top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • O Zamanlar Anne

    Bir türlü doymayan Asla kanmayan Sanadır bu arsızlığım Senden sonralar içindir hırsım Koşturan telaşım O zamanlar ki gelecektir Veda edeceğimdir deniz mavi derken Kanatlarımla birlikte gökyüzüne İçim kanayacak, daha çok kanayacak Sonra vedalar sürecek toprak kokusuna Baharlar gelmez olacak Taşa dönecek Elvedam Nazlı gelinciktir yüreğime O zamanlar gelmiştir işte O zamanlar şarkılar türküler gider Bakışlar gülüşler İnsanlarda nisan Herkes her şey biter Güneş ebedi batmış ateş sönmüştür bir kere O zamanlar kutup ayazı dalar bakışlarımı O zamanlar işte O zamanlar elini öpemiyorumdur anne #aydogmuszeliha

  • Hayat Nedir Anne

    Benim hiç sapanım olmadı anne, Ne kuşları vurdum ne de kimsenin camını kırdım… Çok uslu bir çocuk değildim ama, Seni hiç kırmadım, hep boynumu kırdım. Ben hayatım boyunca bir tek kendimi vurdum! Suskun görünsem de fırtınalı ve mağrurdum anne. Bir mızrak gibi, aynada hep dik durdum anne! Ben sana hiçbir gün laf getirmedim, leke sürmedim… Ama göğsümü çok hırpaladım, kalbimi çok yordum… Ben hayatım boyunca, en çok kendimi sordum! Benim hiç sevgilim olmadı anne, Ne bir yuva kurdum ne bir gün şansım güldü… Öpemeden bir bebeğin gidişini, tükendi gitti çağım… Kimi yürekten sevdiysem, yüreğini başkasına böldü… Bir muhabbet kuşum vardı, o da yalnızlıktan öldü. Sen beni göğsünde hep acılarla mı soğurdun anne? Yoksa evlat diye, koca bir taş mı doğurdun anne? Eziyet değilim, zahmet değilim, musibet hiç değilim Bir senin mi balına sinek kondu, söylesene! Doğurdun da beni, ne ile yoğurdun anne? Benim hiç hayalim olmadı anne… Ne seni rahat ettirdim ne kendim ettim rahat… Bir mutluluk fotoğrafı bile çektirmedi bu hayat. Kaybolmuş bir anahtar kadar sahipsizim anne… Ne omuzumda bir dost eli ne saçımda bir şefkat. Say ki yollardan akan, şu faydasız çamurdum anne… Say ki ıslanmaktım, üşümektim, say ki yağmurdum anne! Bunca yıldır gözyaşlarını, hangi denizlere sakladın? Oy ben öleyim, sen beni ne diye doğurdun anne? Yusuf HAYÂLOĞLU

  • ANNELER GÜNÜ

    "Ah anneme ne alsam, onun için ne yapsam, acaba aldığım hediyeyi beğenecek mi?" diye düşünürken bir anneler gününü daha idrak etmeye hazırlanıyoruz. Anlamına ve masumane içeriğine baktığımızda son derece anlamlı ve güzel bir gün farz edilen anneler günü belki de kapitalist sistemin en çok pirim yaptığı, kazanç sağladığı birkaç özel günden biri. Böylesi güzel bir gün için iyi bir girizgah olmadığını biliyorum ama kutsal sayılan sevgilerin, maddi nesnelerle kutlanmasına gönlüm bir türlü razı gelmiyor. Duygu dozu abartılmış çeşitli reklamlarla günler öncesinden insanlara anneleri için hediye almaları gerektiği anlatılıyor. Ve bir anlamda bu dayatma yapılırken maddi ve manevi yönden bir anneye sahip olmayanların ya da bir şeyler almaya gücü yetmeyenlerin yaralarına sürekli tuz basılıyor. Anne olmak ya da bir başka deyişle evlat sahibi olmak yaşamdaki en güzel duygu belki, ama isteyen herkes anne olamayabiliyor ya da şu veya bu şekilde evladını yitirmiş milyonlarca anne var etrafımızda. Bunun yanında annesini kaybetmiş milyonlarca da öksüz çocuk tabii... Belki biraz empati yapabilseydik birilerinin canının ne kadar yandığını fark edebilirdik. Ülkemizin bir köşesinde anneler ve çocukları yoksullukla, açlıkla savaşarak yaşama tutunmaya çalışırken veya asgari ücretle geçinmek için çırpınırken, anne sevgisinin kanıtı sanki bunlarmış gibi, annelere alınması tavsiye edilen bilmem kaç liralık pırlanta takılardan, akıllı telefonlardan, pahalı hediyelerden dem vurulması zalimlik gibi geliyor bana. Anne sevgisi gibi gerçek sevgilerin hiçbir zaman maddi bedellerle gösterilemeyeceğine, keza anneliğin de sadece bir çocuğu dünyaya getirmekle kazanılmayacağına inanıyorum. Dünyaya getirdiğiniz çocuklarınız kadar, getirmediğiniz çocukları da gerçek bir anne gibi sevebilir ya da onlar tarafından sevilebilirsiniz. Ama bunlara sahip olmak için illa da çok paranızın olması gerekmiyor. Bir tatlı söz, bir gülücük ya da sıcacık bir kucaklama ve gönül zenginliği tüm sevgileri anlatmaya yeter de artar bile... Bu nedenle böylesi sevgilerin bir güne sığdırılmasını ya da yaldızlı reklamlarla insanlara dayatılmasını içime sindiremesem de annelerin başımızın tacı olduğuna inanıyor ve onları çok seviyorum. TÜM ANNELERE KUCAK DOLUSU SEVGİLER

  • Mendilimde Kan Sesleri

    Her yere yetişilir Hiçbir şeye geç kalınmaz ama Çocuğum beni bağışla Ahmet Abi sen de bağışla Boynu bükük duruyorsam eğer İçimden öyle geldiği için değil Ama hiç değil Ah güzel Ahmet abim benim İnsan yaşadığı yere benzer O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer Suyunda yüzen balığa Toprağını iten çiçeğe Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine Konyanın beyaz Antebin kırmızı düzlüğüne benzer Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir Denize benzer ki dalgalıdır bakışları Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına Öylesine benzer ki Ve avlularına (Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi) Ve sözlerine (Yani bir cep aynası alım-satımına belki) Ve bir gün birinin adres sormasına benzer Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına Minibüslerine, gecekondularına Hasretine, yalanına benzer Anısı işsizliktir Acısı bilincidir Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi. Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden Dirseğin iskemleye dayalı — Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben — Cıgara paketinde yazılar resimler Resimler: cezaevleri Resimler: özlem Resimler: eskidenberi Ve bir kaşın yukarı kalkık Sevmen acele Dostluğun çabuk Bakıyorum da simdi O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde. Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi Biz eskiden seninle İstasyonları dolaşırdık bir bir O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar Nazilli kokardı Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen Kadının ütülü patiskalardan bir teni Upuzun boynu Kirpikleri Ve sana Ahmet Abi uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki Sofranı kurardı Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi Çocuklar doğururdu Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi O çocuklar büyüyecek O çocuklar büyüyecek O çocuklar… Bilmezlikten gelme Ahmet Abi Umudu dürt Umutsuzluğu yatıştır Diyeceğim şu ki Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse Çocuklar, kadınlar, erkekler Trenler tıklım tıklım Trenler cepheye giden trenler gibi İşçiler Almanya yolcusu işçiler Kadınlar Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi Ellerinde bavullar, fileler Kolonyalar, su şişeleri, paketler Onlar ki, hepsi Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler Ah güzel Ahmet Abim benim Gördün mü bak Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar Ve dağılmış pazar yerlerine memleket Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile Gelse de Öyle sürekli değil Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün O kadar çabuk O kadar kısa İşte o kadar. Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar Mendilimde kan sesleri. Edip CANSEVER

  • Yaşamışsan

    Yanılmamışsan - Yanıltmamışsan * Fuat ÖZGEN * Bana senden değil, seni saran güçten söz et. Senle artan, seni arttıran gönülden söz et. Seni sen yapan, seni tanıtandan söz et. Sen, sen isen gel yanıma. Sen, seni yaratmışsan konuş. Özdekleşmişsen tüm benliğinle, Özdeğindeki gücü bilebiliyorsan yaşa. Gülmenin anlamını unutanlara, Umutlarını katık edenlere, Güneşi göremeyenlere umut, Gözlük, emek ve de yaşam olacaksan gel. Gücü, güç tanımıyorsan, Gücünü biliyorsan gel. Dünden bugüne, Bugünden yarınlara gidebiliyorsan, Götürebiliyorsan katıl bana. Adımdan korkmuyorsan, Beni anlatabileceksen gel. Seni sen düşünebiliyorsan ve seni sen Olarak yaşayabileceksen koş. Gel, Gör. Gül-ağla, Kavra, Kavrat. Anla. Dinleme. Düşün, özünde varsa.

  • Hüzünlü Mayıslara

    Ellerine, kimselerin kanı değmemiş, Yezid zulmünün Hüseyin’leriydi Onlar! Hızır bereketini bekleyen evimizin, Katmerli Mayıs güllerini zifire boyamış Kara yasıydılar… Sanırsın anam doğurmuştu O üç canı Babaları babam!..

  • ARKADAŞLIK İSTEĞİ

    Sosyal medyadan gelen her arkadaşlık isteğine balıklama atlamaz, kimdir, nedir diye paylaşımlarını, arkadaşlarını iyice bir gözden geçirir sonra kabul veya reddederdi. Bu mecra güzel olduğu kadar bir o kadar da melanetlidir. İstekte bulunan acaba, in mi, cin mi, av mı, avcı mı… Bu sorulara olumlu cevaplar verebilirse kabul ederdi. Günlerden çarşambaydı, yani Salihli pazarı! “Çarşambada çarşafa dolaşmaz inşallah” Evde eksik gedik var mı diye dolaba bakar, yok ya yine de dolaşıp geleyim der! “Hadi bir bak, pazar kalabalık olmadan, çıkıp geleyim,” bir de şu pandemi günlerinde kalabalıkları hiç sevmiyordu. Şair Şükrü Erbaş’ın kulakları çınlasın, pazarda önüne arkasına bakmadan insanın üstüne gelirler ya da ağızlarındaki sigaranın dumanını rastgele üflemezler mi? “Yok yok, bir eksik yok, yine de sen bir dolaş; gözüne yarayan bir şeyler olursa alırsın, Ferhat!" Biriyle konuşuyormuş gibi. “Tamam tamam, hemen çıkıp bir dolaşıp geleyim; dediğin gibi gözüme bir şey yararsa alırım!” Ferhat eşini kaybettikten sonra eve bir şey alacağı zaman hep o varmış gibi onunla konuşmaya devam etmiştir. Devam da edecektir; çünkü onun başka biriyle yatağını paylaşması çok zordur. Salihli Devlet Hastanesinin karşısına küçük bir parkçık yapıp sekiz on adet de bank koymuşlar. Vardı, boş olan birine oturdu. Akıllı akılsız cep telefonunu çıkarıp haber özetlerine göz gezdirmeye başladı. Sonra sosyal medyada dolaşacaktı biraz, nasıl olsa daha zamanı vardı. Profilini açtığında bir arkadaşlık isteği gördü. Baktı: Esra Karanfil! Hiç tanımıyordu. Profil resminde fotoğraf falan yoktu. Biraz daha inceleyeyim dedi. Açtı, fotoğraflar başlığı bomboş, sadece bir iki manzara resmi ve hayvancık fotoğrafları. Arkadaşları başlığında üç arkadaş ortaktı, bir de hakkındaki bilgiler bölümüne baktı, emekli olduğu okuldan mezun diye yazıyordu. Nedendir bilinmez, yine de içinde tuhaf şeyler vardı, acaba görev yaptığı yıllarda böyle bir isim hatırlıyor muydu? Adı Esra olan birkaç isim aklına geldi, “Çatak, Sevimli, Karagöz, Güney…” Fakat Esra Karanfil… Yok yok hiç hatırlamıyordu. Bu sırada oturduğu banka birileri daha oturmuş, fosur fosur sigara içerken acıklı acıklı konuşuyorlardı. “İnşallah iyileşecek, inşallah iyi olacak; ben bu doktora güveniyorum,” derken gözlerinden akan yaşları siliyordu gömleğinin yenine. Hasta olan kimdi, bu koskocaman adam gözyaşlarına hakim olamıyordu. İnşallah, ne evladı, ne de torunudur. Ferhat, yettim bittim çocukların hasta olmasına, üzülmesine dayanamazdı! Tekrar akıllı akısız telefonuna daldı, Esra Karanfil’in sayfasını incelemeye devam etti “Kabul etsem mi, diye gidip gelirken “onayla” ifadesinin üstüne tıklamış oldu. Arkadaş olmuşlardı. Sonra “çın çın” diye iki bildirim geldi telefonuna. “Günaydın, siz … mezunu musunuz?” “Günaydın, hayır mezunu değil, emeklisiyim!” “Ya öyle mi, çok güzel!” “Ben 2002 mezunuyum, siz hangi yıllar arasında çalıştınız?” “1996- 2017 yılları arasında!” “Ya demek öyle?” “Evet öyle, ben okulumu öğrencilerimi çok severim!” “Peki, anladık sen beni tanıdın mı? “”Esra Karanfil, Esra Karanfil… hatırlayamadım!” “Dur sana bir foto gönderem, bakalım hatırlacan mı?” "Allah Allah sen diyor, sana bi foto diyor, tuhaf biri bu Esra Karanfil,” diye kendi kendine söylendi. Fotoyu göndermiş, arkadan da sormuştu. “Baktın mı, tanıdın mı? “Emin değilim fakat tanır gibiyim, yine de kesin bir şey diyemem!” “Beni gören bir daha unutmaz, ipince dudaklarım, Laz uşağının burnuna benzeyen bir burnum; ama ne burun, sonra kara, kapkara Arap yavrusu gibi kara kuru bir kızım işte!” “Dedim ya tam olarak çıkaramadım, bir yerlerden çağrışım yapıyor¸ama net değil!” “Peki, beni nasıl buldun?” “Güzel, benim bütün öğrencilerim güzeldir kızım!” “Kızım mı, ay ben yetişkin bir bireyim; kızım mı?” “Benim öğrencilerimin yetişkin olması bakışımı değiştirmez; onlar profesör de olsa, oğlumdur, kızımdır!” Üslubundan rahatsız olmuştu, aklı başında biri böyle senli benli konuşur muydu? “Bırakalım şimdi öğretmen, öğrenci gibi konuşmayı!” "Bırakalım şimdi öğretmen öğrenci gibi konuşmayı," bu cümleye takılmış, kendi kendine, Allah Allah, çekiyordu durmadan! “Eee ne olacak?” “Ya boş ver şimdi, bir şey soracağım, kaç yaşındasın sen?” “64” “Ben 39, çocuk sayılmam artık değil mi?” “…” Ondan sonra yazdıklarının hiçbirine cevap vermedi, Esra Karanfil ikişer üçer kelimelik üç beş msn daha gönderdi. En sonunda “iyi geceler,” deyip günü kapattı. O gece doğru dürüst uyuyamamıştı, havanın parçalı bulutlu olması gibi parça parça uyumuştu. Sabaha doğru bir kez daha uyanınca erkenden spora gitmek için eşofmanlarını çekip Ramiz Turan Stadyumuna doğru yürüdü. Spor alanına daha kimsecikler gelmemişti. Çok değil beş altı dakika sonra yürüyüş arkadaşları Bülent Başıbüyük, Hikmet Özdemir “günaydın,” diyerek birlikte yürümeye başladılar. Hikmet Özdemir ondaki durgunluğu, cansızlığı fark etmiş: “Öğretmenim durgun görünüyorsun, inşallah ciddi bir şey yoktur!” “Yok yok birden dalmışım!” Bülent Başıbüyük, “ ya Ferhat abi, bak sen benim canımsın, bir şey var da söylemiyorsan darılırım!” Yok, gerçekten bir şey yok, bugün biraz durgunum, herhalde akşam fazla kaçırmışım!” “Aman abi, dikkatli ol, daha yeni tanıştık fakat biz seni sevdik, dikkat et seninle muhabbeti çok sevdik; aman dikkat et abi, çok kaçırma! “Teşekkür ederim, çok doğru söylüyorsunuz!” Bu ara telefonuna bir iki bildirim daha geldi. Acaba kimden geliyor, diye düşünürken, sonra birden msn araması. Telefonu çıkarıp baktı: “Esra Karanfil!” Açmadı, sesini kapatıp cebine koydu, kafası allak bullak olmuştu. Ne diye arar ki bu kız, sabah sabah üst üste üç mesaj atmış... “Bak Ferhat abi, bir şey var da bizi geçiştiriyorsan ayıp edersin; bize güvenmeyene biz de güvenmeyiz, Hikmet abim de benim gibi düşünüyordur. Ben, Hikmet abiye sonuna kadar güvenirim, o da bana güvenir. Seni de çok sevdik, dedim ya sen benim kanımdan canımdansın!” “Yok, gerçekten yok bir şey!” “Yok,” derken bir öfke kasırgası olup esecekti nerdeyse. Bu nasıl bir cüret, bu sorunun cevabını bilmesi imkânsızdı, bunun ne demek olduğunu bilmesi için onun yerinde olması lazımdı. 64 yaşında o, 39 yaşında o. Üstelik görev yaptığı okuldan mezun olmuştu. Bozdağ’ın üstüne çöken karabulutlar, yavaş yavaş şehrin üstüne doğru bir yürüyüş eyleyip şehrin üstünü kapatacaktı. Karabulutlar çökmeden, insanın kulaklarını tırmalayan, acıtan bir rüzgâr esti. Arkasından soğuk soğuk damlacıklar, yüzüne, gözüne çarpmaya başladı, damlacıklar çarptıkça da, üşütmeye başladı. Spor saatinin bitmesine daha zaman vardı. Ramiz Turan Stadyumun atletizm parkurunda hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorlardı. Soğuk soğuk esen rüzgâr, yüzlerine, gözlerine çarpan soğuk damlacıklar yürümelerini güçleştiriyordu. Soğuk soğuk yüzlerine gözlerine çarpan damlacıklar büyümüştü. Sonra aniden başlayan yoğun uzun bacaklı yağmurun damlaları soğuktan buz olup çarpıyordu suratlarına. “Gidelim”, dedi Hikmet Özdemir, “gidelim,” dedi Bülent Başeğmez. Ferhat, “ben yağmuru, yağmurda ıslanmayı çok severim, siz gidin ben yürümeye devam edeceğim!” “Emin misin, hasta olursun, haydi gidelim,” dediler, fakat o, adımlarını hızlandırmış onlardan uzaklaşmıştı bile. Ferhat gittikçe artan bir yürüyüş temposuyla yürüyordu. Telefonun zili çaldı, msn aramasıydı, çıkarıp baktı arayan yine “Esra Karanfil’di.” Açayım dedi, parmağı ahize işaretinin üstüne gitti, kızaran bir demire değmiş gibi çekti elini. Telefonu eşofmanın cebine koyarak, tekrar hızlı hızlı yürümeye devam etti. O kadar hızlı yürüyordu ki, arkasından kurşun atsan yetişemezdi. Kanatlanmış, uçuyordu adeta. Telefon tekrar çaldı, cebinden çıkarıp baktı; yine oydu. Bu sefer koşmaya başladı, sanki koşunca yetişemez diye düşünüyordu herhalde. Koştukça atletizm parkurunun toprak zemini ayağının altında ezim ezim eziliyor, ezildikçe de can veriyordu. O kadar çok ayak izi oluşmuş olacak ki ayak izleri gölcüğe dönmüş, içlerine yağmur suları doluyor, Ferhat bastıkça fışkıran sular, yağmurla karışıp şelâle oluyordu. Koca statta bir başına çıvdırmış gibi boyuna koşuyordu. Telefonu yine çaldı, msn aramasıydı. Üç mü, beş mi ne kadar çaldı sayısını unutmuştu. O çaldıkça, Ferhat’ın öfkesi kabardıkça kabarıyor, öfkesini toprak zeminde, biriken yağmur sularından alırcasına ayağını vura vura koşturuyordu. Yağmur, tipi bastırdıkça bastırmış göz gözü görmez olmuştu. Su içinde sudan adama dönmüş, hırsını alamamış, kontrolü kaybetmişti. Artık telefon da çalmaz olmuştu, acaba çaldı da duymadım mı diye düşünüp cebinden çıkarıp baktığında ekranın kapkara kararmış olduğunu görmüştü. Yağan yağmura aldırmadan açmaya çalışıyor, fakat olmuyor; telefon açılmıyordu. Yorulmuştu Ferhat, yağmur ve tipi altında ne kadar koştuğunu bilmiyordu. Daha fazla dayanamadı, tipiden, yağmurdan önünü göremiyordu artık. Eve doğru yeniden koşmaya başladı, sokaklarda kimsecikler yoktu, sokak hayvanları, hayvanseverlerin yaptığı barınaklara, ağaç diplerine, kuytu, yağmurun isabet etmediği yerlere saklanmışlardı. Ferhat’ın evi stadyuma on dakikalık mesafeydi. Kapıyı anahtarı ile açtı, evde kimse yoktu çünkü. Doğru banyoya koşturdu, üstündekilerden sel gibi su akıyordu. Çıkarıp attı hepsini, tekrar telefonu çıkardı cebinden baktı, telefon gitmiş hakkın rahmetine kavuşmuş. Duş kabinin cam kapısını açtı, kabin içindeki tabureye oturdu, musluktaki soğuk suya aldırmadan musluğu açıp tuttu üstüne. Soğuğa alışkın vücut bana mısın demiyordu. Sonra fıskiyenin suyu yavaş yavaş ısınmaya başladı. Dayanabildiği kadar dayandı sıcağa, baktı olacak gibi değil, az ılıtmam lazım deyip soğuk su musluğunu da açtı. Sekiz on dakika daha suyun altında kaldı. Sonra havlu ile kurulanıp üstüne hiçbir şey giymeden doğru yatak odasına gidip yatağın içine attı kendini. Beş kilo pamuktan özel olarak diktirdiği yorganı çekti üstünden; nefes nefeseydi. Ciğerleri demirci körüğü gibi inip çıkıyordu boyuna. Babası da yatağa yattı mı, yorganı tepesinden çeker öyle uyurdu. Ne severdi babasını, arkadaş gibiydiler. İlkokul üçten mezun olmuş aydın bir köylüydü. Onunla her şeyi açık açık konuşur; hatta ara sıra karşılıklı kadeh bile tokuştururlardı. Yalnız yaşıyordu Ferhat, iki yıl önce eşini kaybetmiş, bir daha da yanına ne eş, ne de arkadaş olsun istememişti. Oysa yalnızlıkta hastalıklar daha ağır olur, derler. Öyle olmuş gecenin ilerleyen saatinde ateşten yanım yanım yanmaya başlamıştı. Sürüne sürüne banyoya gider, dolabın üstüne koyduğu telefonu eline alır tekrar açamaya çalışır; nafile açılmaz. Format tuşlarına basar, otuz kırk saniye basılı tutar, belki açılır der, imkansız açılmaz. Telefonu açabilseydi kızını arayıp hemen gel, ben çok kötüyüm diye haber verecektir. Tekrar sürüne sürüne yatak odasına gider, yatak odasındaki küçük dolaptan bir ağrı kesici ile grip ilacı alıp yatar, yorganı tekrar üstüne çeker, belki terleye terleye iyileşirim diye düşünür. Aldığı ilaçlar ağırlaştırmış, uyuşturmuş olacak ki uyuyup kalır. Uyuyuş, ama ne uyuyuş… Telefonu iletişime kapalıdır, kızı defalarca aramış, fakat ulaşmamıştır. Ulaşamayınca acaba bir şey mi oldu babama diye de panikledikçe paniklemiş. Birkaç ay önce bir arkadaşının babası kalp krizinden vefat edince, müthiş bir korku bütün bedenini sarar, inşallah bir şey yoktur, diyerek kendini de teskin etmeye çalışır, duygu söz dinler mi? Yapamaz, koştura koştura kan ter içinde babasının evinde alır soluğu. Perdeler kapalıdır, Allah Allah perdeler de kapalı, inşallah ya deyip daha çok basar zile... Defalarca basar ses yoktur. Telefonunda kayıtlı olan çilingiri arar çok acil gelmesini ister. Telefoncu konum gönder abla, on dakika sonra oradayım der. İşinin ustası çilingir çok uğraşmadan kapıyı açıp “Buyur abla!” İçeri girmeden çilingirin ödemesini yaparak, gönderir. “Baba, baba, baba!” … “Baba, baba, baba!” … Ses alamayınca yatak odasına gider, yatağın üstündeki yorganı fırlatıp atar. “Baba, baba, babaaaaaaaaaa!” … “Babaaaaaaaaaa!” … “Baba uyan ne olur uyan babaaaaa!” Her gün arayan kızı, arayı açmış iki gün sonra arar, arar aramasına da Ferhat soğuktan kara punta, zatürre olmuştur. Çocuklukta geçirdiği zatürre ciğerlerinde hasar bıraktığından ciğerleri oksijensizliğe dayanamaz ve... "Zatürre, zatürre elini yüzünü eli kabaklılar göresice melun hastalık cehennem olup gitmedin babamın üstünden, insanlık düşmanı şerefsiz!" diye beddua etti. Biliyordu ki babasını nefessiz bırakan kronik bronşittir. Çaresizlik, birkaç gündür onu neden aramadım diye de hüngür hüngür ağlar...

  • EGE’DE NİSAN KONFERANSLARI

    Zeki Sarıhan * Nisan ayında, iki olayın yıldönümü kutlanır. Biri 17 Nisan 1940’ta açılan Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümüdür. Diğeri TBMM’nin açılış günü olan 23 Nisan’dır. Ege Bölgesinde birçok şubesi olan Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneğinin İzmir Bornova Şubesi, Enstitüleri anmak için düzenlediği bir panele konuşmacı olarak beni de davet etti. Bunu vesile sayarak Ege bölgesinde konuşmacı olduğum bir dizi etkinlik planladık. Bunlardan yalnız biri panel 11’i konferans olarak düzenlendi. İkisinde köy Enstitülerini, onunda konu ile ilgili çalışmam olan Kurtuluş Savaşımızda Kadınlar konusunu ele aldım. 14 Nisan Perşembe günü başlayan ve 26 Nisan’da biten etkinliklerde sıra ile Ayvalık, Bornova (aynı gün iki konferans), Alsancak, Bergama, Kuşadası, Kuşadası Güzel Çamlı Beldesi, Didim, Muğla, Milas, Aydın ve Denizli’de konuştum. Programı geziye başlamadan ilan ettim. Her etkinlikten sonra izlenimlerimi sosyal medyada paylaştım. Bu yazıda bu konferans dizisi hakkında toplu bir değerlendirme yapmak istiyorum. DÜZENLEYEN KURULUŞLAR Bu etkinliklerin bazılarını tek bir kuruluş, bazılarını birden çok kuruluş düzenledi. Bu kuruluşlar şunlardır: 29 Ekim Kadınları Derneği (Ayvalık, Karşıyaka, Bergama, Kuşadası Güzel Çamlı Beldesi, Muğla, Denizli), CHP (Karşıyaka ilçe örgütü), Kent Konseyi (Kuşadası, İzmir), Belediye (Didim, Denizli), Atatürkçü Düşünce Derneği (Milas, Aydın, Güzel Çamlı Beldesi), Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği (Bornova, İzmir), Merdiven Toplumsal Girişim ve Gelişim Derneği (Güzel Çamlı), Bilgi ve Kütüphane Derneği (Güzel Çamlı), Türkiye Emekli Öğretmenler Derneği Şubesi (Denizli). KATILIMCILARIN SİYASİ RENKLERİ Gerek konferanslar öncesindeki tanıştırmalar, gerek toplantı sunucularının duyurularından anlaşılabildiği kadar katılımcıların büyük çoğunluğunu CHP ve onun kadın kolları, İYİ Parti temsilcileri oluşturuyordu. Bazı yerlerde Memleket Partisi, Gelecek ve Deva Partisinden de katılım olduğu belirtildi. Toplantı düzenleyicileri, pek çok kuruluşa davetiye göndermişler, Altılı Grubu özellikle ihmal etmemişlerdi. Meslek olarak her meslekten izleyici olduğunu gözlemledim. Mühendis, mimar, muhasebeci, öğretmen, ev kadını, emekli memur, akademisyen, yalnız bir yerde birkaç öğrenci gördüm. Öğrenim düzeylerinin en az lise olduğunu söyleyebilirim. Gerek toplantıları düzenleyen kuruluşların çoğunun kadın derneği olması, gerekse konunun Kurtuluş Savaşı kadınları olarak seçilmesi, katılımcıların çoğunun kadınlardan oluşmasına neden oldu. KONFERANS MEKÂNLARI Toplantıların çoğu belediyelere ait kültür merkezlerinin konferans salonlarında, biri CHP ilçe örgütü salonunda, biri de kütüphane olarak da kullanılan dernek merkezinde yapıldı. Tümü toplantı yapmaya elverişli salonlardı. Hepsinde ses düzeni mükemmeldi. Başka bir araç kullanmadık. Yalnız bir derneğin kira ile oturduğu kültür merkezine 400 lira kira ödendiğini öğrendim. KONFERANS SÜRELERİ Yalnız İzmir’deki panel üç saatten fazla sürdü. Konferansların sürelerini en çok iki saat olarak belirlemiştik. Toplantıyı düzenleyen kuruluşun başkanı açış konuşması yapıyor, benim bir özgeçmişimi okuyor, sözü uzatmadan beni kürsüye davet ediyordu. Sunumu 1 saat 15 dakika ile 1,5 saat süreyle yapıyor, sonra sorulara ve katkılara geçiyorduk. İlkönce söz almaktan çekinen izleyiciler, benim öğretmenlikten gelen teşvikimle sorular sordular, katkılarını yaptılar. Bunların sayısı 4 ile 8 arasında değişti ve hiç birinde sert tartışma olmadı. Daha sonra hediye faslına geçildi. Çiçek, Plaket, teşekkür belgesi, kitap, zeytinyağı, zeytin, Manisa macunu, bornoz gibi armağanlar verildi. Tek ve toplu birçok fotoğraf çekildi. Ardından kitap imza faslına geçildi. İZLEYİCİLERİN İLGİSİ Konferanslara katılım en az 14, en çok 110 kişi idi. Toplam olarak 684 kişiye hitap etmiş oldum. Ramazan ayı olmasının toplantılara katılımı olumsuz etkilediğini sanmıyorum. Maanisa, Salihli’de Ramazan’da katılım zayıf olur diye toplantı düzenlenmemiş, aynı gerekçeyle Merkezi Balıkesir’de olan dernek etkinliği Ayvalık’ta düzenlemeyi tercih etmişti. Bu bölgede Ramazanın etkisi pek görülmüyor. Düzenleyiciler katılımları yeterli görmediler. Çok kişiye ulaşmışlardı ve daha çok katılım bekliyorlardı. Onlara benim tanınmış bir kişi olmadığım için katılımın gene de iyi olduğunu söyledim. Nitekim önceden tanıştığımız veya kitaplarımı okumuş kişilerle karşılaşmışsam da bunların sayısı fazla değildi. Adımı ilk kez duyanların çoğunlukta olduğunu sanırım. Bütün konferanslar, sonuna kadar büyük bir ilgiyle izlendi. Toplantı sırasında salondan çıkan pek az insan gördüm. Konferansın ilgi gördüğünü pek çok izleyicinin candan teşekkür etmesinden de anladım. KİTAP SATIŞI Elimde mevcudu bulunan 18 kitabımdan ilk postayı Balıkesir 29 Ekim Kadınları Derneği, bir gün önce Ankara’dan alarak Ayvalık’a götürmüştü. Bundan başka yola çıkmadan önce Bergama, Kuşadası, Didim ve Milas’a da birer küçük kitap kolisi postalamıştım. Bunlar salonların girişinde bir masaya dizildi ve isteyenlere imzalandı. Artan kitaplar, bir sonraki konferansa taşındı. En son Denizli’de tümü tükenmiş oldu. Böylece benim armağan ettiğim 10 kitaptan başka 223 kitabım imzalı olarak okuyucuya ulaştı. Bunlardan 3.750 lira gelir elde edilmiş oldu. Toplantılarda 75 lira ile 650 lira arasında kitap satıldığı anlaşıldı. Her toplantıda ortalama 315 TL. tutan 18 kitap satıldığı anlaşıldı. Önceki deneyimlerime de dayanarak diyebilirim ki, kitap satışlarının neye bağlı olduğunu kestirmek güçtür. LOJİSTİK HİZMETLER Çoğu yerde otobüs biletini, çağıran kuruluşlar aldı. İzmir içindeki ulaşımı Ulusal Eğitim Derneği İzmir Şubesi Başkanı Osman Gazi Oktay, Kuşadası’ndan Güzel Çamlı’ya aile dostumuz mimar Zübeyde Kocabay, Kuşadası’ndan Didim’e, Didim’den Muğla’ya ulaşımı Didim Belediyesi, üstlendi. Muğla’daki dernek Milas, Milas’taki Aydın’a, Aydın’daki Denizli’ye, Denizlideki Ankara’ya ulaşım işini üstlendi. Misafirhane, Öğretmenevleri ve otellerde kaldım. Lokantalarda ağırlandım. Çiçek, plaket, benzin paralarını hesaba katarsak bunların maliyetini hesaplamam zordur ancak 6.000 liradan az olmadığı kanısındayım. Benim cebimden de çoğu ulaşım ve konaklama bedeli olarak 1.800 lira çıktı. Düzenleyicilerin mesaisi bu hesabın dışındadır ve para ile ölçülemez. SONUÇ 13 günlük bu Batı Anadolu gezisinden son derece memnunum. Mesajımı, seçkin ve meraklı bir topluluğa iletmiş oldum. Düzenleyen kuruluşların bu çabasından cesaret ve hız aldım. Birkaç yıldır eve ve Ankara’ya kapanmış olmamın biriktirdiği pasları üzerimden atmış oldum. Toplumla yalnız yazılarla değil, yüz yüze birlikte olmanın değerini yeniden anladım. Yeni insanlarla karşılaştım ve dostlar edindim. Bu vesileyle, toplantılar düzenlemekte emeği geçen, değerli zamanlarını ayıran, ikramda bulunan kuruluş yöneticilerine ve Belediyelere, arkadaşlara minnettarım. (Ankara, 28 Nisan 2022)

  • Hıdırellez

    Anne bak, ben kime yazılmış çok eski bir mektubum Böyle, derine derine saklanmış kalmış. Dünya yerinde bir uykuya yatırılmış, hiç uyumamış. Kışlarda zor hatırası, yazlarda tahammül yorgunu Anne benim gönlümün kimyası ne bu böyle? Nereye vardıysam olmuyor, Anne bak, hıdrellez geliyor. Bana bir silkintiotu bul Dizlerime derman diye sür, hülya diye gözlerime Saçlarıma sür, yıllar var dönemedim evime. Ne çok suyun içinden geçtim anne senin önünden geçtiğimden daha fazla. Sulat ki bunca tanıdığımdır, Sen bana dünya yalan diyorsun Ben bi tek aşkı koydum gerçeğin tarafına. Tekrar düşünelim anne Bak bir kere daha soruyorum; Ben kime yazılmış çok eski bir mektubum Bu ben ne böyle? Anne bak bir daha düşünelim; Bir avuç sımsıkı harf, bir avuç sımsıkı kapalı Eski bir mağara duvarına çizdiğin bir keçiyimdir belki de ben anne. Yıllarda taşlarda dillendiğime göre, oy ! Sen bana hıdırellezde adımı yeniden koy.

  • BEKLERİM

    Dönüşler, Bir dal kiraz çiçeğine ya da Saklanır bir bayram sabahına, Bilirim. Öyle de, elimde değil, Bir yanım var ki benim, Üşütür ayrılıklar. Hiç bir şey sonsuza değin sürmez, Bilirim; Ne aşklar ne ayrılıklar. Bir dönüşler, En kanatan o zamandır nedense, Saklanır bayram sabahlarına Ve kar yüklü bir kiraz dalına. Bilirsin, Gelecekler! Sarınır mavi yalnızlığıma beklerim. Beklerim! Gün uzar yüzyıl olur, Su döner yuvasına, Ağaç bile uykuda, Bir karanlık ki, sorma! Aydınlığı özlerim. Beklerim!.. Geçer gider bayramlar, Kar yağar umutlara, Gelmez, Beklediklerim! (KimseSİZ DERGİSİ, 1. SAYI 2002) * maviADA'NIN öteki videolarını görmek için tıklayınız

  • AN GELİR

    an gelir paldır küldür yıkılır bulutlar gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet o eski heyecan ölür an gelir biter muhabbet çalgılar susar heves kalmaz şatârâbân ölür şarabın gazabından kork çünkü fena kırmızıdır kan tutar / tutan ölür sokaklar kuşatılmış karakollar taranır yağmurda bir militan ölür an gelir ömrünün hırsızıdır her ölen pişman ölür hep yanlış anlaşılmıştır hayalleri yasaklanmış an gelir şimşek yalar masmavi dehşetiyle siyaset meydanını direkler çatırdar yalnızlıktan sehpada pir sultan ölür son umut kırılmıştır kafdağı'nın ardındaki ne selam artık ne sabah kimseler bilmez neredeler namlı masal sevdalıları evvel zaman içinde kalbur saman ölür kubbelerde uğuldar bâkî çeşmelerden akar sinan an gelir lâ ilâhe illallah kanunî süleyman ölür görünmez bir mezarlıktır zaman şairler dolaşır saf saf tenhalarında şiir söyleyerek kim duysa / korkudan ölür tahrip gücü yüksek saatli bir bombadır patlar an gelir attilâ ilhan ölür

  • AYŞE

    Dışarda üzüm sergileri Evde halı mekikleri Kalem hazır, boya hazır İplik iplik dert hazır Ayşe hazır, derdini işler, Halıya. Ayşe darık. Toprak kabarık Gömer toprağa elemini, Gün utanıp kızarır Güneşi er salmaktan Ayşe’ye Ayşe ekin biçer, dert hasadı bu, Geceden geceye. Gün uzun, güneş yakıcı, pıtrak can alıcı, Dayan yinelenen, bitimsizliğe. Fuat ÖZGEN

  • İNSANLIK BİR SONA DOĞRU

    Çevre ile ilgili hemen herkes bir şeyler söyleyebilir. Bu konuda kafa yoran biri olarak, ben de bir şeyler söylemek istiyorum. Yazıma öncelikle çevreyi tanımlayarak başlamak istiyorum. Çevre, etraf, dört yanımızda, yakınımızda, uzağımızda gördüğümüz, göremediğimiz her şey, her yer diye tanımlayabilirim. İnsan, canlıların, en akıllısı, bir o kadarda en cahilidir. Akıllısıdır; çünkü aklını kullanarak, üstesinden gelemeyeceği hiçbir şey yoktur. İlk insandan bugüne gördüğümüz bütün değişimler, düşüncemi doğrulamıyor mu? İnsan cahildir. Cahil olmasaydı, göz göre göre doğanın yok olmasına, doğal dengeyi bozar mıydı? Bakın yürünecek yol, gölgesinde sığınacak kaç ağaç kalmış çevrenizde? Çevre, her gün kirlendikçe kirleniyor. Bu kirlenmenin doğal dengenin bozulmasında baş sorumlusunun insan olduğunu köylü Mehmet ağa, Irgat Osman, bile bilir, ya da az buçuk mürekkep yalamış, entel dantel geçinen sevgili okuryazar cahillerim bilmez mi? Hızlı şehirleşme, beraberinde çözümlenemez sorunlar üretti. İnsana kolaylılığı sağlayan makineleşme, çevreyi yok eden temel meselelerden biri haline geldi. Fabrikalar gökyüzüne durmadan zehir pompalıyor; arabaların, egzozları birer karbondioksit fabrikası. Doğal dengenin bozulması canlıları yakından ilgilendiriyor. Bazı canlıların yok olması, öteki canlıları direkt etkilemektedir. Çünkü doğal denge böyle kurulmuştur. Bütün böceklerin, bütün hayvanların - hatta bilimin keşfedemediği - binlerce mikroorganizma yaşam zincirinin birer halkasını oluşturmaktadır. Ama bile bile bu zincirin halkaları gün gün yok olmaktadır. Bilim adamları 2050 yılında kutuplardaki, buzulların eriyeceğini, denizlerin yükseleceğini söylüyor. Nüfusun artması, doğada bulunan oksijenin azalmasını, karbondioksitin artmasını getiriyor. İnsanlık her şeye çözüm üretse bile, nüfus artışına bir çözüm getirmesi mümkün değildir. Çünkü birileri-örneğin- Türkiye’nin üniter yapısını yıkmak için “savaşmayın, sevişin,” diye telkinde bulunmaktadır. Bir de Ortadoğu ülkelerinden gelen göçleri bunlara eklersek, ülkeyi nasıl bir son bekliyor. Geçen gün basında yer alan bir haberde diyordu ki: “Bugün Reyhanlı Devlet Hastanesinde 30 bebek dünyaya geldi. Bunlardan 28’i Suriyeli 2’si Türk vatandaşı” Bu böyle nereye varır bu işsiz güçsüz insanlar, aç, açıkta kalan insanlar toplumsal barışın temeline koyulan bir dinamit değil de nedir? Ya dünyanın ulaşılamayan uzak, uzaktan da öte Afrika devletleri durmadan üremektedir. Yat, … ; sonra çoğal! Açlık, tarif edilemez boyutlarda. Denizlerin kirlenmesi, ağaçların yok edilmesi, hayvanların, kürk uğruna, ne bileyim bilmem ne uğruna katledilmesinden geçtim… Yarına yaşanılabilir, bir dünya bırakmak için, doğal dengenin ne olduğunu öğrenmemiz gerekir. Yasaklar getirerek, geçici çözümler üretebiliriz; lakin temel meselenin, eğitim olduğu asla akıldan çıkarılmamalıdır. Bu konuda sayfalar dolusu, yazılar yazılabilir. Çünkü gerçekten önemli bir meseledir bu. Doğa ile meydan savaşına çıkan insan zafer sarhoşluğu ile kendi sonunu hazırlıyor; farkında değil. Çocuğuna, torununa kötü bir miras bırakıyor, yazıklar olsun! Taş için, beton için birkaç abidik gubidik madenler için doğamızı yok ediyorlar, aşımıza, ekmeğimize zehir koyar gibi sularımızı zehirliyorlar. Beş yüz yıllık, bin yıllık zeytinlerimizi katlediyorlar. Sahi ya buna vesile olanların çoluk çocukları bundan sonra yaşamayacak mı bu ülkede, bu dünyada? İnsanlık, zaman geçirmeden ortak aklı hakim kılmalıdır, canlılar için dünyada hayat bitiyor, çevreyi, yaşamayı, seven kişilerin aklını kullanarak, bir sona doğru hızla giden kötü gidişi durdurması gerekir. Bizler çevre katilleri kadar cesur olmadığımız sürece, bir bakacaksınız, ne içebileceğimiz bir damla su kalmış; ne de gölgesine sığınabileceğimiz bir ağaç! Eyvah demek, oflamak, dövünmek hiçbir şeye yaramayacak, inanın! Bizler, çevre katilleri kadar cesur olamadığımız sürece, yarınlarımız olmayacaktır! “Ben ölmem deyin dünyada bir sürü kötü varken, Tanrı gelip de benim mi canımı alacak, haksızlık yapmış olmaz mı o zaman? Bana gelinceye kadar, sırada kaç milyon kişi var hiçbir ota boka yaramayan!” deyip direnin, insanlık adına vazifenizi yapın! Mesela ben öğrencilerime, çocuklarıma akılcı düşünmenin, toplumsal düşünmenin; her şeyden önce adam olmanın erdemlerini öğretiyorum. Tanrı da adil davranacaktır diye düşünüyorum. Kim, ne derse desin, ben ölmem, ben, ta Yunuslardan, Pir Sultanlardan, Karacaoğlanlardan geliyorum. Ben ölmem! Ben bu ülkeyi seviyorum, ben yaşamayı seviyorum, ben, yaşanılabilir dünya mücadelesinde bayrağı hep yükseklerde taşıdım. Ben ölmem, inanın, ben ölmeyeceğim, yaşanılabilir bir dünya için yaşamak mecburiyetindeyim, aşktan, dostluktan, sevgiden yana olan herkes için yaşamak, yaşatmak kutsal bir vazifedir.

  • Bahar Gelme Üstüme

    Bahar, yalvarırım çek git işine!.. Salma üstüme çiçeklerini, aklımı çelme!.. Her sabah çimenlerin çiyden ürpererek uyanıyor bahçemde; sonra güneşle oynaşıp tütsülenmiş gibi buğulanıyor. Ne zaman sokağa çıksam badem ağaçları salkım saçak çiçek... Kavaklar kıpır kıpır, ıslık ıslığa meltem... Kırda dayanılmaz bir kekik kokusu, toprakta türlü çeşit börtü böcek... Yapma bunu bana bahar, Böyle üstüme gelme... * * * Zaten damarlarıma zor zaptediyorum kanımı... Çoktan cemreler düşmüş beynime, yüreğime... Kalbimin buzları erimiş. Göğüs kafesimde ne idüğü belirsiz bir kıpırtıyla Geziyorum nicedir... Bir de sen çıldırtma beni... Krizdeyim ben... tembelliğin sırası değil, uyamam sana... Al git serçelerini sabahlarımdan, Çağlalarına, kokularına hakim ol. Meltemlerine söyle, deli gibi ıslık çalıp Sokağa çağırmasınlar beni... Bulutların üşüşmesin başıma... Girme kanıma benim... yoldan çıkarma... * * * Sen ki en cilvelisisin mevsimlerin, Afrodizyakların en etkilisi, Sevdanın suç ortağısın. Kıyma bana... Biliyorum çünkü, yine kandırıp yeşillendireceksin aşka; Gövdemi azdırıp sonra birden çekip gideceksin. Tam kanım kaynamışken sana, toplayıp allarını morlarını, Beni bir kuraklığın ortasında terk edeceksin... O iple çektiğim ışığın, dayanılmaz olacak o zaman... Ne o delişmen sabahları kalacak, ne günaha çağıran Çapkın eteklerin uçuştuğu günbatımları... Tembel kuşların şakımaktan bitap, Ebruli çiçeklerin kokmaktan... Buselerin nemi kuruyacak çöl rüzgarlarında... Yeşerttiğin çiçekler, yürekler solacak; damar damar çatlayacak ruhumuz... Hayat, bir ezik otlar diyarına dönüşecek yeniden, Yüreğim viraneye... Her bahar sarhoşluğu gibi, geçecek bu sonuncusu da... Ebedi bahar, bir başka bahara kalacak. * * * İyisi mi, hiç azdırma ruhumu bahar... İş açma başıma... Git işine! Yoldan çıkarma beni...

  • DÜNYA SANAT GÜNÜ

    Nisan Dünya Sanat Günü Covid-19 salgının, savaşın, ülkemiz başta olmak üzere kapitalist neoliberal ekonomi politikalar uygulayan ülkelerdeki zamlar, gelir dağılımındaki eşitsizlikler, işsizlik ve milyonların açlık sınıra yaklaşan yoksulluğunun gölgesinde kutlandı. Uluslararası Sanat Derneği’nin (International Associations of Art) 2011 yılında Meksika’da yapılan genel kuruluna Türkiye temsilcisi olarak ressam Bedri Baykam katılmıştı. Genel Kurulda Bedri Baykam’ın Leonardo da Vinci’nin doğum günü olan 15 Nisan’ın Dünya Sanat Günü olarak kutlanmasını önerisi kabul edilmişti. 2012'den itibaren 60'ı aşkın ülkede Dünya Sanat Günü, 15 Nisan'da etkinliklerle kutlanmaya başlandı. 2015 Uluslararası Sanat Derneği Dünya Başkanlığı'na seçilen Bedri Baykam, Dünya Sanat Günü'nü UNESCO Günleri'nden biri olarak resmileşmesini de teklif etti. UNESCO Yürütme Kurulu'nda yapılan oylamada bu teklif kabul edildi. Böylece Bedri Baykam'ın ve Türk sanatçılarının 2011'de başlatılan Dünya Sanat Günü girişimi 2020'de Unesco Günleri arasındaki yerini almış oldu. adına birçok kazanımlar elde edişmiş olsa da dün olduğu gibi bugün de önü perdelenen, toplumsallaşmaması için birçok karşı tedbir alınan bir alan olma özelliğini koruyor. Bireyi, tolumu, kitleleri özgürleştiren ne varsa önüne egemenlerce duvarlar örülmüştür, örülmeye de devam edilmektedir. Sanat, muhalif ve devrimcidir. Sanatçı bu gerçeklikten yola çıkarak her türden iktidardan, dinden, doğmalardan, sermayeden, her tür çıkar gruplarından, piyasalaşmadan ve popülizmden bağımsız durabilen savaşa, bağnazlığa, eşitsizliğe, sömürüye karşı taraftır. O, aydınlığın, barışın, eşitliğin, emeğin haklarının ve özgürlüğün yanında sanatıyla da saf tutandır. "Siz şu an batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına da SANAT diyorsunuz." diyen Bertolt BRECHT faşist diktatör Hitler'e ses çıkarmayan sanatçılara seslenişinin hedefi olabilmeyenlerdir sanatçılar. Sarte’nin de dediği gibi “Yazar/sanatçı toplumun vicdanını rahatsız eden kişidir.” İnsanlaşma ve insana özgü iyi değerlerle toplumsallaşma uzunca bir süreçtir. Bu sürecin en titiz yapıcısı sanattır, bilimdir, felsefedir. Umutsuzluğun tükendiği yerde sanat, umudu tekrar yeşertir. Şiirler, öyküler, romalar, şarkılar, heykeller, tablolar hayatı aşk ve kavga ile bezeyendir. Ölmekte olana güç veren, sönümlenmekte olan her türden emeği kutsallaştırandır; kötülüğe ve sıradanlığa ve köleliğe beş duyu ve beş elle karşı koyandır sanat.. "Karanlık zamanlarda şarkı da söylenecek mi? Elbette, şarkı da söylenecek, karanlık zamanları anlatan." diyen Brecht’in sanata güveninin ifadesidir bu. Bu vesilelerle Dünya Sanat Günü, dünyanın önemli merkezlerinde ve ülkemizde sanata değer veren bazı belediyelerin desteği ile kamuoyunda çok gündeme gelmese de bazı yerellerde coşku ile kutlanmıştır. Bu kutlamalar içinden geçtiğimiz karanlık ve savaş dönemine karşı alternatif ses, ritim, resim, şarkılar başta olmak üzere sanatın tüm ürettiklerinin varlığını görünür kılması anlamında önemliydi. Kutlamalarda en çok dillendirilen tema ise barış teması olmuştur. Umutsuzluğa karşı umudun, savaşa karşı barışın yanında olduğunun bir kez daha derinlikli bir sesle ifade edilmesi çok kıymetliydi. Sanata evet, savaşa-salgına hayır!

  • GELECEĞİM

    Doğum gününe gelemedim çiçek de alıp gönderemedim yazdığım bir şiiri postaya vereceğim ama bekle bu kadarla yetinmem belki en çok ikimizin uyuyamaz olduğu bir kış gecesinin derin sessizliğinde dışarıda lapa lapa kar yağarken çalarım kapını ansızın ya da bir nisan sabahı kırları sırtlanıp gelirim üçüncü ihtimal ama mutlaka bir mayıs sabahı kucaklarım seni

  • Ya küserse böğürtlen

    Yeşilden kızıla Sonra bordoya dönen Yemişini Dikenli dallara gizleyen Ve ağaç gövdesine sarılmadan Çiçeğe durmayan Böğürtlen, Şaraba boyanmış elleri Dudağına uzanmamışsa Sevgilinin, Yaslandığı dallara Kıyılıp, kırılırsa... Ya küserse, Ya küserse Böğürtlen!..

  • ÇAĞLARIN BELLEĞİ, UYGARLIĞIN AKTARICISI: YAZI, KİTAPLAR VE KİTAPLIKLAR

    Hasan GÜLERYÜZ * Kitap mı? Yazarı, konusu, türü, yayınevi, yayın yeri, yayın tarihi, basımın siyah beyaz, renkli, 1. Hamur, enzo kağıt, okur kitlesi kim, dijital, ofset, webofset gibi özelliklerini gösterir. Kitap, Arapça ktb kökünden gelen kitāb كتاب, “yazılı şey, belge, kitap” sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça katb veya kitābat كتب/كتابة "yazı yazma" sözcüğünün mastarıdır. Bu sözcük Aramice /Süryanice kitābā כתבא "1. dikiş dikme, bağlama, raptetme, 2. yazı yazma " sözcüğü ile eş kökenlidir. Katip, ktb, kütüp, kütühane, katibe aynı kökten türeyen sözcükleridir. Türkçesi mi: Divanı Lugat-İt Türk’te “bitik”, yazma, bir araya getirme olarak geçiyor. Kitap, değişik türde, değişik bilgileri, yaratıları içeren, taşınabilen ve okunan nesnelerdir. Yazının oluşturduğu bellek, zihin inşası aracıdır. Okur, kitapları okuyarak kendi zihin inşasını yapan kişidir. Kitaplılar, kitaba para veren, kütüphanelere, kitaplıklara giden, merakı olan, kitap alışverişinde bulunan, okuyanlar katında bulunan, öğrenmek, keşfetmek için yola çıkan, yazmak ve kitaplık oluşturan kişilerdir. C. Meriç, “Kitaplar hemen insana açmaz kendini! Çok öfkeli bir sözünü de hiç unutmuyorum: Domuzlar kitapla beslenme!” Ya Jhon Ruskin’in Susam ve Zambaklar’ı? Kitap ve Kadın kitabı… Kitapsızlar mı? Yukarıda söylenenlerin tersi durumda olanlardır. Okur olmak tıpkı piyano, bağlama ve keman çalma, resim yapmayı öğrenmek gibi uzun zaman isteyen bir yaratım çabasıdır. Biraz da Leonardo olmaktır... Emek zaman, para ve risk almak gerekiyor. Takdir mi? Tektir olmasın yeter! Yıllar önce Hacceyi Sani İbni Sina: Bilim ve sanat takdir görmediği yerden göç eder, dedi. Ve onun coğrafyası bu uyarıyı hala anlayamadı! Okuryazarlar, kadim zamanlarda büyülü, yarı tanrısal kişilerdi. Kralların yanında en üst görevde insanlardı. Sümer’de okuma yazma öğrenme beş altı yıl sürerdi. O nedenle krallar okuma yazma bilmezdi. Dinleri, felsefeleri, savaşları, bilimi, anıları okuyan kişiler zihinsel olarak yeni bileşimler yaparak yeni bir kimlik oluştururlar. O nedenle kontrolden çıkarlar, baskılanamazlar. Adeta birer vezir olurlar. Gelişmiş toplumlar bu kontrolden çıkan insanlara umut bağlarken, gelişmemiş toplumlar bunlardan rahatsız olur. Bu kişiliklerin oluşumunu sağlayan ortamları yok ederek siyasal ve ekonomik varlıklarını sürdürürler. Sürdürürler; ama, toplum olarak üretemeyen, düşünemeyen, yaratamayanlar olarak çağın dışında kalırlar! Varlıkları dünyaya yük olur! Sömürü ve saldırıya maruz kalırlar. Bildiğiniz üzre elleri hep yukarıdadır! Neden mi bu yazı? Yıllar önce Bursa Sönmez Pasajı, Kitap Kültür Merkezinden aldığım (2010) “Benim Kitaplarım” adında Sema Aslan’ın hazırlayıp, Doğan Kitap kaliteli basımı(2009) olan kitabı aldım. Pulur Köy Enstitüsü kitabı, basımdan çıkışını beklerken gözüme takıldı, ses verdi ve bu kitabı okumaya başladım. Halit Refiğ, Orhan Pamuk, İlber Ortaylı, Çetin Altan, Enis Batur, Celal Şengör, Vedat Türkali, Zafer Toprak ve Selçuk Altun vb gibi otuza yazarın, okuma, kitaplık oluşturma serüveniyle ilgili söyleşiler yaptı yazar, kitaplıklarına konuk olarak çalışmasını oluşturdu. Bu insanların ilginç tutkuları var. Bazıları kitaba, imzalı kitaba, birinci baskı kitaplara bin dolar verdiği oluyor. Bir kısmı bayağı aristokrat ailelerin çocuklarıdır. Bir iki dil, eski yazı (Osmanlıca okuryazarı) biliyorlar. Bana babamdan bir kaval, bir kemençe, Mevüdi Şerif(Hala duruyor. İlkokul yıllarımda Ninemin (Nakşiydi) konuklarına ezgili “Ol saatte havadan indi bir doğan” diye okur, bir tas yumurta alırdım. Satar incir, has ekmek, pil, campil (2.5’lik ampul, çiviler alırdım.) bir de Kesikbaş hikayesi kaldı. Kemençeyi 1968 yılında on beş liraya Kemal Yazıcı’ya sattım. Yıllar sonra istedim: Ellerini açtı, yok! Kemençeci olamadım, dedi. Bence belediyeler yazarın ölümüyle yağmalanan, talan edilen kitaplığın önlenmesi için, Yazarlar kütüphanesinin kurulmalı diye bir düş düştü içime. Bunu bir yerlere ulaştırmaya çalışacağım. Size de ilginç gelirse paylaşın ya da siz de bir şeyler ekleyin. Kitaplık oluşturma serüvenim mi? Yavuz Selim İlköğretmen ilk aldığım kitaplar “Erikler Çiçek Açtı, Heidi, Bizim Köy, Kurtuluş Savaşı Destanı, Bozkurtlar Diriliyor, Benim Üniversitelerim, İlkokul Programı, Türkçe Sözlük, Coğrafya Atlası, Ekzistansiyalist felsefe” ile sürdü. Siirt’te iki aylık maaşımı aldım(1710 TL), “Aydın” kitap evinden yetmişe yakın kitap almıştım. Orada yaşlı bir Köy Enstitülü bir öğretmen, kitapevi sahibine kulağına sessizce: “Kim bu çocuk?” diye sormuştu. O da “Baykan Kasımlı Köyüne yeni atanmış bir öğretmen,” demişti. Aldığım kitaplar arasında Heredot Tarihi, Gılgamış Destanı, Kur’an, Jul Sezar, Tarih Boyu İleri Geri Kavgası, Türkçülüğün Esasları, Toplum Sözleşmesi, Montaigne’nin Denemeler vb gibi kitaplar vardı. Köy İmamı Hikmetullah Saldıran kitaplığımın kurduydu. “Kimse gormesin, hoca yoldan çıktı derler!” diyordu. Ona futbol oynattım. Penaltı atarken, topa bir vurdu, bir vurdu, top yerinde topaç gibi döndü, cızlavet ayakabısı uçtu, sarığı yuvarlandı ve kendisi sırt üstü düştü. Oradaki bütün Kürtlerle gülmekten karnımızı tuttuk, kırıldık gittik. Öldü, sırdaşım, arkadaşımı saygıyla anıyorum. İmamla konuştuklarımı hiçbir öğretmenle konuşmadım daha! Elli beş yılda oluşturduğum kitaplık: Tarih, Eğitimbilim (pedagoji), Şiir, Roman, Felsefe, Sahaf, Atatürk, Teoloji(demesi farklı ayıp 11 Kuran aldım. Muhammed Esed, İhsan Açıkel ve Hüseyin Atay’ınki favorilerim!), Yaratıcılık, Mitoloji, Bilim ve Ütopya, atlas, arkeoloji, Bilim Teknik vb dergiler, Çocuk, Sözlükler (elliye yakın), Ansiklopediler, Türkoloji, Türkçe ve Dil bölümlerinden oluşmaktadır. On iki eylül günlerinde iki yüze yakın kitabım telef olurken, Bursa’da ilkokul, öğretmen Okulu kitaplarım, Samsun Eğitim Enstitüsü kitaplarım, defterlerim(bir genel tarih defterini kurtardım), gazete arşivim, araştırmalarım, özellikle Antakya’da iki yıl sürdürdüğüm harf, sözcük ve Cümle yöntemiyle yapılmış araştırma, depoyu tavana kadar su basmasıyla bütün arşivim gitti. Her anımsamada mideme kramp girer. Suratım asılır, masayı (kafamı) yumruklarım. Görev, öğrencilik yaptığım “Siirt, Trabzon, Samsun, Ankara, Hatay, Adana, Bursa, İstanbul, İzmir, Kırıkkale, Sinop” illerindeki ilk aradığım kitaplıklar ve kütüphaneler ve sinemalar olurdu. Bazı öğretmen toplantılarında “sizin kitaplığınız, kütüphaneniz hangisi?” biçiminde rahatsız edici sorular sorardım!

  • YAŞAM ÖRGÜSÜ

    Bir tutkudur yaşamak Gün ve geceden artık. Her uyanışla insan Yaşama yeniden doğar İnançsız. Bir umuttur inanmak İyiye, doğruya, güzele Sevgiye değin her şeye Bir kaçıştır ağlamak. Yadsımak Yaşamın gerçeklerinin Katılığını kırmak için Zamandan artan insana Fuat ÖZGEN

  • CORONA- COVID-19

    ve Bir Kitap Doğuyor * Covid-19; Çin’den dünyaya yayıldığı söylenen bir virüs. Zengin- fakir, genç- ihtiyar, siyah-beyaz, tahsilli-cahil demiyor, adeta dünyayı esir aldı, insanları evlerine kapattı. 2020 Ocak ayında basında yer aldı. Türkiye martta tedbirler almaya başladı. Her akşam TV haberlerinin ana konusu oldu. Her gün değişen haberlerde, farklı bilgiler veriliyor. Halk kime inanacağını bilemiyor. Hasta ve ölü sayısını vermek mümkün değil, çünkü her gün değişiyor. Temizlik- maske- mesafe değişmeyen tedbirler. İttifak edilen son çare aşılanmak. Gelişmiş ülkelerde aşılama çalışmaları paralel bir şekilde başladı. Aşıyı bulmak kadar, talebi karşılamak da bir sorun. Aşıyı bulanlardan biri de virüsün ilk görüldüğü Çin, aşılamada da önde gidiyor. Kıraathaneler, lokantalar, eğlence yerleri, toplantılar, berberler, bakkallar kapalı. AVM sınırlı, her hafta değişen yasaklar, sınırlamalar. 65 yaş üstü için; sokağa çıkma, toplu taşıma araçlarından yararlanma dahil her şey yasak. Ben tesellimi kitaplarım ve kalemimde buluyorum. Tarih merakım zaten vardı. Birinci yıl Atatürk‘ün okul kitaplarında pek yer verilmeyen yönlerini sevenleri ile paylaşacak, “Az bilinen yönleriyle Mustafa kemal Atatürk” adlı bir kitap yazmaya başladım. Kış boyunca beni meşgul etti. Ankara’ya N...’a gittim. Orada müsveddesini tamamladım. N... editörlüğünü yaptı. Atilla’nın desteğiyle bastırdık. Telif hakkını vermedim. Para ile satmadım. Akrabalara, dostlara, Atatürkü sevenlere hediye ettim. Anlayanlar, anlamak isteyenler, Atatürk’ü sevenler çok beğendiklerini söylüyorlar. Birinci yıl böyle geçti. Virüs dolayısıyla sınırlamalar artarak devam ediyor, eve kapandık. Meşgul olacak bir şey bulmam lazım. Boş kalmak bana göre değil. Kuruntudan kafayı yemekten korkuyorum. Nihayet okuduklarımı, duyduklarımı, yaşadıklarımı bir kronoloji sırasıyle yazmaya karar verdim. Önce bir plan yaptım. Bulunduğum yerleri 20 ana bölüme, her ana bölümü 10 alt bölüme ayırdım. Her alt bölümü bir sayfa olarak planladım. Her sayfanın sonuna, bir çeşitlilik katsın diye bir anekdot koydum. Bazıları tarihi gerçekler, bazıları bizzat yaşanmış, bazıları kulaktan kulağa aktarılmış hikayler, düşündüren, güldüren, ders alınan örnekler. Bir işin en zorunu bulmakta bayağı tecrübeliyim. Bunda da buldum. Önce nelerden bahsedeceğimi not alıyorum, bu notları hikayeye dönüştürerek deftere yazıyorum. Defterden bilgisayara geçiyorum. T... ilk kontrolü yaparak internetten N...’a gönderiyor. N... ikinci kontrölü yapıyor, T...’e gönderiyor. T... yazıcıdan çıktısını alıp bana veriyor. Bazen bir alıntı almak için bir kitap okuduğum oluyor. Editörlüğünü N... Ağabeyimin kızı edebiyat öğretmeni A... yapıyor. Çalışmaya dalınca zaman nasıl geçtiğini anlamıyorum. bakıyorum saat 02.00 olmuş.(yy). DERLER: Yeni yetme yakışıklı ama ukala bir İngiliz şövalyesi, kraliçenin bir milyon sterlini olan yakışıklı bir beyi, özel yatında bir gece ağırlayacağını dedikodu halinde yayıyor. Bu söylenti kraliçenin kulağına gidiyor. Esasen şövalyeyi müşkül duruma sokmak için onu yatına davet ediyor. Yatla denize açılıyorlar. Genç adam arada bir “Kraliçem, derler; kraliçem, derler”diyor. Kraliçe merak ediyor: Ne derler? Genç:“Yapsan da derler, yapmasan da derler”. Kraliçe: “Peki bir milyon sterlini nereden bulacaksın?” Şövalye : “Hah işte, mesele bu . Demek ki bir milyon sterlinim olsa bu iş olacak.”(DO).

bottom of page