top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Hasan Güleryüz Trabzon'da Kitaplarını İmzalıyor

    KADİM KENT TRABZON'DA İMZA VE SÖYLEŞİ Pulur Köy Enstitüsü Ve Yavuz Selim İlköğretmen Okulu'nda Yaşayan Pedagoji Konulu Söyleşi ve İmza günü * Konuşmacı: Hasan Güleryüz 13.00-13.45 Soru-yanıt ve katkılar… Çoban ve Kavalı Tarih: 27 Mayıs 2022 Cuma Günü Saat: 12.00-16.00 arası Yer: Trabzon Sanat Evi, Adres: Cumhuriyet, Özgür Cd. No:18, 61030 Merkez/Trabzon Tel: 05303225561/ 05056875513/14, guleryuz.hasan@gmail.com * İmzalanacak kitaplar: 1. Pulur Köy Enstitüsü ve Yavuz Selim İlköğretmen Okulu'nda Yaşayan Pedagoji, 2. Kuman Kumandan Ali Rıza Ayar Öğretmen, 3. Dünyayı Değiştiren Çocuklar, 4. Doğanın ve Ormanın Büyülü Şarkıları, 4. Ceviz Ağacı, 5. Mısır Anne, 6. Rüzgârlı Vadi, 7. Yeşil Şaman ve Papağan, 8. Çoban Mektupları, Hitit Güneşi, DOST, ARKADAŞ, KARDEŞ , GÜNEŞ ve maviADA OKUR YAZARLARI, DOSTLARINIZLA DAVET EDİYORUZ...

  • Fotojenik

    ömür dedikleri gavur ininde dem bu bir kısır döngü gecesi sonsuz güneşi hazımsızlık çeken sabahlar sürülüyor önümüze akıntıya kapıldığımızdan beri sızlayan acıklı bir şiir içimizde o en sapa yerdeki dehlizde iğne deliğinden geçerken biz artık her şey matematik ekonomik felsefelerle yüzümüze yüzümüze çarptığımız kapılar otomatik A'dan Z'ye denizden gökyüzüne varıncaya teknolojik her şey masada mum denizde dalga ay ışığında sarılmalar bilim kurgu yanılsama hayat fotojenik #aydogmuszeliha

  • AHMETLİLİ KIZ

    Köy enstitüleri yarınlara üretken eğitimciler yetiştiren çağının çok ötesindeki eğitim kurumlarıydı. Kapattılar… İlköğretmen okulları köy enstitülerinin yerine kurulmuş, ondan sonra kurulan, eğitim enstitüsü ve eğitim fakültelerine göre ileriydi, onu da Kapattılar! Ahmet abisi ilköğretmen okulunu sınavını kazanarak ilkokul öğretmeni olmak için şehre okumaya gitmişti. O yıllarda köylerde ideal insan tipi öğretmenlerdi. O da öğretmen olmak istiyordu. Kahramanımızın adı Ergün! Ergün dünyaya geldiğinde adının koyulması karı koca arasında mesele olmuştu. Baba, “oğlumun adı Ali olsun, o da adı gibi Allah’ın aslanı olsun,” demişti. Dominant ana, “Ali mali olmayacak, ben doğurdum, Ergün olacak adı. Ben Ergün diyorum, hadi bakalım,” deyip çakmaktaşı gibi dikilmişti kocasının karşısına. Ergün olmuştu adı! Ergün okumayı çok sevdiğinden öğretmenine “efendim kitaplık kolunu istiyorum,” demişti. Ne tuhaftır öğretmenlere “efendim,” derdi öğrenciler o yıllarda. Öğretmeni de “Ben seni harita koluna yazdım, çıkıntılık yapma,” deyip kursağında bırakmıştı isteğini. Ergün: “Efendim, kitaplık kolu olmak istiyordum, ben de sizin gibi öğretmen olmak istiyorum,” demiş genç öğretmen Ergün’ün isteğini duymazdan gelmişti. Öğretmeni “harita koluna” uygun bulmuştu onu. Köy okullarında ne kadar harita olacaktı ki, üç bilemedin dört: Türkiye fiziki, coğrafi, bir de bölgeler haritası, dünya ve Asya, Avrupa haritaları varsa promosyondur… Sahi haritacılığın kolu kanadı mı olur? Ergün istemeye istemeye harita kolu olmuş, koluna “harita kolu” pazubandı işletmek için daha o gün anası ile halakızına gitmişler, pazubandı işletip sabahına da siyah önlüğünün üstüne takıp öyle gitmişti okula. İlkokul beşten mezun olacaktı o da diğer arkadaşları gibi. Okulların kapanmasına bir hafta var yoktu. 23 Nisandan sonra köy okulları tatile girerdi. Devlet baba köy çocukları tarlada, çubukta, ekinde, davarda ailesine katkı versin diye köy okullarını şehir okullarına göre bir ay önceden tatil ederdi. Devlet baba böylelikle fırsat eşitliğini sağlıyordu(!) Şehir çocukları bir ay daha eğitime devam ederek, daha çok şey öğreneceklerdi. Sonra da aynı sınavlara gireceklerdi. Köy çocuklarının en gerçekçi hayali köyüne öğretmen olmaktı. Doktor, mühendis, hakim, savcı, … sözlüklerde yazan kavramlardı! Haziran ayının son haftasıydı. Gelecek hafta, ilköğretmen okulu giriş sınavı vardı. Ergün’le birlikte dört arkadaşı daha girecekti. Sınav cumartesi günüydü. Otel parası vermektense, dedi babaları bir araba tutar gider geliriz dediler. Hacı Hüsrev’in Land Rover marka cipini tuttular. Şehir bir dağın eteklerinde, iki vadi üzerindeydi. İlköğretmen okulu da şehrin en uç noktasına geniş bir arazi üzerine kurulmuştu. İlköğretmen okulu müfredatı, köy enstitüsü müfredatından izler taşımaktaydı. Öğrenciler tarım derslerinde öğretmenleri ile birlikte sebzeleri kendileri yetiştiriyordu. Sınıfı doğrudan geçen öğretmen adayları yaz çalışması adı altında okulda kalıyor, hayatı, sosyalleşmeyi öğreniyorlardı. Sınav yeni binada yapılacaktı. Uzak köylerden, şehirlerden, Salihli’den, Ahmetli’den gelen öğrenciler okulun arka bahçesine toplanmış, biraz sonra başlayacak olan sınavın heyecanını bütün uzuvlarında yaşıyorlardı. Kimi heyecandan ağlarken, kimi de garip davranışlar sergiliyor; kimi de umarsız yeni arkadaşlar edinmek için çaba gösteriyordu. Ergün bu gruptandı. Köy okulundaki arkadaşları ne demişti ona okulun son günlerinde: “Sen çalışkansın, sen kazanırsın, hiç korkma,” demişti. “Kazanırım,” diyordu o da. İlköğretmen okulunda okuyan Ahmet abisinden ötürü, kendini ilköğretmen okullu sayıyordu. Zaten Ergün kazanamayıp da kim kazanacaktı? Hava sıcaktı. Okul ilçenin en yüksek yerine yerinde kurulmasına rağmen sınavın şansından mıdır nedir, boğucu, yakıcı bir hava vardı. Esseydi şöyle efil efil bir rüzgar, ne hoş olurdu. Anası üşürsün diye kendi diktiği gri zemin üzerine beyaz çizgili kalın pamuklu entari, sıcakta paltoydu adeta. Gömleğinin üstüne çapraz taktığı pantolon askısı on bir yaşındaki Ergün’e çocuksu bir hava veriyordu. Ana kuzusu Ergün okuyup öğretmen olacak, anasının, babasının, kardeşlerinin dertleriyle dertlenecekti. Bir sürü hayal kuruyordu Ergün. Zordu köyde yaşamak, zordu toprakla uğraşmak. Okuyup öğretmen olacaktı, müthiş şartlandırmıştı kendini. Köy çocukları, sevdikleri, beğendikleri kızı beller, “ben onu alacağım,” deyip her yerde söylerdi. Artık o kız onun sevdiğidir. Bir gün Hasan Ağa: “Bak demişti, sen benim kızı seviyormuşsun duydum, öğretmen olursan veririm, yoksa yok” deyince deliler gibi sevinmişti. Buna sebep bile öğretmen olurum demişti Hasan Ağa’ya. “Söz okuyacağım, öğretmen olacağım,” demişti daha on yaşında iken Hasan Ağa'ya. İlköğretmen okulunun yeni binasının arka duvarına yaslanmış, mahzun, beyaz tenli bir kız tek başına sınavın heyecanını doruklarda yaşarken, heyecanla dişlerini sıkıyor, dişlerini sıkarken de gacır gucur öttürüyordu. Ergün: “Merhaba, inşallah kazanırız,” dedi. “İnşallah dedi mavi yeşil arası renkli gözlü, örgülü saçlı kız. Saçları iki belikliydi, ne de güzel yakışmıştı. Kızın üstünde kırmızı zemin üzerine, beyaz yoncalar kondurulmuş bir fistan vardı. Aynı anda ikisi de “inşallah!” dediler. “Benim adım Ergün, kırk kilometrelik bir köyden geldim, Ahmet abim, öyle dedi. Bizim köyle buranın arası kırk kilometreymiş. “Tanıdığın mı var burada?” “He ya, burada okuyor!” “O zaman sen kazanırsın!” “Kazanırım, köydeki arkadaşlarım da öyle dedi, sen çalışkansın, kazanırsın,” dediler. “İnşallah ben de kazanırım, çok istiyorum, bağda bahçede çalışmak istemiyorum. “Sen nerelisin?” “Ben… Ben Ahmetli’den!” “Ahmetli neresi?” “Salihli’ye bağlı, küçük bir nahiye!” … Dereden, tepeden epeyce konuşmuş, kaç kardeş olduklarını, sınıf arkadaşlarının adlarını bile söylemişlerdi birbirlerine. Toplanma zili çaldığında yan yana birbirlerinin omuzlarına temas ede ede giriş merdivenlerine doğru yürümüşlerdi. “Sınav çıkışında tam burada buluşuruz,” diye de sözleşmişlerdi. Her şeyi merak edip didikleyen Ergün, nedense adını sormayı akıl edememişti. Hasan Ağa’ya, “öğretmen olursam alacağım kızını,” diye söz vermiş; fakat Ahmetlili mavi yeşil arası renkli gözlü, beyaz tenli kıza tutulup kalmıştı. O tutkunlukla sınav salonuna girdi. Sınavda soruları okuyor, her soruda, her cümlede Ahmetlili kız dikiliyordu karşısına. Matematik sorusu okuyor, Türkçe sorusu okuyor, boyu boyunda, huyu huyunda Ahmetlili kız, karşısında gülümsüyordu… Terlemeye başladı, ter, teri doğurmuş, vıcık vıcık su içinde kalmıştı. Hava çok sıcaktı, kalın uzun kollu gömleği, paltoluktan çıkmış, kepeneğe dönmüştü sanki. Ergün bir sağa bir sola baktı, geleceğin ilkokul öğretmenleri kendilerini sınava kaptırmış çözmeye çalışıyor, yarışmadan elenmeden çıkmak istiyorlardı. Ergün tekrar gözlerini ovuşturup okumaya, yapmaya çalıştı soruları; fakat hiçbir şey anlamıyordu. -Şiirdeki kafiyeleri bulunuz, -“Fare peyniri yedi,” cümlesinin ögelerini bulunuz. Öge bulmak, kafiye bulmak… İlk kez duyuyordu böyle şeyleri. -Boş bir havuzun tamamını, bir musluk tek başına 10 saatte, diğer musluk tek başına 8 saatte doldururken, alttaki musluk… Terden yapış yapış olan gri zemin üzerine beyaz çizgili gömleğinin altına, yine anasının Amerikan bezinden diktiği uzun göynek, hararetini çoğaltıyordu. Pantolondaki çapraz askılar zincir gibi sıktıkça sıkıyor, boğdukça boğuyordu... Sınav salonunda iki gözetmen vardı: Biri erkek, biri kadın. Erkek olanı: “Ben Latif, Latif öğretmen,” “Ben de Ülkü, Ülkü öğretmen,” dedi kadın olanı. Latif öğretmen, sınav stresini yensin çocuklar diye sohbet etti geleceğin ilkokul öğretmenleriyle. “Sakin olmak lazım arkadaşlar, heyecan iyi değildir. Şimdi beni iyi dinleyin, gözlerinizi kapatın, başınızı yukarı kaldırın bir dakika hiçbir şey düşünmeyin, sonra yavaş başınızı aşağıya indirirken gözlerinizi açın ve karşınızdaki resme bakın, hepiniz onun öğretmeni olacaksınız inanıyorum!” “Başarılar dileriz dedi Ülkü öğretmen, yolunuz açık olsun kuzularım!” Öğrencileri motive etmek için eğitimin ana fikri sevgiyle kucaklayıvermişlerdi geleceğin öğretmen adaylarını. Kuzularım… kuzularım… ne kadar hoş, sımsıcak; öğretmenlik ile hocalık arasındaki ayrım buydu! Ergün boğuluyor, canı çıkacakmış gibi oluyordu. Latif öğretmenle Ülkü öğretmenin konuşmalarını duymamış, Ahmetlili kız bir dakika, bir saniye gözünün önünden gitmemişti. Yerinden kalktı, kararlı adımlarla sınav kağıdını masaya bırakıp hiçbir şey söylemeden çıkarken: “Adın ne senin yavrum dedi Latif öğretmen?” “Ergün Duman efendim!” “Bitirdin mi evladım, daha zaman var, kontrol etsen iyi olur!” “Yok efendim, aklıma hiçbir şey gelmiyor, soruları gözüm görmedi!” “Tamam evladım, hayırlı olsun, güle güle git, inşallah kazanırsın!” Ergün, Latif öğretmene şöyle bir baktı, bir şeyler diyecek oldu, sonra, için için ağayla ağlaya çıktı binadan. Çıkışta Ahmetlili kız ile merdivenin sağ yanında buluşmak için kavilleşmişlerdi. Her yanı havuza batırılmışçasına su içinde kalan Ergün, onları bekleyen cipe doğru koşturdu. Hacı Hüsrev: “Ne oldu çocuk sana?” “Hiç…hiç… hiçbir şey olmadı!” “Olur mu çocuk, baban seni bana emanet etti, söyle ne oldu?” Hiç… hiç… hiçbir şey olmadı, sorma bir şey, anlatmayacağım!” “Anlatmasan anlatma, bana ne, ağla o zaman; istersen yat yuvarlan bana ne!” Ergün’ün diğer arkadaşları da az sonra sınavlarını bitirip arabanın yanına gelmişlerdi. Hacı Hüsrev: “Sınavınız nasıl gitti çocuklar?” “…” Hiçbiri ağzını açıp iyi ya da kötü bir şey demediler. Köye doğru yavaştan cipini süren Hacı Hüsrev, doğru dürüst sınav deneyimi olmayan, eksik bilgileri olan bu köy çocuklarının başarısız olacağını tahmin ediyordu zaten. Arkadaşlarının “sen çalışkansın, kazanırsın,” dediği Ergün iyi bir tütüncü, iyi rençper olmuştu. Ahmetlili yeşil mavi arası renkli gözlü, beyaz tenli kızın kırmızı zemin üzerine beyaz yonca fistanıyla anılarında yaşayıp gitmişti yıllarca. Ara ara Ergün kendi kendine: “Et kafalıyım ben, kızın adını neden sormadım, neden beklemedim merdivenin yanında diye diye, nefretlerin en katmerlisini, küfürlerini en galizini yapıyordu kendine…

  • Pulur Köy Enstitüsü

    ve Yavuz Selim İlköğretmen Okulu Yaşayan Pedogoji * Hasan GÜLERYÜZ SINIRSIZ yayınları, 552sayfa, Mayıs 2022 130 L TÜRANLATI * Eğitimci, ilköğretim müfettişi Güleryüz'ün son kitabı çıktı. Yazarın yaşam izlekleri / anıları üzerine kurgulanmış kitap bir zamanların efsane okullarından biri olan Pulur Köy Enstitüsünü ve devamı olan Yavuz Selim İlköğretmen Okulunu konu alıyor. O günlerde hala ayakta olan Köy Enstitüsü binaları, canlı anıları olan Yavuz Selim İlköğretmen okulunda 1966-1972 arasında okudu Güleryüz. Orayı bitirdikten sonra Eğitim Enstitüsünde önce Sosyal Bilgiler , ardından da Gazi'de Pedogoji okumuş. İyi ki de okumuş. Bilgi, deney, birikim... olmazsa bu çok yönlü, ilgilisi için eşsiz bir kaynak kitap ortaya çıkmazdı. Hal böyle olunca evrensel bir konu da olan eğitim, öğretim üzerine düşünce ve yorumlarla zenginleştirilmiş kitap. Köy gerçeği, köylülerin eğitimi için arayışlar ve deneyler, dönemin dünya çapında eğitim kuramcılarının bakışı, köy enstitüleri, eğitsel ve siyasi yanları, sonuçları ve kitabın öznesi bu iki okulun mezunlarından anılar, yorum ve düşünceler... Türünün iyi örneklerinden güzel bir çalışma.

  • Uzadı Küslüğümüz

    toprağı havalandırmak biraz biraz domates biraz salatalık ve diğerleri çokça ağaç çokça çiçek bugünden yarına diye nefes için belki ellerimiz bileğimizden mi kırıldı öldük de haberimiz mi olmadı yoksa toprak sakınıyor gözlerini yolunu bulmuyor su yüzü asık sarmıyor eksildi güneşin elleri uzadı gölgemiz küslüğümüz uzadı yağmurlar zamansız sanki #aydogmuszeliha

  • İKİ YABANCI

    Hani şairin "Yaş otuz beş yolun yarısı eder" dediği yaş var ya, işte o yaşı tamamlamaya 3-4 yıl kaldı. Yani yaş kemale erdi... Ha bizim yolun yarısı kaçtır, tabii ki onu bilmek mümkün değil... Neyse bu faslı bir kenara bırakalım ve şöyle bir bakalım geriye. O insanın başında kavak yellerinin estiği, hormonların harıl harıl çalıştığı, şimdilerde düşünüp ah vah ettiğimiz yaşlara... Sevdiğimizin gözümüzde bambaşka göründüğü, aşık olduğumuz, evlilik hayalleri kurduğumuz insanı yere göğe koyamadığımız, uğruna ölümü bile göze aldığımız demler... "Artiz gibi" olmasak da kendi çapımızda güzel ya da yakışıklı olduğumuz zamanlar... Sevdiğimizin gözünde ya bir Leyla, bir Şirin, bir Jülyet ya da bir Mecnun, bir Ferhat, bir Romeo'yduk hepimiz. Birbirimizin uğruna neler feda etmemiştik ki...Kimimiz ailesini karşısına almış, kimimiz okulunu terk etmiş, kimimiz yataklara düşmüş ama sonunda muradımıza ermiş, sıcacık bir yuva kurmuştuk sevdiceğimizle... Mutlu mu mutlu; el ele, göz göze geçen evliliğin ilk yılları, bir başka deyişle rüzgar gibi geçen yıllar... Sonra, sonra çocuklarla, işle, güçle çoğalan gaileler, yorgun günler, uykusuz geceler, azalan vakitler... Hala genç, güzel, yakışıklı, sağlıklı ve sevgi dolusun, ama zamana yetişemiyor ayak uyduramıyorsun bir türlü. O "yolun yarısı" denen en güzel yıllar bir hay huyun içinde koşuşturmayla geçip gidiyor... Yüzündeki çizgiler, saçlarındaki aklar artmaya başladıkça çevrendekilerin de sana ihtiyaçları azalmaya başlıyor zamanla. Çocuklar büyüyor, işler yoluna giriyor, taşlar yerine oturuyor ve bir de bakıyorsun o bir zamanlar birlikte olmak için her şeyi göze aldığınla baş başa kalmışsın... Ama o da ne, bu benim bir zamanlar sevdiğim kişi mi, diye düşünmeye başlıyorsun... Sanki aynı evi paylaşan, aynı havayı soluyan iki yabancısın artık... Ya sudan sebeplerle sürekli didişiyorsun o uğruna nelerini feda ettiğin kişiyle ya da derin bir suskunluğa bürünüyorsun. Belki de içinden bir şarkı mırıldanıyorsun sessizce: "Neydi, ne oldu halim/ Çektiklerim vebalim..."

  • ONUN MASALSI AŞKLARI

    Bir yemek arası, bahçede kitaplarla ilgili sohbet ediyorlardı Aysun Hanım’la. Aysun Hanım: “Hocam, Yüzyıllık Yalnızlık adlı eseri beğeneceğinizi umuyorum, tarzınıza uygun!” “Yüzyıllık Yalnızlık?” “Evet hocam, Yüzyıllık Yalnızlık! Kolombiyalı popüler bir yazar Marquez! Onu okumak size çok ayrıcalıklı gelecek, göreceksiniz. Hele anlatım tarzı, mekân tasvirleri, ruhsal çözümlemeleri, olayı sonuca bağlarken kullandığı yöntemler… bence muhteşem, ihmal etmeyin!” İhmal etmeyin derken, sözcüklerin etki gücü katlanırken, o sessiz bir vaziyet almıştı. İlk kez duymuştu çünkü bu ismi. “Hı hı hı…” diyen mırıltılı, ifadelerle tasdiklerken, bir yandan yudumlamıştı çayını. Aslında o, “hocam,” sözcüğünü sevmezdi, “öğretmenim,” derdi. Öğretmenim demek, Cumhuriyet öğretmeni demekti! Hayat Bilgisi dizisinde Perran Kutman’ın canlandırdığı Afet öğretmen karakterinin, öğrencilerine, “hoca camide,” repliği mıh gibi çakılmıştı beynine. Marquez’i Yüzyıllık Yalnızlıkla tanımış, arkasından Benim Hüzünlü Orospularım, Kırmızı Pazartesi, Kolera Günlerinde Aşk... Marquez’e yaptığı telmihi şöyle bir kenara bırakarak, onun masalsı aşklarından söz etmek lazım! “Kovansız arının balı,” Sabuncubeli’nin çam ormanları sıktır. Oranın yabanıl meyveleri hayat iksiridir. Orada arılar özgürdür, başıboştur. Bu arıların balları dermansız dertlere dermandır. O da dermansız bir derde yakalanan babasının derdine derman olsun diye kovansız arı balı avına çıkmıştır. Çam ormanlarının arasında bitkiler özgür, hayvanlar özgür, tabiat özgürdür. O dağ başına giderken yanında, Ankara yaylasının el gün bilmez, Elif’i vardır. Elif sigara aşığı, giyinip kuşanmayı bilmeyen, saçlarına tarak sürmeyen biridir. Dişleri sigara içmekten, fırçalanmamaktan sapsarı sararmıştır. O, kimseyi sevmez, özellikle erkeklerden nefret etmektedir. Anne babanın cehaleti onu çocuk yaşta evlendirerek dünyasını karartmıştır. Kocası, gözünün önünde yakın arkadaşı ile aldatınca o da büyük küçük bütün erkeklerden nefret etmiştir. Elif'in bundan sonra yaşama gayesi, intikam almaktır, o ant içmiş; kendine söz vermiştir. Elif, fiziki olarak çelimsizdir, sıskadır. Göğüs, kalça yukarıdan aşağı bir çizgi gibi dümdüzdür. Gözleri her daim çapaklıdır. Boş zamanlarımda resim çiziyorum deyip ressam sınıfına sokmuştur kendini, “ben sanatçıyım, benim çizgilerim, kalem rötuşlarım hiçbir ressamda yoktur,” demesi dinleyenleri dinden imandan eder. Hele mıy mıy, mıy da bir konuşması yok mu… Sıcak bir İzmir günü Ağaçlı yoldan, İkinci Sanayi istikametine doğru gidiyordu. Birden telefonuna yüklediği Mozart’ın Dokuzuncu Senfonisi melodisi zili çalmaya başlamıştı. Araç kullanırken, telefona hiçbir zaman cevap vermezdi, aracını bir kenara çeker, yetişebilirse cevap verir, yetişemezse, geri dönüp arardı. Ağaçlı yol durmak için uygun değildir, o sebeple cevap veremedi. Telefonda arkası arkasına üç sefer daha çaldı, acaba kim arıyor olabilir, Elif olabilir mi, diye cevapsız soruları sıraladı içinden. Bu esnada yanından belinden hızla geçip giden araç sürücüleri onun yavaş gitmesine öfkelenip deli deli basıyorlardı klaksona. O, tekrar çalar mı diye merak ederken, Dokuzuncu Senfoni melodili telefonun zili tekrar çaldığında, Stadyum Metro Durağına gelmişti. Aracı bir kenara çekip cevap vereyim diye düşünürken, telefonun sesi kesildi. Arayan muhtemelen Elif’tir, bu kadar ısrarlı hiçbir arkadaşı aramazdı. Telefonun şarjı bitmişti. Bornova Üçyol arasında gidip gelen metro, yedi dakikada bir vıy vıyyy diye hızla giderken, konforlu bir yolculuk sunuyordu İzmir’in aydınlık yüzlü insanlarına. Yıllardır, bilerek komünist işi diye geciktirilen demiryolu taşımacılığı, çağı yakalamamıza vesile olacaktır bundan sonra(!) Masalsı âşıklardan ötekisi ile bir kokteylde yan yana gelmişti. İkisi de kumral tenli, ikisi de topluluğun yenisi, yabancısıydı. Aristokrat topluluk, bu kumral tenlileri avam bulmuş, aralarına aşılmaz duvar gibi bir çizgi çekmişti. O çizgi silininceye kadar, bunlar birbirlerine önce arkadaş, sonra da yar olmuşlardı. Kokteylde bir müzisyen hem çalıyor, hem söylüyordu. Birden oyun havalarına geçen bu “tek kişilik" orkestranın solisti; “Oturmaya değil, eğlenmeye, oynamaya geldik, haydi buyurun, buyurun oyuna, haydi oturmak yok, haydi, haydi!” diye bağırdı. Kıvrak havalar, bas tiz, kâh ara nağmeli, kâh insanı yüreğinden yakalayan duygusal müziklerdi. Bu “Tek kişilik" orkestra roman, Ankara, Konya yörelerinden havalarla oynayanları eğlendirirken, onları kan ter içinde bırakmıştı. “Tek kişilik" orkestra, müziğe yarım dakika ara verince, salonda derin bir sessizlik olmuştu. Birden önce ağır bir zeybek havası, sonra Bergama, Talas, Muğla zeybekleri peşi sıra çalınırken, alanda dört kişi kalmıştı. Herkes pür dikkat oynayanları izlerken oyunculardan ikisi daha alandan çekilmiş, kalan iki kişi kumral tenlilerdi. Onlar tanrısal bir ayin sergiler gibi oyunlarıyla büyülemişti izleyenleri. Kumral tenlilerden, karakısrak sekişli, ince bellisi, lacivert pantolonun üstündeki mavi bluzu, masmavi bir güneş olmuş Karayağızlısını arşa çıkarmıştı. Karakısrak sekişli, emreden bir sesle “çökertme,” dedi. Salondan çıt çıkmıyor, izleyenler Olimpos dağında Zeus ile Hera’nın dansını izler gibi izliyorlardı. Karakısrak sekişli, yere doksan derece kollarını açmış, eşine bakarken, Karayağızlı da kartal kanatları havada, sevda yüklü bakışları onda, tanrının özenle yarattığı Karakısrak’ına bakıyordu. Karakısrak sekişli bir yandan dönüyor, diğer yandan dizlerini yere vururken, karadan kızıla çalan, gözleriyle içine alıvermişti Karayağızlısını. Ritim yavaştan, hızlıya akıp giderken, salonun mavili, pembeli, allı yeşilli ışıkları da izleyenleri başka diyarlara alıp götürüyordu adeta. O günden sonra Portakal kafe, Yeşil Köşk, Hilton Bar… sayısı belirsiz yan yana, can cana; diz dize, göz göze ve de el elin içindedir. Fakat, fiiliyatta imkansız, hayallerde özgürlüğü doyasıya yaşarlar, ta ki adı İlgün olan kapıda kalmış ayrık otunun dedikodusuna kadar… … Şarabın yıllanmışı, aşkın yıllanmışına benzer mi, yıllanmış şarabın kıymetini aşkın ölümsüzlüğünü ihtirasla tadanlar gibi yudum yudum içenler bilir ya, işte öpücüksüz aşk da kavuşulamayan sevdalar gibidir. Sırada en kutsalı vardır aşkın, kutsal aşk masalının. Bu aşk çok eskidir. Yani eskimiştir, o yıllar yıllar öncesine dayanan bir tutkudur, o aşktan öte bir şeydir. O aşığım incinmesin, yaralanmasın diye tek başına omuzlamıştır bu ütopik aşkı! O, Osman’ın at oynattığı diyarların bu taze tomurcuğudur. O, bir çocukluğun pembe rüyalarıyla, deniz kıyısı olsun da ne olursa olsun deyip bu kutsal aşkı, gözlerini para hırsı bürümüş azgın kapitalistlerin doğmamış bebeleri, ana karnında zehirlemesi gibi zehirleyip insan azmanı, sahilli, çişli sulardan kana kana içmişe tercih etmişti. İşte buna sebep o da öfkesini, bedduasını söyler durur yıllardan, asırlardan beri. Ne demişti Kertil dağlarında: “Diyemezsem haklı sevdamı, Söyleyemezsem sevda türkümü, Her mevsimi kara kış olsun, Giyeceği ak gelinliği de al kan olsun!” Tek gamzeli, Tatar bu kızı. Onun yaşadığı coğrafi bölgeyi tanrısal gücüyle yüzey şekillerini değiştirip tepe kondurmuş. Birlikte ütopyalarıyla uzayın yakın gezegenlerin birinde, tepenin cins cins meşelerinin altında tutkuyla sarılmışlardır. Bu tepe, İsmet Paşa heykellerinin en anlamlı durduğu, en yakıştığı bu şehir bu tepeye yaslanmıştır. Bu tepe denizin hemen kıyısından gökyüzüne doğru yükselip giden bir tepedir. O bu tepeye, Meşeli Tepe demiş… Ve sonuca varırken demiş ki: “Boş ver hayali, yeter. Onunla besleniyorum, o umutla yaratıyorum ya güzellikleri, o umutla da her daim capcanlı karşılıyorum ya kızaran ufuklardan başını çıkaran güneşi.” Gabriel Garcia Marquez, bir güzelliğe vesile oldun, senin “Hüzünlü Orospuların” onun “Masalsı aşkları olarak başka bir donda doğdu! Senin doksanlık kahramanın doğum gününde kendine armağan ettiği yeni yetme kız, ona absürt gelse de “Onun Masalsı Aşklarına ilham olup doğuvermiş okurun bahtına. Sen Kolombiyalı dünya vatandaşı, o Türkiyeli, ez cümle o da bir dünya vatandaşı. Bu dünyada olmasa bile, gidenin hiç geri gelmediği kara toprağın altında birlikte Nazım’ın Kuvayi Milliye Şehitleriyle el ele, can cana olun!

  • BENİM

    Bu alemde her şey benim Gölgeler güneşler benim Sımsıcak yazlar, Gece ayazlar benim Aysız gecelerde yıldızlar, Aşkla yanan yüzler benim. Kara kışlarda bembeyazlar, Aynalı göllerde sazlar benim. Kan kırmızı açan güller, Uzak yakın yollar benim. Çiçeğe durmuş dallar, Kara yağız oğullar benim. Deli dolu yağan yağmur, Bostana sokmayan çamur benim. Teknede yoğrulan hamur, Sırtımdan inmeyen kambur benim. Aşk elinde seyranlar, Yaralara dermanlar benim. Denizler, deryalar, ormanlar, Dönüp duran devran benim. Haziran 2012 *** Son kitabı "GEÇEN YAZLAR, GELEN GÜZLER HATIRINA" kitabını, "Bir rehavetin ürünü, emekliliğin tadını çıkarmaya çalışırken kalemimden dökülenler. Sade ve sıradan hayatların sade ve sıradan dizeleri." diye tanımlayan şairimiz; Mersin-Anamur doğumlu. İlk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyat bölümünü bitirmiş. Uzun yıllar çeşitli liselerde edebiyat öğretmenliği yapan şairimiz; Ankara, Ortadoğu Teknik, Bilkent ve Başkent Üniversitelerinde Türk Dili dersleri vermiştir. Halen Ankara'da yaşayan Leman Müftüoğlu'nun "Unuttuğum Yerden Topladım" (2002) ve "Sarhoş Yasemin" (2012) isimli iki şiir kitabı daha var.

  • Mistik Takılmaca

    Bisikletli çocuklar geçti Uçurtması yıldızdan. Tavanı dal dal yeşil Ağaç gövdeli, Tüneller gördüm Aydınlığa açılmış. Çevirdim gözlerimi gökyüzüne Pamuk şekeri bulutlardan Fal tuttum kendime, Beni yazdı... Ya da ben öyle sandım. Hece hece, Harf harf... Dağıldı ardından maviye Baka kaldım. Ne diyecekti ki? Merak içindeyim gerçekten!..

  • AĞARAN BİR SUYUM

    Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı Kadınlar gittikçe daha güzel Güneş daha hızlı adımlıyor gökyüzünü Sular daha soğuk rüzgâr daha serin Eskiden her konuda konuşurdum istekle Bir geniş gülümsemeyle dinliyorum şimdi Büyük yapılar ışıklı çarşılar bitti Ara sokaklara salaş kahvelere gidiyorum Kurtulmak için çırpındığım çocukluğu Yeniden öğreniyorum çocuklardan şaşarak Bütün sesler çın çın bir yalnızlık oluyor İçimden geçenleri söyledim sanıyorum Birisi bir şarkı söylemesin kederle Tenimde bir titreme kirpiklerimde buğu Kısa söz basit eşya kedi sevgisi Aktıkça ağaran bir suyum zamanın ırmağında Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı Kadınlar daha güzel kadınlar daha uzak... * ŞÜKRÜ ERBAŞ 1953'te Yozgat'ta doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara'da Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilimler Bölümü'nden 1978'de mezun oldu. Memurluk ve yöneticilik yaptı, bu kurumdan emekli oldu. Yarın dergisi yazı kurulunda görev yaptı (1984) . Edebiyatçılar Derneği'nde yöneticilik görevinde bulundu (1993-1999) . Şair, halen Antalya'da yaşamaktadır. Şükrü Erbaş, ilk şiirini Varlık dergisinde, 1978 yılında yayınlandı. "Yolculuk" adlı şiir kitabıyla, 1987 Ceyhun Atuf Kansu şiir ödülüne değer görüldü. Ayrıca, "Dicle Üstü Ay Bulanık" şiir kitabıyla 1996 Orhon Murat Arıburnu şiir ödülünü, "Üç Nokta Beş Harf" şiir kitabıyla 2002 Ahmed Arif şiir ödülünü ve "Gölge Masalı" adlı şiir kitabı ile de 2005 Ömer Asım Aksoy şiir ödülünü kazandı. Şiir, edebiyat ve yaşam üzerine denemeler yazdı. Denemelerini "İnsanın Acısını İnsan Alır" (1995) ve "Bir Gün Ölümden Önce" (1999) adlı kitaplarında toplayan Şükrü Erbaş'ın, "Gülün Sesi Gül Kokar" (1998) adlı düzyazılarından oluşan bir kitabı da vardır.

  • SAMİ KARAÖREN’E VEFA

    Zeki Sarıhan * İyiliğini gördüğüm, ahbaplık yaptığım kişiler ölünce, haklarında bir yazı yazmazsam kendimi vefasız sayıyorum. Böyle çok dostlarım oldu. Peş peşe gelen ölümler o kadar çok ki, arkalarından yazı yetiştirmek zor oluyor. Ancak ailelerine telefon edip üzüntülerimizi bildirmekle yetiniyoruz ama yüreğimizdeki yangı daha uzun sürüyor. Cumhuriyet gazetesinin eski yazı işleri müdürlerinden ve ikinci sayfada yayımlanan makalelerden sorumlu Sami Karaören’in o kadar çok iyiliğini gördüm ki. Bana yaptığı ilk iyilik şudur: 1975 yılı olacak. Kurtuluş Savaşı Günlüğü kitabımın daktilo edilmiş metnini yanıma alarak Cumhuriyet Gazetesine gittim. Karaören Çağdaş Yayınların da yöneticisiydi. Acaba kitabımı Çağdaş Yayınları olarak yayınlarlar mıydı? Bana “Jaeschke’nin Kronolojisini gördün mü?” diye sordu. Jaeschke, Türk Devrimi hakkında çeşitli makaleleri ve kitapları olan bir Alman’dı. Kurtuluş Savaşı hakkında ilk kronolojik çalışmayı yapan da oymuş. Kitabı Türk Tarih Kurumundan yayımlanmış olduğu halde bundan haberim yoktu. Utandım ve elimdeki çalışmayı bırakmadan yanından ayrıldım. Kurtuluş Savaşı Günlüğünü yayımlamadan önce başka birçok kaynaklar taramam gerektiğini anladım ve Karaören’e götürdüğüm metin yirmi yılımı da alsa dört ciltlik bir kitap haline geldi. Karaören’in bana yaptığı ilk iyilik budur. Benzer bir iyiliği ben de bir başkasına yapmışım. İbrahim Sevindirici kendisi anlattı: Bir gün elinde Atasözleri ve Deyimler kitabının daktilo edilmiş metniyle Öğretmen Dünyası’na gelerek bunu yayımlamamızı isteyince ona Ömer Asım Asım Aksoy’un Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’nü inceleyip incelemediğini sormuşum. Bundan haberi yokmuş. Metni bırakmadan gitmiş ve yeniden kaynak taramaları yapmış. Şimdi onun imzasını taşıyan ve bana teşekkür için verdiği, her biri 600 sayfayı aşkın Atasözleri Sözlüğü ve Deyimler Sözlüğü benim başvuru kaynaklarımdan… Bazı acemi yazarlar anlamaz ama bir yapıtı basmamak yazarına iyilik yapmaktır. Karaören, Öğretmen Dünyası dergisini pek sevdi. 1982 yılında Cumhuriyet’te kendisini ziyaret ederek Cumhuriyet’le Öğretmen Dünyası arasında ilan değişimi yapmamızı önerdim. Makul karşıladı. Derginin son sayısı hakkında kısa bir metin yazarak bıraktım. Basında ilk reklamımız budur. Sonraki yıllarda her sayımız çıktığında Cumhuriyet’e bir ilan gönderir, karşılığında da Çağdaş Yayınlar veya Cumhuriyet’ten gelen reklam filmini basardık. Böylece Karaören, derginin kitlelere duyurularak yaşamasında paha biçilmez bir iyilik yaptı. Karşılıklı ilanlaşmamız zaman zaman kesintiye uğradıysa da son anlaşmayı 2006’da Yunus Nadi ödülleri töreninde İlhan Selçuk’la yaptık. 1986’da eşimle birlikte Ankara’dan alınıp Ordu Efirli Cezaevine tıkıldığımız günlerde bir sürprizle karşılaştım. Cumhuriyet’in başlığının yanında üst üste iki gün o günlerde yayımlanan Kurtuluş Savaşı Günlüğü Dördüncü Cildinin kapak fotoğrafı yer aldı. Bu jest, göz yaşartıcıydı. Anlamlı bir dayanışma anlamına geliyordu. Bazı dostluklar kara günlerde daha anlamlı oluyor. Ancak ben bu minnet duygularımı Karaören’e 18 yıl sonra ifade ettim. Karaören, gazetenin ikinci sayfasında “Olaylar ve Görüşler” köşesinde bir hayli yazımı yayımladı. Bu köşede yazı yayımlatmak kolay değildi ve yazarına adeta bir statü kazandırıyordu. Öğretmen Dünyasının yazıişleri sorumlusu olduğum dönemde bile yazı kurulu bazı yazılarımın basılmasını reddedince bunları Cumhuriyet’e gönderirdim. Karaören, yazları Burhaniye’nin Talip Apaydın, Halit Çelenk gibi aydınların da dairesinin bulunduğu Sunar Sitesi’ndeki yazlığında otururdu. Ayvalık’ta tatil yaparken ailecek yanına uğrar, bir süre sohbet ederdik. Biz onu alıkoymuş olmaktan kaygılandığımız için çok oturmak istemezdik o ise eşiyle birlikte gösterdikleri ilgi ile bizi utandırırdı. Ülkenin durumundan rahatsızlığını dile getirirdi. Son zamanlarda Cumhuriyet gazetesinin kadrolarından da şikâyetçiydi. Bir görüşmemizde “Bu gazetede ulusalcı birkaç kişi kaldık” dedi. Son görüşmemizde ise artık Cumhuriyet gazetesi almadığını bile söyledi. Ölmeden önceki gazetenin durumu hakkında ne düşündüğünü bilmiyorum. Gazetesi de ölümü nedeniyle yayımladığı yazılarda ona vefalı davrandı. Bir keresinde Türk Dil Kurumunun genel kurulunda, 2003’te de Körfez çevresinde aydınların toplandığı Kozak Yaylası buluşmasında karşılaştık. Son iki buluşmamızdan ilki 12 Ağustos 2012’de Burhaniye’de Mehmet Sazak’ın, ikincisi ise 30 Ağustos 2014’te Celal İlhan’ın yazlığında oldu. Diğer dostlarla birlikte memleket meselelerini görüştük. Demek ki son görüşmemizden beri 8 yıl olmuş. O günden beri ülkenin üstüne çöken karanlık daha da ağırlaştı. Eşi Mahcure Hanım’ı kaybettiğinde ve birkaç bayramda telefon ederek vefasız olmadığımı anlatmaya çalıştım. Kim bilir ona borçlu olan ne kadar insan varız. (18 Mayıs 2022) zekisarihan.com

  • AŞK SERSERİ

    bitmiyor aşkla yaşamayı düşlerken hangi yolun yolcusu hangi açmazın baş yastığıyız belli değil dilsizler dile gelse söylense biri başımızda dönüp duran bu kara bulut hangi bozkırın hangi çorak toprağın şivesi derdimizi dökelim desek mavi nerede hani istiridyedeki inci ön söz yok son sözün zamanı deniz dertli biz dertli birazdan gökyüzü desek enginler kara bulutlar raptiye gölgeliyorlar hücumu dört nala sürülecek seferi kanadım, çok kanadım etimi kemiğimi bakışlarınla sırladım ilk o yüzülmüştü derimi perde inerse insin son sahnede sebebim yağmur seni sevmelerimse hep hararetli dur, uzun uzun dinlen birazdan susar motorlar eskimez eksilmezler dalgalar sarhoştu aşk serseri #aydogmuszeliha

  • YARIMADA

    Zaman mı, değil zaman Akan zaman değil mesafelerdir Güneşin çekici yukarda Suyun bıçağı aşağıda Krom alçakgönüllü, bakır utangaç Ağaç: bir damla iki kıvılcım arasında Rüzgâr bilmiyor nerden eseceğini Sınırlar kesik, Yerleşme yerlerinde balkıma Biz kırıldık daha da kırılırız Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü Hırsız da bilmiyor çaldığını Biz yeni bir hayatın acemileriyiz Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor Şiirimiz, aşkımız yeniden, Son kötü günleri yaşıyoruz belki İlk güzel günleri de yaşarız belki Kekre bir şey var bu havada Geçmişle gelecek arasında Acıyla sevinç arasında Öfkeyle bağış arasında Biz kırıldık daha da kırılırız Doğudan batıya bütün dünyada Ama kardeşin kardeşe vurduğu hançer İki ciğer arasında bağlantı kurar Büyür, bir gün, zenginleşir orada Çünkü Ali’yi dirilten iksir de saklı Hasan’a sunulmuş ağuda, Granitin de olur bir okyanus diriliği, Nehirler daha uysal akar, Bir çiçek nasıl açıyorsa kendiliğinden Bir kuş nasıl uçuyorsa Öyle sever, çalışır insan, Kıraçlar çarptıkça dağlara Gül göçürür şafağından Doğanın altın şafağından İnsanın altın şafağından Tarihin altın şafağından Biz kırıldık daha da kırılırız Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza. CEMAL SÜREYA Ekleyen: Nurten B. AKSOY

  • İYİ KİM

    Belkide seni en çok bu yüzden seviyorum... Kendimi bildiğimden beri durum bu; haksızlıklara, hele de güçsüzlere ve çocuklara yapılıyorsa, ooo aman Tanrım! Sanki kör bir bıçakla yüreğimi doğruyorlar liğme liğme, her yer ama her yer kan içinde...boğuluyorum, anlatamıyorum. Öyle bir hale geldim ki adaletsizliğe, basitliğe, insan kimliğine yakışmayan tüm eylemlere artık dayanamıyorum. Birde, hatta en başta o var tabii; yalana ve iftira atanlara duyduğum tiksintiyi anlatacak söz yok...belkide en çok bu yüzden her şeyden, yaşamdan soğuyor, dahası herkesten uzaklaşıyorum. Dünyalarına kurdukları, kendilerini, insan onurunu içine atıp yaktıkları cehennemi; gerçekten, yarattıkları domino etkisine sahip yıkımların tek kelimesini bile anlamıyorum. Gördüğüm onca tablodan sonra oldu sanırım, birileri yalan söyledikçe herkes gibi benim güvensizliğim artıyor... Hem kendime hem başkalarına, dibe vuruyorum. Sanki bunca aldatmacada, kişilik yırtılması ve arsızlık patlamasında en ufak bir payım varmış gibi insanlarıma kendimi, samimiyetimi, yalansızlığımı ve çıkarsızlığımı daha çok ispata girişiyorum. Sanırım bana duyulan güvensizlik, bu dünyada beni en çok yaralayan şey olarak kalacak hep, bu kadar çabalamam da bu yüzden, bu yüzden bu denli yorgunum. Artık susmak, kendimi anlatmaktan mezun olmak...sanırım tükendim ben, ben uzun uzun dinlenmek istiyorum. İnsan ne kadar yorgun olsa, bir damlacık olsun varsa, anahtar deliğinden bile sızsa bir ışığa tutunmak istiyor ve her zamanki gibi o anlarda keşkeler yetişiyor açmazlarına... Keşke diye başlıyor, diyor ki keşke insanlar kavrayabilse yalansızlığın, asaletin özünde kolay edinilebilen bir şey olduğunu, ne sarayla ne saltanatla, ne şahla ne şahpaz olmakla ilgisinin olmadığını... Samimiyetin, temiz duygu, düşünce ve eylemlerle kaplı bir yaşam felsefesinin zayıflık değil, Tanrı katına varıncaya, ne kadar yaratılmış varsa hepsinin yanında yenilmez bir güç ve geçer akçe sayıldığını. Hatta ve hatta yaşam yolundaki dikenleri budayıp, gelinciklerle, papatyalarla donattığını ve donatacağını...keşke diyor insan, keşke, bu keşke geçmişe değil geleceğe. Ama biliyorum sen böyle biri hiç olmadın ve olmayacaksın. İyi'kim! Neyse kısa bir mektup olsun bu, çünkü ben bunları yazarken bile kahroluyorum. Olsun ama, ne kadar kahrolsam da bu mektupların en güzel yanlarından biri ruhumda uzayan geceme, yıldız yıldız saçtığım sen oluyorsun, anahtar deliğinden ışık ışığa içeri aldığım da...böyle zamanlarda daha çok korkuyor, yüreğine daha çok sokuluyorum. Böylece fırtına kopsa, gökyüzü kara bulutların ebedi yurdu olsa...yetmez mi! Tamam, yer yerinden oynasın birde, ne gam! Sen var oldukça, iğnenin deliğine girse her sabah güneşi bulup ona sımsıkı sarılır, ruhumdaki zehri akıtırım; gün öğleye devrildikçe çiçek çiçek, dal dal terlemeye durur...ve ben seninle, ve ben sana hep, daha akşamı vurmadan zaman ilkbahar, sevbahar olurum. Bil: Seni, yalansızlığını ve o asil ruhunu çok seviyorum. Kendimle, kendim gibi, en çok sevgili...sen kal. Kriz üstüne kriz Bir nefeslik olsun Penceremi ormana açıyor Sana öyle bir zamandan susuyorum 'Suyun şarkısı var mıdır ki?' Diyen bir çocuk saklanıyor içime 'Susmasın!' Diyen bir çocuk Elleri mürekkep lekesi Onun kaleminden bu mektup Şafak atımına muratla Sana yazıyorum Kelebekler uykuda Çiçekleri kokusuyla Kurutmadan zarfa koydum Ucunu yakmadan hemen önce oluyor Her köşesine sesi kısılmış hayalleri tutturuyorum Sapa yol Zaman yorgun Miadı dolmayan bir hüznü İnsanımı söyleyecekler sana Yoğun kar yağışını Çıkmaz sokaklar Küfürbaz duvar yazılarını Anlayacaksın biliyorum #zeliş

  • SÖZ VER BANA

    rengi acı yeşil kavruk günlerden bir şiir söylemek istiyorum sana hava buz kirpiklerim ıslanır önce olmazları anlarım birazdan birazdan geceye susar bakışlarım olsun yine de gelecek güzel günlere söz ver altın sarısı saçlarıyla sevgili aşka derin nefese çilek kokusuna söz ver bana pembeleri çekmiş kiraz dalına elmalı şekere dondurmalısından kağıt helvaya söz ver barut kokusu sinmiş olmasın kin ve nefretten yana kısır yine de söz ver bana #aydogmuszeliha

  • İNSAN SAYILSAK

    bazen uzun uzun durur, susar biriktirir ve birikir insan topladıklarımıza kuytumuzda sakladıklarımıza dönüp bakmalı onlarız biz onlar kadarız acıtanları mı söyleyecek oluyorsunuz acıttığı kadar acımıştır mutlak kin ne nefret kim intikam nereye kadar onlar erkeğim dedikçe biz dikeceğiz başımızı doğuran çalışıp çoğaltan kadınlığımızı bağıracağız onlar Kürt oldukça biz daha da Türk kime yarar akla zarar biz kurguladık acıklı film akışımız hepsi hepsi insan yanlarımızın sakatlanışı keşke yekten silinse hafızalar gözlerdeki perde kalksa tek devlet tek millet özünde sınırları kaldırılmış salt dünya kalsak kuşlar uçursak ağzımızdan koca koca ak kanatlı kırmızı mavi turuncu kuşlar silsek ya karanlığı yazılsa kafa kağıdımıza İNSAN sayılsak... #aydogmuszeliha

  • NEDEN

    yaşamadan ölmelere hesap mı sorulurmuş soruyorum ''Neden!'' gel zaman git zaman değil bunlar boşlukta eriyip yiten sayısız an hal böyleyken sonunda ünlem işareti olan bir ''Neden!'' bırakıyorum bizi doğuran sayıya sararıp dökülürken yapraklar tostoparlak hoop altın çanak kanadı kırıldı hep yaşamasız kaldı başıboştu onca yuvarlanışa ''Neden!'' bu kaçıncı bir ''Neden!'' de ölü doğumların altına sürüyorum bulutsuz gökyüzü rüzgar afilli gözümüze dolan toza toprağa ''Neden!'' yengilerimizin yakasına bir ''Neden!'' iliştirirken yenilgilerimizin ayak ucuna kıvrılıyor sinsi sinsi gülüyor onlarcası ''Neden!'' dilimi kırıyorum sonra hızlı bir savruluş kalbimiz çiçeklerden alaca karanlığa denk geliyor eşref saati değil sondan bir önceki keser sapı kafalara ''Neden!'' barışa gülüp geçenlere dostluğu yoksul insanlığı yavan ovadan dağ doğuran çığırtkanlara hay ben topunuzun ocağına ''Neden!'' şimdi sana nerede bahar hani aşka kızılcık şerbetinin zamanı gelmişse şarap çanağıma ''Neden!'' #aydogmuszeliha

  • Bir Bahar

    Bir bahar diliyorum senden O alnıma yazılmayan eşsiz zamanı Mavileri derin Yeşiller almış muradını Bir bahar Çiçekleri daha gürbüz Kırmızılar can alıcı Bir bahar soruyorum senden Saçları dağınık bir zaman Hiçbir şey bitmemiş Kırılıp incinmemiş Umutların kanına girmemiş darağacı Bir bahar Buruşturulmamış Bir kenara fırlatılmamış yarınları Suyun sesi kuş seslerine Bir bahar gözlerinden Bir bahar ellerinden Yüreğinden bin bahar Düşleri engin Gözleri ışıltılı #aydogmuszeliha

  • Türkiye Üzgün Yurdum Güzel Yurdum

    Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum Boynu bükük ay çiçeği Şiirin ve aşkın geleceği Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum Dağ rüzgarı, portakal balı Alçak gönüllü, hünerli, sevdalı Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum Yazgısı kara yazılmış gelin Kurumuş sütü memelerinin Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum Harlı bir ateş gibi derinde yanan Haramilerin elinde bulunan Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum Güngörmüş, bilge toprağım Yunus, Pir Sultan ve Nazım Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum Bozlak, ağıt, halay ve zeybek Dumanı üstünde ekmek Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum Yüzü kırış kırış anam Ağlayan narım, gülen ayvam Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum Asmaların üstünde gün ışığı En güzel geleceğin yakışığı Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum Zinciri altında kımıldayan Bitecek sanıldığı yerde başlayan Ataol Behramoğlu

  • AY OĞUL

    .... karadeniz derler bir kara derya abanmış üstüne kozlu’da çocukların kömür müdür yürek midir ocaklardaki ağıt mıdır figan mıdır bacalardaki zonguldak zonguldak vurur yüreğim zonguldar dertlerim günde beş öğün katarlanır albayraklı cenazelerim kimi ağlar ekmek ekmek, ne bilem kimi ağlar okul okul, ne bilsin ne bilsin grizuyu grevi sendikayı, kemal’ım ne bilsin yoksul yetim? sen hep samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay kemal’ım hele bir de kömürlere çık hele bir çık hele bir kemal’ım! … Hasan Hüseyin Korkmazgil *** Soma Faciası, 13 Mayıs 2014'te Manisa ilinin Soma ilçesindeki kömür madeninde çıkan yangın nedeniyle 301 madencinin ölümüyle sonuçlan madencilik kazasıdır. Facia, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çok can kaybı ile sonuçlanan iş ve madencilik kazası olarak kayıtlara geçmiştir. Soma Holding şirketlerinden Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. tarafından işletilen maden ocağında, patlamaya elektrikli ekipmanların sebep olduğundan şüphelenilmiştir. Yangın, vardiya değişimi sırasında meydana gelmiş ve 787 işçi patlama sırasında yer altında kalmıştı. 17 Mayıs 2014'te, bu faciada toplamda 301 kişinin hayatını kaybettiği ve içeride kimsenin kalmaması sebebiyle kurtarma çalışmalarının sona erdiği açıklanmıştı... Bu kazada hayatını yitiren tüm madencileri rahmet ve saygıyla anıyoruz...

bottom of page