top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Kalemime Kendime Nasihat.

    Kalemin mürekkebi Sevgi yazmayacak Çiçeklenmeyecekse dünya Çocuklar gibi neşelenmeyecekse Beyaz kâğıda hüzün düşürecekse eğer Bırak akmasın mürekkep Kâğıt bomboş bembeyaz kalsın. Çocukların düşlerinden öpecekse Sırılsıklam ıslanıp yağmurda Düş kuracaksa Güzel bir dünya için. Öpecekse sevdiğinin yüreğinden Bırak çağıldasın şelale misali Dökülsün harfler dize dize Öpsün aşkla kalemle kâğıt birbirini Sarılsın hasretle Sonsuza yazılsın dizeler Savaşlar kavgalar yazacaksa eğer Kır kalemin yüreğini bırak boşlukta kalsın harfler Belki bir güvercin, ya da bir serçe o kırıntıları toplayıp Gökkuşağı yaratır sevgiyle... (Semihat Karadağlı 06.10.2020 / İzmir saat: 09.41 metro yolculuğunda Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • Nisana Şiir

    Gecikmiş bir ergenlik miydi Benimkisi otuzbeşinde? Dağ başlarında yanan Ateş değil, Papatyalardı Kovuklarda pıtırak açan. Bedenimdi, Doruklarında şifalanan. Çok uzaklardaydı güz, Kızıla açan güllere vardı zaman! Kanat yapmışken kollarımı Yaşama, Ölüm neydi ki? Çağlalar bahtiyardı o an!

  • Anadolu'dan Sürgün Vermiş Eğitim Işıkları

    KÖY ENSTİTÜLERİNİN 83. KURULUŞ YILI KUTLU OLSUN. 17 Nisan 1940 “Vatanın dağlarında bayırlarında kırlarında, hatta en ücra yerlerinde kendi başına açıp solan çiçek bırakmayacağız” Hasan Ali Yücel Yeni Türkiye Cumhuriyeti uzun süren savaşlardan çıkmış genç neslin büyük bir kısmını savaşlarda kaybetmiş küllerinden var olmaya çalışan bir ülke. Bir ülkenin var olmasının en önemli unsurlarından birisinin eğitim olduğuna inanan Mustafa Kemal Atatürk birçok devrimle birlikte harf devrimi ile ülkenin okur yazar oranını yükseltmeye çalışmaktadır. Diğer yoksunluklar yanında yeterli öğretmenin , okulların olmaması da eğitimin geri kalmasında en önemli etkenlerden birisidir. Harf devriminden sonra yeni harflerle okuma-yazma öğretmek amacıyla Halk Mektepleri, Halk Dershaneleri ve Gece kursları “Millet Mektepleri”ne dönüştürülmüş, ilk ve en büyük okuma-yazma seferberliği başlatılmıştır. * Boğaziçi Üniversitesinden Prof. Dr Zafer Toprak, Harf Devrimi ile ilgili yaptığı bir açıklamada Harf Devriminin Cumhuriyet’in kilit taşlarından biri olarak tanımlıyor. Cumhuriyet’in hedeflediği kültürel değişimin bir parçası olan ‘Harf Devrimi’ sonrası bir yandan dilin sadeleştirilmesi doğrultusunda çaba sarf edilirken, diğer yandan Millet Mektepleri aracılığıyla yaygın bir şekilde okur yazarlık benimsetilmeye çalışıldı. Cumhuriyet’in başlangıcında, uzun süren savaşlar sonucu okuryazar genç neslin yitirildiğini, bu nedenle okuryazar oranının yüzde 5-6’ya kadar düştüğünü, ancak dil devrimiyle ve Millet Mektepleri’nin açılmasıyla bu oranın yükseldiğini “belirtiyor. Yine Galatasaray Üniversitesi’nden Doç Dr. Ahmet Kuyaş, bir açıklamasında “Yeni Türkiye’nin, kurulduğu 1923 yılındaki okuryazarlık oranı yüzde 10’un altındaydı. Bu oran, 1935 nüfus sayımı sonuçlarına göre yüzde 19,25’e çıkmıştır” şeklindedir. * Atatürk, Köy Enstitüleri’ne olan zorunlu ihtiyacın gerekçelerini şöyle açıklar: “Efendiler! Asırlardan beri milletimizi idare eden hükümetlerin tamamı eğitim isteğini ortaya koymuşlardır. Ancak bu arzularına erişmek için doğu ve batıyı taklitten kurtulamadıklarından, sonuç, milletin cehaletten kurtulamamasına sebep olmuştur. Bu acı gerçek karşısında, bizim takibe mecbur olduğumuz eğitim siyasetimizin esas çerçevesi şu olmalıdır; demiştim ki bu memleketin asıl sahibi ve toplumsal varlığımızın asıl nedeni köylüdür. İşte bu köylüdür ki bugüne kadar bilgi ışığından yoksun bırakılmıştır. Bu nedenle bizim takip edeceğimiz eğitim siyasetinin temeli, evvelâ mevcut cehaleti yok etmektir.” “Efendiler! Bu hedefe ulaşmak, eğitim tarihimizde kutsal bir aşama oluşturacaktır. Bir taraftan cehaleti yok etmekle uğraşırken bir taraftan da memleket evladını toplumsal yaşama ve iktisatta fiilen etkili ve verimli kılabilmek için acil olan ilkel bilgiyi işe yarar bir tarzda vermek kuralı eğitimimizin esasını teşkil etmektedir. Efendiler! Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin sınırı ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye’nin Bağımsızlığı ile Kendi Benliğine ve Milli Geleneklerine Düşman Olan Bütün Unsurlarla Mücadele Etmek Lüzumu Öğretilmelidir.” * Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardır. Tamamen Türkiye'ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde milli eğitim bakanı olan Hasan Âli Yücel bizzat yönetmiştir. Neredeyse tüm Anadolu'nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği göz önüne alınarak, dönemin başbakanı İsmet İnönü'nün himayesinde, Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç'un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular. 1940-1946 arasında köy enstitülerinde 15.000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750.000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1.200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulamalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti. Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir. Cumhuriyet Halk Partisi içinden Köylüyü topraklandırma Yasasına karşı çıkan bir kesim Milletvekili Demokrat Partiyi kurdu. Bu parlamenterler içinde Atatürk Devrimlerine karşı olup tek parti yönetiminde bu düşüncelerini açığa vuramayanlar olduğu, Atatürk devrimlerine muhalefet hisleri besleyen ancak bu karşıtlıklarını ortaya koymaya cesaret edemeyen siyasi ve toplumsal yapının bir karşı devrim atağı başlatarak Köy Enstitülerinin kapatılmasını sağladığı iddia edilmiştir. Hasanoğlan Köy Enstitüsü eski müdürü Rauf İnan ve Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Köy Enstitülerinin kapatılmasının Atatürk Devrimleri karşıtlarınca başlatılan bir Karşı Devrim hareketi olduğunu söylemişlerdi. 1945 yılında Köy Enstitüleri hakkında komünistlerin, dinsizlerin yetiştiği fuhuş yuvaları olduğu söylenerek saldırı kampanyaları başlatılmıştı. Parlamentoda bütçe görüşmelerinde Milletvekili Emin Sazak'ın Köylere giden enstitü mezunları kendilerini birer Atatürk zannediyorlar demesi üzerine Hasan Âli Yücel, Bu çocukların her birinin birer Atatürk olması temenni edilir şeklinde cevap vermişti. Köy enstitüleri 1954 yılında kapatılmıştı. * Kendisi de Köy enstitüsünden yetişen bir eğitimci olan Fakir Baykurt “Eşekli Kütüphaneci” isimli kitabında şöyle anlatır köy enstitülerinin kapatılmasını: “Yurdumuzda aydınlığa karşı güçlü bir direnme vardır. Bunlar ortaya Atatürk gibi güçlü adamlar çıkınca sinsi sinsi yatıp uyur görünse de buldukları ilk fırsatta başlarını deliklerinden çıkarırlar. Anlattım: Halkevlerini, Halkodalarını öyle kolayca kapatıverdiler. Hele Köy Enstitülerini, rahmetli İsmail Hakkı Tonguç'u düşünüyorum. O büyük adama kan kusturdular. Sana köyler için öğretmen yetiştiren Köy Enstitülerinin nasıl kapatıldığını anlatayım. Dinle bak! Doğuda, Van İlinde köyler sahibi Kinyas Kartal ağa ile Batıda Aydın ilinde çiftlikler sahibi Adnan Menderes Ağa vardı. Bunlar seçimlerden önce gizlice anlaşıp birbirine söz verdi. Ağalar oyları Menderes'e küreyecek, Menderes bu yoldan iktidara gelecek. Başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz Köy Enstitülerinin kapısına kilidi asacak. Kaldırın kolları; kaldırdılar. İndirin kolları; indirdiler. Tamam, kapattılar enstitüleri.” * Köy çocuklarına okuma imkânı tanıyıp birçok konuda yetişmelerini sağladıkları okullar olan köy enstitülerinden yetişen öğretmenler en ücra köşelerde birer ışık olmuşlardır. * Köy Enstitüleri’nin mimarlarından öğrencilerin “Tonguç babası” İsmail Hakkı Tonguç Köy Enstitüleri için güç bela aldırılmış dört jipten biriyle aracı kendisi kullanarak birçok köyü bizzat gezen İlköğretim Genel Müdürüdür. İvriz Köy Enstitüsü’nde incelemelerde bulunmak ve çalışmaları yerinde görmek, problem varsa halletmek için yola çıkar. Cihanbeyli kasabasına gelirken sağanak yağmuruna tutulur Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaktadır. Okulun önünde aracından iner odacıya, “başöğretmene söyle ben yağmur geçinceye kadar oturabilir miyim” der. Başöğretmen bir sandalye verir ve oturması için iznin verir. Tonguç, sınıflarından birinde tavandan damlamakta olan suyu görünce başöğretmene nedenini sorar. Başöğretmen; “Birkaç kez Çankırı İl Eğitim Müdürlüğü’ne yazdım ama kimse ilgilenmedi” der... Tonguç; “Peki, siz bir şeyler yapamaz mısınız?” deyince başöğretmen birdenbire çıkışır: “Ben başöğretmenim, dam aktarıcısı değil!” cevabını verir. İlköğretim Genel Müdürü bu sözlerin üzerine bahçeye çıkar bir merdiven bulur. Çatıya tırmanarak kırık kiremitlerin yerini tespit eder ve yenileriyle değiştirir. Bütün bunlar birkaç dakika içinde olup bitmiştir. Tonguç, aşağı inince başöğretmene dönerek; “Bir daha dam akarsa Çankırı’ya bildirme. Hemen bana haber ver, ben gelir hallederim” diyerek kartını uzatır. Başöğretmen elindeki kartta yazan isme ağzı açık bakakalır. Tonguç ise çoktan başka bir köye gitmek üzere yola tekrar koyulmuştur. * Köy enstitülerinin mimarlarından Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel öğretmen ve felsefecidir. Dünya klasikleri onun zamanında Türkçe ’ye çevrilmiştir. Köy enstitülerinin kapatılması ile ilgili olarak “Köy Enstitülerinin kusurlarını bana verin, başarıları sizin olsun.” Demiştir. Eğitimci yetiştirmenin ve köy enstitülerinin önemini şöyle anlatır. “Yapmak, yaratmak… Onun için arayıp, bulmak… Aradığını bulmak için öğrenmek… Bunun yerine bizde sadece hazırları belletmek hâkim. (…) …kitaptan okuyarak, öğretmen … insan yetiştiremez.” Fakir Baykurt “Unutulmaz Köy Enstitüleri” isimli kitabında Hasan Ali Yücel’in anısında “Tonguç, iri vücudu içinde çok duygulu, titreyen bir yürek taşırdı. Bir gün Köy Enstitülerinden birinde bir bayan öğretmenin yeni gelmiş köylü bir kız çocuğunu dizine yatırmış başından bitini ayıklarken görmüştük. Biraz sonra birbirimize baktığımız zaman gözlerimizde akan yaşları bulmuştuk. “Şeklinde anlatır. * Köy enstitülerinde köylerinden daha küçücük yaşta ayrılıp gelen o minicik yürekler bir taraftan edebiyat, kimya, fizik vb. derslerini öğrenirken diğer taraftan marangozluk, demircilik, tarla işleri, dikiş nakış gibi dersler de öğreniyor. Dünya klasiklerinin okuyor bunun üzerinde tartışıyorlar. Müzik aleti çalmayı tiyatro halk oyunlarını yani hem kendi kültürümüzü hem de dünya kültürünü öğreniyorlar. Her hafta bir ekip belirlenen tiyatro oyunu sergileniyor. Böyle bir eğitim kurumunda her konuda yetişen bir eğitimcinin eğiteceği çocuklar da hem hayatı hem de bilgiyi öğreniyorlar. Bedri Rahmi Eyüboğlu Köy enstitüleri ile ilgili bir anısını şöyle anlatmıştır: "Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne gitmiştik. Okulun hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde kitap vardı, dalmıştı. Shakespeare okuyordu. Okuduğunu nasıl kavradığını, ertesi gün oynadıkları piyeste gördük." Mozart, Vivaldi, Beethoven dinliyorlar; Gorki, Tolstoy, Zola okuyorlardı. Molieré'in "Kibarlık Budalası"nı, Sofokles'in "Kral Oedipus"unu, Gogol'un "Müfettiş"ini sahneliyorlardı. Mesela, bir mezuniyet töreni programı sırasıyla şöyleydi: İstiklal Marşı, bağlama konseri, türküler, mandolin konseri, şiirler, keman konseri, piyano konseri, koro, Anton Çehov'un "Bir Evlenme Teklifi", diploma takdimi ve topluca oynanan zeybek... * ABD Meclisi’nin ilk kadın üyesi Jeanette Rakin 1946 yılında yaptığı bir açıklamada Köy Enstitüleri ile ilgili “Siz demokrasiye ulaşmanın gerçek yolunu bulmuşunuz. Bu Enstitüler dengeli ve uyumlu bir toplum tipinin garantisidir. Enstitülerinizde, ülkenizin kendi bünyesinden, öz kaynağınızdan fışkırma güçlü, sağlıklı bir gençlik buldum.” Şeklinde anlatır * Hasan Ali Yücel “İyi Vatandaş İyi İnsan” isimli kitabında “İnsan kıymeti bilmeyen topluluklarda kıymeti bilinecek insan yetişmez.” , “Önemli olan, şu veya bu olmak değil, kendimizin ne olduğunu bilmektir.”der. * Tolga Örnek’in yazıp yönettiği Devrim Arabaları filmini izlediyseniz Necip ile Latif arasında geçen diyalogu hatırlarsınız. Necip: Bir şey sorabilir miyim Latif bey? Latif: Sor bakalım. Necip: Sizce bu otomobili yaparsak ne olur? Latif: Hiçbir şey olmaz! Necip: Nasıl olmaz? Boşuna mı çalışıyoruz? Latif: Sen Ankara'daki kapatılan tayyare fabrikasını duydun mu? Necip: Ankara mı? evet. Latif: O fabrika neden kapatıldı biliyor musun? Necip: Hayır. Latif: Fabrika Atatürk'ün emriyle kuruldu. 2. Dünya savaşına kadar 112 tane değişik uçak imal edildi orada. Sonra fabrika kendini geliştirmeye başladı tabi, savaş sırasında da kimse bize uçak, eğitim uçağı vermediği için 185 tane eğitim uçağı yapıldı orada. Necip: 185 tane? Latif: Evet bunları yaptık biz. 1955 yılında, Hollandalılar bize 30 tane uçak siparişi verdi; ama dönemin işletmeler bakanı o siparişleri kabul ettirmedi. Hollandalılar da uçakları İngilizlere yaptırdı. Birkaç yıl sonra da fabrikayı tamamen kapatıp traktör fabrikasına dönüştürdüler. Gündüz'le orada yetiştik biz. Çok acı çektik. Çok... Necip: Ben, anlayamadım. Neden kapattılar? Latif: Biz kim, uçak yapmak kimmiş? Necip: Eh yapmışsınız işte... başarmışsınız! Latif: Türkiye de hiçbir başarı cezasız kalmaz evlat! İşte bu cümle aslında birçok şeyi anlatmaktadır. Güzel olan ne varsa yok etmek için elimizden geleni yapmışız. * Mahmut Makal “Deli Memedin Türküsü” isimli kitabında Öğretmen Hamdi Akçaoğlu’nun ağzından köy enstitülerinin yok edilmesine öncülük eden zihniyeti şöyle anlatır “Bir 24 Kasım Öğretmen Günü’nde salon ağzına kadar dolu. Öğretmen okulunun öğrencileri, konuklar, vali, eğitim müdürü vb. Okulun tarih öğretmeni kürsüde, Köy Enstitülerinin komünist yuvası olduğunu, kız öğrencilerin çocuk düşürdüğünü söylemeye başladı. Bunun üzerine yerimden fırladım ve mikrofonu elinden aldım. Bu okul benim mezun olduğum eski Gölköy Enstitüsü idi. ‘Sen Köy Enstitülerini bilmiyorsun. Bu okulda para babalarına hizmetkâr, ağalara çoban yetişmiyordu. Burada adam yetişiyordu, adam!’diye bağırdım…” * Evet her başarılı çalışma gibi köy enstitüleri de karanlıkları isteyen, şahsi menfaatlerini ülke menfaatlerinin üstünde tutan kişilerce kapatılmış, aydınlanma çabası yok edilmeye çalışılmış, ülkenin bilim ışığında aydınlanma ışıkları karartılmıştır. * Karanlıkların ateş böcekleri, aydınlanma neferleri sonsuzluğa giden köy enstitüsü öğretmenlerimizin anılarına saygıyla…. Yaşayanların Ömürleri uzun olsun. Karanlıkları aydınlatacak tek bir güç vardır. Maviye tutkun cesur insanların sevgi dolu yüreği. Bu dünyayı düşü, gülüşü, umudu, direnişi, sevgisi ve ışığıyla aydınlatanlara karanlıklara ışık olanlara selam olsun... Semihat Karadağlı /16.04.2021 Kaynak: Unutulmaz Köy Enstitüleri /Fakir Baykurt Yılmaz Özdil/ Samanyolu Berkant Fakir Baykurt/ Eşekli Kütüphaneci Hasan Ali Yücel/ İyi Vatandaş İyi İnsan Cafer Mete / Köy Enstitüleri’nin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’u anarken/ 30.07.2015 Mahmut Makal/ Deli Memedin Türküsü, Devrim Arabaları/Tolga Örnek Wikipedia

  • Ninnisiz Bıraktınız Dünyayı

    arayan soran az gidip uz gidip bulan yok insanı hani tutulduk ya bir kere güneşin ayazına seramikten bir bıçak sallanıyor baş hizamızda bu arada halimiz yaman el aman demeye kalmadı yürekler muzdarip alçalan üçgen kırılımından dibin de dili varmış hem uzun hiç tökezleme yok bu çakılma tepetaklak ki geçen zaman şelale formasyonunda masalsız ninnisiz bıraktınız dünyayı rüyalar hep sonra o vakit haktır kopsun kıyamet önümüz ardımız uçsuz bucaksız vaveyla #aydogmuszeliha

  • BİNDİĞİMİZ DAL

    İnce, narin, kırıldı kırılacak Zehirlenmiş, örselenmiş İtilmiş, kakılmış Hoca Nasrettin’in kıssasından daha beter. Bindiğimiz dal Anılarımızla yüklü Yaşama aracımız, zorla tutunduğumuz Bizi bizden çok seven Aymazlığımız dünden beter Bindiğimiz dal Bizi okşayan, öpen Sallayan bizi Ama bir türlü memnun edemeyen Nankörlüğümüz hepsinden beter Bindiğimiz dal Bıçaklanmış, kertilmiş, çizilmiş Yaprakları, çiçekleri yolunmuş Her şeyi alınmış Ama yine bizi yaşatan Öldürülen sevgiliden daha beter. Fuat ÖZGEN

  • COVİT 19 BİTERKEN

    Çok seviniyorum çok, bu salgın da yavaş yavaş eski yılların salgınları gibi önce azaldı sonra da yok olup gidecek. Salgın, kendini insanlığa adayan kahramanlar sayesinde tükeniyor. Hekiminden, hemşiresine, ebesine, memuruna, tekmil sağlık çalışanlarına birey olarak gönülden teşekkür ederim… Sağlık çalışanları kıymetlidir, özellikle doktorlarımız toplumun en zeki insanlarıdır. Onlar sınavlarda en yüksek puan alan değerlerimizdir, ben akla ve bilime değer verenlere saygı duyarım. Akıl, bilim uygar dünyanın yegâne kılavuzudur. Aziz Atatürk’ün, “bir gün benim fikirlerim bilimle ters düşerse siz bilimi seçin,” diyen bir aklı, kendine kılavuz etmiş bir eğitim emekçisiyim. Salgın boyunca herkes gibi ben de eve kapandım, sağlık çalışanlarının uyarılarına harfiyen uymaya çalıştım. Onların yoğun mücadelesi sayesinde bu salgın bakın köresemeye başladı, aşılarımı tamam ederek, lazım gelen dikkati gösterip toplumsal bir varlık olan insanın birlikte yaşama ihtiyacına binaen topluluklara girmeye başladım… Bugün öğretmenevine gidip ağabeylerimle okey oynadım. O eski günlerin coşkusuyla, sarılıp koklaşamasak da yan yana, can cana olmak harika bir şeydi! Oysa ne kadar çok isterim sarılmayı, köy enstitüsü ruhlu Ali Rıza abiyle, Muzaffer abimin cankuşları Erol ile Mithat abiyle ya Hasan abiyle yani ortaokul yıllarımın disiplin amiriyle. Onun adını anınca ona dair bir anekdotu anlatmadan geçmek olmaz. 1970 Ortaokul birinci sınıfa başladığım yıldır. Okumak için şehre gidilirdi o vakitler, köyümüzde ortaokul yoktu. Ben daha on bir yaşında bir ana kuzusu. Ailemden, yani anamdan babamdan ayrı, şehre okumaya gittim. Siz şimdi on bir yaşındaki çocuklarınıza bakarak manzarayı gözünüzün önünde canlandırmaya çalışın… O yıllar köyümüzde elektrik yok, gaz lambasının kör ışığında ders çalışmaya çalışıyorduk. Gaz yağı para demekti, gaz lambasının ışığı çok çıkmasın, çok gaz tüketmesin diye “ayıcasına açmayın bunu,” deyip kısılırdı ışığı. Küçük harfli kitap yazılarını okuyabilmek için gözlerimi zorlayarak okumaya çalışırdım. Hiç unutmam gün gibi aklımda. Dedim ya ortaokul birinci sınıfta okuyorum, şehre geleli bir hafta ya oldu ya da olmak üzereydi. Hasan abi dışarıdan geldi, elektrik lambasının anahtarına bastı; elektrik yok. “Kalkınnnn, çabukkkk giyinip Lütfü Erbak’a gidin, çabukkkkk, yedi yüz elli gram elektrik çektirip gelinnnn, durmayın acele edinnnn!” Sesi sertti, demiri delecek gibiydi. O evin disiplin amiriydi. Onun emri, emirdi. Orman dairesinden aşağı Ayıboğan Erkek Öğrenci Yurdunun önüne varmıştık dakikada, uçarcasına koşuyorduk. Sonra birden arkamızdan bağırdı: “Dönünnnn, çabuk, geçmişinizi, lades kemiğiniziiii…” “Döndük!” Öğretmenevinin bahçesinde güle oynaya, şakalaşa okey oynuyoruz. Oyunu ciddiye almıyorum. Yensem de yenilsem de umurumda değil İbrahim Turan gibi, zevkine oynuyorum. Pandemiyi selamlayan deli bir rüzgâr, deli bir lodos, önüne ne çıkarsa silip süpürüyordu. Elimiz yüzümüz toz toprak içinde kalmıştı. Oyuna başlarken hava güzeldi, tam bahar havası tam “bir nisan” havası. Toza, toprağa inat oynamaya devam ediyoruz, serde “erkeklik” olduğundan mıdır, nedir, kimse de içeri girelim demiyordu. Gözlerimizi ovuştura ovuştura oynamaya devam ediyorduk… İnsanlık düşmanı Covit 19, bilime inanan, aklı her daim rehber edinen güzel insanlar tarafından yenilmek üzere. Dün olduğu gibi, bilime inanan insanlık, onca salgının üstesinden geldiği gibi bundan sonra da üstesinden gelecektir. 2020 Mart’ın 13 idi galiba. Sayın sağlık bakanı ilk Covit 19 vakasının görüldüğünü resmen açıkladı. Toplu yaşanılan yerler, okullar, kahveler, kültür sanat alanları kapatıldı. Sonra, yarı karantina günleri başladı. Sonra arka arkaya gelen Covit ölümleri. Ne acıdır, hiçbir zaman ne kadar ölüm oldu, ne kadar günlük vaka var, doğru dürüst açıklanmadı. Sonra vaka, ağır hasta gibi garip ayrımlar karıştırdı kafaları. Salgın yönetimi galiba toplumda panik olmasın diye kendince birtakım uygulamalar içindeydi. Ancak ne var ki öyle veya böyle her gün bir uçak dolusu insanımızı kaybediyorduk. Ortalama her gün 250-270 insanın ölmesi demek, aklın alacağı bir şey değil! Bu büyük savaşta sahipsiz kalan esnaf, sahipsiz kalan çalışan, sahipsiz kalan vatandaş... Paralelinde bozulan ekonomik denge ve döviz sarmalı ile artan hayat pahallığı… İnşallah olmaz gelecekte bizi bekleyen büyük bir gıda krizi, vah ki vah! Cumhuriyetin kurduğu sağlık sistemi, onun cefakâr emekçileri sayesinde gönderiyoruz Covit 19 belasını… Teşekkürler Uğur Şahin, teşekkürler Özlem Türeci. Teşekkürler tanıdığım, tanımadığım sağlık emekçileri, Arif Kutsiler, Doktor Hüsnüler, Doktor Yaseminler, Eylemler, Gizemler, Ayşeler… nice isimsiz kahraman, Aziz Atatürk’ün güven melekeleri, sizi çok seviyoruz, biz buradayız, bir yere gitmiyoruz; size ihtiyacımız var, ne olur bizi bırakmayın!

  • Hayal Et

    John Lennon / Ölüm gününde saygıyla... Dünyayı değiştirmek isteyenlere Lennon “Revolution”ın sözlerinde şöyle seslenir: “Bir devrim istediğini söylüyorsun/ Eh biliyorsun/ Hepimiz dünyayı değiştirmek istiyoruz” der ve asıl olayın önce kafaları değiştirmek olduğunu tüm dünyaya haykırır. Sevgi ve barış dolu bir dünya için insanların güçlü olması gerektiği mesajını veren “Give Power to the People” şarkısında “Devrim istediğini söylüyorsun/ Hemen başlamalıyız buna/ Ayağa kalk/ Ve sokaklara çık” der Lennon ve tüm baskılara rağmen insanları güçlü olmaya çağırır. “All You Need Is Love”ın sözleri de aslında John Lennon’ın inandığı her şeyi tek bir satırda özetler: “Tek ihtiyacın olan şey sevgi” *** Hayal Et /imagine Hayal et cennetin olmadığını Denersen bu kolay Altımızda cehennem yok Üstümüzde sadece gökyüzü Hayal et bütün insanların bugün için yaşadığını Hayal et ülkeler olmasa Bunu yapmak zor değil Uğruna ölücek ve ya öldürülücek bir şey yok Hayal et bütün insanların Barış içinde yaşadığını Bana bir hayalci diyebilirsin Ama ben tek değilim Umarım bir gün sende bize katılırsın Ve dünya tek vucüt yaşar Hayal et mal mülk olmasa Bunu yapabilir misin merak ediyorum Açlığa ve aç gözlüleğe gerek yok İnsanların kardeşliği Hayal et bütün insanların Dünyayı paylaştığını Bana bir hayalci diyebilirsin Ama ben tek değilim Umarım bir gün sende bize katılırsın Ve dünya tek vucüt yaşar **** Eğer herkes başka bir televizyon seti yerine barış isteseydi, o zaman barış olurdu. *** Gerçekten bir eylemimiz yok aslında. Sadece burada şarkı söyleyip biraz hareket ediyoruz. *** Tek istediğim onun mutlu büyümesi. Ana konu bu. (Çocuğu Julian Lennon'dan bahsederken) *** Sadece sevin, bu gerçekten her şeyin başı. Sadece mutlu olup istendiğini anlayacaktır. Yatılı okula ya da başka bir yere göndermeyeceğim onu. O her zaman bizimle olacak. (Julian'ın çocukluğundan bahsederken) *** Daha ucuz koltukları olanlar ellerinizi çırpabilir misiniz? Onun dışında herkes, sadece mücevherlerinizi çıngırdırtsanız yeter. (4 Kasım, 1963'te Kraliçe Elizabeth ve Prenses Margaret'in de katıldığı Londra'daki Royal Variety Performance'da. Not: John, "kahrolası mücevherler" demek istemiştir ancak böyle bir şey yapmaması konusunda Paul McCartney ve grubun menejeri Brian Epstein tarafından ikna edilmiştir) *** Hayat, siz başka planlar yaparak meşgul olduğunuz sırada size olan şeydir. (1980 bestesi "Beautiful Boy (Darling Boy)"dan) *** Bu iş çok kötüydü, tamamıyla kahrolası bir aşağılamaydı. The Beatles'ın olduğu şey olmak için bir insanın herhalde kendini tamamıyla aşağılaması gerekiyor ve benim de kızdığım taraf burası. Bilmiyordum, önümü göremedim. Tek tek oldu, aşama aşama, sonunda bu çılgınlık sizi sardığında dayanamadığınız, 10 yaşınızda en nefret ettiğiniz insanlarla tamamıyla yapmak istemediğiniz bir şey yapıyor oluyorsunuz." (Rolling Stone, 7 Ocak 1971 sayısındaki bir röportajdan) *** Müzik herkesindir. Ancak yayımcılar ona insanların sahip olduğunu düşünüyor. *** John Winston Ono Lennon, İngiliz şarkıcı. The Beatles isimli müzik grubunun üyelerinden biridir. Doğum: 9 Ekim 1940, Liverpool, Birleşik Krallık Öldürüldüğü tarih ve yer: 8 Aralık 1980, New York, New York, ABD

  • LAİKLİK ÜZERİNE KISA NOTLAR

    10 Nisan Laiklik Günü olması nedeniyle ülkemizde laikliğin tarihsel süreci de yüksek sesle tartışılmaya başlanmıştır. Dilimize Fransızca ‘laïcité’ sözcüğünden giren laiklik veya laisizm inanç özgürlüğünü meşru görürken toplumdaki tüm dini inançlara karşı da devletin tarafsız ve dini inançlardan bağımsız kalmasını ifade eder. Kavram; bilimsel olanla dinsel olanın birbirinden uzak tutulmasına yani özgür gelişime içkindir. Bundan dolayıdır ki, özgürlükler odağında aydınlanmayı, toplumsal gelişme ve refahı hedefleyen laik devletin hiçbir dini inanca maddi ve manevi destekte bulunamayacağı açıkça anlatılır. Kavramın içeriği devlet ve toplumsal yaşamda karşılık bulması için ‘değiştirilmez, vazgeçilmez’ bir anayasa maddesi haline getirilerek korunur. Korunan şüphesiz devletin dini inançlar karşısındaki tarafsızlığı ve farklı inanç özgürlüklerinin güvencesidir. 1924 Anayasası’nın 2. maddesinde “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” ifadesi 9 Nisan 1928 de TBMM’ye verilen önerge sonucu oy birliği ile kabul edilerek kaldırılmıştır. 10 Nisan 1928 tarihli Resmi Gazete‘ de de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Laiklik ilkesi ilk kez 1937 yılında Anayasa'ya girmiştir. Bir ilke kâğıt üzerinde değil de siyasal ve toplumsal yaşamda karşılık buluyorsa gerçektir. Tersi durumda ise tarihi aldatmaya çalışmanın dışında bir anlamı olmaz. 3 Mart 1924 tarihinde 429 sayılı Kanun ile “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek” göreviyle Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Bu kanunla kurulan Diyanet işleri başkanlığı aracılığıyla din ile ilgili tüm işler devlete yüklemiştir. Dolayısıyla 1937 yılında Anayasaya giren laiklik ilkesinin altı peşinen boşaltılmış olmuştur. Başbakanlığa bağlı olarak kurulmuş Diyanet İşleri Başkanlığı 9 Temmuz 2018 tarihinde de Cumhurbaşkanlığına bağlanmıştır. İslam dininin ‘itikat ve ibadet’ alanıyla ilgili işleri yürütecek bir kurum olarak kurulan kurum İslam dinin bir mezhebi olan Sünni mezhebini ayrıcalıklı kabul ederek onun korunmasını, gelişmesi ve toplum katında egemen dini inanç sistemi olmasına hizmet etmiştir, etmektedir. Sorun kurumun salt bir mezhebin yanında durması değil, mezheplerden, farklı dini görüş ve inançlardan tarafsız olamamasıdır. Diyanet İşleri Başkanlığının günümüzde devasa bir kamu bütçesi ile laikliğin kazanımlarının karşısında, İslam dininin bir mezhebinin ihtiyaçları için çalışan bir kurum olduğu tartışmaları sıkça yapılmaktadır. İktidar içinde iktidar olabilecek güce sahip olan Diyanet, 4-5 bakanlığın bütçesi kadar bütçesiyle, televizyon dâhil çok çeşitli kitle iletişim araçlarıyla, şirketleriyle, yurtlarıyla, TBMM’de yasa teklifi onaylanarak 24 Mart 20022 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanan ve kuruluşuna süratle başlanan, erkek adayların askerlikten de muaf sayılacağı, Diyanet Akademisiyle, çok sayıda kurs merkezleriyle kamusal yaşamın tümüne etkin din faaliyetleriyle sirayet etmiş durumdadır. Cumhuriyet tarihinin hemen hemen başından günümüze kadar, 1927-1946 yıllarında din derslerinin zorunlu olmadığı dönem dışında, ilk, orta ve lise öğrencilerine seçmeli gibi göründüğü dönmeler olsa da zorunlu din dersleri konmuştur. 12 Eylül Anayasasında da ilkokul 4. sınıftan lise sona kadar zorunlu Din Kültür ve Ahlak Dersleri ve 2012 yılından itibaren de ek olarak “Kur’an-ı Kerim; Hz. Muhammed’in Hayatı; Temel Dini Bilgiler” dersleri zorunlu olarak konarak İslam Cumhuriyetlerindeki din dersi sayısına ulaşılmıştır. ‘Laik’ Türkiye Cumhuriyeti’nde bunlarla da yetinilmedi. Tarikat ve Cemaatlerle ‘Değerler Eğitimi’ vb. adlarla protokoller imzalanarak okullarda faaliyet yapmalarının önü açılmıştır. Okulların çok yoğun ve işlevli olan laboratuvarlara, kütüphanelere, spor salonlarına ihtiyacı varken her okula kız erkek ayrı olmak üzere mescitler açılmıştır. Zorunlu din dersleri uygulaması en baştan Anayasadaki laiklik ilkesine ve eğitimde eşitlik ilkesine aykırı olmakla birlikte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin eğitim hakkı ile ilgili karalarına, Avrupa Birliği Üyelik Uyum Kriterlerine karşı da olan uygulamalardır. Şimdiler de ise okul öncesi, henüz daha somut işlemler döneminde ve bebek sayılan çocuklara da din eğitimi uygulaması konuşulmaktadır. Çocuklara hayatı değil ‘cennet’ üzerinden ölümü güzelleyen, ‘öbür dünyayı’ kutsallaştıran bir anlayış laiklik ile nasıl bağdaşır? Hepimiz en azından bu sorunun yanıtı vermek zorundayız. Ayrıcalığı olan ve ihtiyacın çok çok üzerinde açılan İmam Hatip Liseleri, Tarikat ve Cemaat Yurtlarının sayılamazlığı, neredeyse her sokakta açılan Kur’an kursları, kamu okullarına liyakatsiz olarak atanan okul idarecileri bu toplumun geleceğine ne kattılar başka neler katacaklar? Bu sorunun yanıtını da hep birlikte vermeliyiz. Tüm bunların yanında eğitim hakkına erişemeyen, çocuk işçiliği sektöründe sömürülen, çocuk gelinler olan sessiz binlerin çığlığını kimse duymuyor. Dinsel öğreti ve töre değerlerden kaynaklanan cinsiyet ayrımcılığı ve dolayısıyla kadına, çocuğa yönelik şiddet ve istismarı meşrulaştıran aslında duyarsızlık, kabul ve boyun eğmedir. Özgür, kendisiyle barışık demokratik bir toplum sisteminin laik ve bilimsel eğitim olmadan olamayacağını biliyoruz. Hep birlikte bu gerçeği de acı bir şekilde yaşıyoruz. Öyleyse özgür, eşit, demokratik; yüzünü aydınlığa yani bilime, sanata, felsefeye dönmüş bir toplumsal sistem için suskunluğumuza karşı savaş açmamız gereken bir dönemin çoktan gelmiş de geçmekte olduğunu görelim, duyalım ve karanlığa karşı örgütlenelim. ‘Laiklik’Günü kutlu olsun..!

  • İÇ BURKAN ANILARDAN

    Havanın yoğun sıcaklığı ve neminden, aceleyle geçirdiğim penye tişört ile keten pantolonum üzerime yapışmıştı. Boncuk boncuk ter süzülüyordu alnımdan. Gölgede bile cehennem gibi sıcaktı. Pişirmek için doğradığım taze fasulyeleri; aldığım telefonla olduğu yerde bırakmış, palas pandıras hastanenin yolunu tutmuştum. Nedeni bir türlü anlaşılamayan sancılarla kıvranan sevgili kardeşimi , bir an önce doktorların emin ellerine teslim etmekten başka düşüncem yoktu. Kardeşimin, acılarına ortak olmaya çalışıyor, onunla birlikte sancı çekiyordum adeta. Komplike bir durum söz konusu, iç kanama olabilir, yalancı gebeliğe son vermek gerekecek!.. Ancak burada yapacak bir şey yok. Acilen, tam teşekküllü bir doğum evine, göndermemiz uygun olur, demişti doktorlar. Onca zaman çocuk hasretiyle yanıp, tutuşan kardeşi sonunda gebe olduğunu öğrenmiş, koşarak yakınlarıyla paylaşmak istemişti bu mutlu haberi. Nereden bilebilirdi? Şimdi, akıttığı gözyaşları , canını yakan sancılardan değil, salt hiç kavuşamayacak olduğunu düşündüğü bebeği içindi. Ne zaman acı acı bağıran ambulans sesi duysam, yüreğim burkulur; tanımadığım o insanların biran önce sağlıklarına kavuşmaları için dualar ederdim. Deprem sonrası günlerce devam eden ambulans sesleri ne çok içimi acıtmıştı o kıyamet günlerinde. Yıllar geçmişti üzerinden. Yalnız ambulans sesleriydi aklımda kalan. İlk defa bir ambulansa, yakınımla birlikte binmenin buruk, şaşkınlığı içinde o günleri anımsadım. Acaba, birileri de, şimdi siren sesini duyunca bizim için acı duyup, dua ediyorlar mıydı , kim bilir? Kardeşimi bir süre hastanede gözetimde tutmaları gerektiği sonucu çıkıyordu. Çünkü inanılmaz bir şekilde direniyordu, vücudu.Yanına refakatçi alınmıyor, sadece telefonla görüştürüyorlardı. Beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Hastanenin giriş katındaki bekleme salonunda diğer hasta yakınlarıyla birlikte bekleyecektim, çaresiz. Bekleme salonundaki bordo koltuklardan birinde otururken; ne çok gebe , doğuran kadın var, diye geçirdim içimden. Beri tarafta başka hastanelerin onkoloji bölümlerinde de ölümü bekleyen veya ölen insanların olduğunu… Bir taraftan yeni doğanlar, diğer yanda başka dünyalara göçen insanlar… İçim daraldı. Sabaha kadar süren yoğun trafikle gözümü dahi kırpmamıştım. Ne öyküler dinledim diğer hasta yakınlarından. Çocuk kaçırma olaylarından tutunda, çocuğun cinsiyetini kabullenmeyen babalara kadar. Gece geç saatlerde uykuya direnemeyip, usananlar, koltuk üstünde şekerleme yapıyorlardı. O ara üç dört koltuğa birden ,boylu boyunca uzanan bir delikanlıya takıldı, gözlerim. Uyuyordu resmen. Zavallı , diye geçirdi içinden, beklerken uyuya kalmış. Gün ışımış, doktor, hemşire ve diğer görevliler nöbet değiştirmek için hazırlık yapmaya başlamışlardı bile. Gece boyunca, çay kahve, yiyecek servisi için açık bulunan kafeteryada da vardiya değişmişti. Gidip kendime bir fincan acı kahve söyledim, uykum dağılsın diye. Yeni bir gelişme yoktu kardeşimin sağlık durumuyla ilgili. …Akşam karanlığı çökmüş, uykusuz vücudumun ağırlığı bir kat daha artmış, çedeneye dönen gözlerim iyice büzülmüştü. Bekleme salonundaki koltuklardan birine yavaşça iliştim. İçim geçmişti. Zikir çeker gibi tempolu, yükselen sesle ayıldım. Dün akşam koltuklarda uyuyan delikanlıydı bu. Elindeki kasetin iç kapağından çıkardığı, pek tanıdık şarkı sözlerine benzetemediği; ilahiye benzer sözleri, yüksek sesli, heceler gibi bozuk Türkçe ile okudukça şevkleniyordu. Bir ara diğer hasta yakınlarından birinin uyarısına rağmen, sesinin temposunu düşürmemiş devam ediyor, arada bir de kafasını kaldırıp: -“ne güzel değil mi?” diye onay istiyordu, etrafından. Delikanlının az ilerisinde ,üstü başı kir içinde, yaşça küçük bir çocuk daha ayakkabılarını çıkarmış sandalyelere kıvrılmıştı. Onun karşısında da hafif topluca bir kadın uyuyordu. Etrafa şöyle bir göz daha attım. Bunların çoğunun hasta bekler gibi bir hali yoktu. Tuhaf bir şeyler oluyordu sanki. Yerimden kalkıp, kalan zamanını geçirmek için, çekirdek çitleyen, nöbetçi hemşirenin, yanına doğru yürürken aklıma takılanı sormak için yanaştım: -“ Burada hasta bekliyormuş gibi gündüz kaybolup, gece uyumaya gelen, bir genç var, sizde fark ettiniz mi? “ Hemşire, hiç istifini bozmadan, çok sıradan bir şeymiş gibi: -Ooo hoo!.. biri mi?... birileri desen daha doğru olur. Ailece kalmaya, geliyorlar çoluk çocuk… Söz bulamayarak: -Yaa!.. diyebildim. … İçim kanayarak, bunca yoksulluğa rağmen yine de ne çok çocuk doğuyor, diye düşündüm. Kardeşim çocuğunu kaybetti. Artık bebekten geçmiş, bir zehirlenme olasılığıyla korku içinde birkaç gün beklemiştik. Allah’tan genç kadının güçlü bedeni en az yıkımla aştı olayı. Eve dönerken bir yanımız kırık, bir yanımız mutluydu. İnsan yaşadıkça hala umut vardı. Belki bir sonrakinde…

  • SUYUN MASALI

    Çağımızda yükünü tutmuş bir fırtına Burçlarımız yıkılırken top atışlarıyla Dört başı mamur sofralar kuramazdık Yazık olurdu Peri kızlarının şarkılarına El ele Göz göze Diz dize değildik belki Ama yinede Burkulan yüreklerimizle biz Suyun masalını yazıyor Yaşıyorduk İkimize kadar bir dünyada Aşk dilber Sevgi er kişi niyetine Öğrenmiştik İyi biliyorduk ki Kader bize gülüyordu Acı kahkahalarımızla biz kadere Her seherde su olup akıyordun sen Uzandığımda Her sarılışta Kaç kere dolandıysam beline Hayal olup uçuyordun Yükseğe Daha yükseğe Azgın nehirlerde yağmur Gümüş balığı hep tırnak içinde #aydogmuszeliha

  • Avcı Şair

    Avcının bol olduğu yerde av Şairin bol olduğu yerde şiir Köşe bucak kaçar. Avcı şair ezgilerini Yağan karda, akan suda, Öten kuşta, damlacıkta, Gürültüde, sessizlikte Avcı şair sözlerini Sevgilide, bebecikte, böcecikte, renkte, seste Yeşeren çayırda, insanı yoran bayırda Gönlüne akan hoşlukta Bazen sıklıkta, bazen boşlukta Avcı şair duygularını Barışta, sevgide, düşte İnsanda, nisanda, hazanda Sıcakta, soğukta, ılıkta Avlar, damıtır, sergiler.

  • Suça Sürüklenen Çocuklar

    -AHMET'in HİKAYESİ- Ahmet’le tanışmamız yaklaşık 15 yıl öncesine dayanıyor. Doğu Anadolu’dan göç ile büyük şehre gelmiş altı çocuklu bir ailenin beşinci çocuğu. Babası elinde pantolon satarak ailenin geçimini sağlamaya çalıyor. Ahmet’in annesi ise uzun zamandır böbrek hastası. Evdeki işleri kız kardeşi yapıyor. Kız kardeş hem okula gidip hem de ev işleri ile ilgileniyor. Babası büroya gelmişti. Orta boylu şişmanca, saçları hafif dökük kırk beş -elli yaşlarında esmer bir erkekti. Aynı büroda çalıştığım ve meslektaşım olan eşim, gündüz bir müvekkilimizin tutuklu işi sebebiyle adliye de olduğu sırada karşılaşmıştı onla. Oğlu Ahmet hırsızlık suçundan tutuklanmış. Eşime kendisine yardımcı olup olamayacağımızı sormuş. Eşim, Adliye koridorunda tanıdığı birisinin avukatlığını almanın meslek etiğine uymayacağını, başka tanıdıkları bir avukata gitmelerini söylemiş. Beyefendi bizim müvekkillerden adresimizi almış ve büroya gelmişti. Çocuklara olan hassasiyetimi bildiği için kendisi ile benim ilgileneceğimi söyledi. Mehmet’ten durumu anlatmasını istedim. İsminin Mehmet olduğunu, oğlu Ahmet’in henüz 16 yaşında olduğunu, duruşmaya katılmadığı için hırsızlık suçundan tutuklandığını, yaşam mücadelesini, eşinin hastalığını anlattı. Oturdukları semt ve yaşadıkları ekonomik sıkıntı kıyafetinden, yüzündeki çizgilerden saçlarına düşen aklardan belliydi. Gözlerinden oğlunun cezaevinde olmasından yaşadığı sıkıntı anlaşılıyordu. Ahmet mahallede suça karışan bazı çocuklarla yaptığı arkadaşlık sebebiyle hırsızlık suçuna karışmış, dosyada beş sanık var ancak her olayda suça sürüklenen çocuklar farklı, bir tanesi on sekiz yaşlarında diğerleri on sekiz yaşından küçük. Ahmet hakkında bir tek suçtan dolayı dava açılmış. Henüz çocuk mahkemelerinin kurulmadığı ve çocuklara CMK kapsamında avukat ataması yapılmayan dönem. Dosyadaki suçun unsurlarına göre dava Asliye Ceza mahkemesinde açılmış. Ahmet’in adresi yanlış yazıldığı için duruşma günü kendisine tebliğ edilmemiş. Bu sebeple hakkında yakalama kararı çıkmış. Bu esnada babasından suça sürüklenen çocuğu tanımaya çalıştık. Nasıl birisidir. Nerde otururlar. Tam okulların açılma zamanı bu çocuk için ne yapabiliriz. Okul ile ilgili durumunu sordum Lise 1 sınıfta devamsızlık sebebiyle okulu bırakmış. Mehmet’e çocuğunu okutmak isteyip istemediğini sordum, istediğini ama söz dinletemediğini, söyledi. "Siz gidin okula kaydını yaptırın bize de vekâleti çıkarın diğer istediğimiz belgeleri de getirin tutuklamaya itiraz edelim," dedim. Ahmet pazartesi akşamüstü tutuklanmış babası bize Salı günü gelmişti. Evrakları toparlamak ve dilekçenin verilmesi Çarşamba gününü buldu. Yaptığımız itiraz, Ahmet’in bir tek suça karışmış olması, okula kaydını yaptırmamız, okulların yeni açıldığı zaman tutuklamanın bir ceza olmayıp bir tedbir olduğu, yine sanığın yaşı, kaçma ihtimalinin bulunmamasını dikkate alarak mahkeme tahliye kararı verdi. Babası bu işlerle uğraşırken Ahmet’i ziyarete gidemedi. Tabi yaşı küçük olduğu için de vekâleti babası verdi. Bu nedenle Ahmet kendisi hakkında yapılanlardan bilgi sahibi değildi. Babası tahliye kararına çok sevindi. Mehmet’e gidip oğlunu cezaevinin kapısından almasını. Kendisini yalnız bırakmamasını kızmasının ters etki yapacağını bu nedenle oğluna sevgi ve anlayışla yaklaşmasını öğütledim. Ertesi günü Ahmet’i önce okula götürmesini okulda işi bittikten sonra mutlaka yanıma getirmesini kendisi ile konuşmak istediğimi söyledim. Gece Ahmet'in çıktığını telefonla bildirdi. Sevinmiştim. Ahmet bütün gün ailesinin gelmesini beklemiş ancak akşamüstüne kadar gelen giden olmayınca pijamalarını giyip koğuşta üst katta olan ranzaya uzanmış. Akşam saat dokuz gibi tahliyeler okunmaya başlayınca kendisi ile ilgili yapılanlardan haberi olmadığı için yatakta sırtını koğuşa dönerek uyumaya çalışmış. Gardiyan Ahmet’in isim ve soy ismini okuyunca önce duymamış, gardiyan ikinci kez seslenmiş Ahmet kulaklarına inanamamış, kendi ismi olup olmadığını sormuş. Tahliye olduğunu öğrenince sevinçle üst kattan aşağıya zıplamış, eşyalarını toparlamış ve çığlık ata ata hazırlanıp çıkmış. Bunu anlatırken yüzünü görmenizi isterdim. Hem sevinç hem şaşkınlık hepsi vardı. Yaşadığı üç gün ona hayatı boyunca çok büyük ders olmuştu. Ertesi günü öğlen saat üçe kadar Ahmet ve babasından ses çıkmadı. O zamanlar cep telefonları yok kendilerine ulaşmak mümkün değil. Ben acaba beni kandırdılar mı diye düşünürken saat on altı gibi Mehmet ile Ahmet geldiler. Ahmet Esmer afacan bir çocuk on altı yaşlarında sert bakışlı ama hala hala çocuk ... üç gündür yaşadığı cezaevi ve tutuklama olayından dolayı tedirgindi. Kendisi ile konuşmak istediğimi beni dinleyip dinlemeyeceğini sordum. Dinlemek istediğini söyledi. Herkesi dışarı çıkarıp Ahmet ile konuşmaya başladık yaklaşık iki saat kadar konuştuk kendisi ile yaşadıklarından pişmandı. Ancak hakkında henüz dava açılmayan tahkikat aşamasında olan birkaç suça daha karışmış. Okula gitmek isteyip istemediğini sordum. Kafasını eğdi gitmek istediğini söyledi. Peki, o zaman ben sana elimden geldiği kadar yardımcı olurum, okulda bir sıkıntın olursa gel bana söyle dedim. Tamam dedi. Çok akıllı bir çocuk olduğu gözlerinden belli oluyordu. Yargılama devam etti mayıs ayı gibi suç mahalline keşfe gidildi. Mahkeme sanıkların yer göstermede hazır olmalarını istedi. Ahmet’in karıştığı suç zemin kattaki bir evin balkonunda bulunan bisikletin çalınmasıydı. Tam balkonda Hâkim Bey, Savcı bey ve diğer keşif heyeti bisikletin nerden ve nasıl çalındığını değerlendirirken, Ahmet birden balkonun alt kısmına eğilip kendisinin görünmemesi için saklanmaya çalıştı. Ne olduğunu anlamamıştım. Kendisine sessizce ne olduğunu sordum. Okuldan arkadaşları çıkmışlar karşıdan geliyorlarmış. İki erkek üç kız karşıdan gülerek ve şakalaşarak geliyorlardı. Arkadaşlarının kendisini o durumda görmesini istemediği için saklanıyordu. Mahkeme hâkimine durumu anlattım. Ahmet’in hikâyesini savunma dilekçemiz ile biliyordu. Okula devam ettiğini kendisini suçtan kurtarmaya çalıştığının farkındaydı. Hâkim bey babacan bir tavırla: "Tamam avukat hanım arkadaşları geçinceye kadar öyle dursun sorun yok" dedi. Ahmet arkadaşları geçince derin nefes alarak kalktı yüzü utançtan kıpkırmızı olmuştu. Bu olay sonrasında okulunu zor da olsa bitirdi. Liseden sonra iki yıllık bir meslek yüksekokuluna kayıt olduğunu öğrendim. Bu esnada annesini kaybetmişlerdi. Baba çocuklarına hem anne hem baba olmaya çalışıyordu. Bize ödemeleri gereken parayı çok cüzi belirlememize rağmen ödeme yapamamanın mahcupluğunu yaşıyordu. Para önemli değildi. Önemli olan suça sürüklenen bir çocuğu topluma kazandırmış olmaktı. Ahmet ve ailesini bir daha görmedim ve haber almadım. Umarım ki şimdi güzel bir hayatı vardır. Hep kafamda yankılanan soru “suçlu kim?” Acaba toplum mu? İlgisiz aile mi? Ahmet gibi topluma kazandırılacak kaç çocuk Ahmet gibi şanslı olacaktı? Umarım ki aileler, okullarda görev yapan öğretmenler bu konuda daha duyarlı olup çocuklarının geleceğinin belirlenmesinde onlara desteklerini doğru ve sağlıklı olarak yerine getiriler. Çocuklar yarınlarımız. Eğer yarınlar için bir nebze katkımız olursa , bir nebze ışık verebilirsek ne mutlu bize. / Semihat Karadağlı ( *Bu olay tamamen gerçek olup isim ve yerler değiştirilmiştir.)

  • YILLANMIŞ BİR AŞK HİKAYESİ Cevat İle Cemile

    1987 Yılının bir temmuz günü başlamıştı Pirireis Ortaokulu’ndaki görevine. Türkiye’nin en uç illerinden birinden gelmişti. Okulun burnundan kıl aldırmaz öğretmen grubunun içine girmesi çok kolay değil, çok emek vermesi gerekiyordu. Cevat’ın hayata bakışı onlara çok benziyor, yine de içlerine giremiyordu. Birkaç kez denedi, birkaç kez bir konuya dair düşüncesini söyledi. Hiçbiri ne lehte, ne aleyhte bir şey demeyince, “yok yok bu böyle olmaz, bırakayım akıp gitsin su, nasıl olsa yolunu bulur. Çelik halat örmüşler çevrelerine,” deyip vazgeçti. Günler birbirini kovalıyor, geçen gün geride kalıyor; zaman nehrin üstünde yüzen bir kayığa binmiş, akıp gidiyordu. Dönemin bitmesine az bir zaman kalmıştı, Cevat hemen her gün okul bahçesinin bir köşesinde, öğrencileriyle sohbet etmektedir teneffüslerde. Nasıl olsa bir gün o aristokrat arkadaş grubu Cevat’ı tanıyıp geçen günlere hayıflanacaktır. Cevat'ın dersine girmediği sınıflar onun derslerine girmesi için okul idaresi üstünde baskı oluşturmaya başlamıştır. Diğer branş öğretmenin sert, sevgisiz davranışları buna eklenince, öğrenciler illallah etmiş, anne babalarını da okula göndermeye başlamıştır. Okul idaresi de “çocuklar söz, seneye o gelecek dersinize,” deyip savmıştır başından. Cevat, salonu olmayan bu mahalle okulunda hazırladığı 18 Mart Programı ses getirmiş yaptığı ve konuşmayla da taht kurmuştur. Demiş ki: “Biz hepimiz birer Mustafa Kemal’iz, biz hepimiz birer Kuva-i Milliye’iz, biz hepimiz birer Kubilay’ız!” Konuşma, Hacı Ahmet Mahallesi’nde, İplikçi’de, İstiklâl’de yankılanmıştır. Tayin döneminde tayin isteyip gitmeyi kafasına koymuştu. Normal koşullarda onun tayin isteme hakkı yoktu, fakat azınlık okullarına tayin istemesine yasal bir engel yoktu. Öyle de yaptı, istekte bulunduğu okullardan birincisine tayini yapılmıştı. Okulun en genci, en toyu on yıllık öğretmen olmasına karşın oydu. Cevat tecrübeli bu seçkin eğitimcilerin arasında tecrübesini geliştiriyor, yeni şeyler öğreniyordu. ... Beyoğlu Öğretmenevi’nde Okul Aile Birliğinin öğretmenler günü vesilesiyle verdiği yemekte, hiç yerinde oturmamış, öğretmen veli, hemen herkesi masasında ziyaret etmiş, şerefe diyerek birer yudum içmişti… O gün Cevat Cemile’nin yanına gidince nutku tutulmuş öylece kalakalmıştı, Cemile’nin kendine güveni, içtenliği, Cevat’a esaret halkasını takıvermişti. Günün hangi saatinde olursa olsun, Cemile ile her karşılaştığında yüzü kızarıyor tutulup kalıyordu. Eeee şimdi n’olacak, yarın ne getirecekti, Cemile Cevat’ın arkadaşı mı olacak ya da aklını başından alan işveli bir kısrak mı? Cevat baba yadigârı “Hislon” marka çelik kordonlu demode bir saat takıyordu. “Aman dedi Cemile bu ne canım, boş ver bunu, senin koluna Rolex yakışır, sana Rolex almak lazım,” dedi. Cemile Cevat’a on gün sonra Rolex marka saati uzatıp “buyur hayatım güle güle kullan,” demesiyle… Ne diyeceğini şaşırmış, sadece yarım yamalak teşekkür ederim, çok incesiniz,” diyebilmişti. Bu bir arkadaşın, bir arkadaşa hediyesi mi, ne bileyim mercimeği fırına vermek miydi? Cevat, gündüzleri hayal dünyasında gezinirken, geceleri ateşli ateşli rüyalar görüyordu. Yine de o rüyaları hayra yorma cesaretini gösteremiyordu. Cevat bundan sonra baba yadigârı “Hislon,” marka saati mi, asilzadelerin Rolex’sini mi kullansaydı? Bu sorunun yanıtını hiçbir zaman doğru dürüst veremedi. O, baba yadigârı Hislon ile asilzadelerin Rolex’si arasında günlerce gitti geldi. Cemile, dik başlı, özgüven zirvede bir kadındı. İstanbul’un en iyi okullarında okumuş, madamların, mösyölerin mezun olduğu okuldan mezun olmuştu. Çok geniş, gerçek anlamda aristokrat bir çevresi vardı. Öz güven “Ilgaz Anadolu gibi gökleri bulutlu başı nedeniyle görev yaptığı okulun yönetim kurulu, başta okul müdürü ile ters düşmesi onun onun gelene ağam giden paşam demeyen kişiliğinden ötürüdür. Hal böyle olunca tazminata mazminata ehemmiyet vermediğinden yıl ortasında istifayı basıp çekip gitmişti. Okul müdürü Leon Efendi: “Bırakın gitsin, okulun huzura ihtiyacı var, tadımızı kaçırıyor, dik başlı, vali padişahtan torpili de olsa istemiyorum,” deyip kapatmıştı kapıları. Çekip gitmişti Cemile çekip gitmesine de Cevat’ın, her daim gülen gözleri, çakılıp kalmıştı beynine. Evini arayamazdı, okula gidemezdi, okul çıkışında bekleyemezdi. Ne yapacak, nasıl hareket edecekti bilemiyordu, bu kadar öz güvenli kadın naçar kalmıştı. Yolda belde görürüm diye evine girmiyor, dolaşıyordu İstanbul sokaklarında. Cevat’ın ilgisini en çok hırdavatçılar çarşısı çektiğini bildiği için kadın başına buralarda dolaştı. Cevat garip bir adamdı, keserlere, baltalara, testerelere, bıçaklara… saatlerce bakar yine de canı sıkılmazdı. Özellikle Mercan yokuşunun üstünde kurulan Polonya Pazarına gitti mi, üç beş saatini burada dolaşarak geçirirdi. Cemile Polonya Pazarı’na bile gitmiş, fakat tesadüf etmemişti. Sanki o da cephe almıştı ona. Cevat, bir arkadaşı ile on günde, on beş günde bir Beyoğlu Öğretmenevi’ne gider bira içerdi. Oraya da uğramaz olmuştu. Yoktu Cevat, onu göremedikçe, öfkesi merakı artıyor, merakı artıkça nefreti de büyüyordu. İnat etmişti telefon da etmeyecekti, bir de okulun oralarda dolaşırken Bay Leon görürse ne derdi arkasından. “He he derdi, mağrur Cemile, gelip yalvaracak,” Allah yazdıysa bozsun, böyle bir vaziyet aklına geldi mi, Şişhane’den Tünel’e doğru koşmaya başlıyordu. “Olmaz, olamaz diyordu, taş basarım göğsüme, olmazsa taş bağlayıp ayağıma atıveririm kendimi Galata köprüsünden aşağı!” O günler yeni bir müzik kutusu çıkmıştı, adına wolkmen diyorlardı. Çok sevdiği deyişleri doldurup kulağına da kulaklığı takıp İstanbul kazan, Cemile kepçe ha bire dolaşıyordu. Haliç’in kenarına oturup çevirip çevirip dinliyordu: Aşık Müslümi deyişini: “Aşıklarda olan efkar Artar gider artar gider Tutar yükünü cevherden Satar gider satar gider! Aşk aşığın aynasıdır Aşık aşkın çırasıdır Maşuk onun belasıdır Çatar gider çatar gider!” Cemile, Cevat’la görüşebilmek için abartısız üç ay emek vermiş, bir netice alamayınca “şeytan görsün yüzünü,” deyip kapamıştı Cevat defterini. Ay değil, yıllar yıllar geçmiş, bir daha görememişlerdi birbirlerini. Sosyal medya gündelik hayatın vazgeçilmezi olmuş, eski arkadaşlar birbirlerini bu sayede bulurlar ya… Cevat da Facebook’un arama çubuğuna Cemile’nin adını yazıp aramaya koyuldu. Yaklaşık on tane Cemile A. Vardı. Tesadüf bu ya hiçbiri profiline resim koymamış, hepsi de börtü böcek resimleri koymuştu. Profillere tek tek baktı. En sondaki Cemile A. Hemen ekledi. Cemile de bilgisayarın başındaymış kabul edip bir de selam babında el sallamıştı. O gün epeyce yazıştılar. Sonra birbirlerine cep telefonu numaralarını vererek hemen her gün konuştular. Böyle böyle beş altı yıl telefonla görüştüler. Sosyal medyada bir de güzellikleri paylaşıyorlardı insanlar, onlar da birbirlerini güzelliklerden haberdar ediyordu. Bu kırkından sonra azmak mıdır, ya da hayata yeniden merhaba demek midir? Bizim oralarda derler ki, “kırkından sonra azanı teneşir paklar!” İnsanın sevmesi, sevilmesi azmak mıdır, insanlar hep kavga mı etsinler, hep birbirlerini boğazlasınlar? Bu ayıp, azmak, mazmak nasıl bir şeydir, kime göredir? Bu yürek midir, kalp midir, hakikaten bu nasıl bir şeydir? İnsan yüreğinin sesini dinlememeli mi kısacık hayatında? Ona buna göre değişen göreceli, izafeli şeyler için hayatını karartmalı mıdır? Gecenin on biriydi, Cevat’ın telefonu çalmaya başladı. Cevat televizyonu kapatmış, kişisel bakımlarını yapmış yatmaya hazırlanırken: “Alo, alo!” “Ne alo su, tanımadın mı, ne müsteşar gibi, resmi resmi konuşuyorsun?” “Yok, yok heyecanlandım birden, tutulup kaldım, suçüstü olmuşum gibi!” “Sen neler diyorsun Cevat Allah’ın seversen?” “Ne yalan söyleyeyim pijamalarımı giyerken yakalandım, sen karşımda imişsin gibi bocaladım; hepsi o!” “İlginç, ilginç olduğu kadar da komik! Yarın Salihli’deyim, sabah kahvaltı yapmadan yola çıkarım, belki birlikte yaparız kahvaltıyı, bu gece uyku tutmaz beni!” “Buyur, buyur, başım üstüne!” “Buyur buyur denmez, çok özledim, denir. Bugün sen de bir tuhaflık var!” “Aşk olsun, uğruna can baş feda osun. Telefon görüşmelerimiz bile ömrüme ömür katıyor, seni görünce kim bilir kaç yaş gençleşirim?” “Şimdi sen konum gönder, ben doğru sana gelirim, seni uykuda bile yakalarım.” Uyku tutmamıştı Cemile’yi, yol hazırlıklarını çok önceden halletmiş, Seat İbiza’sını servise götürüp uzun yol için bakımdan geçirtmişti. Valizler arabaya akşamdan koyulmuş, o sadece kol çantasını alıp çıkacaktır yola. Gece saat 03.00 gösterdiği sırada kurduğu telefonun alarmı çalmadan uyanmış, ağzına bir iki parça bir şey atıp çıkmıştır yola. Yol yaklaşım levhalarında Ankara, İzmir kaç kilometre olduğu yazmaktadır. Bu yol onu Ankara’ya götürecekti. Fakat o, Salihli’ye gidecekti. Aslında Anıtkabir’e gidememişti. Belki Cevat’la bir fırsat bulup birlikte giderlerdi. “Bakalım, nasip kısmet,” dedi. Saat 09.15 de Cevat’ın oturduğu evin önünde, köylülerin tam da işe gittiği saatte İstanbul plakalı bir Seat İbiza durdu. Bugünler ova köylülerinin çocuk bakımı kadar itinam isteyen bağcılık işleri vardır. Salkımların üstündeki yaprakların alınması, üzümlerin güneş ışınlarından doğrudan faydalanılması için yapılır. Öğretmen okulu çıkışlı, köy enstitüsü ruhlu Ali Rıza bağ bakımında köylüden daha köylü olmuş, bağ bakımın kitabını yazmaktadır. Bağı, kendi traktörü ile sürer, kendisi budar, kendisi ilaçlar, kendisi aşılar… Cemile arabanın içinden çıkmamış, köylülerin meraklı, kontrollü bakışları altında dışarı çıkıp çıkmamanın gelgitlerini yaşamaktadır. “Ben geldim,” diye de Cevat’ı aramamıştır. Cevat, sabah sporu için kurulmuş saat gibi her gün 06.30 da kalkar, sporunu, yürüyüşünü yapar ılık suya duşunu alır, krallar gibi bir kahvaltı yaptıktan sonra güne başlardı. Bugün Cemile geleceği için spora gitmemiş, yalnızca kuş sütünün eksik olduğu harika bir kahvaltı hazırlamıştır. Hava almak için dışarıya çıkan Cevat evin önündeki 34 plakalı kırmızı renkli Seat İbiza’yı görünce, koşarak aşağıya iner. “Hoş geldin sultanım, hoşluklar getirdin, ömrümün baharı; ne kadar mutlu oldum anlatamam!” “Hoş gördük, canımın içi, gülüm; hoş gördük! Ne güzel hiç değişmemişsin, eh azıcık alnın açılmış!” “Sen de öyle ömrümün baharı, sen de hiç değişmemişsin!” Cevat, Cemile’nin çantalarını evin boş odasına çıkarıp tek tek dizdi. Sonra doyasıya sarıldılar birbirlerine, otuz yılın özlemiyle yoruluncaya kadar sarıldılar. O ne sarılış, her yanları yalıma kesmişti. Kavuşma ihtirası yalımları harlandırdıkça harlandırmıştı. Cevat 90’lı yıllarda Cemile’nin hediye ettiği Rolex marka saati, bir sahil kasabasında deniz kıyısında güneşlenirken, çantası bile birlikte çaldırdığında çok üzülmüştü. Bu üzüntüsünü Cemile’yle de paylaşıp özür dilemişti. Daha ayaktaydılar, onca yol gelen Cemile yorulmamış gibiydi. Çantasını açtı, bir paket çıkarıp Cevat’a uzattı. Cevat, mahcup mahzun paketi alıp incitmeden açtı: “Teşekkür ederim ömrümün baharı, neye zahmet ettin, senin gelmen bana verilen en harika hediye zaten. Allah'tan başka ne isterim ki?” “Uzat kolunu ben takmak istiyorum, hiçbir koşulda kolundan çıkarma, sıcağa, suya, deniz suyuna dayanıklıdır!” … İki can birlikte başa başa bir kahvaltı yaptılar ki, ömür, ömür. Ardından Cevat’ın "aşkı öpücüksüz, kahveyi sigarasız sevmem," yıllardır söylediği tiryaki sözünü söylediler, köpüklü kahveyi sigarasız içtiler. “Fark ettin ya dedi Cevat, benim tekerleme güme gitti. Ne öpücük, ne sigara…” desem de sen sigarayı at, öpücüğü akşama saklıyorum, bu konuda alacağımı hiç bırakmam, yarın öleceğimi bilsem de! Ben alacağımı borç sayıp “Allah borçlu canımı almasın diye dua ederim!” “İyi imiş, kendini güzel şartlandırmışsın, borçlu kalmazmış, sen ne dediğinin farkında mısın, bana olan borcunu ödemeye ömrün vefa etmez, kasaba delikanlısı, meydanı boş buldun salla gitsin; söyle ömrün yeter mi?” “Aşk olsun, kalbimi kırıyorsun, bilerek mi, ömrümün baharı?” “Sen de çok atıyorsun be canım! Borçlu, alacaklı nasıl laflar öyle?” “İyiden iyiye mahcup ettin beni!” Cevat’la Cemile, ovanın yeşilliğini doyasıya yaşamak için Kırmızı İbiza’ya binip tozlu topraklı yollardan geçerek ova köylerini gezebildiği kadar gezip Salihli’nin aydınlık yüzlü insanlarıyla kâh selamlaşıyorlar, kâh durup sohbet ediyorlardı. Özellikle kadınların hayata bakışı tam bir cumhuriyet kadını duruşunda olması keyiflendiriyordu onları. Zaman yeşilliklerin arasında akıp gitmiş, gün akşama kavuştu, kavuşacaktır. Ankara İzmir yoluna çıktılar. İbiza’yla Kemaliye yol ayrımından Kavukdere rampalarına sardıklarında güneş, ufuk çizgisinde kırmızı bir ateş olmuş onlarla vedalaşırken Cevat’la Cemile’yi bir hüzün kaplamıştı. Cemile yüze sabitlediği İbizası bu gönül yolcularını bir menzile doğru alıp gidiyordu. Kovukdere rampasının bitiminde Yunus Emre tabelasını gören Cemile: “Yarın ziyaret ederiz değil mi?” “Ederiz, ederiz gönüller sultanımızı, Taptuk’un “bizim Yunus,” dediği Yunus’umuzu; birer de Fatiha okuruz!” “O, Fatiha beklemiyor bizden, o diyor ki, birbirinizi sevin, dil din ayrımı yapmadan kucaklayın birbirinizi diyor.” “Çok doğru!” Cemile, İbiza’nın navigasyonuna Şarap akademisi adresini yüklemişti, Karaoğlanlı köyünde. Navigasyon, hiç şaşırmadan onları Şarap akademisinin önüne kadar getirdi. Arabayı Şarap evinin girişe park ettiler. Şarap akademisi haşmetli, vakur bir duruşla tepeye kurulmuş, çevreyi gözetim altında tutuyordu. Az ötede bulunan yanardağ ağzının jeolojik rengine uygun bir mimari ile yapılmış, egzotik bir yapıdır. Buralarda bu yapıya benzer bir yapı yoktur; çok uzak diyarlardan bir nakliye aracına koyulup getirilmiş gibi durmaktadır tepenin doruğunda. Şarap akademisi, sevda dağı gibiydi, romantik, Ankara İzmir yolunu gözetleyip duruyordu. Bak dedi Cevat, bu dağa gel bir ad koyalım bu dağa “sevda dağı diyelim. Bak şimdi şu ezginin harikalığına deyip Musa Eroğlu’nun seslendirdiği ezgiyi, davudi sesiyle öyle bir aşkla söyledi ki, Cemile onu yeni tanıyormuş gibi gururla dinledi. “…Sevda dağlarına götürün beni Yorulmuş gönlüme heyecan gelir, Çiğdemler toplasam dursam yoluna, Belki ziyarete o canan gelir !” Cemile Cevat’ın koluna girip “haydi biraz yürüyelim, şu bağları yakından görelim, bu üzümler şaraplık olmalı. Bum şaraplık üzümleri cinsleri nedir, adlarını öğrenmek isterim, senin de ilgini çeker diye düşünüyorum. Baksana tek tük alacası düşmüş, ne olursa olsun ben alacası çıkan salkımlardaki siyahlaşmaya yüz tutan üzümleri tane tane koparıp yiyeceğim!” “İyi olur, biri anlatsın bize. Baksana nasıl canlı öküzgözü gibi sanki her bir tanesi!” “Aslında kurt gibi de acıktım, bağları yarın gezeriz, gidip bir karnımız doyuralım, olmaz mı?” “Olmaz olur mu, ben de açım, önden çorba içeriz, çorbanın içine buranın ekşi maya ekmeği meşhurdur, çorbanın içinde enfes olur!” “Ne çorbası bu çorba?” “Tarhana çorbası, arkasından da birer güveç, eh olmazsa olmaz şarabımız!” Şarap akademisi gurmesi Cevat’le Cemile’nin yanına gelip: “Uğur, benim adım bu akşam ben yardımcı olacağım size. Umuyorum memnun kalırsınız!” "Memnun olduk," dediler! "Ben Cemile!" "Ben Cevat!" Çorbaları büyük kâselere koyup getirmişlerdi. İnsanlar artık yöresel tatları öne çıkarıp pazarlamaya başlamışlar. Tarhana çorbasının içine ev ekmeği, ekşi, maya ekmek doğramak çok eskiden beri süre gelen bir gelenektir. (Gelenektir; ama aslında ekmek doğramak karın doysun diyedir. Bunun gelenekle bir alakası yoktur!) Ekmekler özel olarak fırınlanmış, parça parça. Uğur’la bir iki sohbet etmeyi Cevat da Cemile de çok sevmiştir. Uğur, birikimli, aklı başında, karşısındaki insana güven veren bir gençtir. Yaşıtlarından hayli ileridedir. “Aferin Uğur sana, dedi Cemile. Kendini çok iyi yetiştirmişsin, çok okumuş, hayatı anlamak için kafa yormuşsun. Kutluyorum seni; annene, babana bir vatandaş olarak teşekkür ederim!” “Teşekkür ederim efendim, o sizin teveccühünüz, söyledikleriniz çok kıymetli benim için. Fakat annemle babam ayrı, ben annemle kalıyorum. Babam… Babam işte, o kadar. Annem, derler ya hani, “saçını süpürge ediyor,” tam da öyle. Onlar ayrı olunca daha çok titriyor üstüme. Annem de bu akademinin mutfağında çalışıyor. Onun hakkını hiçbir zaman ödeyemem. Muhafazakâr biri değilim, bizim yörede insanların her cümlesinde Allah’ın adı geçer. Ben de annem için onlar gibi diyorum, Allah ondan razı olsun, köprü olsa geçmem üstünden! O benim her şeyim, arkadaşım, sırdaşım, rehberim… “ “Aferin Uğur, ne kadar etkileyici konuşuyorsun, aklı başında cümlelerine bir de sesinin naifliği eklenince seninle sohbete doyum olmuyor, yolun açık olsun Paşam, ayağına taş değmesin! Ben İstanbul’da oturuyorum, orada hatırı sayılır bir çevrem var, bir dileğin olursa, memnuniyetle elimden geleni yapacağından emin olabilirsin!” “Eksik olmayın efendim, biz annemle koca bir orduya karşı savaşabiliriz, hayat boyu başım dik olacağım, kimseden bir şey istemeyeceğim; lütfen yanlış anlamayın, size çok saygı duyuyorum. Benim hayat anlayışım böyle!” Ne diyeceklerini bilememiş, tutulup kalmıştı Cemile’yle, Cevat! Bu yaşta, bu zamanda böyle bir özgüven, bu hak bilir anlayış. Göz göze gelen Cemile’yle Cevat’ın içlerinden geçti bu cümleler. Uğur, bir istekleri olur düşüncesi ile rahatsızlık vermekten korkarak ara ara onlara bakıyordu. “Tamam Uğur, dedi Cevat, teşekkür ederiz, biz kahvemizi dışarıda Ankara İzmir yolunu gören bir yere oturup içmek istiyoruz!” “Afiyet olsun, buyurun ben yardımcı olayım, buyurun!” Ankara İzmir yolundan tek tük arabalar geçip gidiyordu. Düzlüklere tütün dikilmişken yamaçlarda hayat iksiri zeytin ağaçları vardı. Tütün tarlarında daha gece işi başlamamış, bir ay sonra bu işin en cefalı günleri başlayacaktır. “Acı Tütün,” Cumalı’nın ruhu şad olsun, bu romanında tütün işçilerinin dramını ne kadar güzel anlatır. Hele Zeliş’le Cemal’in aşkı! Zeliş de âşık olunmayacak bir kız değildir ki! Yıldızların ateş böceği misali ışıkları, tarlaları bağları, zeytinleri, tütünleri, taşları, toprakları yıkıyordu, Çok uzaklardan milyon yıl öteden insanlığın hayatına çeşni katıyordu. Ay ışığı, tütün tarlalarında Zelişlerin gece mesailerinde feneri oluyordu. Cevat’la Cemile ahşap sandalyelere oturmuş, gökyüzünde milyon milyon, milyar milyar delik açıp pörtleyip çıkan yıldızların ara ara kayıp gidişlerine takılıyor; sonra birbirlerine bir dilek tut, ben tuttum, sen de tut diyorlardı. Çok uzaklarda bir başına yanıp sönen yıldızların en parlağına dikkat kesilmişken, sol yanlarında bir yıldız krater gölüne doğru akıp giderken, Cemile birden sesini kontrol edemeyerek yüksek sesle: “Bir dilek tut, çabuk!” Çabuk derken yıldızın akışına yetişmeye çalışıyordu sanki. “Bir dilek tut, çabuk!” Onlar “tuttum, tuttum” derken arkasında bir kuyruk bırakıp akıp giden yıldız çoktan krater gölüne dalmış yıkanmaya bile başlamıştır çoktan. Sağda solda yanan bir ışık olmadığı için gökyüzü ışık denizi olmuş, yıldızlarla sarmaş dolaş kucaklaşıyor. “Ne tuttun dedi Cemile!” “Önce sen söyle,” dedi Cevat! “O zaman ben bir iki, üç diye saymaya başlayacağım, üç dediğimde tuttuğumuz dileği yüksek sesle Ankara İzmir yoluna doğru sesleyeceğiz, tamam mı, anlaştık mı?” dedi Cemile. “Anlaştık,” dedi Cevat. “Bir, iki, üç!” “Seniiiiiiiii!” “Seniiiiiiiiii!” İkisi de aynı anda “seni,” diye Ankara İzmir yolundan gökyüzüne doğru seslemişti. “Onca yolu boşa mı teptim,” dedi Cemile, onca yolu sana kavuşmak için teptim, yarın İstanbul’a gidiyoruz!” “Yarın İstanbul’a mı gidiyoruz, o nereden çıktı?” “Eeee, nasıl olacak o zaman, sen geldin ya bir de onca yolu tepmeye ne gerek var?” “Evet gerek var, onca yolu senin için teptim, onca yolu seni almak için teptim; yarın birlikte dönüyoruz!” “Ama nasıl olur?” “Olur, olur bal gibi olur; Seat’a binip gideceğiz!” “Ben İstanbul’da yaşayamam, benim İstanbul’a gitmem demek, diri diri mezara girmem demek!” “Sen yine kaybettin kendini ne dediğini bilmiyorsun, mezarda mı yaşıyorum ben, öyle boyundan büyük kocaman kocaman laflar ediyorsun, aklım almıyor!” “…” Vakti gece yarısını geceli çok olmuş, akademinin horozları bir nöbet ötmüş, iki üç saat sonra tan yeri kızaracak, sonra güneşin ateş kırmızı ışınları, top güllesini sağa sola dağılan ışınları fırlayıp çıkacaktır. Akademinin beş altı odasının misafirlerinin kimileri uyumuş, kimleri mekan değişikliğinin fantezisini yaşıyorlardı belki de. Özlemle, ihtirasla başlayan gün, karasal iklimin gece serinliği ile ısırmaktadır yüzlerini. İhtirasla başlayan günü devirmişler, yeni gün “bencik” bir ihtirasla zehirlenmek üzeredir. İki dominant karakterin “ben” gururları onları bir çıkmaza doğru sürüklemeye başlamıştır. İki aklı başında insan yaman bir ergenliğin kör kuyusunda yıkanmaya çalışırken, az sonra suyun yükselen debisi ile boğulup gideceklerdi belki. Akşamdan beri Cemile ile Cevat’a kılavuzluk eden Uğur, duyduğu saygı ile yüreğinin başköşesine yerleştirmişti onları. İşittiği ve konuşmalardan anladığı kadarıyla bir açmazın içindedirler. “Cevat abi, Cemile abla, sizi çok sevdim, kanım ısındı sizlere. Duydum ki ikinizde kendi dediğinizin olması için, diretiyorsunuz. İzniniz olursa bir iki kelam etmek isterim!” “Aaaa ne demek çok seviniriz,” dedi Cemile, çok seviniriz dedi Cevat!” “Benim bir sevenim olsa, onunla Fizan’a giderim. Bu konuda inatlaşmayı, tartışmayı ergenlik psikolojisi olarak değerlendiriyorum, hiç kusura bakmayın! İkinizde benim horozum derseniz, bekleyin sabah olacak diye. Bunu birinize değil, ikinize de söylüyorum. Kim, kimi daha çok seviyorsa, o tamam desin bu mesele de tatlıya bağlansın! Benim sevdiğim olacak da sıpanın kuyruğu suya değdi, değmedi münakaşası, yapacağım; öyle mi? “…” “Ne düşünüyorsunuz?” “Doğru söylüyorsun, dedi Cevat!” “Doğru söylüyorsun, dedi Cemile!” … Cemile, dediğinin yaptırmanın verdiği gururla Seat ibiza’yı Susurluk’tan, Bursa istikametine doğru güvenle sürerken o da Cevat bir sürpriz yapıp: “…Gel gönül gidelim aşk ellerine Muradın var ise bir tane yeter Fikreyle kıldığın amellerine Havayı cehline efsane yeter Efendim gül yüzlüm tabibim…” Cemile Turabi’nin bu deyişini söylerken Cevat’ın gözünden birkaç damla yaş süzülüp yanaklarından aşağı akıp gitti…

  • Bir Ben

    Bacaklarım, Kollarımda bir ince sızı İçimde koskoca bir boşluk Devinim durdu, ben durdum. Kayıplarda hep bir ben vardım Bir ben! Evlat acısı zor Annemden bilirim, Teselliyi anlatan sözcük kayıp Ev, ocak kapılar kararır. Annelik eden babama onca yıl Bir ben! Kimsesizlik omuzlarına binen Tonlarca yükken Sonsuz evrende Bir toz zerresi şimdi Bir ben!

  • HENÜZ

    Siren sesleri bastırıyor henüz ayakların sayılamaza çoğaldığı yerlere serili gölgeler artarken -yer utanç ibadetinin yeri yer, perişan ediyor beş duyuyu- sağa sola gezip durarak yolu bilmezden gelen gözler kör olur kuytu karanlıklarda sokakta dilini yutmuş zavallı eve gizlendiğinde nefessiz mahluk kendine hiç, ele muhtaç köle olur yıkılırsan kaldırıma kaldırım acımayacak ama çocuklar üzülecek çocuklar utanarak üzülecek hele bir kaldır başını da güneşe bak gökyüzüne uzan sonra elele tutuşarak henüz vakit varken şuradaki yarına

  • GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE GÖZ GÖRE GÖRE

    Uçaklar, tanklar, bombalar, füzeler... Yakılıp yıkılan yapılar, doğa Silahları üretenler, satanlar, kullananlar mutlu Gözümüzün önünde göz göre göre Bu çağda, çağdaş ülkeler Takım tutar gibi. Evsiz, kimsiz, kimsesiz kalanlar Gözlerde donuklaşan korkular, acılar Acısını anlatacak gücü kalmayanlar Doğmadan ölenler, çocuklar Analar, nineler, dedeler Gözümüzün önünde göz göre göre Film izler gibi. Yerinden, yurdundan, geçmişinden kopartılanlar Gelecekten umutsuzlar Sudan çıkmış balık gibi “Bugün sana, yarın bana”yı düşünmeyen Kılını kıpırdatmayanlar, göz yumanlar Umudu, geleceği, güveni yok edenler Bugünün güçlüsüyken yarının suçlusu olacaklar Tarihten ders almayanlar Son pişmanlık fayda etmez Fuat ÖZGEN

  • LAYT TAHİR

    Tahir için yazmaya başlamak, doğum sancıları çekmek gibidir, başında, midesine dayanılmaz ağrılar, elinde ayağında iradesi dışında oluşan garip hareketler… Tam o an, Tahir başını ellerinin arasına alır, sıktıkça sıkardı. İşte o an yüreğine saplanan ne olduğunu bilmediği bir duygu yeyip bitirirdi onu… Üç gündür içi içine sığmaz Tahir’in, hiçbir yerde bir saatten fazla duramaz, oğlunun hediyesi akıllı televizyon aparatından gençlik dizileri izlemek, YouToube’den müzik dinlemek, bile merhem olmaz,… Tekrar başını ellerinin arasına alan Tahir: “Ne yazacaktım bugün ya, dur bir dakika, ha ha ha tamam, tamam; yok yok yok; onu sonra yazmalıyım, yarattığım mitolojik kahramanı hemen öldüremem, o kalemimin mürekkebi olduğu sürece yaşamalı. Vakti zamanı geldiğinde kalemin mürekkebi bittiğin gün darağacı kurulur, yağlı kement boyna takılır sonra da… Daha erken, zamanı gelince üstümüze düşen vazifeyi yaparız!” Diye iç konuşmalar... Tahir, eski taka tuka bilgisayarını açmış, başını yukarıya kaldırmış, nereden başlayacağını düşünüp taşınırken… “Ne yazıp duruyon öle?” “Hiç yazıyorum, işte!” “Ne faydası va bu yazdıklanın, bi şeye gaşı mı oluyo şimdi bunla?” “Bir şeye faydası olsun diye, yazmıyorum ki!” “Neden yazcan deye abırcın oluyon o zaman boş ve?” “Olsun, seviyorum yazmayı, başka da bir gayem yok!” “Bişe gazandıyo mu bu yazdıklannnnn he?” “Ne kazandıracak ki, içimde bir yanardağ var, işte o lavları böyle dışarı atıyorum, kimseyi incitmeden!” “Aman işin mi yoh mu, gözlene yazık; kör olcan, kör!” “Boş ver, düşünme beni!” “Kendin bilisin, ne yapasan yap!” “Allah Allah!” “Ne Allah Allah’ı ya?” “Hiç, hiç, hiç, bir şey demedim!” “Bi dene bakem, gören, hadi de!” “…” Tahir odasından çıkıp mutfağa, oradan, balkona gitti geldi. Gidip gelirken, başını ellerinin arasına almış sıkıyordu yine. Onun bu anlarda kendini her şeyden koparıp beynine, hayallerine gömülmesi gerekiyordu, yoksa kalemiyle kağıdı buluşmuyordu bir türlü! Telefonuna yüklediği müziklerin duygusallığı ile kendi hayallerine gömülecekti. Bir deyiş, iki deyiş, üç deyiş… “Bitti mi işin?” “Daha başlamadım ki!” “Ne yapıyon ne zamandı bakem?” “Hiç oturuyom!” “Ge o zaman, benim yanımda otur, sen benim yanımda yazamıyon mu, yazdıklana bakmam; ge benim gıyımda yaz!” Tahir’in arkadaşı Karahayıt’tan, hani termal tedavinin merkezi vardır ya, işte oradan olur. Tahir’in yolu bir rastlantı sonucu Karahayıt’a düşmüş, birkaç gün orada konaklayınca tanışıp hayat arkadaşı olmuşlardı. “Peki geliyorum!” Gecenin haini, uykusunun altından girip üstünden çıkmış uykusuz bırakmıştı Tahir’i. Usulca yerinden kalktı, ayakuçlarına basarak, yatak odasının aralık kapısından sızan diyafon ışığının aydınlattığı kör bir ışıkla bir gölgenin sessizliğinde süzülüp çıktı. Mahallede çıt yoktu, herkes uykuya dalmıştı. Bir tek sol yandaki yeşil boyalı apartmanın üçüncü katın ışığı yanıyordu. Bir de hemen karşı apartmanın üst katı. Üst katta yalnız sarı saçlı sarışın bir kadın oturuyordu. Onu da uyku tutmamış olacak ki, sigara içiyordu balkonda. O neden uyuyamamış, kim bilir vardır bir hikmeti diye düşünmüş, ya da… kendi kendine bir şeyler söyledi. Sarışın kadının sigarasının karanlıkta yanıp sönen ateş böceği ışığı misali şavkında görünmeyen cemaline bakıyordu. Bir müddet görünmeyen cemalini göz hapsine aldı, sarışın düz saçlı kadının. Birkaç dakika karanlıkta göz göz geldiler. Sonra zamanı değerlendirmem lazım, duygu fırtınası gelmişken yazmaya başlayayım deyip yazı odasına gitti Tahir! 2002 yılında yazmaya başladığı “Rüyanın Yolcuları” adlı yarım bıraktığı öyküdeki kızıl kayalıkların altındaki al atı koşturup duruyordu daha. Tahir, al atları anlatmakla başlamıştı ya yazmaya. “Al atı, yakıcı temmuz güneşinin insanın, beynini delip geçen ışınlarına aldırmıyor, kızıl kayaların altında koşturup duruyordu. Al atı, üstüne mavi pelerinli Mavili'yi almış, kırk yıl ötesine alıp gidiyordu. Al at koşuyor, Tahir yazıyordu. Hem öyle bir yazıyor, öyle bir yazıyor; dolmakaleminin mürekkebi yetişmiyordu. Mavili'si, tek gamzelisi, kestane kızılı saçlısı, çekik gözlüsü, babasının iki taneden biriciği, Aliye Rona tipli annenin gözyaşlarına kıyamadığı çıt kırıldım Şadiye’si ve o biriciğin Tahir’i… Ferhat! Şirin’i için dağları delen Ferhat! Bu Ferhat, o Ferhat değil, bu Ferhat, ahir zamanın Ferhat’ı Tahir’; karıncayı incitmekten imtina eden “layt Tahir!” “Tahir’im sen tamam de, dağları düz ederim, sen eyi düşün, o bizim evde edebilir mi?” Öyle demişti babası, öyle demişti demesine de… Ah Layt Tahir ah! “Sen ne zaman gaktın gine?” “Yeni kalktım, yeni!” “Nal yeni, nal yeni, sen ni zaman odu gideli, tavalete gidin deye urdan omadım!” “Yok, yok uykum kaçtı da…” “Sen uku gaçınca hep böle galkcan mı?” “Her zaman değil de…” “Eeee ne zaman?” “…” “Kapat o defteri, ge yat, gorkuyon ben, yanız yatamıyom!” “Az daha yazsam!” “Kapa, yat yene, bu ne böle canım, hotlayıp gakıyon deli gibi?” “Tamam tamam, geliyorum; bıraktım yazmıyorum!” İyi geceler, uyumaya devam!

  • Ayaz

    Bombalar düşüyor İnsanlar kavga ediyor Kaba sesli insanlar. Bağıra çağıra konuşuyordu. Olanlara seyirci kalamadı Hüzün bastı gözlerini Siyah bulutlar sardı yeri göğü Sis perdesini çekti güneş Bahar geldi derken Nanik yaptı karakış. Yüreği titredi serçenin Çiçekler boynunu büktü . Badem çiçeklerini döktü Buz kesti kardelenler Tam her şey bitti derken Sevgiyle ısıttığı yüreğinden Bir kelebek süzüldü Kimse duymasa da. Bağıra çağıra şarkılar söyledi Serçeler boyuna bakmadan cümbüşe katıldı. Kırlangıçlar, leylekler, turnalar döndü Toprak ana uyandı Bağrından rengarenk Binlerce çiçek doğurdu Gürültüye uyandı güneş Gülümsedi Milyonlarca ışık yayıldı karanlıkların üzerine. Silkeleyip kötülükleri Usulca kucakladı dünyayı usulca gözlerinden öptü... Semihat Karadağlı/25.03.2022/ 23.30/İzmir

  • SESSİZE ALIYORUM DÜNYAYI

    Öyle gerekiyor sessize alıyorum dünyayı ve vakti geldi seni sevişmelerimizi anacağım birazdan kader dedikleri bu olsa gerek hayalle gerçek ikisi de bir gibi ikisi de bahar ağzında sarmaşık sen de biliyorsun ki ne güldüm ne bülbül çimenler gibi su içerken köklerimden anlıyorum yolum düze çıkmadan aşkımı suya nilüferlere dağıtmadan toprağa bakıyorumdur ısrarla sen yine sen kuşlara gökyüzü balıklara su olmayı unutma #aydogmuszeliha

  • GÜLEN YÜZ AYDIN ENGİN

    Hukukçu, yazar, insan hakları ve doğa savunucusu, hep gülen yüzü ile anımsayacağımız sevgili Aydın Engin’i de kaybettik. Pandeminin, yanı başımızdaki savaş ve çatışmaların alıp götürdüğü binlerce şok ölümlerin birçoğumuzu yastan yasa taşıdığı zamanlardan çıkamıyoruz. Böyle zamanlarda geride kalanlara güç veren insanların kaybı içimizi daha da bir acıtıyor. Aydın Engin de yaşadığımız bu zor dönemde varlığı ile umuttan kopmayan insanlara ilham oluyor, güç aşılıyordu. Saygı ve özlemle anacağımız anılarının geride kalanlara yine cesaret aşılayıp güç vereceğinden hiç şüphem yok. 53 yıllık gazetecilik yaşamında Yeni Ortam, Politika, Cumhuriyet, Agos gazeteleri olmak üzere en son yazdığı T24’deki köşesinde yazdıkları doğrular, sorgulamalar, meydan okumalar değildi sadece. Tüm bunlarla birlikte mizahla ruhundan yüzüne ve hepimiz yüzüne yansıttığı gülümsemelerdi. Bu gülümsemeler muktedirleri hiçe sayan, ‘hak, eşitlik ve özgürlüklerden yanayım ve korkmuyorum’ ifadeleriydi. Öncelleri, dönemindekilerin karşılaştığı ve yarınlardaki muhalif yazın emekçilerinin de karşılaşacağı gibi insan onuruna yakışır yaşam tercihi ve tutum alışları nedeniyle sürgünleri, hapishaneleri, bin dereden baskıları yaşayacaktı susmayan gülen yazın emekçisi. Aydın Engin gibi değerler sürgünü; bacasından şarkılar, oyunlar, romanlar, şiirler, bin bir renkten çiçekler, kelebekler ve güvercinler bırakan tel örgüsüz, çitsiz fabrikalara çevirmişlerdir, öyle de sürecektir bu hayat. Yaşadığı her mekânda her coğrafyada tereddüt etmeden ‘Tırmık’ ladı tırmıklanması gereken ne varsa. Ben Frankfurt’ta Şoförken kitabında ve Almanya’da Theater Ulüm’ün yıllardır sergilediği “Mehmet Taş” adlı oyunları da bir şekilde ekonomik sürgünde yaşayan milyonlarca göçmenimizin acısının ‘acıyı bal eyledik ’anlamındaki kahırları ve yalnızlıklarını kahkahalarla örten sesi, soluğu ve kucaklaşmalardır. Selçuk Kozağaçlı'nın "Güvenlik yok, iş yok, gelecek yok, hukuk yok. 'Ama yaşamak çok kutsal.' Yaşamın kendisi değil kutsal olan. Kutsal olan adil bir yaşam. Kutsal olan onurlu bir yaşam. Kutsal olan güvenli bir yaşam…" ifadelerinin yılmaz savunucusudur halktan, eşitlikten, doğadan, barış ve adaletten yana olan yazarlar, çizerler, notalar dökenler, anıtlaştıranlar... Aydın Engin 81 yaşında son nefesine kadar onurlu yaşamanın, hakikatin sorumluluğu ile yazmıştır, söylemiştir ve hep gülümsemiştir. Unutulmayacaklar arasında olacaktır. Bu vesileyle eşi yazar Oya Baydar ve oğlu Ekim’in acısını paylaşıyorum. Aydın Engin ‘Tırmık’ lamayı hep sürdürecektir …

bottom of page