top of page

Arama Sonucu

"" için 3686 öge bulundu

  • ÇAĞRI

    dümen tutmayan aşklarla avare olan kalbim git tüm çiçeklerini al sokaklarda yarını ti’ye alan yeşil gözlü esmer kızların neyin var neyin yok bırak git bir gökkuşağı vakti vakitsiz gidilen mülksüz yurtlara git kalbim firar et düşlerden bak göreceksin sokak nasıl şenlenecek kapıları bir bir düşerken şato duvarlarının bir mivay sesiyle dansa koşacak ahali börtü böcek bir olacak insan koştukça kaçtığına

  • ÇAĞRI

    dümen tutmayan aşklarla avare olan kalbim git tüm çiçeklerini al sokaklarda yarını ti’ye alan yeşil gözlü esmer kızların neyin var neyin yok bırak git bir gökkuşağı vakti vakitsiz gidilen mülksüz yurtlara git! kalbim firar et düşlerden bak göreceksin sokak nasıl şenlenecek kapıları bir bir düşerken şato duvarlarının bir mivay sesiyle dansa koşacak ahali börtü böcek bir olacak insan koştukça kaçtığına

  • Yitik Şehir

    Nehrin Elinde Canveren Tanrı /* Bir cehennem sıcağında suda bile terlerken, sizi heyecanlandıracak kaç şey vardır?.. Çok şey varsa, sizin yaşamla ilgili bir sorununuz da yok, boşuna aranmayın, hala delikanlısınız demektir; tek bir şey varsa heyecanlandıran, gururlanın; yaşadığınızın işaretidir, şükredin... Bazıları, o yaşama duygusunu adrenalinde arayanlar çok savaşlı dünyada bir savaşa katılabilir, Eyfel Kulesi'ndn atlamaya kalkabilir ya da Afrika'da safariye çıkabilir. Alçak gönüllüyseniz ya da kalbiniz endişe veriyorsa saksıda çiçek yetiştirmek bile uyar... Ben daha ortasını seçiyorum çoğu: Yola gidiyorum. Ahhh! Yol yok mu, bu heyecan, gizemli ve riskli bir ülkeye gider gibi duyulan koşma arzusu... Bir o ölmedi... Yolları belki de bundan seviyorum... Bulduğum başka bir şey de var yollarda... Ömrümce planlı yaşadım, çocukluğumdan kazandığım bir şey... Bir yıl sonrasını bile bilmek isterim. Bazen yoruyor insanı, bir dolap beygiri gibi en bilinmezler de dahi tanıdık geliyor. Bu tutkuyu yola çıkınca kırmaya çalışıyorum. Git desin içimden bir ses, çoğu kez ilk kavşakta nerden gitsem diye sorar buluyorum kendimi, bırak nereye gideceğimi... Bir nokta yerine bir yöre belirliyorum en çok... Güney güzeldir. Bir dost uyarıyor, ben yol telaşında ve o heyecanındayken... " buralar bu hafta gene çok kalabalık ve 40 derece hissedilen hava 33 lerde geziyor, nem % 80, doluluk %2000, sıcak nem ve insanlar... tahammül edilmez durumda... az ertele, yürür gezeriz, bisikletle dolaşırız, " Güzel de... unutuyor, bir yaştan sonra esin perileri her zaman gelmiyor... TANRININ git dediği saatler vardır, kaçırmayacaksın... diyorum... bana şimdi geldiler, ne yapayım?.. demek ki kaderde gidip de Ege'de bir arkaik devir kurbağası gibi haşlandığını anlamadan yanmak varmış.. denemezsem ölürüm... Üzüleceğim tek şey olur belki, uğruna yollara döküldüğüm KABE'yi görememek ki onda da teselli hep var; bilinen öyküdür, AS'LOLAN varmak değil GİTMEKTİR... * Didim'e vardığımda aradığım, yolumun üstündeydi. Akbük yolundan Didim'e varmadan denizle yol arasındaki dar şeritte yer alan ağaçların arasındaydı orman kampı. Tıklım tıklımdı. Güç bela bir çadır sığdıracak bir yer buldum. Kaç gündür çakır güneş olan hava, birden kararmaya başlamıştı. Yağacak gibiydi. Acele etmezsem işler sarpa saracaktı. Bir terslik çıkmadı, yan çadırdaki komşu da yardım sever çıkınca çabucak kurduk çadırı. Ve yağmur başladı. Çadırı kurmamla yağmurun yağmaya başlaması aynı ana denk geldi. Günlerdir kuruyup damar damar çatlayan toprak, bana mısın bile demedi ama yine de dört yanı o güzelim kokuya boğdu. Hiç olmazsa o değişmemiş. Komşum Aydınlı arkadaş, "On üç yıldır gelip giderim ilk kez yağmur yağdı, " dedi..."Sizin ayağınızdan olsa gerek..." Toza toprağa bulanmış, şimdi su ile karışık çamuru hazla soluyan sandaletli ayaklarıma o sihri arayarak baktım. "Ben de farkındayım, kerametimin, " dedim. "Aman kimse, hele yarım litre suyu iki liraya satanlar duymasın, " diye ekledim. "Biliyorsun, İSA'nın sonunu her şeyden önce başkalarına göre daha çok balık yakalaması, hazırladı..." Uzun sürdü yağmur, şakır şakır, dolu dolu yağdı, ama yaz yağmuru bu; ömürsüz, sonunda kesildi... Ardından denizin üstündeki bulutlar dağılmaya başladı, güneş şimdi er ya da geç hakkından geleceği bulutlarla eğleniyor. Elbette yaşamın her anının tadı başka, ama kim ne derse desin GÜNEŞ daha bir başka... Orman kampı yol üstü, yolla deniz arasında, sarıçamlar altında bir burun... Belediye işletiyor, kırk türlü isim altında garip adlandırmalarla talebe göre fiyatı yükseltseler de yine de anormal değil. Barı, lokantası var. Çoğu yeri kayalık, ama en uç kesimindeki sahilinde dar bir kumsalı, kumsalın karşısında da sığ bir denizle ulaşılan TAVŞAN ADASI bile var... ADA binlerce tavşan ve güvercinle doluymuş, karayla arasındaki dar geçit yürünerek de aşılabilecek dende sığmış ... Tavşanları merak etmiyorum, ama uzun kalırsam giderim... Şimdi önceliğim Apollon tapınağı, o tanrı kent... Ne var ki evdeki hesap yan komşumdan döndü. Sabah uyandığımda kahvaltıyı nasıl yaparım diye düşünürken en güleç yüzüyle kolumdan çekerek kahvaltıya çağırınca kıramadım. Ardından bana dünyada en güzel koylardan birkaçının Didim'de olduğunu ama çok az kişinin bildiğini, bu günde beni oraya götüreceğini söyleyince ona istemesem de hayır diyemedim, uydum. Önce şehrin içine Altınkum'a doğru gittik, sonra batıya dönerek evleri geride bırakıp ıssız yollardan dantele gibi uzanan kıyıları izledik. Çok sayıda arabanın park ettiği bir yerde durduk. "Geldik," dedi, eşyalarını indirirken. " Burası Akvaryum koyu." Gerçekten söylediği kadar vardı. Deniz Altınkum'da da güzeldi, ama burası öyle kalabalık değildi. Görünen tek bilen biz değildik, az da olsa her cins, her bölgeden tatilci yüzmeye gelmişti. Görünen güzel koyu sadece ülkem insanları değil, Afrikalılar da biliyordu. Burası çok uluslu bir plajdı, hatta çok ırklı, çok dinli... Bir yanda beyaz Türkler, öte yandan Afrikalı zenciler; bir yanda modern kıyafetli, bikinili bir hanım, öte yanda onunla sohbet eden başı bağlı, haşemalı bir kadın... Gelecek Tayyip Erdoğan'ı nasıl anar kuşkusuz bilinemez. Ne var ki bu çelişkiyi güncel hayata sokması ve hiç de kıyamet kopmadan sosyal barışı sağlaması unutulmayacaktır. Kötü mü olmuş, görüntüye ve sorunsuz uyuma bakılırsa sanmıyorum, galiba bu iş sadece üç beş siyasetçinin oy hesabıymış sadece. Dünün uzun saçlı ya da entel sakallı erkeği neyse tesettürlü ya da açık da o aslında... Bize uymayanı mahalle gücüyle kitaba göre yargılama hakkımız bir alanda kalkmış oldu, fena mı? İnsansan kimse kimsenin tıpkısı değil, herkes bir yerde bir yönüyle ötekine çelişki. Ne yapacaksın yani?.. Hangisi doğru da buna uy diye dayatacaksın, hem de ne hakkın var ötekinin zevkine, giyimine, inancına burnunu sokmaya... Keşke devlet zoruna ihtiyaç duymasaydık. Türkiye'nin en zor yaptığı buydu; ÖTEKİnin yaşama hakkına saygı duymak ve onu hazmetmek... Düne değin sokağa çıkmayı bile büyük bir aykırılık gören bir kesim de böylece bu hakkını kullanır oldu. Bir kesim gibi bundan ben de endişelenmedim değil, ama şunu unutuyoruz. Başladığımızda yani bundan otuz kırk yıl önce başımız açık olsa da bizler de onlar gibiydik. Deniz kıyısına takım elbiseyle giderdik. Mayo alışkanlığı olmadığından daha da önemlisi pahalı olduğundan iç çamaşırıyla ya da elbiseyle girenler gülmece malzemesiydi. O zamanlarda deniz alışkanlığını kazanmış bir avuç insan bize kaygı ve endişeyle bakardı. Diyalektik her zaman çalışır. Yarın bu deniz kıyısında bile aşırı örtülü insanların da çıktıkları sosyal ortamlarda gördüklerini önce taklit etmeye, sonra içselleştirip kendi tarzlarını üretip sahip çıkmaya ve ortak alanlarda birbirimize daha çok benzeyeceğimize inanıyorum. En azından tahammül artacaktır. Umalım yaşamın tüm alanlarına da bu hoşgörü ve karşılıklı saygı egemen olur. O gece Didim'de yaşayan bir arkadaşla buluştum. Gece geç saatlerde kampa gelince sabah görünmeden kaçabilmek için arabayı çadırın uzağına park ettim. Artık kesin APOLLON TAPINAĞINA gidecektim. Apollon tapınağı Didim'in şimdiki girişinde denizden hayli uzakta zamanında defne ormanı olan bir sırtta eski köy yerleşiminin içindeydi. Defneler mi? Dalga mı geçiyorsun? Çaresiz insan ne yapar? Hele bundan 3000 yıl önce de yaşayan insan... Bugünkü umarsız insanların yaptığını elbette. Denize düşen yılana sarılır örneği büyüden, faldan ve kehanetten medet umar. Kartondan bir dev yaratır, onu lider, kral, tanrı yapar, tapar. Antik devir insanları da aynı, kendilerince her şeyin ayrı bir tanrısı olduğunu düşünmüşler. Örneğin denizlerin tanrısı Poseidon'du, aşk tanrısı Afrodit, şarap tanrısı Dionysos, ışık ve güneş tanrısı ise Apollon'du... Gündelik hayatında en çok işi düşene, içli dışlı olduğuna da huyu değişip de zulmetmesin diye olsa gerek, tapınaklar kurar, törenlerle insan kurbanı dahil, armağanlar sunarlardı. Kuşkusuz söz konusu Tanrıysa armağanları sıra bir insan götürecek değil, bu işi üstlenecek, ehliyetli insanlara ihtiyaç var, onlar hem tapınakları korur, hem de bu törenleri yönetir. Böylesine incelikli, nazik, Tanrılarla hasbıhal gibi olağanüstü işleri yapan insanlar da bir zaman sonra doğal olarak olağanüstüleşir. İşte sana tarihin ilk ruhban sınıfı öncüleri, rahipler ortaya çıkar. Zamanla onların da arasında ehliyet farkları, liyakat ve beceri özellikleri devreye girer ve ruhbanın piri oluşur. Efsaneye göre, Tanrı Apollon bir gün Didyma yöresinde çobanlık yapan Brankhos'a rastlar. Ondan hoşlanan Apollon, ona biliciliğin yani kehanetin sırlarını öğretir. Öğrendiği tanrısal sırları insanlara aktarmak isteyen çoban, bugünkü Apollon Tapınağı'nın bulunduğu yerdeki defne ormanı ve su kaynağının hemen yakınına tanrısı Apollon adına ilk tapınağı kurar. Zaman içinde çobanın soyundan gelenler 'Brankhidler' olarak anılmış çok uzun yıllar boyunca Apollon Tapınağı'nın yöneticiliğini yapmışlar. Bu nedenle olsa gerek 'Didyma'e asırlar boyu; 'Brankhidai', yani Brankhidler Ülkesi olarak anılmış. Başlangıçta tapınak, Apollo'nun ikiz kız kardeşinin adına yapılan Efes'teki Artemis Tapınağı'nın bir benzeri olarak inşa edilmek istenmiş. O denli önemliymiş Apollon yani. Nerden bilsinler çok gitmeyecek uğruna tapınaklar yaptıkları o tanrı bir nehrin oyununa gelecek, kendi tapınağını bile koruyamayacak, tebasıyla birlikte oraları terk edecek... Bu işin söylence yanı... Bilinen tarihe göre Arkaik Didim'e ait ilk mabet ise, M.Ö. VII. yüzyılda inşaasına başlanmış 'tanrılara adanan arazi' anlamına gelen bir temenostur. İlk mabedin bundan yaklaşık 100 yıl sonra yapılan eklerle beraber pek görkemli olmayan bir yapıya sahip olduğu sanılmaktadır. M.Ö. VI. yüzyılın ilk yarısında ise, İon dünyasının ulaştığı en parlak dönemde, Apollon Tapınağı büyük bir mabet haline dönüştürülmeye başlanmıştır. Tapınağın mimari yapısında, aynı dönemlerde yapılmış oldukları belirlenen Efes ve Sisam tapınaklarından etkilenilmiştir. Apollon Tapınağı, çok iddialı tasarlanmıştı. 85,15 x 38,39 metre ölçülerinde çevresinde çift sıra sütun bulunan bir mabet, yanlarda 21 çift sıra sütun, ön yüzünde 8 ve arka tarafında 9 sütun sırası olacak şekilde yapıldı. Halkın ibadet amacıyla kullanacağı 'naos' adı verilen iç avluyu çevreleyen 104 sütun ve 'naos'ta bulunan 8 sütunla birlikte toplam 112 sütunu vardır. Bu sütunların her birinin başlıklarıyla beraber 20 metre boyunda devasa bir şey olduğunu düşünün. Kutsal avlusu 17,5 metre yüksekliğinde bir duvarla çevrili olduğundan, dışarıdan bakıldığında üstü kapalıymış izlenimini vermekteydi. Aslında bu büyüklükte bir yapının kolay kolay tamamlanamayacağı açıktır. Bu nedenle inşaat M.Ö. III. ve II. yüzyıllarda da devam etmiş, hatta bir kısmı Roma döneminde yapılmıştır. O dönemdeki tapınağın ölçüleri, onun Efes'teki Artemis Tapınağı ve Sisam Adasındaki Heraion Tapınağı'ndan sonra, antik dünyanın üçüncü büyük tapınağı yapmaya yetiyordu. Bodrum yakınlarındaki Halicarnassos'da doğan ve 'Tarihin Babası' olarak da anılan Heredot, eserlerinde M.Ö VII. yüzyılda Mısır kralı Necho ve Lidya Kralı Kroisos tarafından Didim Tapınağı'na aynen Delphi’ye gönderilen tarzda altın sunular ve hediyeler gönderdiklerini yazar. M.Ö. 7. ve 6. yüzyılda Apollon tapınağının ünü çok yaygındı. Mabed, Antik dünyanın en önemli kehanet merkezlerinden biriydi. Didim ve Milet M.Ö. 494 yılında "LADE DENİZ SAVAŞI"ndan sonra Persler tarafından yağmalanarak, Tanrı Apollon'un "Kanakhos" tarafından tapılan tunç heykeli "Ekbatana"ya bugünkü İran'a götürülmüştür. Tahrip edilen tapınağın yerine, Hellenistik dönemde Büyük İskender'in katkısıyla daha büyüğü yapılmaya başlanıldı. Eserin mimarları, "Miletli Daphnis" ile "Efesli Efes'teki Artemis Tapınağı'nın da mimarı olan Paionios'dur. Tapınağın yapımına yardım eden Suriye Kralı Selevkos, Ekbatana'ya götürülen Apollon heykelini geri getirtmiştir. Bütün bunlara rağmen yüksek maliyeti ve havalide sürekli devam eden savaşlar tapınağın tamamlanmasına izin vermedi, tapınak orijinal planlarına göre tam olarak bitirilemedi, yine de çağlar boyunca paganizmin kullandığı, tek tanrılı dinler döneminde ise terk edilen bina, virane de olsa Fatih'in İstanbul'u alışına değin en gösterişli ve ünlü yapılarından biri olarak yaşadı. Bugüne kalan ören de bu olsa gerek. Şimdi o muhteşem binadan geriye ancak büyük bir hayal gücüyle görkemini tasarlayabileceğiniz bir enkaz kalmış, bir zamanlar neydi'nin işaretlerini veren. Örneğin birkaç sütun baş döndürücü bir ağırlık ve heybetle hala ayakta... Tarihçiler Apollon Tapınağı'ndaki en büyük yıkıma 1493 yılında tüm Ege coğrafyasını etkileyen büyük bir depremin sebep olduğunu söyler. Yani İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesinden tam 40 yıl sonra meydana gelen bu depremde büyük hasar alan tapınak, ilerleyen zamanda kaderine terk edilmiş. Tapınak çevresindeki verimli araziyi yurt edinen yöre halkı tarafından kurulan yerleşim, sonraki yüzyıllarda giderek bir Rum köyüne dönüşecek olan Yoran Köyü'nün çekirdeği olmuş. Sonra onlar da gitmiş. Geride camiye çevrilen şirin mi şirin kiliseleri kalmış. ...ve kapısında bu çeşme... kuşkusuz o zamandan kalma değil, turistler çoğalınca yapılmış, ama en az eski kilise yeni cami kadar sevimli... Yakışmış. Eski "KUTSAL YOL"un bu caminin avlusundan başladığını okumuştum bir yerlerde. Herhalde pagan dönemde de ibadet yeriymiş burası. Yol Antik dönemin efsanevi deniz başkenti Milet'e değin uzanıyordu. 15, 16 kilometre uzunluğunda olduğunu düşündüğüm bu yolun Milet çıkışındaki ilk 5-6 kilometrelik bölümü; Apollo rahip ve rahibelerine ait oturan insan heykelleriyle, yatan normal aslan ya da sfenks figürleriyle süslenmiş bir güzergah olarak inşa edilmişti. Yolu arıyorum ama görünürde en az 5-6 metre genişliğinde olması gereken eski Roma yollarına benzer bir şey göremiyorum. Kuzeydeki antik liman Milet’in kutsal kapısından başlayan 'Kutsal Yol', deniz kenarını izleyerek Didim’in günümüzde Mavişehir olarak bilinen Panormos limanına ulaşıyordu. Buradan sonra ise güneye dönüp Apollon Tapınağı'nın adak ve sunu terasının önüne geliyordu. Eğer öyleyse bu eski kilise o pagan kültürün törenlerinin yapıldığı terasa kurulmuştu. DİDYİMA ikiz , ikiz kardeş anlamına gelen bir sözcük... o zaman antik devir tanrısı APOLLON adına yapılan bu görkemli tapınağın bir eşi olabilir mi sorusu geliyor aklıma... Yazıtlarda bulamıyorum yanıtı sonunda bana iğrenç bir inatla kilim satmaya çalışan bir esnafa konu değişsin diye soruyorum. "İlk kez biri bunu soruyor , " diyor kilimci, kilim satacağı adamı havaya sokmak için gururunu okşayarak." Doğru , bir ikizi var bu tapınağın, ama görünürde değil, yanmış yıkılmış. Küçük bir bölümü yer yüzünde ama asıl bölüm yer altında... Ve kutsal yol ona ulaşıyor aslında . " "İkizini göremezsin," diye de ekliyor arife dangalak böceği kilimci, "Çünkü yerin altında" Kendini arkeolog beni de sıfır salak turist sanmanın egosunda anlatıyordu. "Görünüyor aslında," diyorum, "ama buradan değil, yüz kilometre uzakta, Efes'te... Apolon'un ikiz kardeşi Artemis tapınağı senin dediğin." Bana bir dükkan açtıracak kadar kilim satmaya kararlı, becerikli ve esnaf kilimciyi susturmanın tadı dayanılmazdı... ama şimdi gerçeği itiraf etmeliyim: Didim'de de o devir Efes'teki gibi gösterişli olmasa da bir Artemis tapınağı vardı, hem olmaz mı, erkeği olacak da dişisi unutulacak, antik devrin Ön Asya kadını da duracak... Feminist durmak için yazmadım bunu. O çağ Anadolu kadını bugünkünden hayli özgürdü... Hele deniz kıyıları... Şimdi olduğu gibi her çağ yeniliğin ve uygarlığın lokomotifleri oldular. ve... KUTSAL YOL aslında gerçek bir yurtseverlik öyküsü, mitolojik ya da yakıştırma bir öykü değil... Dönemin büyük egemeni MİLETOS, PERSLERİN saldırısına uğrayınca, ona bağlı koloniler de aynı kaderi paylaşmış. DİDİMLİLER Apollon'da toplanıp Pers ordularına karşı savaşıyormuş. Sonra da yine buradadan, büyük bölümü yer altından geçen ikiz tanrıça kardeş ARTEMİS'in tapınağına ulaşan kutsal yolu izleyip kaçıp kurtuluyorlarmış. Sonunda KUTSAL YOL'la ilgili bir somut bulguya ulaşıyorum, uydurma da olsa bir levhaya yazmışlar, gördüm... İçinde kuyular, yer altı yolları olan yolun bir yerlerde özgün parçaları vardır ama ben Milet'i görmeye gidiyorum. M.Ö.8.yy da Apollon tapınağını yaptıran, sikkelerinde de yer alan Apollon'un tunç heykelini de tapınağa hediye eden M.Ö. 6. yy.'da Didim'e değin uzanan "KUTSAL YOL"u da yapan, Ege denizinden Bafa gölüne değin uzanan bölgede büyük bir uygarlık, Anadolu'da Trabzon ve Sinop dahil çok sayıda koloni kuran, sayısız bilim ve düşünce adamı yetiştiren İYONYALI MİLETLİLER gerçekte ANADOLULU değil. Tam olarak nereli oldukları tartışmalı olsa da Ege'nin öte yakasından Girit ya da Antik Yunanistan'dan M.Ö. 2000'lerde geldikleri ve İYONYA diye görkemli bir uygarlık, Efes, Millet gibi hala hayranlıkla gezdiğimiz şehirler kurdukları gerçek. Eski Farsça İonan adı, Perslerin onlara verdiği isim. Farsça ve Arapça'dan Türkçe'ye Yunan biçiminde geçen bu ad, daha sonra Helen ulusunun tümü için kullanılan ad oldu. İlk yerleştikleri yer İzmir'le Bafa gölü arası , Hereodot'un "çalışkan nehir" diye tanımladığı Menderes deltasındaki deniz kıyıları olmuş. Ardından, biraz da Anadolu'nun içlerine doğru yayılmalarını engelleyen Lidyalılar yüzünden Ege, Akdeniz ve en çok da Karadeniz'de koloniler kurmuşlar. Hatta Mısır'da bile bir şehir kurdukları bilinir. Milotos'un bugünkü bozkır güzeli haline bakmayın. Antik devirde Menderes ağzında denizin içinde dört limanı olan, ekonomisi çok güçlü, halkı zengin, felsefenin beşiği, yetiştirdiği "ana madde sudur" diyen Thales , Anaximander ve Anaximenes gibi filozofları, hakkında bugünün gözüyle bakıp farklı şeyler söylense de tarihin karanlığından sıyrılmayı başaran kadın filozof Aspasia, sonradan Roma dahil bir çok şehrin örnek planını ilk kendi kentinde uygulayan ünlü şehircilik mimarı Hippodamos... gibi bilim, düşünce sanat adamları olan, sözün tam anlamıyla bir su kentiydi. Ne var ki İyon şehirleri birleşip bir devlet olamadı. Asiller ve şehrin zenginleri tarafından yönetilen bu şehirler biraz da dönemin özelliği başta Hititler, Lidyalılar, Persler gibi ... güçlü çevre devletleriyle sürekli savaştı. Persler, Sard başta olmak üzere İyon şehirlerini ele geçirip yakıp yıkmaya başladıklarında Milet'e dokunmadılar, egemenlikleri altına aldılar. Ne var ki M.Ö. 494'te tarihin yazdığı en büyük ayaklanmayı Perslere karşı başlatan Miletliler, Lade Ada'sındaki deniz savaşında yenilince son gözüktü. Kent ve Apollon tapınağı yakılıp yıkıldı. Halk Mezopotamya'ya sürüldü. Ancak Büyük İskender'in gelişiyle toparlanıp yeniden eski günlere döndüler. Ne var ki " SU ANA MADDEDİR" diyen Miletli Tales'i haklı çıkarırcasına MİLET, bir nehrin ellinde can vereceğini henüz bilmiyordu. Halikarnaslı Herodot demiş ya Menderes için; çalışkan nehir... İşte o nehir taşıdığı alüvyonlarla önce limanı doldurmaya başlamış, ardından tüm denizi... Deniz bugün on kilometre uzakta kalmış. Bu da savaş ve benzerlerinin getirdiği bütün yıkımları aşan Milet şehrini bitirmiş. Perslerle yapılan kaybettikleri ünlü deniz savaşının geçtiği ada Lade, şimdi tarlaların ortasında sadece bir tepe... İyon yerleşimlerinin kurulduğu Latmos körfeziyse bugünkü Bafa Gölü'nü hatıra bırakıp yok olmuş. MİLET'e giden yolda KUTSAL YOL'un işaretlerini arıyorum, ama o günden bugüne antik yol mu kalmış. Yine de yaklaşınca benzer şeyler görüyorum. Yol kıyıları mermer sütunlarla, kırık tarihi taşlarla dolu. Arkeolog kesildim,bilmeden yakıştırıyorum. Hem yolun izlerini arıyorum hem de bahçe duvarlarına çit olmuş, kırık dökük antik devir taşlarını, sütunlarını görünce, yerlerinde, toprağın altında dursalardı daha iyi olurdu sanki diye düşünüyorum. Yol kıyısına çağdaş donanımlı bir müze yapılmış. İçinde görülmeye değecek çok eser var. Beni müze kadar kapısındaki kuzeyde küçük salonlarda salon bitkisi olarak yetiştirdiğimiz kaktüs etkiliyor. Bodrum'a sürgün giden Halikarnas Balıkçısı da gördüğü kaktüslere çok şaşırmıştı, bende de o hal var. Devasa bir şey... Bunun çiçek açmış haline denk gelmek isterdim. Sahi kaynana dilleri çiçek açar mı, ötekiler gibi, bir günlük de olsa? Açmaz mı, havasına girince, hem de renk renk? MİLET'in girişine değin yol kıyısına dizili tarihi eserlerin yolla ilgili olduğunu düşünüyorum, kutsal yolun başlangıcı burası. Geçmişte yerlisi yabancısı iğne atsan yere düşmeyecek dende kalabalık olan antik şehir şimdi ıssızlığa teslim... Kente giriş paralı ya da müze kartınız olmalı... Merak edip gelen kimse yok, ne yerli ne de yabancı, şaşırtıcı derecede bir ıssızlık var. Ciddi anlamda ekonomik bir durgunluk olduğunu yaz boyu da böyle gittiğini söylüyor konuştuklarımız. Şehir bu girişin arkasında geniş bir alana yayılmış. Roma hamamları, 25 bin kişilik tiyatrosu, yamaçlara yapılmış o dönemin zengin evleri gibi görülecek çok şey var MİLET'te. Ne var ki gitmeden hakkında biraz araştırma yapmalı. Yoksa bir taş yığını olarak gözükecektir. Nasıl ki insanı anlamlı kılan yaşadıkları, yani anıları ve bunlardan oldurduğu kişiliğiyse, kentlerin ya da taşların ruhu da geçmişi, tarihi... Ağustos 2016

  • Aşk da Ölür

    İnsan benzerini ararmış; salt aşkı yaratmak için değil, aşkı öldürmek ya da elinde ölmek için de... Biz de birbirimizi bulduk; Aşkı öldürdük. Nerden bilecektik, hem namuslu, hem sırtımızdan rengârenk kanatlar çıkaracak denli yürek kaldıracak ilişkilerin yaşandığı iklimlerde doğmadık ki malum olsun. En iyi aşklarımız annemizin babamızınki gibiydi, görev gibi. Başlangıçtan beri hep inanılmazdı, sanki yaşadığımız böyle olsaydı dediğimiz bir filme taşınmıştık. Oysa lânetlenmiş Lut kavminin sonuncularıydık, kendi gerçeğimiz bu kadarını hak etmezdi. Belki bu yüzden farkına varamamıştık. Piranha dişleri vardır sevinin, Dedikodu alır yürür. Çiğner çiğ etlerini kardeşlerinin Lut kavmi yeniden yeniden dirilir. Cahilliğimiz mi daha çoktu, cesaretimiz mi? Yaptıklarımızı ve ardından ölüme gittiklerimizin ne kadarını anladık sanıyorsun? Bir bilgisizlik okyanusu gibiydik başladığımızda, ondan da öyle cesur... Daha kötüleri de vardır. Bakkal Şakir amcanın gofretlerine kalçalarını ve göğüslerini değiş tokuş etmiş kız da bizdik, geçkin yaşının eksikliklerini fark edemeyeceğimizi iyi bilen Nazife teyzenin parasıyla, deneyimiyle ayarttığı ama kentli giynekli bir hanımca beğenilmenin hazzıyla boyu uzamış on sekizindeki varoşlardan gelen delikanlı da… İnan ki hepsinde içten sevdalıydık, hepsinde de öyle heyecanlı… Saman çiğner gibi yaşamak sonradandır. İyiyi bilmeden kötüyü nasıl anlardın? Ama hepimizin yemini vardı, öğrenecektik… Aşkı da… Seni öğrenmeye kalmadı, bitti. Haksızlık etmemeli, eşsiz bir ziyafetti. Aç gözüm doymaya kalmadan… demeli... Tam alır gibiyken, bu benim hakkım, bu benim aradığım ve seçimim, ben bunu yaşayabilirim onuruyla derken, ama şaşkın ve anlamazlığın kelepçesinde saldırgan ve vurgun yemiş yüreğim yüzlerce yıl kapalı kalmış kadim bir tapınağın kapıları gibi gizemli sırlarıyla gıcırdayarak açılırken güneşe, bitti. Yüreğim bütün merhabalara dünya kapısı olup açıktı, en savunmasız halde, öyle yakalandık, öyle de öldük... Günahsa günah. Yaratan en derin hazlarımızla kusurlarımızı bir araya koymuşsa bir zavallı insancığın ne suçu olurdu? Hiçbir şey çalmamış, kimseyi aldatmamıştık, şimdi yaşadığımız kendi seçimlerimizdi. Şimdi, yaşı kemale ermiş, yaş dönümüne girmiş, tansiyonu tavan yapmış, anıları sislenmiş biriyseniz, lütfen okumayın. Size ne kadar anlatsam da, hormonları ırmak gibi, yıkacak fırını ömrünün güzünde bulmuş aç ayıyı anlamanız ne zordur, bilmem mi? Yine de adaleti bilirseniz, yargılarken insafı unutmazsınız, belki. Günah gibi görünse de Tanrı şahit biz geç kalmış bir adalete omuz veriyorduk, aslında. Bulunmuş hazineler gibiydik, kim bulmuşsa ona yazılmıştık, birileri hak etmeden rastlantısal sahiplenmişti bizi, şimdi anlıyorduk ve şimdi farkına varıyorduk, yüreğini kurtaramayanın peygamberlikte ne işi olur? O zaman utanan ve korkan yüreğimizi susturduk, çalınmış haklarımızdan aldığımız onurla ayağa kalktığımızda büyümüştük. Yeni gerçeğimizle başlamıştı bizim bin renk baharlarımız… Sonsuza değin sürecek gibiydi aşkımız. Tek bir damlasını zayi etmeden yudum yudum yaşamak için ölümsüz olmayı isterdik. Birden dört yan yeniden gerçeğine döndü. Kuzgun kanadı zifir zindan kesilip karardı, baharımız. Kanat tükendi, martı öldü. Ayrıldık... Kol tükenir, yürek tükenir de kanat tükenmez mi? Yeni uçuşlara kalkan bedeli bilmeli. Kaybedecek hanların hamamların olmadığına göre bir kalbindi üstüne oynadığın. Okyanusun o deli mavisine bir tüy yumağı oldun, düştün… Bilirsin gün olur, ses arar yüreğin, insan arar. Sevgili olup boynuna dolaması gerekmez kollarını ya da yaslanacak bir omuz olması ya da acınızı ikiye katlayıp geri verecek anne olması gerekmez.. Sen sestin. Mezarlıkta ıslık, gündoğumunda ulaştığın kentin düşman ayazından size dört el sarılan ilk çay sıcaklığı, yalnız kaldırdığınız cenazenize birden el atan eski dost, dokunarak konuşmaya deli olan çocuğunuz, sabahçı kahvesinde meleklerine gülümseyen gün görmüş ihtiyar, bıçak sırtı sevişmeleri yaşadığınız kavga günlerinden kalma yârınız… İşte öyle bir şey… ya da her neyse… Sen oydun. Bir Akdeniz sabahında, bir Kaş mavisinde gülümsediğiniz güneşten başınızı koyduğunuz yastığa sarkıtılmış bir üzüm salkımı, su damlalarıyla parlayan bir portakaldın. Öyle susamıştım. Ve sen öyle susamaları arıyordun. Ne çok alışmıştım. Oysa sen benim kendime anlattığım en büyük yalanımdın… ve şimdi yoksun… Nasıl canım yanıyor, yaşamayan bilmez O zaman tut ki, şahlanan tayları boğazlıyorlar, tut ki ipekböcekleridir kozasında öldürülen. Tut ki bir günlük yaşama doğmuş kelebekler, daha bir sevda bile yaşamadan, büyümeden alaşafak, büyümeden gün, dolu bir yağmura tutulmuşlar… Aşk geçe kalmışsa İntiharıdır yüreğin Bir gönül bir sevda diyerek Ya da bir başka kelebek Sevmek yaşamı Yağmura ve geçe kalmışsa İntiharıdır kelebeğin Deler kozasını Süngü gibi saplar karnına Bir günlük hayatı ve aşkı Ölesim gelir… O zaman ağla yüreğim ağla. Aç kapılarını, yok olsun sana ait ne varsa, dünya kapısı olsun yüreğim. Işığı söndür, bırak ay ışığı odanda yürüsün. Bırak sessizliğin ancak yalnız insanların duyduğu sesi yürüsün. Usul usul büyüsün çığlık, ana rahmindeki bir bebek gibi büyüsün. Şimdi tam zamanıdır. Hadi yak ışıkları. Sevdiğin için, bir onun için çıplaktın, öyle biliyorsun. Şimdi öyle ayrılığa yakalandın. Şimdi dünyanın orta yerinde yüksek localarından bakarak kahkahalar atan, milyonlarca insanın gözü önündesin, anandan doğduğun gibi üryan. Onun bu anı baştan beri bildiği geliyor aklına… Neden öyle duyumsar, neden çıplakken savunmasızdır insan? Hele aydınlıksa hele seçmediğin birileri gözlerini bir pençe gibi en mahrem yerlerine takmış izliyorsa. İhanetin vuruculuğu mu? Sattığımız sevgililerin kahroluşu bundan mı? Işığın altında, anadan üryan bıraktığımızdan mı? Göğün en derininden okyanusun zeminine çakılan martının çığlığını duyuyor musun? Onu tutunduğu son daldan, son buluttan aşağılara sen ittin. Sen Judas’sın… İhanetin ve insan küçülmesinin ulaşacağı en son noktadasın. Seni salt ben değil tüm insanlık lânetleyecek… mi? Gülüyorsun, ihanet insanın bildiği ve en kolay saptığı günahıdır, diyorsun… En günahsızı kimse o atsın taşı, öyle mi? Kıyamete kadar bekleriz o zaman günahsız olanı... Aklım bilse de, yüreğim kaldırmıyor. Bilmez miyim, en günahsızımızın ihanetlerine hesap açılsa Tanrı katında, sığdıracak defter kalmazdı. Bir falçete geçer yüreğimden, izsiz, kansız. Artık ben iflâh olmam. Sözün ne anlamı kaldı ki? Tükeneni ne getirir, akan kan geri döner mi damara? Martı öldü! Mumları söndür, keman sussun, ziyafet bitti. Yalnızca şarabı dökmeyin. Gün bir uzun saça yenilmiş ilâhların üstüne doğmamalı. Duygular gece sarmaşığı gibidir, gün ışırken kapanmalı. Bin yaşına gelmiş insanların güneşin gördüğü bir tek zayıflığı olmamalı. Dökmeyin şarabı, sarhoş olmak istiyorum. Sarhoş ve unutmuş… Gün, beni görecektir, ona hükmüm geçmez, ama sarhoşsam ben günü görmeyebilirim, utancımı da… Şimdi gece… Yediveren gül gibi durmadan yıldız açan gece… Yüreğimi bayrak yaparım, unutur utancımı ve yenilgimi derin uykulara dalarım. İster çocuk olur, maviye boyarım gökleri, ister dünyaları kırpıp yıldız yaparım. İstersem gözyaşlarımda boğulurum. Yarına çok var. Hiç korkma, gün doğmadan çocukluğumu ve duygularımı saklayıp asık yüzümü, erkekliğimi, bilenen dişlerimle savaşçılığımı kuşanıp orta yerlerde meydan okurum. Bu gece bitmeden yarının bütün çirkinliğini göğüsleyecek denli insan olurum. Bu gece öldürürüm içimdeki Peter Pan’ı. Siz yenilmişleri ve çocukları sevmezsiniz bilirim. Siz ölüme ve kimsesizliğe alışkın gibisiniz siz martı yüreklerini söküp almaya ve ellerin kanlı derin uykulara kolayca geçmeye alışkın gibisiniz. Dayanamadığım bu. Ölümlerinden önce eğlenme cesaretini gösterenlere saygım var ama ölüm sonrası duyarsızlıklara çıldırıyorum. Bu kazanmaksa kazandın. Martı öldü. Artık çığlığını duymayacaksın, o yalanla kutsanmış yaşamını ve uyduruk insanlarını sırtlayıp öylece ölebilirsin. Orada dilediğince kalabilirsin. Ben?… Bana boş ver… İnsanı sevmek, kaçamadığımız bir gensel hata. Hüzünleriyle, sevdalarıyla çakılışlarıyla büyüyen insanı sevmemek mümkün mü, elinizde mi? Ama bazıları var ki, yaşamı rol kesmek alıp bir sezon sonra anımsanmayacak oyunlar sahneleyenleri sevmiyorum. Bir insanın diğerinin gülümsemesine neler borçlu olduğunu iyi bilmeli. Ben anlatırken felek, alayla fısıldıyor, duyuyorum; bindin gemiye açıldın, şimdi kara, çık artık diyor, yaşam bir ziyafet sofrası diyor, karnın doydu, kalk git artık… Ama Ağlamadan... Anlıyorum. Bilirim, gelirken değil, giderken belli olur insanın asaleti. Biliyorum da elimde değil, içim sızlıyor. Ama giderim. Gider ve unuturum… Seni de aşkı da… Desem mi? Canım acıyor. Giderken bile, o en büyük yalanımı, aşkı özlüyorum. Gururlu ol, ağlama…mı diyeceksin gene… Neylersin, ayrılık en zoru ve ben de ötesi değil, ancak senin kadar insanım.

  • Gitmekse

    Ölümse ölüm bile hak edildiğinde mesele gitmekse hem de öyle üç beş günlüğüne değil temelliyse gününü olmadı mevsimini seçebilmeli insan ille de olacaksa canı ne zaman çekerse o zaman yani yani dilemişse kış güneşinde karlar üşüdüğü zaman olabilmeli bu gidiş ya da kurak bir yaz sarısında suya düşen karpuz kabuğuyla mesela vakit tamamsa etiyle, kemiğiyle çok istemişse abbas o gün aniden güz gelmeli taşa toprağa her yerde her tondan renk cümbüşü bir dilber ayağı mayalamalı şarabı bağbozumunda gülümseyen buruk bir özgeçmiş asabilmeli insan guguklu saatin son vuruşuna belki de en güzelidir hani dereler coştuğunda çiçekten önceki tomurcuktan sonraki aşklar kanatlanıp bir kuşun yüreğine salıncak kurduğunda son kez de olsa yaşamalı insan öyle ucundan kıyısından da değil hani doya doya ille de gidilecekse gitmek ilkbaharın sonunda #aydogmuszeliha

  • İlhan İREM Öldü

    Türkiye'nin yeri doldurulamayacak aydınlarından da olan müzisyen, yazar İlhan İrem 28 Temmuz 2022 tarihinde böbrek yetmezliği nedeniyle kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. Haberi İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu duyurdu. * lhan İrem, doğum adıyla İlhan Aldatmaz[1] (1 Nisan 1955, Bursa - 28 Temmuz 2022, İstanbul), Türk şarkıcı ve söz yazarıdır. Müzik kariyeri Ortaokulda solfej ve şan dersleri almaya başladı ancak müzik hayatına girmesi, 1969 yılında (14 yaşındayken) üst dönemler tarafından okul orkestrasına solist olarak seçilmesi ile oldu. 1970 yılında mensubu olduğu Meltemler Orkestrası, Milliyet Gazetesi'nin düzenlediği Liselerarası Müzik Yarışması'nda Marmara bölgesi birinciliği kazandı.[3] Bu dönemde İstanbul'daki pek çok profesyonel müzik grubundan teklif aldı ancak 1972 yılına kadar Bursa'da kalmayı tercih etti.[4] Aynı kadro ile 1972'ye kadar Bursa Çelik Palas Oteli'nde ve Uludağ diskolarında dans müziği şarkıcılığını sürdürdü. 70'li yıllar İlhan İrem sanat hayatında 70'li yılları "romantik dönem" olarak adlandırır.[5] Bu dönemde single plaklar ve romantik hit parçalar üretmiş, 1973 yılında kendi imkânları ile Diskotür firmasına yaptığı ilk 45'liği Birleşsin Bütün Eller - Bazen Neşe Bazen Keder ile beklediği başarıyı yakalayamadı. Plak firmasının bestelerini başka sanatçılara söyletme isteğini geri çevirdikten sonra yapmış olduğu ikinci 45'liği "Yazık Oldu Yarınlara - Haydi Sil Gözlerini" genç sanatçıyı bir anda Türkiye'deki en popüler sarkıcılardan biri yaptı.[6] 1975 yılında yayınlanan üçüncü 45'liği "Anlasana" ile başarısını devam ettirdi. 1976 yılında yayınladığı dördüncü 45'liği, tanrıyı sorguladığı "Kuklacı Amca" şarkısı nedeniyle gelen baskılar sonucunda plak şirketi tarafından piyasadan toplatıldı.[7] 1976 yılında ilk uzunçalar çalışması olan İlhan İrem 1973-1976 yayınlandı. "Havalar Nasıl", "İşte Hayat", "Son Selam", "Ayrılık Akşamı", "Sen Bilirsin", "Bal Ağızlım" gibi her yaptığı 45'lik liste başı oldu.[8] 1973-1981 yılları arasında toplam 10 adet 45'liği yayınladı ve 1979 yılında yayınladığı senfonik yapıdaki Sevgiliye uzunçaları ile Esin Engin'in aranjörlüğünde ilk defa akademik bir çalışmayla müzik yaşamında yeni bir yola saptı. Sevgiliye albümünde ilk defa kendi yazdığı sözler dışında bir Nazım Hikmet şiiri olan "Hoşgeldin Kadınım"ı besteledi ve "Hoşgeldin" adı ile seslendirdi. 80'li yıllar 80'li yıllar Pencere albümüyle başlayan popüler kültürden uzaklaşma sürecine denk gelir.[9] Bu dönemdeki eserlerinde toplumsal sorunlara karşı duyarlılığının arttığı gözlemlenir.[10] Yine İlhan İrem bu dönemde -kendi ifadesiyle- 12 Eylül 1980 Darbesi ve ardından gelen "Amerikan-Arap karışımı liberalizm" ile sanatsal ve insani değerlerin yok olma sürecinin başladığını iddia ederek ve buna tepki göstererek sahnelerden geri çekilmeye başladı.[11] Öncelikle yine kendi ifadesiyle "içtenliksiz, soluk, günü yaşayan ve anlamsız kalabalıklar olduğuna karar verdiği insanlardan" ve "ürettiklerinden çok şekillerle ilgilenen popüler kültürden" uzaklaştı.[12] 87'ye kadar sürecek bir inziva için Tarabya'daki evine kapandı. Bu dönemde kendi tabiriyle "kendi içine, iç uzaylarına derin yolculuklar yapmayı" öğrendi.[13][14] Müziğe verdiği ara 70'li yıllardaki şarkılarındaki hüzün temasından huzur ve metafizik temalı şarkılara uzanan bir süreci başlattı. Bu süreçte bir rock senfoni yazdı. 1981 yılında askerliğinde yaptığı bestelerden oluşan "Bezgin"i yayınladıktan sonra, 1983 yılında yedi yıllık bir çalışmanın ürünü olan 150 dakikalık senfonik rock üçleme, Pencere (1983), Köprü (1985), Ve Ötesi (1987) üç ayrı albüm halinde sırayla yayınlandı. Kesintisiz bir müzikal yapıdan oluşan rock senfoninin ilk albümü olan Pencere yayınlandığı 1983 yılında Altın Plak ödülü aldı.[15] "Pencere", İlhan İrem’in “Koridor” ve “Seni Seviyorum” albümleri ile birlikte pek çok kez “Bütün Zamanların En İyi Albümü” seçildi.[16] 1984 yılında Türkiye'yi Bulgaristan'da düzenlenen Altın Orfe Yarışması'nda temsil etti.[17] Gazeteciler Özel Ödülü'nü kazandı.[18] 1985 yılında üçlemenin ikinci albümü “Köprü” ve İlhan İrem'in ilk kitabı “Pencere... Köprü... Ve Ötesi...” yayınlandı. Kitapta İlhan İrem’in Rock Senfonideki müzikal anlatımı kaleme aldığı öykü ve bu öykünün Nuri Kurtcebe tarafından görüntülenmiş çizgileri ile Burak Eldem, İzzet Eti ve Adnan Özer’in İlhan İrem Müziği üzerine kapsamlı bir araştırması yer aldı. Yine 1986 yılında sözlerini yazdığı "Halley" Melih Kibar tarafından bestelendi ve Türkiye'ye Eurovizyon Şarkı Yarışması'nda o yıla kadar alınan en iyi dereceyi getirdi.[19][20] 1987 yılında üçlemenin son bölümü olarak “Ve Ötesi” albümü ile "Uzaklarda Biri Var" (Denemeler) adlı ikinci kitabı yayınlandı. Sonraki Dünden Yarına, 1989 yılında ise Uçun Kuşlar Uçun albümleri yayınlandı. Kültür Bakanlığı "Blues For Molla" isimli şarkının albümden çıkartılması koşuluyla "Uçun Kuşlar Uçun" albümüne yayın izni verdi.[21] Humeyni'nin yazar Salman Rüşdi'ye verdiği ölüm fetvasını hicveden şarkı 29 Ekim 2008 tarihinde Cumhuriyetin 85. Yılında sanatçı tarafından günışığına çıkartılarak radyolara dağıtıldı,[22] 1990 yılında üçüncü kitap olan "Katastrof" (Şiirler) ve "Pencere.. Köprü... Ve Ötesi..." üçlemesi kapsamlı bir konsept olarak tek albüm halinde yayınlandı. 90'lı yıllar İlhan-ı Aşk albümüyle başlayan ve ardından gelen “Koridor” ve “Seni Seviyorum” albümleri ile devam eden süreçtir. Bu dönemde siyahlar giyinmeye başlayan[23] toplum ve sanat ortamında hissettiğini söylediği duyarsızlığa bir sessiz direniş olarak popüler kültürden tamamen çekildi ve 1992-2006 yılları arasında konserlerine ara verdi.[24] İlhan İrem'in “Işığa ve yeni boyutlara açılan koridor”[25][26] betimlemesi ile başlattığı fizikî kayboluş süreci, albüm çalışmalarını aralıksız sürdürdüğü, kitap ve yazın çalışmalarını yoğunlaştırdığı dönemdir.[27] Bu dönem sanatçının müziğinin felsefi boyutlara dönüşerek kalabalıklarla buluşma yıllarıdır.[28] Ayrıca bu dönemde İlhan İrem, 4 albümden oluşan çok kapsamlı bir "Best Of" serisi yayınlayarak tüm repertuvarını ulaşılabilir hâle getirmiştir.) 1992 yılında İlhan-ı Aşk albümünü yayınladı. 1994 yılında yayınlanan Koridor ve Romans albümleri ile birlikte aynı yıl dördüncü kitap "Delirium" (denemeler) piyasaya çıktı, 1995 yılında Sevgililer Günü / The Best Of İlhan İrem 1, 1997 yılında Aşk İksiri & Cadı Ağacı / The Best Of İlhan İrem 2, 1998 yılında Hayat Öpücüğü / The Best Of İlhan İrem 3 albümü ve "Millenium / Sanalizasyon Fareleri, Yarasalar ve Diğerleri" (Denemeler) adlı beşinci kitap okuyucuya ulaştı. 2000'li yıllar 2000 yılında eski çalışmaları olan "Bezgin", "Pencere... Köprü... Ve Ötesi..." albümleri, bazı bölümleri yeniden mix edilmiş ve yenilenmiş kayıtlarıyla "Bezginin Gizli Mektupları", "Uçuk Mavi Pencere", "Bulutlara Köprü", "Düşler ve Ötesi" isimleriyle tekrar piyasaya çıktı. Yeni şarkılardan oluşan "Seni Seviyorum" 2001 yılında yayınlandı. Sanatçı 2003 senesinde "Bir Meleğe Aşık Oldum / The Best Of İlhan İrem 4", 2004'te "Işık ve Sevgiyle 30 Yıl" albümlerini yayınladı. Sanat hayatında “Cennet İlahileri” albümü ile başlayan süreçtir. İrem bu dönemi bir konserinin de[29] adı olan "yürek büyüsü" kavramıyla tanımlar.[30] Yeniden sahnelere döner ve nadir solo konserler verir. Bu dönemde hakkında çeşitli kitaplar (bkz.)[31] yayımlanır,[32] müziği hakkında çeşitli araştırmalar[33][34][35][36] ve paneller yapıllır.[37] Ayrıca İlhan İrem’in siyasî yazıları bu dönemde yoğunlaşmıştır. İlhan İrem'in yeni şarkılardan oluşan "Cennet İlahileri" adlı albümü 2006 yılında yayınlandı. 2007 senesinde "Siyah Kuğunun Şarkısı" isimli altıncı kitabı "Senfonik Şiir" alt başlığıyla yayınlandı. 2008 yılında çocuklar için hazırladığı "Tozpembe / Progresif Çocuk Şarkıları" isimli bir albüm yayınladı. İlhan İrem, Türkiye'de son dönemde yaşananları kendi penceresinden kaleme aldığı "Güneş Ülkesinin Karanlık İnsanları" isimli yedinci kitabını 2014 yılında yayınladı. İlhan İrem, 17 Eylül 2013 tarihinde Akşam Gazetesi'nden Olcay Ünal Sert'e verdiği röportajda "Eserlerimi hiçbir zaman belli kalıplar içinde üretmem. Her biri canlıdır. Her birinin kendi içinde bir dinamiği vardır. Senfoni gibi gelirler. Ürettiğim anda tamamen trans halinde oluyorum." demiştir.[38] Sanatçı günümüzde yeni albüm çalışmalarını sürdürmekte olup 2006 yılından beri İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde her yıl konser vermekte olup, 30 yıl aradan sonra doğum yeri Bursa'da 4 Haziran 2016 tarihinde konser vermiştir.[39] Eurovision sarkı Yarısması İlhan İrem, 3 kez Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye finallerine katıldı. "Bir Yıldız"[40] adlı bestesi 1979 Eurovision Türkiye finaline kaldı. Ama yarışamadan askere alındı. Finallerde yarışabilmesi için TSK'dan İlhan İrem'e özel izin verildiği halde, sanatçının bağlı bulunduğu plak şirketi bu süreçte "Bir Yıldız" adlı şarkının yer aldığı "Sevgiliye" albümünü yayınladığından, kurallar gereği diskalifiye oldu.[41][42] İlhan İrem, 1988'de "Yurtta Barış Dünyada Barış"[43][44] ve 1990'da "Komedi"[45] adlı besteleriyle iki kez daha Eurovision yarışmasına katıldı. İlhan İrem, Türkiye'yi 1986 yılında Norveç'te temsil eden "Klips ve Onlar" grubunun seslendirdiği Melih Kibar'ın bestesi "Halley" isimli şarkının söz yazarıdır.[46][47] Ödülleri İlhan İrem sanat yaşamı boyunca 6 kez Altın Plak Ödülü olmak üzere pek çok ödül aldı.[48][49] Aralarında Hey ve Ses de olmak üzere çeşitli dergi, gazete ve kurumlar tarafından pek çok kez "yılın erkek sanatçısı" ve "yılın sanatçısı" ödüllerine layık görüldü.[48][49] Birçok şarkısı ve albümü çeşitli dergi, gazete ve kurumlar tarafından "yılın şarkısı/yılın albümü" seçildi.[48][49] İrem Bağı 1985'te İlhan İrem’in “Işık ve sevgiyle” felsefesini hayatlarına geçiren dinleyicileri tarafından “İrem Bağı” adlı birliktelik kuruldu.[50][51] Resim ve yazı çalışmaları Soyut resim çalışmaları yapan İlhan İrem zaman zaman kişisel resim sergileri açmaktadır. Cumhuriyet Gazetesi,[52] Aydınlık Gazetesi [53] ve Oda TV'de[54] köşe yazıları yazmıştır. Çağdaş bir ozan olarak kabul edilen İlhan İrem; eserlerine yansıttığı mistik, metafizik, doğaüstü ve tasavvufî çağrışımların bir sonucu olarak, kendine has bir izleyici kitlesine sahiptir.[55] Siyaset İlhan İrem dünya görüşünü laik, demokratik, Kemalist ve anti-emperyalist olarak tanımlar,[7] Yeşiller Partisi kurucu üyesidir.[56] Özel hayatı Orta Doğu Teknik Üniversitesi psikoloji mezunu olan eşi Hansu İrem ile 1 Ekim 1991 tarihinde evlenen[4] İrem'in son dönem eserlerinin pek çoğunun şiirlerini eşi yazmakta, aynı zamanda albümlerinin kapak fotoğraflarını çekmektedir. Hansu İrem aynı zamanda İlhan İrem'in sanat yönetmenliğini yapmaktadır.[57][58][59] Çiftin çocuğu yoktur.[4] Ölümü 28 Temmuz 2022 tarihinde böbrek yetmezliği nedeniyle kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti.[60] Haberi İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu duyurdu.[61] Diskografi Plakları 1973: Birleşsin Bütün Eller \ Bazen Neşe Bazen Keder 1974: Yazık Oldu Yarınlara \ Haydi Sil Gözlerini 1975: Anlasana \ Ne Güzel Bak Yaşamak 1975: Bir Varmış Bir Yokmuş (Kuklacı Amca) \ Hasretim Sana 1975: Ver Elini \ Üzülme Dostum 1976: Havalar Nasıl \ Gözünü Seveyim 1977: Sensiz de Yaşanıyor (İşte Hayat) \ Son Selam 1978: Ayrılık Akşamı (Sazlıklardan Havalanan) \ Sen Bilirsin 1979: Bir Zamanlar \ Yeni Bir Şarkı 1980: Er Mektubu Görülmüştür \ Bal Ağızlım Albümleri 1979: Sevgiliye 1981: Bezgin 1983: Pencere 1985: Köprü 1987: Ve Ötesi 1988: Dünden Yarına 1989: Uçun Kuşlar Uçun 1992: İlhan-ı Aşk 1994: Koridor 1994: Romans 2001: Seni Seviyorum 2006: Cennet İlahileri 2008: Tozpembe/Progressive Çocuk Şarkıları Toplamalar 1976: 1973-1976 1990: Pencere... Köprü... Ve Ötesi... 1995: Sevgililer Günü \ The Best Of İlhan İrem 1 1997: Aşk İksiri & Cadı Ağacı \ The Best Of İlhan İrem 2 1998: Hayat Öpücüğü \ The Best Of İlhan İrem 3 2003: Bir Meleğe Aşık Oldum \ The Best Of İlhan İrem 4 2004: Işık ve Sevgiyle 30 Yıl Yeni basım 2000: Bezginin Gizli Mektupları 2000: Uçuk Mavi Pencere 2000: Bulutlara Köprü 2000: Düşler ve Ötesi Kitapları 1985: Pencere... Köprü... Ve Ötesi... (Öykü) 1987: Uzaklarda Biri Var (Denemeler) 1990: Katastrof (Şiirler) 1994: Delirium (Denemeler) 1998: Millenium / Sanalizasyon Fareleri, Yarasalar ve Diğerleri (Denemeler) 2007: Siyah Kuğunun Şarkısı (Senfonik Şiir) 2014: Güneş Ülkesinin Karanlık İnsanları (Denemeler) Hakkında yazılan kitaplar "Sürgün Gibi Masallarda" Michael Kuyucu (2008) Pegasus Yayıncılık "Işığın Aşkıyla İlhan İrem, Müziğin Mistik İlahı'" Özlem Süyev Zat (2008) Siyah-Beyaz yayınları "Ölümsüz Ozan İlhan İrem" Hakan Taştan, Ersin Kamburoğlu (2008) Cinius Yayınları Sahnelere veda etmesi ve geri dönmesi İlhan İrem, 8 Ağustos 1992 tarihinde Gülhane Parkında verdiği konserden[62] sonra popüler kültür ortamlarından çekilmiş ve sahnelere veda etmiştir. Sanatçı, 40.000 kişinin izlediği bu konserden 14 yıl sonra, 29 Eylül 2006’da İstanbul Açıkhava Tiyatrosundaki o yılın almanaklarına [63][64] giren büyük bir konserle sahnelere dönüş yapmıştır. Aradaki 14 yıllık dönemde sahnelerden ve tüm popüler tanıtım mecralarından geri çekilen İlhan İrem bu süreçte albüm çalışmalarını kesintisiz olarak sürdürmüştür. Kaynak: Vikipedi

  • Hep

    Avuçlarımıza bırakılan topu topu bir ömürdü Bir ömür ki gözler bulut bulut Gözler yoğun kanamalı Sırtımızda yumrular Sayısız kambur sırtımızda Filizlerimiz kırılmışken Öz suyumuzda ateş Yaşamaksa, böylesi yaşamak Haddinden fazlaydı Yorgunduk biz Biz hep yaralı Tetiğe davranmaya hazır Altı patlar Yedi patlar Sekiz! Onlar hep eli silahlı Dünden bugüne Dört mevsim kıştık, yine ve hep Oysa bir boşluğuna denk gelmeliydi çemberin Gökkuşağı bulaşmalıydı ellerimize Sonrası Bir dahası yok Nisan yağmurlarında ıslanmak hastalıklı Değişti, dönüştü mevsimler Olmadı Anlaşılmadık #aydogmuszeliha

  • ECELER

    Eceler, ne güzel kadınların meskeni, ne de Eceler’in evidir. Eceler, Kendirli Hüseyin Pehlivan'ın, Gök Münevver’ine miras tarlasının olduğu muhittir . Eceler, güzel kadınların meskeni olsa nasıl olurdu, sorunun yanıtını alanın ihtisascılarına bırakarak hikâyeye başlayalım: Seyyah Kaptan yıllarca muavinlik yapmış, şoförlükte ustalaştıktan sonra Kendirli Hüseyin Pehlivan’ın altından girip üstünden çıkmış, ortak bir kamyon almışlar. Salihli’de Kabasakalların kamyonunda muavinliğe başlayan Seyyah Kaptan, işini ahlaklı yapmasına sebep sevilip sayılmıştır. O, her işe, bir tekmil kendini adar, geceli gündüzlü işiyle yatıp kalkar. Yıllarca köyde koyun güttükten sonra şehir mehir görmeden şehre gidip şoförlük yapmak köy çocuğu için mucizenin öteki adıdır, o yıllar. Soğuk bir mart günü birkaç giyeceğini fileye doldurmuş, Hakkı Kazak’ın kamyonun kasasına binip gitmiş Salihli’ye. Salihli’nin mart ayı bazı yıllarda kazma kürek yaktırır adama. O yıl da öyle olmuştur. Üstünde ne ceket, ne palto, ne kaban? Paltosu, kabanı olan sayılıdır, varsa o da şehirlerdedir. Bıyıta bıyıta kamyonun kasasında dalgın düşüncelerle, kara toprak dedikleri cüruf dağından, Demirköprü Barajına, dolguya doğru ilerlerken İngiliz malı kamyon, Demirköprü Barajı’nın balıkçıları ağlarına takılan sazanları, levrekleri livarlarına doldurmaktadır. Levrekleri çok lezzetlidir, bunlardan yiyen bir daha başka yerde levrek yiyemez; hele bir de pişirmeyi bilirlerse… Yol kıyısındaki meşeler, öteki bodur ağaçlar, sair günlerin güneşi ile yavaştan gövermeye, doğa yavaştan uyanmaya başlamıştır. Hüsamettin Kabasakal’ın fort kamyonunda iki yıl muavinlikten sonra ehliyeti alıp şoförlüğe terfi etmiştir Seyyah Kaptan. Hüsamettin amca, Seyyah Kaptan’ı çok sevmiş, çok değer vermiş. Üç yıl da şoför olarak çalıştıktan sonra kendi işinin patronu olmak istemiş, Gök Münevver’in yaman desteği ile Kendirli Hüseyin Pehlivan ikna edilmiş, BMC marka 75 model bir kamyon almışlar. “Ana demiş Seyyah Kaptan, gadeşleme de faydam olur, ben çok parasızlık çektim, az da olsa onlan cepleri para görür belki de zanaat sahabı olurlar belli mi olur!” Demirci’de BMC Bayii Hüseyin Coşar’dan taksitle alınan beyaz BMC’nin, önce trafik işlemleri halledilmiş, arkasından karoser çalışmaları derken nihayet seferlere başlamıştır Seyyah Kaptan. Haftada iki sefer İstanbul seferi yaparak kazandığı parayla taksitleri hiç aksatmadığı gibi, hem baba evi, hem kendi evi, az da olsa bollaşmış, iki eve de yeni yeni sebze meyve girmeye başlamıştır. … İlkokul öğretmeni Muzaffer Öğretmen’le kardeşi, Seyyah Kaptan’ın BMC’sine binmiş, Ecelere buğday biçmeye giderler. Muzaffer Öğretmen yeni öğrenmiştir kamyon kullanmayı. Kamyon kullanmak ne kağnı kullanmaya, hatta ne taksi kullanmaya benzer. Bir şoförün yanında pişmek gereği vardır. Muzaffer Öğretmen için, rampaları üçüncü, dördüncü vitesle çıkmak önemliydi. Rampayı çıkarken kamyonun gazına basıyor, virajlarda savrulur mu diye düşünmeden daha da yükleniyordu gaza. Rampanın tam ortasında tatlı bir virajın olduğu yerde, nereden çıktıysa çıktı, komşunun kır eşeği önünde biter. Ne yaparım, nasıl yaparım diye düşünmeye fırsat kalmadan yapıştırır tamponu. Tamponu yiyen eşek iki üç metre yuvarlanıp gider, Çaltılı göle doğru. O eşeğe dair, öldü mü, kaldı mı, kimseden bir şey duymamışlar. Temmuz ayının ortası, buğdayların biçim zamanıydı. Abi kardeş, Gök Münevver’in babasından kalan sonraki yıllar Gökveliler Yörüklerine sattıkları dokuz dönümlük buğday tarlasındadır. Hava müthiş sıcaktır, yaprak kıpırdamaz, ağustos böceklerinin sesi duyulur. Diğer böcekler ya bir ağaç kovuğuna girmiş, ya da kayaların altına saklanmış, kertenkeleler bir taşın üstüne çıkmış, dilleri dışarıda güneşlenir, öfke depolar. “Mayısta büğelekten, haziran temmuzda yılandan,” çok çeker Anadolu köylüsü. Mayıs ayı geldi mi, küçük yeşil bir sinek koca koca sığırları ısırmaya görsün, sığırlar koştura koştura deli divane olur. Haziranın, temmuzun, öğle sıcağında ne yılanı gör, ne bir şey; hele kuyruğuna hiç basma... Hava acayip sıcaktır. Börtü böcek sıcağın tesirinin geçmesini beklerken, bir damla su olsa serinleyecekti bir nebze. Bereket ki, ağaçların, meşe palamutlarının, çaltıların, pırnalların, yaban armutlarının yapraklarının özünden, damlanın damlası serinlik alırlar. Bir damla su için, kilometrelerce uçup gelirler sabah ve akşam serinliklerinde. Muzaffer Öğretmen, tırpanla ekin biçmeyi, kardeşinden öğrenmiştir, ne kadar öğrendiyse. Onun orak biçtiği yıllarda el orağı ile biçilirdi ekinler. Sol elin parmaklarına ellik adını verdikleri ahşaptan koruyucular takılarak parmaklar korunur, ekinler tutam tutam deste yapılırdı. El orağı ile ekin biçildiği günlerde çifteye gitmede hem duygusallık, hem realistlik vardır. Çifteye kızlı erkekli gidilmişse, bir de delikanlının yanında gönlünü kaptırdığı varsa, orak mı dayanır. "Ellik" derler, sol yandan biçerler; "orak" derler sağ yandan biçerler. "Ellik, orak, ellik orak, ellik orak!" Bir bakmışsınız, çifteye gidenler ağızlığı genişlettikleri gibi sona bile gelmişlerdir. Tarla sahibi pek gönençli, delikanlı ile hanım kızın gönenci ise dağların başındadır. Muzaffer Öğretmen de çifteye gitmeyi çok sever, hele bir de yanında gönlünü kaptırdığı o kız varsa, o gün iki kişilik orak biçerdi kesin! Taşı sıksa suyunu çıkaracak iki delikanlı için, dokuz dönümlük tarlanın ekinini biçmek, su içmek kadar efendir. Küçük kardeş, tırpanları dişemiş, ekinleri biçmek için hazır hale getirmiştir. Dişlenecek tırpan örsün üstüne koyulur, sivri uçlu bir çekiçle, tırpanın ağzına, ne bir milim üstüne, ne bir milim altına, aynı hizada, sabırla aynı kuvvetle vurularak bir kuyumcu titizliği ile ince ince dişlenir. Kolay değildir, tırpan kullanmanın abecesi buradan başlar. “Bizim oğlan dedi Muzaffer Öğretmen, bugün burayı bitirmeden gitmek yok, ona göre çalış!” “Sen kendine bak, ben beş altı dönüm yeri keserim. Sen dört dönüm kesebilirsen, yata kalka hallederiz!” Tarlanın ucundan, sonundan başladılar. Palamut ağcının altını biçip gölgesine kamyonu bıraktılar. Burası yüksekçe bir yerdi, fakat esintinin esamisi okunmaz, yapraklar hareket etmez. Öğleye daha üç dört saatlik zaman olmasına rağmen sabahtan güneş adamın beynini delecek gibi yakmaktadır. Her ağızlığı çıktıktan sonra ikişer tas su içer, terle attıkları suyu geri yüklemeye çalışırlardı. Tıpanı salladıkça önlerine çıkan kara dikenler, eşek dikenleri, kenger dikenleri işi yavaşlattığı gibi bir de tırpanı yiyen pıtraklar sağa sola, üstlerine başlarına yapışır, açık yerlerine, tenlerine denk gelmişse, yakım yakım yakar. Bir türlü iş ilerlemez, bu hızla bitirmeleri nerdeyse imkânsızdır. Bir de bu yıl, gökten doğru dürüst rahmet yağmadığından ekinler cılızdır. Ekinlerin iyi olduğu yerlerde tırpan inip kalktıkça fışk fışk diye ses çıkarır. Tırpan fışk, fışk diye ses çıkardıkça aşka gelirler, o aşkla tırpanı daha geniş sallayıp ağızlığı genişletirler. Sonra karşılarına palamutların sağa sola dağılmış pelitleri filizlenmiş, kuvvetli çalıları çıktı mı, iş daha da yavaşlar. Tepeden tırnağa tere batmış gibiydi abi kardeş. İki ağızlık çıkınca, ikişer tas su içiyor, onlar su içtikçe daha çok terlemekte, terledikçe daha çok su, daha çok su içtikçe daha çok terlerler. Terledikçe üstlerindeki giyitler cımcılık olur, sonra onları üstlerinden çıkarıp bir çalının üstüne sererler. Giyitler beş on dakikanın içinde kurur, kuruyunca üstünde kalan tuzla sertleşen giyiti, güneş yanığı olmamak için tekrar geçirirlerdi üstlerine. Muzaffer Öğretmen yaz tatillerinde köye gelir, yardımcı olurdu ailesine. Yaz ayları köylünün altı ay yağmasıdır. Köylü, bu mevsimde yerdeki karıncadan bile medet umar. Muzaffer öğretmen için tarla takka işi köyden biri olmasına rağmen kolay değildir, vücudu ham olduğundan bir ağızlık çıktı mı, nefes nefese kalır. Üstelik avuçlarının içi su toplamıştır. Öğle olmak üzeredir, daha üç dönümlük bölüntüyü anca bitirmişler. Bu arada karınları da yavaş yavaş acıkmaya başlamıştır. Sabah tarhana çorbası yemişlerdi. Ne derler, “ tarhana çorbası tarlaya, bulgur aşı öğleye!” Sabah sabah da bulgur aşı yiyemeyeceklerine göre… Öğleyinse ayranın içine ekmek doğrayarak doyuracaklardı karınlarını. Gök Münevver evde kalmıştır, Tekne kazıntısı Küçük Hüseyin hastadır. Gelseydi, bir kaşık aşlarını pişirir kuvvetle sarılırlardı işe. Küçük Hüseyin çok hastadır, ne yiyebilmekte, ne içebilmektedir. Salihli’ye doktora götürmüşler, doktor ilaç milaç vermiş, çocuğun da şusu var dememiş; dediyse bile anlamamışlardı doktorun dediğini. Sabah olunca Kendirli Hüseyin Pehlivan: “Mizefer, biz çocen gıyında galcez sen kamyonu sür git Eceler’i püçün gelin, iki kişi ikindi omadan olusunuz, omadan gemen” deyip yollamıştır ekin tarlasına. Küçük Hüseyin, Gök Münevver’in sütü erken kesildiğinden doğru dürüst beslenememiş, onun söylemiyle “arık”tır. “Haydi bizim oğlan dayan, bu tarla bitmeden hiçbir yere gitmek yok, açlıktan susuzluktan kırılsak da bugün bu tarla oluncak! İki kişi dokuz dönüm seyrek ekinli tarlayı biçemezsek, el âlem bize bir yerleri ile güler!” Ekinlerin iyi olduğu yerde tırpan inip kalktıkça, fışk fışk diye ses çıkarak yana doğru destelenip yatmaktadır. Ağızlığı bitirdiler mi, tırmıkla desteyi de yaparlar. Deste yapmak iş değildi aslında, fakat işti. Hem biçiyor, hem de deste yapıyorlardı ki bu da işi, aksatıyordu. Deste de yapsan, tırpanla ekin biçsen, sarı sıcağın altında doğru dürüst bir şey yiyip içmedikten sonra hak akşama çalışmak, zordan öteydi. “Haydi sallanma Muzaffer Öğretmen, madem bu tarla bitecek; salla tırpanı!” “İşine bak, sana yardım için geldim ben; boş boş konuşma, çalış! Testilerin suyu tükenmiş, daha tarla bitmemiş, bitmesine epey vardır; belki bitmez, gece yarılarına mı tırpan sallayacaklardı. Bitecek demişti Muzaffer Öğretmen, Kendirli Hüseyin Pehlivan, “orağı olmadan gelmeyin,” demişti. “Orağı olmadan gelmeyin! Tarlanın biçmesi sevimli olsa, bir de Muzaffer Öğretmen de yeni öğrenmemiş olsaydı tırpanla buğday biçmeyi; biterdi. Böcekler ötüyordu, sıcaklık dalga dalga önlerinden palamut ağaçlarının arasından Çayköy’e doğru, eğik bir düzlem içinde uzayıp gidiyordu. O kadar uzayıp gidiyordu ki, bazı yerlerde marangoz elinden çıkmış gibi, bir kırataydı. Ecelerin çalısı, çırpısı, ahlâtı, çaltısı, pırnalı, meşesi… yağışlı mevsimlerde, günlerde depoladığı su ile yazı çıkaracağını bildiğinden idareli kullanır. Muzaffer Öğretmen’le kardeşi ağaçlar gibi idareli kullanmayı bilmediklerinden tüketmişlerdi suyu… “Abi susadım, gidelim boş ver kalsın, kalanı da ben biçerim yarın; sen uyursun!” “Haydi çene yapma, çalış, bitecek; söz verdik; kesin bitiririz dedik, bitecek!” “İyi de öldüm ben susuzluktan!” “…” Muzaffer Öğretmen’in kardeşi, gitti, motor su kaynatır maynatır diye Seyyah Kaptan’ın beyaz bidona koyduğu, sıcakta köpek yalı olmuşcasına ısınmış, içince insanın ağzını yakan sudan içmeye çalıştı, içilecek gibi değildir. Hava da sıcak mı çoksıcaktır, temmuz sıcağında plastik bidondaki su çok ısınmıştır. Küçük kardeş, sağa bakar, sola bakar, elinde bidonla bir öne, bir arkaya gider gelir. Başını havaya çevirir, gökyüzünde derde derman bir tutam bulut yoktur, bırak bulutu, bulutun duman izi bile yoktur. Hatta gökyüzünde bundan sonra hiç bulut olmayacak, hiç yağmur yağmayacak, hiç gölge olmayacak gibi bir vaziyet vardır. Muzaffer Öğretmen bu ne yapıyor deyip tırpanın sapı elinde, metal tarafı Ecelerin kepir topraklarında, bir zaman öylece bakar, gözünü açar kapatır. “Allah allah,” der, sonra alnına biriken terleri elinin tersi ile silip duyulur duyulmaz bir şeyler söyler. Güneş de batıya doğru ilerlerken, gölgeler yer değiştirmeye başlamıştır, Seyyah Kaptan’ın beyaz BMC’si güneşin altındadır. Gölgeler yer değiştirdikçe Muzaffer Öğretmen, arabanın başına güneş geçmesin diye düşünmüş olacak, gölge kovalar, kendinin güneşin altında olduğuna bakmadan beyaz BMC için gölge kovalar. Tarla komşuları ekinlerini biçmiş, harman yerine bile taşımışlardır. Hiç böyle arkaya kalmazlardı, bu yıl evin son numarasının adı bilinmez hastalığı, onları arkaya bırakmıştır. Küçük Hüseyin hastadır, Küçük Hüseyin günlerden beri başını kaldıramaz, doğru dürüst gözlerini açamaz, öylece yatmaktadır. Gök Münevver’le, Kendirli Hüseyin Pehlivan çocuğun yanında kalmış, ağzına bir yudum su gitsin diye ıslattıkları bezi dudaklarına bir o, bir o, sürüp umutsuz gözlerle Küçük Hüseyin’in başındadır. … Ailecek radyo dinlemeyi, türkü dinlemeyi çok severler. Bir dakika durmaz, arabaya biner binmez radyoyu açar, hoşlarına giden bir şey olmazsa, teybin ağzına kaseti verir; istediklerini dinlerler. Radyoda dinleyecek bir şey bulamayan Muzaffer Öğretmen, Seyyah Kaptan’ın çalıp söylediği, kendi doldurduğu kaseti koymuştur. Seyyah Kaptan, çalıp söylemeyi seven biridir, aynı zamanda sesi de güzeldir. Çalıp söylemeye geçmeden önce boğazını bir temizler, dudağını kapatır, bronşlarını açar, sesine engel olacak bir şey olmasın diye sazı ile birlikte sesini de akortlar; sonra boğazını uzata uzata türkü söyler, deyiş okurdu. Muzaffer Öğretmen, Seyyah Kaptan’ın söylediği türküye eşlik ediyordu bir yandan. “Aşağıdan gelir Hozalı gelin, Topla fistanını toz olur gelin Toplasam peçeni baksam yüzüne, Eller arif olmuş söz olur gelin!” Dişlenen tırpanın önünde buğdaylar saniye salise dayanmıyor, boylu boyunca devrilip gidiyordu: "Fışk, fışk, fışk!” Kardeş iyi dişlemiş tırpanı, Muzaffer Öğretmen tırpanla ekin biçmeyi, küçüğünden öğrenmiştir. Her ağızlığı çıktıktan sonra arka ceplerine koydukları taş masatla gıla çekmeyi ihmal etmezler. Öğle sıcağı üstlerine çökmüş, tarlanın bitirilmesi düşüncesi, huzurlarını kaçırdığı gibi üretkenliklerini alıp gitmektedir. Cılız, ipince buğdaylar, tırpanın işlemesine imkân vermez, tırpanın ağzından kayıp gider, arkada isyan bayrağını açmış gibi ayağa kalkar. Ötelerde, berilerde kuruyan otların sıcakta çıkardıkları çıtırtılar, sonra ağustos böcekleri… Eceler sese kesmiş. Sürüyle beş, on, yüz, iki yüz… böcek sıraya koymuş gibi kuyruklarını çırpa çırpa saz çalar. Sıcağın şiddeti dayanılmaz, dalga dalga yayılmakta dere aşağı, Uluköy'e, Çayköy'e aşağı. Ecelerin rakım bakımından yüksek olduğu yerdedir Gök Münevver’in tarlası. Karşıda, İcikler’in Mahallesi Uluköy, onu koruma altına almış sıra bir dağ gibi uzanıp giden Akyar. Akyar’a doğru sıcaklığın dalga boyutu daralır, güneş oraları daha çok yakmaktadır sanki. Her dalganın arasına sıkışan, nispeten az daha sıcak hava, aşağıdan gelen sıcaklığın hışmına uğrayıp yok olup gitmektedir. Akyar’ın yüzeyi, beyaz kalker kayalardan müteşekkil, uçurumlarına kuzgunlar, kerkenezler yuva kurmuş, yüksekten Gediz’in kolu İlke çayına doğru uçmakta arada. Alıcı kuşlar vadinin tabanında gözünün kestirdiği bir şey olursa süzülüp iner, pençelerine aldığı gibi havalanır... Yıllar yıllar önce insanı alıp götürecek kadar suyu debisinde taşıyan İlke çayı, memleketin her bir yerindeki öteki akarsular gibi kurumuş, ya da kurumaya yüz tutmuştur. Akyar’ın kovuklarına yuvalanan arıların balları, yalnız kendilerinedir. Buraya insan ayağı, ayının iştahı ulaşmadığı için kovuklardan aşağı sıza sıza inip gitmekte. Uluköy’ün hemen üstünden başlayan Akyar, Parsamaz alanının yamacında asaletli duruşuyla Kuzguncuk’a kadar bir sıradağ gibi uzanır. Muzaffer Öğretmen’in vücudu hamdır, o bir ağızlık çıkıncaya kadar, kardeşi birinci ağızlığı bitirmiş, yeni ağızlığı yarılamıştır. Sarı sıcak yamandır. Akşama doğru köreseyeceğine, aşağılardan kopup gelen nemle daha da artar. Su kayıpları da artıkça artmaktadır bu esnada. Terledikçe su içerler, su içtikçe terlerler, su içtikçe daha çok terlerler, terledikçe daha çok su içerler. Suyun tükeneceğini ikisi de akıl edememiş, tükenmek üzereyken farkına varırlar. Durhasıllı testileri bir bir boşalmış, son testinin de suyu tükenmek üzereyken varmışlar farkına. Çevrede akan bir çeşme, akan bir dere yoktur. Borlu - İcikler Yolu’ndan Eceler’e dönüşün tabanında Ali Hoca’nın pınarı vardır. Onun da iki yıldır bir damla su akmamıştır oluğundan. Pınarın önünden geçen Eceler yolunun yanında yönünde, çaltılar, pırnallar, meşe çalıları, çöğürler vardır. İnsanoğlunun doğa vahşeti o yıllarda kısa boylu bu bodur ağaççıklara çokça zarar vermemiştir daha. Şimdi belki o ağaççıkların yerinde yeller esiyordur kim bilir? Muzaffer Öğretmen’le kardeşi iki bölüntüyü bitirmiş, son bölüntüye geçmiştir. Sıcağın etkisi yok olmamış, bir iki saat önceki zamana göre belki yarım derece bir serinleme olmuştur. Testiler bir bir boşalmış, bir damla su kalmadığı gibi kamyonun ihtiyacı olur diye yedek tutulan beyaz plastik bidonun içindeki kaynamış su da tükenmiştir. Hava sıcaktır. Sıcak adamın kanını buharlaştıracak, derisini tamtakır kurutacaktır. Abi kardeş, öğle yemeği için bile çok zaman kaybetmemiş, boyuna çalışmıştır. Muzaffer Öğretmen, iki ağızlık çıktıktan sonra: “Patron müsaadenle ben bir sigara içeyim deyip Maltepe sigarasını çıkarıp yakmıştır. Sigaranın dumanını havaya savururken, “Adım Hıdır, elimden gelen budur,” deyip özlü bir sözle anafikri yazmıştır O yıllar Maltepe sigarasının kabı, gamalı hac’ı çağrıştırıyor diye düşünülerek tartışmalar yaratmış, gündem oluşturmuştur. Benzer derin mevzuular aziz ülkemde çokça tartışılır zaten. Hatta böyle konuların “sosyal bir sorumluluk” projesi olarak da ortaya atıldığı bazıları tarafından söylenir. “Abi iyice susadım ben, kalan kalsın, yarın gelir kalan yeri biçerim!” “Olmaz, sık dişini, ne kaldı, yarın dinlenirsin!” “Bayılacağım, dayanamıyorum; kalsın; sokakta mı bulduk bu canı?” “Sık dişini dedim, söz verdik, bitirip gideceğiz!” “Susadım, susadım, öldüm susuzluktan; dayanmıyorum!” “Dayan, akşamdan söz verdik; bitirmeden gelmeyiz dedik; sen de tamam dedin!” “Ben dayanamıyorum, yarın bir başıma gelir, biçer giderim; sen uyursun!” “Olmaz, iki kişi dokuz dönümü kesememiş dedirtmem ben kimseye!” Susadım, ölüyorum, kalsın yarına, ben biçerim!” “Ne o derler, yediğiniz içtiğiniz arpa kepeği mi deyip gülerler!” “Kim güler, gülenin gancığına, gülmeyenin …!” “Sus ule terbiyesiz, utanmıyor musun benim yanımda böyle konuşmaya?” “Ne terbiyesizi, öyle işte!” “Hadi sallan, bitecek bu tarla!” “Bitmez, ben öldüm susuzluktan!” “Bitecek, iki kişi dokuz dönüm yeri kesememişler deyip bir yerleri ile gülmelerine izin vermem ben!” “Kime gösteriş yapıyorsun sen, bitmezse bitmesin; yarın gelir kalan yeri biçerim diyorum; anlamıyor musun?” “Olmaz dedik, uzun ettin, haydi sallanma, tırpanı daha çabuk salla!” “Ben mi, sen mi, iki katın biçtim ben senin, daha şeyimi koyup bir dakika oturmadım!” “Haydi haydi, bitirmeden gitmeyeceğiz!” Yakınlarda su namına hiçbir şey yoktu, bir iki kilometrelik yerde “Gıröldü Pınarı,” vardır. Oraya giden patika yol balkanlıktır, insanı ürkütür. Sık ormanlar, çalılar, pırnallar, sövdekler, çaltılar… Giderken yılana, çıyana tesadüf etme ihtimali çoktur. Bir de git gel üç saatlik mesafe, üstelik de arabanın gitmesi imkânsız; yolu izi yoktur. İkisinin de susuzluktan dilleri damakları kurumuş, yürek yangını beyinlerini demir bir çerçeve içine almıştır sanki. İki tırpan sallıyor, susuzluk tekrar tekrar vücutlarını işgal ediyordu. Susuzluk Muzaffer Öğretmen’in kardeşinin aklına geldikçe, delirecek gibi oluyordu. Su, su, su, s…s…s… Su… sanrısı görüyordu. Kocaman bir musluktan akan damlacıklar tıp tıp tıp tıp diye damladıkça bir mıh gibi çakılıyordu beynine. Abi ölüyorum susuzluktan diyordu kardeşi. “Sen laftan, sözden anlamaz mısın, sen beni öldürecek misin, sık dişini az kaldı… Susadım da susadım. Anladık ben de susadım oğlum! Bitirdik mi, yarın şeyini göme göme yatarsın sık dişini!” “Dayanamıyorum, ölüyorum!” “Sık dişini, kimseye iki kişi dokuz dönüm yeri kesememişler dedirtmem ben!” Akşam ezanına doğru dokuz dönüm tarlanın buğdayı biçilip olunmuştur. Seyyah Kaptan’ın beyaz BMC’sine binmişler onun sesi, sazı eşliğinde Softaların kaşından köye doğru giderlerken kasette Aşık Gülabi’nin Sefil Baykuş adlı ağıtını söylüyordu Seyyah Kaptan: “Sefil baykuş ne yatarsın burada? Yok mudur vatanın, ellerin hani? Küskün müsün, selamımı almazsın? Öter şeyda bülbül, dillerin hani, dillerin hani?” Avlu kapıyı açıp içeri girdiklerinde, karanlık iyice çökmüş, olmayan sokak lambaları yanmamıştı daha. Ahşap evin ikinci katına çıkmış, ortalıkta dolaşan sessizliğe teslim olmuşlardı Muzaffer Öğretmen’le kardeşi. Arpa evine erkekler, (odanın birine öyle diyorlardı) yan odaya kadınlar (ocaklıklı oda) toplanmışlar. Öğle saatlerinde vefat eden Küçük Hüseyin’i defnetmişler yasını tutuyorlar, bir yandan Gök Münevver’in, acısına ortak oluyordu eltileri, komşu kadınlar. Uzun zamandır hasta olan Küçük Hüseyin’in iyileşmesi mucizedir. Salihli’deki doktor, “inşallah iyi olur, Allah’tan umut kesilmez; ama zor demiş. İlaçları içirin, on beş gün sonra tekrar getirin demiştir. Ondan sonra iki sefer daha on beş günde bir gitmişler gitmesine de… Kendirli Hüseyin Pehlivan, son numaraya kendini adını koymuştu. Koymuştu koymasına da ömürlü olmamış, evlat acısıyla bırakarak Kendirli ile Gök Münevver’i çekip gitmişti bu dünyadan. … Kadınlar, “Allah size, evlatlarınıza ömür versin, Hak Teâlâ öyle istemiş, öyle olmuş. Zırıl zırıl ağlayıp durmayın, gücüne gider. O sevdiklerini erken alıp götürürmüş, günahsız münahsız. Şimdi o, sorgusuz sualsiz cennet-i alaya gidecektir. Allah herkese cenneti nasip etsin!” Küçük Hüseyin’in ölümüne dair konuşacaklarını tüketen ahali, gündelik hayata, buğdayların biçilmesine, harmanların sürülmesine geçmiştir. Onlar böyle kendi iş gayıtlarına dalmışken, Gök Münevver, evin köşesinde ocaklığın yanında, onuncu çocuğunun, günahsızının acısını, yasını tutmaktadır derinden. Başını öne eğmiş, takmağının üstüne bağladığı çelgiyi yenilemiş, ağlamaktan kan çanağına dönmüş mavi gözlerini, yere serili urganlı seysana dediği kilime dikmiş, hareket ettirmeden, derinlerden, için için ağlarken, içine akıttığı gözyaşlarında boğulacaktır neredeyse...

  • Cumartesi Diye

    taramalı tüfeklerle dayanılıyor kapımıza toprakta bitmeyen uğultu şarap acıtıyor uzadıkça gece kafası güzel saat kulesi ege denizini içiyor yıldızları topluyor sessizce yüreği aksayan bakışlar leş kargaları sıra sıra yarasalar sürü halinde kavanozlara hapis edildiyse ateş böcekleri anlıyorum ki sen ellerin nerede hımbıllaşan ezilen izmaritlere sorsan gün dün biriken özlem cumartesi diye #aydogmuszeliha

  • GEÇMİŞ BAYRAM RESİMLERİ

    Ah Eski Bayramlar * BU BAYRAM İSTANBUL BOĞAZI SU GİBİ OLACAK I 21 Ağustos 2018 * -Yazı insanın olmayan hafızasıdır- Bu bayram İstanbul Boğazı su gibi olacakmış. Duymadınız mı, kıtaları birbirine bağlayan 20 milyonluk İstanbul'un o muhteşem boğazı nihayet makûs talihinden kurtuluyor. Bosfor her kurbanda büründüğü KANKIRMIZI örtüsünü bu kez kuşanamayacak, SU GİBİ OLACAK... Önlemler alınmış, boğaza kurban kanı akmasına izin verilmeyecek... miş. Gökyüzünden insanların başına keçi düştüğü bir ülkede ne kadar olur bilinmez ama, kasap özentileri dinlerlerse, bu kez boğazdan geçip tatiline giden KİEVLİ, MOSKOVALI,.. bir kan denizinden geçerken, My God, galiba tüm kenti bismil ediyorlar, demeyecek dehşet içinde... Kan bu, yüzü soğuk... En güzel dilek galiba bu: Bayramınız su gibi olsun... Yollarınız öyle, ruhunuz öyle, bakışınız öyle, bekleyişiniz, geleniniz öyle, gideniniz öyle... Bayramdır, bekleyeceksiniz elbet... Gene bekleyin, ama su gibi bekleyin... Bulanmadan, donmadan akan su gibi... Özüdür o; her bayram sevinçlerin yanında bir bekleyiş, gidenleri anımsama günüdür aslında... Tek kötü yanı elindekilere, kazanca hiç bakmazsın. Sanırsın gelecekler... Beklersin... Boğaz da su gibi akacak... mış, bir kan denizine dönmeden. Herkes gelecek; oğul, kız, torun... hatta bütün mahalle... bozuk yumurtaların piri, tarihi geçmiş eksik gramajlı ekmeğin ustası bakkal bile... Gençliğinde mahallenin çatı aktarıcısının müteahhit olma ihtimaline sizi satmış, şimdi kırışık bir et çukurunda gömülü badem gözleri dışında hiçbir şeysi aynı kalmamış o muhteşem sevgili bile geçerken başını sallamıştır; BAYRAMIN KUTLU OLSUN diye... Az şey mi? Ne var ki yine bitmez o bekleyiş; bu hüzün asla bitmez... Sanki BAYRAMLARIN vazgeçilmezidir. Bitmemeli de... Yaşıyorsun demektir. Birileri gitmiş, ama sen yaşıyorsun... Sevinç sizin coğrafyadan hiç geçmez mi? "Meserret..." der oysa Tevfik Fikret, onu da duymadın mı? Öyle ya, kuvvetler ayrılığına dayanan kadim parlamento düzenimize ellerimizle son vermiş, yerine bizi kurtaracağına inandığımız başkanımızı seçmişiz, 16 yılda yapamadığını yapacak demişiz, topu topu birkaç ay geçmiş... bekle azıcık... Azıcık sabır...azıcık sabır. Sense, yerine koyacak bir muhalefet vardı da onu mu seçmedik, diyorsun. İyi de, söz 100 günde halledeceğiz deniliyordu, çoğu gitti... bu gidişle ne olacak?.. Şimdiden umudumuza kar yağdı; dolar kudurmuş, gör, işsizlik alıp başını gitmiş, dev şirketler batmanın eşiğinde, ekonomi felç olmuş, işsiz bıraktığın kiracına üreticinin harcama kalemi üzerinden % 20 zam yapılmış, kırk yıllık kadim dostumuz, strateji ortağımız, sütün tozunu da bize tanıtan ağabeyimiz süper devlet kankamızla da kötü olmuşuz, bize tavır koymuş, daha neler yapacağım diyor... Zaten deliren Dolar, iyice gemi azıya aldı, iki günde %50 fırladı. Gazetelerin yazdığına göre sebep de ne? Tutuklu rahibin biri... Ama iş öyle değil, bu ayrıntı önemli: Biz israil'in elindeki Ebru Özkan'ın serbest bırakılmasını rica ediyoruz Trump'tan, Trump da rahibin bırakılmasını istiyor bizden, rivayete göre "tamam" diyoruz(*). İsrail Amerika'ya nasıl hayır der, kızı bırakıyor, ama biz rahibi bırakmıyoruz... Elbette sol köşeye yatan Trump boş ellerine baka baka küplere biniyor. Ocak ayında 3.77, Mayıs'ta 4.00 olan Doları seçime kadar 5'e çıkarma başarısı bizim, ama Doların bir gecede 5 Liradan 7,40'lara fırlaması Trump'un kandırılmaya öfkesi... Bizim güçlü ekonomi havadan nem kapıyor... Olsun dev bir boşluğa dönen cari açığa bir bahane de bulduk: Amerika... Doğruysa Amerika'yı bile işlettik ya, helal olsun bize... Şimdi de toplam nüfusu bir Bursa kadar Arap emirliğinin ya da dün Boğazları Kars'ı Ardahan'ı isteyenlerin lütfuna kalmışız... O Arap bize kaç kez söz vermişti, tuttu mu? Aç interneti bak istersen... Ulusların dostu var mıymış, bir de ona bak... Olsun bizim de Allah’ımız var... der olduk. Bu para pul işine hiç olmazsa karıştırmasaydık, olmaz mı? Ne MESERRET'i diyorsun hala?.. İyi de BAYRAM... Yok, yok senin olayın o denli sıradan değil: Sanki nasırlaşan ruhun eksik arayan, noksan doğuran bir arı kovanıdır. Azıcık iyi bak... Üç gün iyi bak... Merak etme, Tanrının günleri senin, üzüntüler de sırada... Görmediğin bir yanı var bayramın, iyimser kulum... Bayramsa eğer, doğası öyle, insansan hep bir eksik vardır. Hani baban, hani o güzel annen, nerde beraber çelik çomak oynadığın arkadaşların? Nerde uğruna ölümlere gittiğin sevgilin, en son seni terk edip birlikte gittiği, onu büyük şair yapacak şair-ül azam'ın, aslında okuma yazması bile "Ali Okullu", ruhsatsız bir apartmanda kapıcı olduğunu öğrenince, bozuk kolonya içip intihara kalkıştığını duymadın mı? Bu ülkenin içkisi değil, kolonyası da şairi de sahte, nerde eski şairler? Nerde o GDO'suz meyvelerin, nerde Anodolu yetiştirmesi milli kurbanlıkların? Bir Kıvırcık'ın vardı, bir Merinos'un... Bırak onları Allah'ın dağındaki cevizin bile yok oldu, Peru'dan geliyor, Aztek kanı taşıyor artık... Oğul işsiz, kız işsiz... Maaşlar erken yatacak dediler, kimden söz ediyorlardı, benimki hala yatmadı. Bu da mı "meserret" için üretilmiş bir bayram balonu? Nasılsa maaş yatacak deyip onca borçlandık, kurban bile aldık; yetmedi yazı kaçırmadan bir de tatil yapalım, gözümüz gönlümüz açılsın, deyip yollara düştük. Şimdi plajda kapıda bekleyen insan azmanı şemsiyeciyi, 15 liraya su satan garsonu düşünün, sonra da onları gözleyen 45 kiloluk beni bir gözünüzün önüne getirin. Maaşlar yatmadı ama benzine, seçim diye ertelenen zamlarla birlikte süper bir zam geldi bile, bayram diyerek yollara çıkanların gözü aydın... Şimdi, siz yanlış anladınız oldu, öyle mi? Yatsaydı daha kötü, böylesi etli, tatilli on günlük bayrama para mı dayanır, bitecekti elbet, iyi de koca ay nasıl geçecek? Ardı ayın başı, YÜFE'den, aldığı ilhamla dolar gibi azmış kirayı nasıl vereceğiz, neyle? Seçim öncesi diye geçen bayram yaptılar öyle bir güzellik, hem de özeli, kamusu... sonraki ay veresiyeci bakkalın dalkavukları bizdik. En son da o klasik söylem: Nerde büyüğe saygı, nerde küçüğe sevgi? O bugüne özgü değil, zaten çoktandır yok... Bir tek doğrun var. Haklısın, bayramlar "meserret" yani sevinç günleridir de... doğru: Ne var ki o da külliyen yanlış; senin bildiğin gibi değil, bayramlar birilerini sevindirme günleridir ey gafil, kendini semirtme günleri değil. Bir de bayramın öteki yanına bak. Sevinmek nedensizse deliye özgü derler. Bayramda sevinmek ancak birilerini sevindirmekten geçer. Koşulların uyuyorsa kurban vaciptir, yani farzdan bir gömlek düşük. Kesince üçte ikisini dağıtmak, birini alıkoymaksa farzdır derler. Hadi kalk, kasapları dolaş bugün. Jipli mipli tanıdığın çok komşu, herhalde verecek yer bulamadıklarından tüm kurbanı, kellesi sakatatı dahil çuvala doldurup kendileri için işlemeye getirmişler, sonra da buzluğa gömüp bir yıl yiyecekler. Çok da haksız sayılmazlar, yoksulu zengini herkes kesiyor. Ayranı yok içmeye ama kesmeyen zenci... Kime vereceksin kurbanı? On günde bir, bir kilo alsan, şu hayvanların köküne kibrit suyu ekmesen, İstanbul boğazını kan denizi yapmasan... Ya da kesmişsen 3 te 2'sini dağıtsan birini de sen yesen afiyetle... Birkaç insan sayende gülümsese, sen de gülümsesen hem ibadetimi yaptım, hem insanlığım arttı diye...olmaz mı kurban? Bu bayram olmasaydı ekonominin üç tekeri de olmazdı gelir bana, kimler ekmek yiyor bir düşünsene, hele bunun ilk çağını, ortaçağını düşün, korkunç bir deha... İyi de hani bunun dini ritüeli. Hani senin "MESERRET"in... Senin elinde ineğin kalmamış, Uruguay'dan, Sırp kasabından ithal ediyorsun... Bulduğunu da buzluğa çürümeye bırakıyorsun... Çürümez diyorsun değil mi? O kurban altı ay da büyüdü zaten, dolapta nasıl aynı kalırmış ki? Sonra niye et alıp başını gitti...diyorsun. Dur dur, kaçma... daha siyaset, ekonomi... işlerine hiç değinmedik... Meserret, dedin ya, sen o şiiri önce bir düzgün oku. Ne demiş Tevfik Fikret? "MESERRET YALNIZ ÇOCUKLARIN HAKKIDIR..." değil miydi o? Kolay kanar da ondan... Harçlığını ver, tamamdır. İyi de verecek para da yok... Elimde değil... 365 gün ağlayıp bir bayram gülmek o denli kolay değil... Çocukluğumu öldürdünüz, kanamaz oldum. Hele bu bitmeyen cehennem sıcaklarında... Tanrı bile bizi zıt almışken... Hadi sen gül, bakarsın ben de öğrenirim. İyisi mi SU dileyelim. BOSFOR su gibi olsun... Yoksulun ekmeği umut; bu BAYRAM SU GİBİ OLSUN... Yollarınız açık, geleniniz çok, mutluluğunuz daim, yarınınız güzel olsun... Sonra da bir yağmur yağsın; YIKANALIM, ARINALIM... Uyanalım... olmaz mı? Ya da AZİZ, MUHTEREM ve MUAZZEZ... olsun diyelim... Eskiye rağbet var ya biz de eski sözcüklerle dersek bakarsın kabul edilir. Sahi ARAPÇA öğretimi ne oldu? Ya da anaokulundan başlayıp yıllarca öğrettiğimiz İngilizcede neredeyiz, bilen var mı? Türkçeyi öğretebildik mi? Boşver bunlara, iyisi mi o güzel şiiri dinle: Bayramsa ruhu herhalde bu olmalı: "Sevinç çocukların payı; lakin sevincinle Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor...Halûk dinle!" * Haluk’un Bayramı “Baban diyor ki: Meserret çocukların, yalnız Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk dinle; Fakat sevincinle Neler düşündürüyorsun, bilir misin?… Babasız, Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi Matem siyahına benzer bayram nağmesi idi! Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir; Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin; Biraz güzellensin Şu yoksulluğun solgun yüzü… Evet, sevinçtir Çocukların payı; lâkin sevincinle Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor… Halûk dinle!” Tevfik Fikret * *Yazarın notu: Şiirdeki yabancı sözcük ve tamlamaların yerine bugünkü söylenişleri konulmuştur.

  • BU BAYRAM İSTANBUL BOĞAZI SU GİBİ OLACAK

    Bu bayram İstanbul Boğazı su gibi olacakmış. Duymadınız mı, kıtaları birbirine bağlayan 20 milyonluk İstanbul'un o muhteşem boğazı nihayet makûs talihinden kurtuluyor. Bosfor her kurbanda büründüğü KANKIRMIZI örtüsünü bu kez kuşanamayacak, SU GİBİ OLACAK... Önlemler alınmış, boğaza kurban kanı akmasına izin verilmeyecek... miş. Gökyüzünden insanların başına keçi düştüğü bir ülkede ne kadar olur bilinmez ama, kasap özentileri dinlerlerse, bu kez boğazdan geçip tatiline giden KİEVLİ, MOSKOVALI,.. bir kan denizinden geçerken, My God, galiba tüm kenti bismil ediyorlar, demeyecek dehşet içinde... Kan bu, yüzü soğuk... En güzel dilek galiba bu: Bayramınız su gibi olsun... Yollarınız öyle, ruhunuz öyle, bakışınız öyle, bekleyişiniz, geleniniz öyle, gideniniz öyle... Bayramdır, bekleyeceksiniz elbet... Gene bekleyin, ama su gibi bekleyin... Bulanmadan, donmadan akan su gibi... Özüdür o; her bayram sevinçlerin yanında bir bekleyiş, gidenleri anımsama günüdür aslında... Tek kötü yanı elindekilere, kazanca hiç bakmazsın. Sanırsın gelecekler... Beklersin... Boğaz da su gibi akacak... mış, bir kan denizine dönmeden. Herkes gelecek; oğul, kız, torun... hatta bütün mahalle... bozuk yumurtaların piri, tarihi geçmiş eksik gramajlı ekmeğin ustası bakkal bile... Gençliğinde mahallenin çatı aktarıcısının müteahhit olma ihtimaline sizi satmış, şimdi kırışık bir et çukurunda gömülü badem gözleri dışında hiçbir şeysi aynı kalmamış o muhteşem sevgili bile geçerken başını sallamıştır; BAYRAMIN KUTLU OLSUN diye... Az şey mi? Ne var ki yine bitmez o bekleyiş; bu hüzün asla bitmez... Sanki BAYRAMLARIN vazgeçilmezidir. Bitmemeli de... Yaşıyorsun demektir. Birileri gitmiş, ama sen yaşıyorsun... Sevinç sizin coğrafyadan hiç geçmez mi? "Meserret..." der oysa Tevfik Fikret, onu da duymadın mı? Öyle ya, kuvvetler ayrılığına dayanan kadim parlamento düzenimize ellerimizle son vermiş, yerine bizi kurtaracağına inandığımız başkanımızı seçmişiz, 16 yılda yapamadığını yapacak demişiz, topu topu birkaç ay, yıl geçmiş... bekle azıcık... Azıcık sabır...azıcık sabır. Sense, yerine koyacak bir muhalefet vardı da onu mu seçmedik, diyorsun. İyi de, söz 100 günde halledeceğiz deniliyordu, çoğu gitti... bu gidişle ne olacak?.. Şimdiden umudumuza kar yağdı; dolar kudurmuş, gör, işsizlik alıp başını gitmiş, dev şirketler batmanın eşiğinde, ekonomi felç olmuş, işsiz bıraktığın kiracına üreticinin harcama kalemi üzerinden % 20 zam yapılmış, kırk yıllık kadim dostumuz, strateji ortağımız, sütün tozunu da bize tanıtan ağabeyimiz süper devlet kankamızla da kötü olmuşuz, bize tavır koymuş, daha neler yapacağım diyor... Zaten deliren Dolar, iyice gemi azıya aldı, iki günde %50 fırladı. Gazetelerin yazdığına göre sebep de ne? Tutuklu rahibin biri... Ama iş öyle değil, bu ayrıntı önemli: Biz israil'in elindeki Ebru Özkan'ın serbest bırakılmasını rica ediyoruz Trump'tan, Trump da rahibin bırakılmasını istiyor bizden, rivayete göre "tamam" diyoruz(*). İsrail Amerika'ya nasıl hayır der, kızı bırakıyor, ama biz rahibi bırakmıyoruz... Elbette sol köşeye yatan Trump boş ellerine baka baka küplere biniyor. Ocak ayında 3.77, Mayıs'ta 4.00 olan Doları seçime kadar 5'e çıkarma başarısı bizim, ama Doların bir gecede 5 Liradan 7,40'lara fırlaması Trump'un kandırılmaya öfkesi... Bizim güçlü ekonomi havadan nem kapıyor... Olsun dev bir boşluğa dönen cari açığa bir bahane de bulduk: Amerika... Doğruysa Amerika'yı bile işlettik ya, helal olsun bize... Şimdi de toplam nüfusu bir Bursa kadar Arap emirliğinin ya da dün Boğazları Kars'ı Ardahan'ı isteyenlerin lütfuna kalmışız... O Arap bize kaç kez söz vermişti, tuttu mu? Aç interneti bak istersen... Ulusların dostu var mıymış, bir de ona bak... Olsun bizim de Allah’ımız var... der olduk. Bu para pul işine hiç olmazsa karıştırmasaydık, olmaz mı? Ne MESERRET'i diyorsun hala?.. İyi de BAYRAM... Yok, yok senin olayın o denli sıradan değil: Sanki nasırlaşan ruhun eksik arayan, noksan doğuran bir arı kovanıdır. Azıcık iyi bak... Üç gün iyi bak... Merak etme, Tanrının günleri senin, üzüntüler de sırada... Görmediğin bir yanı var bayramın, iyimser kulum... Bayramsa eğer, doğası öyle, insansan hep bir eksik vardır. Hani baban, hani o güzel annen, nerde beraber çelik çomak oynadığın arkadaşların? Nerde uğruna ölümlere gittiğin sevgilin, en son seni terk edip birlikte gittiği, onu büyük şair yapacak şair-ül azam'ın, aslında okuma yazması bile "Ali Okullu", ruhsatsız bir apartmanda kapıcı olduğunu öğrenince, bozuk kolonya içip intihara kalkıştığını duymadın mı? Bu ülkenin içkisi değil, kolonyası da şairi de sahte, nerde eski şairler? Nerde o GDO'suz meyvelerin, nerde Anodolu yetiştirmesi milli kurbanlıkların? Bir Kıvırcık'ın vardı, bir Merinos'un... Bırak onları Allah'ın dağındaki cevizin bile yok oldu, Peru'dan geliyor, Aztek kanı taşıyor artık... Oğul işsiz, kız işsiz... Maaşlar erken yatacak dediler, kimden söz ediyorlardı, benimki hala yatmadı. Bu da mı "meserret" için üretilmiş bir bayram balonu? Nasılsa maaş yatacak deyip onca borçlandık, kurban bile aldık; yetmedi yazı kaçırmadan bir de tatil yapalım, gözümüz gönlümüz açılsın, deyip yollara düştük. Şimdi plajda kapıda bekleyen insan azmanı şemsiyeciyi, 15 liraya su satan garsonu düşünün, sonra da onları gözleyen 45 kiloluk beni bir gözünüzün önüne getirin. Maaşlar yatmadı ama benzine, seçim diye ertelenen zamlarla birlikte süper bir zam geldi bile, bayram diyerek yollara çıkanların gözü aydın... Şimdi, siz yanlış anladınız oldu, öyle mi? Yatsaydı daha kötü, böylesi etli, tatilli on günlük bayrama para mı dayanır, bitecekti elbet, iyi de koca ay nasıl geçecek? Ardı ayın başı, YÜFE'den, aldığı ilhamla dolar gibi azmış kirayı nasıl vereceğiz, neyle? Seçim öncesi diye geçen bayram yaptılar öyle bir güzellik, hem de özeli, kamusu... sonraki ay veresiyeci bakkalın dalkavukları bizdik. En son da o klasik söylem: Nerde büyüğe saygı, nerde küçüğe sevgi? O bugüne özgü değil, zaten çoktandır yok... Bir tek doğrun var. Haklısın, bayramlar "meserret" yani sevinç günleridir de... doğru: Ne var ki o da külliyen yanlış; senin bildiğin gibi değil, bayramlar birilerini sevindirme günleridir ey gafil, kendini semirtme günleri değil. Bir de bayramın öteki yanına bak. Sevinmek nedensizse deliye özgü derler. Bayramda sevinmek ancak birilerini sevindirmekten geçer. Koşulların uyuyorsa kurban vaciptir, yani farzdan bir gömlek düşük. Kesince üçte ikisini dağıtmak, birini alıkoymaksa farzdır derler. Hadi kalk, kasapları dolaş bugün. Jipli mipli tanıdığın çok komşu, herhalde verecek yer bulamadıklarından tüm kurbanı, kellesi sakatatı dahil çuvala doldurup kendileri için işlemeye getirmişler, sonra da buzluğa gömüp bir yıl yiyecekler. Çok da haksız sayılmazlar, yoksulu zengini herkes kesiyor. Ayranı yok içmeye ama kesmeyen zenci... Kime vereceksin kurbanı? On günde bir, bir kilo alsan, şu hayvanların köküne kibrit suyu ekmesen, İstanbul boğazını kan denizi yapmasan... Ya da kesmişsen 3 te 2'sini dağıtsan birini de sen yesen afiyetle... Birkaç insan sayende gülümsese, sen de gülümsesen hem ibadetimi yaptım, hem insanlığım arttı diye...olmaz mı kurban? Bu bayram olmasaydı ekonominin üç tekeri de olmazdı gelir bana, kimler ekmek yiyor bir düşünsene, hele bunun ilk çağını, ortaçağını düşün, korkunç bir deha... İyi de hani bunun dini ritüeli. Hani senin "MESERRET"in... Senin elinde ineğin kalmamış, Uruguay'dan, Sırp kasabından ithal ediyorsun... Bulduğunu da buzluğa çürümeye bırakıyorsun... Çürümez diyorsun değil mi? O kurban altı ay da büyüdü zaten, dolapta nasıl aynı kalırmış ki? Sonra niye et alıp başını gitti...diyorsun. Dur dur, kaçma... daha siyaset, ekonomi... işlerine hiç değinmedik... Meserret, dedin ya, sen o şiiri önce bir düzgün oku. Ne demiş Tevfik Fikret? "MESERRET YALNIZ ÇOCUKLARIN HAKKIDIR..." değil miydi o? Kolay kanar da ondan... Harçlığını ver, tamamdır. İyi de verecek para da yok... Elimde değil... 365 gün ağlayıp bir bayram gülmek o denli kolay değil... Çocukluğumu öldürdünüz, kanamaz oldum. Hele bu bitmeyen cehennem sıcaklarında... Tanrı bile bizi zıt almışken... Hadi sen gül, bakarsın ben de öğrenirim. İyisi mi SU dileyelim. BOSFOR su gibi olsun... Yoksulun ekmeği umut; bu BAYRAM SU GİBİ OLSUN... Yollarınız açık, geleniniz çok, mutluluğunuz daim, yarınınız güzel olsun... Sonra da bir yağmur yağsın; YIKANALIM, ARINALIM... Uyanalım... olmaz mı? Ya da AZİZ, MUHTEREM ve MUAZZEZ... olsun diyelim... Eskiye rağbet var ya biz de eski sözcüklerle dersek bakarsın kabul edilir. Sahi ARAPÇA öğretimi ne oldu? Ya da anaokulundan başlayıp yıllarca öğrettiğimiz İngilizcede neredeyiz, bilen var mı? Türkçeyi öğretebildik mi? Boşver bunlara, iyisi mi o güzel şiiri dinle: Bayramsa ruhu herhalde bu olmalı: "Sevinç çocukların payı; lakin sevincinle Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor...Halûk dinle!" Haluk’un Bayramı “Baban diyor ki: Meserret çocukların, yalnız Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk dinle; Fakat sevincinle Neler düşündürüyorsun, bilir misin?… Babasız, Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi Matem siyahına benzer benzer bayram nağmesi idi! Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir; Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin; Biraz güzellensin Şu yoksulluğun solgun yüzü… Evet, sevinçtir Çocukların payı; lâkin sevincinle Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor… Halûk dinle!” Tevfik Fikret * *Yazarın notu: Şiirdeki yabancı sözcük ve tamlamaların yerine bugünkü söylenişleri konulmuştur.

  • Trabzon'dan Haber Var...

    * Trabzon doğup, büyüdüğüm yer; iklimim, coğrafyamdır. Bugünse zaman zaman burnumun direği sızlasa da çok da aklıma gelmez. Futbolla da hiç işim olmayınca... Nerden mi aklıma geldi ? Trabzon'dan çok hoş bir haber aldım da ondan. Bu kurak günlerde bizi gülümsetecek çok şey olmayınca... Emin olmamakla birlikte Trabzon Müzesinde açılan bir elektronik liste varmış . "Trabzon'un Sesleri ve Renkleri" ana başlığı altında düzenlenen bu listede sanırım Trabzon'un değerleri anılıyor. Bana da " Trabzon Kültür Sanatına Katkıda Bulunanlar" başlığı altında yer verilmiş. Bir arkadaşım kendi adına denk gelmiş, benim adımı da görünce paylaştı benimle. Kim ne derse desin insan kendisiyle yarışır ve yazarsa ilk anlattıkları da yerele ait; yani kendi hikayesidir. Bunu geliştirir, başkalarının hikayelerini anlatır hale gelirse evrenselleşir, gerçek yazar olur. Ya da ben öyle düşünürüm. Yirmi beş yıl önce ilk kitabım çıktığında, öykü her ne kadar Türkiye'nin son yüzyılı ise de fon en iyi bildiğim yer, tümüyle Trabzon'du. Hatta işi o dereceye vardırmıştım ki tanıdığım insanları karakter ya da tip yapmıştım, iyileri iyi, kötüleri kötü. Kendi basımım olan kitabı, ilk işim de ülke genelinde sayıları çok olmayan bildiğim yazan çizenlere olduğu gibi Trabzon'a o zamanki Kıyı dergisi yayın yönetmeni Ahmet Özer'e göndermek oldu. Ne var ki uzun zaman bir ses alamadım. Bu duyguyu yaşayan bilir. Ne zamanki kitabım bir yayın evinden ikinci baskısını yaptı, yanında bir başka kitabım da yayınlandı, kitap eklerinde övücü yazılar çıktı, Trabzon ancak çözüldü. Sanırım ilk Zekeriya Saka bir şeyler yazmıştı kitap üzerine... Sonra okuyanlardan gelen mektuplar oldu. Kimi dergiler kitabıma yer vermekle kalmıyor, "ilk kitaptır, siftahı bizden olsun..." diye para da yolluyordu mektubun içine koyup. Oysa ki Trabzon... Bir zaman beklemiştim, bana uzun gelen bir zaman... Zekeriya Saka, Dilber Saka, Neriman Calap, ... gibi yetkin kalemler de tanımıştım o sırada, sonradan maviADA da yazan. Ne var ki o zamanın kültür sanat dukalarını ve Ahmet Özer'i aşamadım. Sonradan tanıştığım benim gibi öğretmen olan Özer'i, belki o ön yargıyla, her ne kadar nezaket göstersem, hiç belli etmesem de bir türlü içim sevmedi. Zıtlıklar üreticidir. Belki de hiç gün yüzüne çıkmayacak, seslendirilmeyecek bu konuyu anımsattı. Artık bir yararı olmayacak, sonucu değiştirmeyecek bir noktaya düştü aidiyetim olan kent. Belki daha özgür ve objektif bakabilirim. Peki ne kadar haklıydım? Düşünüyorum da o zamanlar gururuma dokunur bir yanıt alırım diye seslendirmekten kaçındığım bu konuda çok haklıymışım tepkimde. Ahmet Özer'in elbette bana bir kötülüğü olmamıştı, kitabıma yer verme zorunluluğu yoktu, ama bir şey vardı ki onu yapmadığından sorumlu tutuyordu. Buna da galiba etik deniliyor, yani koşula ortama göre değişmeyen evrensel ahlak... Ben de bir dergi yönetiyorum, yani en azından raconu biliyorum. maviADA'ya dünyanın kargo parasını vererek birileri niçin kitabını gönderir? Tabi ki tanıtımına bir faydası olsun diyedir. Velev ki en tutmadığım, sevmediğim biri olsun yazarı ya da o kitap türünün en kötüsü olsun, maviADA'yı bir umut olarak görmüş, beni emeğin değerinden anlar biri saymış, yani adam saymış hiç kimseyi geri çevirmedim. Belki hepsini okuyup da bir eleştiri yapamadım ama kesinlikle sayfalarımda duyurdum. O zamanlar Özer'i tanımıyordum, daha gençtim belki ondan, şahsi olarak bir tanışıklığım yoktu, dünya görüşü olarak da benzer düşünceler taşıdığımızı sanıyorum. Tanışmamız daha sonraları... Hem maviADA'nın bir etkinliğine eşiyle katıldı, hem dergimde de yazdı. Rekabet duygusu diyeceğim ama iyi bir şair olan Özer, güzel düzyazıları varsa da, benim alanımda yani öykü ve romanla yaratıcı yazında da yer almadı. Kitabı unutmuş olamaz mı aklınıza gelecek, ortak arkadaşlardan okuduğunu, hatta beğendiğini duymasam buna inanacak dende safımdır. Ayrıca bizzat kendisi Kıyı dergisinin bir kaç sayısını, herhalde abone olmam ya da yazmam için posta ile göndermemiş olsaydı hiç eline geçmediğini düşünmek de mümkün olurdu. Ne var ki çok kargo parası gitmesin diye dergiden başkaları adına gönderdiğim kitapları da onun adına göndermiştim. Onlardan teşekkür yorumlar içeren mektuplar alıyordum. Sonradan karşılaştığımız zamanlarda aklıma gelmişse de sormamın onu zor durumda bırakacağını ve büyük bir nezaketsizlik olacağını da bilecek dende de ince düşünceliyimdir. Aksini bende görmüşseniz, ki çok da görmüşsünüzdür, demek damla yer kalmamış kadar haksızlığa uğradığımı düşünüyorumdur. Yoksa ben beni tanımayanı, dünya kadar alacaklı bile olsam, hiç tanımam. Bu yönlü epey Trabzonluyumdur. O da hiç değinmedi. Ne var ki bu beni incitmişti. Sonraki kitaplarımın hiç birinde Trabzon'u fon almadım. Suyun doğası o, diyecektim sonradan; kimse kendi memleketinde peygamber olamamış ki... Çok zamandır ilgimi yitirdiğim bir kentti Trabzon, bir iki "yeniden deneyelim" hali olmuşsa da benim artık yabancılaştığım, onlarınsa iyice kavileştirdikleri çok nobran bulduğum geleneksel tavırları nedeniyle bu kez tümden geri çekildim. Uzun zamandır hiç um'rumda değildi, ama bu haber.... Büyük bir değerbilirlik olarak gördüğüm bu haberden bu denli, Nobel almış gibi mutlu olacağımı ummazdım. Demek çocukluğumun Trabzon'u kendi gönlümce nezaket aradığım, ama nobranlık dışında başka bir şey göremediğim, bu nedenle de reddettiğim, oysa hala özlediğim, benim hep kanayan yaram, ilk aşkımmış. Teşekkür ederim Trabzon.

  • Mavi Liman

    Çok yorgunum, beni bekleme kaptan. Seyir defterini başkası yazsın. Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman. Beni o limana çıkaramazsın... * Nazım Hikmet Ran * Bayramınız kutlu olsun!

  • SOKAK ÇOCUKLARI

    Sesleri ortalığı yıkıyordu. Hele gecenin ilerlemiş saatlerinde sokaklarda kimsecikler kalmamışken. Kiminin anası, kiminin babası; kiminin hem anası hem de babası yoktur. Parkın süslü beton masaları buluşma yerleridir. Belli saatleri yoktur. Hemen her gün, bir saate kadar orada toplanırlardı. Evi olanların evlerinden, evi olmayanların şuradan buradan çaldıkları üç beş kuruşla, ya da üç beş kuruş edecek bir şeyleri satarlar hoşluk veren maddelerden alırlardı. Özel bir tercihleri yoktur; uyarına ne gelirse, onu alırlardı. Aldıkları şeyi naylon bir poşetin içine boşaltırlar; sonra… Bundan sonra her şey tamamdır, yokuşlar düz ovadır. Korkuyu, tereddüdü unutmuşlar, durdukları yerde durmazlar. Parkın içinde yukarıdan, aşağıya; aşağıdan yukarıya koştura koştura, giderler gelirler. Tuttukları takımların adlarını söyleyerek birer “oley” çekerler ki, deme gitsin. O saatte sıkıysa, bir Allah’ın kulu oralardan geçsin! Adamın neyi var, neyi yok alırlar. Vermek istemeyenlerin yiyeceği dayak yanına kâr kalırdı. İşinden geç çıkanlar, araba tutup öyle gelebilirlerdi evine. Parası az olanlar, parayı çok sevenler, ara ara düşerlerdi ellerine. İşten çıkışı geciken Nazife gece yarısına yakın otobüsten inip evine doğru ürkek ürkek giderken önüne geçtiler. Önce laf attılar, sonra yaklaşıp orasını burasını sıkmaya başladılar. Nazifecik bir şeyler yapmanın gerektiğine inanıp gözlüklü olanın gözünün tam üstüne Allah yarattı demeden öyle bir indirdi ki, şeytanlar maşallah çekti. Boşta bulunan çocuk sırtüstü yere kapaklandı. Arkadaşları şaşkınlığını atamadan, ötekine de tarifi imkânsız bir öfkeyle sağlı sollu iki yumruk yapıştırdı. Sonra ötekine... sonra, çantasında taşıdığı oyuncak tabancasını ateşleyerek iki el sıktı havaya. Tabancanın sesini duyunca, tabanları yağlayıp çil yavrusu gibi dağıldılar. Tabancanın oyuncak olduğundan korkan Nazife, var gücüyle evine doğru koşturmaya başladı. Onlar anlayıncaya kadar o, on sefer evine varır. Bugün tamamdır, ya yarın, ya başka günler... Bunun böyle devam etmesi imkânsızdır. Hemen 155’i aradı, olup biteni bir bir anlattı. Sonra bağlı bulunduğu karakolun numarasını öğrenip, orayı da aradı. Telefonun öte ucundaki ses: “Buraya kadar gelip şikâyetçi olmanız gerekiyor bayan!” Nazife’de: “İyi ama, oraya nasıl geleceğim, sokakları işgal etmişler? “Devlet görevini yapmıyor mu, diyorsunuz?” “Yani onu nereden çıkardınız ben canım için, güvenliğim için sizden yardım talep ediyorum!” “Yanisi bayan, bu serseriler her gün birilerini dövüyor, her gün birilerinin bir şeyini gasp ediyor. Vatandaş olarak eve geliş gidiş saatlerinde dikkatli olmalısınız, evinize zamanında gitmeye bakmalısınız!” “Yani demek istiyorsunuz ki, başınızın çaresine bakın, öyle mi?” “Öyle saymak insafsızlıktır. Onca arkadaşımız kör kurşuna hedef oldu, bundan haberiniz var mı? Biz yine de bir ekip çıkarır bir iki saat oralarda bulundururuz.” Nazife polisten beklediği cevabı alamamıştır. Bir çare bulmalıdır. Ama nasıl? Yemeğini yedi, bir kahve yapıp televizyonun karşısına geçti. Sonra da bir sigara yaktı. Derin derin çekti, duman dakikalar sonra çıktı ağzından. Elinde kumanda kanal kanal gezinirken, gözü televizyondaki sık yıldızlı bir Amerikan bayrağının dalgalandığı kareye takıldı. Görüntü bir zaman dondu kaldı sanki. Sigarasını kül tablasına bıraktı, gözlüğünü çıkarıp elinin tersiyle gözlerini ovuşturdu. Sokaklara terk edilmiş on beş, yirmi yaşlarındaki çocukları konu alan bir filmdi bu. “Bir bayan, serserilerin liderleriyle arkadaşlık kurar. Bu arkadaşlık zamanla gelişir, giderek dostluğa dönüşür. Kadın böyle yaşamanın, yaşamak olmadığına inandırır onları. Üretmenin, el birliği ile bir çıkış yolu bulabileceklerini söyler... Bir temizlik şirketi kurarlar. Kuruluş çalışmalarını ve onun için gereken harcamayı kadın üstlenir. Temizlik işlerine başlarlar. Aradan geçen kısa zamanda herkes tanır. Gönüllü kuruluşlar, toplumun iyileşmesi adına sorumluluk sahibi olan kuruluşlar, refah toplumuna ulaşmanın top yekun olması gerektiğini düşünen duyarlı bireyler, işlerini bu şirkete yaptırmak için sıraya girerler. İlginç bir model olduğu için de televizyoncular kadını programlarına çıkarabilmek için hayâl edilemeyecek paralar teklif ederler. Lakin kadın bu önerileri kibarca reddedip fırsat buldukça tüm kanallara konuk olabileceğini söyler... “Film müthiş” der Nazife, “film etkileyici,” der. “Bu insanlar bizim insanımız, bu yara bizim yaramız, bu yara tedavi edilmezse, tüm vücudu saracak,” der. “Ben de o tokatladığım çocukla arkadaşlık kurmalıyım, sonra da...” Nazife, tokatladığı delikanlıyı takip etmeye başlar. Üç gün sonra, otobüs durağında, bir başına oturur bulur; varır yanına oturur. “Selam arkadaş,” der. Delikanlı da:”Selam “ der. Bir zaman sessizlik olur. Sessizliği durağın karşısında bulunan boş arsada, yukarı aşağı koşturup duran tavukların ötüşleri bozar. Her sabah inekçilerin saman ihtiyaçlarını karşılamak için bir kamyon burada saman satışı yapar, oraya buraya dökülen samanlar da tavuklar için bulunmaz bir yiyecek avı, bulunmaz bir eşinme oyuncağıdır. Arsanın kalıcı konuğu, mahallenin yaramazlarının saklambaç evi, sokak çocuklarının içip içip kendilerinden geçtiği sığınak olan terk edilmiş bir otomobil hurdasıdır. Bir zaman binilen, ihtiyaca cevap veren bu hurda, şimdi çirkinliğin ev sahibidir. Bir horoz, bir ak tavuğa, bir kırmızılı alaca tavuğa, kur yapar; sonra da ... Nazife tekrar, delikanlının hatırını sorar. Delikanlı: “İyiyim iyi. Sokakta yaşayan çocuklar, nasıl olursa; ben de öyleyim işte!” “Haydi kalk, birlikte Alsancak’a gideceğiz. Öteki durağa doğru yürüyelim, haydi çabuk ol!" Yediği yumruğun acısını unutan delikanlı Nazife’nin peşi sıra yürümeye başlar. Durağı geçerler, öteki durakları da geçerler. İki saat, üç saat yan yana yürürler. Nazife sorar, delikanlı kâh başını sallayarak, kâh “hı, hı, hı larla, sorguya dayalı tekdüze sürüp giden bu söyleşiye ortak olmaya çalışır. Kızın sıcak ilgisi delikanlının dilinin bağını çözer, anlatmaya başlar. Anlattıkça anlatır delikanlı. Sonra ara ara göz göz gelip öyle dururlar. Tekrar yürüyüşe geçerler Kaçamak bakışlarla da birbirlerini süzerken, arada gülümserler birbirlerine. Yüreklerini bir serinlik, bir hafiflik kaplamıştır. Alsancak’ta bir kahveye girip en köşedeki masayı tercih ederler. Konuştuklarını kimse duysun istemiyorlardı anlaşılan. Zevklerinden öfkelerinden konuşurlar. Özellikle delikanlının müziğe olan ilgisi, sesinin güzel olduğunu ifade etmesi, Nazife’nin ilgisini çeker. Bu ara Nazife, güzel bir ezgiyi mırıldanmaya başlar. Delikanlı da içinden katılmıştır ona. “Baksana abla, bağlamayı öyle bir seviyorum, öyle bir seviyorum, anlatamam!” “Abla yok, ne ablası?” “Tamam, tamam, e e ne diyeceğim?” “Ne dersen de! En iyisi Nazife de !” Nazife usata olmasa da bağlama çalabildiğini söyleyerek, özellikle deyişlere karşı bir sempatisinin olduğunu, Pir Sultan’ı, Hatayi’yi, Ruhsati’yi, Kul Himmet’i çok sevdiğini söyler. Dört beş saattir birlikte olan bu iki gencin ortak noktaları çoğalmıştır. Nazife’nin hafta içinde çalışmasından dolayı, hafta sonlarında, delikanlının delikanlılıklarına kefil olabileceği arkadaşlarına, bağlama çalmayı öğretmeyi önerir; ancak bir şartı vardır: Hafta sonlarındaki çalışmalara kesinlikle katılacaklar. Nazife çalışmalara hemen başlar. Delikanlılar, tahmin edilemeyecek zamanda bağlamayı belleyip tahmin edilemeyecek bir zaman zarfında normal insan olurlar.. Sokaktaki öteki çocuklar da ekibe katılmak ister. Ancak Nazife’nin evinin hacmi bu kadar kalabalığı taşıyacak durumda değildir. Bu insanlara,” yerim yok, ne yapayım, yeter bu kadar,” demeyi, içine sindiremez. Bir çözüm, bir umar bulmalıdır muhakkak! Ama nasıl? Beş iken, on beş olmuşlar, yirmi, yirmi beş, otuz olmuşlar. O akşam, daha yatsı okunmadan yatağa giren Nazife, başını yastığa koyar koymaz, uykuya değil de yaman bir düşünceye dalar. Bu heyecan veren, heyecan verirken de beraberinde sıkıntılar getiren güçlüğün üstesinden gelmelidir. Yaşamı boyunca hiçbir sorunun karşında pes etmeyen Nazife, bu sefer çok ağır bir sorumluluğun altına girmiştir. İtilen, horlanan insanlara yaşama sevgisi vermiş, heyecanlandırmıştır. Daha on beş yirmi gün önce, insanlara kin kusanlar, ilk kez bir insan tarafından kucaklanmış, değer verilmiştir. Gözüne uyku girmez Nazife’nin. Bunun yorgun kafayla üstesinden gelmesi mümkün değildir. “Uyuyayım, gecenin bir vaktinde uyanır, dinlenmiş kafayla daha iyi düşünürüm, deyip yorganı tepesinden çeker. Yazarken, söylerken, dinlenirken, ben oluyorum,” dediği Sabahat Akkiraz’ı dinlemeye başlayıp yavaşça açar sesini. Uyumayı düşünürken uyumakla uyumamak arasında gider gelir. Yatağın içinde döner durur. İçine düştüğü sıkıntıyı aşmak için çareler düşünürken, şimdi çok uzaklarda olan “can arkadaşım,” dediği Barış’ım olsaydı bir çıkış yolu bulurdu bana. “Ah Barış, ah !” Ovuşturdu gözlerini, ellerinin arasında yanaklarını sıktıkça sıktı. Sıkıntı bastı, çözümsüzlük bunaltmaya başlamıştır onu. Üstündeki yorgan canını çıkarmaya çalışan bir zeballâ gibi bastırdıkça bastırır, canı çıkacakmış gibi olur. Fırlatır atar yorganı üstünden. Terlikleri geçirir ayağına, dar koridoru adımlamaya başlar. Mutfakta tüpün yanına koyduğu sigarasını alır yakar. Dumanını bir zaman bırakmaz. Sonra: ”Tamam, tamam, tamam, tamamdır bu iş. Barış’ım benim, seni düşünmem bile güç kuvvet veriyor bana, beynim daha iyi işliyor, en çetrefil konuların rahatlıkla üstesinden gelebiliyorum. Barış’ım benim, yolumun ışığı benim! Ben yarın Muhtar Kemal’le konuşmam lazım, ilk işim bu olmalı. O bir çıkış yolu bulur bana. Hiç olmazsa, mahalledeki boş dükkânların birinin anahtarını alıverir. Ben de gider, Marangoz Müslüm’e kanepe yaptırırım bir iki tane. Tamam, tamamdır! Hızlı hızlı yatağına doğru yönelir, terliklerini fırlatıp atar, onlar da gitti duvardaki Nermin’in yeni yıl hediyesi olarak yaptığı tabloya isabet eder. Tablo asılı olduğu yerden takla atarak düşer. Onu yerden almayı düşünmez bile. Uyumak ister, yarın zor bir gün; fakat güzel bir gün olacak diye düşünür. Uyur, hem de başını yastığa koyar koymaz. Rüyasında Barış’ı görür. “Sana güveniyorum, sen yaman bir kadınsın, sen istesen, tarihi yeniden yazarsın, eğer sen erkek olsaymışsın… Gece boyu gülümser, gülümseye gülümseye uyur ve sabah gülümseye gülümseye uyanır. Muhtar Kemal, Nazife’ye beklediğinden daha çok yardımcı olmuş, Bahar Sitesi’nin en büyük dükkânını tutuverir. Üstelik bu dükkan, idare edecek oranda da bakımlıdır. Marangoz Müslüm, elindeki işi bırakır, Nazife’nin istediği ölçülerdeki kanepeyi iki saatte bitirip teslim eder. Delikanlıların yardımıyla da yerine taşınır. Nazife ve delikanlılar bundan sonra daha büyük bir aşkla çalışırlar. Hafta sonları sabahtan akşama kadar çalışıyorlar, güneşin battığından, karanlığın çöktüğünden haberleri bile olmaz. Mahallenin öteki sahipsiz çocukları, başka mahallelerin sokak çocukları, Nazife’nin grubuna katılmıştır. Muhtar Kemal’de meseleyi Kaymakam Ekrem’e açmış onun da desteğini almıştır. Nazife, arkadaşlarının çalışmalarını duyanların ilgisini çekmiş, kahvelerde okey, kağıt oynayan insanların seyirliği olmuştu. Muhtar Kemal, Kaymakam Ekrem’e: ”Bir gösteri yapalım, bu gösteriye Vali Bey’i de çağıralım. Bir gösteri ki, insanları kaynaştıran bir gösteri olsun! Ne dersiniz sayın kaymakamım, uygun mu ?” “Öyleyse bunu Nazife Hanım’a söyleyelim, bakalım, o ne der?” Nazife’nin yanına giderler, düşüncelerini tek tek aktarırlar. Nazife’ye Ege Üniversitesi’nden yardımcı eleman getirebileceklerini; ancak her şeyin son kararının onda olacağını ifade ederler. Kaymakam Ekrem, Muhtar Kemal, Nazife’yi kırmamak için kelimeleri dikkatli seçerler. Nazife’ye aklı ile onları etkilediği gibi; güzelliği ile de koparılmaya kıyılamayacak bir çiçektir. Çalışmalarını keyifle izlerken; uzaktan uzağa da hayranlıkla bakmaktadırlar. Gösterişli bir kadındır bu Nazife. Sappo’nun: “Kızarmış nara benzersin,/ Ağacın en yüksek dalında./ Unutulmuş./ Hayır ulaşılamamış...”İşte öyle ulaşılamamış bir güzeldir o. Az çilli bir yüzü, yukarıya doğru hafifçe kıvrık bir burnu, her daim ateş gibi yanan incecik dudakları, kısacık kesilen kıvır kıvır saçları; dinleyeni esir alan, Mavilinin konuşması gibi bir konuşması vardır. Yirmi iken elli, elli iken, yüz eli, yüz eli iken beş yüz kişi olmuşlar. Beş yüz kişi aynı notada çalmaktadır saatlerdir. Tellere aynı kuvvette vurulmakta, sazlar, aynı tonda ses vermekte. Ellerinde sazlarıyla delikanlılar aynı hizada, Nazife bir taburenin üstünde karşılarında. Deyişler, türküler her çalışmada aynı tempoda çalınıp söylenmekte. Muhtar Kemal, Kaymakam Ekrem, Vali Alaaddin, Emniyet Müdürü Hasan, bazen söyleyerek; bazen ayak tempolarıyla çalışmaları takip etmektedir ara ara. Emniyet Müdürü Hasan: “Vali Bey’im, Nazifemizle konuşalım, uygun görürse; beş yüz kişilik de bir semah ekibi kuralım. Ben elimden geleni yapacağım, mesaimin bir bölümünü buna ayıracağım.” “İyi olur, çok iyi olur müdür bey, çok iyi olur! Ne lazım gelirse yapın!” Emniyet Müdürü yanına güvendiği, insanlarla iletişimi iyi olan iki memur alır, İzmir’in altını üstüne getirir. Gözünün tuttuğu sokak çocuklarını tek tek toplayıp hiçbir şey konuşmadan doğru Nazife’nin karşısına getirir. Biliyordu ki bu kızla konuşan sokak çocukları afsunlanmış gibi tutuluyorlar. Gerçekten de öyle olur. Sokakların fedaileri bir yılan terbiyecisinin elinde oyuncağa dönen yılanlar gibi sessiz sedasız ağzından çıkanları can kulağıyla dinler. Beş yüz kişilik saz ekibi, beş yüz kişilik semah ekibi Nazife ‘nin gözetiminde günlerce çalışır. Giysilerin kumaşını bir tekstil firması vermiş; dikimini de terzilik meslek lisesi üstlenmiştir. Büyük güne az bir zaman kalmıştır. Herkesi tarifi imkânsız bir heyecan sarmıştır. Aylardır çalışmaktadırlar. Ya iyi çalamazlarsa, ya iyi dönemezlerse, ya bir aksilik çıkarsa, ya o gece sel baskınlarına sebebiyet veren yağmur yağarsa, ya delikanlıların bazısı gelmeyiverirse... Atatürk Spor Salonu, silindi, temizlendi, gösteriye hazır hale getirilir. Vali Alaaddin, Kaymakam Ekrem, Muhtar Kemal, sabah erkenden görevlilerle birlikte gelirler. Kimsenin kahvaltı yapmak, aklına gelmemiştir. Müthiş bir heyecandır bu. Salonun düzeni, ışıklandırılması, ses düzeni... Her şey güzel olmalı bu gece. Yerel gazeteler, televizyonlar önemsemeye başlamışlar. Onlar da erkenden ekiplerini göndermişler, özellikle Nazife’nin düşüncesini almak için sıraya girmişler. Ama ne mümkün bir dakika bile yerinde, durmaz; ateş gibi, gidiyor, geliyor; oradan oraya koşturup durur boyuna. Saat yirmi bir. Işıklar yanıp sönmeye, ışıklı toplar dönmeye başlar Salonun içine koyulan dev ekranın önce “hoş geldiniz“ mesajı silinir, sonra salonun ışıkları kapatılır. Tüm salon aynı anda sessizliğe gömülür. Dev ekrandan bir ses yayılır, adamı çekip alan. Bir aşık, davudi sesiyle,”bugün bize hoş geldiniz erenler’i” çalıp söylemekte. Sonra üstat Mahsuni’nin sesi. Sonra elinde bağlamalarıyla, delikanlılar yerlerini alır. Mavi gömlek, lacivert pantolon giymişlerdi hepsi. Nazife’nin yüreği çat diye çatlayacakmış gibidir. Salon ağzına kadar doludur. Her tabakadan, her cinsten dünyalı, onları izlemeye gelmiştir... Nazife, yerini almadan izleyenlerini süzer. “Korkma sen bu işin üstesinden gelirsin, ferah tut kendini,” der gibi bir halleri vardır protokolün. Koca salondan çıt çıkmaz. Birden tüm sazlar aynı anda Nazife’nin bir işaretiyle çalmaya başlar. Bir, iki, üç türkü… Peşi peşine gelen türküler dinleyenleri yüreklerinden yakalamıştır. Beş yüz saz, aynı anda, “bugün bize pir geldi,” der. Beş yüz el, aynı anda yukarıdan aşağı sazın gövdesindeki tellere vurur. Şaşıran yok, uyumu bozan yok. Tek bir yürek, tek bir sestirler. Sonra, yeşilli kırmızılı otantik giysileriyle semahçılar çıkar, meydan alır. Sazcılar çalar, semahçılar döner. Gördes semahı, kırklar semahı. Tekmil salon bir huşu içindedir. Kimse nefes almaz. Vali Alaaddin, Müdür Hasan, Kaymakam Ekrem, Muhtar Kemal de kendilerinden geçmiş kıpırtısız izler Nazife’nin aşk bayramını. Nazife, hem çalıyor, hem de gönül fırtınasına tutulmuş, bilinmedik yıldızlara gidip gelmektedir adeta... Nazife, sandalyesinden kalkar” el elle canlar, tutuşun el ele,”der. Tutuşurlar el ele: Vali Alaaddin, Müdür Hasan, Kaymakam Ekrem, Muhtar Kemal, tutuşurlar el ele. Sonra Nazife’yi alırlar yanlarına birlikte dönerler. Oturan kimse kalmamış, herkes ayağa kalkmış, yürürler alana, hep birlikte çekerler kırklar semahını. Nazife’nin bir işaretiyle beş yüz saz aynı anda susar. Yine sessizliğe batar koca salon. Nazife, doğrulur, sıranın en başındaki delikanlıya yönelir, elinden tutar, sahnenin ortasına getirir. Nazife’nin de elinde sazı vardır. Herkes Nazife, ne diyecek diye merakla beklemeye başlar. “Bir güzellik yaşıyorsak, bize bu güzelliği yaşatan bir tesadüftür. Ben Nazife, arkadaşım Kerem, kötü bir şekilde karşı karşıya geldik. Ama şimdi can olduk. İzniniz olursa, bu gece bizim gecemiz olsun. Valim izin verirse, Muhtar Kemal izin verirse, bu gece bizim düğün gecemiz olsun!” O gece onların düğün gecesi oldu. Nazife ile Kerem, canların huzurunda, kırkların şahitliğinde can oldular. Bundan sonra, sokak çocukları ne tinerci, ne de uhucu oldular. O günden sonra saz çalmasını bilmeyen bir çocuk kalmadı bu ellerde...

  • Galata Kulesi

    6 Haziran 1973 Pırıl pırıl bir yaz günüydü Aydınlıktı, güzeldi dünya Bir adam düştü o gün Galata Kulesi’nden Kendini bir anda bıraktı boşluğa Ömrünün baharında Bütün umutlarıyla birlikte Paramparça oldu Bir adam benim oğlumdu… Gencecikti Vedat Işıl ışıldı gözleri İçi bütün insanlar için sevgiyle doluydu Çıktı apansız o dönülmez yolculuğa Kendini bir anda bıraktı boşluğa Söndü güneş, karardı yeryüzü bütün Zaman durdu Bir adam düştü Galata Kulesi’nden Bu adam benim oğlumdu “Açarken ufkunda güller alevden” Çıktı, her günkü gibi gülerek evden Kimseye belli etmedi içindeki yangını Yürüdü, kendinden emin Sonsuzluğa doğru Galata Kulesi’nde bekliyordu ecel Bir fincan kahve, bir kadeh konyak Ölüm yolcusunun son arzusu buydu Bir adam düştü Galata Kulesi’nden Bu adam benim oğlumdu Küçüktü bir zaman Kucağıma alır ninniler söylerdim ona “Uyu oğlum, uyu oğlum, ninni” Bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat 6 Haziran 1973 Galata Kulesi’nden bir adam attı kendini Bu nankör insanlara Bu kalleş dünyaya inat Şimdi yine bir ninni söylüyorum ona “Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat”… Ümit Yaşar Oğuzcan Karamsar bir ruh haline sahip olan ve sürekli intihar eğiliminde bulunan Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bu ruh hali büyük oğlunu da olumsuz etkiler. Babasının hayata bakış açısı ve bunu uygulama çabası, Vedat Oğuzcan’ın da aklında ‘intihar’ fikrini dolaştırır. Ve bir gün 17 yaşındaki Vedat Oğuzcan, Galata Kulesi’ne çıkarak kendini aşağı bırakır… Rivayet odur ki, cansız bedeni yerde yatarken avucundaki kağıtta bir not yazılıdır: “Baba intihar öyle edilmez, böyle edilir!” Bu olay, şairin ruh dünyasında tamiri mümkün olmayan hasara yol açar. O zamandan sonra kendini “Acılar Denizi” olarak tasvir eder.

  • Umut Dediğin

    Umut dediğin Güneşli bir uyanışta belki Ilık bakışta Taneleri olgunlaşmaya yüz tutmuş üzüm salkımında Uzak olsun varsın Coşkun akar Umut dediğin zaman sarısında Sivas'ta Kızılırmak'ın ruhunda Dal budak Çiçek çayır Umut dediğin Belki erkenci kiraz dalında Buğulanan koyu kırmızıda Civanmert Hem delikanlı Umut dediğin Bir yiğidin toprağa diz vuruşunda Dünden bugüne Bugünden yarına belki Islandı toprak Buğdaydan başağa Umut dediğin Ayçiçeğinin güne olan aşkında O güvercin ki hür Kanatlarındaki sır beyaz Bismillah Haydi barışa Haydi barışa Umut dediğin Omuz omuza çekilen halayda Karası mavisi yeşili Özü sözü bir Umut dediğin dilber bakışta Gizlenmiştir belki Biten gecede Kayan yıldızda Umut dediğin eskimeyen Eksilmeyen aşkta #aydogmuszeliha

  • ÖZGÜR KADIN HEYKELİ

    168 numaralı belediye otobüsü Gümrük’e gitmiyordu artık. İzmir’de yaygınlaşan raylı sistem taşımacılığı sayesinde kent merkezine otobüs seferleri azaltılmış, şehir içi trafik az da olsa nefes almıştı. Evden çıktı, Ahmet Taner Kışlalı Parkı’nın yeşilliği ile gözünü, gönlünü bir güzel yıkadı. Çamların, dutların, kırmızı eriklerin kokusunu derin derin teneffüs etti. Yirmi yıllık geçmişi olan parkın top başlı çamları, kocaman kocamandı. Devrin belediye başkanı koca koca çamlardan onlarca dikmiş, birçoğu yerini yadırgadığından olacak kurumuş, yaşayanlar toprağın bereketinden, suyun bolluğundan faydalanıp büyüdükçe büyümüş. Park, ilçenin en büyük parklarından biri olurken bu parka devasa bir site yapıp sermaye üstüne sermaye koyacağını hayal edip ağzının suyunu akıtan onlarca gözü doymaz adam vardır. Kaymakam Ekrem belediye başkanına teşekkür ederek, “Başkan, Cumhuriyetin sıra neferi Ahmet Taner Kışlalı ile ilgili bir kitabeyi uygun bir yere dikmek lazım,” dediğinde, Bay başkan, “Tabi efendim, tabi, emriniz olur,” demiş, fakat o emir hiçbir zaman hakikat olmadı. Parkın öbek öbek gümeye benzeyen küçük ağaççık adacıkları, âşıkların, zulası, mahallenin sabi sübyanlarının gizli saklı sigara evleri olmuş. Erol evden çıkalı on dakika olmuştu, parktaki ağaçları, oyuncakları, parkın çerini çöpünü… her bir şeyi gözden geçiriyor, güzelliğe aykırı olan her şeye için için sitem ediyordu. “Ne yapalım, insanın dört ayaklısını eğitmek kolay değil,” diye kendi kendine söyleniyordu. Konak yönüne gidecek otobüslere binip Atatürk Lisesi’nin karşısındaki “Özgür Kadın Heykeline bakmaya gidecekti yine. Otobüsler, Mustafa Kemal Caddesi üzerinden Manavkuyu istikametine, oradan adliyenin önünden geçip devam ediyordu. Heykel’in her cepheden fotoğraflarını çekecek, ondaki İzmir kadınına has kimliği ilmik ilmik işleyecekti beynine. Erol, Özgür Ruhlu Kadın Heykeline bakınca, özgür ruhlu cumhuriyet kadınlarını görüyordu. Ahmet Taner Kışlalı Parkından Kızılay Bölge Müdürlüğüne Manavkuyu’ya doğru yürümeye başladı. Ama ne yürüyüş, adımımı atsam mı, atmasam mı diye sanıp banıyordu. Gerçekte onun yürümesi efsanedir, küçük adımlarını arkası arkasına yetiştirir, yanındaki bir adım atıncaya kadar, o ikinci adımını atmış, üçüncü adım için öteki ayağı harekete geçmiştir bile. Yürüyüşüne değil eşi, kendi bile yetişemezdi. Fakat bugün yürüsem mi, yürümesem mi’nin arafındaydı. 2020 İzmir Depreminde yıkımın en çok görüldüğü bölgeden geçiyordu. Sağ yanında kavşağın başında avizecinin olduğu on altı katlı apartmanının yerinde şimdi yeller esiyor. Bina ağır hasarlı olduğu için yıkım kararı verilmiş ve yıkılmıştı. Sol yandaki altında kasap dükkan olan apartman, onun yanında altında perdeci olan apartman, onun az ilerisinde, iki öğretmen arkadaşının yaşadığı iki apartmanlı site, Opet’in karşısındaki süslü şatafatlı, kahverengili lacivertli on birer katlı apartmanlar… 30 Ekim öncesinde kendi halindeki insanların yaşadığı bu güzel binaları sakinleri terk etmiş, binaların camı, çerçevesi, kapısı, bacası sökülmüş apartmanlar hayalete dönmüş! Yine yolun karşında Bulvar Kasap’ın olduğu apartman, onun arkasındaki Metin arkadaşının üç bloklu sitesi, onun yanında apartmandan bozma bir özel okul binası; sonra… Çok, çok var. Yuvarlak balkonlu binada oturan edebiyat öğretmeni arkadaşının apartmanı, sonra peynircinin apartmanı… Say say bitmiyor, insanın yüreği dayanacak gibi değil. Bulvar boyunca terk edilmiş evlerin balkonlarında çamaşırlar serili kalmış, bazı evlerin balkon kapıları hala açık, saksılarda kuruyan çiçekler… Yürek dayanacak gibi değil. İzmirlinin altı ayı balkonda geçer, balkon yaşama alanıdır, aydınlık yüzlü İzmirlinin özgürlük alanıdır. O nedenle süslüdür, tavanları bile alçıpanlı, avizelidir… Erol'un yüreği göğüs kafesini delip çıkacak gibi atıyor, yerine sığmıyor, gözü yaşlı, insani duyguları pes perişan, için için hüngür hüngür ağlıyordu. Elif’i, Şah İsmail’i, Bünyamin’i, Metin’i, Esra’sı, Sami’si, Muharrem’i, Burhanettin’i, Selma’sı, Şenol’u, dersine girdiği onlarca öğrencisi… evsiz ocaksız kalmıştı. Böyle böyle içi kanaya kanaya Mustafa Kemal Caddesi’ne gelmişti. Çok geniş bir kavşaktı bu kavşak, iki yanında iki ünlü restoran vardı, şimdi yok, binaların molozları bile kalmamış, yerinde yeller esiyor. Güzel insanların, aydınlık yüzlü insanların harmanlandığı medeniyetin başşehri İzmir’in acısı da Erol'un üzüntüsü de 30 Ekim’den beri devam ediyordu. Erol depremi güçlü yaşayanlardandı. Daha o gün, acısını, üzüntüsünü paylaşmak için kimler, kimler aramış, geçmiş olsun demişti. Hatta olur olmaz gaydırı gubbak bir sebepten ötürü küsen çocuk ruhlu arkadaşı Derya bile aramıştı. Derya onun için kıymetliydi, onu yüceltmek için Saphoo’nun: "Kızarmış nara benzersin, Ağacın en yüksek dalında, Unutulmuş, Hayır ulaşılamamış!" Bu dizeleri ona ithaf edince, o şiirin manasını, çağrışımını algılayamadığından, dizelerin ağırlığı altında ezilmiş, maziyi bombardıman etmiş, her şeyi, her bir şeyi yakıp yıkmıştı. İşte 30 Ekim günü o da aramış, bir arzun varsa başım gözüm üstüne demişti. İlahi anlatıcı Montrö’deki Özgür Kadın Heykelini anlatacakken, güzel şehrin, güzel insanlarının yaşadığı acıları, yıkılmış ocakları, evleri… Yıkılmış, binaları, boşaltılmış evleri görünce yeniden yaşadı 30 Ekim'i! Erol, Montrö’ye yolu düşünce, kadın heykeline bakar ha bakardı. Aklı başında (!) hayata düz bakan her kim olursa olsun kafayı yemiş bu adam derdi. O, gider saatlerce, saatlerce Özgür Ruhlu Kadın Heykelinin karşına geçer, boyuna bakardı. Heykeltıraş, heykeli yaparken özgür ruhlu İzmir kadınlarına selam olsun diye, belki de belki de aşık olduğu kadının siluetini yapmıştır. Belki de kim bilir mavi kotlu, tek gamzelinin fistanlı halidir bu heykel. Bu heykel onun Mavilisidir. Mavili, Osman’ın at oynattığı, kuruluşun, doğum sancılarının çekildiği, o düzlüklerin, işte o diyarın Mavilisidir… Kim, kimi, neyi ararsa, bu heykele sahiden bakarsa kesin bir şeyler bulacaktır. Heykel öyle bir yapılmış, öyle bir yapılmış, kusursuz! Boy, pos, endam, vücut, göğüs, kalça… Matematikçi Yusuf’un ince milimetrik hesaplamaları, rakamların oransallığı ile adeta çentik çentik işlenmiş. Sağ elinde barışın sembolü iki güvercinle insanlık alemine işmar ederek, savaşa hayır diyor. Diyor ki, “Analar, evlatlarınızı bağrınıza basın, onlara sımsıkı sarılın, kucaklayın, analığın, doğurganlığın yüceliği ile karşı durun savaşlara, silah tüccarlarına kurban vermeyin onları,” diyor. Heykeltıraş, heykele tekmil erkekler aşık olsun diye yapmış, yarattığı bu kadın, rüyaların kadını. Bu güzel kadın, sevgili ilahi anlatıcının rüyasına girmiş midir, hakikaten böyle bir kadın girmiş olsa, insan hiç sabah olsun ister mi, sabaha kadar aynı rüyayı defalarca, defalarca görmek istemez mi? Kadının ipek fistanı Ege’den esen imbatla dalgalanmış, vücut hatları elbisenin altında diri, dipdiri. Vücuduna yapışan kahverengi fistan güzelliğine estetik katmakta. Eteklerin kıvrımları, hem Ege’nin barış rüzgarlarından hem de Ege’nin dalgalarından, Poseidon’un nefesinden almış havasını. İlahi anlatıcı diyor ki: Kadına, etekle, elbise daha çok yakışıyor, pantolon erkeğe has bir giysidir. Erol vardı, heykelin kaidesinin yanında durdu. Aşık olduğu kadının fotoğrafını çeker gibi bir kuyumcu titizliği ile santim santim vücut hatlarını gözden geçirmeye başladı. Vücudunu en ince ayrıntısına kadar beynine nakşederek, bunu dışarıya yansıtmadan, güzelliği içine çekti. Heykeltıraşın içindeki tanrı, onun içinden geçenleri, onun vicdanında vücut bularak yaratılmış gibi. Heykelin yanı başında adı güzel, kendi güzel Atatürk Lisesi vardı. Milli mücadeleyi İzmir’de örgütleyen yurtseverlerin gizli gizli toplanıp teşkilatlandığı bu tarihi mekân, yüz yılları selamlarken, cumhuriyetin mimarlarına ev sahipliği, gönül yoldaşlığı yapmanın gururunu taşımakta yıllardan beri. Sanki tanrı kendi için yaratmış bu kadını, Heykeltıraş onun siluetini yapmış, işte o da bu güzele bakmakta her gün. Onun içindeki tanrı, böyle bir güzelliğe imza atmış, yoksa böyle tanrısal bir güzelliği yaratmak hangi kula nasip olur, bu güzellik insani olabilir mi? Bu temsili kadın, onun hayalindeki kadın mıydı, gerçekte böyle biri var mıydı, onun yanıtını bilmiyordu. Buna sebep, bu heykele, bu güzelliğe heykel demek yüreğini kanatsa da hakikat olan herkesin gördüğüdür. Görülen o ki, heykeltıraşın hayalindeki kadın veya aşık olduğu kadının siluetindedir. Erol, bu rüyaların, hayallerin kadınına vurgun olduğu için deli muamelesi yapmaya başlamışlar, köşede, yolun çatalındaki apartmanın dördüncü katında oturan Resimci kadın, Erol’un sadakatine, masumiyetine aşık olmuş. Aşık olmuş olmasına da bir yanıt alamayacağını bile bile ona askıntı olmuş; fakat en küçük bir işaret alamayınca deliye dönmüş ve kıskançlık hastalığı ile önce polisi, sonra Manisa Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesini aramış… Erol, devletin devletliği ile akıl hastanesine yatırılmış, yıllarca tedavi görmüş; bundan sonra görüp göreceği bir şey olmayacağına kanaat getirince… “Kıskanan kadının öfkesi yamandır, o öfkeye muhatap olanlar bilir,” diye ilahi anlatıcı bir yargı cümlesi daha söylesin. Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesinde, Sarı Binada bir hasta açlık grevi nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Bu Erol’dur. Buna sebep Resimci Kadın çok pişmandır, köpeklerden pişmandır. Pişman olmak kaç para eder ki? Yapamaz, içi içine sığmaz, nefret eder kendinden alır başını, Sabuncubeli’nin kuş uçmaz, kervan geçmez derinliklerine doğru çeker gider. O günden sonra hiç kimse, onu gören eden bir Allah’ın kulu olmamış!

  • SEK SEK DÜNYA

    Sek sek dünya Seninle sek sek oynayalım mı? dedi dünya Çizgiye basarsan misketlerin benimdir. Zıp zıp zıpla Hadi bakalım. Uzattı elini çocuk Sen zıplama Ters yüz olur her şey al misketlerim senin Bir iki sek sek Zıpladı Hoooop Olmadı Düştü Dizleri kanadı Kalktı Çocuk musun sen ? diye düşündü Vazgeçmedi Tırmandı göğe Açtı düşlerinin kapısını Bir uçtan bir uca arşınladı Karamsar dizelerin üzerini çizdi İdam etti bütün kötülükleri Her harften Çiçekler doğurdu Çoğaldıkça güzellikler Gözlerinde ışıklar Bir ıslık üfledi ruhuna Düşleri tebessüm etti Gülüşünden güneşler doğdu Semihat Karadağlı 28.06.2022 Ankara/ İzmir uçak yolculuğu 19.04

  • Cüneyt Arkın Öldü

    Türk sinemasının usta ismi Cüneyt Arkın, 85 yaşında hayatını kaybetti. Yeşilçam'ın efsane ismi Arkın'ın dün gece saatlerinde rahatsızlanarak Beşiktaş, Ulus'ta bulunan özel bir hastanede tedavi altına alındı. Eşi Betül Cüreklibatır ve yakınları hastaneye geldi. 85 yaşındaki oyuncu burada hayatını kaybetti. Türk sinemasına damga vuran, yüzlerce filmde rol alan Cüneyt Arkın'ın çok sayıda ödülü bulunuyordu. Cüneyt Arkın veya gerçek adıyla Fahrettin Cüreklibatır (8 Eylül 1937, Eskişehir - 28 Haziran 2022, İstanbul), Türk doktor, sinema oyuncusu, senarist, yapımcı ve yönetmen. Arkın, 1963-2019 yılları arasında 328 sinema filmi ve dizide rol aldı. Yeşilçam'da dört yapraklı yoncayı oluşturan Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın ile çevirdiği birçok yapımda başrolde yer aldı ve esas jön karakterlerini canlandırdı. Aralarında Deli Şahin, Dünyayı Kurtaran Adam, Gırgır Ali ve Son Kahramanlar gibi birçok filmin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlenen Arkın, Küskün Çiçek, Vatandaş Rıza ve Kartal Murat gibi on filmin yapımcılığını yaptı. FİLM İZLE: MADEN Cüneyt Arkın , Tarık Akan'la baş rolleri paylaştıkları MADEN filmi 1978 yapımı...

  • BAHTİYARLIK

    Bahtiyarlıktır şüphesiz şehirler yangın yeriyken orta yerinde seni sevmek senin yeşil gözlerinde sevilmek bahtiyarlık en gizil hücrelerde bazen kuşatamaz kimse ucuz kiniyle karanlığın bahtiyarlık hadi sen de söyle bölüşmek kavga ile arta kalan ne varsa, değil mi bölüşmek isyan gülüşlerimizle kol kola vererek zafere koşan yorgun aşklardan geriye kalan sabahın evveli sımsıcak ekmeğin kokusu gibi bitmek bilmez yol kesen zemherilerde dağlara hazır rüzgarlarla kanatlanarak sürgünden sürgüne boy vermek, değil mi yeşertmek, hani bozkır misali yalnız şehirleri incitmeden kıpırdayan her şeyi ile kucaklamak ardından bahara duran toprağı düşmana meydan okuyarak kucaklamak serilip yatmak gereğinde güneşe dönük ne büyük bahtiyarlıktır, ey sevgili tuz basılı yaralarımızı aşka basılı sayarak örgütlenmek, aşktan öğrendiklerimizle surları yıkılacak şehrin meydanlarında koşanlarla ardına bakmadan koşmak el ele

bottom of page