top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • BAHTİYARLIK

    Bahtiyarlıktır şüphesiz şehirler yangın yeriyken orta yerinde seni sevmek senin yeşil gözlerinde sevilmek bahtiyarlık en gizil hücrelerde bazen kuşatamaz kimse ucuz kiniyle karanlığın bahtiyarlık hadi sen de söyle bölüşmek kavga ile arta kalan ne varsa, değil mi bölüşmek isyan gülüşlerimizle kol kola vererek zafere koşan yorgun aşklardan geriye kalan sabahın evveli sımsıcak ekmeğin kokusu gibi bitmek bilmez yol kesen zemherilerde dağlara hazır rüzgarlarla kanatlanarak sürgünden sürgüne boy vermek, değil mi yeşertmek, hani bozkır misali yalnız şehirleri incitmeden kıpırdayan her şeyi ile kucaklamak ardından bahara duran toprağı düşmana meydan okuyarak kucaklamak serilip yatmak gereğinde güneşe dönük ne büyük bahtiyarlıktır, ey sevgili tuz basılı yaralarımızı aşka basılı sayarak örgütlenmek, aşktan öğrendiklerimizle surları yıkılacak şehrin meydanlarında koşanlarla ardına bakmadan koşmak el ele

  • BEN SANA MECBURUM

    Ben sana mecburum bilemezsin Adını mıh gibi aklımda tutuyorum Büyüdükçe büyüyor gözlerin Ben sana mecburum bilemezsin İçimi seninle ısıtıyorum Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor Bu şehir o eski İstanbul mudur? Karanlıkta bulutlar parçalanıyor Sokak lambaları birden yanıyor Kaldırımlarda yağmur kokusu Ben sana mecburum sen yoksun Sevmek kimi zaman rezilce korkudur İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur Tutsak ustura ağzında yaşamaktan Kimi zaman ellerini kırar tutkusu Birkaç hayat çıkarır yaşamasından Hangi kapıyı çalsa kimi zaman Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu Fatihte yoksul bir gramafon çalıyor Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor Durup köşe başında deliksiz dinlesem Sana kullanılmamış bir gök getirsem Haftalar ellerimde ufalanıyor Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem Ben sana mecburum sen yoksun Belki Haziranda mavi benekli çocuksun Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor Belki körsün kırılmışsın telâş içindesin Kötü rüzgâr saçlarını götürüyor Ne vakit bir yaşamak düşünsem Bu kurtlar sofrasında belki zor Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden Ne vakit bir yaşamak düşünsem Sus deyip adınla başlıyorum İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin Hayır başka türlü olmayacak Ben sana mecburum bilemezsin * Atilla İLHAN * Attilâ Hamdi İlhan (15 Haziran 1925 - 10 Ekim 2005)[4], Türkşair, romancı, düşünür, deneme yazarı, gazeteci, senarist ve eleştirmen. Çalışmalarıyla Türk edebiyat ve düşünce dünyasına önemli katkıları olmuştur. Hayatı 15 Haziran 1925'te İzmir, Menemen'de doğdu. İlk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü İzmir ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. İzmir Atatürk Lisesi'nin birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Şubat'ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözaltında kaldı. İki ay hapiste yattı. Türkiye'nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi'ne yazıldı. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Armağanında Cebbaroğlu Mehemmed şiiriyle ikincilik ödülünü pek çok ünlü şairi geride bırakarak aldı. 1946'da mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Üniversite hayatının başarılı geçen yıllarında Yığın ve Gün gibi dergilerde ilk şiirleri yayımlanmaya başladı. 1948'de ilk şiir kitabı Duvar'ı kendi imkânlarıyla yayımladı. Paris yılları 1949 yılında üniversite ikinci sınıftayken ilk kez Paris'e gitti. Buradayken Nâzım Hikmet'i kurtarmak için düzenlenen uluslararası dayanışma hareketine, İleri Jön Türkler Birliği faaliyetlerine katıldı. Fransız toplumu ve orada bulunduğu çevreye ilişkin gözlemleri daha sonraki eserlerinde yer alan birçok karakter ve olaya temel oluşturmuştur. Türkiye'ye geri dönüşünde başı sık sık polisle derde girdi. Sansaryan Han'daki sorgulamalar ölüm, tehlike, gerilim temalarının işlendiği eserlerinde önemli rol oynamıştır. Şair bu gerilim havasını ilk şiirlerinde olmasa da özellikle Bela Çiçeği gibi kitaplarında eski günlerini yâd ettiği ya da eleştirdiği şiirlerini yayımladı. Birkaç kez gözaltına alındı. Attilâ İlhan, "Kaptan" lakabının kendisine Paris yıllarında bir dönem sakal bırakması üzerine arkadaşları tarafından yakıştırıldığını belirtmiştir.[5] Lakabın yayılmasında beş bölümden oluşan Kaptan şiiri etkili olmuştur. İstanbul-İzmir-Paris üçgeni 1951 yılında Gerçek gazetesinde bir yazısından dolayı soruşturmaya uğrayınca Paris'e tekrar gitti. Fransa'daki bu dönem, Attilâ İlhan'ın Fransızcayı ve Marksizmi öğrendiği yıllardır. 1950'li yılları İstanbul-İzmir-Paris üçgeni içerisinde geçiren Attilâ İlhan, bu dönemde ismini yavaş yavaş Türkiye çapında duyurmaya başladı. Yurda döndükten sonra, Hukuk Fakültesi'ne devam etti. Ancak son sınıfta gazeteciliğe başlamasıyla beraber öğrenimini yarıda bıraktı. Sinemayla olan ilişkisi, yine bu dönemde, 1953'te Vatan gazetesinde sinema eleştirileri yazmasıyla başlamıştır. Sanatta Çok Yönlülük 1957'de gittiği Erzincan'da askerliğini yaptıktan sonra İstanbul'a dönüş yapan Attilâ İlhan, sinema çalışmalarına ağırlık verdi. On beşe yakın senaryoya Ali Kaptanoğlu adıyla imza attı. Sinemada aradığını bulamayınca, 1960'ta Paris'e geri döndü. Sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu incelediği bu dönem, babasının ölmesiyle birlikte yazarın İzmir dönemini başlattı. Sekiz yıl İzmir'de kaldığı dönemde, Demokrat İzmir gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Aynı yıllarda, şiir kitabı olarak Yasak Sevişmek ve Aynanın İçindekiler dizisinden Bıçağın Ucu yayımlandı. 1968'de Biket İlhan ile evlendi, 15 yıl evli kaldı. İstanbul'a dönüş 1973'te Bilgi Yayınevi'nin danışmanlığını üstlenerek Ankara'ya taşındı. Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak'ı Ankara'da yazdı. 1981'e kadar Ankara'da kalan yazar Fena Halde Leman adlı romanını tamamladıktan sonra İstanbul'a yerleşti. İstanbul'da gazetecilik serüveni Milliyet (2 Mart 1982 - 15 Kasım 1987) ve Gelişim Yayınları ile devam etti. Bir süre Güneş gazetesinde yazan Attilâ İlhan, 1993-1996 yılları arasında Meydan gazetesinde yazmaya devam etti. 1996 yılından 2005 yılına kadar köşe yazılarını Cumhuriyet gazetesinde sürdürdü. 1970'lerde Türkiye'de televizyon yayınlarının başlaması ve geniş kitlelere ulaşmasıyla beraber Attilâ İlhan da senaryo yazmaya geri döndü. Sekiz Sütuna Manşet, Kartallar Yüksek Uçar ve Yarın Artık Bugündür halk tarafından beğeniyle izlenilen diziler oldu. İlk romanı Sokaktaki Adam yayımlandığında 10 roman yazmıştı. Bunlar hiç gün ışığına çıkmadı. Attilâ İlhan bunun sebebini bir söyleşide şöyle açıklıyor: "... birçok roman yazdım daha önceden. Ama neden yayınlamadım? Çok akıllıca bir sebebi vardı. Çünkü biliyorum ki yazarlar ilk romanlarında kendilerini anlatırlar. O da romancılık değildir. Günlük tutmaktır." (Düşün, Haziran 1996). Roman serüvenine başladığında döneminin diğer yazarları daha çok yerel ve kırsal olayları, kişileri işlerken Attilâ İlhan şehir insanını Türkiye'nin yakın dönem tarihini siyasal, ekonomik ve sosyal yanlarıyla ele alan bir yapı içerisinde işliyordu. Sadece İstanbul ve İzmir gibi Türkiye'nin büyük şehirlerini, işlediği dönemin yaşam tarzını, ekonomik ve sosyal sorunlarını kahramanlarının gözüyle yansıtmakla yetinmiyor; aynı zamanda, batı kültürünün Türkiye'ye ne şekilde yansıdığını, olumlu ve olumsuz etkilerini, çizdiği karakterlerle ve Avrupa'daki şehirlerle örtüşen bir yapı içerisinde inceleniyordu. Hazırlık ve arayış dönemi Romanda "hazırlık ve arayış dönemi" diye nitelendirilebilecek dönemde, yayımladığı Sokaktaki Adam ve Zenciler Birbirine Benzemez'de yazarın Paris'te yaşadığı yıllara ait deneyimlerinin ve gözlemlerinin karakterlere yansıdığı görülür. Yazıldığı yıllarda Türkiye'deki Batılılaşma uğruna toplumdan kopan kişilerin bocalamaları Sokaktaki Adam'da ele alınırken, Zenciler Birbirine Benzemez'de Avrupa'da komünist ve antikomünist mültecilerle karşılaşan, hayal kırıklığına uğramış bir devrimci anlatılır. Her bölümün farklı bir karakterin ağzından aktarıldığı Sokaktaki Adam, Attilâ İlhan'ın edebiyatımıza getirdiği yeni bir söylem olarak alınabilir. Daha sonraki romanlarında da görüleceği gibi, diyalektik bir yaklaşımla işlenen olaylarda kahramanlar güçlü ve zayıf yanlarıyla okura ulaşır; birbirlerini suçlamaz ve okuyucuda önyargı oluşturmazlar. Attilâ İlhan, Zenciler Birbirine Benzemez için şunları söylemiştir: "Kitap 'soğuk savaş'ın en belalı döneminde yazıldı, yayınlandı. Çok ikircikli bir sorunu tartışıyordum. Romanın kahramanı, İstanbul'daki ve Paris'teki 'solcu' çevrelerle düşüp kalkıyor, bunlarla ilişkilerini ve tartışmalarını anlatıyordu, her şeyi olduğu gibi yazmak, romanın yayımlanmasından vazgeçmekle eşitti. Bu bakımdan, içeriğine hafif flu bir hava verdim." Romanın dilinin farklılığını ise yazıldığı dönem içerisinde yoğun Fransızca çalışmasına bağlayan yazar, bazı cümleleri Fransızca düşünüp Türkçe yazmıştır. Olgunluk dönemi Yazarın "olgunluk dönemi" diye tanımlanabilecek edebiyat süreci Kurtlar Sofrası ile başlar. Sokaktaki Adam'da ne istediğini değil, ne istemediğini bilen biri anlatılırken; Zenciler Birbirine Benzemez'de Mehmed-Ali istedikleri ile istemedikleri arasında mütereddit bir karakteri yansıtmaktadır. Oysa Kurtlar Sofrası'nda Mahmud ne istediğini çok iyi bilen bir karakteri çizer. Bu üç romanıyla Attilâ İlhan Türk aydınına farklı açılardan bakar, fikirlerini diyalektik-materyalist bir sentez içinde derleyerek Türkiye için bir sentez önerir – ki sonradan yazdığı yedi kitaplık Aynanın İçindekiler serisi de bu zemine oturmaktadır. Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak, Dersaadet'te Sabah Ezanları, O Karanlıkta Biz, Allah'ın Süngüleri: Reis Paşa ve Gazi Paşa bu seriyi oluşturan romanlardır. Her romanda yer alan karakterler, Türkiye'nin tarihinde köşe başlarını oluşturmuş dönemlere ayna tutan aydınlardır. Tarihi olaylar, politik ve sosyal dengelerle ele alınır. Birbirleriyle bağlantısı olan karakterlerden her biri bir romanda ön plana çıkar ve olaylar onun gözlemleriyle aktarılır. Bu serinin bütünü irdelendiğinde yine, yazarın Türk aydınına yakın tarihimize bir bakma şansı tanıdığını ve kendi toplumcu-gerçekçi bakış açısıyla önergeler sunduğu görülür. Ölümü Attilâ İlhan ilk kalp krizini 1985 yılında geçirdi. Bu tarihten sonra kardiyolojik sorunları devam eden İlhan'ın 2004'ten itibaren sağlık durumu daha da bozuldu. 10 Ekim 2005'te[6] İstanbul'daki evinde geçirdiği ikinci kalp krizi sonucu hayata veda ettiğinde 80 yaşındaydı. Tiyatro ve sinema sanatçıları Çolpan İlhan'ın ağabeyi ve Kerem Alışık'ın dayısıdır. Ödülleri 2003 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür. 1946 CHP Şiir Yarışması İkinciliği, 1974 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü Tutuklunun Günlüğü ile, 1974 Yunus Nadi Roman Armağanı Sırtlan Payı ile, vefatından sonra 2007 yılında kurulan Attilâ İlhan Bilim Sanat Kültür Vakfı çalışmalarına devam etmektedir. Eserleri: Film Senaryoları Yalnızlar Rıhtımı (1959) Ateşten Damla (1960) Şoför Nebahat (1960) Devlerin Öfkesi (1960) Rıfat Diye Biri (1962) Ver Elini İstanbul (1962) TV Dizi-Film Senaryoları Paranın Kiri (1979) Sekiz Sütuna Manşet (1982) Kartallar Yüksek Uçar (1984) Yarın Artık Bugündür (1986) Yıldızlar Gece Büyür (1991-1992) Tele-Flaş (1992-1994) Baykuşların Saltanatı (2000)[7] Siir Kitapları Duvar (1948, Attila İlhan kitabı) (1948) Sisler Bulvarı (1954) Yağmur Kaçağı (1955) Ben Sana Mecburum (1960) Bela Çiçeği (1962) Yasak Sevişmek (1968) Tutuklunun Günlüğü (1973) Böyle Bir Sevmek (1977) Elde Var Hüzün (1982) Korkunun Krallığı (1987) Ayrılık Sevdaya Dahil (1993) Kimi Sevsem Sensin (2002) Siir Albümleri Ben Sana Mecburum (1999) Ne Kadınlar Sevdim (2001) An Gelir (2006) Romanları Sokaktaki Adam (1953) Zenciler Birbirine Benzemez (1957) Kurtlar Sofrası (1963) Fena Halde Leman (1980) Haco Hanım Vay (1984) O Sarışın Kurt (2007) Aynanın Içindekiler Serisi Bıçağın Ucu (1973) Sırtlan Payı (1974) Yaraya Tuz Basmak (1978) Dersaadet'te Sabah Ezanları (1981) O Karanlıkta Biz (1988) Allahın Süngüleri: Reis Paşa (2002) Gâzi Paşa (2005) Öykü Yengecin Kıskacı (1999) Gezi Abbas Yolcu (1957) Anılar ve Acılar Serisi Hangi Sol (1970) Hangi Batı (1972) Hangi Seks (1976) Hangi Sağ (1980) Hangi Atatürk (1981) Hangi Edebiyat (1991) Hangi Laiklik (1995) Hangi Küreselleşme (1997) Attilâ Ilhan'ın Defteri Serisi Faşizmin Ayak Sesleri (1975) Gerçekçilik Savaşı (1980) Batı'nın Deli Gömleği (1981) "İkinci Yeni" Savaşı (1983) Sağım Solum Sobe (1985) Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler (1985) Ulusal Kültür Savaşı (1986) Sosyalizm Asıl Şimdi (1991) Aydınlar Savaşı (1991) Kadınlar Savaşı (1992) Cumhuriyet Söylesileri Bir Sap Kırmızı Karanfil (1988) Ufkun Arkasını Görebilmek (1999) Sultan Galiyef - Avrasya'da Dolaşan Hayalet (2000) Dönek Bereketi (2002) Yıldız, Hilâl ve kalpak (2004) Çevirileri Kanton'da İsyan (1967 , Andre Malraux) Umut (1968, Andre Malraux) Basel'in Çanları (1969, Louis Aragon) Hakkında çıkan kitaplar Attilâ İlhan'ın Siyasal Düşüncesi: Türkiye'de Ulusalcılığın Kökenleri - Hakan Reyhan (2012) - Phoenix Yayınları Nâm-ı Diğer Kaptan, Attilâ İlhan'ı Dinledim - Selim İleri - İş Bankası yayınları (2002) Attilâ İlhanın Şiirlerinde Beyoğlu - Nuran Özlük (2011) - Başlık Yayın Grubu Mavi Adam, Attilâ İlhan'la söyleşiler - Zeynep Aliye (2001) - Bilgi Yayınevi Yalnız Şovalye Attilâ İlhan - Zeynep Ankara (1996) - Bilgi Yayınevi Şehir Filmleri: Attilâ İlhan - Nur Akalın (2006) - +1 Kitap Attilâ İlhan'a Edebiyat Dünyasından Mektuplar - Belgin Sarmaşık (2001) - Otopsi Yayınları Attilâ İlhan'la 1000 Saat - Erol Manisalı (2001) - Bilgi Yayınevi Attilâ İlhan'la Siyaset Güncesi - Erol Manisalı - Derin Yayınları Attilâ İlhan'la Hayatın İçinden - Erol Manisalı (2006) - Truva Yayınları Attilâ İlhan'la Akıp Giden Düşünceler - Erol Manisalı (2005) - Derin Yayınları Düşünceler: Attilâ İlhan'la Neler Tartıştık - Erol Manisalı (2002) - Gündoğan Yayınları Büyük Yolların Haydutu: Fotoğraflarla Attilâ İlhan'ın Yaşam Öyküsü - Öner Cirvaoğlu (1997) - Sel Yayıncılık Attilâ İlhan'da Kültür Sorunsalı - Gönülden Esemenli Söker (2002) - Bilgi Yayınevi Attila İlhan: Açtırma Kutuyu (46-83), Attila İlhan: Söyletme Kötüyü (83-87) - Belgin Sarmaşık (2004-2005) - Bilgi Yayınevi Şubat Yolcusu: Attilâ İlhan'ın Şiiri - Yakup Çelik (1998) - Akçağ Yayınları Bütün Kaleler Zaptedilmedi: Attilâ İlhan'la Birkaç Saat - Hulki Cevizoğlu (2004) - Ceviz Kabuğu Yayınları Batı'nın Maskesi Düşüyor: Attila İlhan'la Sohbet - Muharrem Bayraktar (2009) - AsyaŞafak Yayınları Toplumbilimsel Roman Çözümlemesi: Louis Aragon ve Attilâ İlhan - Yavuz Kızılçam (2005) - Ürün Yayınları An Gelir: Attilâ İlhan - Yakup Çelik (2011) - Küçükçekmece Belediyesi Attilâ İlhan Armağanı: "Kaptan'a Saygı ile" - Yakup Çelik (2006) - Kültür Bakanı

  • Nasıl Ölümse?

    Beğenince bir benzerlik ararsın; aynı burçtandık. Onun anne babası Amerika'da küçük işlerde çalışan birer proleter, benim anne babamsa, Anadolu'da ne kadar olursa o kadar "küçük burjuva..." Sahi, burjuvası ne zaman doğdu bu ülkenin? Ya emekten başka kutsallık, HAKtan başka Tanrı bilmeyen proleteri... Neyse konuyu dağıtmayalım... 1935'te doğmuştu. Ben doğmamıştım, ne doğması, düş gücü en yüksek bir kalkınma planında yer almayan, hayal bile edilemeyen bir varsayım, O ise halesini oldurmaya çalışan bir yıldız; Ben bebektim, O listeleri altüst eden bir şarkıcı; Ben çocuktum, O oynadığı her role hakkını veren bir aktör; Ben ilkyazımı yaşıyordum, "filizkıranların" yuva yaptığı bir acemilikle, O ise 'Rock'n Roll'un Kralı', tek başına bir kültür olan dev, büyük oyuncu 'Elvis The Pelvis', asıl adıyla Elvis Presley olmayı başarmıştı bile. 1977'de öldüğünde çok gençti. Yeryüzünde dünya kadar hayranına " O ölmedi, bir yerlerde saklanıyor," dedirtecek kadar genç; 42 yaşındaydı. Bense üniversiteye devam eden "aşkı bilmeden" ülke kurtarmaya soyunmuş bir küçük burjuva... Levis, Vrangler giyen, pos bıyıklı , üniversiteli türedi proleterlerin Marksist terminolojisiyle "çizmelerimin burjuvası..." Onu üniversitede tanımıştım. "Çocukken gerçek anlamda hayaller kuruyordum. Çizgi roman okur, kendimi çizgi kahramanı hayal ederdim. Film seyreder, filmdeki kahramanla kendimi özdeşleştirdim... " diyordu. Ne kadar da bana, bize benziyordu... Şimdi 87 yaşında olacaktı. Her gün öz sermayeden tüketen, zor yürüyen, görkemli dönemlerini bile anımsamakta zorluk çeken bir adam belki de... Nasıl bir talihtir o ölüm?.. Ben şimdi yaşlanmaya döndüm. Her gün rüşvet diyerek yemlediğim sokak köpekleri bile tanımazken beni, O ise, her gün daha genç, hala en ünlü...

  • Saklambaç

    akşamdan sabaha karalayacağım yok sayacağım şiirler yazıyorum bu ara bitmeyen bir hasret yumağını doluyor bakışlarım önüm karanlık ardım aynı sağım solum sobe ebe olma sırası bende yumdum gözlerimi sırlı yüreğim tutma beni daha el yordamı sabahı bulacağım #aydogmuszeliha

  • AŞK

    Tenseli, tinseli İlahisi, platoniği Şuna bunası Pisi mis edeni var. Oklayan Eroslusu Çarpan yıldırımlısı Aklı alanı, gönlü çalanı Acı çektireni, zevk aldıranı var. Seher yeli gibi okşayanı Kasırga gibi kasıp kavuranı Hortum gibi döndüreni Deli divane edip çöllere düşüreni var. Bülbüle dut yedireni Bade içirip dili çözdüreni Yediveren edeni Gül için dikeni sevdireni var. Yemeğe vurduranı İğne ipliğe çevireni Dağ gibileri devireni Verem edeni var. Dertse de zevkse de İncitse de acıtsa da Kırsa da yarsa da delirtse de Aşka düşmek için can atanlar var.

  • BEN SANA MECBURUM

    Ben sana mecburum bilemezsin Adını mıh gibi aklımda tutuyorum Büyüdükçe büyüyor gözlerin Ben sana mecburum bilemezsin İçimi seninle ısıtıyorum Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor Bu şehir o eski İstanbul mudur? Karanlıkta bulutlar parçalanıyor Sokak lambaları birden yanıyor Kaldırımlarda yağmur kokusu Ben sana mecburum sen yoksun Sevmek kimi zaman rezilce korkudur İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur Tutsak ustura ağzında yaşamaktan Kimi zaman ellerini kırar tutkusu Birkaç hayat çıkarır yaşamasından Hangi kapıyı çalsa kimi zaman Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu Fatihte yoksul bir gramafon çalıyor Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor Durup köşe başında deliksiz dinlesem Sana kullanılmamış bir gök getirsem Haftalar ellerimde ufalanıyor Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem Ben sana mecburum sen yoksun Belki Haziranda mavi benekli çocuksun Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor Belki körsün kırılmışsın telâş içindesin Kötü rüzgâr saçlarını götürüyor Ne vakit bir yaşamak düşünsem Bu kurtlar sofrasında belki zor Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden Ne vakit bir yaşamak düşünsem Sus deyip adınla başlıyorum İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin Hayır başka türlü olmayacak Ben sana mecburum bilemezsin Atilla İLHAN * HAFTANIN ŞİİR ÖNERİSİ

  • RÜYA

    Aylardır yaşadığımız heyecanlı ve sıkıntılı günlerden sonra nihayet dün gece derin bir uykuya dalmayı başardım ve uyur uyumaz da bir rüya gördüm. Rüyamda dünyanın sonu gelmiş, kıyamet kopmuş, yer gök birbirine girmiş ve her şey tarumar olmuştu. Kıyametten kurtulan birkaç kişiden biriydim. Yeni bir dünya kurulacaktı ve hayatta kalanlara yeni görevler veriliyordu. Herkes kendince elinden geleni yapacak ve "yine, yeniden, yeni bir dünya" kurulacaktı. Bana da hasbelkader bu yeni dünyanın "insan ilişkilerini" düzenleme görevi düşmüştü. Bu görevi layıkıyla yapabilmem için eski dünyanın tarihine bir göz atmam gerekiyordu... Oturdum, tarih kitaplarını okudum yeniden; kötülüklerin, kötülerin geçmişine göz gezdirdim, dünyanın yok oluş sebeplerini araştırdım rüyamda saatlerce. Ve sonunda karar verdim; kurulacak bu yeni dünyada artık Habil ile Kabil birbirini öldürmeyecekti yani kardeş kavgası olmayacaktı. İnsanlar renkleri, cinsiyetleri, milliyetleri ve dinleri yüzünden aşağılanmayacak ya da üstün görülmeyecekti. Yeryüzünde tecavüz, taciz ve tecavüzcü diye bir kavram olmayacak, kadınlar öldürülmeyecekti sevdikleri tarafından... Hz. İbrahim ateşe atılmayacak, Hz. İsa çarmıha gerilmeyecekti. Engizisyon olmayacak, Haçlı Seferleri, din savaşları yapılmayacaktı. Padişahlar "devletin bekası için" evlatlarını katletmeyecekti. Hitler gibi, Mussolini gibi diktatörler yeryüzüne hiç mi hiç gelmeyecekti. Darbeler olmayacak; insanlar hele hele genç fidanlar asılmayacaktı. Din kisvesine bürünmüş katiller insanları diri diri yakmayacak, savunmasız insanların üzerine ateş açmayacak ya da onları betona gömmeyeceklerdi. Savaşlar yüzünden insanlar yerinden yurdundan olmayacak, mülteciler denizlerde boğulmayacak, küçücük çocukların cansız bedenleri kıyılara vurmayacak ya da o masum bedenler kör kurşunlara hedef olmayacaktı. İktidara sahip olanlar gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olmayacak; halkını "Bizimkiler ve Ötekiler" diye ayırmayacaktı. Kin, nefret, öfke gibi duygular insanlara hiç verilmeyecek, insanlar birbirlerini aşağılamayı, birbirlerine küfür etmeyi hiç bilmeyecekti... Bütün bunların yerine insanlara tahammül gücü, sevgi ve hoşgörü dağıtılacaktı kucak kucak. Bebekler, çocuklar, evlatlar ölmeyecek, analar ağlamayacaktı. Dünyanın her köşesinde rengarenk çiçekler açacak, her yer yemyeşil olacak, termik santraller, kimyasal silahlar hiç olmayacaktı. İnsanlar fikirlerini özgürce dillendirebilecek, kimse düşüncesinden dolayı lanetlenmeyecek, tutuklanmayacaktı... Kurulacak bu yeni dünyada hiçbir kötülüğe yer yoktu, yapılacak çok şey vardı, yüreğim heyecandan bir kuş gibi çırpınıyordu. Bir an önce kolları sıvayıp işe başlamam lazımdı. Giyindim, kuşandım, tam evden çıkmak üzereydim ki uzun uzun çalan zil sesiyle irkildim... Ve işte o anda uyandım, bir an neler olup bittiğini anlamaya çalıştım, ter içinde kalmıştım, kalbim hâlâ tüm hızıyla çarpıyordu... Hava henüz alaca karanlıktı, aydınlanmamıştı gün. Yoksa güneş bugün de mi çıkmayacaktı kara bulutların ardından? Güneşi özlemiştim, aydınlığı özlemiştim... Ben nasıl bir dünya düşlemiştim, böyle bir dünya olabilir miydi, güneş bulutların arasından çıkar mıydı acaba? Elimi yüzümü yıkayıp biraz kendime geldikten sonra çayımı yudumlarken düşünüyordum; gerçekten çok mu zordu böyle bir dünya yaratmak, barış ve huzur içinde yaşamak; insanları sevmek, herkesi kucaklamak? Hayır, aslında zor değildi. Böylesi ütopik ve güzel bir dünyayı yürekleri sevgi dolu bir nesil inşa edecekti, bizlere düşen ise onlara yardım etmek, onların elinden tutmaktı sadece... İşte yeni bir gün daha başlıyor, bir yandan güneş bulutların arasından sıyrılırken bir yandan da inceden bir yağmur yağıyor... Biliyorum birazdan rengarenk bir gökkuşağı çıkacak ve aydınlanacak her yer... Biliyorum aydınlık günler bizi bekliyor...

  • ULU ÇINAR

    Üç ağacı çok severdi: Çam, çınar, meşe. Ağaçların paşası derdi bu ağaçlara, adını duydu mu, içindeki büyür ha büyürdü. Çamın kızılı, karası, fıstığı… yaz kış hep dumanlı, her daim saçlı sakallı. Ona değmek, şu dalını, bu dalını budayıvereyim demek, hayatına kastetmektir. Ellemeyin, dokunmayın, el vurmayın. Öyle değil mi, insanoğlunun elini değdiği yerin bedi bereketi kalır mı, o nereye baksa, nereye bassa kuruyup gazele dönmüyor mu? Azıcık düşünüp taşının, azıcık geçmişe yolculuk edin. Oturduğunuz, mahallede şehirde çirkinlik timsali, zevksizliğin, görgüsüzlüğün en güzel örneği, aha bunlar diyeceğiniz bu beton ucubelerin yerinde ulu ağaçlar, yemyeşil bir doğa yok muymuş? Yaşadığı sitenin bahçesine bu üç ağacı da dikmişti. Çam ile çınarı yaşatmış; fakat meşeyi yaşatamamış, evcilleştirememişti. “Ağacın kabadayısı, aynen adamın hası gibidir,” derdi Kendirli Pehlivan. Meşe palamudu, metanetlidir, kuvvetlidir, spor yapmış sporcunun bedeni gibi zıpkın gibidir, çivi mivi batıramazsınız ona. Ağaç katili motorlu testereler icat edilmeden, yeryüzü, akmeşe, karameşe, dikenli meşe, sonra kızılçamlar, karaçamlar, köknarlar, ladinler; sonra ahlatlar, melengiçler, pırnallarla kaplıymış. Ah insanoğlu, kendi sonunu, kendi ellerinle getiriyorsun! Senin bitip tükenmek bilmeyen para hırsın dünyayı mahvetti. Az kafanı yor ve düşün, şimdi bak bakalım, kendi nesline ihanet eden bir canlı var mı? İnsana neden insan demişler de, hayvana, hayvan demişler. Sen var ya insanoğlu bedduaların en ağırına layıksın. “Çınar,” bu adı, soyadı alanlar çok şanslı. Demem o ki, bu güzel ağacın, yaprakları yer kürede yaşayan güzel insanların elidir, bu güzel ağacın yaprakları sevginin şahı Yunus’un eli, onurlu yaşam için kavga eden Pir Sultan'ın eli, Tanrının elidir. O, ben demişti, çabuk büyüyeni, genetiği değiştirilene değil, köyümde, çocukluğumda suyunda yıkandığım, hatta eğilip kana içtiğim, Atatürk’ün düşmanı tepelerken böyle geçmiş çayları deyip koşup oynadığı çay mevkinden alıp getirmişti. Çocuğa bakar gibi hemen her gün sulamış, dibinde biten yaban otları koparmış, dibine gübre dökmüş, evladını sever gibi öpüp koklamıştı. Çınarı kendi haline bırakırsanız, yapraklarını, dallarını taşıyamaz, bunu bildiği için, başkasının karşısında eğilen, el pençe duranı sevmediğinden, çınarım eğri durmasın, biatçi kullardan olmasın diye iki üç yerinden bağladığı iplerle sırım gibi, iğ gibi olmasını sağlamıştı. Dedikodu, aylaklar, tembellerce üretilen, elinden bir şey gelmeyen ağaç, doğa, insan sevgisinden bihaber olanlar, her yerde, her toplumda vardır ya, işte onun yaşadığı sitede vardır onlardan. Onlar, ara ara apartmanın bahçesinde, kameriyede toplanırlar, anasının kahveler için kullandığı “uyuz eğreklerinde” toplaşırlar boş boş konuşurlar, ve derler ki: “Bu ne kardeşim, apartman bahçesinde çınar olu mu, Allah Allah, koru mu canım bura? “Olmaz ki, ormanlık mı bura, şehirde oturuyoz, olu mu canım?” “Kesmek ilazım canım, apartmanı yıka bu çına!” “Yıka tabi, uzmanlar dedi, çınarın büyüklüğü kadar da kökü varmış aşada ya!” “Göceniz, sade bu çına kesmek için, yönetici olcen ben, göceniz!” “Benim oyum sana dedi, gel git akıllısı!” Meydanı boş bulmuş, ha bire sallıyor, birbirlerini gazlıyorlardı. Gazlıyorlardı, gazlamasına da Manisa Tarzanı dedikleri, Süleyman Öztürk birden yanlarında bitiverince ne diyeceklerini şaşırıp dut yemiş bülbül gibi cümleleri ağızlarında kalmıştı. “Ne oldu dedi, Süleyman Öztürk, çınar mınar anlamadım ne diyorsunuz, kökü mökü, bir şey mi planlıyorsunuz?” “Yok yok, dediler, bahçemiz, mahallenin en güzel bahçesi, doğal mı doğal, kıymetini bilelim diyoruz!” "Süleyman Yüksel her bir şeyi duydum, ayıp ediyorsunuz. Doğa dostları olmasa şimdiye insan nesli yok olurdu, bilir misiniz, bilmezsiniz. Biz demişti, Süleyman Yüksel, İsmet Paşa’nın, “bir memlekette, namus erbabı, namussuzlar kadar cesur olmalıdır.” Bu çınarı kesecek adamla, sonuna kadar uğraşırım, mezar taşına “ağaç katili,” diye yazdırırım, haberiniz olsun; inşallah bir daha bir araya gelip böyle boş beleş şeylerle uğraşmazsınız!” Çınar ağacı büyüdükçe büyümüş, sekiz katlı apartmanın altıncı katına ulaşmış, dalları yarım dönüm bir alanı kaplamış, gövdesi bir insanın zor kavuşturacağı bir duruma gelmişti. Çınarın güzelliği, mahalle sınırlarını aşmış, kesilmeli tartışmalarından ötürü ilçe merkezine kadar ulaşmıştı. Hatta bir gün mahallenin eski okulundaki sınıf öğretmeni öğrencilerini bahçeye getirmiş, çınarın altında ağaç ve doğa sevgisi konusunda bir münazara yaptırıp bunu da sosyal medyada paylaşınca çınar kutlu bir ağaca dönmüştü. Bornova’nın, Ege Üniversitesinin, Bornova Anadolu Lisesi’nin sevimli maskotları haline gelen, yeşil papağanlar, çınarın tepe dallarına konup ötünce mahalleli mutlu oluyordu. Ulu çınarın insan elli yaprakları, kaynatılıp içilip eklem ağrılarına iyi geldiği söylenince ahali yaprakları toplayıp kaynatıp suyunu içmeye başlayalı on yıl olmuştu. Onun çınar ağacı aşkı, “sen benim sevdam, sen metanetin timsali, sen sevdanın alametisin, sen yıllara, yüz yıllara meydan okuyan, sen komünizm propagandası yapıyor dedikleri bizim radyoyu(!) gövdende saklayansın. Bursa’nın ulu çınarları, buna sebep kesilip yok edilmemiş mi? Sen ulu çınar, yıllara meydan okumanı kıskanan siyasi iktidarlar, ona sebep yerle yeksan etmişler seni. Ah Aziz Nesin, her gün haklılığının perçinlenmesini, seni çok sevmeme rağmen dediklerinin bir bir hakikat olması canımı acıtıyor. Ben, beni bildikçe, sen aklıma geldikçe, ben senin adını andıkça, sen benim sevda ağacım olarak yüreğimin başköşesinde bir anıt olarak yaşayıp gideceksin. Sana Nazım’ın vatan hasreti ile Anadolu coğrafyasında, adı güzel, kendi güzel insanların yüreklerinde her daim salınıp gideceksin!"

  • DAĞ

    Aşağıda 36 derece kent sıcağında erirken, gökyüzünü kaplayan görkemli dağ, oruçlu keşişi yoldan çıkaracak tanrının sebil dondurması kılığında, günaha çağıran bir serap gibiydi. Su gibi ter içinde o balkon bu balkon deyip aradığım ama bulamadığım uykularım da orada hala kar yüklü bir tepenin eteğinde, yıldız yüklü bir çamın dibinde saklı olmalıydı, öyle emindim. Bir inanmaya görmesin insan; nasıl da güzeller, nasıl da süsler. Aklımda hep o görüntü; karlı tepesi, yeşil ormanları, köpürerek akan buz gibi kaynak suları ile dağ... Çadırıma oturmuş, bir yandan püfür püfür esen havanın, eşsiz manzaranın tadını çıkarırken bir yandan da yazacak olduğum dağ manzaralı kitabıma kaynak olur diye notlar alıyorum. Sanki Hasan Sabbah'ı ilk ben keşfettim, kimi kandırıyorsam... Her biri birkaç yüz kilo, her biri on ustura ile donatılmış 4oo ayıyı hesaba katmamıştım tabi... Birkaç geceyi dağda geçirmek biraz heycanlı, biraz romantik, ama her durumda bir macera gibi gözüküyordu. Ne yani Afrika'ya arslan avına gidecek değildim ya... Çadırı bilen bilir. Onu tatil ayrıntısı değil, ağır ve pahalı sporlardan saymak gerek... Çadırla tatile gitmenin en zor yanı, birkaç günlüğüne de olsa hesaba katmadığınız, ama kendiliğinden oluşan saçma gözüken oysa vazgeçilmez ayrıntılarıyla bir evi, bir çadıra, en çok da bir arabaya sığdırmaktır gelir bana... Her seferinde de mutlaka bir şeyiniz eksik kalır. Buna bir de niyetlendiğiniz romantik kahramanlığın artırdığı iştahınızı eklerseniz varın hesaplayın. Çadır zengin işidir, sanılanın aksine. Önceleri küçümsediğim, depremde zorunlu edindiğim çadır, bir zaman sonra aşka dönmüş, yerleştiğim İzmir’de konuşlanmadığım dağ, deniz, hatta bahçe kalmamıştı. Bir ara Bursa’daki kent merkezindeki evimin geniş terasına da kurduğumu, yaz gecelerinde en güzel uykularımı onda uyuduğumu da dersem, her eve bir çadır sloganı da eklenir ki, kötü olurum; hanımların pek sevmediğidir çadır çünkü. Depremde Tanrıdan yediğim dayakla örselenen gururum ve özgüvenim, hatta neyim varsa... denilebilir ki BOZDAĞ'da donarken ya da TEOS'da yanarken ya da Foça'da unuttuğum tava ve yağ nedeniyle bir zeytin ormanında çalılara geçirdiğim balıkları pişirip yerken, Mordoğan sahillerinde dingo benzeri sahipsiz vahşi köpekler ortasında uyumaya çalışırken bir ölçüde tamir edilmiş, hala işe yaradığımı görmekten mutlu, tanrının mucizelerine şaşmıştım. Sırası gelmişken, elbet Allah razı olsun duasıyla, yol arkadaşlarıma selam olsun ... Ama aradan on yıl geçmişti. On yıl Osmanlı tarihi için kısacık bir süreydi belki, ama insan denilen için... Yine de yaparım gibi geliyordu. Dergiyle, yazmakla sanatla, bakmayın bunca edepsize aslında en çok da edep yanı keskin edebiyatla törpüleye törpüleye Zeki Müren inceliğine erişen ruhuma yaparsın demek... Yalan da olsa güzel gibi geliyordu. Yapardım elbet... O eksik, bu iyi gider... derken gün akşama devrilirken ancak çıkabildim yola. Oysa kamp yerimi bile kesinleştirmemiştim kafamda. İnkaya'nın ordan yamaçlara vurunca kentin o boğucu sıcağının yerini alan hoş, ipek gibi bir esinti feri sönmüş ruhuma iyi gelecekti. -inkaya, çekirge- İlerleyen saate karşın yükseldikçe çoğalan, uzun gölgeli, sarışın güneşle ve gökyüzüne erkeninden tırmanmış, yükselmek için sabırsız sıra bekleyen, büyüyen dolunayla bir süre ben de tırmandım. Aşağıda kentin ışıkları yanmıştı, ama buralar bir türlü dorukları bırakıp gidemeyen güneşin eflatunlaşan ışıklarıyla hala mahmur bir aydınlıkta yüzüyordu. 'Mahmur'u edebiyat yapmak için demedim, dağlarda güneşin ölümü de doğuşu gibi, uyanmaya çalışan, dirileşemeyen, sadece renkleri olan bir bir ışık seliydi. Manzaralı diye niyetlendiğim yerlerde izin gerektiği söylenince yolculuğumu sürdürüp dağın yükseklerine doğru ilerlemek zorunda kaldım. Acele ediyordum. Şimdi batıdaki alçak tepelerin üstünü bir dünya yangını gibi kızılın her tonuna boğarak aheste aheste yürüyen güneş, er geç batacak ve gece çökecekti. Bir an önce bir yer bulmalıydım. Bu duyguyu en çok İstanbul’a da gidince yaşarım. sanki çok önceden gelmişim, görmüşüm, oralarda yaşamışım gibi... Oysa İstanbul popüler yerlerin saymazsan en az gittiğim yerlerden biridir. Doğup büyüdüğüm Karadeniz dağları aklıma gelmiş, hüzünlü bir sevinçle gidiyordum. Uludağ yolunda çoğu bir eski Türk filminden aşına gelen doğa görünümleri, şimdi Amerikan kaplamasıyla zenginleşse de ahşap geçmişi saklamayan oteller, sonunda benim de geçmişime çıkacak sürpriz dolu bir yol gibiydi. Uludağ, nihayetinde dağdır deyip sahipsiz sanmayın, her yer izinliydi, her yer paralı, her yerde ferman gerekti... Yürek yettirip, rakamla 400 kiloluk sayısız ayının mehtap gezisine çıktığı bir düzlükte, can benim, sorumluluk da... çadırımı kurarım, deseniz bile izin almanız gerekliydi. Hal böyle olunca izin verilen SARIALAN'a ulaşmam geceyi buldu. SARIALAN, son zorunlu uçak yolculuğumdan sonra ancak cesaret bulup bindiğim teleferikle çıktığım yoldaki güzergâhlardan... Şimdi teleferik bakımda. Bu nedenle daha önceki canlılığı olmayan bölge, yine de çadırlı, otomobilli mevsimlik konuklarla şenlikti. Çevredeki çadırlar, sokak lambaları, çoğu boş görünen meraklısına kiraya verilen küçük evler, bir yağmur ormanı arayan ruhumun romantizmime uymuyorsa da canı sağlama aldığından sevimli görünüyor, güven veriyordu. Hiç konu değilken, bu güvenlik nereden aklıma gelmişti böyle. Önce kurulu çadırların görünümü bana tuhaf gelmişti. Sanki koca dağda yer yok, üç beş çadır obavari bir araya gelmiş, sonra da etraflarını askeriyenin kamuflajlarına benzer, kimseyi engellemeyecek haki renkli, naylon örgülü duvarlarla çevirmişlerdi. "Kim akletti bu komediyi?" diye sorduğum şayak dokuma geceliği içinde posbıyıklarıyla tam dağlı diyeceğin amca, "ayılar için" demişti. O naylon örme ipliklerin ayıları nasıl durduracağını anlayamamıştım ama, cahilliğim de iyice anlaşılmasın diye bir şey de soramamıştım. Yine de ip duvarların etrafında merakla ama dolaşıp durmuştum. Çocuğun biri obaya giriş için ayrılan kapı yerine başka bir yerden girmeye kalkınca sanki dağı bir koyun sürüsü basmış gibi ortalığı zil sesi kaplayınca çözmüştüm sırrı. Dağda insana epey alışkın ayı, o kamuflajı sınır algılıyor içeri girmiyordu, görgüsüz bir ayı çıkarsa da zil sesiyle insanlar haberdar oluyor, herhalde ayı da korkup kaçıyordu. Yollarda konuştuğum herkes, ayılara dikkat etmemi sık sık söyleyince bendeki cesaret küçük bir arıza vermiş, talihsiz bedevinin durumuna düşmemek için güvenli yer arar olmuştum. Şaka değil, hiç tanıdık gelmeyen, hamamda bayılanı taklit eden, burnundan halkası yeni çıkarılıp azat edilmiş türünden değil, tek bir pençe darbesiyle otuz santimlik bir yarık açabilen, en doğalından ayılardı sözünü ettiğimiz... Hoş kurt da varmış bolca ama Allah'tan yazları insana pek ihtiyaç duymuyorlardı, yemek için. Yol kıyısına yönelirken ihmalime kızıyor, ayıları hesaba katıp da haklarında bir şeyler okumadığıma, yanıma onlarla baş edecek top tüfek bir şey almadığıma üzülüyordum. Top tüfekmiş, bir ayı öldürmenin cezasının ne olduğunu düşününce... Belki akledip de rüşvet olarak verilecek bal mal bir şey getirirdim yanımda, çadıra yaklaşırlarsa önlerine atar, kaçmaya çalışırdım. Öyle azgın bir ayıya rastlarsam benim gibi seksen beş kiloluk bir et yemeği dururken bala bakması zayıf olasılıktı ama ayı bu sonuç olarak, o kadar derin düşünecek değildi ya... Abuk sabuk düşünüyordum işte... Telefondan bakıyorum, ayılarla ilgili ne öğrenebilirim diye. Önüme çadırla kampı teşvik için konulmuş bir resim geliyor. Harika. İki yandan ayıların kokladığı bir çadır... Güzel de bir sloganı var: "Doğada kamp sizi hayvanlarla dost yapar." İstemem kalsın," diyorum, "insan dostlarımdan yoruldum." Bir ilgili vardır diye bakınmışsam da görünürde memur duruşlu kimseyi göremeyince, yandaki ormanın karanlığına girip çıkan, orada ne aradıklarını merak ettiğim, kadife pantolonlu, başları yün bereli, kalın kazaklı, montlu amcalara arabanın camını açarak sormayı seçtim. "Dilediğin yere kur," dediler. Görüntüleri, deliler arasına düştüm, kaplıca mı burası, diye düşündürdü , yaz günü böyle giyinmek ne akıl?.. Camdan vuran soğukla bütün bedenim titredi. Aşağıda gölgede 36 dereceydi. Şİmdi ise arabanın göstergesinde 8 derece gözüküyordu... Bekliyordum ama bu kadarını değil. Geriye dönsem fena olmazdı sanki, bu kendini aşma gayreti ayısıyla soğuğuyla beni bozar, diye düşünmeye başlamıştım bile. Nereye dönecektim? Belki birilerini katarım diye önüme gelene demiştim, aşağıdakiler yenilmiş bir dağ fatihine nasıl bakardı? Yolu yok, bu gece buralardaydım, olmazsa gidip bir otelde kalır, sabah dağdan inmiş gibi dönmeyi bir seçenek olarak kafama koyup araştırmamı sürdürdüm. Herkes aynı şeyi; istediğimiz yere çadır kurabileceğimizi söyleyince ormana giren yolu izledim arabayla. Karanlıkta kavrayamadığım orman, çadır doluydu. Dahası çadır kolonileriyle... Gerdikleri, uçlarına çıngıraklar asılmış brandalarla ayılara karşı da korunaklı avlular oluşturmuşlar, kalabalıklarına göre çok sayıda çadırı o avluya dizmişlerdi. Ağaç dallarının gölgelediği cılız ışıkların altında çocukların, kadınların, yaşlıların huzurlu mırıltıları geliyordu... Hiç de korkulacak gibi gözükmüyordu. Biraz moralim bozulmadı desem yalan olur. Bu kadar kolay mıydı, benim biraz kahramanlık gördüğüm dağ başında çadır kurmak? Onlardan biraz uzakta, sırtını çamlara vermiş boş bir yere niyetlenmiştim ki çeşmeden su alan bir genç kadına, danışayım dedim. Önce, yalnız mısınız, diye sordu, sonra da; "Orası açık alan,” dedi, “ağaçların da dibi, ayı filan gelebilir, yalnızsınız da... İyisi mi siz yol kıyısına yönelin, bir ışık altına... " Bunların hepsi beni korkutmaya uğraşıyordu galiba. Onca zamandır buralarda çadır kuranları duyardım, ama hiç de ayı saldırısına uğrayanı duymamıştım. Hoş, ayı boğanların devri çoktan bitmişti, saldırıya uğrayan bir daha onu anlatamazdı herhalde. Belleğim hissettiği kaygıyla ayı saldırısına uğrayan, hatta ölenlerle ilgili o kadar çok öykü anımsamaya başlamıştı ki birden, hiç durma git diyordu. Onca eşyayı yeniden taşımak zor geldi bana. Hem korkmayacaktım da... Bu geceyi burada çadırda geçirecektim, değil sıradan bir ayı, ayıların padişahı gelse geri çekildiğimi göremezdi. Çadırı çıkardım, yıllar önce birkaç dakika da kurduğum çadırı açıp yaydım yere, sonra çubuklarını torbasından aldım ve o zaman işte dehşete düştüm. Bu bir yığın yarımşar metrelik çubuk ve karmakarışık kumaş yığını benim bir zamanlar gözlerim kapalı kurduğum çadırı andırıyorsa da bu o değildi sanki. Ve ilk yargım ben asla sabaha kadar uğraşsam bu garip şeyi ayağa dikip çadıra benzetemezdim. Giderek gelen geçen azalmış, sık sık dönüp baktığım çadır kalabalığı derin bir sessizliğe bürünmüştü. Karnım açtı, aklımca daha yemek yapacaktım. Ne var ki on yılda defalarca kurduğum çadırı tanıyamıyordum. Herhalde bir yerlerde değişmişti parçaları. Bu birbirinden bağlantısız çok sayıda çubuk ne işe yarardı? Sonunda sağduyu geri geldi. Korktun ve panikledin diyordum kendime. Ne gezer burada ayı? Şimdi iyice bak ve anımsa... yapamazsın olur mu, otur düşün, olmazsa bırakır gidersin, şehir şurası, altında araban, ölüm yok ya ucunda. İşe yaradı. İşe yaramak ne. Bir süre sonra duyumsadığım korkuyla, elbet kendimle eğlenir oldum. Beni şaşırtan o çubukların aslında içlerinden lastik bir ip geçen birbirine bağlı çubuklar olması gerektiğini, ama ipleri koptuğundan öyle anlamsız bir çubuk demetine döndüklerini bulmam uzun sürmedi. Rahatlayınca kumaş yığını anlamlanmış, tek tek bütün ayrıntılarını anımsamıştım. Birkaç dakika sürdü kurması, kopuk çubukların tuttuğu önünü yapamadım elbet, kazıklarla tutturdum. Ama sonunda içinde yatabileceğim bir çadırım olmuştu. Tüpümü yakıp köftelerimi kızartırken, kafamda oldurduğum ayı söylenceleriyle düştüğüm panik duruma gülüyor, yine de sağduyuyla düşünmeyi başarıp yılgınlıkla geri dönmediğim için kendimden memnun, Roma'ya yenilse de sığındığı Prusa'ya Bursa şehrini kurmayı başaran Anibal kadar mutlu hissediyordum. Yemeğimi yerken getirdiklerimden ne bulduysam kat kat giyindim, yine de üşümem geçmiyor, özellikle ayaklarım donuyordu. Gece zaten ilerlemişti, yatarsam ısınabileceğimi düşünüp yemekleriyle birlikte tabakları öylece bırakıp çadıra girdim. Uyumak ne mümkün, denenebilecek bütün yatış biçimlerini, sayılabilecek tüm koyunları saymama karşın üşümekten uyuyamıyordum. Nasıl olduysa sonunda sızmışım. Ne olduğuna anlam veremediğim, dehşetli bir gürültüyle gözlerimi açtığımda hala karanlıktı. Aklıma gelenlerin kaygısıyla gerilmişken gürültünün ezan sesi olduğunu anlayınca rahatladım. Gecenin karanlığında ağaçların arasında kalan, rockçılar kadar güçlü elektronik ses düzeni olan bir caminin yakınına kurmuşum demek ki çadırı. Saati anlamak için dokunmatik telefona uzanıp ışığını yakmıştım ki dışarıda, çok yakınımda bir gürültü koptu, sanki biri vardı ve homurtularla dışarıda bıraktığım kapları karıştırıyordu. Bilinçsizce fermuarı açıp dışarı çıktığımda, uzaklaşan hayli iri yarı bir adam gördüm. İlk aklıma gelen ardından bağırarak yemeğimden ne istediğini sormaktı ki ben daha ağzımı açmadan adam sandığım, yürümekten vazgeçti, dört ayağı üzerine indi ve bir sıçrayışta hendeği aşıp çamların arasına dalıp kayboldu. Kaplar darmadağın, yerde duruyordu, öylece bıraktığım kalan etli yemeklerin kokusu onu çekmişti. Elimde telefon nutkum tutulmuş bir halde kalakalmış, kaybolduğu ormana bakıyordum. Neden sonra telefondan sesler geldiğini algılayınca kulak verdim. Işığını yakarken farkında olmadan evin numarasını çevirmiş olmalıydım, ses almaya çalışıyorlardı. Öyle ya dağda kahramanları vardı, güvenseler de meraklanmışlardı. Toparlamaya çalışan bir sesle. "Bir şey yok," dedim, sesim kulağıma normal geliyordu. "Ayının biri ziyaretime gelmişti de, bozdunuz muhabbeti..." bana inandılar mı bilmem, ama ben halimden memnundum, doğrusu. Ayı görmeden Uludağ’dan iner miydim hiç? Sabahı ettim. Şimdi puslu bir aydınlığa bürünen çevreyi ayrıntılarıyla görüyor, hiç de geceki kadar ürkütücü bulmuyordum. Çıkıp yürüdüm. Teleferiğe doğru bir düzlükte küçük, oyuncak gibi, boş evler vardı, isteyene kiralıyorlarmış. Bir daha gelirsem onlarda kalmayı düşünmek daha akıllıca gözüküyordu. Kahvaltımı hazırlayıp doğanın tadını çıkarmayı düşündüysem de vazgeçtim. Nasılsa yolda bir yer bulurdum. Çadırı söküp arabaya yerleştirdim. Arabam güven verdi, yol bomboştu. Ovada kirazlar savmak üzereydi ama dağda yeni olgunlaşıyorlardı. İl yaz çiçeği gelincikler, başka bir cinsmiş gibi uzun sapları üstünde göz alacak dende kırmızı, diri, gösterişliydi. Yaz bitiyordu ama dağda yeni başlıyordu. Bir dönemeçte ona rastladım. Arabadan inip resmini çektim; dev kaya üçlüsüyle içinden yeşeren ağaç, Uludağ’ı her yönüyle temsil eden olağanüstü bir doğal çevre heykeli olarak yol kıyısında duruyor. Çevrecilerin görüp de onu bir anıta dönüştürmeyişine çok şaşırdım. Ayıdan sonra gördüğüm en güzel şeydi. İnişteki dik ve virajlı yolun her kavisinde aşağıdaki ovayı, gözün alabildiği her yere yayılmış, şimdi ormandan daha ürkütücü gelen, muazzam şehri görmek mümkün. Her manzaralı dönemeçte birkaç araba ve geceyi orada geçirdikleri kırışmış giysilerinden, yavaşlayan hareketlerinden, kaskatı yüz çizgilerinden, kırmızı gözlerinden belli insanlar var... Yığınla kırık, dökük bira, rakı şişesi dolu her yer... Oysa çok yerde çöp kutusu var. İçmek için burayı seçtiklerine, geceyi geçirdiklerine bakıp güzellikten anladıklarını düşünüyorsunuz. Ama güzele davranış şekillerine bakınca... Galiba insan doğaya ayılar kadar yakışmıyor. * Şenol Yazıcı, 2014 Haziran, Bursa

  • Çırak Aranıyor

    ÖLÜMSÜZ ŞİİRLER * Elim sanata düşer usta Dilim küfre, yüreğim acıya Ölüm hep bana Bana mı düşer usta? Sevda ne yana düşer usta Hicran ne yana Yalnızlık hep bana Bana mı düşer usta? Gurbet ne yana düşer usta Sıla ne yana Hasret hep bana Bana mı düşer usta? * Refik DURBAŞ 10 Şubat 1944Pasinler, Erzurum,Türkiye Aralık 2018 (74 yaşında)İstanbul Erzurum'un Pasinler ilçesinde doğdu. Liseyi İzmir'de bitirdi.[1] İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk dili ve edebiyatı bölümündeki öğrenimini bitirmeden ayrıldı.[1] 1965-1968 arasında çeşitli işlerde çalıştı. Yeni İstanbul ve Cumhuriyet gazetelerinde düzeltmenlik yaptı. İlk şiiri İzmir'de Ege Ekspres gazetesinin sanat sayfalarında yayınlandı. Devinim, Gösteri, Sanat Olayı, Soyut, Papirüs gibi dergilerdeki şiirleriyle dikkat çekti. Arkadaşlarıyla birlikte 1962-1964 arasında Evrim dergisini, 1967'de de Alan 67 dergisini yayınladı. 1971'de ilk şiirlerini, Kuş Tufanı adlı şiir kitabında topladı. 1972-1974 yıllarında Yeni A dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Gazetelerde sanat sayfaları hazırladı. 1992 yılında Cumhuriyet gazetesinden emekli oldu. Köşe yazarı olarak değişik gazetelerde çalışmalarını sürdürdü. İkinci Yeni esintisi ile başladığı şiir anlayışı, zaman içinde daha toplumsal meselelere doğru yöneldi. Kendine özgü dili ve benzetmeleriyle, baştan beri tavrını ve varlığını keskinleştiren, anlam kadar biçime de önem veren şiirler yazdı. Çarşıların, işçi kızların, pazar yerlerinin, çay evlerinin dünyasını yansıtan şair olarak tanındı. Şiirinde günlük konuşma dili içine ustaca serpiştirilmiş eski sözcükler de kullandı. 1 Aralık 2018 tarihinde akciğer kanseri tedavisi gören ve diyaliz hastası olan Durbaş, sağlık durumunun kötüleşmesi üzerine Medeniyet Üniversitesi Hastanesi'nde yoğun bakıma alındıktan sonra öldü.[2] 2 Aralık 2018 tarihinde Erenköy Galip Paşa Camii'nde düzenlenen cenaze töreninin ardında Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığı'nda toprağa verildi.[3]

  • Güneşin çocukları

    susuz kalmasın diye fesleğen gagasında su taşıdı minik serçe yoruldu... * güzel günlere umut için büyüsün diye sevgi tohumu bir günlük ömründe kanatlarını siper etti kelebek hırpalandı... * kötülükleri söküp kökünden şafak hızıyla güne daldı kırlangıç gücü yetmedi duvarlara tosladı... * savaşlar bitsin diye beyaz güvercin uçtu dünyayı bir uçtan bir uca ciğerlerine işledi savaş çığlıkları gözyaşları damladı usulca * yürekleri kör kulakları sağır insanları uyandırmak için bir çocuk slıp güneşi yüreğine tebessümü dudağına yürüdü karanlıkların üzerine... * sevgi bulaştı evrene tohumlar fidan verdi kuşlar şakıdı çiçekler günü selamladı. dünya sevgiyle aydınlandı. Semihat Karadağlı/ 20. Haziran 2022 / 09.59 metro Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • SERİN SERVİLER ALTINDA

    Yıllar yıllar öncesi, minik bir kan pıhtısından şekillendiğim zamanlar... koyu karanlık, nemli bir yerdeyim, kıpır kıpır hareket ediyorum, sanki bir yerlere tutunmak istercesine. Bulunduğum yer benim ilk evim, ilk yuvam. Biraz karanlık, biraz nemli ve biraz dar sanki; ama olsun, sıcak hem de sımsıcak. Hele bazen dışarıdan bir elin üstümde gezindiğini, yuvamın dışından beni okşadığını hissediyorum ya, işte o zaman daha bir ısınıyor evim tıpkı yüreğim gibi. Ama bu evdeki günlerim biliyorum çok uzun sürmeyecek, ne yazık ki gittikçe dar gelmeye başladı yerim, zaten kontratım da bitmek üzere. Dokuz aydır yaşadığım bu yuvayı on gün sonra terk etmek zorundaymışım, gün sayıyorum şimdilerde. Nihayet beklediğim gün geldi; ortalıkta bir telaş, bir koşturmacadır gidiyor. Bağrışlar geliyor kulağıma ve uzun bir dehlizden geçip gün ışığına kavuşuyorum. Sarıp sarmalıyorlar beni ve yeni bir dünyaya gülümsüyorum, çığlık atarak... Yeni evime taşınalı üç-beş gün oldu henüz. Zor bir yolculuktan sonra gelebildiğim bu yeni yere alışmaya çalışıyorum. Tek başıma yaşadığım yuvama göre biraz kalabalık burası; beni çok seven, her ağladığımda yanıma koşan, üstüme titreyen iki yetişkin insan var burada, bir de benden biraz büyük, sanki benim bu eve gelişimden çok da mutlu olmayan bir çocuk. Yani benim ailem... Burada ne kadar kalacağımı bilmiyorum, yani bir kontratım yok. Belki üç gün, belki yıllar boyu. Her gün yeni bir şeyler öğreniyorum, büyüyorum, gelişiyorum... Yeni insanlar giriyor yaşamıma; öğretmenlerim, arkadaşlarım, komşular, doktorlar, iyiler, kötüler... Büyüdükçe yeni ufuklara yelken açıyorum, yeni yeni evlere, yeni şehirlere, yeni dünyalara. Günlerden bir gün, bir başka yeni eve taşınıyorum; "eh artık evlendin, ev bark sahibi oldun" diyorlar. Belki de en sevdiğim, en benimsediğim evim oluyor burası. Çoluk çocuğa karışıyorum, hayatın yükü biniyor omuzlarıma, iyi kötü geçiyor günler. Yüzüme çizgiler, saçıma aklar doluyor yavaş yavaş. Belim bükülüyor sanki her gün azar azar, gücüm azalıyor... Sadece gücüm azalsa razıyım, etrafımdaki insanlar da azalıyor sanki. Her gün dostlarımdan, canlarımdan birilerinin bir yerlere çekip gittiklerini duyuyorum içim burkularak. "Asûde bir bahar ülkesine" göç etti diyorlar. Şimdilerde beklemedeyim ben de. O "serin serviler altındaki bahar ülkesine" gitmek için, gün saymadayım sanki... Belki bir gün, belki bin bir gün... İşte yine koyu karanlık bir yerdeyim, ama artık kıpır kıpır değilim. Tıpkı dünyaya gözümü açtığım o ilk günümdeki gibi yine sarıp sarmalamışlar beni; ama elimi kolumu oynatamıyorum bile. Islak toprak kokusu geliyor burnuma, soğuk hem de çok soğuk burası. Uzaklardan bir yerden ezan sesleri çalınıyor kulağıma. Zaman zaman dışardan konuşmalar, hıçkırıklar duyuyorum. Biliyorum burası benim son yuvam, "ebedi istirahatgâhım" yani. Ve düşünüyorum, ne tuhaf diye; karanlık ve nemli bir yuvada başlayan yaşam, yine karanlık ve nemli bir yerde devam edecek, ta mahşer gününe kadar...baş ucumuzda bir sözcük sadece; "Hüvel Bakî" ve dillerde şairin unutulmaz mısraları... *"Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter." Foto: n.b.a *Yahya K. Beyatlı

  • Bir Dilberin Koynunda Gün Erken

    Aşkı sevmişti aşkla yanmıştı Kör bir babanın büyük oğluydu Gündüz ve geceler boyu Kapısında sabahladığı sevginin Esareti okunurdu gözlerinde Mürvetini görmek için baba Bir zaman sonra dünür olur Düğün kurulur davullu zurnalı Muradına erer aşıklar Üç beş sene cicim sicim Sıra sıra bebeler dizilir Hepsi bir birinden gürbüz Ev temizlik yemek koca Atalar yardımcı da olsa Anne toplayamaz gerisini Sonrası...büyü bozulur Beklentilerin hüsranı başlar Uyku askıya alınır gözkapaklarında Geceler kaçamak yaşamın gizemi Göz önünde yakamoz yapar Kopuş itiş kakış ve kavgalar Bir aile dramı ayrılık hezimeti Yalvar yakar nafile çırpınışlar Sevgi erken biter aşk erken Bir dilberin koynunda gün erken

  • Ezber Silindi

    Bilgelik lanetli Cehalet baş tacı Dibin de dibi olur mu Demeyin, Dibinde dibindeyiz, Balçığa bulanmışız Çekildikçe çekiliyoruz Ha bire. Nasıl bir yüzyıla düştük Hak getire!..

  • ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ’NE NE OLDU?

    Zeki Sarıhan * 1980 Ocak ayında yayına başlayan Öğretmen Dünyasının yarattığı eğitim ve öğretmen mücadelesi birikimi, 2003 yılında Ulusal Eğitim Derneği’nin kuruluşu ile yeni bir sıçrama yaptı. Derneğin tüzüğünde amacı, “Bağımsızlıkçı, Aydınlanmacı, Halkçı Eğitim” olarak formülleştirildi. 43 kurucu Ankara’da demokratik ve laik eğitim mücadelesine omuz vermiş sosyalist, demokrat, Kemalist 43 aydından oluşuyordu. İçişleri Bakanlığı “Ulusal” sözcüğünün dernek adlarında kullanılamayacağını ileri sürünce derneğin adını “Bağımsızlıkçı, Aydınlanmacı Halkçı Eğitim Derneği” olarak değiştirdik. Açtığımız davayı kazanınca da ilk adımızı kullanmaya başladık. İlk birkaç yıl içinde dernek taşrada bazı çevrelerde coşkuyla, bazılarında ise ilgisizlikle karşılandı. İzmir, Kocaeli, Samsun, Mersin, Tarsus, Samandağ’da şubeler, 15 merkezde ise temsilcilikler açtı. AKP’nin iktidara gelmesinden bir yıl sonra açılan dernek, Öğretmen Dünyası’nı İktisadi işletme haline getirerek dergi ve kitap yayıncılığına devam etti. Aydınlar arasında ses getiren güçlü kampanyalar yürüttü. Bunların başlıcası yabancı dille eğitime karşı anadilinde eğitim, eğitimde özelleştirmeye karşı kamusal ve parasız eğitimdi. Bu konularda Ankara (iki kez), Eskişehir, Zonguldak Ereğlisi, Kastamonu, İzmir, Bolu’da ulusal eğitim kurultayları düzenledi. Bu illerdeki üniversitelerin akademisyenleri de bu kurultayda tezler sundular. Dernek, 1987’den beri Öğretmen Dünyası’nın düzenlediği haftalık konferans ve söyleşileri devraldı. Dernek başkanı, ülkenin pek çok yerinde düzenlenen konferans, açık oturum, panellerde derneğin eğitim ve öğretmen politikalarını açıkladı. Derneğin kurulduğu yıllar, ülkede memur sendikacılığının da kurulup gelişmeye başladığı bir dönemdir. Gerek yeni iktidarın adım adım gelişen olumsuz politikaları, gerek öğretmenlerin böyle bir düşünce kuruluşu yerine sendikal mücadeleyi tercih etmesi, derneğin taşrada gelişmesini önlediyse de merkezdeki çalışmalar aksamadan sürdü. İzmir dışındaki şubeler dağıldı. Aralık 2019’da yapılan Dokuzuncu Genel Kurulda seçimlere ilk kez iki grup girdi. Bunlardan biri Vatan Partisi taraftarlarından, diğeri de ona tepkili olan sosyalistler ve Atatürkçülerden oluşuyordu. Kongreye az bir zaman kala üye yapılan bazı TGB’lilerin de kullandığı oylarla Vatan Partililer Derneği yönetme hakkı kazandılar. Bu yönetim altında bulunmak istemeyen bazı üyeler istifa ettiler. Dernek, kongre ile pandeminin başladığı Mart 2020 arasında birkaç ay cumartesi konferansları gibi faaliyete devam etti. Öğretmen Dünyası ise bu kongreden önce Aralık 2019 başında yönetim tarafından kapatılmıştı. Pandemi nedeniyle faaliyetler durunca yönetim ödenti toplayamadı ve kirayı da ödeyemeyince büroyu boşaltarak demirbaşları ve kitapları bir depoya taşıdı. Mayıs 2022’de üyelere gönderilen gecikmiş kongre çağrısında gündemdeki maddelerden biri derneğin feshi idi. Uzun yıllar Öğretmen Dünyası ve dernekte görev almış, onun çalışmalarına katılmış olanlar bu karara üzüldüler. Kongre adresi olarak TGB’nin Genel Merkezi gösterilmişti. Üyelerden bir kısmının kongreye gitmeye ayağı çekmedi. Dernek öldürülmüştü! Dernek başkanı da, derneği ona teslim eden bir önceki başkan da ortada yoktu! İstifa etmiş bazı üyeler de derneklerinin cenazesini kaldırmak, tabutun bir ucundan tutup son görevlerini yapmak üzere orada bulunmayı tercih ettiler. Gene de bir faaliyet raporu ve mali rapor sunuldu. Üzerinde fazla bir görüşme olmadı. Bir gerginlik yaratmamak için hiçbir siyasi tartışma yapılmadı. Bu arada İzmir Şube yöneticileri, kapanma yerine dernek merkezinin İzmir’e taşınması önerisiyle geldiler. Buna ilişkin tüzük değişikliği ve İzmir’de oturanlardan oluşan yeni yönetim kurulu önerileri oybirliği ile kabul edildi. Evrak üzerinden devir teslim yapıldı. Böylece Ulusal Eğitim Derneği hukuken kapatılmaktan kurtuldu ve yeni bir kentte, yeniden toparlanmayı bekleyen bir çevrede varlığını devam ettirme evresine girdi. Depodaki dernek demirbaşlarının bir kısmı, borçları ödenmek için satılmıştı. Geriye ne kaldığı ve kitapların ne olacağı, mali raporda görülen on bin liralık borcun nasıl ödeneceği açığa kavuşmadı. Bir üye, Ankara gibi bunca öğretmenin ve aydının bulunduğu bir başkentte bir derneğin yaşatılamamış olmasından ötürü üzüntülerini dile getirdi. Bu bilgileri verdikten sonra konu ile ilgili olanlara açık yüreklilikle bazı sorularım olacak. Bu tartışmaya katılmaları derneklerle siyasi partilerin ilişkileri, derneklerin bağımsızlığı, yaşama koşulları ve ülkemizin bugünkü durumu hakkında değerli görüşlerin alınmasına hizmet edecektir kanısındayım. Sorularım şunlardır: 1. Ulusal Eğitim Derneği, kuruluşunda duyulan heyecanı niçin yaşatamamış, genişleyememiş, şube ve temsilcilikleri kapanmıştır? Bunda dernek yönetiminin sorumlulukları ve siyasi koşulların payı nedir? 2. Derneğin genişleyememesi ve sonunda kapanma aşamasına gelmiş olmasında “Ulusalcılık” kavramının etkisi var mıdır? Bu kavram “milliyetçilik” olarak da anlaşıldığından itibar kaybına mı uğramıştır? 3. Vatan Partisi’nin Gençlik Kolu TGB’dir. Cumhuriyet Kadınları Derneği, Vatan Partililerin eline geçtikten sonra bu partinin kadın kolları görevini üstlenmiştir. Bazı üyelerde Ulusal Eğitim Derneğinin de aynı partinin öğretmen kolu gibi bir görev üstlenebileceği izlenimini yaratmışken, bu izlenim mi yanlıştı, yoksa parti dernekle ilgilenmeyerek onu kendi haline mi bırakmıştır? Kadrolarında bir bıkkınlık, partiden uzaklaşma mı olmuş. Yoksa pandemiden beri dernekle hiç ilgilenmeyen genel başkanın tutumu mu kapatmayı gündeme getirmiştir? Bunları soğukkanlılıkla tartışmamızı öneriyorum. Ki İzmirli yönetici arkadaşlar bunlardan ders çıkarabilsinler. Üç yıldır belli nedenlerle gidemediğim köyümü çok özlemiştim. Komşu köyden Avukat Zekai Sana, Ankara’dan Fatsa’ya bir duruşmasına gidiyormuş. “zeki Abi’yi de götüreyim” demiş. Canıma minnet bildim. 8-10 gün sonra döneceğim. Kendine iyi bak Ankara. Fotoğraf: Dernek Genel Merkezinin İzmir’e taşınmasına karar veren son genel kurul (4.6.2022)

  • SEVGİ DUVARI

    Sen miydin o, yalnızlığım mıydı yoksa Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi Dilimizde akşamdan kalma bir küfür Salonlar piyasalar sanatsevicileri Derdim gülüm insan arasına çıkarmaktı seni Yakanda bir amonyak çiçeği Yalnızlığım benim sidikli kontesim Ne kadar rezil olursak o kadar iyi Kumkapı meyhanelerine dadandık Önümüzde altınbaş, altın zincir, fasulye pilakisi Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri Çöpçülerin elleriyle okşardım seni Yalnızlığım benim süpürge saçlım Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi Baktım gökte bir kırmızı bir uçak Bol çelik bol yıldız bol insan Bir gece sevgi duvarını aştık Düştüğüm yer öyle açık öyle seçik ki Başucumda bi sen varsın bi de evren Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi Yalnızlığım benim çoğul türkülerim Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi CAN YÜCEL Can Yücel (21 Ağustos 1926, İstanbul - 12 Ağustos 1999), modern Türk şairidir. Kullandığı kaba ama samimi dil ve bariton[2] sesiyle okuduğu şiirlerle Türk Edebiyatı'nda farklı bir tarz yaratmıştır. 7 yıl süreyle Millî Eğitim Bakanlığı yapan Hasan Âli Yücel'in oğludur. Hayatı 1943 yılında, yakın dostu ve Ankara Atatürk Lisesi’nden sınıf arkadaşı Gazi Yaşargil ile birlikte yurt dışı eğitim bursu kazandığı halde, babası, dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel "Bakan, kendi oğluna torpil yaptı derler" diyerek karşı çıktığı söylendi. Gazi Yaşargil, bu bilginin doğru olmadığını, ikisinin de ailelerinin imkânlarıyla yurt dışına gittiklerini açıkladı.[3] Ankara ve Cambridge üniversitelerinde Latince ve Yunanca okudu. Çeşitli elçiliklerde çevirmenlik, Londra’da BBC’nin Türkçe bölümünde spikerlik yaptı. Askerliğini Kore’de yaptı. 1958’de Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Bodrum ve Marmaris’te turist rehberi olarak çalıştı. Ardından bağımsız çevirmen ve şair olarak yaşamını İstanbul’da sürdürdü. 1956 yılında Güler Yücel ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı (Güzel ve Su) ve bir oğlu (Hasan) oldu. Son yıllarında Eski Datça’ya yerleşti ve her hafta Leman, her ay Öküz dergilerinde yazıları ve şiirleri yayımlandı. 1996 yılında kurulan Emek Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Şairin "Hava döndü" şiiri EMEP’in parti marşı olarak kullanılmaktadır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e hakaretten de yargılanan Yücel, 18 Nisan 1999 seçimlerinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin İzmir 1. sıra milletvekili adayı oldu. 12 Ağustos 1999 gecesi ölen şair, çok sevdiği günebakan çiçekleriyle uğurlanarak Datça’ya defnedildi. Sanat hayatı Can Yücel, 1945-1965 yılları arasında Yenilikler, Beraber, Seçilmiş Hikayeler, Dost, Sosyal Adalet, Şiir Sanatı, Dönem, Ant, İmece ve Papirüs adlı dergilerde yazdı. Daha sonraları Yeni Dergi, Birikim, Sanat Emeği, Yazko Edebiyat ve Yeni Düşün dergilerinde yayımladığı şiir, yazı ve çeviri şiirleri ile tanınan Yücel, 1965'ten sonra siyasal konularda da ürün verdi. 12 Mart 1971 döneminde Che Guevara ve Mao'dan çeviriler yaptığı gerekçesiyle 15 yıl hapse mahkûm oldu. 1974'te çıkarılan genel afla dışarı çıktı. Dışarı çıkışının ardından hapiste yazdığı Bir Siyasinin Şiirleri adlı kitabını yayımladı. 12 Eylül 1980 sonrasında müstehcen olduğu iddiasıyla "Rengahenk" adlı kitabı toplatıldı. 1962'de İngiltere'deyken, 1709 yılından kalma, Latin harfleriyle taş baskısı olarak basılmış bir Türkçe dilbilgisi kitabı bulması geniş yankı uyandırdı. Can Yücel, taşlama ve toplumsal duyarlılığın ağır bastığı şiirlerinde, yalın dili ve buluşları ile dikkati çekti. Can Yücel'in ilham kaynakları ve şiirlerinin konuları; doğa, insanlar, olaylar, kavramlar, heyecanlar, duyumlar ve duygulardır. Şiirlerinin çoğunda sevdiği insanlar vardır. 'Maaile' şairin kitaplarından birine koyduğu bir ad. Can Yücel için ailesi çok önemlidir: eşi, çocukları torunları, babası.. Bu insanlarla olan sevgi dolu yaşamı şiirlerine yansımıştır. 'Küçük Kızım Su'ya', 'Güzel'e', 'Yeni Hasan'a Yolluk', 'Hayatta Ben En çok Babamı Sevdim' bu sevgi şiirlerinden bazılarıdır. Can Yücel ayrıca Lorca, Shakespeare, Brecht ve Wilde gibi önemli yazarların oyunlarından çeviriler yaptı. Shakespeare çevirileri (Hamlet, Fırtına ve Bir Yaz Gecesi Rüyası) aslına bağlı kalmayan, eserleri topluma aktarma amacıyla yaptığı çevirilerdir. Shakespeare'in ünlü 'to be or not to be' sözünü 'bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin' şeklinde Türkçeleştirmiştir. 1959'da ilk baskısı yayımlanan 'Her Boydan' adlı kitabında dünya şairlerinin şiirlerini serbest ama çok başarılı bir biçimde Türkçeye çevirmiştir. 12 Ağustos 1999 tarihinde vefat eden Yücel'in cenazesi dönemin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina'nın katkıları ile Datça'ya getirildi ve 17 Ağustos 1999 tarihinde 1999 Gölcük depreminin meydana geldiği tarihte defnedildi. Ölüm yıldönümlerinde anma törenleri, "şarap" içiliyor gerekçesi ile Datça Belediyesi tarafından yapılmadı. "Mekanım Datça Olsun" isimli bir kitap yazması ve yayınlaması nedeniyle, mezarı Datça şehrine defin edilen Yücel'in mezarı, Datça'da adına tören düzenlenmemesi ve başka yerlerde yapılan törenler nedeniyle yıkıma uğratıldı ve mezar taşı parçalandı. Mezarı yakınında bulunan "Can Evi" isimli alan ise, bu yıkımın ardından kapatıldı. Eserleri Can Yücel'in Eski Datça'daki evinin bahçesinde, üzerinde imzasının bulunduğu taş. Yazma (1950) Her Boydan (Çeviri Şiirler) - 1957 Sevgi Duvarı (1974) Bir Siyasinin Şiirleri (1974) Ölüm ve Oğlum (1976) Şiir Alayı (ilk dört şiir kitabı) - 1981 Rengâhenk - (1982) Gökyokuş - (1984) Beşibiyerde (ilk beş şiir kitabı) - 1985 Canfeda - (1985) Çok Bi Çocuk - (1988) Kısa Devre (1990) Kuzgunun Yavrusu (1990) Gece Vardiyası - (1991) Güle Güle - Seslerin Sessizliği - (1993) Gezintiler (1994) Maaile - (1995) Seke Seke - (1997) Alavara - (1999) Mekânım Datça Olsun - (1999)

  • Ulu Çınarın Gölgesi

    Semihat KARADAĞLI * -Bütün babaların yüreğinde baba sevgisi taşıyanların babalar günü kutlu olsun. Sonsuzluğa giden başta babam ve kayınpederim olmak üzere tüm babaların anılarına saygıyla...- Geçen gün televizyonda daha önce izlediğim “dedemin insanları” filmini izlemeye başlayınca babamın hikayesini yazmak istedim. 1928 yılında Ocak ayında Alaçatı’da dünyaya gelmiş. Doğumunda üç ay sonra babası vefat etmiş. Kendisinden beş yaş büyük ablası ve annesi ile daha doğar doğmaz yaşam mücadelesine başlamış. Annemle askere gitmeden evlenmişler. Babam yakışıklı adam biraz da çapkın bir sürü kızın hayalini süslüyor. Annem ise güzeller güzeli bir kız .Daha 17 yaşında. Babam görünce vurulmuş kendisine. Evlendikleri günden itibaren hayatın bütün zorluklarına birlikte karşı koymuşlar. Babam hayat mücadelesine daha doğar doğmaz başladığı için hep kalabalık ailesi olsun istemiş. İlkokul mezunu olmasına rağmen kendi yaşıtlarından hatta kendisinden daha genç olanlardan hep daha ileri görüşe sahip birisiydi. Sert birisiydi. Bizi dövdüğünü hatırlamıyorum. Ama bize bakması yeterliydi. Kaşını kaldırdığı anda sesimizi kısar yaramazlığa son verirdik. On çocuklu bir ailenin altıncı çocuğuyum. Kalabalık bir aile olmamıza rağmen evde sevgimiz hiç eksik olmadı. Her zaman disiplinli ama sevgi içinde büyüdük. Babam çiftçilikle uğraşan alınteri ile bizi okutan birisiydi. Bize hep dürüst ve sağlam olmayı öğretti. Ne olursa olsun güçlü olmayı ve dik durmayı hiçbir şey karşısında pes etmemeyi. Ortaokuldan sonra daha iyi eğitim alalım diye İzmir’de ev tuttu .En iyi okullarda bizi okutmak için elinden geleni yaptı. Babaannemin vefatından sonra o kadar katı olan adam daha bir yumuşamıştı. O zaman anladım ki insan kaç yaşında olursa olsun sevdiği birisini kaybedince kolu kanadı kırılıyordu. Bu olay onun duruşunu değiştirmedi. Annemle bazen oturup kendi aralarında dertlerini konuşurlar ama bundan bizim haberimiz olmazdı. Sadece fısıltı bir sesle kendi aralarında konuştuklarını duyardık. Şimdi bakıyorum da iki tane çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak için nasıl mücadele veriyoruz. İki tane çocuğa sevgi verebilmek yetmek için çalışıyoruz. Oysa o kocaman yürekli adamla ,o kocaman yürekli kadın ekonomik sorunlarla mücadele edip on çocuğun hem eğitim hem öğretim ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken sevgilerini de esirgememişlerdi bizden . Annemin rahatsızlığında çok üzülmüştük. Babam ilk defa çaresiz kalmıştı. O kadar güçlü olan o dev adam şimdi suskundu. Annemin erken vefatı onu üzmüştü. Hayat arkadaşını sırdaşını kaybetmişti. Ama o gözlerindeki yüreğinde ki hüzne rağmen güçlü duruşunu kaybetmemişti. Annemin vefatından sonra tek başına yaşaması zordu. Kardeşlerim ile aynı evde yaşamaya başlamıştı. Her sabah erkenden kalkar kimsenin gidip ekmek almasına izin vermez, en iyi ekmek yapan fırına gider ekmekleri alırdı. Kahvaltı da çocuklarına mutlaka taze ekmek hazır ederdi. Yılların alışkanlığını bırakmamıştı. Annemin vefatına kadar doğum günü hiç birimiz bilmiyorduk elime geçen nüfus kayıtlarından babamın doğum gününü öğrenince tüm çocuklar ve torunlarla ona güzel bir doğum günü süprizi yapalım dedik. Kardeşlerim yemeği hazırlamıştı. Ben de pastayı aldım. Babam görmeden pasta dolaba konuldu. Yemekten sonra kendi aramızda ayarladık. İçeride can Yücel’in “ben hayatta en çok babamı sevdim” şiiri hazırlanmıştı. Mumlar yakıldı ben içeri girdim ışıkları söndürdüm .Aaa ne oldu elektrikler mi gitti dedi. Bir taraftan Can Yücel’in sesinden şiir başladı diğer taraftan ise pasta içeri geldi. Şaşırmıştı koca adam ,kimin doğum günü bu gün diye. Hep bir ağızdan iyi ki doğdun baba diye bağırmaya başlayınca koca adamın gözleri doldu. Yıllarca hiçbir şey beklemeden bize sevgisini sunan babam bu sevgi karşısında hem mutlu olmuş hem de duygulanmıştı .O tarihten sonra doğum gününü hiç unutmadık. Bizim okumamız için gösterdiği çabayı başkaları içinde gösterirdi. Çocuklarını hele kız çocuklarını okula göndermeyenlere kızar. Onları ikna etmek için tartışmaktan çekinmezdi. Milli bayramlarda bayrağını eline alır ,bayrama hazırlanan genç bir delikanlı gibi en önde giderdi. Yıllar ondan sanki hiçbir şey almamış ,aksine yaşadığı o kadar zorlu yıllar onu daha dirençli yapmıştı.Nasıl bu kadar güçlü olduğuna hep şaşırmıştır çevresindekiler .Annemin vefatından sonra emlakçılık yapmaya başlamış,ilerleyen yaşına rağmen dağ bayır hiç dinlenmeden koşturmaya devam etmiştir. En büyük gururu çocuklarının ve torunlarının başarısı olmuştur. Televizyonda “Elveda Rumeli” yayınlandığı dönemde her şeyi bir tarafa bırakır televizyonun karşısına geçer mutlaka onu izlerdi. Diziyi izlerken kimse sesini çıkarmaz. Herkes onunla birlikte aynı heyecanla izlerdi. Diziden sonra annesinin ve babasının göçleri ,yaşadıkları sıkıntılar ve katliamlar üzerinde uzun uzun konuşmalar yapılırdı. Babasını hiç görmemiş olmasına rağmen annesinden ve çevresinden yaptığı araştırma da eski süvarilerden olduğunu İzmir Valisi Kazım Dirik Paşa’yı savaşta ölümden kurtardığını ve bundan dolayı kendisine berat ve madalyalar verildiğini, ancak annesinin evlendiği üvey babanın bunu kabul edemeyip madalya ve beratları sattığını anlatırdı. Üç yıl önce oğlum kaza geçirdiği zaman hemen her gün hastaneye gelmiş, altı ay boyunca hastanede kaldığımız dönem de her gün bize moral ve destek vermek için hastaneye gelmişti. Hafta sonlarında ise eve evci çıktığımızda yine bıkmadan yüzünde tebessümü ile bize gelmiş ve bizim yanımızda olduğunu her daim hissettirmiştir. Bizi neşelendirmek için şaka bile yapmıştır. Hayatının hiçbir döneminde onu güçsüz görmek mümkün olmamıştır. Geçen sene hastalandığında Ameliyat olmuş ,zor ameliyat sonrasında bir gün yanına ziyarete gittiğimde “baba hadi artık iyileştin bak gel akşamları evin bahçesinde oturalım hep beraber sohbet edelim dediğimde .”dur kızım doktora gidelim doktor izin verirse gelirim” demişti. Kız kardeşim doktora “ doktor bey ablam babamı çağırıyor siz izin verirseniz kendisi gidicekmiş” diye sorunca doktor “Mehmet amca sen iyisin nereye istiyorsan gidebilirsin demiş.Akşam beni arayıp ertesi gün geleceklerini söyledirler. Evimizin arasında yürümek için biraz mesafe var.Kardeşlerim araba ile gidelim dediğinde o koca yürekli adam “hayır ben yürüyerek giderim, araba ile giderseniz ben gitmem demiş. Yeni ameliyattan çıkan birisi için yürünen mesafe hiç te az değildi. Eve geldiğinde terlemiş ve yorulmuştu. Ama hiç belli etmiyordu. Hemen üstünü değiştirdi. Yemek olarak çok az şey yiyor kendisini yormak istemiyordu. O günden sonra bütün çocukları onu en iyi şekilde gezdirilecek yerle götürüp en iyi şekilde zamanını geçirtmeye çalıştı.Bazı şeylerin sona yaklaştığının hepimiz farkındaydık.Ancak hiç birimiz bunu ona konduramıyor ve birbirimize bile söylemeye dilimiz varmıyordu. Hepimiz her zamankinden daha çok zaman ayırmaya çalışıyorduk kendisine. Hala o güçlü görünümü hala koca bir çınar gibi çocuklarının üzerine serdiği dalları gibi bizi korumaya ve moralimizi iyi tutmaya çalışıyordu.Her bir çocuğunu ayrı sever her biri ile gurur duyardı. Ocak sonu artık o gücü tükenmeye başladı. Koca çınar yavaş yavaş sona yaklaşıyordu. Hepimizin içinde istenmeyen sonu kabul edememe vardı. Seksen beş yaşındaydı ve hayat sonsuz değildi. Eski gücünü kaybetmesine rağmen hep o güçlü duruşunu kaybetmedi. Ameliyattan çıktığı gün torunlar çocuklar yanına ziyarete gittiğimizde size ayıp olur diye yattığı yerden kalkmaya çalışmıştı. Bu güzel ve kocaman yürekli insanın son günlerinde bazen bir şey yapamasak bile bütün torunlar ve çocuklar hastane koridorunda toplanıyor ve bizim orda olmasını bilmenin ona güç vereceğini biliyorduk. 14.şubat tarihinde gece ablamla kalmıştık. Diğerleri gibi koridorda sandalyede sabahlamıştık. Eve gidip üstümüzü değiştirdik. Telefon geldi. İçimden bir şeylerin koptuğunu hissediyordum. Bizi terk ediyordu. Hastaneye nasıl gittik hatırlamıyorum. Gittiğimizde kalbi durmuştu. Seksenbeş yıllık yaşam mücadelesi sona ermiş ve çok sevdiği hayat arkadaşına sevgililer gününde kavuşmuştu. Aynı mezara defnenildi. Şimdi 14.Şubat sevgililer günün de buluştuğu hayat arkadaşı ile Alaçatı’da sonsuz ikametgahında uyuyor. Kendisini sonsuzluğa sevgi içinde uğurladık. Hala üzerimizdeki o güçlü desteğini hissedebiliyoruz. Ne zaman canımız yansa ,ne zaman bir desteğe ihtiyacımız olsa o o güçlü bakışları, gülümseyen yüzü bize hem yol göstermiş hem de destek olmuştur. İyi ki senin kızınım güzel babam. Güçlü olmayı, hayat mücadelesini, zorluklar karşısında gülmeyi ,sevmeyi sevilmeyi, yani hayatı senden öğrendim. İyi ki babamsın Sonsuzlukta bizim için bir “YILDIZ” olarak parlamaya devam ediyorsun. Hala o ulu çınara gövdemizi yaslıyor ve senden güç alıyoruz. Sizlerin çocukları olmaktan gurur duyuyoruz. Hayat arkadaşınla sonsuzlukta Işıklar içinde uyu. Hala dayandığınız bir "Ulu Çınar" varsa arayıp gönlünü alın. Unutmayın bazı şeyler için yarın çok geç olabilir. Annemle babamın radyo eşliğinde çay sefaları ünlüydü. Ruhları şad 'olsun... 09.11.2013 / Semihat KARADAĞLI

  • Haftanın Şiir Önerisi

    SEVGİ DUVARI Sen miydin o, yalnızlığım mıydı yoksa Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi Dilimizde akşamdan kalma bir küfür Salonlar piyasalar sanatsevicileri Derdim gülüm insan arasına çıkarmaktı seni Yakanda bir amonyak çiçeği Yalnızlığım benim sidikli kontesim Ne kadar rezil olursak o kadar iyi Kumkapı meyhanelerine dadandık Önümüzde altınbaş, altın zincir, fasulye pilakisi Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri Çöpçülerin elleriyle okşardım seni Yalnızlığım benim süpürge saçlım Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi Baktım gökte bir kırmızı bir uçak Bol çelik bol yıldız bol insan Bir gece sevgi duvarını aştık Düştüğüm yer öyle açık öyle seçik ki Başucumda bi sen varsın bi de evren Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi Yalnızlığım benim çoğul türkülerim Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi CAN YÜCEL

  • Birhan Keskin Şiiri

    BİRHAN KESKİN, Türk Şiirinin Özgün Adlarından Biri. 23 Mart 2011 * Bu yılın Metin Altıok Şiir Ödülü’nü Soğuk Kazı(*) kitabıyla kazandı. Sivas katliamında yitirdiğimiz aydınlarımızdan olan Metin Altıok adına ailesi ve Kırmızı Yayınları tarafından düzenlenen Metin Altıok Şiir Ödülü’nün dördüncüsünü almaya hak kazandı Keskin. Bu yıl dördüncüsü verilen ödülü, daha önce Haydar Ergülen, Azad Ziya Eren, Hulki Aktunç almıştı. Doğan Hızlan, Talât Sait Halman, Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer, Eray Canberk, Güven Turan, Ali Cengizkan’dan oluşan seçiciler kurulu, pazartesi akşamı toplandı ve oybirliğiyle Birhan Keskin’i ve kitabı Soğuk Kazı’yı ödüle değer buldu: “Türk şiirinde belli bir damarın derinleşmesine katkıda bulunması, insana olan derin kazısını bu kitapta daha da derinleştiren yaklaşımı ile bireyin karmaşası konusunda ulaşılan en uç noktaları göstermesi.” Şairlerin yaşamı ile yazdıkları arasındaki gelgitler beni her zaman ilgilendirmiştir, yaşamın izdüşümleri bazı şairlerin şiirini zenginleştirir. Metin Altıok şiiri de böyle zengin şiirlerden birisidir. Onun için söylenecek çok söz var aslında... * * * SOĞUK KAZI iki dizeyle başlıyor: “Dünyaya tortullar tabakalar yarlar gerektir. İçerde çok yanmışa dışarda karlar gerektir.” İki bölümden oluşuyor kitap: Soğuk Kazı ve Dünyanın Katı Huyu. Birhan Keskin’in şiiri ilk okunduğunda araya mesafe koyan, sorgulama ve irdeleme kapısında okuru bekleten bir şiirdir. Birden sizi etkilemez ama, bir ürpertinin ilk sinyallerini verir. Bırakamazsınız, okumayı sürdürürsünüz, kendi benliğinizle şiir arasındaki iletişimin gücünü algılarsınız. Bu saptamalardan, yapay bir “zor anlama” çabasının şiiri olduğu anlamını çıkarmayın. Ne diyor ikinci bölümün başında? “Eski bir sanrıdır yıldızlı göğün altında yaşadığımız.” Şiirin tanımlarından biri olabilir mi? Bence evet. Bildiğiniz semtler, bildiğiniz kentler, onlarla ilgili duyumsamalar, şair bildiğinizi bilmediğinize çeviren bir sihirbazdır. “Sulukule 2008”, “İstanbul” ve “Eyüp bu dünyada bir gurbet gibi durur” bunun en güzel örnekleridir. Şiir bir çeşitlilik bahçesidir, Eyüp şirini okuduğunuzda, nice Eyüp şiirine yeni bakışlar getirdiğini sezeceksiniz. * * * İSTANBUL şiirinden dizeler, onun şiiri üzerine bir fikir verecektir: Ben İstanbul’a çok benzerim sevgilim, yarı trak yarı buralı. Azıcık gidersin haliçte bir çekirdek aileyim O siyah suya bakakalmış, su yağlı mı yağlı. Adamda bej kundura, kadın çarşafa dolanmış, yüzlerinde kırağı Kızların birini açık havada doğurmuşlar, öbürü kapalı. (...) Ben İstanbul’a çok benzerim sevgilim Onca iştiha içinde onca keder. Çın çın bir ses imkânıyken Sesin göbeğinden çatlayıp ortada kaldığı yer. - Soğuk Kazı, Birhan Keskin, Metis Yayınları. (Şairin diğer kitapları; Kim Bağışlayacak Beni, Ba, Y’ol Metis Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Ayrıca, 10. Altın Portakal Şiir Ödülü’nü kazanması dolayısıyla düzenlenen sempozyum metinleri, Birhan Keskin Şiiri ve Ba adıyla yine Metis Yayınları tarafından yayımlandı.)

  • Aşksın

    döşümde Smyrna meydanı damarlarımda otuz beş buçuk bilmiyorum ki bu kaçıncı kaç kere sarıldıysam sana kaç kere seviştiysek o kadardır yaşım hani anlayabilir misin bilmiyorum bu gece mayısa yakışmayacak kadar uzun gözlerinden sebep olsa gerek ruhum sarhoş bakışların bin yıl uzak bakışların zaman sisli puslu ve dumanlı hadi bir şarkı söyle sevgilim içli dal budak dolanmış sarmaşıkları arsız yaz akşamı söyle öyle bir şiir kelebeklerin özgürce uçtuğu mesela kuşların şakıdığı aşksın yoksan yok sabahı #aydogmuszeliha

bottom of page