top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Haziran Güzelim

    Issız, susuz, gösterişsiz... Yumru yumru, Diken diken... Bir köşesinde oturur balkonun İzin vermez kimselere Dokunulsun! Kimse bilmez... Kokusunu, rengini. Kimse bilmez, yıl boyunca Ne biriktirdiğini Kimse bilmez... Kelebek ömrü çiçeğinin Güzelliğini! Amber amber dostluk kokan pembe pembe Haziran biriktirdiğini!..

  • 5 Haziran DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ

    DÜNYA DEĞİŞİYOR DOSTLARIM #dünyaçevregünü #zeytinağacı çocuklar dünyayı alacak elimizden ölümsüz ağaçlar dikecekler… Nazım Hikmet Ran * Uzun zamandır dünya çapında devam eden corona pandemi sebebiyle evlerimize kapandık. Bizim gibi birbirlerine sarılarak sevgi göstermeye alışık Türk halkı bile artık kimse kimseyle sarılmıyor tokalaşmıyor. Marketten alınan her şey iyice yıkanıyor. Ellerimizde kolonyalı mendil veya kolonya devamlı ellerimizi dezenfekte etmeye çalıştık. Bir çok genç insan hastanelerde yaşam savaşı verirken diğer taraftan sosyal medyayı açar açmaz bir çok vefat haberi ile karşılaştık. İşin kötüsü normal hastalıklar ile ilgili artık insanlar korkularından doktora gitmeye korktukları için belki pandeminden değilse de normal hastalıklardan tedavi olamadığı için hayatını kaybetti. Şimdi tam pandemi bitti mi derken halen hastalığın bitmediğine dair haberlerin yanısıra bu kez yine bir başka hastalık maymun çiçeği virüsüne dair haberler yayılmaya başladı. Aşılandık, aşılanıyoruz diyenler diğer taraftan aşıya karşı çıkanlar herkes bir panik halinde yaşarken, diğer taraftan pandeminin sebebi üzerinde bir çok kişi fikir ileri sürerken aslında şöyle bir etrafımıza baktığımız zaman sanki biraz da doğanın intikamı gibi değil mi? Doğayı talan ettik Ormanları kestik, fabrikaların bacalarından havaya zehir soluduk. Altın uğruna toprağı siyanürle zehirledik. Biraz daha para kazanmak uğruna çok katlı ama çürük binalar yaptık. Albert Einstein “Tarımı ihmal eden ülke intihar ediyor demektir. Gelişmiş ülkenin semalarında ne kadar çok uçağın uçtuğu değil, ne kadar çok arının uçtuğu önemlidir. Eğer arılar ölürse sonraki yıllarda insanlar da ölür.” derken aslında gözünü para hırsı bürüyen tüm insanları ne güzel uyarmıştı. dinledik mi hayır. Her gün dünyayı talan etmeye devam ettik. Tarımı ihmal ettik dünyanın her tarafında dikilen gökdelenlerle hem havanın hem de toprağının canına okuduk. İnsanlar kendi oksijen kaynaklarını yaşam alanlarını yok ediyor. "Biz büyüdük kirlendi dünya" Murathan Mungan bestelenen şiirinde dünyayı nasıl da kirlettiğimizi aslında ne güzel anlatıyordu. Hala kirlenmemiş, çocuklar ve çocuk masumiyetini yüreğinde taşıyan mücadeleci insanlar kurtaracak bu dünyayı. Dr. Guy McPherson; "Ekonominin doğadan daha önemli olduğunu düşünenler, para sayarken nefes tutmayı denesin." demiştir. Para sayarken değil ama artık ne yazık ki yaşamak için nefesimizi tutmayı insanların birbirine dokunmadan sanal bir dünyada yaşamaya başlamasını öğreniyoruz. İnsanların aslında yeniden öğrenmesi gereken belki de doğal olmak, samimi ve sevecen olmak. Ne çok değerli insanı, güzel şeyleri kaybettik hala kaybediyoruz. Birçok güzel insan atına binip sonsuzluğa gidiyor. Biz her zaman olduğu gibi yaşarken değerini bilmediğimiz o değerli insanları yitirdikten sonra arkalarından ah vah ediyoruz. Belki de artık şöyle bir düşünüp kendimize çevremize ellerimizle olmasa da yüreğimizle sımsıkı sarılmalı ve kıymetlerini bilmeliyiz. Hayatta bir şeyler zor geldiği yorulduğum zaman kendimi ve ruhumu şımartmak için sevdiklerimle zaman geçirmeye ve sevdiğim kitaplara sarılıp o satırlarla mutlu olmayı seçerim. Hepimizin dayanma sınırları zorlanıyor. Beni çok etkileyen Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” isimli kitabını okumuşsunuzdur. Ada da uyum halinde yaşayan insanlarla martılar arasında anlamsız bir şekilde martıların öldürülmesi kararı alınması ve bu süreçten sonra yaşananlar. O güzelim ada bir kabusa dönüşür. Yazarın da dediği gibi '' ekolojik dengeyle oynamak her zaman felaket getirir!'' . Sait Faik “Son Kuşlar “ isimli kitabında “Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.” , “"Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak.", “Saygı duymadık da ne oldu? Dünyayı birbirine kattık işte... Sofralarımızı, kapılarımızı, gönlümüzü kapadık. Kapadık da ne ettik? Dünyayı birbirine kattık.” diyerek doğaya verdiğimiz zararları anlatır. Peki dünya nereye gidiyor? Haberlere bakıyoruz - Deprem - Yağmur, sel, su taşkını - Orman yangını - Kirlenen nehirler denizler - Kesilen ağaçlar, yok olan ormanlar - İmara açılan doğal sit alanları - Kentsel dönüşüm kapsamında yükselen gökdelenler - İmar kirliliği, doğa katliamı ve çevre kirliliği - Elimizden ne gelirse yapıyor para kazanma hırsı ile her şeyi bozup yok ediyoruz. Oysa bir tane daha dünya yok. Çocukluğumuzda izlediğimiz western filmlerinde Beyazlar iyi, Kızılderililer kötü olarak tanıtılır. Oysa büyüdükçe aslında kötü olanın Kızılderililer değil onların elinden toprakları alan kendi topraklarında onları köle yapan beyazlar olduğunu anlıyor insan. Kızılderililer demişken “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.“ demişti Kızılderili lider. Diğer yandan internette “Şef Seattle, Kızılderili lider ‘in Amerikan Başkanına Gönderdiği Mektup” olarak yayınlanan yazı aslında Ted Perry’e aittir. 22 Nisan 1970 günü Austin’de Teksas Üniversitesi’nde genç bir film profesörü olan Ted Perry, ilk Dünya Günü kutlamaları için kampüste düzenlenen bir kutlamaya katılır. Burada, bir akademisyen olan William Arrowsmith, Şef Seattle’ın, topraklarını satın almak isteyen dönemin yerel yöneticilerine yönelik yaptığı dokunaklı bir konuşmasını okur. Perry, Şef Seattle’ın sözlerinden çok etkilenir. Kısa zaman sonra The Southern Baptist Convention’ın Radyo ve Televizyon Komisyonu, kendisinden çevre kirliliği ile ilgili bir belgesel filmin senaryosunu yazmasını istediğinde, Perry insanları çevresel yıkıma karşı uyarmak için Şef Seattle’ın konuşmasının hayalî bir versiyonunu yazmaya karar verir. Perry bu hayalî versiyonu yazarken Seattle’ın yapmış olduğu konuşmadan bazı sözleri ödünç alır ama bunları vermek istediği yeni mesajı daha da vurgulamak için kullanır. Uzun olan konuşmasında şöyle seslenir: Washington'daki büyük şef topraklarımızı almak istediği konusunda sözünü göndermiş. Büyük şef aynı zamanda dostluk ve iyi niyet sözlerini göndermiş. Bu çok nazik bir hareket. Çünkü karşılık olarak bizim dostluğumuza çok az ihtiyacı var. Ama biz teklifini düşüneceğiz. Çünkü biliyoruz ki, eğer satmazsak beyaz adam silahlarla gelip toprağımızı alabilir. Gökyüzünü, toprağın ısısını nasıl alıp satabilirsiniz? Bu fikir bize garip gelir. Eğer biz havanın tazeliğine ve suların parıltısına sahip değilsek, onları nasıl satın alabilirsiniz? Bu dünyanın her parçası benim insanlarım için kutsaldır. Her parlayan çam iğnesi, bütün kumlu sahiller, karanlık ormanlardaki sis, her açık alan, vızıldayan böcek, halkımın deneyim ve anılarında kutsaldır. Ağaçların gövdelerinden akan sular Kızılderililerin anılarını taşır. Beyaz adamın ölüleri yıldızlar arasında yürümeye gittiklerinde, doğdukları ülkeyi unuturlar. Bizim ölülerimiz bu güzel dünyayı asla unutmazlar. Çünkü o Kızılderili'nin anasıdır. Biz dünyanın parçasıyız ve o da bizim parçamız. Güzel kokan çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyik, at, büyük kartal, bunlarsa bizim erkek kardeşlerimiz, kayalık tepeler, çayırlardaki ıslaklık, tayın vücut ısısı ve adam, hepsi aynı aileye aittir. Öyleyse, Washington'daki büyük şef toprağımızı almak isteyince bizden çok şey istiyor. Büyük şef bize rahatça yaşayabileceğimiz bir yer ayıracağını söylüyor. O bizim babamız ve biz de onun çocukları olacağız. Öyleyse, toprağımızı alma teklifini düşüneceğiz, ama bu kolay olmayacak. Çünkü bu toprak bizim için kutsaldır. Dereler ve nehirlerden akan, parıldayan sular, sadece su değil ama atalarımızın kanlarıdır. Eğer size toprak satarsak, onun kutsal olduğunu hatırlamalısınız, ve çocuklarınıza da onun kutsal olduğunu öğretmelisiniz. Göllerin berrak suyundaki her hayali yansıma, halkımın yaşamından anılar ve olaylar anlatır. Suyun mırıltısı babamın babasının sesidir. Nehirler erkek kardeşlerimizdir, susuzluğumuzu giderdiler, nehirler kanolarımızı taşırlar ve çocuklarımızı beslerler. Eğer size toprağımızı satarsak, hatırlamalısınız ve çocuklarınıza öğretmelisiniz ki nehirler bizim kardeşlerimizdir ve sizin de; bundan dolayı nehirlere herhangi bir kardeşe göstereceğiniz kibarlığı göstermelisiniz. Kızılderili her zaman ilerleyen beyaz adam önünde geri çekilmiştir. Dağlardaki sisin sabah güneşi önünde kaçışı gibi. Ama babalarımızın külleri kutsaldır. Mezarları kutsal topraklardır ve bu tepeler, ağaçlar, dünyanın bu parçası bize sunulmuştur. Beyaz adamın bizim adetlerimizi anlamadığını biliyoruz. Toprağın bir parçası diğeri ile aynı onun için, çünkü geze gelip topraktan ihtiyacı olanı alıp giden bir yabancıdır o. Dünya onun kardeşi değil ama düşmanıdır ve onu fethetti mi ilerlemeye devam eder. Babalarının mezarlarını geride bırakır ve aldırmaz. Çocuklardan dünyayı kaçırır. Aldırmaz. Babalarının mezarları ve çocuklarının hakları unutulmuştur. Annesi dünyaya ve kardeşi göğe, satın alınan, yağma edilen, koyunlara ya da parlak boncuklar gibi değişilen birer malmış gibi davranır, iştahı dünyayı yiyip bitirecek ve geride sadece bir çöl bırakacaktır. Bilmiyorum bizim yollarımız sizinkilerden farklı. Sizin şehirlerinizin görünümü Kızılderili'nin gözlerine acı verir. Ama bu belki de Kızılderili vahşi olduğundan ve anlamadığındandır. Beyaz adamların şehirlerinde sakin yer yoktur. Baharda yaprakların açılışını ya da böceklerin kanat vuruşlarını duyacak yer yoktur. Ama bu belki de benim vahşi olmamdan ve anlamadığımdandır. İnsan bir kuşun yalnız ağlayışını veya su birikintisi etrafında tartışan kurbağaların seslerini duymazsa hayatın anlamı nedir? Bir Kızılderiliyim ve anlamam. Kızılderili su birikintisi üzerine vuran rüzgarın yumuşak sesini ve yağmurun temizlediği ya da çamın koku verdiği rüzgarın kokusunu yeğler. Hava Kızılderili için değerlidir. Çünkü her şey aynı nefesi paylaşır. Hayvanlar, ağaç, adam, hepsi aynı nefesi paylaşır. Nefes aldığı hava, beyaz adamın dikkatini çekmiyor gibi. Günlerdir ölü bir adam gibi kötü kokuyla uyumuş. Ama eğer size toprağımızı satarsak, havanın bizim için değerli olduğunu hatırlamalısınız, çünkü hava, sağladığı tüm yaşamla aynı ruhu taşır. Büyükbabamıza ilk nefes veren rüzgar, onun soluğunu da kabul edendir ve rüzgar çocuklarımıza yaşam ruhun da vermelidir ve eğer size toprağımızı satarsak, onu, beyaz adamın bile gidip çayırın çiçeklerinin tat verdiği rüzgarı tadabileceği bir yer olarak, ayrı ve kutsal tutmalısınız. Ve toprağımızı alma teklifini düşüneceğiz. Eğer kabul etmeye karar verirsek bir şart koyacağım. Beyaz adam bu toprağın hayvanlarına kardeşleri gibi davranacak. Ben vahşiyim ve başka bir yoldan anlamam. Çayırlarda çürüyen binlerce bufalo gördüm, beyaz adamın geçen trenden vurup, bıraktığı. Ben vahşiyim ve dumanlı demir atın, bizim sadece canlı kalmak için öldürdüğümüz bufalodan nasıl daha önemli olabildiğini anlamıyorum. Hayvanlar olmadan insan nedir? Eğer bütün hayvanlar bitse, insan, ruhun büyük yalnızlığından ölürdü. Çünkü hayvanlara ne olursa, insana da aynısı olur, kısa süre içinde. Her şey birbirine bağlıdır. Ayakları altındaki toprağın büyükbabalarımızın külleri olduğunu çocuklarınıza öğretmelisiniz. Böylece toprağa saygı duyarlar. Çocuklarınıza, toprağın akrabalarımızın yaşamlarıyla dolu olduğunu söyleyin. Çocuklarınıza bizim çocuklarımıza öğrettiğimizi öğretin. Dünya annenizdir. Dünyaya ne olursa, dünyanın oğullarına da aynısı olur. Eğer insanlar yere tükürürse kendi üzerlerine tükürürler. Bunu biliyoruz biz. Dünya insana ait değildir. İnsan dünyanındır. Bunu biliyoruz biz. Bütün her şey bir aileyi bağlayan kan gibi birbirine bağlıdır. Dünyaya ne olursa dünyanın oğullarına da o olur. Hayat ağını insan örmedi, o sadece bir lif onun içinde. Ağa ne yaparsa kendine yapar. Dalgalar gibi. Ama halkım için ayrılan bölgeye gitme teklifinizi düşüneceğiz. Sizden ayrı ve barış içinde yaşayacağız. Geri kalan günlerimizi nerede geçirdiğimiz çok az önemli. Çocuklarımız babalarının yenilgiyle aşağılandığını gördüler. Savaşçılarımız utanç duydu ve yenilgiden sonra günlerini aylaklık etmek ve vücutlarını tatlı yiyecekler ve sert içkilerle kirletmekle harcıyorlar. Kalan günlerimizi nerede geçirdiğimiz önemli değil. Çok değiller. Birkaç saat, birkaç kış ve bu dünyada bir zamanlar yaşamış büyük kavimlerin veya şimdi ufak topluluklar halinde ormanda dolaşanların çocukları da kalmayacak. Bir zamanlar sizinkiler gibi güçlü ve umutlu olanların mezarlarında yas tutmak için. Ama niçin halkım geçip gidiyor diye yas tutayım ? Kavimleri insan yapar. O kadar. İnsanlar gelir ve gider. Denizin dalgaları gibi. Tanrısı kendisiyle arkadaş gibi konuşan ve yürüyen beyaz adam bile bu ortak kaderden ayrı tutulamaz. Hepimiz kardeş de olabiliriz. Göreceğiz. Bildiğim bir şey var ki, beyaz adam belki bir gün keşfeder. Tanrımız aynı tanrı. Şimdi sizin bizim toprağımıza sahip olmak istediğiniz gibi ona da sahip olduğunuzu düşünebilirsiniz. Ama olamazsınız. O insanın Tanrı'sı, ve şefkati Kızılderililer için de beyaz adam için de aynı. Bu dünya onun için değerli, ve dünyaya zarar vermek onun yaratıcısını küçümsemektir. Beyazlar da geçip gidecek. Belki bütün diğer kavimlerden önce. Yatağına pislik yığmaya devam et, bir gece kendi pisliğinde boğulacaksın. Ama yok oluşunda, seni bu topraklara getiren ve özel bir nedenle sana bu toprak ve Kızılderili üzerinde hakimiyet veren Tanrı'nın gücüyle yakılmış olarak parlayacaksın. Bu son, bize bir sır, çünkü biz bufalolar katledildiğinde, vahşi atlar ehlileştirildiğinde, ormanın gizli köşeleri pek çok insanın kokusuyla dolduğunda, ve diri tepelerin görünümü konuşan tellerle lekelendiğinde anlamıyoruz. Çalılık nerede ? Gitmiş! Ve kıvrak taylarla av hayvanlarına elveda demek nedir ? Yaşamın sonu ve yaşamaya çalışmanın başlangıcı. Öyleyse, toprağımızı alma teklifinizi düşüneceğiz. Kabul edersek, bu vadettiğimiz ayrılan bölge için olacak. Orada belki, kalan kısa günlerimizi dilediğimizce yaşayabiliriz. Bu dünyadan en son Kızılderili de yok olduğunda ve anası sadece çayırlar üzerinde hareket eden bir bulut iken, bu kıyılar ve ormanlar hala halkımın ruhunu muhafaza edecekler. Çünkü halkım bu dünyayı, yeni doğanın annesinin yürek atışını sevdiği gibi sever. Öyleyse, eğer toprağımızı satarsak, onu bizim sevdiğimiz gibi sevin. Onunla bizim ilgilendiğimiz gibi ilgilenin. Diyarın anısını onu aldığınızdaki gibi saklayın. Ve bütün gücünüzle, bütün aklınızla, bütün kalbinizle onu çocuklarınız için koruyun ve sevin. Tanrının hepimizi sevdiği gibi. Bildiğimiz bir şey var. Tanrımız aynı Tanrı. Bu dünya onun için değerli. Beyaz adam bile bu ortak kaderden ayrı tutulamaz. Bütün bunlardan sonra, kardeş de olabiliriz. Göreceğiz.” *** Corona ile evlere kapandığımız zaman sokaklarda betonların arasından fışkıran çiçekler otlar, şehre giren yaban hayvanları yani insan olmadan da doğa varlığını sürdürüyor hem de hiçbir sorun yaşamadan. Çevreye doğaya, insana her türlü canlının yaşam hakkına saygı duyanlar doğa için mücadele etmekten yılmadan devam ediyorlar. Biliyorum bir şekilde bu pandemi bitecek bu arada bir çok değerli insan da atına binip sonsuz yolculuğa çıkacak. Ancak kalanlar bu dünyaya sahip çıkacak mı? İnsanlığımızı unutacak mıyız? Betonlaşan dünyada insanların yürekleri de betonlaşıyor. Kimse kimseye selam vermiyor. Kimse gözleri ile yürekten gülmüyor. Herkes tamam çekiyorum diyen kameraya sahte bir gülücük fırlatıyor. Oysa bu dünyanın gülümseyen, gülümseten insanlara ihtiyacı var. Bir avuç insan benlik duygusundan uzaklaşıp dünyayı güzelleştirmeye uğraşıyor. İşte o zaman yüreğime su serpiliyor. Daha her şey bitmedi. Hala güzel insanlar var biliyorum. Her şey güzel olacak. “Dünyayı güzellik kurtaracak.” demişti Dostoyevski Budala isimli romanında. İnanıyorum. Adnan Yücel” Yeryüzü Aşkın Yüzü oluncaya Dek” isimli şiirinde “ Bu günlerden geriye/Bir yarına gidenler kalır/ bir de yarınlar için direnenler” diye seslenir. * Talan Toprak Ananın bağrında Yeşerince ağaçlar Bayramlık gibi Giyince dallar çiçekleri Kuşlar yuvalandı Şen ötüşleri ile Doğa bayram yapıyordu. Kalabalık konuşan adamlar Hoyratça dalınca dağa Koca dişli kazmalar Bağrına atınca demir pençelerini Koca Çınar son bir gayret Kökleri ile sımsıkı tutundu Toprağa Hırlayarak boynunu vurdu testere Gövdesi yarıldı Düştü boylu boyunca Bir ah duyuldu Göz yaşları aktı toprağa Kuşlar çığlık çığlığa ağıt yaktılar Çiçekler hoyrat ayaklarda Ezildi Derelerin masmavi suları Kıpkızıl toprağa kesti Gökyüzü sürüp rüzgârı Bulutlarını çekti Toprağın bağrı çatladı Taş gibi sessizlik Kapladı ovayı yaylayı Doğanın bin bir renkli korusu Susmuştu Hüznün sesinden başka ses duyulmaz oldu Minik bir çocuk Yüreğinden gülümseyerek Bir fidan dikti Umutla suladı Toprak Ana fidana güç vermek için Köklerinden sımsıkı sardı Mavi kuşun kanadından Bir tüy düştü Korumak için üstünü örttü Bir güvercin gagasında su taşıdı suladı Yarınlara dair bir tohum boy verdi Korkma dedi korkma Aydınlık en karanlıktan doğar Güneş ışıkları ile öptü Aydınlattı sabahları * Yüreğiyle, kalemi ile varlığı ile dünyayı güzelleştirenlere selam olsun. Semihat Karadağlı /09.05.2021 Güncelleme: 04.06.2022 Karikatür: Ercan Akyol Zeytin Ağacı fotoğraf : Devrim Çelebi

  • Ben Aydınlıkçı İken-1:NEDEN AYDINLIKÇI OLDUM?

    Zeki Sarıhan * Bu konuyu yazmam farz oldu. Vatan Partisi’nin politikalarını eleştirdiğim yazılarıma, sosyal medyadan verilen bazı yanıtlarda “Sen de uzun yıllar bu partiye hizmet etmedin mi?” diyenler olduğu gibi benim İşçi Partisinde yöneticilik yaptığım, ayrıldığım partinin Vatan Partisi olduğu yolunda notlarla karşılaşıyorum. İnsanın kendi geçmişini gözden geçirmesi çok doğal, hatta gereklidir. Fakat bu yazıda değineceğim konular yalnız benim değil, Aydınlıkçı hareketin geçmişine de kısmen olsun ışık tutacaktır. Bir kitap boyutunda ele alınabilecek bu konuda, peş peşe beş yazı paylaşacağım. Amacım İşçi Partisini eleştirmekten çok kendimi ifade etmektir. Yazılarımı okuyanlar belki de tartıştığım konularda İşçi Partisini haklı göreceklerdir… Aslını inkâr edene “haramzade” derler. Ben bir sosyalistim ve sosyalist olarak kalmaya kararlıyım. İşçi Partisi de bir zamanlar sosyalist bir partiydi. Bu nedenle sosyalist olduğu dönemler için söylersem, eski bir Aydınlıkçı olmaktan gurur duyuyorum. Öncelikle belirteyim ki, İşçi Partisine 1998’de üye oldum ve 2011 yılında bu partiden istifa ettim. Parti aynı zamanda beni ihraç etti. İhraç işlemine itiraz etmedim çünkü ondan ayrılmaktan son derece memnundum ve derin bir nefes aldığımı söyleyebilirim. Çünkü uzun süredir partinin izlediği politikalardan rahatsızdım ve bunları dile de getiriyordum. NEDEN AYDINLIKÇI OLDUM? Fakat şimdi epey gerilere gitmek ve ne zaman ve niçin Aydınlıkçı olduğumu anlatmam gerekiyor. Ben 1960 ihtilalinin açtığı toplumsal patlama yıllarında 1961-1962 yıl aralığında kendimi sosyalist saymaya başladım. Aynı zamanda Atatürk devrimcisi idealist bir öğretmen adayı idim. Atatürkçülüğümün nedeni Atatürk’ün bağımsızlık savaşının önderi ve modern bir devletin başında bulunmuş olması idi. Herkes gibi aldığım resmî eğitim de bunu telkin ediyordu. Sosyalist olmamı ise bir köylü çocuğu olarak halkın büyük çoğunluğunun geçmişte ve o tarihlerde nasıl ezildiğini, yoksul bırakıldığını görmem olacak. Demokrat Partiye oy veren bir aileden geldiğim halde aldığım eğitimin gereği olarak CHP sempatizanlığından Türkiye İşçi Partisi taraftarlığına geçmem uzun sürmedi. 1964’te 20 yaşında ilkokul öğretmeni olduğum zaman halkın dertlerini dert edinmekle birlikte, sosyalizmin temelinin sınıf mücadelesi olduğunu ve emekçilerin iktidara gelerek sınıfsız bir toplum kurmaları gerektiğini tam olarak kavramış olduğum söylenemez. Kurtuluşu, devrimci aydınlar tarafından halkın kültürel olarak aydınlanmasına bağlayan klasik görüş çok yaygındı. Ben de ateşli bir köycü olmuştum. Köyümde bir kitaplık açmaya öncülük ettim. Bir kalkınma derneği kurduk. Köylerde kooperatifler kurmak gibi çabalara giriştik. 1967 sonbaharında Gazi Eğitim Enstitüsü’ne kaydolduğum zaman artık hem hükümet organları tarafından hem arkadaşlarım tarafından sosyalistliği tescil edilmiş bir delikanlı idim. Gerek okulda, gerek gençlik içinde katıldığım ve temsil ettiğim kurumlar beni siyasi olarak olgunlaştırmakla birlikte, 1968 hareketini temsil eden sosyalist odaklar arasında gidip geldiğim oldu. TİP taraftarlığım devam ederken Millî Demokratik Devrim düşüncesi yaygınlaşıyordu. Ben bu düşünceyi benimsediğim zaman onlar da Kırmızı ve Beyaz Aydınlık olarak ikiye bölünmüştü. Doğu Perinçek’in başında olduğu Beyaz Aydınlık değil, Mahir Çayan ve arkadaşlarının başında bulunduğu Kırmızı Aydınlık bana daha çekici geldi. Onların birkaç toplantısına katıldım. Kurtuluş dergisinin ilk sayısında “Okurlarla Sohbet” yazısı bana aittir. 1970’te Gazi Eğitim’den mezun olup Milas’ta Türkçe öğretmenliğine başladığımda Kurtuluş gazetesini toplu olarak getirterek bir gencin elden satmasını sağladım. Sol ve Bilim ve Sosyalizm Yayınlarından getirtiyor ve kurduğumuz kitap kulübünde okunmasını sağlıyordum. Ama 1970’lere doğru artan bireysel maceracılık olarak gördüğüm adam kaçırma, şehir gerillacılığı gibi hareketlere karşı idim. O tarihlerde Aydınlıkçıların çıkardığı İşçi Köylü, Hikmet Kıvılcımlı’nın Sosyalist dergilerini de alıyordum. 1971’de hem bakanlık emrine alındığım, hem gözaltına alınıp tutuklandığım tarihlerde herhangi bir grubun üyesi değildim. İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nda üç ay tutuklu kaldıktan sonra Mamak Cezaevine nakledilmemden bir süre sonra tercihimi yaptım. Şaban İba’nın temsil ettiği Dev-Genç grubunun komününe girdiysem de aynı koğuşta kaldığımız Aydınlıkçıların tutumları ve görüşleri bana daha çekici geldi. Bunun nedeni Aydınlıkçıların (O zaman PDA’cılar Proleter Devrimci Aydınlıkçılar) deniliyordu) Maceracı eylemlere, 12 Mart Muhtırası’na karşı çıkmaları ve devriminin halk kitlelerinin eseri olması gerektiğini söylemeleriydi. PDA’cıların 1973’te mahkeme karşısında yaptıkları savunmada, Türkiye tarihini kitlelerin mücadele tarihi olarak sunmaları ve resmî tarihe de cesurca meydan okumaları, benim için bir sıçrama noktası oldu. HALKIN MÜCADELESİ TARİHİNE BAĞLANMA Yalnız gruptaki arkadaşların Çin Komünist Partisi hayranlığını garip karşılıyordum. Öyle ki ÇKP’nin Politbüro üyelerinin adlarını ezbere sayabiliyorlardı! Türk Kurtuluş Savaşı’na ilgi duymam bu süreç içindedir. Bizim devrimimiz Türkiye halkının mücadelesine dayanacağına göre, bu mücadelenin başarıya ulaşmış en büyük eseri, Kurtuluş Savaşı değil miydi? Yeni mücadelelerimizden ondan çıkarılacak dersleri arayıp bulmalı değil miydik? Kurtuluş Savaşında köylülerin, gençlerin, kadınların, öğretmenlerin ve başka kesimlerin mücadelelerini not ediyordum. Bunların bir kısmını ileriki tarihlerde ayrı ayrı kitap haline getirecektim. 1974’te Af Yasası’yla Cezaevinden çıkınca artık bir Aydınlıkçı idim. Bu siyasi kimliğim 37 yıl sürdü. Ancak o yıllarda yasadışı TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) yerine kurulan TİKP (Türkiye İşçi Köylü Partisi)ne ve onun devamı olan Sosyalist Partiye üye olmadım. Bunun nedeni, bu partilerin hâlâ yarı-legal partiler olarak çalışması ve üyelik önerisinde de bulunmamaları idi. Sanırım Partinin çok dar bir kadrosu vardı. Ayrıca ben, düşüncelerimi özgürce ifade edebilmek için parti disiplini altına girmek istemiyordum. Bunda ne kadar haklı olduğum, partiden ihraç işlemiyle anlaşıldı. Parti yönetimine en ufak bir eleştirisi olanların nasıl partiden atıldıkları bir sürü ihraçlarda görüldü. Partide yalnız genel başkanın dedikleri oluyordu ve partililer onun görüşlerini hemen ezberliyor ve körü körüne savunuyorlardı. Bu durum halen devam ediyor. (1 Haziran 2022) Sonraki yazı: AYDINLIKÇILARIN ÖĞRETMEN KOLU zekisarihan.com

  • GÖLGELER DARAĞACINDA

    Nafaka sabır değirmeninde Umutsuzluk beynin kıvrımlarında Öfke-sevgi tazı-tavşan kovalamacasında İnanç melek-şeytan kıskacındayken Sabır öğütüldüğünde Umutsuzluk beyni burduğunda Öfke sevgiyi boğduğunda Şeytan etkili olduğunda Mantıkla sinir savaştığında Umarsızlık zirve yaptığında Gölgeler darağacında Fırsat kollamakta Bir görünüp bir kaybolmakta. Fuat ÖZGEN

  • ŞEYH BEDRETTİN

    Galiba bin dokuz yüz yetmiş sekiz yılıydı. Nazım Hikmet’in yarattığı yapma destanlarımızın en güzel örneklerinden olan Bedrettin Destanını Cem Karaca yorumu ile dinleyince çok beğenmiştim. O güne kadar Bedrettin adını hiç duymamış, Bedrettin nasıl bir kişiliktir, hakkında en küçük, bir bilgim yoktu. O kadar çok etkilenmiştim ki, sözler müthiş, yorum o yılların ruh halime tıpa tıp uyuyordu. Dağların yükseklerinden kopup gelen bir çağlayan gibi gürül gürül akıyordu. Cem Karaca: “Sıcaktı Sıcak Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı Sıcak Sıcaktı Bulutlar doluydular Bulutlar boşanacak Boşanacaktı O kımıldanmadan baktı Kayalardan Iki gözü iki kartal gibi indi ovaya Orda en yumuşak, en sert En tutumlu, en cömert En seven En büyük, en güzel kadın; TOPRAK Nerdeyse doğuracak doğuracaktı.” Bin dört yüz on beşlerin toplumsal bir olayı yine olağanüstü sözlerde yeniden vücut bulmuş ve olağanüstü bir yorumla yeniden dünyaya gelmişti. Nazım Hikmet bu şiiri Bursa Cezaevinde hükümlü iken okuduğu bir risaleden etkilenerek yazmış. Şimdi Nazım’ın entelektüel derinliğine şapka çıkarmaz mısınız, cezaevi koşullarında bu kadar nitelikli bir şiiri yazmak, 1938 yıllarının yazılı kaynaklarının yetersizliğini göz önüne getirip fevkalade olduğunu kabul etmez de ne yaparsınız? Hiç vakit kaybetmeden Bursa Altıparmak’ta bir kitapçıya giderek, Necdet Kurdakul’un “Bütün Yönleriyle Bedrettin,” adlı eserini aldım. Anadolu toprakları büyük bilgelere, hümanistlere, filozoflara ev Sahipliği yapmıştır: Eflatun, Homeros, Hacıbektaş, Yunus, Nazım Hikmet, Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi şahsiyetler Anadolu topraklarında insan sevgisinin ana fikrini yazmışlardır. Yazıma başlarken, “ben Bedrettin’i Nazım ve Cem Karaca ile tanıdım,” demiştim ya. Beni etkileyen, büyüleyen şu dizelerin sihrine bakar mısınız? “…Hep bir ağızdan türkü söyleyip Hep beraber sulardan çekmek ağı Demiri oya gibi işleyip hep beraber Hep beraber sürebilmek toprağı Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek Yarin yanağından gayri Her şeyde, Her yerde hep beraber diyebilmek için On binler verdi sekiz binini...” Her duyduğumda, yine aynı heyecan, yine aynı vakur ruh halimle dinlerim. Konunun didaktik anlatımına geçmeden, Nazım Hikmet adının altını bir kez daha çizmek lazım. Sonra bu destanın müziğimizin güçlü isimleri Cem Karaca ve Zülfü Livaneli tarafından icra edilmesi, Bedrettin adının yarınlara taşınmasında muhteşem bir görevi yerine getirdiği kültürün bir milletin tarihsel geçmişinin bilinir olmasında çok değerli olduğunu aklı başında her insan kabul eder. Müzikle gücü daha da artan bu destan, Nazım gibi ölümsüzler ülkesinin nüfusuna kaydedilmiştir. Şeyh Bedrettin, 1358-1420 yılları arasında yaşamış, büyük bir Türk bilgesidir. 62 yaşında katledildiğinde hiçbir koşulda zalimin karşısında eğilmemiştir. Babası Osmanlı kadısı, yani hakimidir. O, Simavna Kalesini, savaşarak kazandığı için, Osmanlı kaleyi ona vermiştir. Simavna bugün Yunanistan toprakları içinde kalmış, bir Osmanlı toprağıdır. Annesi, kalenin tekfurunun kızıdır, meraklıları için diyelim Hıristiyan’dır. Yani, Osmanlı padişahlarının anneleri gibi, onun annesi de sonradan Müslüman olmuş, Melek adını almıştır. Yapıtları: Ölümünden sonra eserlerinin birçoğu gizlenmiş veya kaybolmuştur. Menakıbnameye göre 48, başka kaynaklara göre 38 yapıtı vardır. Bazı yapıtlarının adı bilinmekle beraber günümüze ulaşmamıştır. En iyi incelenmiş yapıtı Varidat'tır. Ayrıca, Letai'fü’l-işarât, Ukudü’l-cevahir, Teshil, Meserretü’l-kulûb, Nurü'l-kulub, Çerağu'l-fütuh… Bedrettin, hayat derslerini, annesinden almış, Grekçeyi de ondan öğrenmiş, babasından da hukuk dersleri almıştır. Bedrettin, kendini yetiştirmek ve öğrenmek için yoğun bir emek vermiştir. Edirne’de fıkıh, Bursa’da astronomi, matematik öğrenmiş, Konya’da Mevlana’nın müritlerinden feyz alıp gönül dünyasını zenginleştirmiştir. Ona Konya da yetmeyince, yönünü, Mısır’a çevirmiş, Kahire’de bilginlerle, ulemalarla gönül sohbetleri yapıp felsefi ve entelektüel birikimini daha da artırmıştır. Mısır’da ulemadan biri ona iki cariye vermiş. İşte Bedrettin onlardan adı Cazibe olan Habeşliyle evlenmiştir. Yine meraklılarına magazinsel bir bilgi daha verelim. Bedrettin tek evlilik yapmış, yani medeni kanunun tek eşli olma esasını bin dört yüzlü yıllarda hayata geçirmiştir. Yine o yıllarda beyler, şeyhler, ağaların birden fazla kadınla evlilik yaptıklarını bunun da toplumsal bir zorunluluk olduğunu belirtmek lazım. Bedrettin'in Kahire’de Hüseyin Ahlati ile tanışması ona yeni bir ufuk açmıştır. Artık Bedrettin bir tasavvufçudur. Neydi tasavvuf, nefsi terbiye etme, dünya varlıklarından uzaklaşıp onların esiri olmadan tanrı varlığına yönelme diye öz bir tanımlama yapabiliriz… Bedrettin’in ilim irfan yolculuğu Kahire’de son bulmamış, oradan Tebriz’e geçmiştir. Tebriz’de Timur’un alimlerle yaptığı sohbetlere dahil olmuş, hem ulemanın, hem de Timur’un takdirine mahzar olmuştur. Timur o kadar çok takdir etmiş, o kadar çok takdir etmiş ki bazı tarihçilere göre Timur Bedrettin’in elini bile öpmüştür. Görüldüğü gibi, Bedrettin, ilim irfan yolculuğunda hakikaten çok emek vererek, derya deniz olmuş! Şimdi konuyu herkesin az çok bilgi sahibi olduğu bir noktaya getirelim. Yıldırım Beyazıt ile Timur arasındaki Ankara Savaşı, ilkokul okuyan, herkesin bileceği bir konudur. Bu savaştan malumunuzdur, Timur galip çıkmıştır. Savaştan sonra Timur, Yıldırım’ı yanında götürünce, Osmanlı başsız kalmış, bu başsızlık, Osmanlı’da on bir yıl süren taht kavgalarına sebebiyet vermiştir. Tarihte bu devrin adı Fetret devridir. Yıldırım’ın dört oğlu, İsa, Musa, Süleyman ve Mehmet topladıkları kuvvetlerle kah birbirleri ile işbirliği yaparak, kah savaşarak kanlı taht kavgalarına girmişler. Nihayetinde Mehmet Çelebi kardeşlerini yenerek yönetimi ele almıştır. Timur’un adını andıktan sonra bir parantez açıp ona dair bir iki cümle etmek lazım. Öncelikle Timur bir Türk hakanıdır, Yıldırım’ı yenmesinden ötürü onu lanetlemek doğru bir anlayış değildir. Türk boylarının kendi aralarındaki savaşlardan ötürü, tarihsel gerçekleri çarpıtmamak lazımdır. Tarihçilerin tarihi doğru yazmak gibi, çok kutsal bir görevi vardır. Daha önce okuyup bilen var mıdır bilmem. Mesela, İzmir’i fetheden Türk komutanı Timur’dur. Şimdi parantezi kapatalım. Yıldırım’ın oğulları arasındaki taht kavgalarının uzun sürdüğünü bu savaşlardan Çelebi Mehmet’in galip çıktığını az önce ifade ettik ya. Şimdi şeytani bir iki soru sorarak, beyin jimnastiği yapalım. Diyelim ki, Mehmet Çelebi değil de Musa Çelebi, diğer kardeşlerini yenip padişah olsaydı, Bedrettin de sadrazam olurdu. O zaman Osmanlı’da hakim mezhep hangisi olurdu, Nakşibendilik yine devlette bu kadar etkin olabilir miydi, yine Anadolu’da Alevi katliamı olur muydu? Haydi, siz bu soruların cevaplarını düşünürken ben konuya kaldığımız yerden devam edeyim. Kazasker Bedrettin yenilikçidir. Onun yenilikçiliği ilk olarak hukuk alanında görülür. Mesela kadın erkek eşitliği, üretimde hakça bölüşüm, insanların yaşama hakları, dinler ve mezhepler arasında eşitlik… Güzel değil mi, herkesin dini kendine göre, en yüce din değil mi, bu konuda kavga olur mu, bu uğurda insanlar öldürülür mü? Tasavvufçular der ki, Tanrı kendi güzelliğini görmek için insanı yaratmış, onun tecellisi de insanın yüzünde, yüreğinde vücut bulmuştur. Ben derim ki insanın tanrısı, insanın vicdanıdır; Tanrının gücü sevgidedir, onun gücü hiçbir şeyde yoktur, onun karşısında demir dağlar erir, sarp kayalar un ufak olur. İnsanın yüreğinin köşelerinde keşfedilmemiş, sevgiler, farkına varılmamış tanrılar vardır. İnsan ruhu, bedeni tam tekmil çözümlenememiş çok bilinmeyenli bir denklemdir, bu güzellikleri ortaya çıkarmak için çalışmak harika olmaz mı? Bedrettin’in taraftarları tam bir Anadolu mozaiğidir. İçinde her dinden insan Bedrettin’e gönül vermiş, birlikte dünyayı değiştirmek için el ele, gönül gönüle mücadele edip “yârin yanağından” gayrı her şeyi, her şeyi paylaşmışlardır. Bedrettin düşüncelerini hayata geçiren bir gönül adamı, büyük bir bilgedir. O aynı zamanda kılıçla, zulümle susturulmaya, asimile edilmeye çalışılan Türkmenlerin, ezilen, sömürülen insanların sesi olmuştur. Marksizm’in esamisinin okunmadığı bin dört yüzlü yıllarda geliştirdiği komün yaşamında ne sömüren, ne sömürülen vardır. Bedrettin adını anıp Börklüce Mustafa’nın, Torlak Kemal’in adını anmamak onlara büyük bir haksızlık olur. Börklüce Aydın Karaburun’da, Torlak Kemal Manisa’da büyük bir güç toplamış, uygulamaları ile insanları mutlu etmişlerdir. Onların uygulaması Bedrettin düşüncesinin hayat bulmasıdır. Bu iki isim de Bedrettin gibi büyük birer devrimcidir. Devrimciliği Fransız İhtilali'ndan başlatmak doğru bir yorum değildir. Kuşkusuz Fransız İhtilali dünya halklarının uyanmasından yadsınamaz bir görev üstlenmiş, imparatorlukların yıkılmasına sebep olmuştur. Şimdi konuya başka bir gözlükle bakıp insanların garipliklerine tanıklık etmiş olalım. İşin en garibi adının önünde profesör olan biri dedikleri ile resmen … (Burada kullanmak istediğim ifade yazımın ruhuna uygun olmadığı için üç nokta koydum.) Diyor ki Sayın Profesör Bedrettin için: “Stalin Şeyhi Bedrettin” O sayın profesör, devam ediyor, “eğer o yıllar Bedrettin başarılı olsaydı, Kızıl tehlike acısını 530 yıl önce getirecekti.” Lafa bak, birilerine yaranmak için, adam iyi bir boyamış. Yine diyor ki bu beyzade,” Bedrettin asıldığı gün Türk ve İslam aleminin kurtuluş günüdür!” 1923 de mübadele günlerinde Serez’den bir sanduka içinde getirilen Bedrettin’in kemikleri Topkapı Sarayı’nın bir odasındadır. Devam ediyor Bay Profesör, “Bedrettin’in kemikleri ya yakılmalı, ya da denize atılmalı!” Öfkeye bakın, insanın sinirlerini hoplatıyor, değil mi? Bedrettin’den sonra etkili, güvenilir iki isim: Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’dir. Yıldırım’ın oğulları arasındaki taht kavgasından Çelebi Mehmet galip çıkmıştır. İktidarını pekiştirmek için hemen icraata başlamış, öncelikle Bedrettin’i bilgisine hürmeten, (kitaplar böyle diyor) İznik’e sürgüne göndermiştir. Bunun üzerine Börklüce Aydın illerinde, Torlak da Manisa’da isyan eder. Börklüce ve askerleri üzerlerine gönderilen kuvvetleri bozguna uğratır. Üstelik kılıçları tahtandandır. Savaş ganimeti olarak ele geçirdikleri metal kılıçlarla daha bir güçlü olurlar. Büyük ustanın dediği gibi, “yalın ayak ve yalın kılıçtılar, başları açıktı.” Karaburun dağlarının bıçaktan keskin kayalarının üstünde cenk etmektedirler. Bu esnada isyan genişleyip Çanakkale’ye kadar ulaşır. Bu sefer Osmanlı kuvvetleri daha büyük bir ordu ile saldırır. Elli bin kişilik ordunun başında Şehzade Murat vardır. Büyük usta savaşının sonunu şöyle betimliyor: “…Sıcaktı, Bulutlar doluydular Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere Birdenbire gökten yağar, kayalardan dökülür, yerden biter gibi Bu toprağın verdiği en son eser gibi Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar Dikişsiz ak libaslı, baş açık, yalınayak ve yalın kılıçtılar Mübalağa cenk olundu Aydın'ın Türk köylüleri Sakızlı Rum gemiciler Yahudi esnafları On bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa'nın Düşman ormanına on bin balta gibi daldı Bayrakları al, yeşil Kalkanları kakma, tolgası tunç saflar pare pare edildi ama Boşanan yağmur içinde gün inerken akşama On binler iki bin kaldı…” Mustafa yenilmiştir, yakalanarak, işkencenin en acımasızı yapılır. Buna dair Bizanslı tarihçi der ki, “parmakları pense ile tek tek kırıldı, olayı izleyen halk kemik çıtırtılarını duymuştur. Börklüce’de en ufak bir korku, teslimiyet yoktur. Celladına der ki “Acele etme, zamanımız var yavaş yavaş kırarsın,” Bu sırada da “İriş Dede Sultan İriş!”der. Aynen Nesimi’nin derisi yüzülürken “Enel hak,” dediği gibi. Bu tasavvuf anlayışının ruhiyatındandır, yani mürşidin gerçek varlığa ulaşmasıdır. Cellâtlar, af dilerse affedileceğini söylemelerine karşın, hiçbir şekilde eğilmemiştir. Cellatlar, Börklüce’den önce müritlerini gözünün önünde bir bir öldürür. Her baş düşerken “İriş Dede Sultan İriş,” derler. Sıra kendine gelmiş, önce bir bir parmakları kırılmış sonra, çırılçıplak soyularak, çarmıha gerilmiştir. Sevgili okur, Mustafa ve geriye kalan iki bin adamının idamını Nazım öyle bir anlatmış, okurken inan gözlerim yaşardı. Diyor ki Nazım: “…Boynu vurulacak iki bin adam Mustafa ve çarmıhı Cellat, kütük ve satır Her şey hazır, her şey tamam Kızıl sırma işlemeli bir haşa Altın üzengiler, kır bir at Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk Amasya padişahı şehzade Sultan Murat Ve yanında onun bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Beyazıt Paşa Satırı çaldı cellat Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi Yeşil bir daldan düşen elmalar gibi birbiri ardına düştü başlar Ve her baş düşerken yere Çarmıhından Mustafa Baktı son defa Ve her yere düşen başın kılı depremedi "İriş Dede Sultanım iriş" "İriş Dede Sultanım iriş" "İriş Dede Sultanım iriş" Dedi bir Başka bir söz demedi…” Börklüce’nin yenilmesi Torlak Kemal ve askerlerinde müthiş bir moral çöküntüsüne sebep olur. Beyazıt Paşa, kan dökmekten çekinmeyen acımasız bir paşadır. Kısa zamanda Torlak Kemal ve askerlerini yener. Torlak da Börklüce gibi çırılçıplak soyulur sonra boynunda iple günlerce Manisa sokaklarında dolaştırılır, sonra idam edilir… Bundan sonra Anadolu’da Alevi kıyımı başlar, ama ne kıyım. Dağ taş didik didik Alevi aranır, buldukları yerde acımasızca katledilir. Yani Anadolu’daki kıyım Yavuz’dan önce başlamış, sonra İkinci Beyazıt’la sürmüş; Yavuz’la en kanlısı, en vahşisi uygulanmış. Bitmiş mi katliamlar, biter mi, sonra Kuyucu gelmiş. Yani Kuyucu Murat. Kuyucu adı nereden gelmekte Alevileri kuyulara doldurduğu için bu lakap verilmiş. Böyle böyle altmış bin insanı katletmiş Kuyucu Murat. Daha yazsam konu dışına çıkmış olacağız. Bitti mi, biter mi, Sivas, Maraş, Çorum… Bedrettin, İznik’ten gizlice kaçıp Kastamonu’daki İsfendiyar oğlu Beyliğine sığınır. Amacı Balkanlara geçip orada fikirlerini yaymak taraftar toplamaktır. Kastamonu’dan bir gemi ile Bulgaristan’a, oradan Deliorman mevkiinde kendini sevenlerle buluşarak çalışmalarına devam eder. Bir gün Çelebi Mehmet’in adamları onun dergâhına gelir ve adi bir yalanla, “biz seni seviyoruz, biz senin adamıyız,” diyerek, yalanla, dolanla, hileyle ele geçirir. Serez’in esnaf çarşısında idam edilir. Bedrettin idamını bir hikâyecikle anlatmaya çalışayım: Onu yargılayan yargıçlardan biri, (aslında “yargıç” sözcüğünü böyle adamlar için kullanıp değerini düşürmemek lazım.): “Ne o Bedrettin korktun galiba, bak yüzün sapsarı sarardı,” der. Bedrettin: “Güneş batarken sararır,” deyip onun algılayamayacağı muhteşem bir cevap verir. “…Yağmur çiseliyor, beyaz ve çıplak mürted ayaklarının ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi. Yağmur çiseliyor, Serez’in esnaf çarşısında, bir bakırcı dükkânının karşısında Bedrettin’im bir ağaca asılı. Yağmur çiseliyor. Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir. Ve yağmurda ıslanan yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir…” Bu konuda söylenecek o kadar çok şey vardır ki, onun gibi bir bilgeyi, örgütçüyü anlatmak kolay bir şey değil. Muhakkak eksik bir şeyler kalacaktır. Biliyorum, çok zor bir konuyu ele aldım. Eğitim enstitüsü yıllarından beri ilgimi çeken, ancak yazabildim onunla ilgili duygularımı. Eğer bir eksiklik, bir hata olmuşsa af ola. Konuyu bitirirken Nazım Hikmet’e dair de bir şeyler söylemek lazımdır diye düşünüyorum. Şiirimizin yüz akı, dünya şiirinin büyük ustalarından birinin böyle muhteşem bir yapma destan örneği ile konuyu işlemesi, Bedrettin adının asırlarca yaşamasına vesile olmuştur. Sadece Nazım mı, diyeceksiniz, tabi ki hayır, Cem Karaca’ya ve Zülfü Livaneli’ye, sonra başka sanat emekçilerine de gönülden teşekkür ederim. Cem Karaca yorumu beni en çok etkileyen yorumdur. Hele bu bölümü onun sesinden dinlemek: “…Yenildiler Yenenler, yenilenlerin dikişsiz ak Gömleğinde sildiler kılıçlarının kanını Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi Hep beraber kardeş elleriyle işlenen bu toprak Edirne sarayında damızlanmış atların eşildi nallarıyla Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu Deme... Bilirim O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim Ama bu yürek O bu dilden anlamaz pek O "Hey gidi kanbur felek hey, hey gidi kahpe devran hey", der Ve teker teker Bir an içinde Omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri, yüzleri kan içinde Geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak Geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları…” Hele bu dizedeki sesin tonu, şiire acayip bir ahenk vermekte. “Edirne sarayında damızlanmış atların eşildi nallarıyla!” Sesin gücüne, ifadenin muhteşemliğine… Harika! Büyük bilge, ezilen, sömürülen, yok sayılan, hangi dilden, hangi dinden olursa olsun herkesi kucaklayan Şeyh Bedrettin’in anısı önünde saygıyla eğiliyorum. 25 Mayıs 2022 Salihli

  • Kimseye Benzeme

    Kopyala yapıştır Çal çırp İki kelimenin üstüne Sür makyajı Oh ne güzel dünya * Annem tembihlemişti Sakın başkasına benzeme Doğru bildiğin yolu Şaşmaya kalkarsa Sakın rengine ve sesine Aldanma paranın Bırak cebi dolu Yüreği boş insanları Zenginlik yürekte kızım * Babam dedi ki Unutma Paranın sesi insanın, doğanın, kuşların sesinden daha çok ses veriyorsa Ruhunu satanlara Asla sırtını dayama Onlara direk olma... Emeğe saygı duy... * Doyuyor mu karnın Dimdik yürüyor musun? Alnın açık Bir sözün değerli mi Kasalar dolusu çekten Daha ne olsun En zengin sensin kızım. * Dayatılana Gölge olmak neymiş? Sürüp düşlerini kaleme Filiz ver özgürlüğe Boyun eğme Asfalt yoldan yürüyüp Kolayı seçmektense Boş ver zor olsa da Doğru değilse söylenenler Boyuna bosuna bakmadan İnadına inadına Tırnaklarınla tırman dağı Pes etme * Hayatın tam gözünün içine Tebessümle bak Yüreğinin gücüne güven Sen düşlerini kirletme Eğilmeden bükülmeden dimdik yürü... Semihat Karadağlı/28 Nisan 2022 saat: 21.30 İstanbul İzmir uçak yolculuğu

  • Bir Kış Işını Üstüne

    Yorgo SEFERİS * 1 Paslı tenekeden yapraklar sonun ne olacağını gören zavallı beyin için şu bir-iki parıltı. Kışın çıldırttığı martılarla savrulan yapraklar. Birden açılıveren göğüs gibi ağaca döndü el ele oynayanlar çıplak ağaçlarla dolu koca bir orman oldu. 2 Beyaz yosunlar yanıyor su yüzüne çıkıyor göz kapakları olmayan deniz kızları bir zamanlar dans eden şekiller taşlaşmış alevler. Her yer karlar altında. 3 Çıldırtmıştı beni yoldaşlarım pusulalar, sekstantlar, teodolitler ve her şeyi büyüten teleskoplarla - keşke hiç yaklaşmasalardı. Nereye götürür bizi böylesi yollar? Belkide dönmemiştir daha gül gibi bir alevle yanmaya başlayan gün kayalıkların derinliğinde ve Tanrının ayaklarına şahlanırken deniz. 4 ''Sonunda bir ışık sorunuyum ben,'' demiştin yıllarca önce. Şimdi bile yaslanırken uykunun geniş omuzlarına denizin uyuşturulmuş göğsüne fırlatıldığın şu anda bile karanlığın silinip açıldığı köşelerde gözlerin yüreğini delecek kargıyı arıyorsun el yordamıyla ışığa çıkarmak için. 5 Hangi bulanık ırmak sürükleyip götürdü bizi? Biz derinlerde kaldık. Sular akıp gidiyor başlarımızın üstünden dilsiz kalmışları eğerek çocukların fırlatıp attıkları çakıllara dönüştü kestane ağacının altındaki sesler. 6 Hafif bir nefes, sonra bir nefes daha, sonra bir öfke kasırgası kitabı bırakıp yırtarken geçmişin eski kâğıtlarını ya da çömelip otlara seyrederken dörtnala kalkan çalımlı binicileri ve gövdelerinin her çiziğinden ter boşanan genç amazonları sıçrayıp boğuştukları oyunlarında. Cana can katan rüzgarlar, güneşin doğduğunu sandığın bir şafakta. 7 Alev alevi diriltir zamanın damla damla akışı gibi değil, bir şimşek gibi birdenbire, birleşmesi gibi bir özlemin başka bir özlemle birbirine kenetli, ya da ortada bir yontu gibi kalan vuruşu gibi bir ezginin kımıldamadan. Rastgele bir sağanak değil, bizim kılavuzumuz olan yıldırım bu soluk. * Yorgo SEFERİS' in Üç Kırmızı Güvercin Kitabından sf. 135-138 / HAFTANIN ŞİİRİ ÖNERİ

  • AH ERCİŞ AH (ÜÇ KEM ANI)

    İlk göz ağrım, ilk görev yerim Erciş! Ne güzel insanlar tanıdım sende, ne güzel insanların var senin. İsim isim saysam unuttuklarıma haksızlık etmiş olurum ki bu da beni çok üzer. O açıdan isim zikretmemeye çalışacağım; yalnız bir iki isimden söz etmemek de anıların bir bacaklarının eksik olması sonucunu doğurur. Yeşil Erciş’in Karakoyunlu Türkleri tarafından kurulduğunu söylemişti Erciş’in güzel insanlarından Celal Bey. Birikimin insanları kucaklaman çok kıymetliydi, Celal abi! 1982 yılında bir mart ayında öğleden sonra sarı renge boyanmış ortaokul binasında başladım göreve. O zamanki müdür yardımcısı müfettiş olup ayrılmıştı Erciş’ten. O çok sıcak karşılamıştı, fakat… Anlatacağım üç vaka var ki, aklıma geldi mi, bugün bile soğuk soğuk terliyorum. Bu üç vaka Erciş’in güzelliklerine hiç yakışmayan şeylerdi. Erciş’te bir dönemi bitirmiştim, eş durumu tayinleri için son müraacat temmuzun yedisinde mi, onunda mı bitiyordu, geçmiş gün emin değilim. Okulu vekâleten yöneten arkadaşa durumu anlattım. Olmaz dedi, sınavlar bitsin, nereye gidersen git dedi. Ama eş durumu tayinleri temmuzun onuna kadar olduğu malumunuzdur dedim. Beni ilgilendirmez, dedi. Bu yıl tayin isteyemezsem, bir yıl tayin isteyemem biliyorsunuz dedim. O senin sorunun dedi. Çok üzülmüştüm, acemi, toy bir öğretmendim. Çaresizdim, kim nasıl ne yapar diye düşünürken, fen bilgisi öğretmeni arkadaşım Ahmet Çetinkaya’nın bulduğu, harika bir çözüm yolu ile hem nikah akdini yaptım, hem de eş durumu tayini için müracaatta bulundum... Nöbetçi öğretmen olduğum bir gün, son zil çalmış, öğrenciler evlerine gitmiş, ben de son kontrolleri yapıp nöbet defterini imzalamak için müdür yardımcısı odasına gittim, kapı kapalıydı, çaldım kapıyı, içeriden pek de kibar olmayan bir ses: “Gellllll!” Allah Allah dedim, inşallah bir terslik olmaz, Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna yaklaşık iki bin kilometrelik bir yere gelmişim. Kimi kimsesi olmayan yirmi iki yaşında stajyer bir öğretmendim. Öğretmen olanlar bilir. Stajyer öğretmenler, bir yıl tecrübeli öğretmenin rehberliği ile öğretmenliği öğrenir (!) Bir yabancı idim, yani Ercişli değildim, Anadolu’da bir tabir vardır ya, “yabancı şeyin kuyruğu şeyine olurmuş ya…” Selam, deyip girdim içeri, nöbeti bitirdim, defteri imzalayıp raporu yazacağım, dedim. İki müdür yardımcısı, birbirlerine bakıp kinayeli kinayeli sırıttılar, kendi aralarında bir şeyler konuştular. En medeni olanı(!) al imzala, yok bi şe demi, deyip defteri önüme fırlattı. Sonra da Selam he, ne selamı ule, selamünaleyküme ne oldum olûm, dedi. Yok yok dedim, hiçbir sıkıntı olmadı, her şey yolunda, dedim. Dedim, demesine de daha o an kan ter içinde kalmıştım. Defteri imzalayıp bir an evvel odadan çıkmak için acele ediyordum. Açıkçası korkuyordum, iki müdür yardımcısının iyi niyetli olmadığı ayan beyan ortada idi. İmzayı atıp iyi akşamlar diyerek kapıya yöneldim ki, ötekine göre daha medeni olan(!) dur bir dakika deyip küfür etmeye başladı. Ayıp oluyor ama, dedim. Bu sefer daha öfkeli küfür etmeye başladı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Neden, niçin öyle davrandılar, hala cevabını bilmiyorum. O akşam hiçbir şey olmadan okuldan çıktım, Camikebir Mahallesi’ndeki evime doğru yürüdüm. Yol boyu, öfkeden yazık ki elden bir şey gelmez içim içimi yedi. Kısa günlerdi, akşam çabuk oluyordu. Eve vardım, kapıyı eşim açtı, hoş geldin, ne oldu sana elin yüzün çaput gibi, bir şey mi oldu okulda, dedi. Yok yok, dedim hiçbir şey olmadı, bugün nöbetçiydim, hem de derslerim yoğundu, dedim. Haftalık ders saatim, 34 müydü, 36 mıydı şimdi emin değilim. Yaklaşık beş altı saatim öğretmenlerin ifadesiyle “kızılay’a” gidiyordu, yani ücretini alamıyordum. Fakat hiçbir şekilde şikayetçi olmadım, çalışmayı seviyordum, çünkü. Bir başka anım, Erciş’te mecburi hizmet süremi, rotasyon süresini tamamlamıştım, daha doğru bir ifade ile tayin isteme hakkını elde etmiştim. Tayin dilekçesini doldurup okul müdürlüğüne teslim ettim. Tayinim çıksın diye de dua etmeye başladım. Bir gün ilçe milli eğitimde adı bende saklı bir çalışan, hangi bölgeyi tayin dilekçemizde işaretlediğimizi biliyordu. Her yerde beni arıyormuş. Hocam, dedi sizin tayin dilekçenizi değiştirmişler, Dördüncü bölgede bir başka yere tayin istiyorum, seçeneğini işaretlemişler, dedi. Gösterdi, gerçekten öyle, Allah Allah olacak şey değildi. Yani Erciş’ten sonra, Hakkari, Muş, Mardin, Siirt, Bitlis, Urfa, Diyarbakır… illerinden birini istiyormuşum. Oraları isteyeceğime Erciş’te devam ederdim. İnsan bu kadar kötü nasıl olabilir, insan bu kadar öfkeyi nerede barındırır, anlamak mümkün değil. Erciş’i çok seviyordum, ailecek görüştüğüm çok güzel aileler vardı. Bu nasıl bir şey, insan böyle bir şeye nasıl cüret edebilir, bu insanlardan eğitimci olur mu, anlamıyorum. Neyse tayin dilekçemde gerekli düzeltmeleri yapmış, dilekçemin sağ salim ilçeden gittiğini öğrenmiştim. Ondan sonrası Allah kerimdi artık. Tayinim nokta tayin olarak İstanbul, Beyoğlu Piirireis Ortaokulu’na yapıldı. Fakat İstanbul, aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Biliyoruz ki İstanbul zor şehir, pahalı şehir, devlet memurları için sürgün şehri! Erciş’ten tayinim çıksın da nereye çıkarsa çıksın derken İstanbul dememiştik ama. Karı koca bir düşüncedir aldı ki bizi, deme gitsin, uykularımız bile bizimle birlikte perişan oldu. Biz ne yapardık, kooperatif taksiti ödemek belimizi büküyordu. Hemen hemen iki maaşımız kooperatif taksitine gidiyordu. Sadece taksit ödemiyorduk ki, arada alınan yüklü ara taksitler daha yıkıcı oluyordu. Eşimle birlikte karar verdik, tayinimizi durduracaktık; ama nasıl? Bir akşam resim öğretmeni arkadaşım Memet Erdoğdu ailesine akşam oturmasına gittik. Mevzu hep bizim tayin. Şimdi düşünüyordum da kendi derdimizle onları boğmuşuz. Kusura bakma Memet’im, kusura bakma Nevin Hanım, bencilik etmişiz. Gerçekten çok üzülüyorduk, bu şartlarda biz İstanbul’da nasıl geçinirdik? Memet dedi ki, Yarın birlikte il milli eğitime gidelim, benim bir bildiğim var, yarın gidince görüp bana hak vereceksin, dedi. Sevinçle tamam, dedim. Memet’im yılan değil, teşbihte hata olmaz ki, hani derler ya “denize düşen yılana sarılır.” Van’a gittik, hiçbir yere uğramadan doğru il milli eğitim müdürlüğüne! İl müdürü bizi çok sıcak karşıladı, tayinimizi durdurmak için lazım gelen her şeyi yapacağını söyleyerek ayrılırken, kapıya kadar uğurladı. Hatta merak etmeyin bu işi olmuş bilin, bile dedi, gün gibi hatırlıyorum. Dönüş yolunda on, on beş dakikada bir Memet’e teşekkür ediyordum. Bu güzel haberi eşime vermek için bir artık eve ulaşmak istiyordum. O yıllar, cep telefonlarının hayali bile yoktu. Yol da bitmek bilmiyordu bir türlü, biz yaklaştıkça, Erciş bizden kaçıyormuş gibiydi, sanki bir gün sonra yaşayacağım “kara gün”e delalet ediyordu. Neden “kara gün” az sonra anlatacağım. Eşim kapıda karşıladı beni, daha içeri girmeden ne oldu, tamam mı dedi. Anlatacağım deyip bir bir anlattım. O gece huzur içinde, bir haftalık uykusuzluğa karşılık deliksiz bir uyku çektik. Sabah olmuş eşim kahvaltıyı hazırlamış, sesi keyifli beni kahvaltıya çağırıyordu. “Tamam, az kaldı tıraşımı olup geliyorum,” dedim. Hangi koşulda olursa olsun, kahvaltı yapmadan güne başladığımızı hatırlamam. Hangimiz uygunsa kahvaltıyı o hazırlardı. Bu ara okullar tatile girmiş, ilkokullarda seminer çalışmaları, orta dereceli okullarda yılsonu sınavları vardır. O nedenle Van’a gidişimizde bir sorun olmadı. İçimdeki sevinç kasırgası ile Van yolundan, merkezde bulunan okuluma doğru hızlı hızlı yürüdüm. Bu güzel haberi sevdiklerimle paylaşacaktım… Öğleye doğru Muğdat Efendi, “Hocam seni müdür çağırıyor!” “Neden çağırıyor müdür?” “Ben ne bilirem hocam?” Müdür odası çağla yeşili boyalı lise binasının ikinci katındaydı. Odaya camlı bir odadan sonra giriliyordu. Kapıyı tıklattım, içeriden, “Gelllll, gelll,” diyen ses, “yüksekleri ben yarattım, alçakların sahibi kim,” der gibiydi. “Gellll, gelll,” diye seslenişinde yöresel ağzın en güzel(!) örneğini veriyordu. Zaten oldum olası, kültür dilini kullanmazdı, bilerek mi böyle konuşur, ne bileyim başka bir sebep mi vardır, emin olun bilmiyorum. İçeri girdim, buyur otur demeden, doğrudan konuya girdi: “Memet Erdoğdu il milli eğitime getmişin, tayini dudumak için müdürümle göşmüşünüz. Değerli müüüdürüm, söz vemiş; ama onu ihna ettim, sen bir sü gün işiğini *keseceen,” ben seniii bu okulda istememmm, ben okulûmda solcu öğretmen istememmm anaşıldı mı?* Hiçbi şe deme çık git, ben seni istemiyom, ben solcu öğretmen istemiyom…” Ertesi gün, işliğimi kesip çok sevdiğim Erciş’te bir mart ayında başladığım görevime, bir haziran sonu ayrılmış oldum. İşte böyle, anlattıklarımın fazlasını yaşadım, şimdi sevgili okur böylelerine eğitimci diyebilir misiniz, böylelerinden eğitim ordumuzun içinde kadro işgal eden binlercesi yok mu, bundan çok daha ağırını yaşayan bu ülkenin nice değerli eğitimcileri yok mudur? Ben Niyazi Uyar olarak bu eğitimcilere(!) iki cihanda da hakkımı helal etmiyorum, ne yapayım elimden gelen budur!

  • "Ayın Yazısı" ve "Haftanın Şiiri"

    maviADA Dergisi adına kurulan Aycan Aytöre, Nurten Bengi Aksoy, Şenol Yazıcı'dan oluşan "Ayın Yazısı" ve "Haftanın Şiiri" geçici komisyonunun, Mayıs 2022'de yayınlanan her tür yazı okumalarından yaptığı değerlendirme sonuçları: Her ne kadar Niyazi Uyar, Fadime Y. Karoğlu, Aycan Aytore, Yusuf Aksoy, Semihat Karadağlı, Nurten B. Aksoy... imzalı, çok sayıda, göze çarpan, nitelikli yazı olsa da dikkat çeken yazıların hepsinin mükerrer, yinelenen yayın olduğu görüldü. Mayıs 2022 için, AYIN YAZISI olarak, Zeliha AYDOĞMUŞ'un "Sen Kış Olduğunda " şiiri oybirliği ile seçildi. HAFTANIN ŞİİRİ olaraksa Bedri Rahmi EYÜBOĞLU'nun şiiri "Üç Dil" oy çokluğuyla seçildi.

  • ÜÇ DİL

    Mayıs 2022 HAFTANIN ŞİİRİ * En azından üç dil bileceksin En azından üç dilde Ana avrat dümdüz gideceksin En azından üç dil bileceksin En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin En azından üç dil Birisi ana dilin Elin ayağın kadar senin Ana sütü gibi tatlı Ana sütü gibi bedava Nenniler, masallar, küfürler de caba Ötekiler yedi kat yabancı Her kelime aslan ağzında Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla Kök sökercesine söküp çıkartacaksın Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek Her kelimede bir kat daha artacaksın En azından üç dil bileceksin En azından üç dilde Canımın içi demesini Kırmızı gülün alı var demesini Nerden ince ise ordan kopsun demesini Atın ölümü arpadan olsun demesini Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini İnsanın insanı sömürmesi Rezilliğin dik alası demesini Ne demesi be Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin En azından üç dil bileceksin En azından üç dilde Ana avrat dümdüz gideceksin En azından üç dil Çünkü sen ne tarih ne coğrafya Ne şu ne busun Oğlum Mernus Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.

  • PARKTAYIZ

    değil bir park ormanını yok etmek bir yaprak bile düşmemeli yere değil kuşlar parkta yuvasız kalsın arılar çiçek bulamasın bir tek tüyü kopmasın kuşların bir tek vızıltısı susmasın arıların değil açlıkla terbiye edilsin duvarın dışındakiler bir lokma bile çalınmasın değil şenlik dağılsın el ele şehri saranların halayları dursun vardiyaları durduranlara meydanlar kapansın bilinmeli her sabah aynı sabah olmaz kim erken kalkar belli olmaz belli olmaz halk, ne zaman kendi olur sanmayın ki ayinler kör eder kalpleri bir notası bile susmaz oysa ki gökyüzüne söylenen şarkıların ve gün olur şarkılar sarar kimileri uykulardayken kentleri II saplanırsa ansızın karanlığın silahından bir tek mermi şehrin kalbine ve barbarlığın şatolarından ölüm yağarsa üstümüze fırtınalar dolar tüm şehirler yıkar, şehri var edenlerin cesareti ağzından salyalar akıtan mabetleri şehir gebe olur kendine ve yeniden doğar ağacıyla ağacın dalı yaprağı olan kurduyla, kuşuyla börtü böceği ile çoluğuyla çocuğuyla sancılara ortak olan her semtin genciyle yaşlısıyla boyun eğmekle olmaz diyen tarihe selam duranlarla şehirlerin şarkıları yıkar betondan duvarları bostanlar bahçeler yapar yanı başında sofralar kurar herkesin ekmeği bölüştüğü zehirsiz, rantsız sofralar ve günebakan dolar gri topraklar tek başına bir ağacın bir damla göz yaşı annenin gözünden boşanan okyanus olur yüklenir o zaman yediden yetmişe isyan işte, o zaman Park Gezi olur Gezi, umudun koşan adı olur düşenler de kalanlara emanet olur Gezi, dara kim düşerse biz varız, diyenlerin yurdudur artık dalıyla, yaprağı ile çiçeğe durmuş her ağaç her kuş her sincap her sokak kedisi her sokak köpeği arılar ve kelebekler elinde balonlarla koşan çocuklar ağaç altındaki sevgililer ya da sevgilisini yitirenler amcalar, teyzeler kötülük bilmez herkes Mehmet Abdullah İrfan Selim Ethem Zeynep Medeni Ali İsmail Ahmet Serdar ve Berkin olur gülümserler gülüşleri yarınlara yol olur karanlığa inat, karanlığı yırtarak

  • Aşktı

    evlerin çatısından kiremitlerden yuvarlanırken güneş dinmeyen sızıların iniltisi kulağımda uğulduyor kapanmayan yaralar hep vardı yine var feryatlar feryatlar yedi kat göğü dolaştıkları belli sağır ruhlardan geçtikçe ağırlaşmışlar ki artık kalp kapakçıklarım dayanmıyor uzak kentlerin uzak yalnızları olduk biz hep hep bir eksiktik hep biz esir duruşumuz, bakışımız hep eğreti başucuna uzanıp yaşamak dururken hayatı elimizden kayıp giden zamanın ayak ucuna ilişmek düştü hep yağmurların bereketi bizimle ilgili olmadı bilmeden oldu hep uzaklar bizi aldı biz uzakların sancısını yolların suçu yok bin yılı var güneş geceye düşman yağmursuz bahar sayılmazdı aşktı #aydogmuszeliha

  • Mayıs Gülü

    Mayıs gülüne düşünceler asılmıştı Her biri çiçeklerce çoğaldı. Sığmayınca kendine şair Aldı kalemi eline gerçek olsun diye Sevgiyle yoğurduğu düşleri gül ağacına astı dilek niyetine Her bahar gün doğumunda Şiirden çiçek açacak her biri İnsana insanlığa dair. Bir kısmını toprak ananın Bağrına emanet etti fidan olup boy verecek Gülümseyen yüzlerde Gökyüzüne bulutlara yazdı Yıldızların kucağına Aydede'nin sevgi dolu yüreğine Gülümsesin dedi gece Kuşların kanadına yazdı Şakısınlar sevgiyle Çiçeklere ağaçlara dağlara yazdı Silahları kırıp betonları söktü Çiçekler açtı yerinde Bir tek insanların kör Yüreğine işlemedi Savaşı yoksulluğu yok edemedi Rüzgar bile kızdı esti gürledi Gökyüzü ağladı yüreği ile Bir fidan yeşerdi yıkıntılardan Güneş göründü sisler arasından işte umut bu dedi Bir çocuk gülümsedi yüreğinden sevgiyle... Semihat Karadağlı/ İstanbul İzmir uçak 10.03.2020 saat:19.57

  • YİNE DE

    Adam yerine konulmayan Adı, sanı bilinmeyen Doğumuna sevinilmeyip Ölümüne ağlanmayanlar. Yitirenin üzülmediği Bulanın sevinmedikleri Aşk, meşk bilmeyenler Doğum günü, çocukluğu Gençliği, yaşlılığı, Yaşamı önemsenmeyenler Aç kalan, açık kalan, açıkta kalan Ezilen, horlanan, Sömürülen, sindirilen Yokluğa, yoksulluğa mahkûm edilenler Yine de var olmaya, direnmeye, Varlığını sürdürmeye Çalışmanızı kutlarım. Fuat ÖZGEN

  • EVLATLARI ELİNDEN ALINAN ANNELER

    Her yıl mayıs ayının ikinci Pazar günü kutladığımız Anneler Gününü dün yani 8 Mayıs Pazar günü kutladık. Anneler ve anne duygusunu içinde taşıyan kadınlar bu günün çocukları başta olmak üzere, yakınları ve diğer tanıdıklarınca kutlanmasından mutlu olmaktadır. Hayatını çocuklarına ve sevdiklerine katan, fedakârlığın her türlüsünü her koşulda gösteren anneleri şüphesiz ki sadece yılda bir hatırlamak kesinlikle yeterli değildir. Biz annelerin çocukları olarak her ne işle meşgul olursak olalım annelerimizi her an fark ettiğimizi, hatırladığımızı dışa vurabilmeliyiz; hal ve hareketlerimizle saygı ve sevgimizi her an gösterebilmeliyiz. Annelerin yorgunluğunu samimi sözlerle, sımsıcak bir kucaklamayla anmak onlara en büyük ödül olacaktır. Annelerini kaybetmiş olanlarla da yokluğun acısını, sızısını paylaşabilmeyi gösterebilmeliyiz. Sevebildiğimiz, üzülebildiğimiz, sevgileri ve acıları paylaşabildiğimiz ölçüde erdemli olmayı hak edebileceğizdir. Anneler Gününün iki gün öncesi ülkemizin yiğit, fedakâr evlatları ve gençlik önderleri olan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’nın idam edilişlerinin 50. yılı idi. Denizler, İbrahimler ve nice aynı nitelikteki arkadaşları bağımsız, gerçek demokrasi ile yönetilen bir ülke için gencecik bedenleri siper ettiler. Topla, tankla, işkencelerle, idam sehpalarıyla karşı konulamayacak bir donanım ve cesaretle hayatlarını özgür yaşayacak halkımız için gözlerini kıpmadan feda ettiler. Onlar; halkımızın eşit, özgür ve refah içinde özgürce yaşaması için hayatlarını ölümsüz bir mücadeleye adadılar. Emperyalizmin işbirlikçisi, halk düşmanları baş eğmez devrimcilerin ölümlerinden yana tercihlerini kullandılar. Ölüm fermanı Denizlerin şahsında eşit, özgür ve kardeşçe yaşanacak bir evrensel düşünceye ve ülkeye yönelikti. Haklı kavganın neferi olan Denizler 50 yıldır her gün çoğalarak yaşıyor; katilleri ise yok olup gittiler ve tarihin karanlığında nefretle anılıyorlar. Ülkemizin tüm fedakâr anneleri Denizler, Mahirler, İbrahimler, Necdetler, Erdallar, Hıdır’lar, Ali İsmailler, Berkinlerin, emperyalizme ve faşizme karşı kahramanca karşı duran her ulustan milyonların annesi oldular. “Evlatlarımızı öldürmeden bizi öldüremezsiniz!” diye haykıran Didar Şensoyların çığlığı, evlatları kaybedilen Cumartesi Annelerinin çığlığı ile on yıllardır meydanlarda annelerin sesi, haykırışı olmaya devam ediyor. Tarih, sınıfların tarihidir. Bu tarih iyi ile kötünün uzlaşmaz savaşımı ile sürüyor. Onurlu bir yaşam için bedel ödemeyi göze alanlar mutlaka kazanacaktır. Bu kazanım bedelleri ödemeye hazır olduğunu kanıtlayanlar için yaşadıkları her andır zaten. ’İnsanca’ diye tarif ettiğimiz hayat; tüm canlılar dünyasının kurtuluşudur. Bu kurtuluş için ‘insanım’ diyen herkesin sorumluluğu vardır. Annelerimizin gözyaşları, acıları, bedel ödemiş evlatlarının izinin kalabalıklaşarak sürmesi ile azalacaktır. Annelerin uyumaz rüyaları bizim rüyalarımız olduğu sürece başımız dik dolaşabileceğiz. Annelerin düşü; hiçbir evladın işsiz aşsız ve esir kalmaması, hiçbir evladın burnunun kanamaması, ağacın, kuşun, karıncanın yok edilmemesi, havanın suyun ve toprağın zehirlenmemesi, kadın ve çocukların her türden şiddetten korunmasıdır. Annelerin düşü; barış, demokrasi, adalet ve adil bölüşümdür. Anneye saygı ve sevgi, rüyalarına saygı ve sevgidir… “annelerin uyku bilmez bakışları silinirse gün gelir de bellekten tuz basılır yeniden taze yaralara hakikat yurtsuz kalır ve kanar düşmeyen tek barikat onlar kırlardaki tüm çiçekler onlara benzer önünde eğilecek ne varsa aşka dair söyle tarih, kimdir annelerden başka” y.a

  • GÖKYÜZÜM

    -ÖZGÜR YÜZÜM- Yukarıya bakıyor Aklımı, ruhumu uzaya bırakıyorum Ne sınır var ne yasak Varlıklar, yokluklar insana uzak Özgürlüğü sonsuzluğa sürüyor Görmek istediğimi görüyorum. Işıl ışıl samanyolunda Pırıl pırıl galaksilerde Kuyruklu yıldızın kuyruğunda Gezegenlerin rotasında Ayın ortasında Atmosferin renginde Boşluğun boşluğunda Dolanıyor Acabaları sıralıyor Ufkun perdesini aralıyorum. Fuat ÖZGEN

  • GARİP BİR RÜYA

    Gördüğüm rüyaları hep unuturum ben, oysa ne verimli, ne ilginç rüyalarım vardır; kurgusal edebi bir metin gibidir. Dün sabaha doğru gördüğüm rüyanın, sezonluk dizi filmlerden hiç farkı yoktu, anlatınca hak vereceksiniz bana. Unutmayayım diye uyandıktan sonra hiç uyumadım, sabaha kadar birkaç sefer tekrar ettim. Emekli olduğum günden beri, hemen her hafta çalıştığım okulları, öğrencileri görürüm rüyamda. Neden emekli oldum ben diye de cevabını bilemediğim sorular sorarım kendime. Cevabını veremedikçe de veryansın ederim, sebep olanlara, kendime. Aslında emekli olmazdım, fakat siyasi iktidarın aynı okulda bir süre çalışanları rotasyona tabi tutacak, sonra da Bal gibi güzide okulları proje okulu olarak ilan edecekti. Bu okullarda sekiz yıldan fazla görev yapan eğitimcileri dağıtacaktı; dağıttı da. O günleri yaşayan arkadaşlarım büyük travmalar yaşadı. Yılların ak saçlı, çalışkan, başı dik, görev aşığı öğretmenleri, öğrencilerini gözyaşları içinde bırakarak, ayrılmak zorunda kaldı okullarından! Dün okulumu gördüm, Bornova Anadolu Lisesini gördüm düşümde. Teras katında öğretmenler teneffüs saatlerinde oturup sohbet eder orada. Onların arasında tanıdığım birkaç arkadaşım vardı. Tanıdıklarımdan ikisi çay sigara keyfi yaparken tanımadığım öteki öğretmenler, “bu da kim, ne diye gelmiş,” deyip kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Tanıdığım bu iki kişi, hiç bu okulun yolunu bilmeyen, belki adını bile duymamıştır: Ahmet Çetinkaya ve Ömer Şahin! Sımsıcak ne güzel sohbet ediyorlardı. Bu iki dostumun yolları da kesişmemiştir hiç. Ah Ömer abim, dönüşü olmayan bir yere uçup gittin, beni çok özlemişsin ki, ziyaretime gelmişsin. Senin adın Ali olmalıydı abi, Allah’ın aslanı gibi bir adamdın! Ah Ömer abim ah, bunca kötü varken bu sıra neden sana geldi; onlar ölseydi ya, neden acele ettin abim? Adı Ömer de olsa, o şimdi kırkların sofrasındadır. Bornova Anadolu Lisesinin terası ana binanın üst katında yemyeşil ağaç denizine hakim bir yerdir. Ağaçlar, çeşit çeşittir: Fıstık çamları, kızılçamlar, karadutlar, akdutlar, bademler, zeytinler, mersinler, incirler, lükstürümler, taflanlar, portakallar, erikler, okaliptüsler, ıhlamurlar… Beni gören Ömer abimle, Ahmet’im koşarak gelip sarıldı. Sarıldılar, öyle bir sarıldılar ki, sevgiyle, özlemle. Oysa pandemi ne bitmiş, ne köresemişti. Bal’ı hiçbir zaman görmeyen adını duyduğunu sanmadığım, Musevi Lisesinden 53 numaralı öğrencim Yafit Sazan! “Öğretmenim, siz birbirinize sarılıyorsunuz, pandemi bitti mi ki, neden böyle davranıyorsunuz öğretmenim,” demez mi? Ben de: “Azaldı, azaldı, çok azaldı; artık tamam kızım, bitti bitecek, bak dünkü vaka altı yüzlerde, vefat sayısı bile dokuz,” deyip kızaran yüzle savunmaya geçtim. Sezonluk dizi film gibi bir rüya dedim ya, zaman mekân değişikliği klasik öykü planına uymuyor, daldan dala taştan taşa atlıyor. Rüyanın bir mekânında emekli iken, başka bir mekânında milli eğitimin rotasyon uygulaması ile Hayrettin Duran Lisesine atamam yapılmış. Orada Veli, Musa, Ayşe Tabaklı gibi kıymetlerle tanışırken, manken Tuba’nın 41 nolu edebiyat şubesinde öğretmeni olmuşum. Benim Bornova Anadolu Lisesi aşkım vücudumun en küçük hücresine kadar nüfuz etmiş! Onu bambaşka bir aşkla seviyorum, günün hangi saatinde olursa olsun aklıma geldi mi, tüylerim diken diken oluyor… Bornova Anadolu Lisesi, akademik başarının yanında üniversiteleri kıskandıracak sosyal faaliyetleriyle adeta bir efsanedir: Halk oyunları yarışmaları, şiir oma, münazara yarışmaları. Hele tiyatro etkinliğini izlerken, kendinizi devlet tiyatrolarında bir temsil izliyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Mesela, yetmez ama evetçilerin, numaralı cumhuriyetçilerin, Sabit hocaların, onların koalisyonlarının bizleri demokrasinin ilerisi ile tanıştırmadığı günlerde Bal’ın kültür sanat şenlikleri Ege Üniversitesi’nin kültür sanat şenliklerinden geri kalan tarafı yoktu… Size hakikaten teşekkür ederim(!) yetmez ama evetçiler, numaralı cumhuriyetçiler, Sabit hocalar… sayenizde demokrasinin ilerisinin ne olduğunu yaşayarak öğrenmiş oldu bu halk; artık siz, huzur içinde ebediyete intikal edebilirsiniz; çünkü vazifenizi layıkıyla yaptınız(!) Emekli olmuşum ya Bal’da yine kültür sanat şenliklerinin olduğu bir günde yolum düşmüş. Yine halk oyunları yarışması ve şiir okuma yarışması var. Program sunucusu TRT spikeri Doğan İşlek, diye de afişler asılmış muhtelif yerlere. Gerçekte böyle biri var mı, yok mu, bilmiyorum. Bal’ın dönümlerce bahçesi öyle ne beton parke, ne asfalt; her yeri toprak, tarım toprağı. Okulun kıymetli yöneticileri, geleneksel tohumlarla üretim yapıyorlar. Su deposunun olduğu yere tarım makineleri için bir park yapmışlar. Ne güzel, her yer toprak, hem de humuslu toprak, insan diksen olur der ya atalarımız aynen öyle. Revir binasının adı aynı zamanda H Bloktur. Binanın önünde domates bahçesi var. Domatesler, allı yeşilli, çakırlı. Canım çok istemesine rağmen bir tane koparamıyorum. Ah diyorum, tayinim çıkmamış olsa kimseye sormadan koparır, eskiden portakalları, incirleri, bademleri koparıp yediğim gibi koparıp yerdim. Yıllarca emek verdiğim, gururla görev yaptığım okula yaban olmuşum. Sezonluk dizi film bitecek gibi değil, devam ediyor. Revir binasının girişindeki odayı Fotokopici Aytaç’a vermişler. Aytaç, okulun, öğrencilerin fotokopi ihtiyacını karşılıyor. Biz onunla kardeş gibiyiz, bir araya geldik mi, güncelden, yurt ve dünya meselelerine kadar, geniş bir yelpazede konuşur, tartışırız. Rüya bu ya, insanın aklından, hayalinden geçmeyen şeyler, bir bakarsınız, gecenin bir saatinde, (en uzun rüyanın doksan saniye olduğunu söyler kimi araştırmacılar.) insanı dünya turuna çıkarır. “Abi dedi Aytaç, şu matematik öğretmenini görüyor musun, o bana yangın, ne dersin?” “İyi işte ya, bırak yanıp kül olsun dedim!” “…” Memnun olmamıştı dediklerimden Aytaç! Demek ki o da sevmiş, neden anlattım der gibi bir yüz ifadesi belirmişti yüzünde. “Bak Aytaç dedim, seni anlayacak, seni mutlu edecek biri olsun; bana soruyorsun ya ben uygun görmüyorum!.” Gerçek hayatta hiç bu kadar iddialı cümleler kurmam, kimse ile uzun uzadıya polemiğe girmem, fikrimi söyler, sen bilirsin der, konuyu kapatırım.” “Bak abi bak bak, güzel değil mi, dedi?” “Güzel, güzel çok güzel! Aytaç bugünler bir Amerikan dizisi izliyorum, orada bir oyuncu var, aynen ona benziyor, dur bakayım adı neydi o dizinin adı, dur hatırlayacağım… tamam hatırladım: House Of Cards. Dizideki hukukçu başkan adayına benziyor. Biz böyle konuşurken, A Blok alt katta bulunan lavabolara doğru yavaş adımlarla yürüyorduk. Lavabo kapıları rüyanın cinsliğinden midir, gerçekte öyle midir, bilmiyorum. Simavlıların samanlık kapılarına benziyordu, üstelik bunlar plastiktendi. Sezonluk dizi film gibi, rüyaya bak sen, koskoca okula böyle kapı yakışıyor mu, derken eski yıllarda mezun olan bir grup öğrenci yerden biter gibi çıkıverdi. “Aslan hocam ya, seni çok seviyorum, diyordu biri,” Ötekisi, “Asıl ben çok seviyorum oğlum!” Bir diğeri, “Ben dedi tarih ödevimin üstüne edebiyat başlığı yazıp yutturmaya çalışırken ondan aldığım dersi hiç unutamam dedi. “Neydi dedi öteki?” “Hoca aferin dedi, sen hayatı erken tanımışsın, okula gelmene gerek yok, babana söyle, hap yap, para kap, sen çok zengin olursun, boş ver okumayı, deyince kıpkırmızı kızardım!” Ötekisi, “Hocanın okuma dersleri meşhurdur, her hafta bir ders saatini kitap okumaya ayırırdı. Ben okumak için Cin Ali kitabını getirince, hoca, “Ayağa kalk oğlum, okuduğun kitabı arkadaşlarına göster, en iyi anladığım kitap bu de, dedi. Bu ders unutulur mu oğlum?” Şimdilerin doktor kızı, “Hocam hırçın kaya, sözcüğünden ötürü, okul dergimizin çıkmasına izin vermemişti bir idareci…” Daha lavaboya gidememiş, öğrencilerin biri bitiriyor lafını, diğeri başlıyordu. “Hadi abi dedi Aytaç, sohbete benim odada devam edersiniz derken, okulun geleneklerini yerle yeksan eden, deli müdür, üst katta öğretmenleri ile tartışmaya girmiş, yüksek perdenden suçlu insanların ruh haliyle konuşuyordu. “Kurallarıma uymak istemeyen tayin isteyip gitsin arkadaş, gitmek isteyene yardımcı olur, tayinini hemen yaptırım diye şımarık şımarık konuşuyordu. Sezonluk dizi film gibi rüya sona gelmişti. Birden eşimin “ne oldu, korktun mu,” diyen sesiyle uyandım. Rüyada da olsa Bal’ın topografyasını santim santim yaşadım ya; ne mutlu.

  • GEÇTİKÇE

    Geçtikçe iz bırakmalı düzgünce İzlesinler gelenler. Geçtikçe söz bırakmalı özce Anlasın dinleyenler. Geçtikçe yüz bırakmalı tatlıca Görüşmeye geçenler. Geçtikçe öz bırakmalı kendince Yararlansın kalanlar. Özlensin, unutulmasın ayrılanlar. Fuat ÖZGEN

  • İNCİNMESİN

    Kehribar bakışlı akşamüstlerinde ne hoştur ezgilerin dalgalarla dansı halatları hiç bağlanamayan yorgun kayıkların denizinde bu yakanın anasonu dert süzerken nane sinmiş uzo neşeye davettir gizlice kıskanır dalgalardan mahrum kalan gördüğünde aynı masadaki dert ve neşeyi uzaklığın çığlıkları dolu şişeler neden vurmaz kıyılara ya da çoktan ele geçti de beden kör, sağır mı oldu o yüzden midir gri rengi sabahların İzmir’in gözlerinden başka hangi derinliklerinde saklıdır turunç kokulu kış akşamlarında kekik ve yosun kokan göçmen aşkları tarumar olmasın uyanık düşler sarı sıcağa uzanan mevsimlerde zeytin yağına bandırılmış taze somun kokusundaki özlem tanığı olsun herkes sımsıkı kavuşmanın vicdan kollarını köprü yapsın akıntılarda tek yurtsuz nefret geçemesin oradan incinmesin gayrı zeytin dalına asılı bakışlar

  • İNSAN OLMADAN ÖĞRETMEN OLUNMAZ

    (İz Bırakanlar) Öğretmen figürü, insan hayatının en etkili meslek gruplarındandır. Olumlu - olumsuz hâlâ unutamadığımız öğretmenlerimiz vardır. “İyi öğretmen - kötü öğretmen olur,” mu diye sorsak, bu soruya en çok öğretmenler karşı çıkar, diye düşünüyorum; “olmaz öyle şey derler!” “Öğretmenin iyisi kötüsü olmaz, öğretmen öğretmendir!” genellikle böyle söylerler, diye düşünüyorum. Hakikaten öğretmen, öğretmen midir, iyisi kötüsü olmaz mı? Her şeyin, her insanın iyisi kötüsü oluyor da öğretmenin iyisi kötüsü neden olmuyor, öğretmenlik tanrı mesleğidir denir ya o nedenle midir acaba? Bütün dinler, tek tanrılı, çok tanrılı iyiliği öğütler, dinin iyisi kötüsü olmayacağı gibi, öğretmenin de iyisi kötüsü olmaz, öyle mi? Buna dair örneklemeler vererek azıcık polemik yapalım. Ve örneklemelerim, canlı, hayatın tam içinden, duyumdan değil; yaşanmışlıktan olsun! Bu denemeyi okuyan sevgili okur, şimdi biraz dur, gözlerini kapat, geriye yaslan; dünden bugüne öğretmenlerini gözünün önüne getir. Ve şimdi cevap ver “iyisi, kötüsü,” var mı, yok mu? … Benim çok sevdiğim, hayatıma dokunan öğretmenlerim oldu, En başta şunu belirtmem lazım: Öğretmenlerin çoğu önde oturan, kendine yakın olan öğrencilerle daha çok ilgilenir. Bir kere bu tespiti yapalım. Bence bu, büyük bir yanlıştır. Öğretmen yetiştiren kurumlar, insan psikolojilerini iyi analiz etmeli, öğretmen adayları iyi yetiştirilmeli, uzun staj dönemleri olmalıdır. Adı “milli” olan eğitim bakanlığı, detaylı testler sonucu öğretmen adaylarını belirlemeli, bu güzide mesleğe hiçbir şekilde siyaseti sokmamalı, insanları ayrımsız sevenlere "öğretmen olabilir," icazeti vererek öğretmen olmasının yolunu açmalı; öyle her önüne gelenden öğretmen olmaz. Güzellikten başlayayım: Ortaokuldaki Fen Bilgisi Öğretmenim Birsen Gür. Onunla okulumuzla evim arasındaki yol boyu sohbetlerimiz, ona bilmeceler sormam, onun gülümseyerek verdiği cevaplar. Hele bir de “yakacağınız var mı, yoksa Hilmi’ye söyleyeyim size yakacak temin etsin,” demesini; sonra evine çağırıp çayın yanında bisküvi ikram etmesini ve bisküviyi çaya batıra batıra yemem… Hiç unutamıyorum. Vefat ettiyse toprağı incitmesin canım öğretmenimi, yıldızlar yoldaşı olsun; orada da iyilik meleği olarak devam ediyordur öğretmenliğine… Lisede okuduğum yıllar, zor yıllardı. Üstüne üstlük şehirde okumak başlı başına sıkıntı idi. Evde aş ekmek yok, karşısında ısınacağım tenekeden bir soba bile yok, hoş olsa ne olacak ki içinde yakacağın odun nerede? Bunun yanında hayatımı zorlaştıran okuldan soğutan öğretmenlerim oldu. Mesela adı lazım değil sınav kâğıdımı sınıfa getirip yorum sorularına verdiğim yanıtları, “yalan, tıraş, hadi canım…” deyip kişiliğime yönelik saldırılarda bulunması... Hatırladıkça, çıldırıyorum. Neden öyle davranıyor, çünkü sınıfta muhalif düşünceli yalnızca ben vardım. Yalnızca bu mu, bir sürü, dersime girenleri özenle seçmişler sanki: Mesela R. Mesela G. mesela C. gibi… Hâlâ nefretle andığım, unutamadığım, unutmayacağım öğretmenlerim oldu. Son sınıfta okuyordum, dersime giren bir öğretmen baş harfi R. kendi gibi düşünenleri organize ederek saldırtmıştı. Kaç kişi saldırdı bilmiyorum. Ben diyeyim on, siz deyin on beş… Kafama, yüzüme, karnıma… nereye denk gelirse gelsin vuruyorlardı. Ağzım, yüzüm kan çanağı olmuştu. Öfkeleri geçecek gibi değil, küfürler, sloganlar gırla gidiyordu. Ders zili çoktan çalmıştı, o saat İngilizce dersinden sınavımız vardı. Ders öğretmeni bilerek derse gelmemiş, bizzat olayın azmettiricisidir. Adı ben de kalsın, belki kıskanç bir eşi vardır bilemem bir arkadaşım, Beden Eğitimi Öğretmenimiz İhsan Fidan’a haber vermiş, o da hiç vakit kaybetmeden koşarak gelmiş, beni ölümden kurtarmıştır. Abartmıyorum, ölümden kurtarmıştır. R.'nin saldırganlarını tek tek pamuk çuvalını fırlatıp atar gibi fırlatıp atmış üstümden. Bunu sonradan o kız arkadaşım söylemişti. Teşekkür ederim İhsan öğretmenim, bir can borçluyum size… Bu kumpas sonucunda 27 Nisan’da mecburi tasdikname ile okuldan uzaklaştırdılar beni. O yıllarda okullar 19 Mayıs’tan sonra tatile giriyordu. Şimdi bile aklıma geldi mi, öfkem yanardağ olup patlıyor. Onların öğretmen olarak aldıkları maaşlar zehirle zıkkım olsun! O disiplin kurulu üyelerinin birkaçı talimatla karar alan sözüm ona eğitimcilerdi. Kırk dört yıl oldu, hatırladığım kadarıyla kurul üyeleri ne doğru dürüst bir inceleme, ne doğru dürüst bir soruşturma yapmışlardı. Bugün yaşını başını almış emekli bir eğitimci olarak, bunu böyle değerlendiriyorum. O eğitimcilerin(!) adlarını anmayacağım, sadece adlarının ilk harflerini yazıp geçiyorum. Hem adlarını yazarak yazımın değerini düşürmek istemem hem de değmez ki… Yazık, onlar adına da üzülmüyor değilim, anılarımda kötü birer öğretmen(!) olarak kaldılar… “Seni Allah çıkardı karşıma,” derler ya, tam da öyle oldu. Hiç görmediğim, adını bile duymadığım bir öğretmen benimle birlikte iki arkadaşımın daha okuldan uzaklaştırıldığını duymuş, bizi arıyor: İsmail Hakkı Topkaya! O, umutsuzluğumuzu umuda çeviren, geleceğimize kurulan tuzağı, insan sevgisi, cumhuriyet sevdasıyla aşıp tepeden tırnağa umuda çevirendir… Dünyanın güzellikleri ona gitsin, sağlık ve esenlik içinde bir yaşam sürsün. Eli öpülesi öğretmenler sınıfında, ellerinden öperim öğretmenim! Eğitim nedir, eğitim bireyin hayatına dokunmaktır, onu olumlu yönde etkileyerek hayata hazırlamaktır. İsmail Hakkı ve İhsan Fidan öğretmenlerimin eğitimciliği, okulun baş muavinine, talimatla karar alan bazı disiplin kurulu üyelerine ve “okul müdürü” diye bir sıfatı olan, liyakatsiz ve kimi çevrelere diyet borcu olan ve onun gereği olarak öğrencilerinin harcanmasına vesile olan o müdüre bir derstir. İki cihanda tek tanrılı, çok tanrılı bütün dinlerin bedduaları, bu G’ye, bu C’ye, bu R’ye gitsin! Eğitim Enstitüsündeki Batı Edebiyatı Öğretmenim Sabit Hoca. Ah Sabit Hoca… Sadece benim değil, bütün öğretmen adaylarının ideal öğretmen profili: Bilgi, beceri, sınıf hâkimiyeti, konu hâkimiyeti, iletişim, entelektüellik… O yıllar öğrenci olaylarının, siyasal olayların zirve yaptığı yıllardı. Sabit Hoca çok sevilen bir eğitimciydi, iyi bir liderdi, Türkçe bölümünü çok iyi yönetiyordu. Fakat öte yandan onu sevmeyen, her yaptığına muhalefet eden başka bir grup vardı. Dumanlı bir Bursa sabahında okul yolunda feci bir haberle yıkıldık: Kimimiz ağlıyor, kimimiz öfkeyle sloganlar atıyorduk. “Sabit Hoca’nın evine bomba koymuşlar,” dediler. Sabit Hoca ağır yaralanmış, yoğun bakıma kaldırılmış; durumu kritikmiş dediler. Çok şükür eşinin durumu iyiymiş. Sabit Hoca, iyileşse bile yürüyemeyecekmiş dediler. Sabit Hoca yaşasa bile onun çok sevdiği Türkiye’nin yüz akı aydınlarından Server Tanilli gibi tekerlekli sandalyeye mahkûm olacakmış, dediler! Sabit Hocam, senin gibi bir eğitimci olmak istediğim yiğit insan, rol modelim, biliyor musun ilk gözlüğüm bile senin gözlüğün gibi siyah çerçeveliydi. Sabit Hocam yenilir mi; kolay teslim olur mu, yendi umutsuzluğu, iyileşti, hepimize umut oldu; yürüdü, kaldığı yerden devam etti. … 2010 Referandumu için yoğun bir propaganda çalışmasının yapıldığı günlerdi. Siyasi iktidar anayasanın bazı maddelerini, anayasa mahkemesinin yapısını değiştirmek istiyordu. İşte tam da o günlerde Sabit Hoca, Konak Belediyesinin düzenlediği şiir etkinliğinin katılımcılarındandı. Eğitim Enstitüsünden arkadaşım Ertekin’le dinlemeye gitmiştik. Yaklaşık Otuz beş yıldır görmediğimiz idol öğretmenimizi, bir öğretmen olarak dinleyecektik. Etkinlik sonrası Sabit Hoca ile uzun uzun sohbet ettik... Ettik etmesine de… Aaaa o ne, Sabit Hoca Referandumun ateşli savunucusu olmuş, yani Sabit Hoca “yetmez ama evetçi, numaralı cumhuriyetçilerden” olmuş. Yani cehenneme giden yolun taşlarını döşeyenlerden… Olamaz… Ama öyle, Sabit Hoca, referandumu o kadar ateşli savunuyor ki anlatmak imkânsız. Diyordu ki: “Bunlar aslında bu değişikliği çok istemiyorlar, anayasa değişikliğini pimi çekilen bir bomba gibi kucaklarında buldular, bakın arkadaşlar, 12 Eylülcüler yargılanacak, bunu unutmayın, ülkeye demokrasi gelecek, Türkiye’ye ileri demokrasi gelecek!” … İdol öğretmenim Sabit Hocam, şimdi nasılsınız, iyi misiniz, Türkiye’ye tam demokrasi, ileri demokrasi geldi mi? O gün yaşadığım hayal kırıklığını hiç unutamıyorum, sevgili öğretmenim gibi birçok aydın(!) ülkenin ileri demokrasiye kavuşmasında kolaylaştırıcı olmuşlardı. Kolaylaştırıcı, yumuşatıcı ve paydaş! “Ah Sabit Hocam ah, o günden beri yaşadığım hayal kırıklığı hâlâ yüreğimi kanatıyor! … Bir öğretmen önce insan olmalı, sonra öğretmen. İnsan olmadan öğretmen olunmadığı gibi hiçbir şey de olunmaz. Bütün meslek grupları için önce insan olmak lazım. Başta da dediğim gibi tanrının bile kıskandığı bu kutsal mesleğin erbapları, sevmeyi bilmeli. Ama nasıl bir sevgi? Dil, din, mezhep, ırk ayrımı yapmayan Yunusça bir sevgi… Görev yaptığım 37 yılda daha iyi, daha iyi, daha daha iyi bir öğretmen olabilmek için gayret ettim. Yaptıklarımı hiçbir zaman yeterli görmedim, daha iyi olabilmek için hep sorguladım kendimi. İnsanım ya “beşer şaşar,” eğer olmuşsa bir hatam, bir yanlışım sevgili öğrencilerimin hoş görüsüne sığınırım. Onlar affedicidir, bilirler ki öğretmenleri bilerek bir yanlış yapmaz. Çünkü onlar Yunusça bir sevgiyi hep hayatlarının mihenk taşı yapmışlardır.

bottom of page