasi dengelerin değiştiği en önemli yıllardan biri olarak tarihe geçer. Bir yandan I. Dünya Savaşı devam ederken, bir yandan da Rusya'da art arda iki devrim yaşanır. Bu devrimler sonunda Çarlık rejimine son verilerek dünyanın ilk sosyalist yönetimi kurulur. 1917 Ekim devriminin büyük sarsıntılarından kaçan yüz binlerce Beyaz Rus, İstanbul’u en önemli çıkış kapısı olarak görürler. Devrimin ardından Rusya’dan kaçanların sayısı iki milyon kişiyi bulurken, bunların yaklaşık iki yüz bini de İstanbul’a gelir. Bu mültecilerin gelmesiyle bir anda İstanbul nüfusunun yüzde yirmisi mültecilerden oluşur. Aynı gemide yan yana yeni bir yaşama yelken açan soylular, burjuvalar, sirk cambazları ve uşaklar İstanbul’da da aynı kaderi paylaşırlar. İşgal altındaki İstanbul’da yaşam koşullarının çok zor olmasına karşın bu insanlar olağanüstü bir dayanışma sergilerler. Bir yandan zorlu bir yaşam mücadelesi verirken bir yandan da İstanbul’un sosyal hayatında derin izler bırakırlar. Bu yaşam mücadelesinde onları ayakta tutan en önemli unsur, bu zor günlerin geçeceği ve bir gün vatanlarına dönecekleri umududur. Bir Rus göçmen bu konuda şunları söyler: "Rusya’dan kaçarken hep şunları düşündük: 1492’de İspanyol Engizisyonundan kaçan Yahudilere kapılarını açan tek ülke Osmanlıydı. 1920’lerde de bizi geri çevirmeyeceklerdi." 1917 Devriminden sonra dünyanın yedi bucağına dağılan Beyaz Ruslar, önce en yakın durak olduğundan, ardından da özgürlüğe uzanan köprü olarak Türkiye’yi görürler. Bu seçimlerinin iki nedeni vardır. Birincisi; çoğunluk için en yakın ve en güvenli ülke Türkiye'dir. İkincisi; Osmanlının engin hoşgörüsü ve konukseverliği dünyaca meşhurdur. 1919 yılı Aralık ayından itibaren İstanbul’a gelmeye başlayan Ruslar, Çarlık yanlısı, orta halli ve fakir sivillerden oluşuyordu. Birçoğunun üstü başı perişandı. Çok sayıda hasta ve çocuk olması, durumu daha da zorlaştırıyordu. Bu orta halli insanların dışında İtalyan vapuru Biron’la İstanbul’a çok sayıda prens, kont ve kontes de gelir. 1917 Devriminden önce “Beyaz Ordu” denilen Rus Ordusu devrimden sonra “Kızıl Ordu” adını alır. Devrimden sonra Türkiye’ye iltica eden Rusların neredeyse tümü, işte bu “Beyaz Ordu” subaylarıydı Çarlık ordusunda subay olmak için mutlaka bir asalet unvanına sahip olmak gerektiğinden 100 yıl öncesinin İstanbul’u; “Baron-Albay, Kont- General ve Grand Düklerle” dolar. İşte o günlerde on binleri bulan bu göçlerle İstanbul’da gıda ve barınma sorunu ortaya çıkar. Fiyatlar artar, salgın hastalık tehlikesi belirir. Rus konsolosluğunun bahçesi, yardım örgütlerinin ve kiliselerin önleri barınak bulamayan Beyaz Ruslarla dolar. Yetersiz kalan yardımlar ve olumsuz koşullar Beyaz Rusları dayanışmaya ve örgütlenmeye zorlar. Kısa zamanda yemekhaneler, barınma yerleri, hastane ve okullar kurulur. Sergiler açılır, kermesler, balolar düzenlenir. Rus kadınlarının ürettiği elişleri sokaklarda satılır. Çalışabilecek herkese iş bulunur. Dünyanın tüm ülkelerine mülteci ve öğrenci almaları için talep gönderilir. Ruslar İstanbul’da aç kalmamak için her işte çalışırlar. Seyyar satıcılık, tamircilik, şoförlük, fotoğrafçılık, seyislik, hamallık, garsonluk, hizmetçilik yapan subaylar, generaller, prensesler doldurur Galata’nın ve Pera’nın sokaklarını. “Spassibo İstanbul! Şükran İstanbul! Bize kollarını açtın, barındırdın, iş buldun, hayatımızı kurtardın! Seni hiç unutmayacağız, dünya güzeli şehir!” sözleri, 1924 yılında Babok ve Oğlu Matbaası tarafından basılan ‘Spassibo’ isimli kitabın önsözünde yer alır. Rusların gelişiyle pek çok şeyin değişmesi gibi şehrin sanat hayatı da değişir. Gelenler arasında pek çok balerin, ressam, opera sanatçısı olduğundan, İstanbul’un sanat hayatı birdenbire renklenir. Şehir halkı ‘Sevil Berberi’ gibi operalar ve ‘Rasputin’ gibi bale gösterileriyle tanışır. Rus ressamlar sergiler açar, fotoğraf salonları açılır. Sinema sanatçısı İvan Mozhukhin’in başrolde oynadığı ‘Acılar Yolculuğu’ adlı filmde sanatçı kendi hikayelerini anlatır. İstanbul’da Beyaz Rus olgusu devrimin ardından başlayıp 1940’lara kadar sürer. Beyaz Rusların varlıklarının en çok hissedildiği yıllarsa 1920-1924 arasıdır. Bu yıllarda Beyoğlu, Beyaz Rus istilasına uğramış gibidir. Ana caddeler üzerinde kabareler, arka sokaklarda pavyonlar açılır, Rus lokantalarının masaları kaldırımlara taşar, şarkılı ve danslı şovlar İstanbul gecelerine renk katar. Beyoğlu’nun ön yakasında eski düşesler votka sunarken, arka yakasında Odessa ve Kiev genelevlerinden kaçan kadınlar kokain pazarlar. Beyaz Rus kadınları İstanbul’a geldiklerinde güzellik ve görünüşleriyle olay yaratırlar. Genelde duru beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü olan bu kadınlar, başı açık gezip, kısa ya da ‘kloş’ tabir edilen etekler giyerler. Saçlar “çan kesimi” denilen şekilde kısacık kesilir. Kimileri saçlarına tülbent sararak ‘Rus başı’ modasını başlatır. İstanbul’a gelen Avrupa görmüş, Beyaz Rus aristokratlar, son modayı da beraberlerinde getirdikleri için, terzilik yapan İstanbullu şık hanımefendiler arasında büyük ilgi görürler. Beyaz Ruslar en çok, en iyi bildikleri işte, eğlence sektöründe tanınırlar. Rus şarkılarına, Türkçe aranjmanlar yapılır. “Rus geldi aşka, Rus’un aşkı başka” sözleriyle oynanan Kazaska oyunu o günlerde meşhur olur. “Hatırla Sevgili’ diye tanınıp sevilen şarkı da aslında “Hatırla Margarit” diye başlayan bir Beyaz Rus şarkısıdır. Bugünkü Çiçek Pasajı, adını o dönemde kapısında çiçek satan Rus kadınlardan alır. Sesinin güzelliğiyle ünlü fülürye kuşunun sesini dinlemeye gidilen mesire yerine Rus kadınlar telaffuz zorluğu nedeniyle “Florya” deyip mayolarıyla denize girmeye başlayınca İstanbul’da adeta deprem yaşanır. Bir süre sonra ortaya çıkan plaj kültürü, Müslüman Türkler tarafından da benimsenir. Göç dalgasıyla gelen Rus kadınların bazılarının bar ve restoranlarda çalışması ve Türk erkeklerinin buralara ilgi göstermesi önemli bir sosyal olay haline gelir. Bugün bütün Rus kadınlarına yapıştırılan “Nataşa” yaftası, o günlerde “Haraşo” şeklinde ortaya çıkar. “İyi, hoş, güzel” anlamına gelen Rusça sözcük ‘Haraşo’, Rus lokantalarında, barlarında, pavyonlarında, kabarelerinde, pastanelerinde sıkça duyulur. İstanbullular özellikle sarışın ve beyaz tenli Rus kadınlarına ‘haraşolar’ adını takar. Haraşo kelimesi, gazete köşelerine, fıkralara ve karikatürlere konu olur. Dönemin mizah dergilerinde, özellikle Akbaba Dergisinde haraşoların hicvedildiği onlarca karikatür yayınlanır. Reşat Ekrem Koçu İstanbul Ansiklopedisi’nde şöyle yazar: “Beyaz Ruslar İstanbul tarihçesinde önemli bir hatıraya sahiptir... Bu muhacir Beyaz Rusların büyük ekseriyeti Çarlık Rusya’sının en yüksek, görgülü, bilgili tabakasına mensuptu. İstanbul’da iş konusu olarak ilk düşündükleri şey, büyük şehrin mahrum olduğu eğlence yerleri açmak oldu. Bu arada İstanbul’un ilk barlarını açtılar. Açtıkları eğlence yerleri hakikaten kibar sanat mahfilleri oldu... Ak sakallı yarbaylar, albaylar, generaller, memleketinde malikaneler bırakmış zenginler, Beyoğlu Cadde-i Kebir’inde, boyunlarında basit tahta işportalar, kibrit, sigara, çikolata ve karamela sattılar.” Beyaz Rus kadınlarının İstanbul’a gelişiyle birçok ailede huzursuzlukların başladığı rivayet edilir. Gerçekten de Beyaz Rus kadınlar bu nedenle son derece zor anlar yaşar. Çarın sarayında her türlü lüks ve konfora alışık kadınlar, Beyoğlu’nda garsonluk yapar, daha az şanslıları Galata pavyonlarında kokain satıp kendini pazarlar. Aralarında bulaşıkçı düşesler, tuvalet temizleyici kontesler, hastabakıcı baronesler, dadılık yapan nedimeler vardır. Bir bölümü boynunda sigara tablası, Pera’da bir aşağı bir yukarı dolaşır, kimi de gazete satar. Beyaz Rus kadınlarının övgüye değer yanı, iş ne olursa olsun çalışmaktan çekinmemeleridir. Rus kadınlarının önemli bir faaliyeti de tombala oynatmalarıdır. İstanbul kahvehanelerindeki erkekler kolları, göğüsleri açık, güler yüzlü, sarı saçlı, mavi gözlü Rus dilberlerini karşılarında gördüklerinde cüzdanlarını sonuna kadar açmakta tereddüt etmezler. Olay öyle büyük boyutlara ulaşır ki Türk kadınlarının şikayetleri üzerine "Tombalacılarla Mücadele Derneği" dahi kurulur. Sonunda tombala oyunu yasaklanır. Her şeye rağmen bir gün ana vatanlarına dönebilme umuduyla yaşayan Beyaz Rusların evlerinde çarlık döneminden kalma kağıt paraları, madalyaları ve umutlarını sakladıkları “Haraşo bohçaları” bulunduğu anlatılır. Görkemle rezaletin harmanlandığı ‘haraşo fırtınası’ Beyaz Rusların çoğunun Fransa, Amerika ve Arjantin’e vize almasıyla durulur. Vize alanların arasında Gürcü Prensi Medivani de vardır. Bu arada yatırım yapmayı başaranlar veya bir Türk’le evlene Ruslar İstanbul’da sürekli kalmayı başarırlar. 20. Yüzyılın başlarında esip geçen Haraşo fırtınası 1990’lı yıllarda SSCB’nin yıkılmasından sonra Sarp sınır kapısının açılmasıyla, özellikle önceleri Karadeniz sahillerinden başlayıp zamanla ülkemizin tümüne yayılan Nataşa fırtınasına bırakır yerini. Siyasi ve sosyal çalkantılar sonunda 1991 yılında dağılan SSCB’nin yoksul vatandaşları bu sefer de ellerinde bavulları ve satmak istedikleri eşyalarıyla Hopa’dan Samsun’a kadar uzanan sahillerde boy göstermeye başlarlar. Hatta zamanla Akdeniz’in sıcak sularına kadar inerler… Artık onları bazen bir sanatçı, bazen bir hastabakıcı, bazen bir anne olarak hemen her yerde, içimizden birileri olarak görmek mümkün. Kaynak 1: http://www.milliyet.com.tr/-tesekkurler-istanbul-seni-magazin-1743784/ Kaynak 2: http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=856

  • SİYASETİN ARKA BAHÇESİ YOKSULLUK

    Nedendir bilinmez, bilinir de ben denemeye öyle başlamak istedim. Bilinmez mi hiç, “yoksulluğu” yok ederek, tarihin çöplüğüne göndermezler, bilerek isteyerek! Göndermezler, gönderemezler, çünkü bu siyasal düşünceler, yoksulluktan, cehaletten besleniyor. Aynen vampirin kandan beslenmesi gibi, aynen şeytanın gerilimden beslenmesi gibi… Siyaset için kavga eden, onun neferi olanlar - görmek için bakın - yoksullardır. Aydınlıktan korkan bu siyasal düşünceler, bilerek, isteyerek yoksulluğun devam etmesine yönelik politikalar geliştirir. Yine bilerek, isteyerek kendilerine muhtaç insanları "ne oldururlar, ne güldürürler," az demez çok demez bir şeyler verir ki, kılıcını sallayacak insanlar hep olsun! Devletten ekonomik yardım alan hane sayısı altı buçuk milyonun çok üstünde, yaklaşık yirmi beş milyon insan; bu sayı da ne yazık ki artarak devam ediyor, edecektir de… Yoksulluk, geleceğin baş belasıdır. Yoksulluk ve yoksullar, ah ah! İşte çarpıcı bir örnek: Uzak değil, tanıdığım, bildiğim biri, sigara içmekten sap sarı sararmış ve fırçalanmaya fırçalanmaya üstünde parmak gibi tortu oluşmuş dişler, üst baş desen perişan; dökülüyor, giysiler, konteynırlardan toplanmış gibi, kimi büyük, kimi küçük! Evi deseniz, yıkık dökük, hani kuvvetli bir rüzgâr esse depremsiz yıkılacak! Öte yandan oy verdiği parti için ölmeye, öldürmeye hazır! Bilerek ve isteyerek, yoksulluğun sürmesinden yana ekonomik politikalar üreten siyasal anlayış, bir yandan da cehaleti kutsallaştırdığına tanık oluyoruz. Biraz sonra buna vereceğim örnekle bana hak vereceksiniz. Bunu evrensel dramatik bir örnekle somutlaştırayım: Cengiz Aytmatov’un Gün Uzar Yüzyıl Olur, adlı yapıtında mankurtlukla ilgili yaptığı anlatım, insanın kanını donduruyor. Peki, nedir mankurtluk? “Esaret altına alınacak kişinin önce saçları kesilerek kazınır, ardından başına ıslak bir deve derisi veya keçi dersi sarılır, elleri kolları bağlı bir şekilde güneş altına bırakılır. Deve derisi, keçi derisi kafada kurudukça gerilir. Gerilen deri, başı mengene gibi sıkar ve büyüyen tüyler, kafanın içine doğru büyür ve dayanılmaz acılar vererek o kişinin aklını yitirmesine neden olur. Artık bu kişi, aklını, düşünme yetisini tamamen kaybetmiş, bundan sonra kendinden istenen her şeyi sorgusuzca yapan bir köleye dönmüştür.” Böyle kişiler, ona bir bardak su verenin kölesi olur, o derse onu yapar! Ekonomik sistemler -klasik tabirdir - insanlara balık tutmayı öğretmeli, onların üretime katılmalarını sağlayacak uygulamalar yapmalı. Şimdi burada dünyadan değil de kendi tarihimizden bir örnek verelim. Kurtuluş Savaşı sonrası büyük bir kalkınma hamlesi başlatan genç cumhuriyet, modern tesisleri hayata geçirmiş, uçak fabrikası, Sümerbank ve Etibank'ı kurmuş, demiryollarını devletleştirilmiş, tarıma önem vererek üreticiyi desteklemiş. Hele “köy enstitülerinin” kurulması başlı başına bir devrimdir. Çok ilginç, güler misin, ağlar mısın cinsinden bir başka örnek: Eğitim modeli için araştırmalar yapan bakanlık yetkilileri, İsrail’e gider, İsrailli yetkilinin verdiği cevap, tarihi bir derstir. “Biz sizin köy enstitüsü modelinizi kendimize uyarladık, kaynak sizde,” demiştir. Yoksulluk ve cehalet onurlu, tam bağımsız bir devlet olarak yaşamanın baş belasıdır. Süratle yoksulluğu sonlandırmak lazım, yoksulluğu bitirecek yatırımları süratle hayata geçirmek lazım. Ekonomik bağımsızlık, siyasal bağımsızlığın sigortasıdır. Fakat ne acı, yoksulluk tükeniyor, ne cehalet! Bakın, tarım tükendi, yatırımlar azaldı, yetişmiş beyinler bir bir yurt dışına gidiyor. Almanya İkinci Dünya Savaşında ekonomik olarak çok büyük bir yara aldı, Japonya yerle bir oldu. Bugün bu devletler en kalkınmış ülkeler arasında değil mi, ya Güney Kore, yarattığı markalarla nerelere geldi? Şimdi bir parantez açalım: 1950 yılında TBMM de alınan karara istinaden beş bin kişilik bir tugayla sırf Nato’ya bizi alsınlar diye Güney ve Kuzey Kore arasındaki savaşta taraf olup Güney Kore’nin yanında savaşa katıldık. Bu savaşta yedi yüzün üstünde askerimiz şehit oldu, yüzlerce askerimiz, yaralandı, kayboldu, esir düştü, ne için? Şimdi “şehitlik” nedir diye soralım, evet nedir şehitlik? Devrin siyasal iktidarının siyasal menfaatleri için askerlerimiz şehit olmuş, siyasal konjoktör nedeniyle, “ne için, neden, ne adına...” soruları sorulup cevaplanamamış. Biz de bu soruları buraya koyup parantezi kapatalım. Cehaletle ilgili can alıcı bir örnek vereceğimizi söyledik ya, verelim şimdi örneğimizi. Anlı şanlı bir profesör dedi ki, “ben cahillerin ferasetine güveniyorum.” Şimdi bu sayın profesör cehaleti yüceltmiş olmuyor mu? Ben bu sayın profesörün dediklerini kulağımla duydum, vallahi dedi. Bu profesör şimdi nerede biliyor muyuz? Köy enstitüleri, cehaleti kökünden kazıyacak muhteşem birer eğitim kurumu iken, hangi akılla, hangi motivasyonla yok edildiğini anlatabildik mi? Yoksul köy çocuklarının çağdaş normlarda okutulması, aydınlatılması fevkalade bir şeyken, nasıl olur da yok edilir, bu nasıl bir kötü niyetliliktir? Demiryollarının komünist işi olduğunu söyleyen kasaba siyaseti, köy enstitülerinin de komünist yuvasına döndüğü yalanıyla kapatırmıştır. Dünyada ne kadar komünist varsa o kadar taş düşsün kafanıza. Şimdi demeyelim yine bilerek, isteyerek yoksulluktan, cehaletten nemalanan siyaset her şeyi bilinçli yapıyor, yoksa ne diye bu güzelim kurumlar kapatılır, ne diye demiryolu taşımacılığı komünist işi deyip ülkeyi petrol milyarderlerine mahkum eder? Altını çizmek için sorularımıza devam edelim İkinci Dünya Savaşından çıkan Almanya ve Japonya bugün nerede, ya Güney Kore? Bu soruların cevabını topu taca atmadan verelim. Yazık, yazık, çok yazık, bu canım ülkenin güzellikleri bir bir kayıp gidiyor elimizden. Muasır devletler düzeyine ulaşmanın yegâne yolu aklı özgür kılmak, tutsak beyinleri kurtarmaktır, mankurtluk yaygınlaşırsa derler ya, “aynı gemideyiz,” batıp gideceğiz…

  • MUTLUĞUN RESMİ YAZILDI MI?

    "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? işin kolayına kaçmadan ama gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil ne de ak örtüde elmaların ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" Nazım Hikmet Ran Dünyanın tanıdığı birbirinden değerli üç insandan bahsedeceğim bu yazıda. Ama önce bu neyin hikayesi diye düşünebilirsiniz. Edebiyat dünyası ile az çok ilginiz varsa dünyaca ünlü şair Nâzım Hikmet, yine Dünyaca ünlü illüstratör /Ressam /yazar Abidin Dino’nun dostluk ve arkadaşlığını bilirsiniz.​​ Nâzım Hikmet 17 Ocak 1902 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelir; romantik komünist, devrimci olarak tanımlanır. Siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır. Kurtuluş savaşımızı anlatan “Kuvayi Milliye Destanı” bu güne kadar Kurtuluş Savaşımızı en iyi anlatan yazılmış en iyi şiirdir. Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. “İt Ürür Kervan Yürür” kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmış, dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasındadır. Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan Nazım Hikmet, İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre yatmıştır. 1951 yılında hakkında Türk vatandaşlığından çıkarılmasına dair alınan karar, ölümünden 46 yıl sonra Kültür bakanlığının önerisi üzerine 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile iptal edilmiştir. 14 Temmuz 1950'de cezaevinden tahliye olur. 49 yaşındaki Nazım askere alınacağı ve arkasında farklı şeyler olduğu haberleri üzerine 17 Haziran 1951’de bir tekneyle gizlice Varna’ya, Bükreş’e ve en sonunda Moskova’ya gelir. Hayatına birçok güzel kadın girmiş ve onlara şiirler yazmıştır. Moskova’da 1952 Yılında tanıştığı Galina adlı genç bir Rus doktor Nazım için yeni bir aşkın başlangıcı olur. Galina Nazım’ın doktoru, hayat arkadaşı, evdeki yoldaşı, sağlık danışmanı, yediğini-içtiğini, tüm yaşamını denetleyen yardımcısı, yurt dışına birlikte gittiği eşi ve diğer yandan da Rusya adına onu kontrol eden devlet görevlisidir. Nazım, Galina’ya aşk şiirleri yazmasa da en uzun ilişkisini onunla yaşar. 1955 yılı sonlarında bir tesadüf eseri Vera’yla tanışır. Ancak o zaman şairin bilmediği şey Vera’nın evli ve bir kız çocuğu annesi olduğudur. Bu yıldırım aşk Nazım’ı tekrar canlandırır, onun yaşama bağlılığını, coşkusunu geri getirir. Vera’ya kocasından boşanarak birlikte yaşamaları konusunda baskı yapmaya, onu kıskanmaya başlar.1960 yılı başında Nazım’ın Galina ile olan sekiz yıllık uzun beraberliği boşanmayla sonuçlanır. Vera’ da eşinden ayrılmıştır. Artık her yere birlikte gitmektedirler. 1961 yılında “Saman Sarısı”şiiri ile “Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” dediği Nazım’dan otuz yaş küçük Vera hayatının kadını olmuştur Nazım bundan sonraki aşk şiirlerini artık Vera için yazacaktır. ABİDİN DİNO: 23 Mart 1913’te İstanbul’da doğmuştur. Ressam, yazar, çevirmen, karikatürist, film yönetmeni, editör, oyun yazarı, seramikçi, şair, sanat tarihçisi, folklor araştırmacısıdır. Çok yönlü bir kültür insanı olan Abidin Dino, çağdaş Türk resminin öncülerindendir. Romantik olmasına rağmen inandığı doğruları sonuna kadar savunan ve mücadelesini veren inatçı bir yapısı vardır. Ali, Arif, Ahmet, Leyla Dino’dan sonra ailenin son çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Dedesi Abidin Paşa Adana Valisidir. Birinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce ailece önce İsviçre’nin Cenevre kentine 1920’de ise Fransa’ya yerleşirler. 1925 yılında yurda dönmelerinden bir süre sonra babasını, sonra da annesini kaybeder. Robert Koleji’ndeki öğrenimini yarım bırakır artık tüm zamanını resim, karikatür çalışmalarına ayırır. Daha çocukluk döneminde resim yeteneği ve sanat sevgisi olan bir çocuktur. 1931 yılında henüz 18 yaşındayken Fikret Adil’in yönetimindeki Artist Dergisi’nde ilk yazı ve resimleri yayımlanır. Nazım Hikmet’in “Sesini Kaybeden Şehir” kitabının çizimlerini yapar. “Kısa Hayat Öyküm” isimli kitabında Abidin Dino Nazım ile ilgili olarak anılarını şöyle anlatır: “Nazım Hikmet olağanüstü bir kişiydi. Çünkü eleştiren, karşı çıkan, başkaldıran bir tipti.”, “İlk kez bir kitabını yayımlıyor o sıralarda. Ve ben yanılmıyorsam onun bu kitabını (Sesini Kaybeden Şehir) resimleyen ilk ressamım. Niçin beni seçti illüstratör olarak? Nazım 1920 yıllarının fütürist Moskova'sından geliyordu. Ben fütürist değildim. Ama desenlerimi sıra dışı bulmuş olmalı ki beni seçti.” demiştir. 20 yaşında iken Cemal Tollu, Elif Naci, Nurullah Berk, Zeki Faik İzler ve Zühtü Müridoğlu ile birlikte Türkiye’nin ilk avant-garde resim grubu olan “D Grubu”nu kurarlar. Gruptakilerin başlangıçta ortak bir resim anlayışları olmamakla beraber, düşünce yanı ağır basan resimler yapmayı planlarlar. Sovyet sinemacı Sergey Yutkeviç ile tanıştıktan sonra 1934’te gittiği Leningrad’da üç yıla yakın Len Film Stüdyosu’nda dekoratör, ressam olarak çalışır. 1939’da yurda döndüğünde Ses, Yeni Ses, Yeni Adam, Servet-i Fünun, Yeni Edebiyat gibi dergilerde yazıları yayımlanır, resim ve karikatürleri çıkar. Toplumcu gerçekçi sanat anlayışını savunmaktadır. Yazılarında toplumsal konulara ağırlık verir. 1939 yılında yaşamını denizin zor koşulları içinde kazanmaya çalışan balıkçıları ve liman işçilerini çizmek için Liman Grubu’nu kurar. Birkaç ressam arkadaşıyla altı aylık ortaklaşa çalışmalarının sonunda liman çalışanlarını konu ettikleri ve büyük bir yankı uyandıran sergilerini açarlar. 1940 yılında Türkiye Komünist Partisi’ne katılır, parti içinde çalışmaları 1966 yılına kadar sürer. Hitler’in tüm dünyayı savaşa doğru sürüklediği yıllarda Rusya’yı işgal eden Alman ordusunun püskürtülmesinde önemli rol oynayan, yalnız kendi ülkelerinin değil, bir başka kıtanın, Avrupa’nın da kaderini değiştirdiklerine inanılan Viyazma ve çevre kentlerin direnişçi halkını “Gerilla Desenleri“ çalışmasında resmeder. 1941 yılında ağabeyi Arif Dino Develi’ye, Abidin Dino ise Mecitözü’ne sürgüne gönderilirler. Adana’da sürgün günlerinde resim çalışmalarını sürdürür. Türk Sözü Gazetesi’nin yazı işlerinde çalışarak geçimini sağlamaya çalışır. Sürgünde eşi Güzin (Dikel) ile evlenir. 1941 yılında çıkardığı ilk “Kel” isimli kitabı basılır basılmaz bakanlar kurulu tarafından toplatılır. Orhan Kemal ve Yaşar Kemal ile uzun yıllar devam edecek dostlukları bu dönemde başlar. Yaşar Kemal’in Deniz Küstü, Ağrı Dağı Efsanesi romanlarını kapak tasarımı ve kitap içinde resimleri Abidin Dino tarafından çizilir. Yaşar Kemal, “Ağacın Çürüğü” isimli kitabında Şöyle anlatır: “Doğa bir büyüdür. Bir yaratmadır görene. Abidin Dino resmi de bir büyü, dehşet bir patlama, bir yaratmadır...Abidin Dino’daki bu çiçek zenginliği salt Çukurova değildir. Salt Karacaoğlan, salt Dadaloğlu, salt çukurun kadınlarının türküleri değildir. Bir Türkmen kilimi, bin renkli bir büyü çiçeğidir. Çukurova’da Abidin Dino’yu bu kilim emzirmiştir.” Der. Yaşar Kemal “Bin bir Çiçekli Bahçe” isimli kitabında:” Abidin Dino’nun resimlerini gördükten sonra, onun için çağımızı zenginleştirenlerden birisidir diyebiliriz hiç çekinmeden. Dünyamızı zenginleştiren, çağımızı zenginleştiren, yüreğimizi, gönlümüzü, gören gözümü zenginleştiren büyük bir usta. Dünyamızın tadına varmak, güzelliğine ermek, her şeye karşı yaşama sevincine ulaşmak ancak Abidin Dino gibi büyük ustaların imbiğinden geçerek mümkündür.” Diye anlatır. Değerli yazar Yaşar Kemal “Baldaki Tuz” isimli kitabında “Arif Dino büyük bir ressamdı. Şairdi, daha da çok, kültürlü, erişilmez zevki olan bir adamdı. Geniş kültüründen, inceliğinden onunla ilişki kuran her kişi faydalanırdı. Eski Yunanı, eski Yunan tiyatrosunu da çok iyi bilenlerdendi. Dünyanın birkaç kentinde, başkentinde ünlü piyeslerin dekorlarını yapmıştı. Abidin Dino’nun Abidin Dino olmasında, Orhan Kemal’in Orhan Kemal olmasında onun da payı vardır. Benim üzerimdeki etkisi, uzun sürmüş bir öğretmenlik etkisidir.” şeklinde hem sanatını hem de dostluklarını anlatır. Abidin Dino uzun yıllar sağlık sorunları yaşamış 1990 yılında tiroit kanseri teşhisi konulan değerli sanatçı 7 Aralık 1993’te Paris’te vefat etmiştir. Geriye dünya çapında unutulmaz eserler bırakmıştır. SAMAN SARISI Şiirin tamamını burada paylaşmamakla birlikte şiirin yazılma hikayesi ve içinde yer alan olaylara da kısa bir göz atalım. Sovyetler Birliği pilotu ve kozmonu Yuri Gagarin 12 Nisan 1961'de Vostok uzay aracıyla uzaya çıkarak Dünya yörüngesinde turunu tamamlamıştır. Böylece uzaya çıkan ilk insan olmayı başarmış bu başarısıyla birlikte uzay çağını başlatmıştır. İstanbul’da Beyazıt meydanında 28 Nisan 1960 tarihinde 20 yaşında gencecik bir Hukuk Fakültesi öğrencisi Turan Ekmeksiz açılan ateş sonucu öldürülmüştür. 1959 yılında gerçekleşen Küba devriminden sonra Fidel Castro devlet başkanı olmuştur. 1961 yılında devrimden sonra ABD’ye kaçan ve ABD yönetiminin desteğiyle silah ve mali kaynak sağlayan Kübalı karşı-devrimcilerin giriştiği Domuzlar Körfezi Çıkarması başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Tüm bu olayların yaşandığı 1961 yılında Abidin Dino, Nazım Hikmet Ran ve çok sevdiği eşi Vera, Paris’te bir otel odasında kalmaktadır. Nazım Hikmet, gecenin bir yarısı kalemini almış “ Saman Sarısı” adlı şiirini yazmaktadır. Eşi Vera çoktan uyumuştur. Nazım Hikmet ve Abidin Dino, Seine Irmağı’nı gören çatı katındaki otel odalarının pencerelerinin başında oturmuşlar, Abidin Dino bir şeyler çizmektedir. Şiirinde adete Abidin Dino ile konuşmaktadır. Onun resim konusundaki yetenekleri şiire yansır. Şiirin bir kısmında Nazım Hikmet şöyle seslenir dostu arkadaşı Abidin Dino’ya : (…) meydanlarla yapılardan konuşuyoruz Abidin'le tavan arasında- ki otel odamda Sen ırmağı da akıyor Notr Dam'ın iki yanından ben geceleyin penceremden bir ay dilimiymiş gibi görüyorum Sen ırmağını rıhtımında yıldızların bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda Paris (…) “Abidin’e söylemeli de resmini yapsın Beyazıt Meydanı’nda şehit düşenin ve Gagarin Yoldaşın ve daha adını sanını kaşını gözünü bilmediğimiz Titof Yoldaşın ve ondan sonrakilerin ve tavan arasında yatan genç kadının. Küba’dan döndüm bu sabah, Küba meydanında altı milyon kişi akı karası sarısı melezi Işıklı bir çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya. sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin işin kolayına kaçmadan ama gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil ne de ak örtüde elmaların ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin 1961 yazı ortalarında Küba'nın resmini yapabilir misin çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat? KISA HAYAT ÖYKÜM- ABİDİN DİNO Dostlukları ve şiir ile ilgili Abidin Dino “Kısa hayat öyküm” isimli kitapta “Bir gün yayımlanacak ilk kitabını resimlemek isteyip istemediğimi sordu. Kitabın adı: Sesini Kaybeden Şehir 'di. Bu kitap için birtakım şeyler çiziktirdim. Sanırım pek fena olmadı. Hayatım boyunca Nazım'ın son günlerine değin, hatta ölümünden sonra da onun yapıtıyla olan bu karşılıklı ilişki devam etti. Bir şiirinde, "Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" diye bir dizesi vardır. O gün bugün, bu soru sökülüp atılması olanaksız bir biçimde bedenime yapışmış gibidir.” Şeklinde anlatır. ABİDİN DİNO BU ŞİİRE KARŞI BİR RESİM ÇİZDİ Mİ? Nazım Hikmet’in bu şiirine karşılık Abidin Dino tarafından “Mutluluğun resmi” olarak çizdiği iddiası ile mutlu bir ailenin bir odada yatakta ve tavuklarla birlikte resmedildiği resim internette söylenir/bilinir/ sanılır… Hatta internette bulunan bazı kopyalarda sağ alt köşede oldukça amatör bir yazıyla Abidin Dino yazanlara da rastlamak mümkündür. Oysa bu resim ile Abidin Dino tarafından çizilen resimlerin birbiri ile çizim karakteri bakımından benzemediği açıkça görülmektedir. “Mutluluğun Resmi” denilerek Abidin Dino’nun yaptığı sanılan resim, ressam Dianne Dengel’a aittir. 1 Ocak 1939 tarihinde Amerika-Rochester’da doğan, Resim sanatındaki tarzıyla tüm "dünyaya mutluluk saçan kadın" olarak tanınan Dianne Dengel, özellikle ‘fakir ama mutlu’ insanları resmetmesiyle ün kazanmıştır. Dianne Dengel resimde mutlu, huzurlu gülen insanları resmeder. Çalışmaları resimden çok 3D çalışması olarak kabul edilmektir. İnternete Dianne Dengel yazdığınız zaman yaptığı çizimlerin birbirine benzediği de görülecektir. Resimler her şartta mutlu olunabileceği ve hayvan sevgisini de resmeder. Dianne Dengel, 15 Mayıs 2012 yılında 73 yaşında vefat ettiğinde arkasında bir çok eser bırakmıştır. BAHATTİN GEMİCİ Ankara/Nallıhan’da doğan Bahattin Gemici Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu’nu bitirmiş, Ilgaz ve Kurşunlu’da iki yıl öğretmen olarak çalıştıktan sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Almanca bölümüne devam etmiştir. 1976ʼda turist olarak geldiği Almanya’da çeşitli işlerde çalışmış, 1977ʼden itibaren Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nin Herten kentinde 36 yıl öğretmenlik yapmıştır. Almanya’da yaşayan Türk toplumunun eşit haklara kavuşması için verilen mücadeleye katılan Gemici, çok sayıda derneğin ve girişimin kurulmasında, yönetiminde görev almış; ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı çalışmalar yürütmüş, seçme ve seçilme hakkı için kampanyalar düzenlemiş, Türkçemizi yaşatmak için yoğun çaba göstermiştir. Dil Derneği ve Alman Yazarlar Birliği üyesi olan Gemici’nin şiirleri, öykü ve makaleleri çeşitli dergilerde, gazetelerde, antolojilerde, ders kitaplarında ve Batı Alman Radyosu’nun (WDR) programlarında yer almıştır. Yazarın Türkçe ve Almanca olmak üzere 15 kitabı (şiir,öykü, araştırma, çocuk konulu) yayımlanmıştır. BAHATTİN GEMİCİ İLE ABİDİN DİNO’NUN TANIŞMASI Bahattin Gemici, Abidin Dino’nun 1987’de Essen Halk Yüksek Okulu’nda açılan sergisine, ardından düzenlenen söyleşisine katılır. Gemici, Dino’nun anlattıklarını; Nazım Hikmet’le olan ilk tanışmalarını, buluşmalarını ve dostluklarını ilgiyle dinler. Bahattin Gemici , 11 senedir ülkesine gidemediği için memleket hasretiyle yanıp tutuşmaktadır. Toplantı sonunda herkes Hüseyin Çölgeçen tarafından yayımlanan Abidin Dino’nun resim kataloğunu imzalatmak için sıraya girer. Abidin Dino kataloğu alan herkes için bir iki dakikada özgün resimler çizmektedir. Gemici, kataloğu Abidin Dino’ya verir ve ona kendi yazdığı “ KARŞIDA BİZİM MEMLEKET” şiirini okur: KARŞIDA BİZİM MEMLEKET Karşıda bizim memleket Bir kuş gibi uçsam m’ola Dağlarından taşlarından Kanat çırpıp geçsem m’ola Tohumlar durmuş sürgüne Yağmur gibi yağsam m’ola Çiçeğine güllerine Arı olup konsam m’ola Gemici’yim denizlere Yelken açıp çıksam m’ola Adalara kıtalara Barış olup gits​em m’ola Bu şiiri dinleyen Abidin Dino bir resim çizip “ Gemici’ye “yazıp imzalar. MUTLULUĞUN RESMİNE ABİDİN DİNO’NUN YANITI Bahattin gemici 1972 yılında Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu’nda öğrenciyken Nâzım Hikmet’in “Davet” şiiri yüzünden iki hafta okuldan uzaklaştırılır. Bu yüzden bazı bitirme sınavlarına giremez, güz döneminde mezun olur. 1980'de çok sevdiği şair Nâzım’ın Moskova'daki mezarını ziyaret eder. Abidin Dino ile Essen’deki güzel karşılaşma Bahattin Gemici’yi etkilemiştir. Nâzım'ı ve Abidin Dino'yu çok sevmektedir. “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diyen Nâzım'a, Abidin Dino’nun da bir yanıtı olmalı, diye düşünür. Yapılan sohbetten esinlenerek o akşam bir şiir yazar. MUTLULUĞUN RESMİ -Abidin Dino’dan Nâzım Hikmet’e- Ben mutluluğun resmini Yapardım yapmasına Mümkün olsaydı eğer Bir şafak vakti Yedi tepeli şehrime dönmek Kokusu buram buram tüten Limanda simit satan çocuklar Martıların telaşı bambaşka İşçiler gözler yolunu İnebilseydin o vapurdan Ayağında Varna’nın tozu Yüreğinde ince sızı Mavi gözlerinde Yanıp tutuşan hasretle Seninle bir daha kucaklaşabilseydim Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi Bağrımıza bassaydık seni Nâzım Yapardım mutluluğun resmini Başında delikanlı şapkan Kolların sıvalı, kavgaya hazır Bahriyeli adımlarla düşüp yola Giriverseydik Meserret Kahvesi’ne İlk karşılaştığımız yere Bir acı kahvemi içseydin Anlatsaydık o günlerden Geçmişten, gelecekten Ne günler biterdi Ne de geceler Dinerdi tüm acılar seninle Bir düş olurdu ayrılığımız Anılarda kalan Ve dolaşsaydık Türkiye’mizi Bir baştan bir başa Yattığımız yerler müze olmuş Sürgün şehirler cennet İşte o zaman Nâzım Yapardım mutluluğun resmini Buna ne tuval yeterdi ne boya Bahattin Gemici’nin “Yarım Bırakma Türkünü” adlı şiir kitabı 1988’de yazar-yayıncı Remzi İnanç tarafından Ankara’da Memleket Yayınları arasında yayımlanır. Kitapta birbirinden değerli çizerlere ait çizimlerle birlikte Abidin Dino’nun “Gemici’ye “ diye çizip imzaladığı resim (s.52) ve Mutluluğun Resmi şiiri (s. 50-51) yer alır. Değerli şairimiz Bahattin Gemici’ye biz okurlara bu güzel şiiri armağan ettiği için çok teşekkür ediyoruz. Dünyanın tanıdığı değerli şairimiz Nazım Hikmet’e ve Değerli sanatçımız Abidin Dino’nun anılarına saygıyla… 21.09.2020 Kaynak: Kısa hayat Öyküm /Abidin Dino /Can yayınları / 3 Baskı Nisan 2011 Yarım Bırakma Türkünü /Bahattin Gemici /Memleket yayınları 1 Baskı Nisan 1988 Üç Süvari/Semihat Karadağlı /Mavi Ada Dergi /3 Haziran 2020 Baldaki Tuz/Yaşar Kemal Binbir Çiçekli Bahçe/Yaşar Kemal Çeşitli internet gazeteleri ve wikipedia sayfasından tarihsel bilgiler konusunda araştırma yapılmıştır. Bahattin Gemici ile yapılan görüşme ve kendisinden alınan yazılı ve sözlü bilgiler.

  • Güvercin Kanadında Özgürlük

    Normal yürümeyi bilmiyordu. Hep bir yerlere yetişme telaşı, başka insanların dertlerine çözüm bulmaya çalışmak. O yoğun koşturmaca içinde küçücük güzellikleri yakalamayı seviyordu. Arabanın camından gökyüzünün maviliğini, kışa hazırlıktaki badem ağaçlarının güzel havaya aldanıp çiçeğe duruşunu seyrediyordu. Belki de şu anda dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar aynı güzel şeylerden zevk alırken veya benzer sıkıntılardan üzülüyordu. Pandemi tüm dünyayı etkilemiş minicik görünmeyen mikrop birçok insanın hayatını kaybetmesine neden olurken, herkesi evlere hapsetmişti. Nefesimizi bile doğru düzgün alamıyor maskeler ile nefes almakta zorlanıyorduk. Mahkûm olmak dört duvar arasına kapanmak ne kadar zor olduğunu evde hapis günlerinde daha iyi anlamıştık. Dışarıda güzel bir hava vardı. Beynindeki kötü düşünceleri uzaklaştırdı. Arabanın tekerlekleri döndükçe en küçük güzellikleri bile kaçırmamaya çalışıyordu. Şehrin girişine yaklaşınca ne zamandır görmek istediği eski yapı karşıladı. Belki mesleği gereği daha çok dikkatini çektiğinden bu binayı, son halini mutlaka görmeliyim dedi. Eşinden rica etti. Araba yol kenarında durdu. "Sen git gez, ben biliyorum seni beklerim" dedi. Yavaş adımlarla binaya doğru yürüdü. Her anı hafızasına kayıt etmek istercesine incelemek istiyordu. Adımları binaya yaklaşmadan sarmal bir meydan karşılamıştı. Sağda duvarda büyük beyaz bir barış güvercini heykeli adeta duvarları aşmak istercesine kanatlarını açmıştı. Başını yukarı kaldırdı. Bir çınar ağacı dalları ile korumak istercesine özgürlüğü gökyüzüne taşıyordu. Restore edilen taş bina içinde taşıdığı anıları ve sırları ile yılların suskunluğu sırlarını sırtında taşıyor gibiydi. Kapısının üstünde 1885 rakamları yıllara direnen bir anıt gibi duruyordu. Kapının sağ tarafında pirinç bir levha üzerinde “Datça Kavakdibi Demokrasi Evi" yazıyordu. Demokrasi ve mahkûmiyet... “Ne büyük çelişki” dedi. Oysa o duvarlar arasında insanlar özgürlüklerinden uzakta dört duvar arasında mahkûm olarak yaşamışlardı. Mahkûmiyet neydi, bir ceza mıydı? Düşündü sonra suç neydi? İnsanlar neden suç işlerdi? Acaba cezaevine giren her insan suçlu muydu? Peki ya toplum? Ya aile? Onlar da suçlu değil miydi? Daha çocukluktan acaba yeterince sahip çıkıp, güzel bir yarın vaat edilebiliyor muydu? Düşündü... “Ya düşünmek… Düşünmek suç olur mu?” dedi Özgürlük için, eşitlik için düşünmek... Özgürlük ve eşit bir yaşam için mücadele ederken, kimler özgürlüğünden olmuş, kimler o duvarlar arasına mahkûm edilmişti? Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Rıfat Ilgaz, Can Yücel ve daha birçok düşün insanı, en güzel düşüncelerinden kâğıda döktükleri kelimelerle düşüncenin hapis edilmeyeceğini bize göstermediler mi? Onların yaptıkları belki de o duvarlar arasında düşlerini yüreklerinden parmak uçlarına dökerek sessizliği şiirle, öyküyle, romanla haykırmak, yazdıkları ile o soğuk duvarlar arasında beyaz kâğıt ile dertleşmek, kalın duvarlardan dışarı seslerini duyurmaktı? Bahçede dallarını özgürlüğe uzatırcasına açmış koca çınar ağacının altından masmavi gökyüzüne baktı. Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevinde yazdığı dizeleri geldi aklına. Başını yukarı kaldırdı, gözlerini kapattı ve içinden kendi kendine mırıldanmaya başladı; "Bugün Pazar / beni ilk defa güneşe çıkardılar”. Gözlerini açtı, pırıl pırıl güneş gözlerini kamaştırıyordu. Ilık esen Eylül rüzgârı sırtını okşadı. Yavaşça kapıya yürüdü. Ahşap kapıyı açtı, koridorun sonunda masada bir genç kız oturuyordu. . “Girebilir miyim” dedi. "Elbette” diye yanıtladı masada oturan kız. Sessizce içeri girdi. İçerisi loş bir ışıkla aydınlanmış, bir baştan bir başa kitap doluydu. Önce soldaki küçük odaya girdi. Duvarda Datça ile özdeşleşmiş Datça'nın Can Babasının Sardunyaya Ağıt şiiri asılmıştı ve duvarın içine yapılan oyukta kendisine yakılan ağıt yakılan sardunya. Her köşesinden ışıklar vuruyordu. Tepesinden yakılan ışıklar altında sorguya çekilmek için bekleyen bir şüpheli gibi göründü gözüne. Yoksa cezasını çekmek üzere mahkûm mu edilmişti sardunya? Oysa ne suçu vardı direnmekten, çiçek açmaktan başka? Ne demişti Can Yücel Sardunyaya Ağıt şiirinde? Peki nasıl yazılmıştı bu şiir? İzzet Çapa’nın Nebil Özgentürk ile yapmış olduğu bir söyleşisini anlattığı yazısında bu şiir ile olan öyküsünü şöyle aktarır : “Can Yücel’i 12 Mart’ta şiir çevirisinden dolayı cezaevine atmışlar. Ve hemen ardından sürgüne göndermişler Adana’ya. Milli Eğitim Bakanı Hasan Yücel’in oğlu Can Yücel ama ailenin durumu iyi değil. Bir emekli maaşı ve Can Yücel’in çeviri parasıyla geçiniyorlar sadece. Güler Abla ve 3 çocuğu, hafta sonları Can Yücel’i ziyaret edebilmek için İstanbul’da yönetmenlik yapan abimin ricasıyla babamda kalmaya başlıyorlar. Ben de 9-10 yaşlarındayım o yıllarda... Babam istisnasız 2 yıl boyunca her hafta sonu onları ağırladı. Biraz da Adana bu demek benim için. Diyebilirsin ki, ‘Kardeşim, misafir ağırlamak çok kolay!’ Ama sevgiyle ağırladı ve büyük şiirler çıktı o evde 2 yıl boyunca. 72’nin Ocak ayıydı. Can Abi, koğuşunun penceresine koymak için, cezaevine sardunya çiçeği istedi. Ortanca abimle Güler Abla bir Ege çiçeği olan sardunyayı zar zor bulup cumartesi günü cezaevine teslim ettiler, pazar günü de Can Abi’ye verildi. Ertesi hafta öğrendiler ki başgardiyan Rıza, “Ya koğuşta sardunya olur mu kardeşim’ diyerek kaldırıp atmış çiçeği. Bu çok hüzün yarattı bizim evde. Ben de bu hüznü gördüm. Aradan geçti 6 ay. 6 Mayıs 1972. Bir çığlıkla uyandım sabah. Herkes ağlıyor. Çünkü Deniz Gezmiş’in asıldığını öğrenmiştik. Sonsuz bir acı... Yıllar sonra ben üniversite 1. sınıftayım. İzmir’de bir kitapçıda Can Yücel kitabı okuyorum. İçinde ‘Sardunya’ya Ağıt’ diye bir şiir var. (1) İşte o şiir duvarda asılı duruyor. Sardunyaya Ağıt İkindiyin saat beşte Başgardiyan Rıza başta Karalar bastı koğuşa Ikindiyin saat beşte Seyre durduk tantanayı Tutuklayıp sardunyayı Attılar dipkapalıya İkindiyin saat beşte Yataklık etmiş zaar Suçu tevatür ve esrar Elbet bir kızıllığı var Ikindiyin saat beşte Dirlik düzenlik kurtulur, Müdür koltuğa kurulur Çiçek demire vurulur İkindiyin saat beşte Canların gözü yaşta, Aklı idamlık yoldaşta, Yeşil ölümle dalaşta İkindiyin saat beşte * Duvarların arasında, ışıklar altında bulunan bu sardunyayı gördükçe, gözümün önüne yoğun ışıklar altında sorgulanan o insanlar geliyor. “Diren sardunya…” diyorum. “…Ki sen toprağa değer değmez yeşerensin”. * Duvarda cezaevinde kalan mahkumlara ait defter ve kayıtlarına ait fotoğraflara bakıyorum. Belki bazıları için sadece sayıdan ibaret olan o rakamların her birinin bir öyküsü olduğunu düşünüyorum. * Binayı gezerken burası, eski bir cezaevinden çok bir kültür hazinesi gibi görünüyor gözüme. Aslında oldum olası eski tarihi binaların yıkılarak restore edilmesine karşıyım. Evet güzel bir bina olmuş ancak ben duvarlarda yaşanmışlıkların yok edilmemesini, orada yaşayan insanların duvarlara kazıdıkları anıları ve diğer izleri de görebilmeyi dilerdim. Karşımda 1886 yılında yapılan 100 yılı aşkın tarihi yapısı ile, Türkiye'nin 60 metrekarelik en küçük cezaevi duruyor. Evet bu hali ile eski cezaevi halini yitirmiş durumda. Etrafındaki tel örgüler kaldırılmış ve Datça’yı gören, püfür püfür esen bir tepede duruyor. “Özgürlüğe bu kadar yakınken, ona sahip olamamak, belki de daha büyük mahkûmiyet” diye geçiyor aklından. Şimdi o duvarların içinde bir boydan bir boya, kitaplar karanlığı aydınlatmak için bekliyor gibiydi. Deniz uzak olsa bile kulaklarında Sabahattin Ali’nin “dışarda deli dalgalar/ gelip duvarları yalar/ seni bu sesler oyalar/ aldırma gönül aldırma" dizeleri çınlıyordu. Kitaplara baktı, her birinin ulaşacağı zihinlerde birer çiçek olacağını düşündü. Bu duvarlar arasında kalanlar neler yaşamış, ne acılar çekmişlerdi. “Acaba bu metinler arasında burada kâğıda dökülmüş olanları var mıydı” diye düşündü. “Datça'nın o deli rüzgarları ve masmavi göğü mutlaka şiir yazdırır insana” dedi kendi kendine. Çok zamanı yoktu, kısa bir ziyaretti. Dışarı çıktı, güneş hala tepede parlıyordu. Duvardaki güvercin heykeli demir parmaklıklarını parçalamış, düşlerini mavi göklere salmış, özgürlük ve barışa kanat açmıştı. Yüreği ve gözleri ile güvercinin kanatlarını okşadı, imkânı olsa onu da duvardan mavi göklere salardı. Datça’ya geldiğinde kalemine ruh düşürerek havasının deli rüzgarlarının yazdırdığı eski bir şiiri geldi aklına, güvercinin kanatlarını yüreğine takmış gibi koşar adım arabaya doğru giderken içinden bağıra çağıra bu şiiri okudu. Bir baştan bir başa Bir başka dünya Yürek hücreme kilitlediğim Sessizliği yırtan İsyankâr kelimeler uçuşuyor Beynimin ıssız sokaklarında Her harf bir çiçek açıyor Öbek öbek Kelebekler öpüyor usulca Serçeler cıvıl cıvıl ötüşüyor Güneş Masmavi suları Aşk ile öperken Kıpkızıl dudağından şehvetle Martılar yükleyip kanatlarına Gün batımını Sonsuz bir aşkla Tekrar kavuşmak üzere Usul usul maviliklere batırıp Uğurluyorlar Rüzgâr ıslık çalan melodisinde Dağ başlarından Bulutları indiriyor Bereket diye yağıyor yeryüzüne Yediveren çiçekleri açıyor Işık huzmesinde Türküde halaya durmuş gelincikler Papatyaların yanağını al basmış Çocuk yüreğinden Binlerce çocuk gülümsüyor Issızlığın başkentinde Çıplak ayak Patika yollarında yürüyorum Rüzgâr, dağların heybetli doruklarına uçuruyor sesimi Maviden yeşile bir türkü doğuyor Ağustos böcekleri çığlık çığlığa cümbüşte Karanlığı deliyor fesleğenin kokusu Ay dede gülümsüyor Gözlerimi kapatıp Yüreğimle yakalayıp Gökyüzünden yağan Binlerce yıldızı Gönül kafesimin sevgi dolu dehlizlerine saklayıp Gökkuşağından renkler... Gülümseyen çocuklar... Mutlu bir dünya... Diliyorum Dünyada ki tüm silahları Toplayıp heybeme Birer çiçek olarak doğmaları için Toprağa gömüyorum Beyaz güvercinler uçuruyorum Gecenin karanlığına Sarhoş muyum? neyim? Oysa bir damla bile içki içmemişken Denizin turkuazını Gökyüzünün mavisini Çiçeklerin kokusu ve rengi ile Yaprakların yeşilini içmiştim sadece Başım dönüyor, dönüyor Dönüyorum Bir Ege türküsünün ezgisinde Zeybeğe selam duruyor yüreğim Hayatın yorgunluğundan Çakırkeyif, Duraklıyorum kumsalda Yüreğimden bir tebessümle Selam çakıyorum dalgalara Tökezliyorum Yüreğim yüreğine çarpıyor Ellerimden tutup Usulca gözlerimden öpüyorsun Gecenin karanlığında Binlerce martı kanadında Gülümsüyorum… Gülümsüyorsun… Semihat Karadağlı /10.12.2021 Saat:23.48 İzmir Kaynak: 1 - İzzet Çapa 22.Kasım 2019 Not: 1886 yılında inşa edilen 8 kişi kapasitesi ve 60 metre kapalı alan 330 m2 zemin alanı ile Türkiye’nin en küçük cezaevi olarak kabul edilen Datça Cezaevi 1901'den 2001'e kadar kapalı ve yarı açık cezaevi olarak kullanılmıştır. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra CHP eski Genel Başkanı Bülent Ecevit'in tutuklu kaldığı dönemde hapis yatmak istediği cezaevi olarak da bilinen eski cezaevi kapatıldıktan sonra mülkiyeti şahıslara geçmiştir. Datça Belediye Başkanlığı tarafından kamulaştırılan tarihi bina, restore edilerek Demokrasi Anı evine dönüştürülmüştür. Demokrasi Evi'nde kurulan kütüphanede Ressam İbrahim Çiftçioğlu tarafından bağışlanan 3 bin 257 kitap yer almaktadır. Cezaevinin bahçesinde sınırsızlık meydanı ile Datçalı heykeltıraş Elbruz Denge tarafından yapılan, “Ahmet Taner Kışlalı Fikir Sağlığı Heykeli' ile heykeltıraş Halil İbrahim Sever tarafından yapılan “Barış Heykeli” yer almaktadır. Bu yazı Deliler Teknesi isimli derginin 2022 Ocak/Şubat 91 sayısında yayınlanmıştır. Cezaevin eski hali hariç diğer fotoğraflar : Semihat Karadağlı Cezaevin eski halini gösteren fotoğraf internetten alınmıştır.

  • KOLPAYDINIZ AŞKSIZ

    Hangi inattan bahsediliyor marifetse yaşamak hangi... inadına yaşamak nasıl neden kiminle niye diye diye her gün gömüldüğümüz yerde hala hafızamız genç nefesimiz yırtılan ciğerde kaç kuruşa sattınız kaç kuruş insanlığımız anasız babasız hem öksüz hem yetim bırakıldı aşk kaç kuruşa sattıysanız dağ bayır çiçek çayır o kadarız inadımız o kadar yaşıyoruz işte gerçeğiz biz suret, maske ve sözlerinizde dibine kadar aslında siz hep kolpaydınız aşksız #adogmuszeliha

  • 21 MART DÜNYA ŞİİR GÜNÜ

    İlkbaharın başlangıç ayı olan Mart Ayı tarihsel birçok önemli gün, hafta ve olayı da içine alır. Halklar efsanesine göre şubat ortasında başlayıp belli aralılarla sırasıyla hava, su ve toprağa düşen cemrenin son olarak toprağa düşüşü de mart ayına denk gelir. Böylece kış mevsiminin yerini ilkbahara bıraktığı kabul edilir. Mart ayına denk gelen çok önemli bazı gün ve haftalardan bahsetmeden geçmek doğrusu haksızlık olur. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, 14 Mart Tıp Bayramı, 18 Mart Çanakkale Zaferi,21 Mart Irk Ayrımı İle Mücadele Günü, Nevruz, Dünya Şiir Günü, Dünya Down Sendromu Farkındalık Günü, ve Âşık Veysel’in ölüm yıldönümü; 22 Mart Dünya Çocuk Şiirleri Günü, 27-30 Mart Kütüphaneler Haftası ve onu da 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü takip etmektedir. Mart ayında kutlanan, anılan gün ve haftalara baktığımızda insanın insanlık tarihi içindeki edimleri yani yapıp ettiklerinin genel bir özetini görüyoruz aslında. Canlılığını sürdürme garantisini elde eden insan öteki ile insanlaşma yolculuğuna çıkıyor. Bu yolculuk kalabalıklaşarak süren döngüsel bir yolculuktur. Yolcu olan insan yol boyunca farklı davranışlar göstermiştir, göstermektedir. Kültürlendiği ortamın etkisi altında kendisiyle barışık olduğu dönemde öteki ile, diğer canlılarla yani bir bütün olarak doğa ile de barışık oluyor. Aksi olumsuz etkileşimde ise sadece kendisiyle değil yaşam alanındaki herkesle ve her şeyle kavga yani acımasız savaş halinde oluyor. Açıklamaya çalıştığım insan burada tekil insan değil elbette ki. Kendi tarihini yaratan insan yığınlardan bahsediyorum. Yaratan, yıkan ve yeniden yaratan insan, maddi emekle birlikte duyuşsal emeğin de sahibidir. Sanatın her türü de insanın en hassas yaratısının başında gelir. Merakı sonucu ortaya koyduğu devinimi (hareketleri-dansları) çığlığı, yalvarışı, hüznü ve sevinci yani bin bir dilde sesi (şarkılara, türkülere de dönüşen şiirleri) yaşamın toplam bir özetidir. Özellikle şiir, yaşamımızın acı, tatlı tüm birikimini en yalın halde ortaya sermemizi sağlayan kolektif sesimizdir. Söyleyemediklerimizdir, şair nezdinde şiirin söyledikleri. Varoluşsal sıkıntılardan sıyrılıp döngüsel, her türden emekle canlı gerçekliğimizin farkına varışımızdır. Maddi manevi kuşatmaları yardığımız ve yaşama koştuğumuz nefesimizdir. Yaşama soru sorup yanıtını kendimizin üretebildiğini görebildiğimiz mutluluk laboratuvarımızdır bize dair olan şiirimiz. Nu mutlu şiirler üretenlere ve şiirlere dost olanlara. Ve ne mutlu yeniden ayağa kalkmaya dair olan mevsimin başında 21 Mart’ta Dünya Şiir Gününü kutlayanlara. Bu vesile ile PEN Türkiye Merkezi tarafından verilen 2022 Dünya Şiir Günü şiir ödülünün sahibinin Türkan İldiniz olduğunu buradan bir kez de ben belirtmekten mutluluk duyuyorum. PEN’in bu konu ile ilgili açıklaması şöyle: “Şiir tanışmak olduğu kadar unutmamak, unutturmamak, hatırlamak da sayılır. Bazen hatırlanan tek bir şiiri bil bir şairi uzun yıllar yaşatır. O şiir ya da şiirler de okura, edebiyat tarihine ve şiir ortamına değerli anılar bırakır ve yazıldığı günleri yeniden yaşatır. Bundan ‘şiir her anlamda yaşatır’ gibi bir sonuç çıkıyor ki, doğrusu organik bir yazı, seslenme, bellek türü olarak şiire de bu yakışır. Bu yılki PEN Şiir Ödülümüzü de işte bu duygularla çok değerli bir şairimize sunmanın kıvancını yaşıyoruz. PEN Türkiye olarak oy ve gönül birliğiyle 2022 PEN Şiir Ödülü’nü sevgili Türkan İldeniz’e büyük bir mutlulukla sunuyoruz.” Türkiye Yazarlar Sendikasının (TYS) 21 Mart Dünya Şiir Günü Bildirisi’ni “Şiir yaşam içindir!” başlığı ile kaleme alan Şair ve Yazar Gülsüm Cengiz: “Bugün insanlığın şiire her zamankinden fazla gereksinimi vardır. Kapitalizmin son aşaması olan emperyalizmde; emek sömürüsü, savaşlar, kimyasal silahlar, nükleer reaktörler, ozon tabakasındaki delik, laboratuvarlarda üretilen virüsler ve küresel salgın, orman yangınları yalnız insanları değil, bütün yaşamı tehdit etmektedir” demiştir. Nazım Usta’nın yıllar önce seslendiği “STRONSİUM 90” adlı şiiri geleceğin şiiriymiş aslında. Şair, bugünü ve geleceği özgürleştirmenin yolunu şiirle gösteriyor. “Acayipleşti havalar, bir güneş, bir yağmur, bir kar. Atom bombası denemelerinden diyorlar. Stronsium 90 yağıyormuş ota, süte, ete, umuda, hürriyete, kapısını çaldığımız büyük hasrete. Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm. Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm.” PEN Türkiye'nin 21 Mart Dünya Şiir Günü Bildirisi’ni “Şiir sen benim her şeyimsin" başlığı ile Şair Türkan İldeniz kaleme aldı. Bildiri, şiirin yaşamdan damıtılmışlığını en açık haliyle ortaya koymaktadır: “İsteme benden canımı Tanrım/ Ne cennet ne cehennem/ ömrümü şiire adadım / Kimseye vermem// vardır bir şiir. sarnıç suyu gibi durgun/ vardır bir şiir: batık kent gölü gibi mahzun/ vardır bir şiir: çığ gibi iner çavlan yaratır/ vardır bir şiir: dalgaları hem kendisiyle, hem kıyıyla çarpışır/ vardır bir şiir: zamanla yarışır. Şiirler ses resmidir, sesle çizilir. Hayatın özünde karılmıştır mayası. Renkleri asla solmaz. Yansıtır çağının gölgesini, güneşini. Yansıtır devranın ölçeğini. Ülkenin gerçeğini. Şairi itilip kakılsa, hapse atılsa, derisi soyulsa, asılsa, kuşunlansa, yakılsa da; şiiri yaşar sonsuza kadar ve dipdiri çıkar sayfalardan, bin yılları aşarak. Hallac’ı Mansur, Pir Sultan, Nesimî, Nefî, Nâzım Hikmet, Lorca, Rodnoti. O şiirler zamana kement atar, kemende basar parmak. Evet hayatın özünde karılmıştır mayası, renkleri ondan solmaz. Bin afetten bir mısra damıtır sırasında, sırasında bir beyit doğar bin kıyametten sonra. Ve şairler, ve onlar; önce insan dediler, sonra insan. Yanına ekmek, çiçek, gerçek çizdiler. Aysın aydınlansın ortalık, saklanmasın karanlığa kirli işler. Bilinsin çakma denizde kutsanan, yalan dolan, yağma, talan bilinsin diye kelle koltukta gezdiler. Ama hiçbir zaman kalemlerinden eksik etmediler umudu. Onlar. Buz Altında Yanardağ. O yüzden, biz yorulmak bilmeyiz. Bilmeyiz yorulmak biz. Yine insana, yeni insana gideriz. Gün olur bir şiir açar, gökyüzü büyür tat gelir acıya. Duraklamışsa, dinleniyorsa bekleyin biraz lütfen, bir volkandır az sonra patlayacak. Silahları hile pusu ve tuzak diye, işte biraz ondan; tam yılgınlığın belirdiği yerde bir şiirle yeniden tutunuruz kendimize. Ey nice cendereden süzülen direnç! Hangi acı denenmedi ki bizde. Kitap yakılan yıldan insan yakılan yıla vardık. Katliam katladık, çağ atladık. Gel de içlenme. Nereye çıkar bu çarşı ki hem kalabalık hem karanlık. Oysa insanı ve nice dahaları, nice dehaları sevdik. Sevdik aşkla, kutsadık tapmadan da öte. Ama sevmedik sevmedik asla savaşları silahları. Selam gençlik, cömert doğa, kâinat tarihin kanlı sayfalarına inat defolsun yeryüzünden öfke ve kin, işte zeytin dalı, işte güvercin haydi barış çocukları hep birlikte yeniye yaşasın hayat.” Sevgili Şair Türkan İldeniz’e saygı ve sevgiyle …

  • UYURDUM YAĞMURLARA

    Önce güneşi söyledim sana göçen leyleğin gagasını kuruyan her bir dalı sondu sonumdu diyemedim sustum griye buluta yaşadıkça uzayan uzadıkça savaşan bir kâbustum belki şehrinde tozuyordu ellerimi kurutup bıraktım yoğun kar yağışına sensizliğin bu bilmem kaçıncı ertesi oysa ben hep gecenin körü sabahlarda er vakitti uyurdum yağmurlara #aydogmuszeliha

  • ACI VE GERÇEK

    Kuzköy, Karadeniz'de bir dağ köyü. Vadinin kuzunda, kuzeyinde yer alır. Adını da konumundan almıştır. Vadinin güneyindeki Günköy, kızılcık sarısıyla boyandığında bile Kuzköy'de ağaçlar tomurcuklanmaz. Ama bu durum tarım açısından Kuzköy'ü bereketli kılar. Kuzköy'e bahar geç gelir ama tam gelir. Mayısın ilk haftasından itibaren ortalık yeşile ve çiçeğe kesilir. Renk ve koku; kuş ve böcek çeşitliliği insanı alır, götürür. Hele derenin karşısındaki düzlük adeta cennete döner. Doğanın dokunduğu bu halı herkesi büyüler. Burası gezi ve piknik için idealdir. Kuzköy İlkokulu'nun kapanma zamanı mayıs ortalarına rastladığı için buraya mutlaka bir gezi düzenlenirdi. Geziden birkaç gün sonra beşinci sınıftakiler bitirme sınavına girer ve okuldan ayrılırlardı. Bu yüzden gezinin ayrı bir önemi vardı. İlkokul öğretmeni Salih Bey, bir taşla iki kuş vurma niyetindeydi. Hem çocukları geleneksel geziye götürecek hem de okul bahçesindeki çiçekler için orman toprağı temin edecekti. Gezi gününü belirledi ve iki gün önceden öğrencilere duyurdu. Gelmek isteyenler yiyeceklerini ve toprak için boş bir torba veya teneke getireceklerdi. Çocuklar yiyecek olarak genellikle telli peynir, yalda pişirilerek renklendirilmiş yumurta, kaymak, yayık ayranı ve mısır ekmeği getirirlerdi. Gezi sabahı çocukların çantaları şişkindi. Kiminin yanında bez torba, kiminin elinde tel saplı vita tenekeleri vardı. Sabri, son sınıftaydı. Zeki, sevimli, arkadaş canlısıydı. Arkadaşlarının göz bebeğiydi. Gezi günü içi içine sığmıyordu. Gece geziyle ilgili rüyalar görmüştü. Yumurtalarını akşamdan pişirtmişti. Hem de tepeli tavuğun iri yumurtalarını seçmişti. Annesi gezi çantasını hazırlayıp yanına koymuştu. Kapıdan da paslı bir vita tenekesine babasına bir tel taktırmıştı. Denizli horozunun ötüşüyle uyanıp kalkmış, kahvaltısını alelacele yapıp komşu kızı Fatma'yla okul yoluna koyulmuştu. Şanslarından hava güneşli ve sıcaktı. Öğretmen lojmanın kapısında görününce öğrenciler, yılların alışkanlığıyla sıra oldular. Öğretmeni ilk defa kıravatsız gördüler. Öğretmenin yanında karısı Kıymet Teyze ve kızı Zehra vardı. Kıymet Teyzenin elinde üstü işlemeli örtülü bir sepet vardı. Öğretmen de kazma ve kürek getirmişti. Öğretmen, cebinden kağıt, kalem çıkarıp sıradaki öğrencilerin listesini çıkardı. Bir öğrenci hastaydı. İki öğrenci evde iş yapmaları için ailelerince gönderilmemişti. Bir öğrenci mezarlıktan koparıp buket yaptığı leylakları Kıymet Teyzeye verdi. Liste de tamamlanınca okul şarkılarıyla yola koyuldular. Yolda karşılaştıkları köylüler onlarla şakalaşıyor, kendi gezilerini anımsıyorlardı. Derenin kenarına geldiklerinde suların oldukça yükseldiğini ve köpürerek aktığını gördüler. Havalar birden ısındığından dağlardaki karlar hızla erimiş ve dereyi azdırmıştı. İnsanı tehdit eden bir canavara banziyordu dere. Derenin üzerinde basit bir tahta köprü vardı. Tahta köprü kestirmeydi ama dardı ve geçerken sallanıyordu. Köylüler, hayvanlarıyla geçerken, epeyce yukarıdaki kemer köprüyü kullanıyorlardı. Öğretmen ve Kıymet Teyzenin gözetiminde öğrenciler köprüden geçip koşarak piknik alanında güzel yer kapma yarışına girdiler. Plastik bir topla futbol oynadılar. Kızılağaç dallarından düdükler yaptılar. Kavalağaçlarından kavallıklar kestiler. Uzun eşek, istop, körebe oynadılar. Yorulan erkekler çimenlere sere serpe uzandılar. Kızlar çiçek toplayıp taç yaptılar, başlarına taktılar. Öğleyin gruplar oluşturup yemeklerini yediler. Yumurta tokuşturdular. Kazanmak için ufak tefek hilelere başvurmaktan da geri kalmadılar. Gözelerden su içtiler. Öğretmen çöpleri toplattı, gömdü. Yemekten sonra öğrenciler yakındaki ağaçların altından öğretmenin yardımıyla orman toprağını teneke ve torbalarına doldurdular. Hava serinlemeye başlayınca öğretmen toplan düdüğü çaldı. Sabri ile yakın arkadaşı Zeki ortalıkta yoktu. Osman, biraz önce ormanda gugo çiçeği aradıklarını söyledi. Öğretmen ormana yaklaşıp birkaç kez düdük çaldı. Biraz sonra Sabri, elinde, yeni tomurcuklanmış bir gugo çiçeğiyle göründü. Ardından Zeki de geldi. Sabri çiçeği kökünden söküp vita tenekesine koymuştu. Bu çiçek köyde çok sevilirdi. Ulaşılması zor yerlerde ve ender bulunurdu. Sabri çiçeğini gözü gibi koruyordu. Öğretmen öğrencileri topladı ve saydı. Dönüşe geçildi. Biraz yürüyüp tahta köprüye gelindi. Öğrenciler öğretmenin ve Kıymet Teyzenin gözetiminde köprüden geçiyorlardı. Osman, Sabri'nin yanından gidiyordu. Sabri köprünün kenarına yakın gidiyordu. Bir anda Osman Sabri'nin çiçeğine uzandı. Sabri dokundurmak istemedi, tenekesini kaçırmak isterken dengesini kaybetti. Köprüden aşağıya kaydı. Köprünün tahtalarına tutunmaya çalıştı. Önce köprünün altına kaydı. Köprünün solunda suyun içinde bir göründü, bir kayboldu. Öğrenciler şaşkındı. Öğretmen adeta çıldırmıştı. Kıymet Teyze soğukkanlıydı. Öğrencileri dikkatlice karşıya geçirip köye haber vermeye yolladı. Öğretmen, dere boyunca koşuyor, ellerini kafasına vuruyordu. Haberi alan köylüler Harmancık'tan başlayarak dereyi iki koldan taradılar ama bir ize rastlamadılar. Akşam olunca köy camiinin önünde toplandılar. Köylüler şaşkın ve üzgündü. Sabri'nin annesi kadınların arasındaydı, saçını başını yoluyor, ağlaması yürekleri burkuyordu. Sabri'nin babası çarşıdaydı. Köye geç ulaştı. Kara haber tez yayılır derler, köye girişte köyün delisi onu karşıladı, “Sabri boğuldu.” dedi. Atını hızlandırdı. Caminin önündeki kalabalığı görünce kanı çekildi, kalbi sıkıştı, başı döndü, gözleri karardı, atın dizgini elinden boşandı, yere yuvarlandı. Köylüler koşup yerden kaldırdı, oturdukları kerevete paltolarını serip üzerine yatırdılar. Çeşmeden su getirip yüzüne sürdüler. Kaşından akan kanı sildiler. Bir mendille başını sardılar. Kendine gelince durumu anlattılar. Deli gibi dereye koşmaya başladı. Zar zor engelleyip evine götürdüler. Köylüler gece onu yalnız bırakmadılar. Sabah ezanıyla birlikte herkes evin önündeydi. Ellerinde kazma, kürek, balta, tırmık, kanca ve ip vardı. Sabri'nin babasıyla birlikte yola koyuldular. Bir kısmı tahta köprüden karşıya geçti. Her iki taraftan suyun akış yönünde gidiyor, dereyi gözlüyorlardı. Arada bir derenin sürüklediği kütükler onları heyecanlandırıyordu. Sonra gene umutla dere kenarındaki yüksek otları, çalıları karıştırıyorlardı. Dere bazı yerlerde geçit vermiyordu. Epeyce yukarılara çıkıp tekrar kıyıya iniyorlardı. Bu durumda derenin 3-4 kilometrelik kısmını taradılar. Çoğunun belden aşağısı ıslanmıştı. Karşılıklı işaretleşip ateş yaktılar, biraz ısındılar. Ateşin başında azgın dereye bakıp yazın yıkandıkları, serinledikleri, suyunu içtikleri, alabalıklarını yakaladıkları uysal varlığın böyle bir felakete sebep olduğuna şaşıyorlardı. Arama karanlık oluncaya kadar sürdü. Köylüler hem bedenen hem de ruhen bitkindiler. Köyü döndüler. Yakın komşular Sabri'nin ailesini yalnız bırakmadılar. Kasabaya da haber verilmişti. Derenin aşağılarında bir bulguya rastlanabilir diye. Sabri'nin babası, annesi bir ay boyunca dere kenarlarını mesken tuttular. “Hiç olmazsa bir mezarı olsun.” diyorlardı. Yazın derenin suyu iyice azaldı. Sabri'den hiç bir ize rastlanmamıştı. Ahmet Amca, Sabri'nin dereye düştüğü yerden 5-6 kilometre aşağıda derenin yakınındaki otlakta ineklerini yayarken bir ağaca yaslanmış sayıklıyordu. Rüyasında Sabri'nin derenin yanında azgın suların çokça çalı çırpıyı yığdığı yerde olduğunu gördü. İrkilerek uyandı. Rüyasına gördüğü yere indi. Sular azaldığı için çalıları elindeki orağıyla sökmeye başladı. Epeyce söktükten sonra ağır bir koku gelmeye başladı. Burnunu tuttu. Elini, yüzünü yıkadı. Biraz bekledi. Birkaç çalı daha çıkarınca Sabri'nin bozulmaya başlamış kolunu gördü. İrkildi. Hemen inekleri toplayıp ahıra kapattı. Yakındaki komşulara haber verdi. Mendillerine kolonya döküp burunlarını mendille kapattılar. Sabri'nin cesedini çıkarıp çarşafa sardılar. Ahmet Amcanın harmanına getirdiler. Cesedi suyla yıkadılar. Üzerine bolca kolonya, gül suyu döktüler. Sabri'nin babası gelir gelmez çarşafı açıp Sabri'ye sarılmaya kalktı. Ama öyle bir kokuyla karşılaştı ki hemen geri çekildi. Gözlerinden sel gibi yaşlar boşanıyordu.

  • İnsan Üstüne

    Kuşu kanadı, insanı aklı uçurdu Uçurdu da Uçurduğuyla bomba Yağdırdı üstüne Yer altında duran altını çıkardı Çıkardı da Zehir saldı altına üstüne Suyu taşıtlarla aştı Aştı da Tüm pisliği çıktı suyun üstüne Taşı taşa vurup ateş çıkardı Çıkardı da Yaktı ne varsa üstüne Taşı kanatlandırdı Kanatlandırdı da Yardı kaşı, başı üstüne Havayı ısıttı Isıttı da Kuraklık döndü üstüne İnsan çok şey bildi Bildi de Aymazlıktan bela geldi üstüne

  • ULUDAĞ'IN YAMACINDA

    "İrbam! Benim bugün derneğe gitmeye niyetim hiç yok" dedi Doğan. "Benim de yok, yok olmasına da Hasan Gazi: Seminer çalışmalarına katılmak arkadaşlarımızın temel ödevidir," demişti. "Uludağ'a çıkıp şehri tepeden izlemek istiyoruz. Haydi, sen de gel, nasıl olsa adamların gözüne batmaya başladık. Karşı çıktın mı, eleştirdin mi hain oluyorsun. Sen uyuyunca biz Pirhasan'la kavilleştik gitmeyeceğiz. Alacağız "papazkaramızı" az da çerez, uzaklaşacağız bugün dünyadan, “bizimkileri" de yüreğimizde götüreceğiz, Uludağ'ın tepesine, seninki mahzun kalmasın sen de gel... Doğan'ın dedikleri İrbam'ın yüreğini hoplatmıştı. Doğan bir de "bizimkiler" demişti ya… Kararını verdi İrbam,"tamam anasına satayım ben de geliyorum, bunaldım zaten!" "Pirhasan boş şişeleri torbaya koy! İki papazkarası al gel, yanında da bir iki çeşit çerez olursa yeter de artar bile, biz ortalığı biraz toparlayalım, dağınık kalmasın. Bakarsın "bizimkiler" bir gün aniden gelebiliriz " demişlerdi ya, hiç belli olmaz onlara. Hem anam der ki "evini temiz tut konuk, kendini temiz tut ölüm gelir!" Doğru oğlum, dedi İrbam. “Biliyor musun Doğan, ocakta kaynayan bir tencere, tertemiz bir ev, gülen bir anne, gülen bir baba süslemiştir rüyalarımı. Bak biz üç arkadaş bir aile olduk! “… "Her gün tencerede bir şeyler kaynatmaya çalışıyoruz, hiç olmadı dağdan topladığımız kestaneleri kaynatıp yiyoruz. İnanın bu sıcaklığı evimde bulamıyorum. Ah bir dinleseniz beni, tatillerde bile gitmeyelim diyeceğim; ama dinlemezsiniz. Adam, hoş geldin yavrum diyeceğine, “ne zaman geldin sen" diyor! Be Allahsız adam, ben senin evladın değil miyim, hoş geldin yavrum deyip sarılıp öpsen gavur mu olursun, anam sandığında mı getirmişbeni? Ömrü boyunca anneme hiç gün güneş göstermedin, pis pis içtin, pis pis dövdün. Her akşam kavga, her akşam kavga, her akşam domuz başı kaynattın evde. Yüzünü görmek istemiyorum, ama annemi çok özlüyorum ne yapayım... Daha neler, diyeceksiniz değil mi, İnanın yarısını bile anlatmadım daha. Hem biliyor musunuz, benim harçlığımı bile Almanya'da çalışan ablam gönderiyor eniştemden habersiz! “… "Eniştem domuz gibidir, bir haberi olsa, alimallah kıtır kıtır keser ablamı. Müslümanlar domuz yemez ya bizimki "ben domuz yemem, bana domuz yediremezsiniz" diye hava atmış, atmış atmasına da... Arkadaşları punduna getirip bir güzel yedirmişler. Bizimki de olmuş kır bir domuz. Adam domuz, tam bir domuz! Burnu da zaten aynen onun çalağına benziyor... Anlatılanları Pirhasan duymamış gibiydi, çömelmiş, eline aldığı pırnal çubuğu ile oynuyor yere bir şeyler çizmeye çalışıyordu. O bakkala gideceği zaman kot mont, kot pantolon giyer, ince dudaklarının arasına süzgeçli sigarasını alır, estire estire gider gelirdi. Bakkal alış verişi ona aitti. “Bakkaldan bir şey alınacak mı,” diye sıkça sorardı. Bakkala gitmeye hiç üşenmez on sefer git de, on sefer gidip gelirdi. Pirhasan o anda hiçbir şey söylemedi, öylece baktı, baktı. Sonra yüzünü toprağa çevirdi, bir zaman hiç konuşmadan sessizce durdu. Oysa bakkal çakkal işleri onun işiydi, hiç gocunmaz seve seve gidip gelirdi. Nedense, o anda ne oldu, bilemedik. Kim bilir Almanya'da işçi olarak çalışan babası düşmüştü aklına, belki de Trabzon'daki annesi, belki de… Hiçbir şey söylemeden mutfağa yöneldi. Mutfak, bahçe içinde, başka bir yapıdaydı. Boş şişeleri torbaya doldurdu, sigarasını tüttüre tüttüre bir kelime etmeden bakkalın yolunu tuttu. Pirhasan bakkala gidince, Doğan'la İrbam ortalığı toparlamaya başladılar. Aradan on, on beş dakika geçti geçmedi, Pirhasan'ı eli yüzü kan revan içinde karşılarında görünce, beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Pirhasan'ın o hali korkutmuştu onları. Bir şeyler söylemeye yeltendiler, iki sözcüğü yan yana getirip hiçbir şey diyemediler. Önce Doğan denedi, beceremedi. Sonra İrbam. Ama ne çare, onun da nutku tutulmuş, lâl olmuştu. Doğan da İrbam da kanı görünce dizlerinin bağı çözülmüş oldukları yerde çakılıp kalmışlardı. Pirhasan acı içinde kıvranıyordu. Sapsarı yüzü gelincik tarlasına dönmüştü. Kıvır kıvır saçları çaresizliği yaşamıştı, yalnızlığı yaşamıştı. Tarak işlemeyen o sarı saçlar, ıslatınca bile eğilmeyen o aksi saçlar, kulakların üstüne düşmüştü. Sarışın yüzün mavi gözler, gelincik tarlasının içinden "ben korkmuyorum, bana bir şey yapamazlar,"der gibiydi. O iki mavi gözden, bir damla yaş bile gelmemişti. Acısını, çaresizliğini gömmüştü yüreğine. Ne de olsa erkekler ağlamazdı. İrbam Pirhasan'ı orada bulunan bir taşın üstüne oturttu. Mutfağa yöneldi, bir maşrapa su getirip Pirhasan'ın elini yüzünü yıkamaya çalıştı, maşrapada ne kadar su olacaktı ki yetmedi, temizleyemedi. İrbam, Pirhasan'ın koluna girdi, mutfak yakındı oraya götürüp temizlemeyi düşündü. Koluna girdi, girdi lâkin Pirhasan'ın bacakları uzundu, yerlerde sürünüyordu taşırken. Üstündeki kot pantolon ağına kadar yırtılmıştı, ayağına dolaşıyor, az kalsın düşeceklerdi ikisi birden. "Doğan ne bekliyorsun, ne bakıyorsun öyle yağmurda kalmış hindi yavrusu gibi? Toparla kendini, yakışmaz bize acizlik, yardımcı ol, Pirhasan'ı taşıyalım! Sesi öfkeliydi, emirdi, demiri delecek kadar etkiliydi. İncitmeden, acıtmadan, bir ananın sevecenliğiyle bir güzel temizlediler elini yüzünü. Eli yüzü yıkanınca, Pirhasan kendine gelir gibi oldu. Cılız bir sesle: "Susadım bir bardak su verin, içim yanıyor" dedi. "Zararı olmaz mı" dedi Doğan. "Ne zararı olacakmış, doğum mu yaptı, bu adam?". "Ne bileyim ben, öyle derler de." "Boş ver sen diyenleri. Doldur bir bardak içsin Amerikalım. Nasılsın aslanım, iyileştin değil mi biraz, çok acımıyor değil mi?" Pirhasan, tam bir Avrupalı görünümündeydi: Kıvırcık, sarı saçları, sapsarı bir yüzü ve bu yüze hakim iki masmavi göz ve de her daim üstünde kot bir mont, kot bir pantolon ve ağzında süzgeçli bir sigara. Doğan buna sebep "Amerikalı" demiş, o da sevmişti bu lakabı. Ev sahipleri Bekir Çavuş, Uludağ'dan kestiği kestane ağaçlarını yontmak için bahçe kapısından içeri girdi. Pirhasan'ı o halde görünce şaşırıp kalmış, birkaç dakika sonra: "Ne oldu çocuklar, ne oldu sana Pirhasan, kim yaptı, kim ?" "Yok bir şey, önemi yok Bekir Amca! Pirhasan bakkala giderken önünü kesmişler, sonra da ..." "Tamam Doğan kim yaptı sen onu söyle. Ben onların ağızlarına bir güzel..." "Sen takma kafana Bekir Amca, biz onların cezasını veririz, dedi Doğan. Dedi demesine de geçenlerde sınıfta onu da benzetmişler, hâlâ cezası verilecek! "İrbam sen Pirhasan'la ilgilene koy, ben fasulye ıslatayım, biraz geç kaldık; ama olsun biraz fazla kaynattık mı tamamdır. Bekir Amca akşama siz de gelirsiniz değil mi, çok ıslatacağım?" "Olur mu Doğan yavri, siz bize buyurun bugün! "Fattime, Kız Fatime!" diye aşağıdan yukarı bağırmaya başladı hanımına. Balkon kapısı açıldı, perde dışarı doğru rüzgârlandı. "Ne o yine Beço, aşşa indin mi, birakmıysın işimi yapayum?" "Dellenme gız, canımı sıkma benim!" Sonra Boşnakça daha öfkeli sesini yükseltmeye başladı. Öyle anlaşılıyordu ki, küfür ediyordu, öfkelendiği zaman, yarı Türkçe, yarı Boşnakça güneş yüzü görmeyen küfürleri sıralardı art arda... Neden sonra Fatma Kadın: "Pirhasan, Pirhasan geçmiş olsun yavri, ben seni gömedim, geçmiş osun, ben Beço'ya gızdım, ne olur beni yanlış anlama, ben seni gömedim. Beni kınama emi, ben sana nasıl kızam yavri, kızmadın del mi?" "Kızmadım teyzeciğim, hiç kızar mıyım, hiç yanlış anlar mıyım? Kendini ferah tut. Ben seni annemmişsin gibi seviyorum. Annem Trabzon'da, babam, Almanya’da, siz buradasınız. Hasta olduğumda önce Doğan'la, İrbam'a sonra da size koşarım! "Allah razı olsun yavrim. Kâmil'imden, Kemal'imden ayırmam sizi ben, biliyosunuz. Ama benim akılsızlam Kemalimle, Kâmilim başka kız yohmuş gibi ikisi de bir kıza aşık oluş. Evde biri vaken, öbürü evi terk ediyo, birinin otuduğu sofaya digeri otumuyor. Yalnız kalsalar, bir kaşık suda boğacakla birbirlerini. Çok üzülüyom çocuklar çok, ne edeceğimi bilemiyom bir tülü, Allah akıl fikir vesin!” Bekir Çavuş: " Konuşup durma kız, kadın çocuk zaten yorgun, bir de sen yorma akşama bir şeyler hazırla birlikte yiyeceğiz, hadi durma!" Bakkala papazkarası almaya giden Pirhasan eli boş dönmüştü. Taş döşemeli yolun sonundaki bakkala varmadan, briket yapılı yıkık evin kendine tuzak olacağından habersiz beş altı kişinin saldırısına uğramıştır. Zemherinin aç kurtları gibi çullanmışlar üstüne. Fırsat vermeden vurmuşlar. Vurmuşlar, vurmuşlar, işlerini bitirince de ağır adımlarla ayrılmışlar oradan. Mahallede hiçbir Allah'ın kulu da görmemiş, görenler de örtmüşler pencerelerini çekmişler perdelerini... Pirhasan, yerden kendisi kalkmış, burnunun kanını akıta akıta da evin yolunu tutmuştur... Bekir Çavuş: “Çocuklar şarapları almaya gidiyorum, ne olursa olsun, bugün Uludağ'a gideceksiniz, hazırlanın," diyerek bakkala gitmiş, çok geçmeden papazkaralarını alıp gelmiştir. Doğan, İrbam, Pirhasan, Uludağ'ın yeşilliklerinin bir bölümünü geride bırakmışlar; ama kestane ağaçlarının bulunduğu yere ulaşamamışlardı daha. Uludağ'ın kestane ağaçları, uluydu, uzanıp gidiyordu gökyüzüne sırım gibi, iğ gibi. Teleferik mahallesi halkı kışın hem kestane topluyor, hem de kestane ağaçlarını kesip yakıyordu. Doğan, Pirhasan, İrbam, adam başı iki kestane ağacı kestiler mi bir ay ısınıyorlardı. Ağaçların başını iple bağlıyorlar, yedeklerinde çeke çeke, yorulmadan hop aşağı indiriyorlardı. O kadar kolay değildi yalnız. Teleferik üstlerinden gidip geldikçe bir ağacı, bir çalıyı kendilerine siper edip saklanıyorlardı. Ne de olsa devletin ormancısı, ormanda teleferikte olabilirdi. Aslında onlar değil bir ağacı kesmek bir dalın bile kırılmasından üzüntü duyuyorlardı. Ama ne çare anadan babadan, kardeşten ayrıydılar. Yemeklerini kendileri pişiriyor, evlerini kendileri temizliyor, çamaşırlarını, bulaşıklarını bile kendileri yıkıyorlardı. . Alışmışlardı böylesine Fakat bir şeyi içlerine hiç sindiremiyorlardı bir türlü! Sevdikleriyle Kafkas Pastanesi'nde bir pasta, bir keşkül yiyememişlerdi ve en çok buna yanıyorlardı. Onların inandıkları düşüncenin ahlak anlayışı böyle şeylere müsamaha göstermezdi. Yoksa “revizyonist, kaypak" derlerdi. Bu kavramların ne menem şey olduğunu bilmeden söylerlerdi hem de. Uludağ'ın karlı yamaçlarına varamadılar ama esintinin "bizimkilerden" söz ettiği yere vardılar. Esinti, Doğan'ın kulağına eğildi önce, bir şeyler fısıldadı, Doğan başını salladı, tamamdı bu. Sonra İrbam'ın yanına yaklaştı, eğildi epeyce anlattı. İrbam önce yüzünü astı, neden sonra bir gülün açışı gibi açmaya başladı. Sonra birden İrbam karaya kesti... Rüzgar esmedi, dile geldi, konuşmaya başladı. "Sen dedi, Ümran’ı düşlüyorsun, Nevin seni, sen Ümran’ı. Kararsızlığın yarın seni muhannete muhtaç edecek, Ümran kırlangıç misali, Nevin serçe misali uçup gidecek. Sen de umutsuz, aşksız kalacaksın, bilmiş ol..." Esinti, acısı dinmemiş, yorgun argın, oracığa çöküveren Pirhasan'ın karşısına geçti, gözlerini, gözlerine çevirdi, bir müddet öyle bakıştılar. Esinti Pirhasan'ın acısını yüreğinin derininde duydu ve bütün sıcaklığı ile kucakladı. Ana sıcaklığı ile kucaklıyordu; acısını, özlemini sıkıntısını yüreğinden yüreğine taşıyordu. Sonra Pirhasan'ın Mükerrem’i olup bir öpücük konduruverdi alnına. Pirhasan acıyı duymaz oldu. Mükerrem’i sarar gibi sarmaya başladı. Pirhasan hem sarıyor, hem de "aman Allah'ım ne güzel, ne güzel ne hoş dünyalar varmış, yaşamak buymuş demek!" Bir düş sarmıştı bedenini alıp götürmüştü kendinden. Mükerrem kollarında geceyi düşlüyordu, sabah olsun istemiyordu hiç... Hani, askerden izne gelip sevgilisini saran delikanlının sabahı istememesi gibi... Doğan, taş masanın köşesine ilişmiş, Uludağ’ın tepesine bakıyor, sonra da Pirhasan'nın mutluluğunu İrbam'ın açmazını seyrediyordu kırık dökük. "Doğan bana bak" dedi İrbam "günler var adını söyleyeceğim dedin, ama söylemedin! Veli-nebi torunu mu bu, yoksa kırklar diyarından mı? Bak Doğan, biliyorsun senin, cananın bizim yoldaşımızdır, bizden saklaman, yakışık almıyor, değil mi Pirhasan “…” "Söylemem adını, söylemeyeceğim de, adını ben koymadan göremeyeceksiniz hiç. Anasının, babasının verdiği adını değiştirmeliyim önce, sevdiğimin adını ben koymalıyım. "Gülenay"demeliyim adını ben koymalıyım "bir çınar" diye dikmeliyim yüreğimin baş köşesine, graniti işler gibi de işlemeliyim beynimin derinliklerine. Sonra, ala şafakta, al bir at almalıyım rüzgardan. Terkisine bindirip yıldızlara sürmeliyim. Onun yoluna can baş koymuşum ben. Bu bir sihir, bu bir sevda, kutlu bir sevda... Doğan bunları söylerken, gözleri ışımış bakışları önündeki taş masaya takılmış, hareketsiz kalmıştı. Birden sus-pus olmuş, bıçak gibi kesilmiştir konuşması, diyecekleri takılıp kalmıştır dilinin omurgasına... Birden ürkütücü bir sessizlik... Ve Doğan kendi kendine: “Benim Gülenay'ım", benim Gülenay'ım..." Ne Pirhasan, ne İrbam anlamıştır söylediklerini. Gülenay… Gülenay… Gülenay! Taş masanın üstündeki iki papazkarası şarap, bir kaç parça meze külahların içinde. Taş masa, masa gibi masadır, Allah'tan öyleymiş. Öyle diyor Pirhasan. Bizim için kesilmiş biçilmiş; sonra da bizim soframız olsun diye hizmetimize sunmuş adı güzel, kendi güzel Muhammet! İrbam papazkarasının mantarını zorlanmadan açtı. İlk kadehi Pirhasan'a verdi. "İç koçum, iç Amerikalım iç, şifadır... Ulan Amerikalı seni çok seviyorum biliyor musun? Hele şu sapsarı kıvır kıvır saçlarınla, mavi gözlerin yok mu? Hoş benimkiler de yeşil fakat seninkiler başka! “…” İkinci kadehi Doğan'a uzattı. Doğan kadehi eline aldı, havaya kaldırdı, "şerefe" diyecekti vazgeçti. Öbür eliyle kadehi okşamaya, işaret parmağıyla da üstünde kendince şekiller çizmeye başladı. İrbam en son kadehi kendine doldurdu... Papazkarası, kan kırmızısı gibi parlıyordu, çok hoştu, adamın gözünü alıyordu rengi. Üç arkadaş bakışlarını taş masanın üstünde birleştirdi. Mutluluk şarkısını söylüyordu gözleri. Kadehlerinin bir yanından "bizimkiler de" tutmuştu. Şimdi altı çift göz aynı yere bakıyordu, taş masanın üstünde kavuşan papazkaralı ellere bakıyorlardı. Öyle kaldılar bir müddet. Sonra üç kadehli altı el, aynı anda havaya kalktı: "Sevdamıza" dediler. Doğan'ın eli Gülenay'ın, İrbam'ın eli Ümran'ın, Pirhasan'ın eli, Mükerrem’in elindeydi. Bir dikişte diplediler. Bir damla bırakmadılar. Boşalan kadehleri taş masanın üstüne koymadılar, öyle bakıştılar; sonra sarıldılar birbirlerine kurşun işlemezcesine. İrbam, "ikinci"marka sigarasını çıkardı cebinden, "yak Amerikalım yak, bir şey yapmaz, kepeklendirmez sarı saçlarını." Amerikalı hep filtreli içtiğinden istemeye istemeye yaktı. İrbam, Ümran'ı, Pirhasan Mükerrem’i anlattı dakikalarca. Doğan dinlemiş dinlemiş, sonra da "adını ben koyacağım " diye başlamıştı yine... Gün ikindiye devrilirken Uludağ'ın en tepesinde kara kara bulutlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Kara bulutlar yavaş yavaş dağı örtmeye, sonra da aşağılara doğru sarkıp ağaçları, teleferik direklerini, evleri, Bursa şehrini, sevdaları güzellikleri görünmez etmişti. Her yer kara bir bulut, kara bir dumandı şimdi. Birdenbire bir şimşek, mavili, kırmızılı şimşekler. Önce Uludağ'ın yücesinde çakmaya başlamıştı. Sonra birden bir şimşek de hemen yanı başlarında patlamıştı. Sonra bir yağmur, bir yağmur, yaman bir yağmur... Taş masanın üstünü toparlayamadan yolu ele aldılar. Taş masa, papazkarası şişeleri, "bizimkiler" arkada kalmıştı çoktan. Uçarcasına koşuyorlardı. Gece gibiydi her taraf, ayaklar bir boşluğa bassa felaketti bu. Sonra birden kazık gibi çakıldılar bulundukları yere, göz göze geldiler. Soğuk terler döktüler bunun üzerine, konuşmadan anlaşmışlardı. "Ya aç kurtlar biraz sonra ava çıkar mıydı acaba?" Hiç kimse bu sorunun yanıtını vermeye cesaret edemeden karanlığın belalısını geride bırakmak için uçarcasına eve doğru koşmaya başladılar... Eve geldiklerinde Bekir Çavuş'u kapıda bekler buldular. Yüzü asıktı, öfkeliydi; kendini zor tutuyordu, patlayacaktı. Öfkesini içine gömerek öz evlatlarına sarılır gibi sarıldı Doğan'a , İrbam'a, Pirhasan'a...

  • Esma Teyze

    -HAYATTAN RESİMLER- -Esma Saraçoğlu’nun anısına- Bir sabah başında şapkası bir kadın elini kaldırıp bizi durdurdu. 90'lı yaşlarında pırıl pırıl gözlü, güler yüzlü bir hanım: “Günaydın çocuklar ne tarafa gidiyorsunuz” dedi. Gideceğimiz yolu söyleyince “ Poşetlerim var, evim de sizin yolunuz üzerinde beni bırakır mısınız?” dedi. “Sevinerek. Buyurun, ” dedik. Esma teyze ile tanışmamız böyle oldu. O günden sonra ailemizin bir üyesi oldu. 93 yaşında çağdaş, son derece kültürlü ve bakımlı, hayata sımsıkı bağlı bir kadındı. Bir oğlu bir kızı vardı. Oğlu Antalya da kızı ise Almanya’da yaşıyordu. Albay Diş Doktoru olan eşi vefat etmiş tek başına kalmış, yalnız yaşıyordu. Sevecen yüzü ile çevresine kendisini sevdirmiş birisiydi. Hala gençlik resimlerine benzeyen çok güzel kadındı. Gülmek nasıl da yakışıyordu ona. Yaşamayı seviyordu, hareketliydi. Yaşamının bir kısmını İzmir’de bir kısmını ise İstanbul’da geçiriyordu. İstanbul’a her gidişinde veya dönüşünde tüm sevdiklerini arar “Benim yaşım çok, bakarsın geri dönemem, gelin görüşelim, “derdi. Özel günleri unutmazdı. Ramazan ayında evinde her akşam kendisinin hazırladığı yemeklerle mutlaka misafirlerini ağırlardı. Kendisine olan sevgimiz saygımız büyüktü. Her bayram ve özel günlerde büyükleri mutlaka aramama rağmen bir anneler gününde Esma teyzeyi her nasılsa unutmuştum. Saat 16.00 gibi telefonum çaldı karşımda Esma teyze utancımdan telefonu açamıyorum. Uzun uzun çaldıktan sonra telefonu açtım çok güzel bir ses tonu ile: ” Kızım anneler günün kutlu olsun,” dedi. Utancımdan yerin dibine girmiştim. “Esma teyzeciğim ben sizi arayacaktım kusura bakmayın,” gibi birşeyler dedim. “Olsun kızım ben senin ne kadar meşgul olduğunu biliyorum. Sen her seferinde arıyorsun bu seferde ben arıyayım,“ deyince içim biraz rahatlamıştı. Ama o olaydan sonra sık sık kendisini aramayı ihmal etmedim. Bir yılbaşı gecesi kendisini bize çağırdık. “Kızım ben yaşlı insanım siz sıkılırsınız” dedi. “Olur mu Esma teyze sizinle bir yılbaşı geçirmek bize keyif verir” dedik. Evde tek başına kalmasına gönlümüz razı olmamıştı. Bütün gece bize eşlik etti neşemize neşe kattı. Kış günü buzdolabından su içmesi bizleri şaşırtmıştı. Bir gün Belediyede bir işi varmış, beni aradı: “Kızım benimle belediyeye gelir misin?” dedi. İşlerim yoğundu ancak onu kıramazdım: “Gelirim Esma Teyze” dedim. Birlikte gittik. İşini hallettik beni taksi ile büroya bıraktı. Yolda “Kızım sana olan borcum nedir?” diye sordu. “Esma teyze ben buraya sizin kızınız olarak geldim eğer para için gelecek olsaydım bu gün bürodaki işleri bırakıp çıkamazdım” dedim. Yaşadığı müddetçe tanıdığı herkese benim İzmir de avukat kızım var diye anlatmış. Herkes beni onun avukat kızı olarak tanımıştı. Yaşına rağmen isminizi unutmaz çocukları evdekileri tek tek sorar onları ayrı ayrı gözlerinden öperdi. İnternetten kendisi ile ilgili fotoğraf ve bilgileri bulmuş ve bir kâğıda çıkarmış kendisine götürmüştüm. Sevinçten gözleri doldu “Sen benim kızım oldun” deyişini hiç unutamam. Bir seferinde İstanbul’a giderken bana: “Kızım benden sana hatıra kalsın istiyorum,” deyip inci bir kolye ile inci bir yaka iğnesi verdi. Mahcup olmuştum kimseye borçlu kalmak istemiyordum. Çantama baktım camdan yapılmış çok güzel bir nazar boncuğu ile altın bir zinciri alıp: “O zaman sizde benden bunu kabul edeceksiniz başka türlü alamam” dedim. Çok duygulandı. “Kızım bu yaşta nazar boncuğu takarsam ayıp olmaz mı?” dedi. “Esma teyzecim o kadar güzel ve iyisiniz ki size nazar değmemesi için bunu takmanızı istiyorum” dedim. Kışları genelde İstanbul’a gider orda kalırdı. Bir gün telefonla beni aradı “Kızım senin verdiğin kolyenin ucu kırıldı kuyumcuya gittim benim için çok özel kızımın hediyesi lütfen bunu yapın” deyip kolyeyi yaptırmış. Her konuştuğumda “Kızım kolyen hala boyumda ama yaşımdan utanıyorum tersine takıyorum” dedi. Ölünceye kadar boynunda kaldı o kolye. Son yıllarını bakıma muhtaç olduğu için İstanbul da bir bakım evinde geçirdi. Sık sık telefonla konuşuyorduk. Bana "İstanbul’a gelince mutlaka bana uğra güzel kızımı da göreyim," derdi. İstanbul’a her gidişimde ona uğramak istememe rağmen uğramak mümkün olmamıştı. Sonra bir gün bir telefon geldi. Esma teyze vefat etmiş İstanbul da defnedilmişti. Çok üzülmüştüm. Yolda tanıştığım bir insan hayatımıza o kadar girmişti ki gözümden yaşlar boşaldı. O gün el kaldıran kadını görmezden gelseydik o güzel insanı tanımayacaktık. Bazen hayat tesadüflerle dolu oluyor. Vefatından sonra Almanya da yaşayan kızı geldi: "Annem sizi çok anlattı sizinle tanışmak istiyorum," dedi. Esma teyzenin evinde buluştuk. Cenazesine gidememiştim hiç olmazsa eve gidip veda etmeliyim diye düşündüm. Eşyaları evleri yanan bir aileye vereceklermiş. Manevi değeri olanları kızı ile birlikte ayırdık. Fotoğrafları ve bazı değerli eşyaları aldı diğerlerini bıraktı. "Annem sizi çok seviyordu Lütfen ondan size hatıra kalacak bir şeyleri alın," dedi. Masa üzerinde duran porselen gondol ile duvarda 1963 yılında yapılan yağlı boya tabloyu verdi. Şimdi ikisi de salonumuzu süslüyor. Ha birde Esma teyzenin aşık olduğu ve yıllarını paylaştığı eşi ile çekilmiş bir fotoğrafı aldım. Eşyaları toparlarken gözüme bohça içinde eski bir gelinlik ilişti Bu gelinlik Esma teyzenin annesinin düğünde giydiği gelinlikmiş. “Bunu ne yapacaksınız?” Eşsiz bir şey, götürün lütfen, bir daha bulamazsınız.” dedim. Kızı götüremeyeceğini söyledi. “O zaman izin verirseniz ben alayım, saklamak isterim,” dedim. “Tabi seve seve alın bunun değerini başkaları bilemez” dedi. Esma teyzenin babası Denizli eşrafından Hacı Mestan Ağa olarak bilinen oldukça varlıklı bir aile. Gelinlik Hacı Mestan Ağanın eşi Şerife hanıma ait. Esma teyzenin 97 yaşında vefat ettiği ve kendisinden büyük ağbisinin de olduğu dikkate alındığında gelinliğin 100 yıldan eski olduğu tahmin edilebilir. İpek kumaştan dokunan yöresel bir düğün kıyafeti. Bindallısı cepkeni ve iç etekleri ile birlikte pembe ipek üzerine gümüş kırma işlenmişti. O kadar narin ve eski idi ki evde korumak mümkün değildi. O zaman bu değeri ve kültürü başkaları ile paylaşmak lazım diye düşündüm. Kızı Gül Saraçoğlu’nun da iznini alarak İzmir Kadın Müzesine bağışladım. Aydın pırıl pırıl bir Atatürk kadını olarak tanıdığım Esma teyzenin bu şekilde isminin yaşatılmasına katkım olduğunu düşünüyor, bir nebze de olsa borcumu ödedim diye avunuyorum. Işıklar içinde uyu Esma Teyze Avukat kızın seni unutmadı. Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlık yüzlü kadınlarına bin selam olsun… Semihat Karadağlı

  • Bahara Hasret

    yağan kar tanelerinin ardından seslendim özlemle, hadi dedim bahara... bak, geldi işte cıvıl cıvıl kuş sesleriyle çiçekler getirdi bana... seslensem şimdi çocukluğuma, duyar mı beni bahar yeli, yılların ötesinden minik kedimi alıp, gelir mi yanıma, babamı getirir mi bana? ah gençliğim, ilkbaharım! renk ver yine rüyalarıma getir aldığın sevgilileri nisan yağmurlarıyla bana... eyvah geçip gitti ömür! ne gençliğim geri geldi.. ne gidenler döndü bana eremedim bir bahara... hazan kaldı yine bana...

  • SAVAŞMA

    bombalar patlarken gün yarıldı orta yerinden orta yerinden tutulan ekmek düştü yere iki parça oldu patlama seslerine karşı çığlıklar tümden kararttı günü saçları tutuşan toprak şaştı kaldı alevle sarılı kara güne kimsesiz oldu düşen coğrafya hani Hiroşima’dan sonra yanmayacaktı hiçbir can Vietnam düşmediğinde özgürdü dünya Balkanların kolu bacağı kesildiğinde ‘savaş bir daha asla’ idi orta doğu barışın doğu pınarıydı ölüme koşan sürgünler utançtı hani konuşsun susan tüm diller artık hesap görülene kadar öldürenden karın rengi kara ve kan olacak en çok çocuklar ve kuşlar korktu kuşlar öldü ilkin, kimse görmedi ve ilkin çocuklar haykırdı Odesa’dan -biz savaş istemiyoruz, diye görünmez hızda patlayan silahlar kanattı gezegenin her yerini mutlu olmuştur tetiği yapan ve çektiren eller sarayları, şatoları, katedralleri şölendedir kan dolu kadehlerin biri boşalıp biri doluyordur silahlı silahsız herkes öldü, ölüyor çocukların şaşkın gözleri yaşla doldu gözleri yaşla dolan çocuklar vuruldu iki yakanın çocukları öldü çocukları ölen iki yakanın en çok annelerinin kalbi parçalandı en çok anneler öldü, öldürüldü bir de havada kanadı yanan kuşlar yerde savaşın kanlı dilini bilmeyen canlar ey, ölümü pazar edenler annelerin dinmez çığlığı kan bentlerinizi yıkacak ve eritecek tüm kasalarınızı barışa dek susmayacak dilleri yoksa nasıl büyüyecek çocuklar kolu bacağı kopan canlar nasıl koşacak nasıl kımıldayacak börtü böcekler kuşlar nasıl uçacak yanarken gökler ormanlar nasıl yeniden doğacak nasıl bakacak bu gözler aynalara

  • Gölbaşı'nda

    Uzayan koridorun sonunda sıkıca kapatılmış pencereye başımı dayıyorum… “Bu yıl kış erken girdi Ankara’ya. Gölbaşı’nın tepeleri beyaz önlüğünü geçirmiş… Tıpkı bu etrafı ıssız üç katlı binanın doktorları gibi.” Geniş, ağır kapıdan içeri giren ambulansın sesi büyülü ıssızlığı bozuyor. On yedi ya da on sekiz yaşlarında, beline kadar uzanan simsiyah saçlı bir kızı, zor zaptediyor hastabakıcılar. Çığlıkları karlı tepelerde yankılanıyor: - Hadi giyinin!.. Neden hazır değilsiniz siz? Neden beyaz giyindiniz? Beyaz!!! Her şey beyaz… Biz düğüne gitmiyor muyuz? Neden bu kefenler üzerinizde?.. Hadi hazırlanın. Anne… Abla… Kızlar!.. Hadi… Bırakın beni!!! Dokunmayın. Kızı eli kolu bağlı içeri alıyorlar. Uzun süren bağrış ve koşuşturmaların ardından, şırınganın ucunda teni sızlatan ince bir uyuşukluk… Genç kızı, yarı cansız, dört kişilik odanın boş yatağına bırakıyorlar. İki yüz on iki numaralı odanın beyaz yastığını simsiyah uzanan saçlar örtüyor. Uzun süredir elimde tuttuğum sigarayı, koridorun sağında, çakmakların bağlı olduğu hemşire odasında yakıyorum. Koridoru adımlarken biryandan da ağzımın içerisinde geveleyerek: “İçerdekiler mi, yoksa dışarıdakiler mi?..” diye tekrarlayıp duruyorum. Adı Sakin… Adının aksine, dönem dönem nöbetlerinden pek sakin olmadığı kesin. Hırçınlıkları ilaçla dondurulan Sakin, sonraki günlerde, yanık sesiyle, içli türkülerini dolduruyor odamıza. Bu yemyeşil gözlü güzelin, dünyayı bağışlayan cömert yanı, bana gökteki Ay’ı bağışlıyor. Güler Duman ve türküleri baş tacı olsa gerek ki, Ona Güneşi veriyor öncelikle. Kendinden başka altı kardeşi daha var. Ziyarete geldiklerinde Kürtçe konuşuyorlar kendi aralarında. Sık sık ellerini yıkayıp banyo yapıyor. Kirletildiğini, doktorların, üzerine beyaz bir çarşaf örtüp, elini ayağını bağlayarak kendisini kirlettikleri sanrısını yineliyor günlerce. Sakin’ in yanındaki odada, bu güne kadar sesini hiç bilmediğim, yatmadığı zamanlarda kendini ileri geri sallayıp duran iki çocuk annesi olduğunu; kendisini adammış sanan kocasından öğrendiğim; küskün kadın Zeliş var. Benim yanımdaki odada ise siyasal mezunu - tek konuşabildiğim arkadaşım- Sevil kalıyor. Hukuk mezunu genç bir avukat olan eşi Harun’u çok seviyor. Hastaneye yattığı sırada aldırmak zorunda kaldığı bebeğine üç aylık hamileymiş. Eşini baba olmaktan mahrum etmemek için boşanmak istiyor: “Açmazlarıyla çatlatmış bir anne ve eş… haksızlık bu” diyor. Bu kadının gerçekten hasta olduğunu düşünmek çok zor. Harun her Allah’ın günü hastanede. Gözünün içine bakıyor. Karısına âşık olduğu her halinden belli. Sevil’in iki ağabeyi, kendisi gibi siyasal mezunu seksen öncesi sol örgüt içinde yer almış, yargılanmış kişiler. Ailesi karşıt görüşten bir genci seçtiği için tepkili. Gurup terapilerinde duyup, dinlediğim bir dolu farklı, ancak bir o kadar da insana dokunan olaylar ve hikayeleri… En verimli, en ilginç zaman dilimi benim için. “Bu kadar da olmaz ki “ dedirtecek türden enteresan insan öykülerinin anlatıldığı saatler. Aklı zorlayan şeylerin insanı neden çıldırttığını daha da iyi duyumsuyorsun. “Düşünce yoksunu insan, kendinde olmayan şeyi neden zorlayıp çatlatsın ki?” Beni de buraya alıp getiren şeyin bir incitilmişlik hikayesi olması çok doğal. Ancak o başka bir öykünün konusu… Şimdi ben burada, bu kış ayazında dinleyip, dinlenirken, bol bol günlüğüme notlar alıyor, yeni öykülerime kahramanlar yaratıyorum. Herkes derin uykudayken kahramanlarıma hipermetrop gözlükle bakıyorum...

  • KAN SESLERİ

    kan sesleri duyuluyor kokusu uzak renklerini kimse bilmeyecek şimdi dertse dert bu yeni başlayan günü görmeden eskiyen günün götürdükleri bulutsuz çiseleyen benden giden giden senden onca kale topa tutuldu bilmediğimiz yerden sorulmuyor yıkımın adı domino taşları olabilir mi devrildi kaç nefes haç humma kaç heyecan zaman diyorlar; sade bir acı dünsüz yarınsız zaman şimdi... #aydogmuszeliha

  • SARI SAÇIN TELİ

    Pazar alış verişi yapmak, yeşilliklerin yeşilini seyretmek, rokanın, maydanozun, dereotunun, ıspanağın yeşili, bütün yeşillerden güzeldir. Ya kerevizlerin, pancarların, doğada kendiliğinden çıkan ebegümeçlerinin, gelin alilerin ısırgan otlarının, turp otlarının, tay dişlerinin şevketi bostanların… Meyveleri saymıyorum bile, yazda başka, kışta başka… Pazardan alış veriş yapmayı avamlık sayan sevgili aristokrat (!) ben halkım, halktan biriyim. Sen halkı tanımadan halktan yana olamazsın ki, ne diyor oğlumun ad kahramanı Uğur Mumcu, “Vurulduk ey halkım unutma bizi! Yoksulluğun bükemediği bileklerimize, Çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez!” Günlerden pazardı, Salihli’nin Pazar pazarına gitmek için evden çıktım. Kış mevsimi olduğundan ocuğumu giydim, içlik, miçlik giy demelerine bakmadan, yürüyüp gittim. Hemen her zaman apartmanın giriş kapısından çıkar çıkmaz, YouTube açar, kulaklığı kulağıma yerleştirmeye çalışırdım. Çalışırdım çünkü kulağımın içi küçük olduğu için her kulaklığı kullanamazdım. Kulaklığım askılı kulaklıktı. Kızım evinde askılı kulaklık bulunca fotoğrafını çekip “bu sahipsiz kulaklık,” kimin diye sorunca oğlum: “Baksana böyle kulaklığı kim kullanır, Niyazi!” Kulaklık ile ilgili maceralar sayfalar tutar. Müzik dinlemeyi çok severim, son günlerde buna bir de radyo tiyatrosu eklendi. Müzik dinlemek, dizi izlemek, arada kitap okumak, bir şeyler karalamak… Tren yolu yürüyüş yolumdur. Yol boyu türlü türlü, cins cins bir sürü ağaç vardır: Kızılçamlar, fıstık çamları, ıhlamurlar, parkların süs ağaçları… Bahar aylarında bu yoldan yürümek, insanı kendinden geçirir. Hele ıhlamur çiçeklerinin kokusu adamın başını döndürür. Muhteşemdir, anlatılmaz gelip görmek lazım. Salihli Lisesi’nden mezun olmuştum… Mezun… Yok mezun etmediler, o zamanın militan öğretmenleri okul hayatıma, hayatıma kastettiler; bu durumu bir kez daha aklıma getirip canımı sıkmayayım. Acaba yolda belde tanıdık birilerine denk gelir miyim diye dikkat kesilirim her daim… Maalesef bugüne kadar hiçbirine rastlamadım. Hoş rastlasam da tanır mıyım, tanısam merhaba der miyim? O yılların, müdür muavini aynı yöreden olduğumuz için beni de kendi gibi düşünüyor zannederek özel oluşturduğu militan sınıfa yazmış. Bu ifade aynen ona ait, böyle demişti. Onun gibi değildim, onun baktığı yerden bakmıyordum hayata. Sınıf arkadaşlarım bir iki istisna yavru komandoları. Yalnız, yapayalnızdım. O nedenle lise arkadaşım yok gibidir… Telefonda YouTube kanalı açık müzik dinleye dinleye pazara geldim. Alacağım çok fazla bir şey yoktu, gözüme yarayan bir şey olursa alacaktım. Bir iki bir şey alıp sırt çantasına koyarak sırtıma astım. Dönüş yolunda yine YouTube’den radyo tiyatrosu açıp dinleye dinleye eve doğru yürüdüm. O an nasıl oldu bilmiyorum, içime bir huzur geldi, tren yolu paralelindeki yürüyüş yolu boyunca ıhlamur ağaçlarının altına yaz günleri için gölgesinde dinlenmek üzere bırakılan banklardan birine oturup radyo tiyatrosunu daha dikkatli dinlemeye başladım. Gün epey ilerlemişti, radyo tiyatrosu bitmiş, ben bir saate yakın o bankın üstünde dünyadan habersiz tiyatronun konusuna dalmış dinliyordum. Halide Edip’in Yol Palas Cinayeti. Kalktım eve doğru yürüdüm, on, on beş dakikalık bir yürüyüşle apartmanın önüne gelmiştim. Apartmanın giriş kapsını anahtarımla açıp omzumdaki sırt çantasına aldırmadan merdivenden çıktım yine. Zile basmadan kapıyı açıp sırt çantasını mutfağa bıraktım. Fatma Hanım, çantadan öteberiyi çıkarırken, “sarı bir saç teli” ile karşılaşınca koşa koşa oturma odasına geldi, eh biraz da panik olunca: “Bu sarı saç neyin, nesi?” “Nereden bilirim, neyin nesi?” “Ne demek neyin nesi, bu sarı saçın aldığın öteberinin içinde ne işi var?” “Neren bilirim, sarı saç gelmiş çantamın içine girmiş, bilmiyorum!” “Bilirsin, bilirsin, bal gibi bilirsin!” “Sarı saçlı bir sevgilim yok, pazardan alış veriş yapan sarışın kadının saçları pazarcının mallarına karışmıştır!” “Sarı saçlı sevgilin yok, peki kara saçlısı var mı?” “Kahverengi!” “Kahverengi mi?” “Evet!” “Bak eğer, bu sarı saçın aslı varsa, sonu nereye varır bilmem!” “Allah Allah, nereye varırsa varsın o ne biçim laf, bir Pazar alış verişinden nereye geldik?” “Bana bu sarı saçın mantıklı bir açıklamasını yaparsan, yaparsın!” … Telefonda sosyal medyayı açtım, bir taraftan da bu sarı saçın gizemini merak ettim. Acaba dedim, “bir ben var, bir de benden içeri” diyen Yunus gibi “içimdeki ben’in sarı saçlısı mı var,” diye vesvese etmeye başladım. “Var mıydı, var mıydı, sarı saçlı, çekik gözlü, yanağının sol yanında tek gamzesi ve o gülüşünün sıcaklığıyla Uludağ’ın şahikasındaki karları eriten. Sahi var mıydı, dur bakalım, benim görünen benliğimin öyle ne sarı saçlısı, ne de çekik gözlüsü oldu. Ya bir ben var, bir de benden içeri, onun söz dinlemez, laftan anlamaz deli gönlü olduğunu bilirim. “Dalıp gittin,” dedi Fatma Hanım! “Dalıp gittim, benim söz dinlemez içimdeki ben var ya, onunla başım belada. Çünkü ne ben oyum, ne de o ben. Ben evi okulu, işi, çocuklarının ihtiyaçlarıydı çarşı pazardı, alışverişti, falan falan işte… O, fakat o, ne sözden anlıyor, ne küften; o, asi, o söz anlamaz, el gün dinlemez. O… O var ya, o gözünü budaktan esirgemez, 12 Eylül faşizminin en karanlığında, onun gerici yasalarına korkmadan, çekinmeden hayır deyip karşı durmuştu. İşte o var ya… Ona dair ne derim, hiç, hiç, bir şey diyemem. Ben, benim, o “ben içimdeki ben,” işte ona söz geçiremiyorum!" “Sen, seni bilmezsen, ben seni nasıl bilirim, ya görünen ol; ya da içindeki kimse o! Öyle içindeki dışındaki bilmem ben!" “Ben, onu içimdekini 80’li yıllarda yok etmiştim. Ben işte buyum, etten, kemikten yaratılan benim, bunun dışındaki her şey radyo tiyatrosu, boş ver gitsin!” Radyo tiyatrosu, arkası yarın, nostaljik takılmak lazım o zaman. Radyo tiyatrosu için Muzaffer İzgü’nün Eskici Dede adlı radyo tiyatrosunu dinlemeye başladık… Bir radyo tiyatrosu da ben yazarım belki.

  • maviADA'nın Ortak Kitapları ÇIKTI!

    "Cemre" ve "Karantina Günlükleri" * CEMRE Türanlatı 90 sayfa, ADA KİTAP Bursa, Cemre 2022 Seçki YER ALANLAR Arsen Everekliyan 5 Aycan Aytore 6 Derin Zorlu 13 Fadime Y. Karoğlu 14 Fuat Özgen 22 Niyazi Uyar 30 Nurten B. Aksoy 41 Öner Yağcı 49 Semihat Karadağlı 54 Şenol Yazıcı 63 Yusuf Aksoy 76 Zeliha Aydoğmuş 81 "Karantina Günlükleri" Karantina Günlükleri Türanlatı 84 sayfa, ADA KİTAP Bursa, Cemre 2022 Seçki YER ALANLAR Aycan Aytore 17 Birgül Kızılkaya 79 Emine Erbaş 80 Fadime Y. Karoğlu 67 Fuat Özgen 58 Gülseren A. Demirtaş 78 Kemal Tekin 30 Moris Karmona 57 Müzeyyen Melik 75 Nebahat Posluk 56 Niyazi Uyar 69 Nurdan Aladağ 72 Nurten B. Aksoy 23 Ruhi Yılmaz 34 Semihat Karadağlı 59 Şenol Yazıcı 7 Yusuf Aksoy 41 Zeki Sarıhan 36 Zeliha Aydoğmuş 51

  • Talan

    Toprak Ananın bağrında Yeşerince ağaçlar Bayramlık gibi Giyince dallar çiçekleri Kuşlar yuvalandı Şen ötüşleri ile Doğa bayram yapıyordu. Kalabalık konuşan adamlar Hoyratça dalınca dağa Koca dişli kazmalar Bağrına atınca demir pençelerini Koca Çınar son bir gayret Kökleri ile sımsıkı tutundu Toprağa Hırlayarak boynunu vurdu testere Gövdesi yarıldı Düştü boylu boyunca Bir ah duyuldu Göz yaşları aktı toprağa Kuşlar çığlık çığlığa ağıt yaktılar Çiçekler hoyrat ayaklarda Ezildi Derelerin masmavi suları Kıpkızıl toprağa kesti Gökyüzü sürüp rüzgârı Bulutlarını çekti Toprağın bağrı çatladı Taş gibi sessizlik Kapladı ovayı yaylayı Doğanın bin bir renkli korusu Susmuştu Hüznün sesinden başka ses duyulmaz oldu Minik bir çocuk Yüreğinden gülümseyerek Bir fidan dikti Umutla suladı Toprak Ana fidana güç vermek için Köklerinden sımsıkı sardı Mavi kuşun kanadından Bir tüy düştü Korumak için üstünü örttü Bir güvercin gagasında su taşıdı suladı Yarınlara dair bir tohum boy verdi Korkma dedi korkma Aydınlık en karanlıktan doğar Güneş ışıkları ile öptü Aydınlattı sabahları * Semihat Karadağlı/29.05.2021 Saat: 03.00 Düş yolculuğunda

  • ARKADAŞIM BADEM AĞACI

    Sen ağaçların aptalı Ben insanların Seni kandırır havalar Beni sevdalar Bir ılıman hava esmeye görsün Düşünmeden gelecek kara kışı Açarsın çiçeklerini... Bense hayra yorarım gördüğüm düşü... Bir güler yüz, bir tatlı söz.. Açarım yüreğimi hemen Yemişe durmadan çarpar seni karayel Beni karasevda Hem de bilerek kandırıldığımızı Kaçıncı kez bağlanmışız bir olmaza Ko, desinler bize şaşkın Sonu gelmese de hiç bir aşkın Açalım yine de çiçeklerimizi Senden yanayım arkadaşım Havanı bulunca aç çiçeklerini Nasıl açıyorsam yüreğimi Belki bu kez kış olmaz Bakarsın sevdan düş olmaz Nasıl vermişsem kendimi son sevdama Vur kendini sen de bu güzel havaya... Aziz NESİN

bottom of page