top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • KUMAR

    1969-1970 öğretim yılı. Trabzon Erkek İlköğretmen Okulu son sınıfındayım. Bu okulda üç yıl yatılı okudum. Okulun adında “erkek” geçmesine karşın karma eğitim yapılıyor. Mayıs ayı. Ara sınıflarda öğretim yılı sona ermiş. Okul son sınıflara kalmış. Bitirme sınavları sürüyor. Okul Trabzon’un en güzel yerinde ve deniz kenarında. Denizle arasında sadece otoyol var. Yerleşke üç binadan oluşuyor. Girişe göre en soldaki bina Rumların da devlet dairesi olarak kullandığı, eğitim-öğretimin yapıldığı tarihi yapı. Girişte küçük bir kontrol kulübesi ve kantin var. Binanın her iki tarafından aynı biçimde girişler var. Geniş girişler, yüksek tavanlar, yüksek ve geniş kapılar, mermer merdivenler binaya saray havası ve saygınlık katıyor. Geniş bahçesinde süs ağaçları, ıhlamurlar var. Hepsi çiçeklenmiş. Ihlamurların baygın kokusu her taraftan hissediliyor. Ortadaki binanın üst katı konferans, toplantı, tiyatro salonu. Alt katı yemekhane. En sağdaki bina üç katlı yemekhane. Bu bina en son yapılmış. Okul öğrencilerinin çoğu köylerden gelmiş, yatılı erkekler. Mezuniyet yaklaştıkça okul gözüme başka görünmeye başladı. Daha önce bitirip gitmek için can attığım kurum şimdi ayrılamayacağım, ayrılmayı istersem darılacak, küsecek, üzülecek bir varlık; düşündüğümde vefasızlık gibi gelmeye başladı. Ve üç yıl bir arada bulunduğum arkadaşlardan ayrılmak da zor. İyi yetiştirilmiş olsak da görev alıp sorumluluk üstlenmek korkutuyor. Yine kent merkezinden uzaklaşmak, üç yıl zaman geçirdiğimiz Ganita’yı, Meydan Parkı’nı, Uzun Sokak’ı, bol ekmekle bir çorba içtiğimiz lokantayı, sahipleriyle dost olduğumuz kitapçıları, bizi ninnileyen denizi, Konak Sineması’nı geride bırakmak işime gelmiyor. Diğer yandan atanmak, maaş sahibi olmak, kendi öğrencilerimin olması hoş. Sınav stresi herkesi geriyor. Mezun olmak için, sene içindeki notlarınız ne olursa olsun, her sınavdan geçerli not almak gerekiyor. Bazı öğretmenler de sınavı bir silah, bir koz olarak kullanıyor. Bir akşam arkadaşlardan dört kişilik bir grup eğlenmek için yatakhanenin üst katındaki koridora, karşılıklı iki yatak odasının ortasına gelecek biçimde battaniyeleri serip yastıklarını da koyarak kağıt oynamaya başlamışlar. Oyuncuların ikisi oyunu iyi biliyor. Diğer ikisi oyuna alınmaktan, adam yerine konulmaktan memnun sazanlar. Biraz sonra söğüşlenecekler. Birkaç kişi de seyirci. Koridor ışıklarının tümü yanıyor. Oysa belli bir saatten sonra sadece birinin yanmasına izin var. Ana binadaki nöbetçi öğretmen Cemil Gürgöze, pencereden bakınca, yat saati olmasına karşın koridor ışıklarının yandığını görünce yatakhaneye geliyor. Kapıyı açarken çıkan sesi duyan oyuncular malzemeleri ortada bırakarak yakındaki odalarda ranzaların altlarına saklandılar. Nöbetçi öğretmen bu odalarda uyuyan öğrencileri uyandırıp numaralarını kaydetti. Zaten kumarbazların gürültüsünden rahatsızdım. Sinirlerim iyice bozuldu. Öğretmen oyun kâğıtlarını, paraları toplayıp ışıkları söndürerek gitti. Sabahleyin bizi disipline verdiğini, paralarla oyun kâğıtlarını da delil olarak eklediğini öğreniyoruz. Daha önce boykot yaptığımız için epeyce bir arkadaşımız başka okullara sürülmüştü. Ben ve bir arkadaşım ihtarla kurtulmuştuk. Ama disiplin kurulunun karşısına pek çok kez çıkmıştım. Mimliydim, alabileceğim ceza sınavlara girmemi engelleyebilir, dönem kaybettirebilirdi. Oyunu kimlerin oynadığını öğrenmiştik. Kendileriyle konuştuk. Durumu anlatıp özür dilemelerini, bizim bir suçumuz olmadığını söylemelerini istedik. Bizi tehdit etmeye başladılar. Bu arada disiplin kurulu ziyaretlerimiz başladı. Genelde şu sorular soruluyordu: “Okulda kumar oynamanın suç olduğunu bilmiyor muydunuz?” “Hangi oyunu, kaç kişiyle oynadınız?” “Neden kaçtınız?” Daha önceki disiplin soruşturmasından zaten kafam bozuktu. Son durum beni iyice gerdi. İkinci kez çağrıldığımda ifademe şunları yazdım: “Gecenin geç saatinde yatağımda olmamdan daha doğal bir şey olamaz. Yatağımda olmasaydım okuldan kaçmakla suçlanacaktım. Yatağımda olduğum için yine suçlanıyorum. Şikâyetçi nöbetçi öğretmen beni oyun oynarken, odaya kaçarken gördü mü? Beni gece yarısı uyandırarak uykumu kaçırdı, sinirlerimi, moralimi bozdu.” Oyun oynayanları tekrar sıkıştırdık. Onlarsa tehditlerini sürdürdü. Fakat oyun oynayanlardan Muğlalı birinin idareye gidip durumu olduğu gibi anlattığını, bizim bir suçumuz olmadığını, paraların formalite olduğunu söylediğini, özür dilediğini öğrendik. Oyuncular ihtar aldı. Sınavlara girmeleri engellenmedi. Son sınıftayken güngörmüş meslek dersi öğretmenimiz Şükrü Dede “Çocuklar, öğretmenin bir gözü kör, bir kulağı sağırdır” demişti. Nöbetçi öğretmen Cemil Gürgöze’nin yaptığını düşünüyorum. Oyun oynayanlar birkaç gün sonra mezun olacaklar. Okul dışında bir yerde de oynayabilirlerdi. Alt katta kendini belli edip dağılmalarını sağlayabilirdi. Ya da onları uyarabilirdi. Şimdi geriye bakıp yaptığının doğru olduğunu düşünüyor mu? Suçluyu suçsuzu karıştırıp sinirleri kaldırıp sert öğretmencilik oynamaktan mutlu mudur acaba? Fuat ÖZGEN

  • ŞAHANLA ET YEDİM KARGAYLA ... YEMEM

    Doktor Erkin, Ayla Hanım’a, kimsenin duymayacağı bir şekilde yavaşça “konuşalım Ayla,” dedi. “Konuşalım Erkin, ben de istiyorum!” Ayla İsmet’e dönerek, “Bir dakika hayatım, hemen döneceğim, az işim var, gelirken kantine uğrayıp bir şeyler alacağım, bir isteğin var mı?” “Yok, istemiyorum, çabuk gel yeter; korkuyorum!” İsmet, birbirine bağlanmış mavi plastik sandalyelerden birine oturmuş, pencereden üniversitenin bahçesindeki Kanada kavaklarına, okaliptüslere, osuruk ağaçlarına, çamlara, çınarlara hayran hayran bakarken, ara ara şehrin sevimli yeşil papağanlarının konup uçmalarına da dikkat kesilir. Elinde National Geographic Dergisi, bir iki sayfa okumaya çalışır, sonra sayfaları hızlıca çevirip dışarı, ağaçların yeşiline bakmaya devam eder. Bilim sanat dergileri, düşünce yazıları ilgisini çekerdi öteden beri. Son günlerde yaşam kalitesi iyice düşünce okumaya ara verir. Bir yıldır yaman bir öksürük gelip çatmıştır. Yorgundur, yılların yorgunluğu diye düşünüp kendini rahatlatmaya çalışır, fakat çabuk yorulması adamakıllı aklını karıştırır. Acaba, bu şerefsiz hastalığa yakalanmış olmayayım.... Üstüne üstlük bir de kilo vermeye başlaması. Sonra on gün önce kanlı balgam atması... Yolun sonuna geldiği, her an beş dakika bile aklından çıkmaz. Artık hastalıkla yatar, onunla kalkar bir vaziyet içindedir. “Şerefsiz hastalık, nereden geldin de beni buldun; senin ta …” Küfürlerin bini bir paradır. “Gel Ayla, geç şöyle otur, diyeceklerim İsmet Bey’in hastalığı ile ilgili.” “Biliyorum Erkin, bir yıldır doktora gidelim İsmet dedim, fakat dinletemedim. Benim bir şeyim yok diyor başka bir şey demiyordu. Ben her şeyi abartırmışım. İsmet'in hastalığının ne olduğunu tahmin ediyorum, inşallah yanılırım.” “Ayla, maalesef hastalık çok ilerlemiş, bu aşamada tümörü almamız imkânsız, bir de hangi birini alacağız; yayılmış vücuda!” “Çok mu kötü, hiç umut yok mu,” derken Ayla’nın gözlerinden akan yaşlar yanaklarından aşağı doğru süzülür gider. “Vah İsmet’im, vah, tam birbirimizi anlayıp kavgayı, tartışmayı geride bırakmış, cebimizde de azıcık para olmaya başlamışken… Vah İsmet’im vah, çok mutluyum, çok demiştin geçenlerde, ölecek miyim yoksa ben, dediğinde, tövbe de dilini ısır; o nereden çıktı demiştim. Demek içine doğmuş, vah İsmet’im vah, ben sensiz nasıl yaşarım?” Ayla bunları duyulur duyulmaz bir sesle ifade ederken içinde damızlanan acısı elden ayaktan etmişti onu. “Keşke umut vadeden sözler söyleyebilsem Ayla, durum hiç iç açıcı değil!” “Peki, Erkin ne kadar ömrü var İsmet’in?” Erkin’le Ayla liseden sınıf arkadaşıdır. Lise son sınıfta okurken Erkin, Ayla’ya çıkma teklif etmiş, o da arkadaşım var deyip kabul etmemiş. Erkin aldığı olumsuz cevaba rağmen hiçbir şekilde Ayla’ya küsmez, arkadaşlıkları o yıllardan beri devam etmiştir. “Allah'tan umut kesilmez, inşallah İsmet Bey beni mahcup eder. Sonuçları üç arkadaşla birlikte değerlendirdik, hiçbiri umut veren şeyler söylemedi. İsmet Bey’in üç, bilemedin dört, beş ay ömrü var. Tümör, akciğerden diğer organlara yayılarak çok ilerlemiş. Vereceğim ilaçlar ağrısını, acısını azaltacak sadece.” “Peki akıllı ilaç diye bir şey varmış, o iyileştiriyormuş!” “Bir şeye yarayacağını zannetmiyorum, yine de vereceğiz.” İsmet, iki ay sonra ölümlüler mekânında yerini almış, Ayla’sını bırakıp gitmiştir. Ayla, İsmet son günlerini huzurlu geçirsin diye bir dediğini iki etmemiş, ne isterse yapmıştır. Evlendikleri ilk günlerden, şu iki aya kadar onun müzik eşliğinde bir iki kadeh içiyor diye hayatı zehir ettiği günler aklına geldikçe, nefret etmiş kendinden. İsmet, cumartesi akşamları özenerek hazırladığı mezelerin yanında yarın dünya batacak deseler de muhakkak iki kadeh içerdi. İşte o zaman Ayla domuz başı kaynatır, burnundan getirirdi. O, böyle davrandıkça İsmet: “Ne olur hayatım yapma, sanki ben her akşam içiyorum, ayyaşım, kazancımızı çarçur ediyorum öyle mi? Yapma, Allah'ını seversen yapma, soğutuyorsun beni evimden…” İsmet böyle böyle neler demiş, fakat o yapacağını yapmıştır. İsmet bir evin bir oğlu, Neslihan Hanım’ın dünya bir yana, oğlum bir yana dediği kıymetlisidir. O, geliniyle, oğlu arasındaki arasındaki tartışmalara hiçbir zaman taraf olmamış, Ayla’yı da kendi öz kızı gibi kanatları altına almıştır. Ayla, öz annesinden görmediği sevgiyi Neslihan anneden görmüştür. Şimdiki gençler öyle diyorlar ya “Ayşe anne, Bircan anne, Ahmet baba, Hasan baba…” Ayla, adeta günahlarını affettirmek için İsmet’i hiç yalnız bırakmamış, bir dediğini iki etmemiş, daha önce planladığı her şeyi iptal ederek, İsmet’ine adamış kendini. Onun öleceği aklına geldi mi, yatakta, tuvalette gizli gizli ağlar, ağlamaktan gözleri kan çanağı dönermiş. İsmet’in kullandığı ilaçlar ağırdır, günde on beş, on altı saat uyutur, o uyunca Ayla gider, elini yüzünü her bir uzvunun adeta fotoğrafını çeker gibi okşar. Onun mahzun uyuyuşu yüreğini oyarcasına kendisine, insanlığına, pişmanlığına nefret dolu bir erkeğin bilmediği, edemeyeceği küfürleri ettirir. … İsmet vefat edeli, dört yıl olmuş, Neslihan Hanım, Ayla’ya, “Kızım sen yalnız, ben yalnız; istersen birlikte kalabiliriz, hiç değilse birini kiraya verir üç beş kuruş gelir elde ederiz.” “Tamam anne, benim de aklımdan geçti, yarından tezi yok , taşınayım!" "Çok sevinir, çok mutlu olurum!" Gelin kaynana değil, ana kız gibidirler. Gece yarılarına kadar her şeyden konuşur ederler yine de sıkılmazlar birbirlerinden! “Bak kızım demişti Neslihan Hanım, daha otuz beşindesin, şairin yolun yarısı dediği yaştasın. Ben bugün varsam, yarın yoğum, bir ayağım çukurda. Hayat böyle yalnız geçmez, yalnızlık bir Allah'a mahsustur kızım. Evlenmek, yuva kurmak, kadınlığın kitabındadır, ana olma duygusu muhteşem bir şeydir kızım! Darılmak şöyle dursun, kendi kızımı gelin eder gibi gelin ederim seni!” “Ana duymayım bir daha, böyle şeylerle can evime bir ateş de sen açma, ne olur anacığım! “Ben şahanla et yedim, kargalarla bok yemem! Ben ismet’imin yerine kimseyi koyamam! Şimdi düşün, İsmet’le bir yastığa baş koyan ben, ne idiğü belirsiz birine efendim diycem öyle mi?” “Sen bilirsin kızım, evlensen de evlenmesen de benim kızımsın; senin mutluluğun benim mutluluğum!” Geceler yalnızdır, geceler muhakeme saatleridir, geceler haindir, kalleştir; ihtirasların azgınlaşıp hayvanileştiği saatlerdir. Ayla’nın bin beş yüz gündür, yatağının, yastığının yoldaşı yoktur. Bir erkeğin sigaralı, alkollü de olsa, ömrüne ömür katacak nefesi, soluğu yoktur. Ne demiş Neslihan Hanım’a: “Şahanla et yedim, karga ile bok yemem,” dese de gecelerin yalnızlığı, bir soluk yoldaşı, cana merhem, kadın olduğunu yaşatan bir el dokunmamıştır otuz altı bin saattir. Geceler yıldır, geceler asırdır, kapıda kalmış Kartaloz Zühre gibi çok yorgan, yastık eskittirecektir ona. Neslihan Hanım’ın duruşu evinin yakınından, berisinden, değil bir erkeğin erkek sinek bile uçamaz. Onun ne yapacağını kimse bilmez, kestiremez; elinde tahrası, belinde silahı! Var mıdır yok mudur, kimse bilmez; cümle alem var diye bilir! Neslihan Hanım’ın, elinden her şey gelir, beceriklidir, her bir erkek su dökemez eline. Evde bozulan küçük ev aletlerini, musluk, piriz gibi şeyleri kendi tamir eder. Hani derler ya bir parça et için kasaba et demez, kulağını kesip yer. Bahriye ile çarşamba günleri sinemaya giderler, sinema ücretlerini hep o öder. Bahriye Hanım bu sefer de benden olsun diye teklif bile etmez, yeltenemezdi bile. Neslihan Hanım Bahriye ile sinemaya gitmişlerdi yine o gün. Ayla evde yalnız kalmış. Dışarıda, yolda, belde insanlar ne değişik acılar, ne farklı duygular içindedir. Mesela bu mevsim köylülerin tütün dikim zamanı, diğer yandan sınava girecek öğrencilerin sınav stresi çektiği günler. Hayatın akıp gittiği akıp giderken bazılarında yara bereler açıp gider ya hani, giderken ya delip geçer, ya yok eder hani. Ayla o yaraların en acısını yaşamış İsmet’ini kara topraklara boylu boyunca yatırmış. Hayat işte böyle geçip giderken, dünyanın bilmem hangi coğrafyasında insanoğlu ne büyük acılar çekmektedir? Sokaktan, “Eskici geldi, eskiler alıyorum, Eskici geldi, Eskici!” diyen acıklı bir sese kulak verir Ayla. Allah Allah ne tatlı bir sesi var Eskici’nin, acaba nasıl bir adam bu Eskici, deyip balkona çıkar. Eskici bir taraftan çek çekini çekip giderken bir taraftan “Eskici, Eskici geldi Eskici deyip balkonları, camları, önünü arkasını gözler. “Eskici Bey, hey Eskici Bey, bakar mısın?” İnce tiz, şiir gibi bir ses “Eskici Bey,” diye seslenmektedir. “Eskici Bey!” “Buyur abla!” “Abla mı, ne ablası, Allah belanı versin senin pis domuz deyip balkon kapısını kapatıp girer içeri. Eskici bir zaman daha orada kalır, “Eskici, eskiler alıyorum, eskiler,” diye bağırır. İkindi ezanı okunmuş ya da okunmaya az bir zaman kalmıştır. Güneş az önce yaktığı gibi yakmaz Eskici’yi. Az sonra güneş atını şaha kaldırıp batışa doğru koşturacaktır. Neslihan Hanım’la Bahriye Hanım öğle matinesinde Tunç Başaran’ın “Uçurtmayı Vurmasınlar,” filmini izlemektedir. On altı matinesi diğer matinelere göre ekonomik olduğu için onlar hep aynı günde, hep aynı saatte giderler sinemaya. Eskici de hemen her gün aynı saatte Ayla’nın evinin önüne gelip “Eskici geldi, Eskici, eskiler alıyorum,” deyip yanık davudi sesiyle insanları balkonlarına, pencerelerine çağırır. Ayla o gelince balkona çıkar, hiçbir şey yapmadan tekrar içeri girer. Yine bir çarşamba günü Neslihan Hanım’la Bahriye Hanım şehir sinemasına gitmiş, az zaman sonra da Eskici yine onların sokağına gelir, “Eskici geldi, Eskici, eskiler alıyorum, eskiler” diye davudi sesiyle insanları balkonlara, pencerelere davet eder. Ayla, balkona çıkmış, seslenip seslenme arasında gidip gelirken, “Eskici Bey, Eskici Bey, bakar mısın? “Buyur abla!” “Evde eski karyola maryola var alır mısın?” “Alırım abla, her şeyi alırım derken ağzını yayarak ukalaca bir vaziyet almıştır. “Dördüncü zil dedi Ayla, sen aşağıdan bas, açayım kapıyı!” Eskici, kara kapkara suratlı, kirli sakallı, kirpi saçlı biridir. Çelik gibi sağlam kaslı kolları, cıva gibi yerinde durmayan bir vücudu, vardır; etli dudakları beden rengine uymuştur. Sokakta oradan oraya gidip gelen işi gücü olmayan insanların birbirlerinin yüzüne bakmadığı gibi, çevrede olup bitene aldırış etmez, kafasında bir şeyler varmış da onları çözüyormuş gibidir. Yürüyüp giden bu insanlar, yürürken kah başlarını sallıyor, kah dudaklarını ısırıyor, kaşlarını indirip kaldırır. Problemlerine kafalarında bir çözüm bulmuşlarsa gözleri ışıldar, yok doluya koydu almadı, boşa koydu dolmadıysa yüzleri asılır; işte o zaman içlerinden, bazen aleni sebep olanlara saydırır. Rıfat Tan gibi olmak ister insan, fakat ne mümkün, insan yedisinde ne ise, yetmişinde oymuş derler. Mesela bizim ilahi anlatıcı, çok uğraşmış huyunu değiştirmek için neler düşünmüş, neleri halletmek için konuşmadığı, aklına değer verdiği kıymetleri olmuş, sesine soluğuna canım kurban dediği İsmet ağabeyleri, Ömer ağabeyleri, Celal ağabeyleri, Emelleri, Serapları, Fatmaları… olmuş, can çıkar, huy çıkmazmış! İşte sokağın boş gezenleri, dolu gezenleri, kendinden başka kimseyi görüp etmedikleri için, az sonra 32 numaralı dairede ne olup olmayacağı hiç umurlarında olmayacaktır. 32 numaralı dairede o anda Eskici ve Ayla’dan başka kimse yoktur. Eskici, iyiler sınıfında ise bu hikâye mutlu sonla bitecek, kötüler sınıfında, içinde bir canavar barındırıyorsa, güzel insanlara mutlu yaşayanlara, güzel giyimlilere karşı bir nefreti varsa… “Hoş geldin Eskici Bey, alacağınız eşyalar şurada, kilerde: Demir bir karyola, iki demir balkon sandalyesi, bakın işinize gelir mi, yarar mı?” “Yaramaz mı abla, bir bakayım, inşallah senin gibi güzeldir!” “Anlamadım, ne dediniz siz?” “Hiç abla, kendi kendime konuştum; bir şey demedim!” “Siz böyle hadsiz hadsiz konuşur musunuz?” “Yok abla, yanlış bir şey dediysem özür dilerim! Sadece içimden güzeldir dedim, başka ne diyebilirim ki canım ablam?” “Canımmış, Eskici Bey, satmaktan vazgeçtim, lütfen evimi terk edin, satmaktan vazgeçtim!” “Vazgeçmiş öyle mi, dalga mı geçiyon sen kız, kaç kat medimen çıktım ben biliyon mu; satmaktan vazgeçmiş, olur canım görsem söylerim!” “Olsun, satmıyorum, derhal evimi terk edin!” “O kadar goley he, ben senin oyuncağın öyle mi, süslü avrat?” “Terbiyesiz çabuk terk et, polis çağırırım şimdi!” “Al, benim telefonla çağırıve bi zamet! Senin gibi kibirlileden intikam amak için yanıp tutuşuyon ben! Hadi durma çağrıve, hadi acala et!” “İmdat, imda…im…” Ayla imdat çığlığını tamamlayamadan, suratına inen tokatla yere serilip giderken başını vitrine çarpar, dolabın içindeki cam bardaklar, eşinin Paşabahçe’den özel olarak aldığı ince rakı kadehleri, kristal şarap kadehleri, porselen biblolar, cam biblolar, devrilir, kırılan kırılır; kırılmayan gürültü ile yan yatar. Gözünü kan bürüyen Eskici, Ayla’nın üstüne atlarken hayvani açlığı zihninde büyüte büyüte doruklara ulaşmış bir ihtirasla saldırır. "Birilerinin eksik etek, soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen" dedikleri kadınlarımızın tekmiline saldırırır gibi saldırır. Hazreti Muhammet’in, “Cennet anaların ayaklarının altındadır,” sözünün içini doldurmayan erkek egemen toplumda, onu her şeyden mahrum etmiş, hem sövmüş, hem dövmüştür; işte Eskici, o duygu ile çullanır Ayla’nın üstüne! ... Eskici kapıyı çekmiş, pantolonun düğmelerinin sonuncusunu iliklerken, Ayla bir yandan aşağılık saldırının acısı ile kahrolurken diğer yandan da “insana neden insan, hayvana neden hayvan” derler diye hüngür hüngür ağlamaktadır. Bu asil ve necip toplumda kadının dulu düşkündür, açtır, doyurmak sevaptır, hayra girmektir,” sapıklığı nice Aylalara hayatı zindan etmiştir. Neslihan Hanım, Ayla rahatsız olmasın diye zile basmaz, kapıyı anahtarı ile yavaşça açıp girer içeri. Girmesine girer de içerisi savaş alanından farkı yoktur. Vitrin yan yatmış, koltuklar yerinden ayrılmış, eşyalar yer değiştirmiş; ortalık tam bir meydan savaşına sahne olmuş. Ayla odasında yarı baygın üstü başı parçalanmış, kutsiyetleri, namus timsalleri açıkta boylu boyunca yatmakta. “Ayla’m, kızım ne oldu, Ayla’m ne oldu kızım? Eyvah başımıza gelenler, bunu da mı görecektik, nasıl bakarız insanların yüzüne?” “…” “Ayla’m ne olur bir şey söyle, ne oldu sana, ne olur anlat, kim yaptı bunu; ne olur konuş kızım?” “…” Ayla, ağzını açıp bir kelime konuşmadığı gibi Neslihan annenin ne dediğini anlamaz, ağlamaklı ölü gözleri ile sadece bakar. “Ayla’m ne olur konuş, Ayla’m, Ayla’m ne olur; yalvarırım bir şeyler de!” Duvarda ses var, Ayla’da ses yoktur. İsmet’imin emaneti, ne olur konuş, yarın ruzi mahşerde nasıl bakarım İsmet’imin yüzüne, affet beni İsmet, namusuna halel getirdim! İsmet’im ne olur beni affet, nasıl bakarım ben bundan sonra insanların yüzüne… Neslihan Hanım'ın insanların yüzüne bakma aklına gelince çıldıracakmış gibi olur. Ayla kirletilmiştir, O, ona sahip olamamıştır. Oysa O, yıllardan beri dul yaşamış, gözünün üstünde kaşın var deme cesaretini gösterememiştir kimse. Bundan sonra onunla konuşurken bir yerleri ile gülmez miydi bu insanlar, gülerdi, hem de gülmekten öte bile geçerlerdi. Geceleri kapısına dayanıp “Eskiciye şapır şupur da bize yarabbi şükür mü” derlerdi. Beyni kafatasını, terk etmiş, mantığın yerini duygu almış, akli melekeleri şeytanileşmiş… Gülerdi komşuları, hem de nereleriyle, gülerdi. Neslihan Hanım'ın kişilikli davranışı öteden beri, özellikle hem cinsleri tarafından kıskanılmaktadır. O anda kumral yüzü kıpkırmızı kızarır, çakır gözleri çakmaktaşı gibi ateş saçmaya başlar. Örgülü saçları, başı, bedenin her bir yanı vıcık vıcık kan ter içinde kalır. Uğurlu Apartmanı 32 numaralı dairede dört el silah sesi duyulur. Konu komşu bu ses nereden geliyor diye merak etmez. Neslihan Hanım iki kurşunu Ayla’ya, iki kurşunu da kendine sıkmıştır. Ayla ile Neslihan Hanım’ın kokmuş, şişmiş naaşları bir hafta sonra Bahriye Hanım tarafından bulunur. Bir kadının değil tam iki kadının kanı bu asil ve necip toplumun eline yüzüne sıvanmıştır.

  • Oza'dan

    Selam Oza, evde, geceleyin Ya da uzakta bir yerde, neresi olursa olsun, havlarken köpekler, yalarken kendi göz yaşlarını Senin soluğundur duyduğum ses. Selam Oza! Nasıl bilebilirdim, sinik ve gülünç Bir kişi gibi, ürkerek giren bir göle, Gerçekte korku olduğunu aşkın, söyle? Selam Oza! Ne korkunç, bir başına düşünmek şimdi seni? Daha da korkunç, bir başına değilsen oysa: Şeytan öylesine doyumsuz bir güzellik vermiş ki sana. Selam Oza! Ey - insanlar, lokomotifler, mikroplar Gerin kanatlarınızı elinizden geldiğince ona. Harcatmam onun, dokundurtmam kılına. Selam Oza! Yaşam bir bitki değilse aslında, Neden dilimliyor, parçalıyor insanlar onu Selam Oza! Ne acı bu denli geç rastlamak sana Ve böylesine erken ayrı kalmak sonunda. Karşıtlar getiriliyor bir araya Bırak çekeyim kahrını ve acını kendime Çünkü acılı kutbuyum mıknatısın ben, Sense sevinçli. Dilerim sonuna dek kalırsın öyle. Dilerim hiç bilmezsin ne denli hüzünlüyüm. İnan, kendimle üzmeyeceğim seni. İnan, ders olamayacak sana ölümüm. İnan, yük olmayacağım sana yaşamımla. Selam Oza, dilerim ışıl ışıl kalırsın hep Bir sokak fenerinden sızan bir ışık gibi. Suçlayamam bırakıp gittiğin için beni. Şükür ki girdin yaşamıma. Selam Oza! / Andrey Voznesenski *

  • Yorgun Şiir

    Yorulmuştu Baktı Dizeler kırık Şiirin her harfinden Damla damla Hüzün akıyor Kıyamadı Aldı kalemi eline Yüreğinden Bir tutam sevgi Döküp Tutkal niyetine Yapıştırdı Yürek fırçasıyla Boyadı Boydan boya dünyayı Bir umut Bir düş Bir gülüş ekledi Kırıkları Topladı ... Öptü harflerin gözlerinden Tek tek sevgiyle... Semihat Karadağlı 21.10.2017 saat: 18.33 İzmir

  • Niyazi Uyar'ın "Sevdalı Öyküler" Kitabı Çıktı!

    Sevdalı Öyküler, Niyazi UYAR ÖYKÜ indirimli fiyat:28,50 L Liman Yayınevi, ANKARA, 2022 Haziran Edinmek için: LİMAN YAYINEVİ

  • Ekmek Şarap Sen ve Ben

    İhsan YÜCE * Ekmek şarap sen ve ben bir de sabahın dördü dışarda kar odamız ılık gözlerin ılık ılık damlarken boş kadehe anlattın bana ağzı sarımsak kokan bir oğlanla yattığını aşkı tattığını, karım dediğini ve aldattığını kıskandım Gogen’i Tahitilim terlemiş vücudunu silerken cüzzam mikrobunu ve yaktığı kulübesini saçların bağlamıştı ellerimi muz kokulum güneşi doğurmuştu ölü cisim martı çığlıklarıyla bir sahil kayalığında nefesin vücudumu yakıyordu yer yer sam yelim sahra-i kebirim kahrettim her şeye o gün babanın şarap çanağına, Gogen’e, kadere, sana, bana, bir de gittiğin arabanın tekerine ne diyordum arkadaş diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim ama içerken düşünmem neden içiyorum diye daha sonra yaparım hayatın felsefesini sırayla olurum Fatih, Selim, Kanuni bazen kadın hamamında tellak bazen Christoph Colomb Napolyon’ken düşünürüm Elbe’de geçen günleri Timur’ken Beyazıt’ı yenişimi bir kere Aristo’nun hocası olmuştum ona verdiğim dersle gurur duymuştum bazen Jan Dark’ı kurtarmak için çalışan bir kahraman bazen odunu ateşleyen bir cellat olurum eğer daha da içersem Shakespare halt etmiş derim karşımda salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinlerim de işte Mozart’ın aradığı melodi bu diye gülerim enayiymiş be Platon bir içsin de görsün ne felsefesi varmış bu hayatın anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu ıslak kaldırımlarda yürürken acırım önde yalpa vuran sarhoşun zavallı haline ukalalık işte derim nene lazım senin kendine bak sen de bir serserisin bir sarhoş ve yavaş yavaş kaybolur acı kahkahalarım şehrin izbe sokaklarında yavaş yavaş kaybolur benliğim. HAFTANIN ŞİİRİ ÖNERİ

  • Ben Aydınlıkçı İken 5: BARDAĞI TAŞIRAN DAMLA

    Zeki SARIHAN * İşçi Partisinden istifam ve atılmam süreci şöyle başladı: 2011 Genel Seçimlerine birkaç gün kala akşamüzeri eve ulaştığımda Ulusal Kanal’da Yıldırım Koç’un programına rastladım. Karşısında Güçbirliği adayı Hava Generali Erdoğan Karakuş vardı. Koç ona Ermeni kırımı iddiaları hakkında ne düşündüğünü sordu. Bunun çanak bir soru olduğu Karakuş’un şu yanıtıyla anlaşıldı. “Onların hiç biri öldürülmedi. Biz hepsinin mezarlarını biliyoruz!” Halkların çektiği çile karşısında çok duyarlı olduğum için isyan ettim. “Benim bu adaya oy vermek için ne zorunluğum var” dedim. 12 Haziran 2011 günü yapılan seçimlerde oyumu CHP’ye verdim. Seçim sonuçlar yayımlanınca bir seçim değerlendirme yazısı yazdım. “Seçimi Neden AKP Kazandı” başlıklı bu yazıda İşçi Partisi’nin durumunu da değerlendirdim ve oyumu nereye verdiğimi de yazdım. Doğu Perinçek Teori dergisindeki bir yazısında benim liberalliğe saptığımı yazdı. Öğretmen Dünyası Yazı Kurulu üyesi Aydın Karataş’ın gündeme getirdiği bir konu oldu. Derneğin İP’li bazı üyeleri ben CHP’ye oy verdiğim için dernekten ayrılmayı düşünüyorlarmış. “Nasıl önlem alalım?” sorusuna karşılık “İstifaları yeni üyelerle karşılarız. Ben yılsonunda yapılacak kongrede başkanlıktan ayrılacağım için ayrılmalarına gerek olmadığını bu arkadaşlara duyurabilirsiniz” dedim. 15 Eylül 2011’de partiden istifa etmeyi düşünmeye başladım. 3 Aralık 2011’de bir dönem önce söz verdiğim üzere Ulusal Eğitim Derneği başkanlığından ayrıldım. Bunun Parti ile aramdaki sorunlarla ilgisi yoktur. 9 Ocak 2012’de de Partiden istifa yazımı gerekçeleriyle birlikte Çankaya ilçe başkanlığına elden teslim ettim. İstifa yazımı yayımladım. Çeşitli mecralarda da yer aldı. “BİZ İRADEMİZİ PERİNÇEK’E TESLİM ETTİK” İstifamı öğrenenlerden yalnız iki İşçi Partili beni ziyaret ederek Partiden ayrılmamamı istediler. Bunlardan birine “Siz iradenizi Doğu Perinçek’e teslim etmişsiniz” dedim. “Evet dedi, biz irademizi ona teslim ettik.” Partiye oy vermediğimi açıkladığım gerekçesiyle Genel Merkez tarafından ihraç edilmem isteğiyle İl Disiplin Kurulu’na verildim. İl Disiplin Kurulu savunmamı istedi. Verdim. Kurul, ihraç talebini reddetti. Fakat o sırada Parti Merkez Komitesinin kararı ile bu kez Yüksek Disiplin Kurulu’na verildim. Yüksek Disiplin Kurulu, elden dolaştırdıkları anlaşılan evrakla partiden ihraç kararını aldı. Disiplin yönetmeliği emrettiği halde savunmamı almaya gerek görmedi ve kararı da bana gene disiplin yönetmeliğine aykırı olarak tebliğ etmedi. Ben kararı disiplin kurulu üyelerinden birinin telefonuna ulaşarak çok sonradan öğrendim. Parti Genel Merkezine şöyle bir yazı gönderdim: “Siz beni ihraç edemediniz. Ben kendim istifa ettim. Parti üyelik kütüğünde üyeliği sonlandırma nedeni olan bir hane varsa oraya ‘İstifaen’ yazmak zorundasınız.” Ulusal Eğitim Derneği ve Öğretmen Dünyası yöneticileri, partiden ayrılmam konusunda yorumda bulunmadılar ve bir tepki de göstermediler. Yalnızca yeni başkan Nazım Mutlu, “İnsan rahat edemediği yerde durmamalı” gibi haklı bir yorumda bulundu. Ben de onlara şu tavsiyede bulundum: (17 Nisan 2013) Ulusal Eğitim Derneği’ni, çeşitli siyasi oluşumların peşine takılarak güçlerini harcama yerine eğitim konusuna odaklanın.” Başkandan “Sorunlar bir bütündür” yanıtını alınca “Siz bilirsiniz, benden söylemesi” dedim. Bir yıl sonra da gene aynı konuda uyarıda bulundum: “Ulusal Eğitim Derneğini İP ile yapışık bir hale getirmeyin. Zira İP’in bir geleceği yok!” Bu bağımsız, kendi ayakları üzerinde durma ve daima kitlelere yaslanma tutumu benim baştan beti savunduğum bir görüştü. Öğretmen Dünyası ve Ulusal Eğitim Derneği’nin başında bulunduğum sürece, parti yayın organlarında görev almama ve partiye taraftar ve 1998’de üye olmama rağmen, partiyi bu işlere karıştırmamaya özen gösterdim ve aksini düşünen arkadaşlarla da zaman zaman cebelleştim. Bunun bir örneği olarak öğretmen Dünyası temsilcilerinin derginin sendikal tutumunu tartışmak üzere yaptığımız bir toplantıya Partinin yöneticilerinden Hüseyin Karanlık’ın katıldığını gördüm. Burada ne işi olduğunu sorduğumda “Parti her yerde vardır” yanıtını aldım. Bu tekil olaya karşı Parti merkezinin çalışmalarımız konusunda herhangi bir müdahalesiyle karşılaşmadım. Hatta bir gün Mehmet Bedri Gültekin’e bu gözlemimi aktardım. “Sen onun başındasın ya. Karışmamıza gerek yok” yanıtını aldım. Aydınlıkçı olduğum süre içinde bu partiden pek çok fedakâr devrimci dost kazandım. Bunların birçoğu bugün partili değiller. Öğretmen Dünyası dergisi, Ulusal Eğitim Derneği tarafından 40. Yılını doldurunca Aralık 2019 sayısıyla yayın hayatına veda etti. Ulusal Eğitim Derneği’nin 3 Aralık 2019 yaptığı genel kongre Vatan Partisi taraftarlarıyla, Vatan Partisine tepkili olanların sertleşmesine sahne oldu. Kongreye yakın bir tarihte derneğe üye yapılan TGB’li birkaç gencin de oy kullanmasıyla Partililer seçimi kazandı. Artık “Onursal Genel Başkanı” olduğum bu dernekte yerim kalmamıştı. Bazı arkadaşlarla birlikte dernekten istifa ettik. Derneğin sonunu başka bir yazıda anlatacağım. NEREDE HATA YAPTIM? Partiden istifa edeli 11 yıl oldu. Fakat partiye üye olmakla hata ettiğimi anlıyorum. Israrlara rağmen üye olmayıp bağımsız kalsaydım, istifa veya atılma gibi bir olay olmayacaktı. Hadi üye olmakla hata ettim, Parti artık ideolojik olarak beni temsil etmemeye başladığı zaman istifa etmeliydim. SONUÇ: Ben hâlâ 1970-1980’lerdeki Aydınlıkçı olmaktan rahatsız değilim. Aydınlık hareketi birçok devrimci gibi bana çok şey kazandırdı. Bu yazı dizisinde anlattığım bazı örneklerde olduğu gibi, onun her politikasını gözü kapalı savunmadım. Yazılarımla ve konuşmalarımla itirazlarımı dile getirdim. Görüşlerimiz uzlaşmaz bir noktaya ulaştığında (biraz geç de olsa) yollarımı bütünüyle ayırdım. Ben ayrılmasaydım da Partinin benden kurtulmak istediği hakkımdaki ihraç kararıyla anlaşıldı. Partiden istifa ettiğim ve bunun gerekçelerini yayımladığım zaman fanatik bazı partililer, günümüzde “trol” denenlerin üslubuyla beni aslı olmayan şeylerle suçladılar. Fakat bir süre sonra onların bir kısmının da partiden ayrıldığını öğrendim. Bu yazı dizisine facebookta verilen yanıtlardan anlaşılacağı gibi bir kısmı trollüğe devam ediyor. İşçi Partisindeki gelişme, Türkiye’deki sosyalist hareketin zayıflaması, kitle hareketinin geri çekilmesiyle ilgilidir. Sosyalizmde bir gelecek görmeyenler, onun sağındaki akımlara adaylığını koydular. Ben ise sosyalist kimliğimi korumaya çalışıyorum. Hedef çok uzaklarda görünse de kendimi Kâbe’ye ulaşmaya çalışan karıncaya benzetiyorum. Karınca “Hiç değilse bu yolda ölürüm ya” demiş. Yarının ne getireceğini kimse kestiremez. Kitleler de denizler gibidir. Bazen geri çekilirler, bazen tsunami yaratıp önlerinde ne varsa silip süpürürler. İşçi Partisi: Nereden nereye? (2000’e Doğru, 30 Ağustos 1987)

  • Ben Aydınlıkçı İken 4: SOSYALİST PARTİ DEĞİL, LAİK BİR TARİKAT

    Zeki SARIHAN * 13 Haziran 1999’da 6 Ok Kurultayı yapıldı. Bana da “Halkçılık” ilkesini açıklama görevi verildi. Sunduğum bildiride, Halkçılığın tarihini ve CHP’nin Altı Okundan biri haline nasıl geldiğini anlattıktan sonra Tek Parti döneminde halkçılık ilkesinin uygulanmadığını anlattım. Konuşmam, toplantıya katılanlar üzerinde şok etkisi yaptı. Yalnız sanatçı Halil Ergün, beni öperek kutladı, diğerleri görüşlerimin yanlış olduğunu söylediler. Ardından Perinçek İstanbul’dan gönderdiği mektupta yanlış düşündüğümü yazdı. Bu tip toplantılarda artık yalnızca bir dinleyici idim… 10 Şubat 2002’de Genişletilmiş Başkanlar Kurulu toplantısında Perinçek, anadilinde eğitimi yerden vere vurdu. Oysa biz uluslararası sözleşmelere dayanarak ve uzmanlara da başvurarak anadilinde eğitimin çocuğun kişilik kazanmasında ne kadar önemli olduğunu yazıp söylüyorduk. Dayanamayıp ona yalnızca ben yanıt verdim ve anadilini öğrenme hakkının kutsal olduğunu, bir okulda anadili başka olan bir çocuğa bile imkân varsa o dilin devlet tarafından öğretilmesini önerdim. Tartıştığımız konu kadar Perinçek’in görüşlerine karşı çıkmam dikkat çekti. Eski Tabii Senatör Suphi Karaman “Doğu’ya karşı çıkmayalım” öğüdünde bulundu. ADD’Yİ ELE GEÇİRME PROJESİ Parti artık sosyalist ideolojiyi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, sınıfsız topluma erişme idealini bırakmıştı. Atatürkçü olduğunu ileri sürüyordu. Türkiye’nin en büyük kitle örgütlerinden biri olan ADD’yi ele geçirme hareketi başladı. Birçok İP’li ADD’ye üye oldu. Bir yandan da Pir Sultan Abdal Derneği’ne üye taşınmaya başlandı. Bana göre, parti dışındaki kuruluşlar ve sınıflarla Güçbirliği yapmak için buna hiç gerek yoktu. Herkes olduğu gibi görünmeli ve göründüğü gibi olmalıydı. Sosyalistlerle Kemalistler bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde güç birliği yapmalıydılar. Nitekim bu dönemde ülkenin birçok yerinde ADD’lerce konferansa çağrıldım. Kurtuluş Savaşı ve eğitimle ilgili konuşmalar yaptım. Hiçbir konuşmamda Atatürkçü olduğumu söylemedim. Beni kabul edeceklerse sosyalist olduğumu bilerek kabul etmeliydiler. Sözcüsü bulunduğum Eğitim Hakkını Savunma Komitesinde sosyalist ve Kemalistler birlikte çalıştık. Öğretmen Dünyasının Yazı Kurulunda da aynı bileşimi korumaya çalıştım. ADD genel merkezi, önce İP’ten gelen bu taze güçten memnun olmakla birlikte derneğin İP’in eline geçeceğini fark edince buna karşı durdular. Genel kongrelerde sıkı mücadele oldu. Vatan Partisi’nin iktidarın yanına geçmesinden sonra bu kadrolar ADD’den de tasfiye oldular. Pir Sultan Abdal Derneğini ele geçirme hareketi de sanırım sonuçsuz kaldı. LOZAN’A NEDEN GİTMEDİM? Parti’nin Lozan’a giderek Ermeni sorunu konusunda İsviçre mahkemeleri hakkında bir gösteri yapılacağı bildirilerek buna katılmam istendiğinde kabul etmedim. Başka bir ülkenin yasalarına karşı, o ülkenin yurttaşı olmayan kişilerin yabancı bir bayrak sallayarak protestoda bulunmalarını garip karşıladım. Örneğin başka ülkelerin yurttaşları Ankara’ya gelip böyle bir gösteri yapamazlardı. Zaten, Perinçek ve arkadaşlarının 1915’te katledilen Ermeniler hakkında bu kadar acımasız olmalarına hayret ediyordum. Parti İsviçre’den zaferle döndüğünü ilan etmekte gecikmedi. Ermeni soykırımı kararlarını çürüttüğünü ilan etti. Oysa İsviçre mahkemesinin aldığı karar, yalnızca “Ermeni soykırım yapılmamıştır” demenin fikir özgürlüğü sayılması gerektiğidir. 4 Ekim 2006’da Ermeni sorunu için yapılacak toplantıya kitle örgütlerini Ulusal Eğitim Derneği olarak çağırmam istendi. Reddettim. Ancak toplantıya katıldım. Bu toplantıda ve 15 Ekim’de Çayyolu Temsilciliğinde yaptığım konuşmalar şaşkınlıkla karşılandı. “HANGİSİNDEN AYRILAYIM. PARTİDEN Mİ, EŞİMDEN Mİ ?” 2 Ekim 2005’te Ankara İl Toplantısında da konuşmadım. Sunulan raporlardan son genel seçimlerden sonra partinin bir hayli zayıfladığını, temel örgütlerin çalışmadığını, il ve ilçe başkanlarının sürekli değiştiğini, buna rağmen gerilemenin durdurulamadığını anladım. 2005’te Cumhuriyet Kadınları Derneğinde bir ayrışma yaşandı. Partinin adayları ayrı bir liste ile seçime girip kaybedince yeniden genel başkan seçilen eşim Şenal hakkında Ulusal Kanal’da sorumsuz bir yaylım ateşi başladı. Bu artık iyice çığırından çıkınca Genel Merkez’de Mehmet Bedri Gültekin’e “İkisi bir arada yürümüyor. Partiden mi eşimden mi ayrılmamı önerirsiniz?” diye sordum. “İkisinden de ayrılma” yanıtını aldım. Perinçek’in bana karşı tutum alması de gecikmedi. İP Merkez Kurulu toplantısında KESK’ten başka bir sendikada, bu arada başkanı bulunduğum Ulusal Eğitim Derneğinde çalışılmasını yasaklamış. Daha önce Hasan Yalçın’ın da çabasıyla görüşlerimden yararlanmak için çağrıldığım bu toplantılara çağrılmıyordum. Ulusal Kanal, Aydınlık ve Kaynak Yayınlarının da bana karşı tavır aldıklarını hissediyordum. Ulusal Kanal’da çeşitli bahanelerle programlarıma iki kez ara verildi. Gene de 16 Eylül 2005’te Parti Genel Merkezi’nde tüzük ve program tartışmalarına katıldım. Partinin sosyalizm yolundan ayrıldığını gördüm. Parti artık Türk milliyetçisi bir parti olmuştu. Eleştirilerimi söyledim. 24 Aralık 2006’da İP’in kongresinde üçüncü gün. Perinçek, gene uzun bir konuşma yaparak tüzük ve programın kabul edildiğini ve artık kimsenin bu konuda askıntı olamayacağını ilan etti. Seçimde 72’sini Perinçek’in önerdiği 89 kişilik listeden 34 kişinin, denetleme kurulu adaylarından 7’sinin adını işaretledim, ancak İttihatçı fedailere benzettiğim ve tamamen milliyetçi bir çizgiye oturduğunu gördüğüm genel başkan adayı Perinçek’e oy vermedim. Onun Türkiye’yi maceralara sürükleyebileceğini ve yanındakilerin bunu frenlemeyeceğini düşündüm. Seçimin sonucu “Doğu Perinçek’in oybirliği ile seçildiği” biçiminde açıklandı! “DOĞU PERİNÇEK’İN FEDAİLERİ!” Lozan’a gitmedim ama İncirlik Üssünün kapatılması için Adana yürüyüşüne katıldım. Çünkü bu doğru bir eylemdi. Bu yürüyüşte miting yapılan yol boylarında halkın partiye ne kadar ilgisiz olduğunu gördüm. Haymana’da miting alanında tek bir Haymanalı yoktu! Ulukışla içinde yürürken megafondan “Doğu Perinçek’in fedaileri geliyor” anonsuna tepki göstererek “Ben kimsenin fedaisi değilim. Böyle bağırılmaya devam edilirse yürüyüşten ayrılacağım” dedim. Bu anons tekrar edilmedi. 11 Ocak 2008’de İP Ankara İl Örgütünde Program Taslağı tartışılıyordu. “Parti milliyetçiğe saplanmıştır. Ben partiye böyle bir sözleşme yapmamıştım. Sosyalist bir partiye üye olmuştum” diye tepki gösterdim. Bana “ideolojik zaaf içindesin” yanıtı verildi. 2008 yılı sonları parti üyeliğim hâlâ sürüyordu ama onun politikalarından nefret etmeye başlamıştım. 29 Mart 2009 yerel seçimlerde belediye başkanı için CHP’ye oy verdim. “SOSYALİST PARTİ DEĞİL, LAİK BİR TARİKAT” Partide benim eleştirilerime kulak veren, özellikle toplantıların usulüne göre yapılmasındaki titizliğimi bilen arkadaşlar benden Ankara İl Kongresini yönetmemi istediler. Görevi yaptım. Kongrede partiye yeni üye olmuş bir astsubay emeklisi, verilen arada bana, “konuşmacıların bazılarından sosyalizm sözü işitiyorum. Atatürkçülük varken sosyalizm de ne oluyor?” dedi. Eskiden alacağı üyeleri titizlikle seçen ve sınıfsız toplum için çalışacaklarına and içiren parti artık üye kabul ederken milliyetçi olmalarını yeterli görüyordu. O delegeye biraz da canım sıkılarak ne desem beğenirsiniz? “Partide değişik düşüncelerde arkadaşlar olabilir. Saygı duymak gerekir!” 9 Temmuz 2010 günü Çayyolu Temsilciliğine Çankaya ilçedeki anlaşmazlıkları çözmek için yapılan toplantıda “İP sosyalist bir partiden çok laik bir tarikata benziyor” dedim. Nitekim 20 Ekim tarihinde İP Strateji merkezinin Petrol İş Sendikası Ankara Şubesinde yaptığı toplantıda “Benim ideolojim sosyalizmdir” demem şaşkınlıkla karşılandı! Bu çevre ile ilişkilerimin bundan sonra farklı olacağı kanısına vardım. Mart 2011 seçimleri için İP’in örgütlediği Cumhuriyet Güçbirliği’ni destekleyenler listesine gönülsüzce imza verdim. (8 Haziran 2022) zekisarihan.com Gelecek yazı: BARDAĞI TAŞIRAN DAMLA

  • YALNIZ KALAN

    I Bu nasıl gitmedir ardına bakmadan ıssız sokaklara sırtını dönerek gezinirken tek başına kentlerin orta yerlerinde kentlerin orta yerinde yalnızlığa aldırmadan daha dünkü sızı taptaze iken onu katlamanın da bedeli olacak şuracıktaki yarına uğranacaktı oysa ya saklı aşklar hiç olmamış saymak istediğin hani onları seslenecektin arka sıralarına dizelerin dizelerin geçtiğin yerlerin ateş böcekleri olacak vicdanla donanmış olanlar sendeleten sancıyla doluyken gecelerin uyunmaz mevsimindeyiz kan ter içinde, kağıt kaleme sarılı elin sabırsızsın belli, sabırsız akıp giden yıllara söyle haydi! haykırarak hangi bilinmeze yolculuktur suskunluğu yırtarak bağıra çağıra gidilen II erken uyanmak erken söylemek sevdalara dalıp baskınına uğramak hissizliğin çekip gitmek midir hiçbir keşke önünü kesemez artık bilinmeze yolculukların. öyle mi öyle, dağları yakarcasına öyle şair ölünce yalnızlığı kimsesiz mi kalacak kimsesiz sokaklarda el avuç buz kesiyor el avuç binlerce sokak canıyla göz göze gecenin ve gündüzün karanlığında sızının koynuna sarılı tüm günahsızlar ancak şiirler sıkışıyor aralarına sımsıcak günahlarını bağırdıkça cellatlara ayazda, salgında, işkencede, savaşta boranlardan azgın sürgünlerde göz kırpıyor düne bugünler için iz bıkanlar nefesini dizelere bırakıyor giden her giden erken gidiyor acımasızca gözleri gözlerde asılı kalıyor. veda etmiyor el sallamıyor kalan düne, güne ve yarına çakılıp kalıyor sonra geride kalanlara kalıyor kahrı yenilecek lekelerden arındırılacak zorlu hayat

  • Ben Aydınlıkçı İken-3 PARTİNİN HANGİ GÖRÜŞLERİNE İTİRAZ ETTİM

    Zeki SARIHAN * Sosyalist Parti ve İşçi Partisi dönemlerinde, partiye üye olmadan da bir üye gibi görevlerimi yaptım. Bağış adı altında düzenli ödenti verdim. Partinin özellikle seçim dönemlerinde açtığı yardım kampanyasına, Aydınlık ve Ulusal Kanal için açılan yardım kampanyalarına katıldım. Bazı seçimlerinde arabamı kullanmaları için verdim. Hemen bütün mitinglerinde bulundum. Kongrelerine katıldım. Partinin örgütlediği grupla Silivri duruşmalarına üç kez gittim. Partiye üye olmazdan çok önce partinin bazı kuruluşlarında görev aldım. Ulusal Kanal’da 1000’i aşkın program sundum. Partinin yayın organı Aydınlık’ta 58, Teori’de 21 yazım, Kaynak Yayınlarında bazı kitaplarım yayımlandı. 1992’de Hasan Yalçın’ın çağrısıyla Sosyalist Partinin Bilim Kuruluna katıldım. İP’in Yayın Organı Teori Dergisi’nde Ankara Yayın Kurulu’na katıldığımda da parti üyesi değildim. Turan Dursun Araştırma Ödülü jürisinde yer aldım. Atatürk’ün Bütün Eserleri Danışma Kurulu üyesiydim. Partili gençlere yazma dersi verdim. Partinin bir eğitim kampında Öğretmen Dünyası’ndaki deneyimlerimi toparlayarak bir toplantının nasıl yönetileceğini anlattım. Belki de beni parti organlarında aldığım bu görevlerden ötürü, bazı arkadaşlar geçmişte parti yöneticisi olduğumu zannetmiş olabilirler. “BARAJI AŞIYORUZ” 5 Aralık 1995’te haftalık yazılarımın yayımlandığı Siyah Beyaz’da İP’i desteklediğimi yazdım. Ancak onun seçimlerde herhangi bir varlık gösteremeyeceği ortadaydı. Her seçim propagandasında “Barajı aşıyoruz” söylemi yapılıyordu. Bu söylemlere itiraz ediyordum. Taraftarlara moral vermek için halka yalan söylemek sosyalist ahlaka sığmazdı. İki ayrı seçim döneminde iki arkadaşla bahse girdim, ikisinde de kazandım. Bir seçim sonrası değerlendirme toplantısında gençlerden biri “Barajı aşıyoruz” söylemini eleştirdi ve partinin güvenirliliğinin zedelendiğini söyledi, yöneticilerden biri “Ne yani seçimleri kazanamayacağız mı demeliydik?” cevabını verdi. Gencin yanıtı şu oldu: “Doğu Perinçek gibi usta bir yazar için ‘Kanacağız’ veya ‘kazanamayacağız’ sözlerinden başka bir ifade kullanmakta zorluk mu var?” Parti 1995 seçimlerinde binde 22 oy alabildi! 11 Nisan 1999, Parti ile ilişkilerimin inişe geçtiği tarihtir. “İP’e Oy Ver” çağrısın imza verenler arasında adıma yer verilmeyişi bunun işaretiydi. 18 Ekim 1999’da Teori Yazı Kurulunda “İP’in Yayın Organı” ibaresinin çıkarılmasını, parti haberlerine yer verilmemesi gibi önerilerde bulundum. Öyle de yapıldı. ÜLKÜCÜLERDEKİ DEĞİŞİM Parti yöneticileri ile aramdaki ilk tartışmalardan biri 18 Nisan 1999 seçim sonuçları hakkında oldu. Partinin oyları Yüzde 0.18’e indi. Bu seçimde DYP, ANAP, CHP erimiş, DSP ile MHP en çok oyu almışlardı. Parti yöneticileri seçim sonuçlarının ABD’den ayarlandığını ileri sürüyorlardı. Amerikancı liberal yazarlar ise aksine seçim sonuçlarından kaygılıydılar ve “Türkiye’nin üzerine kara bir şal örtüldü” diye yazdılar. Bense DSP ve MHP’nin yükselişini seçmenin Batıya kafa tutması olarak yorumladım. MHP’nin eski MHP olmadığını, değişime uğradığını ileri sürdüm. Parti sözcülerine göre MHP değişmemişti, eski faşist MHP idi. Nisan 1999’da Ankara İl Başkanlığında seçim sonuçlarını değerlendirmek için yapılan toplantıda gene Parti yöneticilerinin tutumlarını eleştirdim. Tabii görüşlerim beğenilmedi. 25 Nisan 1999’da bu kez Genişletilmiş Başkanlar Kurulu toplantısında Hasan Yalçın, bu görüşlerimi tekrarlamamı önerdi. Daha doğrusu, konuşmak için adlarını yazdırmış olanların en başına benim adımı yazdı. “Beni kum torbası gibi dövdüreceksin değil mi?” diye şaka yaptım. Konuşmam gerçekten de bir kum torbası görevi gördü. Nerdeyse her konuşmacı bana yanıt verdi. İşin ilginç yanı, bu tartışmaya geniş yer ayıran Teori dergisi, benim konuşmamı özet olarak bile vermiyor, fakat bana verilen yanıtları yayımlıyordu! Konuyu Ankara yazı Kurulu’na getirdiğimde kurul üyeleri bana hak verdiler. Ne gariptir ki MHP’nin değişmediğini, faşist bir parti olduğunda ısrar etmiş olan Parti yönetimi bir süre sonra, ülkücülerle bağ kurmaya ve onlarla ulusalcı bir cephe oluşturmaya başladı. Bunun doğru bir tutum olduğuna inanıyorum. Birçok MHP’li geçmişte komünist avına girişmekten pişman olduklarını, emperyalistlerin bizi birbirimize kırdırmak istediğini söylemeye başladılar. Ulusal bağımsızlık söz konusu olduğunda antiemperyalist bir cephe kurmak yanlış değildi. “BEN BU PARTİNİN BAŞINDA OLDUĞUM SÜRECE…” AKP’nin tek başına iktidar olduğu 3 Kasım 2002 seçimlerinde İP Yüzde 0.51 aldı ve bütün seçimlerde aldığı en yüksek oy bu oldu. Parti sözcülerinin sübjektivist tutumunu eleştiren bir metin yazdım ve bunu Teori Ankara yazı kuruluna sundum. Kurul üyeleri, saptamalarıma geniş ölçüde katılarak bunu İstanbul’da yapılacak olan “Seçimin Sonuçlarının Değerlendirilmesi” toplantısına anlatmamı istediler. 13 Kasım 2002’de İstanbul’da yapılan toplantıda metni kürsüden sundum ve parti yöneticilerini sübjektivist olmakla eleştirdim. Doğu Perinçek, kürsüden bana seslenerek “Zeki Sarıhan, ben bu partide başkan olduğum sürece aday olamayacaksın” diyerek azarladı. Ona yerimden “Zaten aday olmak isteyen kim?” diye yanıt verdim. Ankara’ya dönüşte de kendisine bir yazı göndererek zaten adaylık önerilerini reddetmiş olmakla birlikte partide adayları tek başına belirleme tutumunun da kaygı verici olduğunu belirttim. Bu süreç içinde başında bulunduğum Öğretmen Dünyası Dergisinin bağımsızlığını da korumaya çalışıyordum. Yazı Kurulu üyelerinden bazıları, derginin İP’in bir yayın organı olmasını önerdiler. Karşı çıktım. 5 kişilik kurul üyesinden üçü Partide yapılan toplantıda aleyhimde epey atıp tutmuşlar. Yaptığımız hararetli bir toplantıda bu şartlarla dergideki görevime devam edemeyeceğimi söyledim. “Ben bağımsız, kendi ayakları üstünde duran, görüş üreten bir yayın organı özlüyorum. Bazı arkadaşlar başka türlü düşünmek ve davranmak istiyorlar” dedim. Neyse ki benden vazgeçmeyi göze alamadılar. Parti yöneticileri de onların tutumuna sahip çıkmadı. “MÜSLÜMAN LAİK, LAİK MÜSLÜMAN OLAMAZ” Bir taştırma da laiklik konusunda yaşadık. Mehmet Bedri Gültekin’in “Müslüman laik, laik de Müslüman olamaz” diye keskin bir laf ettiğinde buna “Laikliğe Halkın Penceresinden Bakmak”” başlıklı bir yazıyla yanıt verdim. Yazım Aydınlık’ın Temmuz 1994 tarihli bir sayısında “Tartışma” sayfasında yayımlandı fakat din konusundaki tartışmamız devam etti. Turan Dursun Araştırma Ödülü’nün değerlendirme kurulundaydım. Araştırmaya gönderilen yazılar doğrudan İslam’ı hedef almaya başlayınca 29 Eylül 2001 günü yapılan ödül töreninde “Aydınlar İslam’la Barışmalıdır” başlıklı bir bildiri sundum. Bu metin toplantıya katılanların çoğunluğu tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Teori dergisinde yayımlanmakla birlikte Perinçek’in “Zeki Sarıhan eleştirisi başlatıyoruz” diye bana yanıt vermek için iki arkadaşını görevlendirdiğini öğrendim. Bunların yazıları da aynı dergide yayımlandı. Yazıların biri daha önce yayımlanmıştı ve benim yazımla ilgili değildi. Diğeri dinlerin evrimleşmediği gibi statik bir görüşü savunuyordu. İstanbul’a gittiğim bir tarihte bu yazıları niçin yazdıklarını sordum. “Doğu emretti, yazdık” demelerine hayret ettim. “BEN DE OLSAM ÖLÜRÜRDÜM!” TİKP, Mustafa Suphi’yi partinin kurucusu olarak kabul ediyordu. Sonradan bundan vazgeçti. Artık Parti merkezlerinde Marks, Engels’le birlikte Mustafa Suphi’nin fotoğrafı da asılmaz oldu. Fakat beni asıl ürküten, bir sohbetimizde Perinçek’in Mustafa Suphi hakkında söyledikleri oldu. Suphi’nin 15 arkadaşıyla Karadeniz’de öldürülmesi söz konusu olduğunda kızgın ve kararlı bir ifadeyle “Ben de olsa öldürürdüm!” dedi. 16 Temmuz 2002 Salı günü İP Genel Merkezi’nde Teori Yazı Kurulu toplantısında Genel Başkan Perinçek’le ordu konusunda tartıştık. Ordu mensuplarının bazı ayrıcalıklarının onun halkla bütünleşmesinde engel oluşturduğu ve bunun için tarihten de örnek verdiğim görüşlerime Perinçek sert yanıtlar verdi. Ordu mensuplarının yüksek maaş almadıklarını, aksine almaları gerektiğini söyledi ve buna karşı olan düşünceleri ağır bir dille suçladı. Bu örnekten, partide neden insanların farklı düşüncelerini dile getirmekten çekindiklerini anladım ve Teori Yazı Kurulu’ndan istifa etmem gerektiği yolundaki görüşlerim güçlendi. Mehmet Bedri Gültekin’le partinin Kürt politikasını konuşurken “Çoğunluk milliyetine dayanmayan bir parti başarıya ulaşamaz” demesi, partinin artık Türk milliyetçisi bir parti olmaya karar verdiğini gösteriyordu. PERİNÇEK BEKAA VADİSİNE NİÇİN GİTTİ? Perinçek’in 1991’de Bekaa Vadisi’nde PKK kampını ziyaretinde Abdullah Öcalan’dan çiçek alması sonradan çok başına kakıldı. Perinçek bu ziyareti bir gazeteci olarak yaptığını, başka gazetecilerin de röportaj için bu kampa gittiğini söyleyerek gidiş gerekçesini “Onu Amerikancılıktan kurtarıp Türkiye’ye kazanmak için” olduğunu ileri sürdü. Bu tam bir kıvırma hareketiydi ve hiç de inandırıcı bulunmadı. Olayların kronolojisi ziyaretin bu amaçla yapılmadığını gösteriyor. 1990’larda hem Batı’da işçi hareketinin hem de Güneydoğu’da Kürt hareketinin yükseldiği yıllardı. Doğu Perinçek de Güneydoğu’da binlerce kişinin katıldığı mitingler yapmıştı. Perinçek, emekçi hareketinin liderliğine adaylığını koymuştu. Kürt hareketiyle Batı’daki halk hareketinin birleşmesi ve tek bir kumanda altında yürütülmesini istiyordu. Perinçek Bekaa’ya bunun için gitti ve Öcalan’dan kendi liderliğinin kabul edilmesini istedi. Fakat Kürtlerdeki tarihî güvensizlikten ötürü Öcalan bunu kabul etmedi. O tarihlerdeki Aydınlık yayınlarında devletin aleyhinde ve PKK’nın lehinde onlara “gerilla” diyen birçok yazı ve haber vardır. Fakat Öcalan’ın Perinçek’in liderlik önerisini kabul etmeyince ona ve temsil ettiği siyasi harekete düşman kesildi. 2022’de Ankara Kitap Fuarında imzası olan eski bir Aydınlıkçı ile bu konuyu görüşürken “Ben Bekaa’ya Doğu ile gidenlerdenim. Konuşma benim yanımda oldu. Söylediklerin tam tamına doğrudur” dedi. “ALTI AYLA İKİ YIL SONRA İKTİDARDAYIZ” Perinçek her seçim döneminde “Barajı aşıyoruz, baraj sorunumuz yok” diyordu. Fakat sonraları “Altı ayla iki yıl arasında iktidardayız” demeye başladı. Bu sözlerinden kuşkulandım. Bu kez seçimle iktidara geleceğinden söz etmiyordu. Peki, bunu neye dayanarak söylüyordu? Hangi odaklardan güvence almıştı da bunu söylüyordu? O tarihlerdeki kamuoyuna açık olmayan gelişmeler partinin iktidara gelmesine elvermedi fakat bu kez AKP ve MHP ile ittifak kuruldu. (6 Haziran 2022) zekisarihan.com Gelecek yazı: ARTIK YALNIZ BİR DİNLEYİCİ İDİM İşçi Partisinin Almanya Temsilcisi Ömer Özerturgut’la, Köln’de Türkiye Kitabevinde.

  • Bir Somun Ekmek

    dünlerden boşa kürek çekilen onca eciş bücüş günden sonra hayallerimiz umutlarımız kuşatma altında değil mi o tükenmez kalp ağrımız aşklarımız da olmasa pencerelerimiz ne kadar da dar tek yumrukta ezilen soğan üç beş zeytin tanesi bir somun ekmek kadar belki de güneş batıdan doğar yarın gök mavi bulut beyaz Nuh'un gemisi yeniden kurulsa etim çürüse düşlerim liğme liğme ben yine de sana bıçak sırtı adımlarla ayakkabılarım ayağımda paralansa sana bir somun ekmek hiç doyurmadı yurdumuz belli yönümüz aşka #aydogmuszeliha

  • KALA KALA

    Okuduğum, çalıştığım okullar Değişti, kapandı, yıkıldı. Yaşadığım mekânlar Bozuldu, berbatlaştı. Arkadaşlarım, dostlarım Göçtü, gitti, azaldı. Çocukluğum, gençliğim Parmaklarımın arasından kaydı. Sağlıklı günlerim Geçmişte kaldı. Fotoğraflar Soluklaştı, sarardı. Defterdeki yazılar Silikleşti. Geriye anılarım kaldı Sımsıkı sarıldığım. Fuat ÖZGEN

  • AŞK

    Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar, gitsinler. Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti Yoktu dünlerde evvelsi günlerdeki yoksulluğumuz Sanki hiç olmamıştı. Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu. Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi ki sevmek Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti Çünkü iki kişiydik Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra Sonrası iyilik güzellik. Cemal Süreya "Haftanın Şiiri Önerisi"

  • E F E C A N

    Evde kitap okumak, bilgisayarda bir şeyler yazmak… On hazirandan sonra günler böyle geçip gidiyordu. Kitapların gizemi, mavi ufuklara yolculuk, bilgisayarın donuk yüzüyle yaşamımda bir çelişkiler yumağıydı. “Bugün bir farklılık olsun istedim, başımı alıp ayaklarımın götüreceği yere doğru çekip gideyim,” dedim. 168 numaralı belediye otobüsüne bindim. Kış günlerindeki gibi sıkış tepiş değildi, ne güzel! Bu güzellikle biniş kapısından ayağımı attım, okuyucuya kent kartımı okutup arka sağ köşedeki koltuğa oturdum. Önde olursam, kim olursa olsun ayaktakilere yerimi vermek geçer içimden. Oturduğum yer batmasın, rahat, huzurlu bir yolculuk yapmak için arka koltuğu tercih ettim. Bugün, gün güzel başlamıştı. Şoför gergin değil, gülen yüzüyle, yolculara, “buyurun efendim, buyurun,” diyordu. İzmir’in kızları özgür ruhludur, ne güzel askılı bluzlarını giymişler, güneş gözlükleri gözlerinde, nereye baktıkları bilinmez, şehir seyahatine çıkmış, ne de alımlı olmuşlar. Güzel ülkemin işçi kadınları, memur kadınları ve bil cümleniz sizi birey katarına çıkaran Sarı Paşa’yı unutmayın ama! Genç erkekler, briyantinli saçlarının afingine uygun gözlerinde kara gözlükler. Kara gözlüklerinin arkasından iyi göremiyor olmalılar ki, üstten bakıyorlar, belki de güzelliği daha sıcak yaşamak adına üstten bakıyorlardır, kim bilir? Yaşlılar görsel ve yazılı basının uyarılarına kulak vererek evde oturmayı tercih etmişler, Otobüs, Gümrük’e gelince yolcularını indirdi. En son ben indim. Numaralı güneş gözlüğümü boynuma astığım çantamdan çıkarıp taktım. İkinci Kordon’dan, Birinci Kordon’a doğru yürüdüm. Önüme çıkan yabancı dilde yazılmış dükkan isimlerini görünce sinirlerim ayağa kalktı yine. Kazanç uğruna her şeyin mubah sayıldığı bir dünyada yaşamak, canımı sıkıyordu. Bu aç gözlülerle, aynı atmosferin oksijenini solumak, ne büyük talihsizlik. Kazanılmış, daha doğrusu denizden çalınarak, dolgu zemin üstüne yapılan Büyükşehir Başkanlık yapısının tam karşısına konuşlandırılmış, banklardan birinin üstüne oturdum: Ege'nin maviye çalan dalgaları kıyıyı bir öpüyor, bir kucaklıyordu. Ötelerde, berilerde Ege’ye batıp çıkan martılar oynaş tutuyorlardı. Kanatlarından, kuyruklarından süzülen Ege, pul pul olup kendine dönüyordu. Üniversiteli iki sevgili, hemen yamacımda el ele tutuşmuş, sevdalarını sağlama alıyorlardı, ne güzel! Mavi eteğinin üstüne beyaz işlemeli bir bluz giyen gülen gözlü kız, erkeğinin kulağına duyulur duyulmaz: “Eğilmez başın gibi, sana ne mutlu efem, Dağlar yoldaşın gibi, sana ne mutlu efem…” türküsünü mırıldanıyor ne güzel! Simitleri yere saçılan Simitçi Çocuk, yerde daha kısa süre kalınca az mikroplanacakmış gibi kimseye fark ettirmeden çabuk çabuk toparlamaya çalışıyordu. Boyacı Çocuk, boya sandığını yanı başına koymuş, Ege'yi taşlıyordu. Küçük taşlar, kendinden bin kat büyük halka halka dalgalarla büyüyüp Komşuya doğru yayılıp gidiyordu, Ege'nin derinliklerine doğru. Halka halka dalgaların bazısı yakında uzakta yer yer çarpışıyor; yer yer de birbirlerine karışıp tükenip gidiyordu. Kendi küçük, marifeti büyük kayrak taşlar, Boyacı Çocuk’a nispet yaparcasına bir kaydırak gibi atlaya atlaya açıklara doğru uçup gidiyordu. Bir kadın, bu sarı saçlı, mavi gözlü, boyalı yanaklı çocuğa dikkat kesilmiş, her bir hareketini kaçırmadan izliyordu. Yukarı doğru kalkık ince burnunun üstüne düşen sarı saçları, hafif esintide oynaşıp duruyordu. Ben de bu mavi kotlu, gülen gözlü kadınla birlikte boyacı çocuğu izlemeye koyuldum. Bu çocuk az önce gördüğüm çocuk değildi sanki, maselmişumlaşarak, mahlûkatların en sevimlisi, en tatlısı olup çıkıvermişti birden. O çocuk gitmiş, nur yüzlü bir çocuk gelmişti. Kadın, Simitçi Çocuk’tan iki simit aldı, Boyacı Çocuk’a yöneldi. Hiçbir şey söylemeden, elinden tutup üstünde “Büyükşehir Belediyesi,” yazan bir banka oturttu. Kendi de yanı başına: “Haydi beraber yiyelim yavrum!” “…” “Benim karnım acıktı, senin de acıkmıştır!” “…” Hiç konuşmadan ikisi de simitlerini bir güzel yediler. Konak’tan Karşıyaka’ya yolcu taşıyan feribotların biri gidiyor, biri geliyordu. Şehrin hareketli yaşamına alışkın insanlar, hızlı hızlı koşar gibi yürüyorlardı. “Adın ne senin yavrum?” “Efe! Arkadaşlarım, Efecan derler!” “Neden?” Doğduğumda annem yiğit olsun, efe olsun deyip Efe koymuş koymasına da …” “E e e!” “E si şu: Ben çok canmışım, ona sebep Efecan dedi arkadaşlarım!” “Ne güzel, ne güzel! Peki ben ne diyeyim?” “Ne dersen de abla, Efe de; Efecan de bir şey fark etmez benim için! Siz yine de Efecan demeye çalışın!” “Efecan… Efe… Can… Efe… Efecan… Efecan daha güzel!” “…” Bir zaman sessizlik oldu. Bir anlık zamanda, simitçiler, işportacılar, feribotlar, martılar, Ege sessizliğe gömüldü. Kadın da Efecan da bu derin sessizliğe teslim olup nefes bile almadılar. Kadın, Efecan’ın alnının üstüne, oradan yukarı kalkık ince burnunun üstüne kadar uzanan kaküllerin görünüşüne dayanamayıp koyuverdi kendini. Utanmasa, hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı. Gözlerinden akan yaşlar rimelini, yüzünün allığını birbirine karıştırmıştı. Eli yüzü aynen Boyacı Çocuk’un yüzü gibi bir hoş olmuştu. Kadın kendini daha fazla tutamayıp Boyacı Çocuk’u bağrına bastı. Sonra çantasından ıslak mendili çıkarıp çocuğun elini yüzünü bir güzel temizledi. Zaten çocuğun yüzündeki boyaları kendi yüzüne taşımıştı. Sonra tekrar tekrar bağrına bastı… “Benim de senin yaşında bir oğlum vardı!” “Oğlunuza ne oldu abla?” “Hiç… hiç… Kopardılar beni evladımdan!” “Nasıl?” “Uzun hikaye… Fırat’ımı göstermiyorlar bana, koparmaya çalışıyorlar… Bir anayı evladından ayırmak çok kötü bir şey!" “Durup dururken mi abla?” “Durup dururken değil tabi ki!” “E e e?” Fırat’ı geldi birden kadının gözünün önüne. Duygu seline kapıldı, gözleri buğulandı, yüreği kabardı, göğüs kafesi bir körük gibi şişip inmeye başladı. Sesi çatallaştı… Anlatmak için bir iki yutkundu, başlayacakmış gibi oldu; sonra birden hıçkırıklara gömüldü. “Bak oğlum…” Arkasını getiremedi. Sesi hıçkırıklara karışıp yok oldu gitti. “Seni üzecekse abla, anlatma istersen. Benim işim gücüm yok, seni her zaman dinlerim, şimdilik bu kadarı yeter. Bu seni çok üzüyor, sonra anlatırsın!” “Bundan büyük acı mı olur evladım, bundan büyük acı mı olur? Fırat’ımı görmek yasak bana! Ama anlatacağım, sen beni doğru anlarsın, seni de bir ana doğurdu… Fırat’ımla yaşıtısın, sen beni dosdoğru anlarsın!” “…” “Üniversiteli arkadaşım sebep oldu buna. Deniz kıyısında Osman’ın kafede birer kahve içtik. Hepsi o kadar. Kayınvalidem, anamdan emdiğimi burnumdan getirdi. Kocam, anasının lafından çıkamayan biri olduğu için ayrıldık. İşte hepsi bu, ne oldu, arkadaşın kim diye sormadılar bile. Ayrılmazsan, kötü kadın diye yollara bellere afişler asıp namusunu beş paralık ederiz dediler. Ben de korktum, her şeye tamam dedim. “Abla üniversite mi dedin?” “Evet!” “Abla hem üniversitelisin, hem evden kovuluyorsun; hem de Fırat’ına kavuşamıyorsun, öyle mi?” Boyacı Çocuk’un sözleri kadını çok etkiledi, birilerine anlatmak istiyordu, çocuk mocuk ki olursa olsun. Zaten anlatabileceği kimi kimsesi yoktu. “Annem ben fakirlikten çok çektim, sen olsun rahat et diye Zeytincilerin keltoş oğlu Mıstık’a verdi. Sonra onlara da yardımım dokunurmuş belki, kardeşlerime de kol kanat gerermişim! İşte buna sebep, Zeytincilerin keltoş oğlu Mıstık’la evlendim!” “Abla sen üniversite bitirdin öyle mi, hem de seni kapıya koymuşlar öyle mi? Abla darılma ama kapıya sen kendini koymuşsun! Üniversiteli biri de hakkını hukukunu bilmezse, biz nasıl bileceğiz? Kadın Efecan’ın söyledikleri ile daha çok ağlamaya başladı. Koskoca üniversite mezunu bir insan, efendisinin: “Sen çalışma evde otur, çoluk çocuğa sahip ol, senin parana ihtiyacımız yok bizim!” "Abla senin de işine gelmiş, anlaşılan!" "Ne yalan söyleyeyim, sevdim tembelliği!" İlk günler her şey çocuk oyuncağı gibi gelmiş. Efendisini(!) kapıda karşılamış, çoraplarını çıkarmış, ayaklarını leğende yıkamış. Bu işi yaparken de insanlığından, üniversiteli olmasından hiç mi hiç utanmamış. Konuşmayı unutmuş, dünyayı unutmuş, eve kapandıkça kapanmış, gezip dolaşacağı yer sadece evin bahçesiymiş. Mahalleli ile de görüşmemiş. Nasıl olmuşsa olmuş, bir gün semt pazarından bir iki kilo domates almak için çıkmış… “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur,” derler ya! İşte aynen öyle olmuş. Kör şeytan bu ya karşılaştırmış bu iki arkadaşı. Öteden beriden ayaküstü yarım saat konuşmuşlar. Ayrılırlarken de telefon numaralarını vermişler birbirlerine. Gel zaman git zaman tam iki yıl her hafta telefonla konuşmuşlar, iki ayda bir de tenhalarda buluşmuşlar. Sonra da çekirgenin zıplaması gibi, zıplayamaz olmuşlar, yakayı ele vermişler. Ne ettilerse, gerçeği bir Allah’ın kuluna anlatamamışlar. Mıstık’ın ailesine göre kadın kendi kuyusunu kendisi kazmış… Mıstık’a da gereğini yapmak düşmüş. “Abla gidecek yerin yoksa, benim eve buyur, tabi sen istersen! Benim de kimim kimsem yok zaten!” “Bu yaşta sen de mi yalnızsın?” Boyacı Çocuk, derin bir iç çekişten sonra: “Seninkinden daha uzun bir hikaye abla! Akşam anlatırım. Evde önce sana bir güzel tarhana çorbası yaparım, içine de köy ekmeği doğrar; yanına bir de biber kızartırız… Oh, ye memet ye! Haydi abla benim misafirimsin, gidiyoruz, dilediğin kadar kalabilirsin…

  • Arkadaş Dökümü

    Bedri Rahmi EYÜBOĞLU * Evvela dişlerimiz döküldü Sonra saçlarımız Arkasından birer birer arkadaşlarımız Şu canım dünyanın orta yerinde Yalnız başına yapayalnız Kırılmış kolumuz, kanadımız Tatlı canımızdan usanmışız Bir şüphedir sarmış yüreğimizi Ya kendini aldatıyor demişiz ya bizi Bir şüphedir demir atmış ciğerimize Pamuk ipliği ile bağlamışlar bizi Düğüm üstüne düğüm şöyle dursun Bir çalım bir kurum hepimizde Nereden inceyse oradan kopsun Bu canım dünyanın orta yerinde Hayvanlar kadar bağlanamamışız birbirimize Yalan mı? Gözünü sevdiğim karıncalar İşte: Hamsiler sürü sürü Arılar bölük bölük geçer Leylekler tabur tabur Ya bizler? Eşref-i mahlukat! .. Boğazımıza kadar kendi murdar karanlığımıza gömülmüşüz Bizler bölük bölük, bizler tabur tabur Bizler sürü sepet Yalnız birbirimizi öldürmüşüz HAFTANIN ŞİİRİ ÖNERİ

  • ÜTOPYA ve DİSTOPYA

    UMUT YA DA UMUTSUZLUK * 15. YÜZYILDA biri kalkıp da dünyada insanlığı tehdit eden en büyük tehlike olan açlığı önleyecek bir bitkinin bolca olduğu bir ülke bulunduğunu ve bu bitkinin her koşul ve iklimde çok kolay ve ucuza üretimle insanlığın hizmetinde olabileceğini dese herkes güler, daha hiç bilmedikleri bir deyimle, ÜTOPYA o, derlerdi. 16. yüzyılda bir değil iki bitki bulunacak, insanlık, belki de tarihin derinliklerinde hüküm sürmüş ama günümüze kadar gelememiş bir soy olmaktan kurtulacaktı. Patates ve mısırdı insan soyunu kurumaktan kurtaran, açlığı ciddi bir tehlike olmaktan çıkaran o hayal bitkiler. Amerika'yı keşfedenler altın arıyorlardı; altından daha değerli iki bitkiyi buldular. SANAYİ DEVRİMİ sonrası hele 19.YÜZYILDA en büyük hayal, emeğin iktidarını, yani proleteryanın yönetimini öngören komünizmle yönetilen bir ülkeydi. Eşit emek, eşit bölüşüm, sanayinin yasasız, kuralsız çarklarında köleye dönen büyük çoğunluk için olmayan ideal ülke değil, olması olanaksız bir masaldı. Ama 20. yüzyılda ütopya gerçekleşecek, insanlık başta Sovyet Rusya olmak üzere ardı ardına yeşeren irili ufaklı komünist ülkelerin dünyaya ayar verdiğine tanık olacaktı. Ütopya, gerçekte olmayan, ama tasarlanmış olan ideal ülke anlamı taşır. Köken olarak Yunanca “yok/olmayan” anlamındaki ou, “mükemmel olan” anlamındaki eu ve “yer/toprak/ülke” anlamındaki topos sözcüklerinden türemiştir. Literetürde gözükmesi ütopyaların babası sayılan Platon'un Devlet'inden çok sonraya denk gelecektir. 16. Yüzyıla...Kullanımı Thomas More’un 1516’da yazdığı De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia veya kısaca Utopia isimli kitabıyla yaygınlaşır. Ütopyalar hayal edilen, olması arzu edilen, gerçekleşmesi olanaksız görülen ama mükemmel, ideal toplum düzenleridir. ÜTOPYA bir memnuniyetsizlikle bir bunalımla ortaya çıkar. Yani insanın bunaldığı gerçeğine karşı ürettiği olumlu çözüm önermeleridir, denilebilir. Düşsel, kusursuz, ama kurgusal değildir. İçlerinde en çok adı geçen More'un ütopyası birçok açıdan Platon'un Devlet'ine dayanır. Savaş, sefiller ve yoksullar o toplumda yoktur. Çok az yasa vardır ve avukat bulunmaz. Toplum bütün dinlere hoşgörülüdür. Döneminde kimileri bu hayali toplumu sevmemiş, kimileri de toplum için gerçekçi bir plan olarak bakmıştır. Kimileri de kitabı bir ideal toplum arayışından çok İngiliz yönetimi için ağır, hatta yıkıcı bir eleştiri olarak görmüş, bu ve bunu destekleyen kimi olaylar More'yi idama kadar götürmüştür. Peki Farabi dahil ütopik toplum düşleri kuran düşünürlerin hemen hemen hepsinin etkilendiği Platon kimdir? Platon ya da İslam dünyasında Eflatun olarak bilinen antik dönem klasik Yunan filozofu, matematikçi ve batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisinin kurucusudur. M.Ö. 427'de Atina'da asil bir ailenin Aristokles adındaki oğlu olarak dünyaya gelmiş, ancak daha sonra geniş omuzları ve atletik yapısı sebebiyle, Yunanca "geniş" anlamına gelen Platon lakabını almıştır. Sokrates'in öğrencisi olmuştur ve Sokrates'e dair bilgilerin çoğu Platon'un eserlerinden edinilmiştir. Çok seyahat etmiş, M.Ö. 385'te Atina'ya geri dönmeden önce İtalya'nın güneyinde ve Sicilya'da bir süre kalmıştır. Burada Akademi olarak bilinen okulu kurmuş ve ölümüne kadar başında kalmıştır. M.Ö. 347'de vefat etmiştir. Kurduğu akademi günümüzdeki modern üniversite oluşumunun başlangıcı olarak da kabul edilir. Platon, akıl hocası Sokrates ve öğrencisi Aristoteles ile birlikte bilim ve Batı felsefesinin temellerini atmıştır. Platon, bütün hayatı boyunca hocası Sokrates'den edindiği ilham ile gerçek bir ahlakçı olarak kalmış, teorilerini, etik ağırlıklı bakışlarla irdeleyerek geliştirmiştir. Sokrates ve Platon'a göre felsefenin amacı, insanın mutluluğu ve yetkin hayatının teminidir. Yetkin bir hayat, ancak erdemli yaşamakla elde edilebilir. Erdemin temeli “bilgi”, özü “idealar kavramı”, gerekçesi “evrendoğum”, güvencesi “ölümsüzlük”, sığınağı “devlet”tir. Onun DEVLET'inde bilgelik idarecilerin, cesaret ve yiğitlik koruyucu kesimin , ölçülülükse üreten kesimlerin erdemidir. Adaletse bütün sınıflarla ilgili bir erdemdir. Onun çağlara ışık tutan felsefesinin yerindeliğini anlamak için birkaç demokrasi anlayışına dikkat etmek yeterli olacaktır. Ona göre, Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar. Demokrasi despotluğa dönüşür. Demokrasinin esas prensibi, halkın hakimiyetidir. Ama milletin idarecilerini iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu temin edilemezse demokrasi, otokrasiye dönüşebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Nasıl günümüze uygulasak yanlış denilebilir mi? Platon bütün zamanları ve doğudan batıya düşünen tüm insanları etkilemeyi başarmıştır. Ütopyalarda bir başka ünlü eser de dönemin Osmanlı sultanlarına özellikle Kanuni'ye büyük hayranlık duyan Tommaso Campanella'nin (5 Eylül 1568, Stilo, Napoli Krallığı – 21 Mayıs 1639, Paris) yazdığı Güneş Ülkesi'dir. Bu PLATONCU filozof, Güneş Ülkesi’nin yöneticilerini aydın kişilerden seçer. Ülkenin en yüksek yöneticisi filozof bir rahiptir. Her birey, topluma yararlı olacak şekilde bir görev üstlenir. Özel mülkiyet yasak olup, her şey ortaktır. Doğu'da ANTİK YUNAN felsefesiyle özellikle Aristo ve Platon etkileriyle ideal devlet önermeleri yapan 870-950 yılları arasında yaşayan Kazakistan doğumlu Farabidir. Kimi kaynaklara göre Fars kimilerine göre Türk kökenlidir. Farabi Aristo'nun temel eserlerinin birçoğunu Arapça'ya yeniden çevirmiş, bu eserlerin daha iyi anlaşılabilmesini sağlayan şerhler yazmıştır. Bu yanıyla hem İslam dünyasında antik felsefenin anlaşılmasını sağlamış, hem de Arapça'nın bir felsefe dili haline gelmesine büyük bir katkıda bulunmuştur. İbn-i Rüşd ve Endülüslü filozoflar Farabi'yi mantık, psikoloji ve siyaset konularında önemli bir otorite olarak görürler. Farabi, erdemli toplum ile ilgili El-Medinetü'l Fazıla kitabını yazmıştır. Bu kitapta erdemli bir toplumun özelliklerini yöneticilerini anlatır. Adaleti sağlayacak kanunların olmasını ister. Adaleti engelleyenlere ceza vermek toplumun erdemli olması için bir gerekliliktir çünkü topluma karşı yapılmıştır, diye düşünür. Erdemli bir toplumu erdemli yöneticilerin yönetmesini ister. Erdemli ülkenin reisi, sıradan herhangi bir insan olamaz. Çünkü erdemli bir toplum erdemli yönetici ile mümkündür. Zenginlik ve zorbalıkla yönetmek, erdemli yönetimin özelliklerinden değildir. ÜTOPYA ÇAĞLAR İÇİNDE ÇOK DÜŞÜNÜRÜN DERDİ OLMUŞTUR. Bunlardan Platon: Devlet ve Yasalar, Thomas More: Ütopya, Etienne Cabet: Icaria'ya Yolculuk, Campanella: Güneş Ülkesi, Edward Bellamy: Geçmişe Bakış, William Morris: Olmayan Yerden Haberler, Charlotte Perkins Gilman: Herland, Francis Bacon:Yeni Atlantis, Farabi:El-Medinet'ül Fazıl... en çok bilinenleri olarak sayılabilir. İnsanlığın geleceğiyle ilgili her zaman olumlu önermeler yani ÜTOPYALARın yanında, gerçekte olmayan olumsuz düşsel öngörüler, bazen de bir tür bu gidişin sonu bu olur tarzı karanlık, olumsuz ülkeler de yazıyla resmedilmiştir. Bunlara DİSTOPYA adı verilir. DİSTOPYALAR, ütopyanın tersi değil, gene olmayan bir düşsel ülke, ama kötü yer demektir. Aralarındaki temel farklar şöyle sıralanabilir. Ütopya, gerçek hayatta olamayacak kadar güzel, ideal toplum ve devlet şeklidir. Distopya ise Ütopya’nın tam tersi kötü bir toplum ve devlet şeklidir. Ütopya, mükemmel anlamına da gelir, Distopya ise Totaliter ve baskıcı toplumu ifade eder. Hikayelerde distopya toplumları ütopya toplumları için her zaman tehlikeli bulunmuş ve yok edilmeye çalışılmıştır. Distopya insanların özel hayatlarının ortadan kaldıran, otoriter ve kişiler arası sadakati kırarak yalnızca devlete karşılıksız itaati garanti altına alınmaya çalışılan yerdir. Ütopyada ise tam tersi bir irade vardır. Özetle ÜTOPYALAR insanlık için olumlu birer ÖNERME, umut yaratma gayreti iken, DİSTOPYA karamsar, umutsuz caydırıcı bir öngörüdür. Aslında distopya olumsuz bir ütopyadır ve okura uyarıdır. Totaliter ve baskıcı toplumları ifade eder. Jack London'nın The Iron Heel'i, George Orwell'in 1984'i; Aldous Huxley'in Brave New World'u; Anthony Burgess's A Clockwork Orange; Alan Moore's V for Vendetta; Margaret Atwood's The Handmaid'ın Tale; Evgenii Zamiatin'nın We’si; Ayn Rand'nin Anthem’i; Lois Lowry'in The Giver’ı; Samuel Butler'ın Erewhon’ı; Chuck Palahniuk'un Rant'ı; Cormac McCarthy'ın The Road’ı; Suzanne Collins'in Panem'i ya da Sramago'nun Körlük'ü gibi... örnekler verilebilir. Son dönemde insanlığın bunalımları çoğaldıkça sık sık gündeme gelen gerek ÜTOPYA gerekse DİSTOPYA için yazarlarımızca derlenen ayrıntılı ve yorumlu çalışmaları ÜTOPYA katogorisinde bulup okuyabilirsiniz. * ÜTOPYALARI GÖRMEK İÇİN TIKLAYIN

  • “UMUT” VE YILMAZ GÜNEY

    YILMAZ GÜNEY SİNEMASI ve UMUT Devrim Sineması deyince Türkiye Sineması’nda Yılmaz Güney geliyor aklımıza... “Devrimci sinema yol gösteren değil düşünmeye sevkeden filmlerdir” demişti Güney. O bir Efsaneydi sinemamız için . O’nun “Umut” filminden de sözetmek gerek. “Güzel adam, bizim toplumun adamı değildir, ağam... Amerikan sinemasının adamıdır” diyordu Yılmaz Güney. Sinemamızının “Çirkin Kral”ının adı sansürle, yasakla, mahpusla, kelepçeyle anılmıştı hep. Fırtınalı yaşamın kollarında oradan oraya savrulurken yazdı, yönetti, üretti Yılmaz Güney. “Hep halkımın karakterini oynadım” diyordu. “İlk oynadığım filmlerde yarattığım tip aşağı yukarı ezilmiş bir adamdır,dürüst bir kişiliği canlandırdım, bunu düpedüz yaşamın getirdiği deneylerden çıkardım” diyordu. Umut filmiyle birlikte devrimci kişiliğinden sözetmek gerek Yılmaz Güney’in... Hem bir yönetmen hem bir oyuncu olarak zor hayatların insanıydı Yılmaz Güney. O, Orhan Kemal’lerin, Yaşar Kemal’lerin havasını solumuş, hem yalnızlığın hem de ekmek kavgasıyla çıkar kavgasının kol kola gezdiği bir dünyanın insanıydı. Daima haksızlığa karşı koyan cesareti, esmer, kavruk yüzünden eksik etmediği gülüşü ile sinemada ismi hep öne yazılmıştı. Hem de istemediği halde... Çünkü hayatın kendisiydi Yılmaz Güney, hep kendisiydi, insanı oynuyordu. “Çoğu zaman sokaktan hızla geçerken farkedemediğimiz şeyler vardır, ben durup baktım ve onları anlattım” diyordu. Halk tarafından sevilmesinin nedeni de buydu Yılmaz Güney’in. Sadece ülkesinde değil dışarıda da kısa sayılabilecek yaşamında sinemaya hem kendi yaşamını hem de gözlemlediği insanların yaşamlarını taşıyarak adından sözettirmeyi başarabilmişti. Umudunu bir milli piyango biletine, defineye bağlayan faytoncu Cabbarların, polisin emrinde çalışan kabadayı Tilki Selimlerin, kurbanlık katillerin, sevdiği kızı hain bir tuzakta kendi elleriyle öldüren sonra da kan kusan Seyyit Hanların ülkesinde, bu acılı insanların yaşamını başarıyla anlatmıştı. Umut, Acı, Ağıt, Arkadaş, Seyyit Han gibi filmler, bugün bile sadece Türkiye seyircisi için değil dünya seyircisi için de ilginç değerler taşıyor. “DEVRİMCİ SİNEMA” “UMUT”LARI GELİŞTİREREK YARATILACAKTIR. Umut, sorgulayan, eleştiren, yeniden üreten, çözüm yollarının ipuçlarını taşıyan, yarınlarımızı anlatan devrimci sinemanın başyapıtıydı. 70’li yılların toplumsal gelişimi içinde, Yeşilçam’ın geleneksel yapısını aşmaya yönelmiş, yani fakir kız-zengin erkek ya da tam tersi bir vuruşta beş on kişiyi yere seren başrol oyuncularının revaçta olduğu filmlerin aksine, ülkemizdeki sınıflar mücadelesinde geleceğe yönelik geleneklerin yaratıldığı, toplumsal muhalefetin yoğunlaştığı bir ortamın ürünü olmuştu. Büyük bir bölümü Yılmaz Güney’in kendi öz yaşam öyküsünü anlatıyordu. Özellikle kendi çocukluğu, ilk gençlik yılları ile ailesinin ve çevresinin yaşamından edindiği gözlemlere dayanıyordu. Umut’ta kalabalık ailesini geçindirmek için iskeleti çıkmış atıyla didinen faytoncu Cabbar’ın tek geçim aracını yitirmesiyle umudunu bir defineye bağlayışı ve büyük bir hayal kırıklığı içinde umudun büyük bir umutsuzluğa dönüşü anlatılıyordu. Umutları hiçbir zaman gerçekleşmeyecek düşlere bağlattırılanların öyküsüydü Umut. Ve Yılmaz Güney’in yıllar yılı yaşadığı, denediği, sabırla yüreğinde taşıdığı gözlemleri, gerçeğin kendiliğinden taşıdığı güç ve güzellikleriyle, başka bir katkıya gerek kalmadan gerçek değerini bulmuştu Umutta... İnsan onuruna olabildiğine aykırı, kopkoyu bir yoksulluğun içine itilmiş insanların gerçekleşemeyecek bir umuda, bundan da umutsuzluğa ve giderek doğaüstü güçlere yönelmelerini ve bir kısır döngüye kapılmalarını anlatan Umut sinemamızın o güne dek gerçekçilik yolunda ulaşabildiği son noktayı belirleyen bir yapıt olmuştu. Filmin gerçekleştirildiği koşullara bakıldığında, Yeşilçam geleneksel kalıplarını kıran Umut cesur bir çıkıştı. Verdiği mesaj net ve yalındı. Yılmaz Güney bu yalın öyküyü, buna çok uygun düşen yalın, abartısız bir dille ama görüntülerinin güzelliğine titizlik göstererek perdeye yansıtmıştı. Toplumsal sorunlara duyarlı, düşündüren, sorgulayan, kısaca yaşayan sinemanın ilk örneğini verdi ülkemizde Umut. Konu ve içerik ticari kaygılardan kurtulmuş, topluma yöneliyordu ilk kez. Bu yüzden yaratılan devrimci sinema üzerinde düşünülecek önemli bir basamaktı. Umuttan sonra da pek çok film çekildi, öncesinde olduğu gibi... Kimileri ciddi çabaların ürünüydü, kimileri ise toplumculuk adına duyguları sömüren devrimci değerleri yozlaştırarak dejenere etme suçuna ortak olmuşlardı. Yine “Arkadaş” filmi de sınıf gerçeğinin belirlediği toplumsal ilişkileri derinlemesine inceleyen yürekli bir adım olmuştur. Ancak Güney’den sonra toplumsal sorunlara, yaşananlara, sınıflar mücadelesine yaklaşımlar, eleştirel bakışlar, sadece rastlanabilen kareler olurken, yaşanan sorunların çözümüne ilişkin ipuçlarını veren filmler sinemamızın başat eksikliği olma özelliğini korudu. Sanatın diğer bazı dallarında gösterilebilen bu dönüşüm sinemada ise aksayan bir yan olarak kalmıştı. Bunda sinema tekniğinin özgünlüğü yanında konuyla ilgili birikim ve deneyim eksikliğinin olduğu yadsınamaz. Bu açıdan “Umut” çevrildiği koşullar gözönüne alınarak değerlendirilmeli ve toplumsal sorunların çözümü doğrultusunda düşündüren, öneren devrimci sinemayı bir çizgi haline getirme yükünü omuzlamamız gerektiği de unutulmamalıdır. KISACA YILMAZ GÜNEY SİNEMASI HAKKINDA... Egemen çevrelere karşı halkın yararına filmler yapması “Seyyit Han”la başlar. Bu film ‘toplum için sanat’ görevini gerçekleştirmede atılan ilk adımdır. İçerik ve teknik yönünden Yeşilçam kalıplarının dışına çıkmış, bu türe kapı açmıştır. 1968 yılında 5. Antalya Film Şenliği’nde ödül almış ancak sansüre uğratılmıştır. Senaryosunu yazdığı “Düşman” 30. Uluslar arası Berlin Film Şenliği’nde en iyi senaryo jüri ödülünü almıştır. Yine sinemamızın kısıtlı koşullarında “Endişe” 20. San Remo Uluslar arası Film Festivalinde uluslar arası ödüle değer bulunmuştur. ezilen insanları ve toplumun sınıfsal çelişkilerini başarıyla gözönüne sermiştir. 12. Antalya Film Şenliği’nde en iyi film ve senaryo ödülünü almıştır. Kısaca Umut’ta din adamını, Vurguncularda eli silahlı insancıl eşkiyayı, Endişede kan davasını, Zavallılarda kötülüklere yönelten yoksulluğu, İzin filminde ise genel kadına karşı insancıl tavrı konu alır vs. Mor Defter (Yön:O.Nuri Ergün), Kasımpaşalı Recep (Yön:Nuri Akıncı), Bin Defa Ölürüm (Yön:Mehmet Aslan) Senaristliğini ve Yönetmenliğini Vedat Türkali’nin yaptığı “Sokakta Kan Vardı” gibi filmlerde geleneksel Yeşilçam sinemasının kalıpları içinde ama ustalıkla rol sergilediği filmlerle adını duyurmayı bilmiştir. Adana – Paris adlı belgesel, Yılmaz Güney (Pütün) ’in doğduğu Adana’nın Yenice Köyü’nden sürgünde yaşadığı Paris’e uzanan yolculuğunun öyküsüdür. Bu filmde Halil Ergün, Aziz Nesin, Özdemir İnce, Costa Gavras ve Jacques Lang’la yapılan röportajların ve filmlerinden kolajın yeraldığı bir yapıttır. Her dönem Türkiye Sineması ile ilgili yapılan “Bütün Zamanların En İyi On Filmi” soruşturmalarında Yılmaz Güney filmleri en iyi takdiri halktan gördü. Bu filmler yukarıda birçoğu adı geçen Umut, Ağıt, Acı, Sürü, Endişe, Düşman ve Yol gibi toplumsal içerik taşımaktadır. YILMAZ GÜNEY: “BİZİM GERÇEK YARGICIMIZ HALKTIR”... Sosyal yaşamın her alanında olduğu gibi sinemada sansürden nasibini almıştır. Nazım Hikmet, Orhan Kemal. Yaşar Kemal, Fakir Baykurt gibi Anadolu insanının içinde yaşadığı toplumsal koşulları ve sorunlarını anlatan yazarlarının sinemaya uyarlanmış romanları (Bu Vatanın Çocukları, Suçlu, Yılanların Öcü vs.) sansürden geçirilerek yasaklanıyordu. Çünkü politik iktidar için sinema ürkütücüydü. Yaşar Kemal’in yazdığı “Bu Vatanın Çocukları” ise Yılmaz Güney’in ilk filmiydi. Necati Cumalı’nın yazdığı “Susuz Yaz” adlı öykü Metin Erksan’la ve senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı “Yol” ise Şerif Gören’le 1964 Berlin ve 1982 Cannes Film Festivallerinde ödül almalarına rağmen çeşitli gerekçelerle sansür kurullarınca yasaklanmışlardır. Yılmaz Güney’in yasaklı filmleri arasında rol aldığı Ömer Lütfü Akad’ın “Hudutların Kanunu” ve kendisinin yönettiği “Umut”, “Baba” ve “Seyyit Han” da vardır. Yasakların ve sansürlerin gerekçeleri ise tamamıyla film yönetmenlerinin senaristlerin, yazarların ve oyuncuların hayata bakışlarıyla ilgilidir. Egemenlerce mimlenen bu sinema filmleri ülkedeki kötü koşulları; yoksulluğu ve bu şartlar altında sürdürülen baskıları de gözler önüne sergiliyorlardı çünkü. Yani bunları göstermek açıkça suç olarak görülüyordu. Sosyal konulu filmlerin yasaklı olması sinemamızın bu açıdan geri kalmasına ve yozlaşmasına neden olmuştu. Sonuçta cinsel kimlik istismarı yapan ya da toplumsal koşulları farklı yöntemlerle alaya alan sulu komediler sinemanın seyirci kitlesini uzaklaştırıp zararını yine politik bir araç olarak sinemadan yararlanacak olan halka ve sanatçılara ödetiyordu. Bugün ise çok kanallı televizyonların günlük yaşama girmesiyle popüler ve ticari kaygılara teslim olunmuştur. Televizyon kanallarının sinemaya bakışları ve sanat anlayışları sosyal gerçek boyutundan bireysel konu ve istismara yöneldi. Türkiye’deki ilgi de bu alanlarda yoğunlaştı. Bu Türkiye’ye özgü bir şey değil. Örneğin “Charlie’nin Melekleri” adlı bir ABD aksiyon filmi Cannes’ın ödüllü filmi “Karanlıkta Dans” tan çok daha fazla ilgi çekiyor artık. Egemen için bir araç olarak sinema günümüzde egemen ideolojinin koşullarını daha da sağlamlaştırmaktaydı. Çünkü popüler filmler günlük yaşamın gerçeklerinden koparttığı seyircide rahatlık yaratıyordu. ABD sineması bunu bilinçli olarak yapıyordu. Popüler sinema özetle eleştirmez, sorgulamaz, muhalif istekleri olağanlaştırır. İyi ve kötü koşulları yan yana getirip koşullar sıradanlaştırılır. Anlatıdan kaçınılır ki tarihsel ve toplumsal olan gerçeklikler görülmesin. Popüler sinema egemenler için aslında bütün çatışmaları gizleyen bir maskeden ibarettir. Oysa toplumsal ve belgesel sinema doğaya, çevreye ve topluma bakış ile bunların iç içeliğinden doğan ilişkileri sergiliyordu. Adı geçen bütün yazarlarımız ve sanatçılarımız gibi Yılmaz Güney de bunu yapıyordu. Halk çeşmesinden güç alanlardandı. Sinemamız için bir kilometre taşıydı. Hem halkının çilesine ortak olmuş birisi hem de yüzünü Amerikan sinemasına çevirmiş ondan medet uman iki yüzlü politikacıya karşı kendi kültürünü işleyen bir halk adamı ve sinema sanatçısı olmuştur, hem de tahammül edemediklerini bildiği halde. ABD sineması, sinemada hep Amerikalılıktan sözetti ve kendi kültürünü yerleştirmek konusunda sinemadan çok iyi yararlandı. Amerikanın gönüllü elçileri ise ülkelerinde varolan gerçekleri unutturma konusunda maharet sahibi politikacılara bir şeyi çok iyi öğretti, iki yüzlülüğü ve Amerikan tarzı propagandistliği. Ülkedeki iki yüzlü politikacıların tahammül edemediği ise ezilen, sömürülen halkın çile ve acısını anlatanlar olmuştur. ”Ölüm Beni Çağırıyor” adlı gençlik öykülerinin yayınlandığı kitabın girişinde, “Hayat ile sanat arasındaki sıkı bağın somut bir örneği olarak, kültür tarihimizde köşe taşı olabilmiş sanatçılarımızın ilki, insanımızı duyarlılık temelinde kuşatmış olan Nazım Hikmet ise, ikincisi daha çok bilim katında sanatsal üretimi temellendirmiş olan Yılmaz Güney’dir” diyor. Çünkü o bir anlatıcıdır. Hem ilk gençlik öykülerinde, hem de bir film kahramanı olarak, hem de çokça yönettiği filmlerde, sinema yapıtlarında. 1956’da yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adını taşıyan öyküsünde “Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanır. Hem hapse hem sürgüne mahkum edilir. Bu Yılmaz Güney’in tıpkı Nazım Hikmet gibi uzun hapis yılları dolu hayatının başlangıcı olacaktır. DEVRİM SİNEMASI VE YILMAZ GÜNEY Sovyetlerde başlayan “devrimci” sinema anlayışının ilk yıllarını anlatırken David Robinson’a ait şu sözü aktarılıyor: “Biricik tehlike, bu dünyayı sizden de genç olanlara kaptırabilecek olmanızdı.” 1920’lerin başında genç Sovyet sanatçılarının önüne o zamana dek rastlanmayan türden sınırsız bir görme ufku açılmıştı. Geçmiş ölmüş ve gömülmüştü diyerek başlıyorlardı yazdıkları “Devrim Sineması” adlı kitaba Luda, Jean Schnitzer ve Marcel Martin. Devrimden sonra ortak niteliği coşkuyla dolu olmak olan genc sanatçılara tiyatroların kapıları ardına kadar açılmıştı. Devrimci sanat, sosyalist sanat yani heyecan duyan, eşine rastlanmayan ve yeni toplumun gereksinimlerine hizmet edecek olan sanat yaratılacaktı. Kural, emsal, sınırlama, kısıtlama hiçbir şey yoktu. Yıkılmaz sanılan dev kütle yıkılmış ve bu iç savaşta savaşmış olan gençler çok korkusuzlardı. Her şey için gerekli olan da buydu. Enerji, coşku ve bir de yetenek. Sosyalizmin yüce dünyası, geçlere bu yetenekleri ortaya çıkaracak olan ortamı sunmuştu. Kiev, Moskova, Petrograd sokakları ve miting alanları Mayakovski’nin şarkılarına tempo tutup şarkılarını söyleyen, binalara ve bayraklara resimler çizen, doğaçlama oyunlar sergileyen, tartışan, gösteri yapan gençlerle doluydu. Bu ortamdan en karlı çıkan alanlar resim ve sinema olmuştur. Devrim gençlerin önünü açmıştı. Yeni cumhuriyette kültürün her alanında gereksinim duyulan ve çalışma beklediği gençlik için tiyatro, gazete, ekmek, tramvay yani günlük yaşamın gerektirdiği her şey bedavaydı. Çalışmak isteyenlere kapılar ardına kadar açıktı. Devrime kadar aristokrasi ile Burjuvazi için sirk ve müzikol gibi sinema da burun kıvrılan ve küçümsenen türlerdendi. Bütün iş gençlere düşüyordu. Tiyatro halkın ağırlıkta olduğu bir seyirci kitlesi tarafından da izleniyordu. Ayzenştayn gibi müthiş kültürlü ve yetenekli gençlere sinema yani reddedilen bu tür büyük olanaklar sağladı. O zamana kadar sanat aristokrasinin tekelindeydi, gericiydi halktan kopuk ve anlaşılmazdı. Devrimle birlikte sinema sanat türleri arasında en alt sırada hatta yer bile almazken klasik sanat biçimleri arasına girebilmişti. Sergey Yosipoviç Yutkeviç’in dediği gibi sol hareketler içinde belli bir akademizm etkiliydi. Sovyetler Birliği’nin bu genç sanatçıları yenilikçi ve gerçekten ilericiydi. Yeni sosyalist gerçekçi sanat bu genç sanatçıların cesur çıkışlarıydı. Her türlü etkiye açık, çok yönlü, araştırıcı, eleştirel ve deneyci bir atmosferde doğmuştur. Sağ kanatın seçkinci sanatına karşı kazanılmış sosyalist toplumun kuruluşu ve dönüşümü yolunda sol cephenin kesin bir zaferidir. Belgesel sinemanın ve sinema-gerçek akımının öncüsü olan Dziga Vertov da bu dönemde görünmüştü. 1970’li yılların başında Türkiye’de bu yönde öncü sinemanın adımı genç sinemacılar kuşağı ile atılmıştır. Toplumcu sinemanın ilk özgün örneklerinin ortaya atıldığı dönem bu dönemle geç de olsa örtüşür. “Kimin İçin Sanat?” tartışmalarının yaşandığı bu dönemde egemenlerin karşısında toplumun çıkarlarından yana ve toplumsal olaylarla da büyüyen emekçi sanatın ilk tohumları atılıyordu. İlk üniversite işgallerinin, tütün ve toprak yürüyüşlerinin, ulusal petrol, ulusal bağımsızlık kampanyalarının sürdürüldüğü bu dönemde “Devrim İçin Hareket Tiyatrosu” sokakta, fabrikalarda, kahvelerde, okullarda, grev alanlarında, meydanlarda ve gecekondu alanlarında bütün engellemelere rağmen kısaca her yerde Nazım Usta’nın da deyişi ile “en güzel sokaklarda en güzel insanlara akıyordu sanat”. Sinemada ise ilk ciddi mesaj Yılmaz Güney’in oyunluğuna dayanan “Hudutların Kanunu” adlı filmle verilmişti. Yönetmeni Ömer Lütfü Akad’tı. 1965’ten sonraki 100’ün üstünde oyunculuk ve yasaklı “Seyyit Han”la başlayan başarılı yönetmenlik denemesinden sonra 1970’lerin başından itibaren Yılmaz Güney “Umut”, “Acı”, “Ağıt” ve “Arkadaş” gibi toplumsal izlekli filmlerle sinemamıza damgasını vuracaktır. TÜRK SİNEMASINDA DEVLEŞEN YILMAZ GÜNEY Yutkeviç şöyle diyordu: “Ülkem her şeyi vermiştir. Bana güvenip ‘bütün sanatların en önemlisi’ adına çalışma hakkını tanımıştır. Bizim ülkemizde sinema yalnızca tek bir haktan, aptal ve sorumsuz olma, para basan bir makine olma, bir karnaval atraksiyonu olma hakkından yoksundur. Bizim ülkemizde sinema, halka karşı akıllı, derinlikli ve sorumlu ürünler vermekle yükümlüdür.” Sovyet Devrimi’nin başında tanıdığı olanaklarla yetişen kuşak ağır bir sorumluluğun altında asla ezilmedi. Devrimci sinemanın dehası ve büyük ustası sayılan ve bütün zamanların en iyi filmi “Potemkin Zırhlısı”nın yaratıcısı Ayzenştayn’ın manevi babam dediği Vsevolod Emilyeviç Meyerhold’un Proletkült Tiyatrosu, Ferdinandov Kahramanca Deneyler Tiyatrosu ve Foregger Stüdyosu’yla önü açılan devrimci sinema dünya ölçüsünde batıyla bo ölçüşebilecek hatta önünde sinema dünyasının kapılarını açacaktır. Ardından tutkulu bir devrimci, militan bir kuramcı ve senaryolarını da kendisi yazan belgesel sinemanın (Sinema-Göz) kurucusu Dziga Vertov da gelişiyle yeni bir aşamanın dönüm noktası olmuştu. 1920’den 1940’a bu sorumlulukla bir araya gelen çeşitli meslekten insanlar Sovyet Sinemasının ilk yirmi yılını inşa etme onurunu elde ettiler: “Daha güzel olanı, hepimizin kendimizi , ortak bir çabaya ait bir topluluk gibi hissetmemizdi. Kimse kendi kafasına göre çalışmıyor, herkes komşusunun kazma vuruşunu hissediyordu. Çok çeşitli alanlarda darbe üstüne darbe vurarak bu toprağı boş ve çorak kalmaktan çıkarmayı başarmışızdır.” diyordu Sergey Mihayloviç Ayzenştayn… Sovyet Devrim Sineması dünya sinemasına Ayzenştayn, Pudovkin, Dovjenko ve Kuleşov gibi dört ustayı kazandırmıştı. Bizde ise Yılmaz Güney’in adından sıklıkla sözettirdiği yıllarda TV henüz günlük yaşama tam olarak girmemiş, popülerliğini kaybetmemişti. 1980’ler sinemanın toplumsal işlevini yitirdiği buna karşılık ABD tarafından endüstrileştirildiği ve tekeline alındığı ama kültürel yaşamda oynayacağı rolün gözardı edilmediği yıllar olmuştu. Yılmaz Güney Türkiye sinemasında Nazım Hikmet gibi sinemada yerleşmiş geleneklere karşı çıkıp putları kırıyordu adeta… 1970’lerdeki 3.dünya devrimci sineması gibi batılıların ilgisini çekecek türden ayrıntılara değil sisteme dair genel bir eleştirel bakış açısı taşıyordu. Bu nedenle filmlerinin çoğu belgesel niteliği taşıyıp gözlemlere dayanıyordu. Halil Turhanlı’nın Bell Hooks’tan alıntı yaparak vurguladığı gibi “sesini bulmak” tı eksik olan. Nesne olmaktan kurtulmak ve özne olabilmek. Baskıya karşı koymak için bağırmak, haykırmak, haykırabilmek için sese sahip olmak gerekiyordu. Yılmaz Güney filmleriyle insanlara yaşadıkları sefil hayatın sorumluluklarını işaret ediyordu. Adana’daki gençlik yıllarından sinemanın zirvesine yükselinceye kadar geçen her dönemde bunu bilinçli olarak amaçlamıştı Yılmaz Güney. Bunun için devrimciydi. “Devrimci Sinemacı” olmasının nedeni buydu. Anlatmak istedikleri için sonuna kadar gerçekçi, ödünsüz, militandı… Yılmaz Güney kendini anlatıyor… Doğumundan yıllar sonra aldığı nüfus kağıdına göre 1937, kendi açıklamasına göre 1931 doğumluydu: “1937 yılında, Türkiye’de bir güney şehri olan Adana’nın Yenice köyünde doğdum. Kürt asıllı, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biriyim. Annem dindardı ve okuma yazma bilmezdi… Babam ise okuma yazmayı askerde öğrenmişti. Annem gibi o da okula hiç gitmemişti…” Yılmaz Güney’in gerçek adı Yılmaz Pütün’dü. Anlamını şöyle açıklıyordu Güney: “Asıl adım Yılmaz Pütün’dür. Adım zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve başeğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir.” Çocuk yaşta ekmek kavgası içinde buldu kendini; “Dokuz yaşımdan bu yana hayatımı çalışarak kazandım” diyordu. İlk işi hayvan gütmek, sonra pamuk tarlalarında ırgatlık, suculuk, traktör sürücülüğü … Adana’daki İnönü ve İnkılap ilkokullarında okudu. Liseyi Adana’da bitirdi. And filminin Adana’da bulunan bürosunda da çalışmaya başlamıştı. O yıllarda “Doruk” adlı bir sanat dergisi çıkardı. Sanata meraklıydı ve hikayeler yazıyordu. 1955 yılında bir öyküsünden dolayı takibata uğramıştı. Hakkında dava açıldı. 1956 yılından itibaren Adana’da yayınlanan “Salkım” dergisine, İstanbul ve Ankara’da yayınlanan “Yeni Ufuklar” ve “Pazar Postası” gibi dergilere de öyküler yazmaya başladı. İstanbul’a gelip İktisat Fakültesi’ne kaydını yaptırmıştı. Fakat devam edemedi. 1955 yılında “13″ dergisine yazdığı “3 Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküde komünizm yapıldığına karar veren mahkeme sonuçlanmıştı: 1,5 yıl ağır hapis ve 6 ay sürgün cezası. Öğreniminin yarım kalmasına yol açan ve bu cezanın sürüklediği yaşamını kısaca şöyle özetliyordu kendi ağzından Yılmaz Güney: “Öğrenimim yarım kalmıştı. Önümdeki tek yol, kendimi hayatın okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığıyla eğitmekti. Öyle yaptım… Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları, toplumsal baskılar, kahpelikler, yiğitler… Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık… Öğretmenlerimden biri zor’dur…” diyordu. Üniversitede öğrenimini sürdürürken tanıştığı yönetmen Atıf Yılmaz’a asistanlık yapıyordu. İlk kez onun 1958′de yönettiği “Bu vatanın Çocukları” adlı filminde başrol oynadı. İlk senaryolarını da bu dönemde yazmaya başlamıştır. 1961 Mayıs’ında cezaeviyle tanışmıştı. 1962 Aralığı’nda sürgünle… İlk hapisliğinden kalan mahkumiyetinin geri kalanını tamamlamak üzere muhafazakarlığıyla ünlü Konya’ya sürgüne gönderilmişti. Konya sınırlarından dışarı çıkması yasaktı. Her akşam polise imza veriyordu. “En çok imzayı polis defterine attım” diyordu: Tam 180 defa… Yılmaz Güney’in yaşamından çalınan tam 2 yıl… İlk hapisliğinden sonra 1963′te kendi yazdığı senaryoda; “İkisi de Cesurdu” (Yön: Ferit Ceylan) başrol oynadı ve tüm Anadolu’da dikkatleri üzerine çekti. Seyirci ve Yılmaz Güney arasında ilk köprü kuruldu. Ardından Tunç Başaran’ın yönettiği “On Korkusuz Adam” ve “Koçero” adlı filmlerle adı “Çirkin Kral”a çıktı ve kendi mitosunu yarattı. Yapımcı Hasan Kazankaya ile ilk yönetmenliği denedi; “At, Avrat, Silah”la… 1968′deki “Seyyit Han” yönetmenlikteki ilk çıkışıdır. 1970′teki “Umut” ise toplumsal gerçekleri taviz vermeden sergileyerek Türk sinemasında yeni bir dönem açtı. Yine 1971 yılında yönettiği “Baba” melodram sinemasının en düzeyli örneklerinden birini vermişti. Ünlü romancı Kemal Tahir Seyyit Han filmini izledikten sonra büyük heyecan duyduğunu belirterek Güney’i, “halkın içinden yetişmiş, gerçek bir halk sanatçısı” olarak nitelendirmişti. 1971 Mayıs’ında on binlerce aydın, sanatçı, yazarla beraber gözaltına alınan Güney bu kez hakkında kesin bir delil olmamasına rağmen sırf kendisiyle ilgili kuşku nedeniyle ikinci kez bu defa Nevşehir’e 3 aylığına sürgün edilmişti. Sürekli polis denetiminde tutuluyordu. 1972′de THKP-C’ye yardımda bulunduğu gerekçesiyle hapse mahkum oldu. 2 yıl Selimiye Kışlası, Bayrampaşa ve Toptaşı cezaevlerinde kaldı. Salpa, Hücre, Sanık gibi öykü kitapları bu dönemin ürünüdür. O günleri şöyle anlatır: “1972′ de, Mart’ın 16′sında, devrimcilere yardım gerekçesiyle tutuklandım. Mahkeme sonucu 10 yıl ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldım. Ecevit hükümetinin 1974 genel affıyla serbest bırakıldım. Bugün ise Ecevit cezaevindedir. 1974 Eylül’ünde, bir cinayet olayına adım karıştı ve 19 yıla mahkum edildim. Cezaevindeyken “Güney” adlı bir kültür-sanat dergisi çıkardım. Onüç sayı sonra sıkıyönetimin yeniden gelmesi üzerine, dergimiz kapatıldı ve hakkımda yazılarımdan ötürü on ayrı dava açıldı. Suçum, komünizm propagandası yapmak, milli duyguları zayıflatmak, halkı suç işlemeye teşvik etmek, suç sayılan fiilleri övmek ve devletin içte ve dışta itibarını sarsmak…”. Yılmaz Güney için istenen ceza toplamı 100 yıldı. Bu dönem içinde Erden Kral’ın yayın yönetmenliğini yaptığı Güney Dergisi’ni çıkaran Yılmaz Güney, Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanan “Boynu Bükük Öldüler” adlı romanını da yayınladı. 1974 yılında “Endişe” adlı filmini çekmek için gittiği Adana’nın Yumurtalık ilçesinde adı yöre hakimi Safa Mutlu’nun vurulması olayına karışmış ve 24 yıl hüküm giymişti. Bu ikinci hapislik döneminde “Sürü”, “Düşman” ve “Yol” un senaryosunu yazdı. 1981′de 8 yıl cezaevinde kaldıktan sonra Isparta yarı açık cezaevinden “bayram izni”ni alıp, bir daha dönmemek üzere yurt dışına çıktı. Güney, 1981 Ekim’ine kadar, geride bıraktığı yaşamının yaklaşık 12 yılını çeşitli cezaevlerinde geçirmişti. Bu oniki yıl içinde, ikisi yarı-açık olmak üzere onbeş cezaevi tanımıştı. 1982′de Şerif Gören’in yönettiği “Yol” Cannes Film Şenliği’nde Altın Palmiye ödülünü kazandı. 1983′te TC vatandaşlığından çıkarılan Yılmaz Güney’in filmleri toplatıldı, adından sözedilmesi 12 Eylül cuntası tarafından yasaklandı. Yurtdışında (Fransa’da) çektiği “Duvar” Güney’in son filmi olmuştur. Büyük usta 9 Eylül 1984′te yaşamını yakalandığı mide kanserinden kaybederek sevenlerini üzdü: “Ülkemden ayrıldıktan sonra ilk aylarda üç davanın sonuçlandığını, sonuçta, toplam 20 yıl ağır hapis, 7 yıla yakın da sürgün cezası aldığımı öğrendim… Öbür davalarım devam etmekte; ancak henüz hangileri sonuçlandı, ne kadar ceza aldım, bilmiyorum…” NOKTALI VİRGÜL “Bak, herkes bir tutulsaydı; söyledikleri olurdu… Herkes; bu ayrıntıları kaldıramaz ki ortadan. Kaldırsalardı; cennet olurdu buraları cennet… Ah domuzlar sizi bir gün hepinizin topunu attıracaklar… Bunu orospu dediğim kadın söyledi. İnsanların hep bir olması gerekirmiş.” 1958′de yayımlanan “13″ adlı fikir ve sanat dergisinde yayınlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri adlı öyküsünde böyle diyordu Güney. 1961 yılında bu yazısında komünizm propagandası yaptığı için yargılandı. 1,5 yıl hapis ve 6 ay sürgün cezasına çarptırıldı. İlk yönettiği ve başrolünde de oynadığı Seyyit Han (1968) ve Aç Kurtlar (1969) sansüre uğramıştı. Köhne inançlara, gerici törelere, toplumsal yanlışlara ve egemen baskılara karşı çıkıyordu. Günlük yaşamın gerçeklerini, yoksul ve ezilen insanı anlatıyordu. Umut filmi için; “Umut, aslında kusur olan durumları belirten bir işarettir” deyince film hemen yasaklandı. 1972′de THKP-C ile arasında kurulan bağ nedeniyle siyasal iktidarın baskıları tutuklamaya dönüşüp ikinci hapisliğini yaşadı. Arkadaş (1974) bu dönemin ürünüdür. Arkadaş filmiyle Yılmaz Güney, değişen değerler yerine eskinin dejenere edilmiş doğrularını koyar. Bu sorunun uzantısı bugüne de aittir. Varsıllık hırsı, bunun peşinde koşmanın toplumsal idealleri altüst edişini daha o günlerden anlatır. Üçüncü hapisliği “muhafazakar bir savcıyı” öldürdüğü iddiasıyla gelir. Bu defa 19 yıllık uzun bir hapislikti bu… Yılmaz Güney’e göre ise bir suçlama. “Sürü” ve “Yol”un senaryoları bu dönemin ürünüdür. Ve Yılmaz Güney’in talimatları doğrultusunda filme çekilmişlerdir. 1981′de izinli olarak çıktığı cezaevinden yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Ancak yurtdışındayken gıyabında 7 yıl daha hapse mahkum edildi. Yurttaşlıktan çıkarıldı. “Yol” bu dönemin ürünüdür ve kurgusu Yılmaz Güney tarafından yapılmıştır. Cannes Film Şenliği’nde “Altın Palmiye”yi kazanmıştır. 1983′teki “Duvar” (Le Mur) ise Güney’in sürgünde yönettiği en son filmidir. Bazı çevrelerde Yılmaz Güney’in toplumsal filmlerdeki yaklaşımına farklı bir bakış sergilediğini savunan yönetmenlerce kuşkuyla karşılanmıştır. Yılmaz Güney’in sürgünde çektiği ilk ve son filmi katı, önyargılı bulunduğu için bu açılardan eleştirilmişse de biçimsel açıdan taşıdığı değerlerle kendine ayrı bir yer edinmiştir. Ancak hapishanelerdeki kötü koşullarda yaşayan siyasi tutsaklara bir bakıştı Duvar. 1976 yılında Ankara Cezaevi’ndeki bir çocuk koğuşunda meydana gelen baskıların arkasından gerçekleşen isyanı ve siyasi sol görüşlü tutsakların içinde bulunduğu koşulları anlatır. BEYİNLERE İŞLEYEN “UMUT” SİLİNMEYECEK “Hudutların Kanunu” (1966) halkbilim öğelerine dayanan çoğu belgesel bir nitelik taşıyan filmlerden biriydi. Senaryosu yine Yılmaz Güney’in bir öyküsüne dayanıyordu. Başrolünü de Güney oynuyordu. Kızılırmak Karakoyun (1967) Nazım Hikmet’in öyküsüne dayanıyordu. Her iki filmde de Anadolu’nun feodal düzenine bakış ve eleştiri vardı. Bu düzenin suça, kaçakçılık suçuna canını hiçe sayıp itilen insanlarını anlatıyordu. İnsan ve toprak ilişkisinden yola çıkıyor, öte yandan acımasız doğanın belirlediği yaşam biçiminin zorluklarını ortaya koyuyordu. Denilebilir ki Atıf Yılmaz Batıbeki’den sonra yaşamında hatırı sayılır yeri olarak sinemacı gösterilecek Ömer Lütfi Akad’dır. Akad, “Kanun Namına” ile ilk defa sinemanın günlük yaşama girdiği gerçekçi bir sinema dilinin yaratılmasında yeni bir dönemin kapısını açmıştır. Atıf Yılmaz’ın “Bu Vatanın Çocukları” (1959) adlı filmiyle oyunculuğa başlamıştı Yılmaz Güney. Hiçbir zaman sinemamıza egemen olan moda akımların etkisinde kalmadı. Başından son filmlerine kadar halktan yana ve toplumcu gerçekçilik doğrultusunda giderek ulusal sinemanın olanaklarını da zorlayarak kendi çizgisini belirledi. Duygu Sağıroğlu’nun “Ben Öldükçe Yaşarım” (1966) filmi sinemadaki “Çirkin Kral” söylencesini pekiştirdi. 1970′ten sonra sinemamızda o güne kadar etkisini sürdüren ve Güney’in yaşamında yeri olan Atıf Yılmaz ve Ömer Lütfü Akad dışında Yılmaz Güney’in ortaya çıkmasıyla ayakta kalabilmesini sağlayan üçüncü isimdi Sağıroğlu. Ulusal sinemamıza yönveren Akad’ın çizgisini geliştiren de Yılmaz Güney olmuştu. 1968′de ilk yönetmenlik denemesi Seyyit Han ise yenilikçi ve toplumcu sinemamızın ilk çıkışı sayılır. O zamana kadar önemli yönetmenlerin yanında oyunculuk, yönetmen yardımcılığı ve oyun yazarlığı yaparak deneyimlerini aktaran Güney, ilk kez varolma savaşı veren sinemamızda yönetmen olarak da yer almıştı. Hem büyük bir başarıyla… Ancak konusunun destansılığının, gerçekçiliğinin ekonomik ve toplumsal boyutuyla her yönüyle sansür kurullarının dikkatini çekmesi Adana Film Şenliği’nde ödül almasına rağmen yasaklılar listesine alınmasına yol açmıştı. Yılmaz Güney’in “Hudutların Kanunu” filminde tanıştığı yasaklar yönetmenlik denemesinde de sürdürüldü. 1983′te yeniden yürürlüğe konan sansür tüzüğü, tüm filmlerini hatta daha sonra adının anılmasının bile yasaklanmasına kadar varacak sansür kurulu uygulamalarının başlangıcı olur. Kemal Tahir’in Adana Film Şenliği’nde jüri üyeliği yaptığı sıralarda “Karşısında büyük heyecan duydum. Bence halk sinemasının halka bir meseleyi nasıl anlatması gerektiğini en kaba, en kestirme yoldan gösteriyordu” dediği Seyyit Han, yoksul aşıkla sevdiği kıza göz koyan ağa mücadelesi çerçevesinden “kurban ve cellat” ilişkisine işaret ederek trajik bir öyküden yola çıkan başarılı bir toplumsal uyarlamaydı. Orhan Kemallerin, Yaşar Kemallerin dünyasından, kendi deneyimlerini katarak oyun yazarlığı yanıyla geliştirdiği bu öykü, oyunculuğunun da katkısıyla Türk sinemasında toplumsal gerçekçilik yolunda gelinen en son noktayı belirledi. Toplumsal gerçekçiliğe kapı açtı. 1968′de “Aç Kurtlar”, 1969′da “Bir Çirkin Adam”ın ardından en iyi Türk filmi sayılan “Umut”la Güney o zamana dek alışılmış kalıpların ötesinde apaçık bir gerçekçilikle tepkisini ortaya koyuyordu. Seyyit Han’la başlayan toplumcu bakışını geliştiriyordu. Umut, 1970′te Adana’da Altın Koza Sinema Şenliği’nde en iyi film seçildikten sonra yasaklanınca Danıştay izniyle gösterime çıkabilmişti. Senaryosu yine tamamıyla Yılmaz Güney’indi ve kendi özyaşam öyküsüne dayanıyordu. Çocukluk, ilk gençlik yılları, ailesi ve çevresinden edindiği gözlemlere dayanıyordu. Ailesini geçindirmek için eski faytonuyla didinen Cabbar’ın atını bir trafik kazasında yitirmesiyle düştüğü umutsuzlukla bir define arayışı içinde yaşadığı düş kırıklığını yansıtmaktaydı. İnsanların içine itildiği yoksulluğu anlatıyordu. “Yarın Son Gündür” (1971) Çirkin Kral söylencesini sürdürmeye bir katkıydı. Daha sonra 1971′de “Kaçaklar”, Şerif Gören’in kendisine asistanlık yapacağı “Vurguncular”ı gerçekleştirdi. 1971, Güney’in en verimli devrelerinden biridir. Ağıt, Acı ve Umutsuzlar arka arkaya aynı yıl ortaya konan sinemamızın başyapıtlarıdır. Kısaca, “Ağıt” düzenle savaşım veren bir kaçakçı çetesini, “Acı” sert ve acımasız Anadolu’da öç alma töresini, “Umutsuzlar” yer altı düzeninin dünyasında tutkulu bir aşka fedayı anlatır. “Baba” ise ailesinin geçimini sürdürmek için bir cinayeti üstlenen kişinin öyküsüdür. Güney’in olgunluk devresini ve bugüne uzanan kalıcı yerini kazandıran ikinci hapisliğinde yani 1974′teki filmi “Arkadaş” olmuştur. Arkadaş kuruluşu, dramatik yapısı ve izleğiyle gelmiş geçmiş filmler arasında yeşilçama ve geleneksel anlayışına karşı çıkan bir duruşu sergilemiştir. Filmin özellikle finali belleklerden silinmeyecek. “Hesabı sorulacak bir tokadın” ardından verilen mesaj Yılmaz Güney’in siyasal kişiliği ve yaşama bakışına ilişkin o zamana kadar verilmiş en net tavırdır ve sinema dışında da sevenlerinin yüreğinde ve beyninde asla silinmeyecek şekilde yer almasını sağlayacaktır. Biri sınıfını değiştiren öğrencilik yıllarındaki iki kafadar arkadaşın yıllar sonra bir araya gelişlerinde yaşadıkları olayları anlatan bir öyküdür bu… 1974 Türkiye’sinin toplum katlarından, kişilerinden, toplumsal ilişkilerinden bir kesit veren bir üründü. Umut’un yalın, saptamacı gerçekçiliği Arkadaş filmiyle hazır reçetelerin dışında ilk kez ciddi ve sınıf gerçeğinin belirlediği toplumsal ilişkileri derinlemesine inceleyen yürekli bir adımdı. Gerçekçilik yolunda ve olgunlaşmada yeni bir aşamayı ve noktayı belirliyordu. 1971′deki hapisliğinde yarım bıraktığı Güney’in “Zavallılar” filmi Batıbeki tarafından 1975′te tamamlanabilmiştir. Yumurtalık savcısı cinayeti suçlamasından sonra yaşadığı tutukluluk devresinde önce “Sürü” (1979), ardından “Düşman”da (1980) Zeki Ökten ve “Yol” (1982) filminde Şerif Gören’le birlikte çalıştı. Tümünün senaryosu hatta kurguları kendisine aitti ve alışılmış çizgisini hapisliğine rağmen sürdürdüğü filmlerdi. Hem de dünyada eşi benzeri görülmemiş bir biçimde, yönetmenin tutukluyken de yapıtlarını gerçekleştirebilmesi gibi benzersiz bir olayı yansıtmıştır. Kısaca Düşman’da ezik ve yalnız ve bu nedenle de çözüme tek başına gitmeye çalışan işsiz gencin kötü yola düşmüş karısıyla çevresinin ilişkisini, Yol, törelere göre ihanet eden karısına ceza verme görevi kendisine düşen kocayla diğer izinle cezaevinden çıkan tutukluların başından geçenleri, Sürü de, bir aşiretin sürüsüyle kırsal alanda büyük kente geçişini ve giderek çöküşünü anlatıyordu. Güney’in yaşamını anlatan ve kesitler veren 74 dakikalık “Adana-Paris” adlı belgesel, yönetmen Ahmet Soner tarafından gerçekleştirilmiştir. TARTIŞMASIZ DEVRİMCİ: YILMAZ GÜNEY Yılmaz Güney 2000 yılında tartışılıyor…Tartışmalar solun en radikal kesiminden sağın en tutucu yazarlarına varıncaya dek yayılıyor. 30 yılın hesaplaşması… Basınımızın sözümona en önemli, seçkin, mümtaz yazarları… Yılmaz Güney’e ve Arkadaş filmine saldırıyorlar. Ve Duvar’a da tabii. Duvar filmindeki sisteme karşı yöneltilen realist eleştiriyi sert buluyorlar. Tıpkı Nazım gibi vatan hainliğine kadar vardırılıyor bu tepkiler… Önce acımasızca eleştirenler sahneye çıkıyor. Yılmaz’ı sevenler gereken cevabı veriyor. 6 Şubat 2000 tarihli Cumhuriyet’te “Düzenle bütünleşmiş cüceler, patronlarının tekerine takoz koyan haydutlara tahammül edemiyor. Doğrudur bu… şaşmamak gerekir” diyerek en güzel yanıtı veriyor Mehmet Baydur. Amerikan filmlerine alışmış, onlarınki gibi hızlı, ani, hafif, uçucu olmalıydı her şey. Yılmaz Güney’e saldıranlar itiraf ediyor: Yazmasalar çıldıracaklardı çünkü… 18 yaşında bir öyküsünden dolayı hapse atılan, yaşamından 11 yıl çalınan ve dört yılını sürgünde geçiren büyük bir halk sanatçısıydı o… Savcının yargısı ve 1,5 yıl süren ilk hapisliğinin gerekçesi bir işçi kızın öyküsünde geçen şu sözlerdi: “Eğer herkes eşit olsaydı burası bir cennet olurdu”. Suçu komünizm propagandası yapmaktı. Halkı onun adını da tıpkı Nazım gibi en sevilenler arasına yazdırmıştı. Orhan Kemal’in deyimiyle bize lazım olan “kötülüklerle, alçaklarla, bayağılıklarla mücadele edecek aydın tipler” değil miydi? Yılmaz Güney olması gerekendi işte. Arkadaş filmini eleştirenler onun tehlikeli, acımasız ve yanlış mesajlar taşıdığını öne sürüyorlardı. “Saf sosyalist birey”den yana olan bu sözümona ortasınıf korumacıları nedense saf olarak ne orta sınıfı ne de bu sınıfın çelişkilerini eleştirenlerin, ezilenlerin yanında yeralanların safını seçtiler. Tekellerin sesi ve sermayenin çığırtkanları olmaktan öte. Aslında “İlericiler Çetesi” diye eleştirirken çoğu açmazda, AB’ye endekslenmiş kafalara sahiplerdi. Malum bu çevrelerin müttefikleri olarak Yılmaz Güney gibi devrimci sanatçılara bakışları da o kadar dar ve basit açıdandı. Yılmaz Güney onlara göre güya kabadayı, lumpen, eğitimsiz, feodal hatta bilgisizdi. Güney gibi bütün emekçi aydınlar onlara göre böyle idi. Çoğunun utancı emekten yana olanların yaşam biçimini seçemedikleri içindi. Aslında ondandı. Her şey İnci Aral’ın yazıp da Fatoş Güney’in Costa Gavras’a verdiği ve Yılmaz Güney’in yaşamını anlatan hikayenin filme çekileceği ile ilgili haberin bir gazetede yayınlanmasıyla başlamıştı. Fatih Altaylı’nın yurt dışına çıkışıyla ilgili olarak Güney’i “kendisine bir siyasi havası yaratan katil” suçlamasına daha sonra Serdar Turgut ile Engin Ardıç da katılacak ve Güney’i efsaneleştiren gerçek sanatçı yönünü gözardı ederek “maço, lumpen, katil” gibi sataşmalarla sürdürülecektir. Evet, kıskandıkları, çekemedikleri Yılmaz Güney onların hiçbir zaman kıyısına bile varamayacakları kadar halk nazarında bir mitos, büyük bir efsaneydi. Ama Nihat Behram’ın da dediği gibi Yılmaz Güney gibi gerçek sanatçıları mitoslaştırma böyle körelen ve güdümlü beyinlerde bu körlüğü besleme tipik medya yazarlarında rastlanamayacak türden bir sanatçının olduğu biçimde bütün olarak değerlendirilmesine engeldi. Oysa Güney Türk sineması için bir kazançtı. Adı Larousse’den Hallivel Filmgoer’s Companion’a tüm ansiklodedik kaynaklarda yeralabilen, filmleri Film Guide’lara girmiş tek Türkiye sinemacısıydı. Ve Anadolu’nun bir köyünden gelip de sinemada dünya çapında yer edinmek kolay yabana atılabilecek bir şey de değildi. Yılmaz Güney onu eleştirenlerin hiçbir zaman olamadıkları kadar içtendi. Eşi Fatoş Güney’in belirttiği gibi halkıyla iç içe geçmiş, içinden gelmişti. her şeyini çok iyi biliyordu. Ancak sistem aykırı olanı sevmiyordu. Barındırmıyordu. Yıllar sonra Yılmaz Güney’e karşı takınılan tutumun gayesi apaçıktı: Onun kişiliğinde simgeleşen, günümüzde geçerli kılınan uzlaşmacı, itaatkar ve popülist yığın kültürüne karşı duran devrimci mitosu yıkmak. Yılmaz Güney lümpen değildi. Çünkü uçurum insanlarının, şehrin varoşlarında, kent kıyılarında tutunmaya çalışanların eleştirel bilinç edinerek, güçlerinin farkına varabileceklerini biliyor ve bu duyarlılıklarının toplumsal dönüşümde rol oynayabileceklerini böylesi bir birleşmenin yıkıcı kimyası olduğunu sanatçı yönüyle vurgulayarak işaret etmesiydi. Yılmaz Güney’e saldırının nedenlerinden biri de bu misyonudur aslında. Köşeye sıkıştıkça Fatih Altaylı’nın da gecikmeden itiraf ettiği gibi güya “ifratla tefrit arasında” yaşadığımız için uçları törpülenmiş, Yılmaz Güney gibi emekten, halktan yana sanatçıları işlerine geldikleri şekilde anlatmak için böyle yığınlar, topluluklar gerekliydi. İşlerine öyle geliyordu çünkü. Cüneyt Ülsever, Serdar Turgut, Fatih Altaylı, Yağmur Atsız, Ahmet Selim, Hadi Uluengin, Engin Ardıç gibi besleme medyadan doyanlar için ise doğal bir beklenti idi bu… Çünkü yazarın dediği gibi maaşları, köşeleri holding patronlarının hediyesidir. Her şeye rağmen umutlar yeşerip duracaktır. YILMAZ GÜNEY İÇİN NE DEDİLER? Onat KUTLAR: “Yılmaz Güney, sinemamızın en önemli bir numaralı yönetmeni olmaya devam ediyor”. Mahmut Tali ÖNGÖREN: “Ben onu yalnız bir sanatçı olarak görmüyorum. Sinema yoluyla ve sinemanın da ötesinde geniş kitleleri, ezilmiş insanları, sorunları olan insanları etkileyen bir sinemacı”. Kurtuluş KAYALI: “Yılmaz Güney’in sineması Türkiye’nin hiçbir döneminde nesnel olarak incelenmedi. Güney Sineması üzerinde tekrar tekrar durmayı gerektirecek derinliktedir”. Atilla DORSAY: “Yılmaz kadar Türk toplumunun çelişkilerini hisseden, yakalayan ve sinemasına yansıtan bir sanatçı olmamıştır”. Ayşe Emel MESCİ: “O, sinemamızın şairidir.” Cengiz BEKTAŞ:”Ben Yılmaz Güney’i yapıtlarıyla tanıdım, Türk sinemasında. O ana kadar gelen çizgide yaptığı değişikle beni heyecanlandırdı.” Sibel ÖZBUDUN: “Yaşamının büyük bir bölümünü okuyarak, araştırarak, çalışarak ve sinemanın yüzünü ağartan yapıtlar üreterek geçirmiş bir sosyalist sanatçı” Yusuf ÇETİN: “Yılmaz’ı Yılmaz yapan emekten yana olan tavrıdır.” Fatoş GÜNEY: “Yılmaz Güney bir sanatçıdır ve eserleriyle yaşayacaktır.” İnci ARAL: “Entelektüel, yaşadığı toplum için sıkıntı duyan, muhalif olan ve bunu yaptıklarıyla ifade eden kişidir. Yılmaz Güney hiç kuşkusuz ki bu tanımın içine girer, bu çabayı göstermiş bir insandır. Çok başarılı bir sinemacı ve yazardır.” Arif KESKİNER: “Müthiş bir sinema tutkunu… O, Türk sinemasını gelmiş geçmiş en önemli sinemacısıydı. Eğrisiyle, doğrusuyla delikanlıydı. Dosttu. Arkadaştı. Ruhu şad olsun” Fikret BAŞKAYA: “Güney kendini estetik sanatsal alanda kanıtlamış değerli bir sanat adamıdır.” Ertuğrul KÜRKÇÜ: “?Üslubu beyan, ayniyle insandır’ denir. Kitlesel tüketim ve ideolojisini yeniden üretmek için hergün okur ile izleyicileri aptal yerine koyarak konuşup yazmak zorunda olan medyanın yazarları sonunda kendileri aptallaşma riskiyle yüzyüze kalıyor. Güneyle ilgili tartışma bu riskin gerçeğe dönüşme olasılığının yüksekliğine yeni bir kanıt sadece.” Nihat BEHRAM: “Yılmaz hakkında başlatılan kampanya alçakça ve onursuzcadır. Bir kuşağı askıya alarak saldırıyorlar.” Atıf YILMAZ: “Ve Yılmaz Güney, bütün engellemelere, yasaklamalara rağmen arkasında toplumun çok çeşitli kesimlerini peşinden sürükleyen filmler ve unutulmayacak bir isim, bir lejand (efsane) bırakarak gitti.” İNSAN HAKLARI DERNEĞİ: “Yılmaz Güney, saldırıya uğrayan ne ilk değerdir ne de son değer olacaktır. Düzenin pislikleri ortaya çıktıkça panikleyenlerin saldırganlaşması beklenen bir olaydır.” TAMER UYSAL

  • Umuş

    Bütün iyi kitapların sonunda Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda Meltemi senden esen Soluğu sende olan Yeni bir başlangıç vardır Parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın Gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır Her başlangıçta yeni bir anlam vardır. Nedensiz bir çocuk ağlaması bile Çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır. *Yılın son gününü Yeni Türkü'nün Umut veren şarkısıyla karşılamak isteyenlere videoya tıklamanız yeterli. Keyifli dinlemeler.

  • UMUT ÇİÇEKLERİM

    Soğuk kış günlerinde özlemini çekip "ah bir gelse" diye dört gözle beklediğimiz yaz mevsimi geldi nihayet; havalar ısındı, önce çiçeğe durup pembe- beyaz olan ağaçlar yeşili bol rengarenk elbiselerini giyindiler. Artık güneş yüzünü iyice gösterip iliğimizi kemiğimizi ısıtırken kimi zaman da yağmur yüklü bulutların arkasına saklanıyor. Bazen hafiften esen lodos yeni açmış ıhlamurların, manolyaların, filbahrilerin kokusunu taşıyor, dünya toz pembe görünüveriyor gözüme... Oysa ruhum ağaçlara, çiçeklere bakıp sevinirken insanlara baktıkça karalar bağlıyor. Çünkü insanların gittikçe bencilleştiğini, çirkinleştiğini ve yozlaştığını görüyorum hayretle. Güzel insanların köşelerine çekildiğine, sessizliğe gömüldüğüne, özgürlük adına yozlaşmalara kucak açıldığına şahit oldukça "Bahar gelse ne olur, yaz gelse ne olur" diye düşünüyorum. Nezaketin, zarafetin, tevazunun yerini kabalığın, hoyratlığın, kendini beğenmişliğin, hatta küfrün aldığını gördükçe "Çiçekler açsa ne fayda" diyor içimden bir ses... Herkes birbirine düşmanken, herkes birbirinden nefret ederken, kaba kuvvet ülkemde kol gezerken, insanlar sokaklarda dövülüp öldürülürken yaz yağmurları nasıl temizler ki bunca pisliği... İçim kırgın, yüreğim umutsuz... Bahara sevinecek mecali kalmamış ruhumun tek tesellisi penceremin önünde açan çiçeklerim... Bunlar benim umut çiçeklerim, bunlar benim bahar çiçeklerim ve onlar kurumasın diye gözyaşları misali sular döküyorum topraklarına

  • Ben Aydınlıkçı İken-2:TÖB-DER’DE AYDINLIKÇI KOL

    Zeki SARIHAN * 1970’lerden başlayarak öğretmen hareketi içinde yer alan gruplar, hangi partinin uzantısı oldukları konusunda ketum davranmaya devam ediyorlar. Oysa bu konu aydınlığa kavuşmadan ve gereken dersler çıkarılmadan sağlıklı bir öğretmen hareketi yaratmak da mümkün değildir. PARTİLERİN ÖĞRETMEN GRUPLARI 1975’ten sonra TÖB-DER içinde Türkiye solundaki akımlara paralel olarak öğretmen hareketi içinde çeşitli gruplar oluştu. Devrimci Öğretmen Grubu Dev-Genç Hareketi’nin, Demokratik Merkeziyetçiler TSİP’in, Birlik Dayanışma TKP’nin, Halkçı Eğitimciler CHP’nin TÖB-DER içindeki temsilcisiydi. Aydınlıkçıların TÖB-DER’deki temsilcileri ise Devrimci Muhalefet Hareketi idi (1975), 1975 yazında yapılan TÖB-DER kongresine Devrimci Muhalefet Hareketi adına sunduğumuz ve TÖB-DER genel merkezini revizyonist olarak eleştirdiğimiz broşürü ben kaleme almıştım. Dünya ve Türkiye’yi Aydınlık-Halkın Sesi siyasetinin görüşleri doğrultusunda yorumluyorduk. Sayıları fazla olmasa da Aydınlıkçıların yönetimde bulunduğu canlı TÖB-DER şubeleri vardı. İki süper devlete karşı Türkiye’nin tam bağımsızlığını savunuyorduk. Bu görüş doğrultusunda adımızı “Yurtsever Öğretmen” Olarak değiştirecektik. Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Kürt siyasi akımlarının da TÖB-DER içinde grupları vardı. Grupların yayımladıkları bildirilerde bağlı oldukları siyasi partilerin dünya görüşleri başta sıralanır, ardından öğretmen sorunlarıyla ilgili maddeler yer alırdı. Grupların oluşumuna ve yapacağı ittifaklarda partiler söz sahibiydi. Bir TÖB-DER Kongresinde gelişmeleri bizimle birlikte izleyen ve bize taktikler verenin Hasan Yalçın olduğunu hatırlıyorum. Dergilerimizin manşetleri, karşı olduğumuz gruplara karşı birer savaş ilanı gibiydi. 1974-1975 Öğretim yılında Fatsa TÖB-DER’de biz Aydınlıkçılar yönetimde etkindik. 1976-1977’de de İnebolu TÖB-DER’inde yönetimdeydik. Grubumuzun Aydınlık-Halkın Sesi görüşleri doğrultusunda çalışması 1980’e kadar sürdü. Öyle ki Günlük Aydınlık gazetesine öğretmenler arasında bağış kampanyası yürüttük. Aydınlık’ta bize sayfa verileceği sözü üzerine Yurtsever Öğretmen dergisini de kapattık. İKİ ÇİZGİ MÜCADELESİ Grup içinde iki çizginin varlığı hissediliyordu. Çizgilerden biri partiye sıkı sıkıya bağlı ve onun görüşlerini tekrar eden çizgi, diğeri eğitim ve öğretmen sorunlarında yaratıcı politikalar geliştiren ve geniş kitle ile birleşmek isteyen çizgiydi. Sürgünde bulunduğum yerden, Ankara’da arkadaşların çıkardığı Yurtsever Öğretmen gazetesine gönderdiğim bir mektupta derginin daha az politika yapması ve öğretmen ve eğitim sorunlarına daha çok yer vermesi gerektiğini yazdım. Buna dergide de yayımlanan “Daha çok siyaset yapacağız” yanıtı verildi! 1977’de Ankara’ya atanmamdan sonra grubun sözcülüğünü üstlendim. “Yurtsever Öğretmen” grubumuz gene de TÖB-DER’deki gruplar içinde siyasi savaşın bir parçası olmak yerine öğretmen ve eğitim sorunlarına odaklanması gerektiğini ilk kavrayan çevreydi sanırım. 1978’de grup içinde eğitim seminerleri yapmaya başladık ve ilk olarak “Öğretmen-Öğrenci İlişkileri” adlı bir kitapçık yayımladık. Bunu “Öğretmenlerin Ortak Açıklaması” izledi. Bu kitapçıkta okullarda kargaşaya karşı çıkıyorduk. Öğretmenler keskin çizgilerle birbirinden ayrılmışlar, birçok okulda öğretmen odaları ayrılmış, okullar ders yapılamaz hale gelmiş, öğretmenler meslekten ayrılmaya başlamışlardı. Bu görüşleri savunurken partiden talimat almamıştık. Hatta TÖB-DER’in Ankara İl Kongresi’nde grubumuz adına yaptığım konuşmada dernekte “partiler üstü” bir yönetim önerdim. Bu belki TÖB-DER’e biraz nefes aldırabilirdi. Fakat grup arkadaşlarımız Parti’nin İttifaklar politikasına uyarak Devrimci Öğretmen grubuna oy verdiler ya da oy kullanmadılar. Bu görüşlerimizde ne kadar haklı olduğumuz TÖB-DER’in son kongresinde parçalanma ve iki başlı hale gelerek felç olmasıyla görüldü. 1980 başında Öğretmen Dünyası dergisini çıkarmamız kendi ayaklarımız üzerinde durarak geniş kitlelerle birleşme çabamızın sonucu idi. Yurtsever Öğretmen Grubunu dağıttık. Derginin kurucuları ve ilk yazı kurulu Aydınlıkçılardan oluşuyordu. Ancak bu partinin bir projesi değildi ve partinin dergiye bir müdahalesi de kabul edilemezdi. İlk yazı Kurulunu oluşturduğumuzda, kuruldan ayrılan bir üyenin yerine gelecek olanın nasıl seçileceğini tartışırken arkadaşların “Parti tayin etsin” demeleri, henüz kendi ayakları üzerine durma cesaretinin olmadığını gösteriyordu ancak ben buna itiraz ederek, bu seçimin yazı kurulu tarafından yapılmasını önerdim. Kabul edildi ve öylece de devam etti, 1981’de düzenlediğimiz dergi yönetmeliğine de yazıldı. Dergi o her grubun sapır sapır döküldüğü dönemde kitlelerle birleşme ve doğru politikalar izlenmesi sonucunda 40 yıl yayın hayatında kaldı. Öğretmen Dünyası’nın yayın hayatı boyunca İşçi Partisinden derginin politikalarına karşı hiçbir müdahale olmadı. Ne var ki bir dönem partili bazı arkadaşlar, yazı kurulu içinde bir grup oluşturup kararlara müdahale etmek istedilerse de farkına vardığım an buna şiddetle itiraz ettim. Bu tutumlarının parti merkeziyle bir ilgisinin olmadığını da saptadım. Bu koşullarda derginin başında bulunamayacağımı söyleyince partili arkadaşlar benden vazgeçemediler ve müdahale önlendi. Aslında derginin kuruluşundan beri dergi yazı kurulunda iki çizgi mücadelesi sürüyordu. Türk Dil Kurumu gibi derneklerden dışlanmış aydınlarla birleştik, farklı sol siyasetlerden gelenlerle dergide buluştuk, Yazı Kurulu’ndan buna da itirazlar gelmedi değil. ADAYLIĞI NİÇİN KABUL ETMEDİM? Parti yöneticileri beni defalarca partiye üye olmaya çağırdılar. Partiye üye ve seçimlerde milletvekili adayı olmamı önce yakın temasta olduğum ve ailece de görüştüğümüz Hasan Yalçın, 24 Ağustos 1991’de yaptı. Doğu Perinçek 20 Eylül 1991 tarihli mektubunda bu öneriyi yazılı olarak bildirdi. 29 Ağustos’ta memurlara yapılan toplantıda Ordu’dan aday olmam istendi. 7 Mart 1992’de Genel Başkan Yardımcısı Hasan Yalçın beni yeni kurulan İşçi Partisi’ne katılmaya davet etti. 25 Ağustos 1992’de ayni öneriyi, çalışma arkadaşım Refik Saydam yaptı. 11 Şubat 1997’de Hasan Yalçın, parti üyeliği önerisini yeniledi. 1998’de Almanya’daki Türk topluluklarına Köy Enstitüleri ilgili konferansları örgütleyen Ömer Özerturgut, merkezden aldığı anlaşılan talimatla beni partiye üyelik için çok sıkıştırdı. Kendisi bir süre önce partiden ayrılmış ve geri dönmüştü. Eşim Şenal’ı da Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday göstermek istedilerse de Şenal öneriyi kabul etmedi. 15 Ekim 1995’te iki arkadaş milletvekilliği adaylığını kabul etmemi istedilerse de aktif siyasetten hoşlanmadığımı söyleyerek kabul etmedim. Nihayet, Doğu Perinçek bir tertiple tutuklanınca bunu protesto etmek için partiye üye olma önerisine karşı duramadım. 17 Ekim 1996’de üyelik formunu doldurdum. 26 Kasım 1998’de yapılan yemin töreninde emperyalizme karşı sınıfsız toplum için çalışmaya yemin ettim. 3 Aralık 1998’de Bu nedenle başka katılanlar da vesile yapılarak bir katılım töreni yapıldı. 18 Mayıs 1999’da M. Bedri Gültekin’in Parti Merkez Komitesine alınmam önerisini de kabul etmedim. 9 Şubat 1999’da M. Bedri Gültekin ve Hasan Yalçın, milletvekilliği önerisinde bulundular. Bir ön seçim yapılmış ve ben de 69 kişiden 63’ünün oyunu almışım. Bu öneriyi şu gerekçeyle reddettim: Politika ve politikacıların halk nazarında bir itibarı yok. Aktif siyasetten nefret ediyorum. Bu seçimler boşuna enerji kaybı.” Aldığım milletvekilliğine aday olma önerisi ne dediklerini Öğretmen Dünyası’ndaki 14 arkadaşa sordum. 5’i kabul etmemi, 9’u kabul etmememi istediler. Bu rakamlar parti taraftarlarının da seçimlerden bir sonuç beklemediğini gösteriyordu. (3 Haziran 2022) Gelecek yazı: HANGİ GÖRÜŞLERİNE İTİRAZ ETTİM? Fotoğraf: Ankara’da arkadaşlık yaptığımız Aydınlıkçıların önderlerinden Hasan Yalçın

bottom of page