top of page

Arama Sonucu

"" için 3686 öge bulundu

  • KAYAKÖYLÜ MERYEM

    Meryem, mübadelede, Yunanistan'a göç ettirilen, bir Rum kızıydı. Kaya köyün, terk edilmiş, taş evlerinin, bir birinin, aydınlığını ve görüşünü kesmeyen, evlerinin, dar arnavut taşlarının merdivenimsi basamaklarından, Ölü denize sırtını dönmüş olan Karadağ, yokuşuna elindeki mum ışığıyla, harabeye dönmüş taş evlerin, yalnızlığına ağlayan Meryem, çocukluk ve gençliğinin geçtiği, taş evlerin her birinin önünde ağıtlar yakardı... Dünya korunacak eserleri arasına alınmış evler Mardin, Ezidi taş evlerine benzemektedir... Tarihin her döneminde, azınlıklar, korunmak için sırtlarını hep dağlara yaslar, arkadan tehlikeyi önlerlerdi... Kayaköydeki Rum evleri ovaya bakar durumdadır. Çok eskiden, ovanın yerinde göl varmış... Sevda gölü. Genç kızların kaçamak yaptığı göl kenarı ve cevizlikler... Şimdi yerleşime mahkum bir ova ... Kayaköyün tarihi çınarın altında ki kahvehanede, her gün anlatılan bir gömü masalına aldanan köylüler, taş evlerinin eşik altları, duvar diplerini, eşe eşe her geçen gün, doğanın ve çetin kış ve de yağmurlarından yıkılan duvarları tarihe gömüyorlar. Acı sayfaları dolduracak... Barış ve kardeşliği yaşamak çok kolay. bizler zoru seçiyoruz... Karşı adalara, barışı götürmek, en küçük kayalığımıza uluslar arası hukuka bağlı kalarak sahip çıkmamız, komşularımızla barış içinde yaşamak dileğimle.. 17.09.2022 Mustafa Taner~ Gazeteci-yazar Fethiye/Muğla Türkiye.

  • FINDIK, FISTIK VE BADEM

    Can parçalarımızı kaybettik. Daha anne sütü sürecinde, minicik bebekken, araçlardan ve yaya olarak gizlice sokağa fırlatılarak atılan üç yavru Can. Kardeşlerim ve ben ilk çığlıklarında atıldıkları yol ortasında ezilmesinler diye koşarak onlara el uzatıp, evimizin bahçesine aldık. Kimsesiz bu canlara kimse olalım diye çok heyecanlanmıştık yine. Yuvalarını hazırladık, yediğimizi içtiğimizi ortaklaştırdık. Onları ailemizden sayarak adlarını Fındık, Fıstık, Badem koyduk. İki aydır kendimizden sayarak aileye aldığımız üç Canımızı salgın bir hastalıktan dolayı ikişer gün ara ile kaybettik. Yozgat bölgesinde (üç beş anakent dışında ülkenin her yanı aynı) küçükbaş canlar için veteriner hizmetleri sınırlı da olsa hayvan sever iki veteriner hekim arkadaş gerekli yardımlarda bulundular. Oradaki mevcut olanakları kullandık. Ancak küçük canlarımızı kurtaramadık. Onları bir mevsim öteye taşıyamadık… Kedilerimizden biri olan Erik'imiz de bir aydır kayıp. Tek tesellimiz 'yaşıyor' umudumuzdur. Acımız büyük, çok üzgünüz. Dünyayı sadece insan odaklı yaşam alanı sayma ve tüm yaşam alanlarını yarı akıllı, 'salt insanın ihtiyaçları' gereği tüketen cahillik, bilgisizlik, merhameti lütuf kabul eden hegemonyacı/talancı/ zorba faşizan akıl ve gönül yapısına karşı örgütlü bir mücadeleyi yükseltmek zorundayız. Onurlu bir canlı türü kalabilmenin en önemli yolu bu olacaktır, diye düşünüyorum. Türcülüğe karşı sesimizi yükseltelim! Dünyada şuan için bilinen elli canlı türünden biri olan sözde sosyal tür olan insan (zoon politikon) Dünya’daki yerini ve sınırını bilmek zorundadır. Tüm canlı türlerinin, yanı başımızdaki sokaklarda, ağaçlarda, araçlar altında, bina sacaklarında saklı ve ürkek sokak canlarının yalnız olmadığını emeğimiz, sevgimiz ve merhametimizle gösterelim. İnsan ile eşit hak ve özgürlükleri olan ve pratikte de denetlenip uygulanabilir bir yasa için taraf olalım! Yaşatalım ki, yaşadığımızın bir anlamı olsun… /… ah! sürmeli yavrular siz gittiniz ya gözümüzün içine baka baka kan doldu gözlerimiz üç yara daha açıldı bağrımızda ezildik utandık ağladık kinlendik sonra utanmak bilmeyen kendinden başkasına düşman yüzsüzlere biz sizi çok sevdik ve unutmayacağız siz de bizi unutmayın emi can parçalarımız /…

  • Dün Kokusu

    Yatak odasının baş köşesinde duran ve kimselere kıyıp veremediği; iki yanından pirinç saplı, önü aynalı, dört bir tarafı kabaralı yer yer boyası dökülmüş, yeşile çalan çeyiz sandığına uzun uzun baktı. Kızı Neslihan’ın düğün günü yaklaşıyordu. Şimdilerde çeyiz de, sandık modası da kalmamıştı ama neylesin anne değil mi? Sandığın kapağını kaldırıp şöyle bir göz gezdirdi. Sonra burnunu dayayarak, yayılan mis gibi kokuyu burnuna çekti. Büyük gümüş kancalı iğneyle kapattığı Çin işi bohçayı özenle çözüp, içinden kenarları karanfiller işlenmiş mendili çıkardı ve gözlerini kapatarak derin derin kokladı. Kendi kendine: -Tüğüm tüğüm, diye mırıldandı. Ahşap, kanatlı kapının üzerindeki tokmağı tıklatmak için sıçradığında, eli hep havada asılı kalır: “-Fittirik!.. Sen misin?” diyen Nurhan Teyze’nin o kendine has gırtlaktan gelen nidalı sesi, anne sıcağı gibi içini sarardı. Huzur veren bu evin kapısından içeri girer girmez burnu hep mutfakta olurdu Figen’in. Annesinin bilmediğinden mi, yoksa sevmediğinden mi, evlerine hiç girmeyen, oysa Nurhan Teyzesinin eksik etmediği, ortası tarçınlı, elma ve cevizle doldurulmuş, kaymaklı ayva tatlısına bayıldığını seziyor olmalı ki: - Kız Fittirik, sen seversin! deyip, önüne koyuverirdi, tabak dolusu tatlıyı. Büyüklerin, kız çocukları kahve içmez; kararır sonra, deyip yasakladıkları, başka yerde bir türlü içemediği, üzeri bol köpüklü, taze kavrum kokusuyla kahveler, ayaklı fincanda gelirdi. İkramların her biri bir şölendi. Kendini önemli hissettiren bu insanları akrabalarından çok seviyordu. O yüzden de, zamanlı zamansız damlayıverirdi Nurhan Teyze’sine. Safinaz Abla başında oyalı tülbendi ile dikiş makinesinin başında, acelesi varmış gibi hep bir şeyler işler dururdu. Kimde yeni bir örnek görülse Safinaz Abla’nın çeyizine işlenir, bilmem kaçıncı sandığın, kaçıncı işlemeleri arasında yerini alırdı. Safinaz Abla, Nurhan Teyze ile Talip Amca’nın üç çocuğunun içinde tek kızlarıydı. Şöyle helal süt emmiş, evine bağlı, efendi bir damat adayı, kızları için istedikleri en güzel çeyizdi, ama yine de, en güzel işlemeler, nakışlar, her şey onun içindi. Ağabeyleri okumaya büyük şehirlere gittikten sonra boşalan arka oda, sırf sandık odası olmuştu. Figen, Nurhan Teyze’nin, sandık odasını, havalandırmak ya da çeyiz eklemek için açtığında, bulduğu ilk aralıktan odaya sızar, merakla sandıkları sayardı. Bir defasında da Nurhan teyzenin sandıklardan birine ayva koyduğunu görmüş: - Nurhan Teyze, neden saklıyorsun ayvaları sandığa? Pişirmeyecek misin? - Bunlar, Safinaz da, sen de çeyizlerinizi her elinize alışınızda tüğüm tüğüm kokacak - Tüğüm, tüğüm? Benim de olacak mı? Dayanamayıp sormuştu: -Tüğüm tüğüm ne demek? Çeyizlerimiz mi? Nasıl yani, benim de olacak mı? - Nasıl denir, buram buram demek. Tabi ya, ne sandın? Bu sandıklardan biri de senin Fittiriğim. Bak şu karanfil işlemeli mendile, bunlar iki tane. Biri senin diğeri ablanın, demişti Şimdi, kompartımanlarından öbek öbek sarkan, pembe, beyaz kırmızı renkleriyle her biri, birer camgüzeli duran anılarıyla yüklü uzun bir posta treni, çocukluğunun doyamadığı yamaçlarını yara yara geçiyordu. Atlayıp gitmez miydi? Onca yıl aradan sonra yol uzun gelmiştlın eski günleri anarak, yayla gibi geniş sokaktan geçmek istedi ya, o arnavut kaldırımlı sokak, daracık geldi gözüne. Evcilik oynarken; bebeğini yüzmeye götürdüğü ve hiç doymayacakmış gibi içtiği kepenek suyunun oluk oluk akan sokak çeşmesinin, serçe parmağı kalınlığında akan, zavallı bir kurnadan başka bir şey olmadığını görmek yüreğini burktu. Sonra, mahalleye eğreti kondurulan kat kat betonarme binaların arasından, inadına gülümseyen Nurhan Teyze’nin tek katlı ahşap evi, yüreğine biraz olsun su serpmişti. Hiç değilse bazı şeyler yerli yerindeydi. Kafasına binlerce soru üşüştü birden: Safinaz Abla evlenmiş miydi? Nuran Teyze biricik kızının çeyizlerini kendi elleriyle mi, sergilemişti, konu komşuya görsünler diye? Gelin hamamından sonra, ayva kokulu sandıktan çıkardığı kendi bindallısını; özenle giydirip kınalar yakmış mıydı ellerine Safinaz’ının? Oğulları bir tarafaydı, Safinaz’ı bir tarafa. Bunları bir bir dinlemek istiyordu Nurhan teyze’nin ağzından. Sihri bozulmasın diye, yavaşça kapıyı açtı, elini çek meden aralıktan içeri kafasını uzatarak, etrafı kontrol etti. Sürpriz yapmak istiyordu. İçeriden makine sesi geliyordu. İçeri süzüldü. Sağdaki oturma odasında, yatakta Nurhan Teyze’nin yattığını, Safinaz Abla’nın ise arkası dönük, makine başında yine bir şeyler işlemekle meşgul olduğunu görünce, arkadan iki eliyle gözlerini kapatarak: - Bil bakalım ben kimim? - Bilmem ki, ne zamandır kimsenin uğradığı yok. - Vay hayırsızlar! Daha fazla meraklandırmadan ellerini sevgili Safinaz Abla’sının gözlerinden çözerek geri çekildi. Yalandan: - Öhö! Kimse yok mu? Safinaz bir yandan ak düşmüş saçlarını oyalı yazması ile beceriksizce kapatmaya çalışırken, bir yandan da sitemkâr: - Ah! Figen Ah! Sen yok musun? Figen Abla’sına; sonra da yatağın üzerine abanıp, Nurhan Teyze’sine sıkı sıkı sarıldı. Yatakta dirseklerine dayanıp, doğrulmaya çabalayan Nurhan Teyze, o hiç eskimeyen güzel sesiyle: - Kim gelmiş? Safinaz mı? - Benim, Nurhan Teyze! Senin Fittirik kızın, ikinci kızın Figen! Ayva tatlısı yemeye geldim. - Safinaz’ın kızı mı? Kızı mı olmuş? Niye getirmedi torunumu? Figen şaşırmış, düş kırıklığına uğramıştı. Ne diyeceğini bilemeden, üzgün Safinaz Abla’sına baktı. Safinaz: - Uzun zamandır böyle, hayal dünyasında. Ne yaparsın; yaşlılık?.. Figen pırlanta gibi sakladığı çocukluk anılarını, sandıktaki ayva kokusunu, Nurhan Teyze’sinin sıcacık sevgi dolu, Fittirik, diyen sesini ve damağında kalan kaymaklı ayva tatlısını… cam kırıkları gibi yüreğine doldurarak mahalleden ayrılırken, Ağustos sıcağında tir tir titriyordu....

  • Gurbet

    Elli yılı aşkın, bir süredir, doğduğum topraklardan ayrılmışım. Yirmi iki yaşına kadar Ağrı merkezde ve daha sonra, Denizli, İstanbul ve ikinci memleketim Yalova'da otuz yedi yıl yaşadıktan sonra, üçüncü memleketim güzel Fethiye' ye yerleştim. Şimdi yazıya dökünce fark ettim. Gurbette elli yıl, dile kolay... Konuya dönecek olursam; Yalova/da otuz yedi sene içinde yaptığım hizmetlere rağmen, hep '...Gelme' olarak anılmıştık. Oysa üç oğlum Yalova doğumlu... Şimdi düşünüyorum da Arap yoğunluğa teslim olan güzel Yalova da Yalovalı olabilecekler mi? İleride sivil toplum örgütlerinde, siyasi partilerin kadrolarında görev alırlar mı? Berber Azmi, onların da ölüm haberini sayfasında duyuracak mı?Yoksa gelmeler hep sırlı, saksılara hapsedilmiş kırçiçekleri mi olacak? Yalovalı değerli eğitimci dostum İsmet özer hocamız gibi, "üstad seni çok geç tanıdık!.. mı, deyip. özlem ile mesaj çekecek... Yalova ya, Yalovalı dost arkadaşlarıma selam olsun.... 17.09.2022 Fethiye\ Muğla.

  • Elini Tutmayacağım Karanlık

    Hançer öfkenin örsünde, Kim besleye bilmiş ki düşleri Bütün yanları ince ve düğümlü... Bir kere belleğe harmanlanmış Sübyan odalarda anlatılmaz acıları Ya duvarların pencereleri ses vermezse? Zaten karanlığın mavzeri Sürüklemiş güzergahın ortasına Açılmış 80’li ve 90’lı yıllara Perçinlense ne çıkar tümü ciğerime?.. Yeni ve güçlü olmalı soluklarım Kurguyla gerçeğin iç içe geçtiği Farklı hayatlara karışmalı Şimdinin tam ortasına!.. Işık yokluğu mu desem Yoksa ardına gizlenen sırları Nasıl da sabah alacaları eğirir boyunu Boz bulanık üşür uykumu!.. Kaçak gökyüzüne dokundu prensesler, Umutsuz romantikler!.. Her şeye rağmen Süren aşklarla dönen Dünya'dayım. Bir gezginin Yalanların ihanetleriyle Biri direncimi buldu, getirdim dese!.. İç sesim sanki arı kovanı gibi Dilimde yeşilin, mavinin Kara mizahla bezeli satırları Bir pencere açıyorum yine de yaşamam için. Gecenin içinden 10.10. 2017 Salı

  • İNSAN HALLERİ

    Yanında göz bebeği yüzünde hüzün Kucağında bebeği gönlü kırgın İşçinin suratı asık Hakkını arayamaz sesi kısık Memur iş başında ama huzursuz Hevesi kırılmış, çevresi yüzsüz Öğrenci okuyor ama umutsuz Mezun olsa bile okumuş işsiz Satış yapamayan öfkeli Alamayanın cinneti renginden belli Çalışmış yaş almış sonunda hasta Çevresi boşalmış, kalanlar yasta Sinirden gülüyor gülen Derin derin düşünüyor kendini bilen Bıçak kemik kesti, batıyor diken Toprağa gömüldük yaşıyor iken Fuat ÖZGEN

  • Gece Gözlü Çocuk

    Öğrenciydik, Kara önlüklü kuşağında. Sıra arkadaşımdı... Kız kirpikleri altında, Gece gözleri Haylaz yıldızlar gibi yanardı. Çocuk rüyalarımın Prensiydi O yaramaz. "Seni Seviyorum" Dediğimde büyüklenerek Ayıpladı sözlerimi. Utangaçlığımı sustum... Ağız dolusu "Seviyorum" Diyemem bugün. Yıllar sonra söyleştik Dünden bugünden... Doktor edası üstünde "Kendine dikkat et" tembihi Geçmişin özrü sanki. Salgın günlerinde. Çok sürmedi, Haberlerde duydum İçimi acıtan Gece gözlü çocuğun gidişini!

  • EYLÜL FIRTINASI

    12 Eylül 1980/ Acının, gözyaşının, işkencenin 42. yaşı * Aşağıdaki sayılar birer rakamdan ibaret değildir. Onlar acıyı yaşayan, birçoğu hayatları yok olan insanları temsil etmektedir. Darbe Türkiye üzerinde tam anlamıyla bir silindir gibi geçti. Resmi kayıtlara yansıyan bir çok insanın işkence gördüğü, kötü muameleye maruz kaldığı. Ancak resmi kayıtlara yansımayan, insanların ruhlarında onarılmaz yaralar açan yaşadıkları acılar. Onlar mı onların ne hesabı tutuldu ne de yazıldı. Binlerce insan işkence gördü yaralandı idam edildi ve birçok acılar yaşandı. * İşte 12 Eylül askeri darbesi ile yaşananlardan bazıları 12 Eylül 1980 tarihinde Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in başkanlığında silahlı kuvvetler yönetime el koydu. Evren ve kuvvet komutanlarından oluşan Milli Güvenlik Konseyi 1983 genel seçimlerine kadar Türkiye’ye ilişkin tüm kritik kararları aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi. Süleyman Demirel’in Başbakan olduğu hükümet görevden alındı. 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı. Bütün siyasi partiler kapatıldı ve mallarına el konuldu. Parti liderleri gözetim altında tutuldu, yargılandı. Türk siyasetinin yeniden tasarlandığı ve yaklaşık dokuz yıl süren askeri düzende, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. İşte 12 Eylül darbesinin kanlı bilançosu 650.000 kişi gözaltına alındı . Gözaltına alınanlar: 1.683.000 kişi fişlendi 210.000 dava açıldı. 230.000 kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı 71.500 kişi TCK 141-142-163. maddelerinden yargılandı. 9508 kişi hakkında sivil mahkemelerde dava açıldı. (1980-88 yılları ) 98.404 kişi hakkında "örgüt üyesi" olma iddiası ile dava açıldı.: 98.404 21. 764 kişi hakkında Örgüt üyesi oldukları iddiası ile mahkumiyet kararı verildi. 29.000 kişi hakkında “Yurda dön" çağrısı yapıldı. 14.000 kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 388.000 kişinin pasaportuna el konuldu. 23.700 dernek hakkında “faaliyetten men” kararı alındı. 644 dernek hakkında soruşturma açıldı. 52.000 kişi hükümlü veya tutuklu sıfatıyla cezaevinde kaldı. (1990'da kalanlar) 229 kişi eceliyle öldü 144 kişinin ölümü kuşkulu bulundu. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi kaçarken vuruldu. 74 kişi Çatışmada öldü 73 kişi hakkında doğal ölüm raporu verildi. 43 kişinin İntihar ettiğine dair tutanak düzenlendi. 2 kişi hakkında ölüm sebebi belirlenemedi. 171 kişi İşkence sonucu öldürüldü. 9.962 işkence soruşturma davası açıldı. (1982-1988 arası) 544 güvenlik görevlisi hakkında İşkence suçundan dolayı dava açıldı. 1.002 güvenlik görevlisi 1981 yılı Nisan-Mayıs aylarında ödüllendirildi. 1402 Sıkıyönetim yasasına göre 18.525 işlem yapıldı. 7.245 memur hakkında işlem yapıldı. 3.854 öğretmen hakkında işlem yapıldı. 988 güvenlik görevlisi hakkında işlem yapıldı. 266 din görevlisi hakkında işlem yapıldı. 120 öğretim görevlisi hakkında işlem yapıldı. 35 mülki amir hakkında işlem yapıldı. 47 hakim savcı hakkında işlem yapıldı. 7.233 kişi çalıştıkları bölge dışına sürgün edildi. 4.891 kişinin görevine son verildi. Cezaevlerinde tutuklu bulunan gazetecilere toplam 3.315 yıl 3 ay ceza verildi. 300 gün boyunca İstanbul gazeteleri yayın yapmadı. 400 gazeteci hakkında toplam 4.000 yıl hapis cezası talep edildi. 31 gazeteci tutuklandı. 13 gazeteci hakkında gıyabi yakalama kararı çıkarıldı. 3 gazeteci silahlı saldırıda öldürüldü. 1982 yılında 16 günlük gazeteye hakkında 394 dava açıldı. 211 Tazminat davası açıldı. Açılan tazminat davalarında 12 milyar 848 milyon TL tazminat talep edildi. 39 ton gazete, dergi, kitap yakılarak yok edildi. 40 ton yayın (kitap dergi gazete) imha edilmek üzere el konularak depo edildi. 151 tane Basın özgürlüğünü kısıtlayan yasa çıkarıldı. 927 yayın hakkında yasaklama kararı alındı. 927 film hakkında yasaklama kararı alındı. 7.000 kişi hakkında idam cezası istendi. 517 kişi hakkında ölüm cezasına hükmedildi. 124 kişi hakkında verilen idam cezası Askeri Yargıtay tarafından onaylandı. 259 kişi hakkında idam cezası meclise gönderildi. 50 kişi hakkında verilen idam cezası infaz edildi . infaz edilenlerin 18 kişi sol görüşlü, 8 kişi sağ görüşlü , 1 kişi yabancı uyruklu ( Ermeni ), 23 kişi adi suçtan dolayı idam edildi. "ASMAYALIM DA BESLEYELİM Mİ?" Darbeden sonra ilk idamlar 9 Ekim 1980 tarihinde gerçekleşmiştir. İlk olarak sol görüşlü Necdet Adalı, ardından ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu idam edilmiştir. 19 Mart 1980 tarihinde idama mahkûm edilen Erdal Eren, idam kararı Yargıtay tarafından iki kere iptal edilmiş olmasına rağmen, Millî Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan kararla 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Ulucanlar Cezaevi'nde idam edilmiştir. Kenan Evren, 3 Ekim 1984'teki Muş gezisi sırasında yaptığı konuşmada Erdal Eren'in idamına ilişkin: "Şimdi ben, bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım. Bu vatan için kanını akıtan bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim. Buna siz razı olur musunuz?" şeklinde konuşmuştur. 12 Eylül askeri darbesi izi yıllarca silinmeyecek şekilde ülkenin üzerinden bir silindir gibi geçmiş insanların hayatlarında kalıcı hasarlar bırakmıştır. İşkence gören bir çok kişi ve ailesi bu olayın izini ve acısını yıllarca taşımıştır. 12 Eylülü anlatan bir çok roman, makale şiir yazılmış film yapılmıştır. Hangisini dinlerken gözlerimiz buğulanmaz, hangisini izlerken gözlerimizden akan yaşlar genzimizi yakmaz. Şair Muzaffer Yıldırım “ 12 Eylül Günlüğü“ isimli şiirinde şöyle anlatır yasakları. ne zaman okuyup öğrenmek için elimize bir kitap alsak toplayıp yakarlar kitaplarımızı OKUMAK yasak tutsak olmuş bir güvercini salsak mavi göklere hapsederler kuşlarımızı ÖZGÜRLÜK yasak yürekler sevmek içindir diye sevmeye kalksak birbirimizi mühürlerler duygularımızı SEVMEK yasak bir başımıza usulcana bir şey düşünsek geceleri tekmelerler başımızı, DÜŞÜNMEK yasak düşlerimizde kendimizle gerçekler üstüne konuşsak dağıtırlar uykularımızı, DÜŞ KURMAK yasak avutmak için aç çocuklarımızı sade su kaynatsak ocaklarda dökerler sudan aşımızı TOK OLMAK yasak velhasılı dostlar İNSAN OLMAK YASAK !. “ Yine şair Hayrettin Horoz “Eylül “ isimli bestelenen şiirinde darbeyi şöyle anlatır. beni çoktan aştı bu acı düştü yüzümden bin kahır oturup düşünüyorum darbelerin tozunu yaşadım diyorum ya ben sana birikiyor umutlarım kaldı tortuları en güzel anıların eylül geçmiş kapımızdan süpürmüş kalıntılarını ışıkların o güneş parlıyor hala ay yine bizim “ yine yaşanan o karartıcı ve acı günlere rağmen umudunu koruyabilmek. Çağan Irmak’ın “Çemberimde Gül Oya” dizinde küçük Kara Balık’la konuşmasında şöyle der: -Sen kitapları seviyor musun? -Kitapları da çok seviyorum filmleri de çok seviyorum. -Büyüyünce ne olacaksın bakalım. -Bilmem -Okumaya devam et. Belki bir gün sende güzel hikayeler anlatırsın insanlara. Bu günleri anlatırsın -Ama bu çok zor ya unutursam -Çocukken yaşadıklarını hiçbir zaman unutmazsın çünkü hafızanın en temiz en güçlü olduğu zamanlardır çocukluk. Büyüyünce bu günleri unutma. Kitapların yakıldığı. İnsanların fikirleriyle suçlandığı günleri unutma. Unutma ki anlatabilesin bunları. Türkiye’yi sevmeyi anlat birilerine. Birileri bunu hep yanlış anladı çünkü. -Ya beni de yanlış anlarlarsa? Ya beğenmezlerse? -Olsun sen gene de bir hikâye anlat. Beğenen inanan birileri mutlaka çıkacaktır elbet. Bu ülkeyi sevmeyi anlatmak belki de en önemli konu bu. Ön yargısız birbirimizi anlamak. ... Yazımı 12 Eylül’ün 17 yaşında yaşı büyütülerek idam ettiği Erdal Eren ve onun gibi adaletsiz yargılanan bir çok insan adına aşağıdaki şiirim ile bitirmek istiyorum. Büyümeyen büyüyemeyen çocuklara.. Asmayalım da besleyelim mi? demişti bazıları... Acının yaşı olur mu anne ? Ya darağacına fidan asılır mı? acıları koynunda saklayan darağacı Utanıp yaşından ağlamaz mı? Oysa bir zamanlar o da fidandı bunu hatırlamaz mı? Kalemi kim kırdı anne ? Oysa kırılan kalbimdi Kimse farkına varmadı Ben daha çocuktum Bir gece büyüdüm ya İnanma sen anne Kim bilebilir senden daha iyi Üzülme Onlara inat büyümeyeceğim Hep masum Hep çocuk kalacağım Darbelere karşı olmak insan olmanın sorumluluğudur. Güzel günlere umutla. Semihat Karadağlı * Kaynak. 1)- Verilere ait bilgiler TBMM kasım 2012 tarihinde açılan meclis araştırma komisyon raporundan alınmıştır. https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/dnem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt2.pdf kayıtlarından alınmıştır. 2)- Çemberimde Gül Oya/Kanal D Dizi/Çağan Irmak 3)-Muzaffer Yıldırım / http://siirzamani.org/oku/26439/yasaklar_geciti_12_eylul_gunlugu_ 4)- Hayrettin Horoz/ https://www.antoloji.com/eylul-6-siiri/ Postal çizim: Mehmet Selcuk Çizim 2: Bayramoğlu

  • Çocuk Vakfı'ndan Basın Duyurusu

    Çocuk Vakfından “Çocuk Dostu Kitap-Güvenilir Kitap Listesi”nin İptal Edilmesi İçin Bakan Derya Yanık’a 15 Soruyu İçeren Açık Mektup Gönderildi… TIKLA ve AÇ

  • DOĞA VE İNSAN

    Çok sıcak, boğucu, aşırı nemli, kurak bir yazı geride bıraktık. Meteoroloji yetkililerine göre son yılların en sıcak yazıydı. Son yıllarda, alışkın olduğumuz, ilkokulda duvarları süsleyen, mevsimleri bulamıyoruz. Baharlar kayboldu. İki mevsim kaldı. Bu durum birkaç yılda oluşmadı. Dünya güneşten koptu. Uzaklaştıkça, çok uzun yıllar içerisinde, katılaştı. Çeşitli evrelerden geçip canlı yaşamına uygun duruma gelince canlılar, en son da, insan ortaya çıktı. İnsan başlarda çok güçlü değildi. Doğaya boyun eğiyor, ona uyum sağlıyordu. Zamanla güçlendi. “Doğadan istediğimi alayım, gerisi ne olursa olsun” düşüncesine kapıldı. Açgözlülüğü arttıkça arttı. İnsan çirkinleştikçe doğa da çirkinleşmeye başladı. İnsan sertleştikçe doğa da sertleşti. İnsan azgınlaştıkça doğa da acımasızlaştı. İnsan yok etmeye başladıkça doğa daha fazla yok etti. Dengeler bozuldu. Gençliğimizde ozon tabakasının delineceği, buzulların eriyeceği, kuraklık olacağı söylendiğinde bize abartı gibi geliyordu. Olacaksa da yüzyıllar sonra olacağı düşünülüyordu. Ancak izleyen birkaç yıl içinde ozon tabakasının delindiğini, buzulların erimeye başladığını, göllerdeki su seviyesinin düştüğünü öğrendik. Balığını yediğim Akşehir Gölü’nün, maya tutamadan, kuruduğunu gördüm. Dünyanın nazar boncuğu Meke Gölü’nün, Burdur Gölü’nün, Tuz Gölü’nün, daha pek çok gölün suları çekildi. Can çekişiyorlar. Nehirlerin çoğu kurudu kuruyacak. Orman yangınları artıyor, çöl kumları hepimizi tehdit ediyor. Bir yandan kuraklık tehdidi varken aniden boşalan yağmurlar sellere yol açarken, fırtınalar, tayfunlar, hortumlar (yakın zamana kadar ülkemizde hortum görülmezdi) can, mal ve ürün kaybına yol açıyor. Kuraklık tarımı, hayvancılığı etkiliyor. Kıtlık korkusunu arttırıyor. Kıtlıkla birlikte savaşlar da başlayacak. Güçlüler güçsüzlerin malına, kaynaklarına çökecek. Ölümler, hastalıklar, acılar.. Doğanın bir dengesi vardır. Bu dengeyi bozarsanız doğa yok olmaz, değişir. Ama insan ve diğer canlılar bu duruma uyum sağlayamaz noktaya gelir, dinozorlar gibi yok olur gider. Bir avuç insanın, örgütün doğayı korumaya yönelik çabaları, kartellerin çıkarlarına uymadığı için engelleniyor, etkili olamıyor. İnsan nasıl bu kadar aptal olabilir? Altın yumurtlayan tavuğu kesmeye, ayağına sıkmaya, bindiği dalı kesmeye, bindiği gemiyi batırmaya, kendi ipini çekmeye kalkar anlamak olanaksız. İşin en kötüsü de kurunun yanında yaşın da yanması. Fuat ÖZGEN

  • FISTIK, CAN PARÇAMIZ

    Kimsesi olmuştun daha dün ailemizin dillerimiz farklıydı ama biz seni sen de bizi anlıyordun bir karanlık vakti karanlık bir araçtan yol ortasına atıldığındaki ‘imdat!’ sesin kulağımda kardeşim Özlem ile koşup geldiğimizde kalbimiz yol ortasında can çekişiyordu kaçtı gitti karanlık araba polis geldi gitmedi ardından o da karanlıkta kayboldu bahçemizin en neşeli Fıstığı oldun hemen hele o iki patinle çiğ mısırı evire çevire yemen yok mu çatlattı bizi mutluluktan yarı akıllı insan türü çoğuna yakını vicdansız hani dünyayı kendinin bilir öyle bilir de bi bok olmadığını bilmez oysa ki dünyayı hak eden kötülüğü, sahteciliği hiç bilmeyen sizlersiniz biz çok sevdik seni ama çok az oldu göz göze bakışlarımız çok az sana kimse olabildik ah! sürmeli bebek sen gittin ya gözümüzün içine baka baka kan doldu gözlerimiz bir yara daha açıldı bağrımızda ezildik utandık ağladık kinlendik sonra utanmak bilmeyen kendinden başkasına düşman yüzsüzlere biz seni çok sevdik ve unutmayacağız sen zaten hiç unutmazsın can Fındık

  • ŞAKACI

    Tüm şehir uykudayken Güneşin ilk yalazı, Çamlıca tepelerine, Ve dahi boğazın sularına ulaşmamışken, Koşuyorum, Anasından önce Beşikteki minik kuzuya. Bebek ağlayışlı Şakacı martılar! Aldatıyor usumu. Gün ayıyor sonra Yakutlaşıyor suların yüzü Bir huzurlu mavilik ardı Biliyor, Bekliyorum umutla!..

  • AH BU SÖZCÜKLER

    "İnsan ne bulursa dilinden bulur," derler ya doğru değildir! İlk bakışta öyle görünse bile gerçek bambaşkadır. Dilin etkisi, ağızdan çıkan sözcüklerdedir. Sözcüklerin bilinen bilinemeyen anlamları dilin gücünü gösterir. Dilin tadı tuzu kullanılan sözcüklerdedir. “Güzel bir söz” derler, “güzel bir söz söyle canımı ye,” derler! “İnsan ne bulursa dilinden bulur,” deseler de kullandığı sözcüklerden bulur. Sözcüklerden ötürü az mı insanın başı ağrımış, az mı insan cezaevlerinde yatmış, ocağına incir ağacı dikilmiş! Dile anlam veren, onu anlamlı kılan sözcüklerdir. Onların etki gücü, çağrışımı siyasal iktidarların uykusunu kaçırmıştır. Siyasal iktidarlar konuşma derken "böyle söyleme" demiş, "benim erkimi sıkıntıya sokacak şeylerden uzak dur," demiş. Siyasal iktidarların her konuşan insanla bir sıkıntısı olmaz ki onların sıkıntısı sözü anlamlı olanlar, sözü erdemli olanlardır. Onların derdi “özgürlük” diyenlerdir, “barış” diyenlerdir. Gelin geçmişten günümüze bir “yürüyüş” eyleyelim. Eyvah "yürüyüş" dedik, farkında olmadan. Olsun anayasada "yürüyüş" konusuna değinilmiş ya! Anayasa maddesinin yapısındaki akustiğe, güzelliğine bakın: “Herkesin önceden izin almaksızın, silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir…” Bakın bakın sözün manasındaki ehemmiyete bakın! “Yürüyüş” dedik ya, toplanma ve gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefetten diye başlayan adına hukuk dedikleri eğilen, bükülen, ona göresi, buna göresi olan ifadelerle bir mahkeme kuruluverir hemen. Sen, benim özgürlüğüm, hakkım, hukukum dediğin an bir başka “suça” doğru yelken açarsın. “Özgürlük, hak hukuk,” diyen insanlar 12 Eylül’de az mı çekti bu sözcüklerin elinden? Bir “yanıt” sözcüğü yüzünden kaç eğitimcinin, kaç öğrencinin anasından emdiğini burnundan getirdiler. Ne gariptir ki buna milliyetçilik açısından karşı çıkanların eski Türk metinlerinde “Kutadgu bilig’te kullanıldığından bile bir haberdir. Ah Uğur Mumcu, ne de güzel söylemişsin: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar!" Karşı çıkılan “yanıt” sözcüğü değildi aslında, karşı çıkılan değişimdi, gelişimdi onun sonucunda yaşanacak devrimdi. “Devrim” deyince bir düzenden bir başka düzene geçiş değil, aman uykularınız kaçmasın! “Devrim,” batılı anlamda gelişim demek. “Devrim, ah devrim” senin aşkına tutulan, senin esiri aşkın olanları heyecanlandırırken, uğruna nice gençlerin hayatları karardı. “Devrim, devrim” diyen Denizler, Yusuflar, Hüseyinler…” darağacında üç fidan” olup darağacını boyladı. Ah bu sözcükler ah! Bu sözcükler yok mu, siyasal iktidarların uykularını kaçırdı. Sözcüklerden korkan iktidarlar yasak ettiler “örnek demeyi, yasak ettiler yasa demeyi, yaşam demeyi, ulus demeyi, yurttaş demeyi, yanıt demeyi… Devletin kelli felli yöneticileri bu sözcükler kullanılmasın diye yönetmelikler, tüzükler hazırladılar. Bu sözcükler yasak dediler, bu sözcükleri kullananlar hakkında yürürlükteki yasalara göre işlem yapılacaktır deyip afili cümleler kurdular. Devletin televizyonunda yasak sözcüklerle ilgili “aranan seri katilleri” çağrıştıran bildiriler okundu, okul müdürleri aracılığı ile eğitim camiası bilgilendirildi. Anlı şanlı devletimiz halkı zararlı sözcüklerden korumak için “kutsal bir vazifeyi” yerine getiriyordu işte. İşte öyle, insan ne bulursa dilinden falan değil, yani insan ne bulursa kullandığı sözcüklerden bulur. Öyle değil mi boş boş konuşan, insanlara kim ne demiş bugüne kadar? “Devleti Aliye” için tehlike kahvede konuşulanlar değildir, onun canını sıkan “hak diyen, hukuk diyen, özgürlük diyen, kadın hakları diyen insanlardır. İnsan dilinden bulmaz, insan kullandığı sözcüklerden bulur belasını(!) Dili anlamlı kılan sözcüklerdir. Ah bu sözcükler ah! II. Abdülhamit döneminde kimse “murat” sözcüğünü kullanamamış. Örneğin deyimlere bile sansür gelmiş. “Allah muradını versin,” demek isteyen biri “Allah miradını versin,” demiş. “Yıldız” sözcüğü sakıncalı olduğu için katiyen kullanılmamış. II. Abdülhamit’in burnundan ötürü kimse içinde “burun” sözcüğü geçen cümle kuramamış. Hele hele “vatan, hürriyet, cumhuriyet… Sözcükleri adamakıllı tehlikeliymiş. “Namık Kemal, Şinası, Ziya Paşa… cezanın en büyüğünü kabullenmek manasına geliyormuş. Yani fakir fukara olmuş yazı dili, kısırlaştıkça kısırlaşmış. Az miktardaki sözcükle yazma zorunluluğu ortaya çıkmış. Kazayla ağzından bir “yıldız” sözcüğü çıksın gör o zaman sen hücrenin katmerlisini. Sakıncalı sözcüklerden dolayı devrin yazarları, şairleri o dönem için "dilin sözcük fukarası" olduğunu söyler. Ah bu sözcükler ah! Eğiliyorsun, bükülüyorsun, hep bir algının esiri, hep bir kandırmacının aracı oluyorsun. Toplumsal değişimin önünde bir engelsin, sen yok mu sen, ah ah! Senin çok anlamlı olman, ironik olman, mecaz anlamlı olman… anlamaya ket vuruyor(!) Ah bu sözcükler ah! Bugünlerde de sözcüklere yeni anlamlar yüklediler: “Zam,” sözcüğü sevimsiz olduğu için fiyat ayarlaması diyorlar, “yüksek enflasyon” eskiden canavar resmi ile resmedilirken, şimdi sepetin içindekileri değiştirerek, normalleşti, kadınının özgür ruhlu olması, biat etmemesi çileden çıkarıyor birilerini. Yeni yepyeni şeyler öğrendik bugünlerde: Hasta garantili hastaneler, yolcu garantili hava limanları, araç geçiş garantili otoyollar… Ah bu sözcükler ah, Ne çektik senin elinden? Beyaza kara deyip saatlerce tartışıyorlar gözümüzün içine baka baka! Beyaz beyazdır, kara da kara. İşte böyle çok manalı şeylerde “aydınları” tartıştırmak dilin becerisi falan değil bence, bu sözcüklerin ihtiva ettikleri derin manalardır! Sözcüklerimizin kıymetini bilelim. Aralık 2019 Bayraklı

  • Başımızın Püsküllü Belaları ; Sözcükler

    Aycan AYTORE Anne Sexton dergimizde yayınlanan şiirinde diyor ya; "Sözcüklere ve yumurtalara özenle dokunmalı. Bir kez kırıldılar mı olanaksızdır Onarılmaları." Okuduklarımda, dergiye gelen yazılarda gördüğüm yaygın gördüğüm bir şey var; DE,DA... sözcük ve ekleriyle başımız belada. En kötüsünde yığınla, ne var ki en iyi yayınevinden çıkmış olan bir kitapta da var, hatalı kullanım az ya da çok. Hele mal bulmuş mağribi gibi saldırdığımız, telif derdi olmayan 100 Temel Eseri okuyabilene aşkolsun... Kendimizi dünyaya anlattığımız, dönüşü olmayan, tek kullanımlık kartvizitlerdir sözcükler, hassasiyeti ondan... Gerçi ulus olarak bizim öyle bir derdimiz yok sanki; fincan taşısak da aldırmayız, fincanları ve taşları aynı torbaya atar, katıra yükleriz, özen kaygımız değildir; adı da dobralık olur sözde; alkış bile bekleriz. Tümden haksız mıyız? Sözcüklerin kökenlerini inceleyen bir bilim dalı var; etimoloji... Arkeologlar gibi Etimologlar da var. Onlardan öğreniyoruz ki ne bulmuşsak dilimize almışız; sorun da oradan başlıyor. Domates Aztekçe, aslı tomatı... Kalem Arapça... Peki DA ne demek? Ek hali var, bağımsız bir sözcük durumu da. Dili bir yapan bulsak baştan "olağanüstühal" derdik, buyruk verirdik; eşsesli sözcükler yasak. Her şey yoluna girerdi. O zaman da kafiye, redif, cinas gibi yazıyı edebiyat yapan kimi söz inceliklerini ara dur. Böyle bir sözcük var oysa... Bazen DE oluyor ama var? "Aslı yetmedi, mutasyonlu pandemi de ayrı bir sıkıntı." "Dergimizin bu sayısında Yusuf ve Niyazi'nin yanında, Nurten, Fadime, Semihat da var..." örneklerinde olduğu gibi... Lazca mı yoksa? Tek başına yöresel bir dilin sorunu olsaydı kolaydı? Neyin nesi bu sözcük, nerden geliyor? Neden 7'den 70'e hepimizin ortak belası, eğitimsizi anladık, ordinaryüs prof'un da ortak derdi, düzgün yazan yok. Oysa işimiz bu; DİL ve sözcükler de temel malzememiz. Bir bilen anlatsa ya... Siz hata yapmadan yazabiliyorsanız, ki bir mucizesiniz aslında demektir, bir hoca bulup okunun, ama başarınızın sırrını anlatın da biz de özenelim... O zamana değin, pratikte çok işe yaramayacağını bilmekle beraber özetle bu sözcüklere değinelim. Türkçede-de, -da ekleri incelendiğinde bu ekin üç farklı görevinin olduğu karşımıza çıkacaktır. 1.Bulunma Hali Eki: Bu ekin ilk görevi hal eki olmasıdır. Hal eki olan –de, -da cümleden çıkarıldığında cümlenin anlamı bozulur. Bu bilgiye ondan aldığım kitapta rastladım. Dün gece rüyamda o küçücük çocuğu ben kurtarıyordum. 2.Bağaç: Bağlaç olan de, da eklendiği sözcükten ayrı olarak yazılır ve yazılırken ünsüz benzeşmesine uğramaz. Bağla olan de, da cümleden çıkarıldığında cümlenin anlamı daralır fakat bozulmaz. Bence bizimle sen de gel. Sınavdan Ayşe de yüksek puan almış. 3.Yapım Eki: Dilimizde –de, -da eki bazen yapım eki olarak da kullanılabilir. Mahallenin gözde bekarı muhteşem bir düğünle evlenmişti. Sözde sorularla gözümüzü korkutmaya çalıştı. Farkettiniz mi, bilmediğiniz bir bilgi değil, dahası bu konuyu ilkokulda beş dakika dikkatle dinleyen, on dakika uygulama yapan herkes bilir. Ne var ki sonuçta hepimiz de olan da budur. O halde yazı dili dikkat ve özen işi. Fincanlarla taşları aynı çuvala koymamak bile yetebilir. Koymuşsanız sonradan bir gözden geçirme her şeyi yoluna sokacaktır. Kolay gelsin.

  • Ben Eylül Sen Haziran

    Bir eylüldü başlayan içimde Ağaçlar dökmüştü yapraklarını Çimenler sararmıştı Rengi solmuştu tüm çiçeklerin Gökyüzünü kara bulutlar sarmıştı Katar gidiyordu kuşlar uzaklara Deli deli esiyordu rüzgar Dağılmıştı yazdan kalan ne varsa Yaşanmamış bir mevsim gibiydi bahar Neydi o bir zamanlar Sevmişliğim, sevilmişliğim O heyheyler, o delişmenlikler neydi Ne bu kadere boyun eğmişliğim Ne bu acıdan korlaşan yürek Ne bu kurumuş nehir; gözyaşım Önümdeki diz boyu karanlıklar da ne Ne bu ardımdaki kül yığını; elli yaşım Beni kötü yakaladın haziran Gamlı, yıkık eylül sonuma Bir ilk yaz tazeliği getirdin Masmavi göğünle Cana can katan güneşinle Pırıl pırıl engin denizinle girdin içime Çiçekler açtı dokunduğun Çimler büyüdü yürüdüğün Ve güller katmer oldu güldüğün yerde Başımda senin kuşların kanat çırpıyor şimdi Oldurduğun yemişlerin ağırlığından Dallarım yere değiyor Güneşi batmadan saçlarının Bir dolunay doğuyor bakışlarından Gün boyu senden bir meltem esiyor yanan alnıma Uykusuz gecelerim seninle apaydınlık Başım dönüyor, of başım dönüyor yaşamaktan Ölebilirim artık Ölme diyorsan; gitme kal öyleyse Sarıl sımsıkı, tenim ol, beni bırakma Baksana; parmak uçlarım ateş Lavlar fışkırıyor göz bebeklerimden Hadi gel, tut ellerimi, benimle yan Benimle meydan oku her çaresizliğe Benimle uyu, benimle uyan Birlikte varalım on üçüncü aylara

  • Dost Diye Diye...

    "Ulusların Dostu Yoktur; Çıkarları Vardır" * CUMHURİYETİN ilanından önce, Mart 1923'de Amerika'da bir dergi TİME'de geri kalmış bir ulusun liderinin resmi vardı. Övgüyle söz ediyordu dergi. Oysa ondan kısa süre önce A. Dulles’in ağzıyla; “Mustafa Kemal’e sert bir tavır takınılmalıdır(…) Eğer Türkiye hiçbir zarar görmeden devletlere kafa tutmaya devam eder, kapitülasyonları kaldırıp ve İstanbul’a yerleşirse bu yalnız Ortadoğu’da değil, Avrupa’da da barışı tehlikeye atacaktır,” diyorlardı. İnsanın dostu yoktur, ulusların hiç. İnsanı bilmem ama bir ulusun ancak ortak çıkarları olan başka uluslar vardır. İlle de birine güveneceksen, insansan kendine, ulussan halkına güveneceksin, kendinle barışacaksın, ailenle dost olacaksın. Öyledir de en çok aranan, bulunmaya çalışılan yeniden yeniden denenen de yine de dışarıda olması olası dosttur. Güzel sözdür; tarihten ders almayan sağlıklı gelecek kuramaz. Ders almak diyor ama… tarihi yinelemek, nehri tersine akıtmak, geçmişinde yaşamaya çalışmak olmasa gerek. Çuval olayından bu yana Amerika, Ortadoğu politikasında kitaplardaki dostluğa pek uymayan, şaşırtan zora sokan öngöremediğimiz bir adımla öne çıkmayı alışkanlık edinmiş gibi, büyüklerimiz de anlamadıklarını belirtip sitem etmeyi. Oysa salt bugün değil, yakın tarihin her döneminde dost ve müttefik Amerika’dan yediğimiz her darbede sarsılmış, sesimizi çok yükseltmeden ince bir sitemle yaramızı sarmıştık. Birleşmiş Milletler’e girişimiz üzerinden 15 yıl, ne kadar vefalı olduğumuzu göstermek için Kore’lere gitmemizin ve ödül olarak 1952’de ABD’nin başı çektiği Nato’ya kabulümüz üzerinden 10 yıl bile geçmeden, Rumların Kıbrıs’ta giriştikleri saldırılara yanıt vermek isteyen Türkiye engellenince “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır…” demekle yetinmiş, belki de başka çıkış kapısı göremediğimizden gene olduğumuz yerde kalıp Pasifik ötesi dosta küs, ama hülyalı ve umutla bakar olmuştuk. İyi baksak Amerika’dan alınacak çok dersler vardır, hele topu topu 250 yıl önce var olan bu yapay, ama muhteşem ülke halklarının, başlangıcında ulus olmanın, din, dil, ülkü birliği gibi… tek bir paydasını taşımadığı halde, kenetlenip ulus olması, ortak idealler yaratılıp dünyanın süper gücüne dönüşmesi bütün ülkeler için örnek bir vakadır. Bu arada her yaptığı örnek olmasa da… Olsun dünyaya ibretlikler de gerekir. Amerika bu yönlü de özgün bir ülkedir. Yüzyıl önce Amerika’nın asıl sahipleri Kızılderililerin topraklarına el koyup imhasını bitirdiler. O en masum ve ari kavim, Tanrı inancını bayrak yapan Engizisyoncu Avrupalılarca, Tanrının gözü önünde toplu olarak yok edildi. Amerika’yı kuranların 1492’den bu yana en az 15 milyon Kızılderili’yi öldürdükleri tarihçiler tarafından kabul edilir. Ya zenciler?.. 19. Yüzyılda Amerika’da tarih içinde Afrika’dan zorla getirilen, tüm haklardan yoksun, hayvanların barınamayacağı koşullarda yaşamaya ve çalışmaya zorlanan, alınıp satılan dev bir köle kitle vardı; zenciler... Getirilen zenci kölelerin 16 milyonu 1492-1807 tarihleri arasında çeşitli şekillerde hayatını kaybetti. Düne kadar oy kullanamaz, beyazların olduğu yerlere giremez, onlarla eşit koşullarda yaşayamazlardı. 1861’de iç savaşın çıkmasına, başkan Linkoln de öldürülmesine neden olan zenci düşmanlığı, kölecilik geri gelsin diye faşist, yasadışı bir örgüt olan Klux Klan tam teçhizat nöbetini hala tutar. İkinci kez seçilen, Trump öncesi Amerikan Cumhurbaşkanı, Müslümanlık olasılığıyla bize de hayli sevimli gözüken bir zenci Obama. Dedelerinin intikamını almayı düşündüğü oldu mu acaba? Ya da onu seçenler bu varsayımı aklından geçirir mi? Biz de olsaydı, bak ne defterler açardık. Gerçi Amerika’da 19. Yüzyılda göç etmiş 1200.000 Osmanlı torunu var diye iddia ediyor tarihçiler ama demek onlar da Amerikalı olup uyum sağlamışlar. Bugün bu Çinli, Afrikalı, Japon, İrlandalı, Yahudi, İtalyan, Osmanlı… şaşırtıcı binbir gensel kökle 250 yıl önce bir devlet haline gelen karma ulus geleceğini planlamış, dünü kendi koşullarında anlamayı ve anlatmayı bilim adamlarına bırakmış, geçmişi sorun etmekten vazgeçmiş, fakat dünyayı, özellikle zengin doğal kaynakları olan azgelişmiş ülkeleri sorarsan adalet adına derin dert edinmiştir. Bu nedenle de herhalde caydırıcı yanı da olan bir Amerikalının kılına dokunulmayacağını, ama kendilerinin her yere dünyanın en mahrem yerine bile dokunabileceklerini tüm uluslara dikte ettiren bir anlayış, gıpta edilecek orijinal bir ulusçuluğu, milliyetçiliği geliştirmişlerdir. Ya biz ne yapıyoruz? En az bin yıldır bir arada yaşayan, her türlü yoksulluğa, ortak düşmana, onca savaşa, yıkıma ve zaman zaman başlarına geçen en basiretsiz yöneticilere karşın örnek bir dirençle yaşamayı ve var olmayı başaran, en zorunu Kurtuluş Savaşını veren ve zaferle çıkan ve bugüne gelen Türkiye halkları, en kolayını, bir ideal ve ülkü birlikteliğini başaramadık. Dünküler başarısızdı, hatta diyelim ki kötü niyetli ya biz?.. Çocuklarımız sorumsuzluğumuza uydurduğumuz gerekçelere kanacaklar mı dersiniz? Şimdi iktidarın yönlendirmesiyle çözümü geçmişte arıyoruz. Geçtiğimiz yollarda geleceğimizi bulacağımız doğruysa evrim teorisine göre süreç, itikat sahiplerine göre Tanrı, hiçbirine inanmayanlar göre doğa, gözlerimizi başımızın arkasına neden koymamış ki şaşmamak elde değil. En azından bizim?.. İlgisiz ama çok da merak ediyorum, tıpkı işleri kesat giden bakkalın veresiye defterlerini karıştırması gibi geçmişiyle bu denli uğraşarak ondan her defasında bilime ve akla aykırı sonuçlar elde etmek ve ters eğitimle gelecek kurmak hangi tür umarsızlığın adıdır, bu insana özgü bir halse toplumsal haline ne denir? İnkar edilecek yanı yok, I. Dünya Savaşı’nda bize savaş ilan etmedi. Wilson Prensipleri'yle ulusların kendi kaderini tayin hakkını, parçalayıp yönetmek için az gelişmiş ulusların başına çok insani bir biçimde çuval gibi geçiren Amerika. Ne var ki Çanakkale’de itilaf devletlerinin bombalarını müttefik Amerikan gemileri taşıyordu. Kendileri, ben bir şey istemem asaletinde dursa da, itilaf devletlerinin Türk ulusuna dayattığı, Anadolu’yu, kurulacak Büyük Ermenistan da dahil ne kadar parçalayıcı unsur varsa himayesine almaya hazır Amerika, Atatürk’ün başlattığı ulusal kongrenin tam bağımsızlık ilkesiyle “manda”sı reddedilince, Kurtuluş Savaşı’nda artık dostumuz olmayacaktı. Ne var ki tavrı, bildiğimiz kitaplardaki düşman tarzına da uymayacaktı. Tarih kitaplarının yazmadığı Kurtuluş Savaşı sırasındaki Amerikan varlığına birkaç örnek göstermek onu daha net görmek için yeterli. ABD, itilaf devletlerine Osmanlı’nın Anadolu’da kalan topraklarının işgalinde yardımcı oldu. İşgale yardımı lojistik destekle sınırlı kalmadı. İzmir’in işgaline USS Arizona ve diğer üç savaş gemisiyle koruma sağladı. 7 Haziran 1922’de aralarında Yunan savaş gemisi Averof zırhlı kravözörü olarak ABD savaş gemileri USS Sand, USS McFarland, USS Sturtevand Rum çetelerine destek olmak için Samsun ve Trabzon’u bombaladılar. Gemilerin Samsun’a 400 top atışı yapmalarına karşın Türkler tek bir topla sadece 25 atışla karşılık verebildi. Samsun’un bombalanmasında şehirde meydana gelen maddi hasarların yanında 4 yurttaşımız öldü ve 3' de yaralandı. Mustafa Kemal’in çağının en donanımlı ordularının işgaline çok dayanamayacağını hesaplıyor, gerektiği zaman pastadan payına düşeni almak için ortalarda görünüyordu, ama gene de temkinliydi. Tarihinde birilerinin dostu oldu mu, devletlerin dostu olur mu, o da başka bir konu kuşkusuz. Neden açıktan dövüşmüyordu? Nasılsa birader İngiltere, Anglo Sakson dayatmaların nöbetçisi olarak ordaydı, diye değil elbette. Ortaya attığı Wilson Prensipleri’nin uygulanmasına gözkulak olmak için de değildi bu etkinliği. Başta ekonomik hesapları, Türkiye’deki misyoner kuruluşları, Amerikan Enstitüleri ve onların faaliyetlerinin savaş nedeniyle zarar görmemesi içindi. Daha 1914 yılında bile Türkiye’de 627 Amerikan Okulu bulunmakta ve bu okullarda 34.000 kişi eğitim görmekteydi. Çıkarları olan reji, yani tütün uygulamasına ve Merzifon’da ki okulunda ortaya çıkan Wilson Prensipleri’ni kendine göre yaşama geçirmeye çalışan Pontuscu gelişmelere pür dikkat kesilmiş, Karadeniz’e gemi göndermiş, kıyı kentlerini tıpkı İngiliz desteğindeki Yunanlıların yaptığı gibi topa tutacağını ima etmekten geri kalmıyordu. En çok kaygılandığı nokta bize maddi manevi her türlü yardımı yapan Sovyet Rusya ile yakınlaşmamızdı. İngiltere’nin Rusya ile aramıza bir duvar örmek düşüncesiyle 1918’lerde var gücüyle hayata geçirmeye çalıştığı Kafkaslarda başta Ermenistan olmak üzere küçük devletler ve yeni sınırlar oluşturma politikasında da baş destekçi oydu. Türkiye Cumhuriyetini tek tanıyan ülke olarak görünen Sovyet Rusya adına Bakü’deki kongrede konuşan Lenin, sınıf hareketine dayanmasa da ulusal kurtuluş savaşlarının, yani burjuva devrimlerinin desteklenmesi gerektiğini işaret ederken, yakın dostu Türkiye’yi işaret ettiğini düşünmek iyimserlik gibi görünmemeli. O zamanki dünya gerçeğini düşünürsek devrim Rusya’sının batıya mesafeli, hatta düşman Türkiye’den başka şansı yoktu. Unutmamalı, kısa bir süre önce Yunanlılar İngiltere’nin kuklası olarak tarih sahnesine çıkıp Anadolu’da Truvaya saldıran atalarının kemiklerini sızlatacak bir maceraya imza atmadan önce Çarlık Rusya’sı bir nolu düşmanımız olarak bilmem kaçıncı kez girdiği Anadolu’da bu kez itilaf devletlerinin kazanan tarafı olarak girmiş, gitmemeye kararlı yerleşmişti de. Ne var ki Rusya, 1917 ihtilalinden sonra İtilaf Devletleri grubundan ayrılıp savaştan çekildi. Ekim Devrimi çarlık Rusya’sının bitmeyen düşü sıcak denizlere inme amaçlı emperyalist heveslerini bitirecek, işgalden vazgeçip geri çekilecekler, bu kez Çarlık Rusya’sına ve Beyaz Orduya yardım etmeye niyetli batılıların önünü kesebilmek için de Türkiye ile dost olacaklardı. Sonuçta kazan kazandı yapılan ama din bir Arap kardeşlerimizden görmediğimiz dende hayırlı bir dost olacaktı. Bunun nedeni de anlaşılır bir şeydi. Önce Osmanlı, sonra da Türkiye, batılılarla anlaşır, boğazları açarsa Avrupa, köklenmeye çalışan, Almanya ve diğer sanayi ülkelerinden müjdeli haberler alıp dünya siyaseti olmayı amaçlayan Sovyet Devrimini bitirebilirdi. Denilebilir ki Atatürk ve Lenin’in görüp akılla idare ettiği bu politika Stalin’e kadar da sürecektir. Ah Stalin! Amerika’ya karşı uydu devletler yaratma projesi hiç de akıllıca değildir. Zaten komünizm paranoyasıyla Yunanistan’daki iç savaşı gerekçe edip Truman Doktriniyle Rus etkisine açık ülkeleri Marşall yardımıyla desteklemeye karar verecekti. Stalin’in Türkiye’den Kars Artvin ve Ardahan’ı ve Boğazlardan askeri üs istemesi üzerine Milli Şef İnönü, ABD’den askeri destek istemişti. Bu desteği vermeye hazır Amerika Truman Doktrini gözetiminde ve süt tozu katkısıyla yardıma başlamıştı ama kimi koşulları da vardı. Türkiye’den serbest seçimlere dayalı demokrasi düzeni, milli şeflik, 5 yıllık kalkınma planları ve Köy Enstitüleri gibi Sovyetlerden esinlenilmiş uygulamaların kaldırılmasını talep edecekti… ve bu anlaşmayı Milli Şef İsmet İnönü imzalayacaktı. Haksızlık etmeyelim, ne İsmet İnönü ortanın solundaydı o zaman, ne de o CHP bugünküyle bir benzerlik taşıyordu. Hem ulusların politikalarını ideolojilerden daha çok koşullar belirlemez mi? Öteki türlü akan zamana bir inattır ideoloji. Arkası gelecekti, Truman Doktrini, Marşal Yardımları kanımıza kadar işleyince Komünizme karşı cansiparane yer almamız sağlanacak, ezeli düşmanlık, ulusal erkeklik gururumuzum tarihsel kanıtı Katerina konusu da dahil bütün geçmişiyle hortlayacaktı. Dünyanın komünizm paranoyasının yanında yer alarak uluslararası arenada Kore dahil sergilediğimiz kahramanlıklar yetmeyecek, bu anlayışın bir uzantısı olarak Amerikan’ın dünya güç savaşı, bütün olgularıyla bizim savaşımız olacak, yıllarca sürecek kanlı bir iç savaş başlayacaktı. Biz ekmeğin özüne, güneşin gözüne… bakan üşengeç insanlarız, ne var ki bir işi üstlenmeyelim, yaptık mı tam yaparız; Bekçi Mürteza neymiş ki? Bütün bunlara sebep olan Stalin ne mi yapmıştı? Kuşkusuz, yanlış anlaşıldım diyerek it kadar pişman ve nadim olmuştu, öyle de ölüp gitmişti, ne var ki fırsatı bulup dibine kadar giren Amerika bir daha asla geri gitmeyecekti. Altmışlı yılların ortalarından başlayarak yetmişli yıllarda Rusya’ya ve Çin’e sataşmayı gözümüz kesmeyince, içimizdeki ayrıkotlarını temizlemeye verecektik kendimizi. Aramızda var olan komünistleri, hatta saç uzatarak, mini etek, İspanyol paça…Karadeniz'e bakarak iç geçirerek kendini belli eden potansiyelleri, kafatası ölçüleri standart Türk kafatasına uymayanları, mevcut Ortodoks mezhep ve anlayışına sıcak bakmayanları, elbette fırsatı bulmuşken bilumum zararlı haşaratı yok etmeye adanmış kutlu çalışma yıllarımız olacaktı o yıllar. Kimileri devlet elinden eğitim zayiatı, çoğu kim vurduya giden kayıtlı, çoğu üniversiteli 5000 kişi öldürülecekti. Çocuklarımızı ulusça elbirliğiyle, hiç ilgisi olmadığı halde saçıyla, şarkısıyla, okuduğu şiirle, bıyığıyla… vatan kurtaran / vatan düşmanı rollerine sokup katil ve maktul yapma potansiyelimizi tüm dünyaya iftiharla gösterecektik. O devir, Anayasada bile yazılı, asli görevi vatanı koruyup kollamak olan ne var ki 10 yılı geçkin süredir bunu unutmuş görünen, daha önce yokmuş, bir yerlerde izinde, savaştaymışlar gibi birden ortaya çıkan orduya, günde elli kişiye varan ölümleri bir ıslıkla durduran “örfi idareye”, nasıl oldu diye bile sormadan sıraya geçip istisnasız hepimiz alkış tutacaktık, haksız da sayılmazdık, sokağa çıkamaz olmuştuk. Darbenin yapılmasının ardından CIA Ankara Bürosu Şefi Paul Henze, Washington’daki Beyaz Saray’dan bir telefon alacak ve “Paul, senin çocuklar başardı,” denilecektir. 7 Kasım 1982 tarihinde yapılan referandumda yüzde 91.37'lik 'evet' oyuyla kabul ettiğimiz darbe anayasasını ve Evren’ın dayatmasını alkışlayacaktık ama, gün olacak o alkışları da külliyen inkar edecektik ayrı. Burası Türkiye, elbette onun da rövanşı olacaktı. Gün olacak “Örfi İdare”nin çoğu gitmiş, kalanı elden ayaktan düşmüş, ahrete hazırlanan generallerine işledikleri günahların vebalini güya soracak, halkı avlayacak, bedavadan adalet kahramanı olacak, ondan sonraki tüm adaletsizliklerimizi örtecek bir unvana sahip olacaktık kolayından. Evren'in 18 Haziran 2014’te Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nce anayasayı tebdil, tağyir ve ilga ile meşrû hükümeti devirme suçlarıyla yargılandığı dava sonucunda müebbet hapis cezasına, rütbesinin de orgenerallikten erliğe düşürülmesine karar verildi. Kararlar kesinleşmesi için Yargıtay’a gönderilmedi. Evren’in 9 Mayıs 2015’te ölümü üzerine Yargıtay sürecindeki dava düştü ve kararlar kesinleşmemiş oldu. Tarih gariptir, rastlantılar olağanüstü sonuçlara yol açar. İşte böyle bir sürecin başında, “Şenol Bey Tarihi” hiç hesapta yokken çok önce, kurtuluş yıllarında, Cumhuriyetin kuruluşundan birkaç ay önce, Amerika’da çıkan bir dergi TİMES, Atatürk’e kapaktan yer verir. Atatürk’ü ve yaptıklarını övmektedir. Oysa daha dün “Avrupa´dan süpürülen Türklerin dünya siyaset sahnesinden de bir daha dönmemek üzere silinip gitmesi başlıca dileğimizdir.” diyordu 21 Ağustos 1920 tarihli The New York Times. Wilson Prensipleri’de bu niyetin anayasası olacaktır. A.DULLES’in ağzıyla “Mustafa Kemal’e sert bir tavır takınılmalıdır (…) Eğer Türkiye hiçbir zarar görmeden devletlere kafa tutmaya devam eder, kapitülasyonları kaldırıp ve İstanbul’a yerleşirse bu yalnız Ortadoğu’da değil, Avrupa’da da barışı tehlikeye atacaktır.” diyorlardı. Times dergisi aradan 90 yıl geçtiğinde var olan kapaklarından seçtiklerini yeniden yayınladı. Başta gene Atatürk’ün resmi vardı. Ne dersiniz, rastlantı mı, gazetecilerin konu bulamayışından kaynaklanan bir sonuç mu? Yoksa nihayet Amerika’nın bile teslim etmek zorunda kaldığı hakkı olan bir onurlandırma mı? İşin içinde Amerika olunca, hayırdır... demeden olmuyor. Bence hiçbiri değil; “Ulusların dostu yoktur.” VE ACIKLIDIR… Bugün en büyük ihtiyacımız elbette BARIŞ. Elbette barış uzlaşmalardan geçer ve ödün gerektirir, zorumuza gitse de… Bunun yollarını bulacak ve uygulayacak olanlar sorumlu iktidarlardır. Ne var ki, bugün Atatürk’ün kurduğu demokrasinin kazanımlarıyla rahat ortamda bizler, onun ilkeleriyle uzlaşmayı reddederek hatta rövanş alma anlayışında, Cumhuriyet’in takipçileri milyonları hiç hesaba katmadan, yani en başta ATATÜRK’le barışmadan, BARIŞTAN söz ediyoruz… Söven sövene... Siz ağzınızı açıp cemaatler ve dindar kesim için bir yorum yapsanız troller anında linçe başlar, savcılar harekete geçer, tutuksuz yargılanmak mümkünken size yer bulunur hapiste, ne var ki Cumhuriyete, Atatürk'e hakaret edenin hakkında soruşturma bile açılmaz. İnsan merak ediyor? Eksik ve bir ayağı topal bir barış mı isteniyor, yarın dünya siyasetini belirleyenlerin gerektiğinde kurcalamaları için?.. Şenol Yazıcı, 5 Mart 2013

  • Araf Hali

    * BATI bir idealdi... O günden bakarsak bir ÜTOPYA; Atatürk'ün Ütopyası. İyi düşünceydi… Yorgun, yoksul, yıkık ülkeye moral olacak, diriltecek bir model gerekliydi, erişmek için çalışacağı bir ideal... Gavur mavur diyorsun ama… o değil, BATI BATI... Hani, hayranlık uyandıran, hayran olamıyorsan diz çöktüren akıl, bilim, fen, sanat, uygarlık, insan hakları... Var ya onlar... Yoksa ne işimiz var dinleriyle, insanlıklarıyla, herkesin ki kendine, elbet bizimki en iyisi... Öğrenemeyiz de… Öğrensek de bozar bizi. Ne öyle kilise de şaraba batırılmış ekmek tatmak… Biz evde bir kadeh tatsak mahalleyi göçmen yaparız, uymaz. İlk on beş yıl kararlıydık... Bir mucizeler ülkesi gibiydik, gidiyorduk... Sonra... ​ Önce duraladık, sonra yalpaladık... Hayır yalpalamadık bilerek hedeflere karşı çıktık, OYa tamah ettik, paraya tamah ettik, aksini savunur olduk. Ama yerine hiçbir şey koyamadan karşı çıktık sadece… Hınç alacaktık, dedelerimizin hıncını. Kestiğimiz dal bizim de bindiğimizdi, ama olsun… Sonuçta Allah var. Var elbet, ama sen akıldışı kişisel hıncını Allaha görev yaparsan, Peygamber bile bakmaz yüzüne, aklın da mı tutulmuş? İşte o hal o zaman başlar, seçeceğini bilmeden bekleme yeri, yani ARAF… O bekleme hali nasıl bozar insanı, nasıl da gerer. Ölüm ölüm de hırlamaya ne borcum var, der olursun. 1938'den beri Araf’tayız... Bu ulus gerçek anlamda bir mucizedir. O kısacık süreçte, 15 yılda inanılmaz yol aldı, hem de onca distopyaya karşılık. Sonra tam düzlüğü gördük, artık kolay derken, inanılmaz olan oldu... Birden turbulansa girdi ülke... Epeydir bir o yana bakıyoruz, bir bu yana... ​ BATI bir ülküydü, “mehlika sultan” gibi... Simgesi de AB... ​ 63 yıl önce başlamıştık. Kapılardaydık, gözümüz yanacak ışıktaydı... ​ Sonuçta zengin kapı, talip olduğumuz. Kriterleri olması, biraz da kapris yapması doğaldı. Biz de gayret ederdik... ​ Yandı ışıklar, ama bize değildi... Hep dışarıda kaldık... Hep hüzünle seyrettik. Kimler kimler gelip başköşeye kuruldu. Dün kurulan devletçikler bile... ​ Biz kabul göremedik. Bırak kabulü "müzakare tarihi" bile alamadık. ​ 17 Aralık 2004'te bir ışık yandı. Toplantıdan dönen dönemin başbakanı haberi muştuladı." hamdolsun sizinle başardık, tarihi aldık." ​ Ne coşkuluyduk... 18 yıldır bekliyoruz... Görünen biz de geri gidiyoruz, ama asıl AB kaçıyor dört nala. Görüyorsun halimizi. Terör kudurmuş. Suriye öyle… Yetmemiş , terli fanilasını bile kutsal sayıp ne istediyse verdiğimiz hocamız, doymamış ki kelle almaya geldi o meşum yaz. Çok şükür , '15. katlardan Fantomlara kafa atan yiğitlerimiz vardı' da kurtardık. Ekonomi sinyal veriyor. Dolan ayakkabı kutularından mı , yoksa dolmayanlardan mı bilmem ama nasıl hala ayakta, anlayanlar şaşırıyor. Bir küçük sevinç gerek… Nerde? Belki AB… Görünen köye bile kılavuz gerek bize... Yaş kemale ermiş, evde kalmıştık belli ama gene de umutluyduk... Adamlar insafsız. Adamlar da akıl var, bilim, fen var, bütün dünyayı sömürmeyi başaracak kurnazlık var, ama insanlık sıfır... Zaten bunlar, daha dün, Temmuz 2016'da kopan o büyük depreme, aramızdan çıkan gafillerin darbe teşebbüsüne de “kandırıldık,” dememize de inanmaz inanmaz bakmamışlar mıydı? Bunların dedeleri de öyleydi. Hatırla: Atatürk, gemilerine kahırla bakmış bakmış, “kim bunlar” dememiş ama, “geldikleri gibi giderler" demişti. Belki de incelik orda mı? Bir üslup sorunu mu bu? Hani, Avrupa parlamentosu(AP) var ya, hani ondan önce, malumu görmüşüz demek ki, " sen kim oluyorsun dediğimiz... " bir tavsiye kararı almıştı, ezici bir çoğunlukla: Türkiye ile AB görüşmeleri askıya alınsın diye... ​ Ne çok severler, başka uluslara ince ayar vermeyi, ne halinden anlarlar, ne derdinden, ama bunu bilirler... ​ Seziyorduk bir şeyler ama böyle de değil. Türkiye ancak 3000 yıllarında üye olur diyeniniz bile daha insaflıydı. Bir umut vardı en azından… Ver o umudu, kellemi iste. Değil 3 milyon, otuz milyon mülteci gönder bize, bakarız, işsizlik doruk da, üniversite mezunları FETOculardan fırsat bulup işe de girememiş, limon satıyor, olsun Suriyelileri vatandaş da yaparız. Biz de yoksa para yok, insanlık gani… ​ Görünen Suriyelileri salmamızdan da korkmuyorlar. ​ Anlamadığım, AP, 2004'te AB'den "müzakere tarihi" almamızda etken güçmüş ki o zaman teşekkür etmişiz. Demek şimdi hükümsüz olmuş. İnşallah öyledir... Değilse bile, kim oluyorlar ki? ​ ŞANGHAY'da peşimizde zaten, gideriz valla... Bize Şanghay var... Enerji Kulübünün başkanlığını bile aldık. Nato ile o üyelik uymaz mı? Şanghay'ın da mı kriterleri varmış, bize değildir canım. Nato kalkanından biri gelecekse onlaradır. ​ Bize bu gidişle Nato'dan da yol gösterirler. İçimiz zaten görünen. Terör doymuyor. Otuz yıldır ülkenin kanını emen teröre verdiklerimizle yeni bir ülke inşa ederdik, sadece güneydoğu değil. Ölenlerde o ülkenin halkı olmaya yeterdi. ​ Yetmedi dün ne istedilerse verdiğimiz en büyük hain çıktı, hiç durmuyor. Temizle temizle bitmiyor. Şaşıyor insan bu kadar çoktular da seçimde neden legal bağımsız parti olmadılar. En kafa adamları hemen çözüldü, şimdi itirafçı… Onlara bakılırsa ruh olduramamış, daha çok, vaat ettiği, dağıttığı devlet makamlarıyla sempatizanını da, dünyalığını oldurmuş. Devlet kapısı kapanınca da dün kaymağı yiyenler bugün satışa geçtiler. Peki bunu bu aklımla ben görüyorum da devlet görmez mi, bu OHAL ısrarı niye? ​ Suriye'de İşid, Pyd... derken Esat'ın uçaklarının da saldırısı sonucu şehitler verdik. Kurtarmaya gittiğimiz ülke de bizi bombalıyor. Nankörlere bak. Biz orda bir kahve içip döneriz dedik diye… Hem Suriye’nin ağzına baktığı Şanghay zirvesinin ağır topu Rusya’yla anlaşmıştık. Misliyle karşılık veririz, diyor büyüklerimiz. Görünene bakmayın, sesimize maşallah! Avusturya bize silah ambargosu koydu. Ne sanmışsa kendini? Biz İstanbul'un bir ilçesi olacak bu devleti vals ithalatçısı bilirdik, demek silahı varmış da, biz de alıyormuşuz da... Ama ambargo sahici...74 Kıbrıs Harekatından sonra ilk... Yok aslında sorun derin. Vardı ya Kanuni’yle ömrünce savaşmış Avusturya Macaristan İmparatoru… Ordan geliyor bu hınç, belli. ​ Dolar da kudurdu. Dolar da dolmaz da ...diyor büyüklerimiz. Tasa değil yani... ​ Alman "bacı" Merkel de Türkiye'den ayrılıp üs arıyormuş Ortadoğu'da, ne olur ne olmaz, diyerek. Ben yazıyı düzenleyip internete koyana kadar "Alman Bacı"nın ne olduğu gözümüze girdi bile: Almanya da bize silah ambargosu koydu. ​ O da bir şey mi? İtalya, hani Osmanlı zamanında 1912'de kargaşayı fırsat görüp 12 Ada'mızı iç eden var ya o, Cumhurbaşkanımız mültecileri konu edince sanki ona da sormuşlar gibi, " Mültecileri salarsa salsın Türkiye, ama sonucuna da katlanır..." diye kuru sıkı bir tehdit de savurdu. ​ Sanki ona dedik...Durumdan vazife çıkardı, rol kapacak. Buldunuz ya, vurun... Türkiye ŞANGAY' a giderse, Türkiye Ortadoğu'ya sürgün edilirse kına yakarsınız artık. Ortadoğu tampon Türkiye'yi bir yutarsa sınırdaşın olup dibinize girecek görmüyorsunuz. ​Bu gidişle Nato başka bir muhtaç ülke bulur, oraya otağ, pardon çadır kurar; örneğin Yunanistan sanki göz kırpıyor... Düşünsenize bir sabah kalkar kıta sahanlığı 12 mil, bir başka sabah 15 mil der mi der. ​ Bu ARAF hali hal değil. ​ Ben bu hali hiç ilgisi yok ama bir döneme benzetiyorum; 12 Eylül öncesi ... ​ En çok gençlik idolüm Ecevit’i anımsıyorum, niyeyse... Her mağlubiyetten eşsiz galibiyetimizi yaratan büyük şairi... Her kırıklıktan safları sıklaştıran zamkı üreten dehayı... Hiç unutulacak gibi mi? Mağdur bir masumiyetin isyan hali yok mu? İntiharına da olsa başkaldırı hali, beni tanımayanı ben hiç tanımam ruhu... Beni böyle ebedi muhalif yapan o eşsiz karizma unutulur mu? ​ Ya, galiba İnönü bile biraz öyleydi. "Başka bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır..."diyen ama başka yere gidemeyen İnönü... Galiba genlerimizde var, bir yara tamir biçimi..mi? ...ve bizim sol örgütleri... Her yan yıkım, her yan yalnızlık, ahali de, devlet de, kullandığı tetikçisi de üstüne geliyor, yarını kimse göremiyor, ama parti, dernek toplantılarında yeri göğü tutan, mezarlıktaki ölüleri değil salt, hortlakları da korkutacak sıtma görmemiş bir sesimiz var... ​ Herkes ARAF'ta... ​ Öyle içimiz kırılmış... Öyle de sesimizde kahraman ... O zaman içimizdeydik, birbirini yiyorduk, belki yolu oydu, sonuçta yan komşundu hasmın...Yükselt sesini, kızım sana diyorum gelinim sen işit, korkarsa... Ama şimdi?.. ​ Bir düşünsek mi? Siyaset dili diye bir şey var, hele bu AP, AB dobralıktan, mertlikten hiç anlamıyor sanki. ​ Bu ARAF hali hal değil... Hadi yabancı değiliz, açıkça söyleyin; yoksa bütün o AB düşkünlüğü filan... sahte miydi? / ŞENOL YAZICI 26 Kasım 2016 * yazarın öteki yazılarını görmek için: *

  • SORULARI ÇALMAK DA POLİTİKTİR

    Çalmak eylemi, kendine ait olmayanı hukuki, ahlaki ve vicdanı olmayan yollardan kendine ait kılmaktır. Hele ki uzun yıllardır yurtiçi ve yurtdışı kamu personeli istihdamı yani atamaları için yapılan sınavlarda sürekli bir şaibeden bahsediliyorsa sıradan bir çalma olayını aşan bir durum söz konusudur. Yüzbinlerce gencin emeğini yok sayarak, soruları yandaşlar için çalmak kleptomani vb. psikolojik bir rahatsızlık değil, aksine bilinçli, kirli bir politik tercihtir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi birçok benzer cumhuriyette olduğu gibi kırılmalar tarihidir de. Batı eksenli aydınlanmayı hedefine alan cumhuriyetin inşa süreci dolaylı ulus egemenliği ekseninde laik-seküler bir yaşam ile birlikte halkçı ve kamucu bir kalkınmayı hedefine koymuştur. Ancak sancılı bu inşa süreci hedeflediği gelişmeleri bir türlü gerçekleştirememiştir. Bunun temelinde ise halk egemenliği, laik-seküler yaşam tarzı ve kamucu bir ekonomi politikası sol-sosyalist değerlerin ve o değerler ekseninde örgütlenmiş geniş bir toplum yapısıyla mümkün olabilirdi. Ancak bu kesimler en başından beri bu sürecin dışına zor kullanılarak itilmişlerdir. “Mustafa Suphi olayı, tevkifatlar, sol-sosyalist aydınlar, yazar, şair, bilim insanları, sendikalar ve benzer demokratik kitle örgütleri üzerindeki basınçları farklı hemen hemen her dönemki baskılar vb.” örneklerinde olduğu gibi. Bir taraftan durum böyleyken diğer taraftan uluslararası emperyalist yapılar eliyle cumhuriyet rejiminin siyasal İslam’ın etkisinde olması için büyük çabalar harcanmıştır ve harcanmaktadır. Yeni cumhuriyeti önce kadrosal sonra da bir bütün olarak ele geçirmek isteyen işbirlikçi, siyasal İslamcı, tarikat ve cemaatler içerden de aldıkları destekle solu bir bütün olarak etkisiz hale getirmek ve devleti ele geçirmek için sürekli atılımlar içerisinde olmuşlardır. Bu atılımları çoğu zaman saman altından su yürütürcesine gizli kapaklı yapmışlardır ve yapmaktadırlar. 1950 yılında komünizm ile mücadele dernekleri devreye girerek solu kamu alanı başta olmak üzere toplumsal anlamda etkisiz hale getirmek için kurulmuştur. Kurucular arasında çok bilinen politikacılar ve kanaat önderleri de vardır. Ardından 1963 yılında kurulan Türkiye Komünizm İle Mücadele Derneği daha yaygın ve derin olarak devletin her kademesinde örgütlenmiştir. Siyasal İslamcı örgütlenme, 12 Eylül 1980 yılındaki askeri darbeyle de şahlanmıştır. 12 Eylül askeri darbesi gerçekte neoliberal kapitalizm sürecini Türkiye’de başlatmak için yapılmıştır. 12 Eylül darbesinin hemen ardından uygulanmaya başlanılan 24 Ocak kararları bu gerçekliği ortaya koymaktadır. 24 Ocak kararları Türkiye’de özelleştirmeleri başlatan, kamuculuğu adım adım tasviye eden, çalışma hayatını güvencesizleştiren, sermaye için ülkenin yerüstü ve yeraltı kaynaklarını bir bütün gözden çıkaran ve doğayı rant alanı olarak görerek ekolojik yaşamın da dengesini bozmaya dönük kararlardı. Türkiye işçi sınıfının örgütlü olduğu sendikaları ve benzer demokratik kitle örgütlerini kapatıp kurucularına ve üyelerine her türlü baskı ve ağır kötülüklerin yapılması tesadüfi değildi. Emekçilerin kazandığı tüm hak ve özgürlükler bu darbe ile bir bir ellerinden alınmıştır. Sol potansiyel gençlik suçlu ilan edilip cezalandırılmıştır. Uğur Mumcunun ‘Tarikat, Siyaset. Ticaret’ kitabında da sıkça ifade ettiği gibi darbe ile gelişen tüm dönemlerde “Müslümanlık, anti-komünist bir ideoloji olarak egemenlerce kullanılmıştır.” 1402 sayılı yasayla binleri bulan sol görüşlü üniversite hocalarının görevine son verilmesi aydın, yazar, çizer ve gazetecilerin üzerindeki baskılar darbenin niteliğini göz önüne sermektedir. Kamuculuğa, kamu kaynaklarına, demokrasi, hak ve özgürlüklere sahip çıkan sol kültür ve örgütlülüğü bertaraf edilmeliydi. Bunun gerekleri de günümüze kadar bir bir yerine getirildi. Kamu kurum ve kuruluşları tarikat cemaat ve içeriden çevrelerin inisiyatifinde biat eden sözde İslamcı kadroların devlete hâkim olması için her yol mübah görüldü. Sınavsa sorular, mülakatsa hamili yakınımdır kartvizitleri elden ele dolaşmıştır. Aynı sürecin şekil değiştirerek devam ettiği kamuoyunca bilinmektedir. 31 Temmuz 2022 tarihinde düzenlenen Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) çok açık olarak şahibeli iddialarla gündeme gelmiştir. Çok sayıda sorunun Yediklim dersanesi ve Yediklim yayınlarındaki sorularla birebir aynı olduğu iddia edilmişti ve bu iddiaların yalan olmadığı 3 Ağustos 2022 tarihinde ÖSYM başkanının görevden alınması ve bu iddiaların incelenmesi için cumhurbaşkanınca devlet denetleme kurumunun durumu incelemesi için görev verilmiştir. Beraberinde KPSS de iptal edilmiştir. Benzer sınav iptalleri 2010 ve 2016’da da yapılmıştır. Daha öncesi ve sonrası tarihlerde de bu şaibelerin olmuş olabileceği kamuoyunca konuşulmaktadır. İlahiyatçı Prof. Dr. İbrahim Maraş, “Onlara göre her şey mübah; soru çalmak, kadrolaşmak, torpil, hırsızlık, İslam davasının muzafferiyeti için doğal ve gerekli” derken çalmanın politik olduğunu çok net olarak ifade etmektedir. Binlerce ne amaçla kurulduğu kamuoyunca çok bilinmeyen, denetlenmeyen öğrenci yurtlarında örgütlenen bu potansiyele ne gibi bir gelecek ya da geleceksizlik vaat ediliyor, kamuoyu bilmek zorundadır. ODTÜ’lü öğrencilerin Ağustos 2022’deki alternatif mezuniyet afişlerinden birinde dedikleri çok dikkate değerdi: “Soruları Değil, Sorunlarımızı Çalın!” Kamusallığın neredeyse tamamen tasfiye edildiği, istihdamın sınırlandırıldığı, her on üniversite mezunundan beşinin işsiz olduğu, kazara iş bulanların da çalışma koşullarının dayanılmazlığından ve azgın bir emek sömürüsünden dolayı mutsuz olduğu bilinmektedir. Soruları çalma, salt yandaş diye bilinen insanları işe almak zorla iktidarda olanların iktidarını güçlendirmeyecektir. Aksine emekleri yok sayılan, yarınları çalınan, işsizlik ve açlıkla sınanmak istenen gençlik yeni bir yol bulacak ve yeni bir hayat için yola çıkanlarla buluşarak umuduna, yarınlarına ve ülkesine sahip çıkmasını da bilecektir eninde sonunda …

  • Halk Dalkavuğu

    O'nun Şapkası, Ötekinin Sarığı 1925 Türkiye'sinde bile şapka hiçbir özellik taşımıyordu. Oysa bir döneme damgasını vuran çarpıcı bir simge oldu. Büyük tartışmaların başlangıcı, şakası olmayan ciddi bir devrimin işareti ve ilk kez geniş halk yığınlarının, fillerin macerası bizi ilgilendirmez, diyerek baktıkları genç cumhuriyeti iliklerinde hissettikleri ve dolaysıyla sorguladıkları bir simge olacaktı ŞAPKA... Ya ondan ya bendensin'in devlet eliyle ilanı da... Öyle ya aklını niyet okuyucular hariç kimse okuyamaz, ama şapkanı, sarığını, giysini nasıl saklarsın. Atatürk kılık kıyafette birlik ve modernizasyonu şapkayla başlattı. Yunan fesi yasaklandı, fes, kalpak, külah, takke, sarık ya da yöresel çözümler de... Ne kadar milliydi tartışılır ama şapka vazgeçilmez ve yasal zorunluluktu artık. O kadar ki 100 yıl sonra bile oy alabilmek için "asrı saadet devri" gibi sunulup 100 yıl öncesinin bu alışkanlığıyla "ben de sizdenim" mesajı verilmeye çalışıldı. Herhalde bilinç altına, beni seçerseniz, sizi alıp götüreceğim yer burası; 100 yıl öncesi, diye mesaj vermekti amaç? O da ne ki, bazılarınca da şapka öncesine duyulan özlemle karşı devrimler üretildi. Üçüncü sınıf komedi. Birinci sınıf komedyenler varken, kim gelirse o tiyatroya? Kırsalda şapka takan mı kalmıştı? Sarıklılar onca çoğalmışken... Tuhaf ama gene de itibar eden oldu? Oysa Atatürk'ün çok da şapkalı resmi yoktur, onu kullanmakta bir inadı da... Nasıl ki sarık kerametli olmasından değil, şapka, kalpak, fes üreten teknoloji ortaya henüz çıkmadığından bir devrin yaygın kullanımı oldu, köşegen şapka da benzerleri gibi bir dönem giyim modasına renk katmış sıradan bir objeydi. Çürüme, geleneği zorlayan yeni hayatlar üretmekle değil, modaya ya da yaygın kullanımlı seri ve ucuz alışkanlıklara itibarla başlar, bir obje nedeniyle de bir döneme tapmaksa herhalde çürümeyi de aşan bir şey; çaresizlik olsa gerek.. Herhalde modanın tek derdi vardır; depolarındaki tapon malları tüketmeyi saymazsan, en az emekle, daha çok satmak... Yoksa özgün olanın ediniminin zor ve pahalı olduğunu herkes bilir. O da akılla ve çalışmayla olur. Popülizm ne kadar artarsa aklın, emeğin ve niteliğin o kadar azaldığını bilmek gerek... Bu sadece giyimde, oy derdindeki siyasette değil, yaşamın her alanında; bilim sanatta da sık görülen bir alışkanlık. Bu alanda tevazu ya da merhamet gibi görünen, aslına rücu diye sunulan, özünde sadece halkını sömürmeye dayalı bir ikiyüzlülüktür. Ya d asıl sorunları gölgelemek, dikkati bir düşe çevirmek... Ya da sözde empati kullanarak kitleleri amacına koordine etmek için uydurulmuş, ama sonuçta çokluğun kazanarak en kutlu amaçları yozlaştırdığı, kendine uydurduğu bir açmaz... En büyük garipliği ya da çelişkisi alt kültürün öyle bir talebi olmadan üst kültürün bir lütfu gibi başlayıp sunulan ama sonuçta vasıflı olanı vasıfsıza esir eden bir kavram popülizmi... Böyle olduğunu herkes, hem de her iki taraf da bilir bilmesine de yine de alıcısı en bol türü de bu olsa gerek. Tak şapkayı, sar sarığı; sizdenim de... Nasılsa uçurmaya hazır muritler kapıda kuyruğa girmiş. Dünya solunun da açmazı burada başlamıştır. Sözde kurtarmaya çalıştığı, iktidar yaptığı proletaryayı elinde tutabilmek, kontrol edebilmek için bir süre sonra onu eğitme gerekliliğini unutmuş, ya da eğitimin zorluğunu görmüş, onun varolan alışkanlıklarına övgüler düzerek sempatisini kazanmaya, denetimi elinde tutmaya çalışmıştır. Türkiye reformistlerinin de her devir kurtulamadığı bir açmaz; bir gayya kuyusu olmuştur bu popülizm. Bir sol parti olan CHP’nin halkçılığıyla, merkez sağ bir parti olan AKP’nin halk ne derse o olur söylemleri ne kadar çok birbirine benzer geliyor. Halk o kadar umurlarındaysa, cari açığı kapatmak adına uyguladıklarının sonucu ellerinde olan hayat pahalılığını öncelikle dert etmeleri gerekmez miydi? Hiç olmazsa Menderes vari pahalı aldıkları temel ihtiyaçları halka ucuza verip sübvanse etmekte mi akıllarına gelmedi. Övgü herkesin hoşuna gider, hele bunu yapan başarılı, sosyal ve ekonomik hayatta da yol almış biriyse... Neden bizim mahallede oturmuyorsun, neden çocuğunu halkın çocuklarının gittiği mahalle mektebine vermiyorsun da Amerikalara kadar yolluyorsun demek kimsenin aklına gelmez. Hayır! Sana inanmamı hiç bekleme. Sadece bir tarafı ötekine düşman sıkı saflar yapmaya çalıştığın için değil ya da bana arkaik dönemlerin güne uygulanamayacak sembollerini reva görüp sen çağın tüm olanaklarını hovardaca kullandığın için de değil; Aydın, halkını seven bir aydın ya da siyasetçi, halkına dalkavuk olmak değil, aksine öğretmen, örnek olmak zorundadır; yaşamıyla da, eğitimiyle de, alışkanlıklarıyla da... diye fısıldayan aklım olduğu için. Üzüldüğüm belki de o da değil; ille de bir halk popülisti olacaksak özgün bir şey yaratacak zekamız da yok mu? Hep aynı yeri oyuyoruz niyeyse? * Şenol YAZICI / 24. Haziran. 2018

  • Harbi Konuşan Bir Şair

    Öz Geçmişim Ben ömrümce muhalif yaşadım. Devletçe de menfi bir TİP sayıldım Onun için kan grubum RH NEGATİF Bu dizeler Can Yücel’in yaşamının özetidir sanki. 'Küfür etme özgürlüğü'ne sahip çıkarak, 'Türkiye’deki insanların tek özgürlüğü olan küfrü ele vermemek lazım, sahip çıkmak lazım!' diyerek 'harbi konuşmak'tan söz eder. ‘To be or not to be’ sözünü ‘Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin’ şeklinde çeviren, şiirin Can Babası bazen sivri dilli, bazen küfürbaz ama bir o kadar da sevgi doludur. Ağustos ayı, O’nun hem doğduğu hem de yaşama veda ettiği ay... Can Yücel, 21 Ağustos 1926 tarihinde ikiz kardeşi Canan ile İstanbul’da dünyaya geldi. Annesi Gülsüm Refika Hanım, babası ise eğitimci bir yazar ve ileriki yıllarda da genç cumhuriyetin milli eğitim bakanı olan Hasan Âli Yücel’dir. Can Yücel, kız kardeşi Canan ile birlikte Boğaziçi İlkokulu’na gider, ama kardeşiyle devamlı kavga halinde olduğu için aile çözümü Can’ı yatılı okula yollamakta bulur. Okulda Latince öğrenir, Nâzım okurlar. Sınıf arkadaşlarından biri de Gazi Yaşargil’dir. Birlikte yurtdışında okuma hayalleri kurdukları ve bu amaç uğruna harçlıklarını biriktirdikleri can dostu Gazi. "Can Yücel yerine bana burs verildiği çok söyleniyor” diyerek şöyle anlatır o günleri… “Ama ne bana burs verildi ne de Can’a. Hasan Âli Yücel, Temmuz 1943’te yanıma gelerek ‘Gazi Bey, Can bana söyledi Viyana’ya gitmeye karar vermişsiniz. Ben de Can’ı İngiltere’ye göndereceğim. Lütfen onu ikna edin’ dedi. Ben de ikna ettim, yol gösterdim sadece. Ama ikimize de burs verilmedi. İkimiz de ailemizin imkânlarıyla yurtdışına çıktık. Can çok iyi arkadaşımdı.” Lise bittiğinde Hasan Âli Yücel oğlunu Nazi Almanyası’na göndermek istemediği için Gazi Yaşargil yurtdışına tek başına gider, Can Yücel ise kendisi için harçlıklarından biriktirdiği parasını arkadaşına verir. El Tutuşa Tutuşa Ne kadar çok elimiz varmış meğer İlkin, senin elinle tutuşan benimki Sonra çocuklarınki Gençlerinki Tekel işçilerininki Sonra, ellerin elleri… Ne kadar çok elimiz oldu, baksana Tutuşa tutuşa Bir orman yangını gibi Can Yücel bir süre Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Alman filolojisi okur. Üniversitede sol kanatta yerini alır ve Dil-Tarihteki İlerici Gençler Derneği’ne üye olur. Bunlar Hasan Âli Yücel’in kulağına gidince Can Yücel’e Cambridge yolu açılır. Çünkü 1946’da Türkiye’nin çok partili düzene geçmesiyle birlikte Can Yücel’in muhalifliği daha somut bir kimliğe bürünür. Uzun süre Fransa ve İngiltere’de yaşar. 1953’te yurda döndüğünde Kore Savaşı’na katılan Türk birliğinde askerliğini tamamlar. Londra’da BBC’nin Türkçe bölümünde spikerlik yapar. 1963’te Türkiye’ye döndükten sonra Marmaris’te bir süre turist rehberi olarak çalışır. Ardından İstanbul’a yerleşip bağımsız çevirmen ve şair olarak yaşamını sürdürür. 12 Mart döneminde Che Guevara’nın “Gerilla Harbi” ile “İnsan ve Sosyalizm” kitaplarının çevirisi nedeniyle 15 yıl hapis cezasına mahkûm edilir. 1974 affıyla özgürlüğüne kavuşur. İstanbul’da Vatan, Demokrat ve Söz gazetelerinde köşe yazıları yazar. Önce İzmir’e oradan da Muğla’nın Datça ilçesine taşınır. 12 Ağustos 1999′da burada yaşamını yitirir. Can Yücel, edebiyata şiirle başlar. Çeşitli dergilerde yayımlanan şiirlerini 1950′de basılan ilk şiir kitabı “Yazma”da toplar. Bu kitabın ardından uzun süre biçim arayışlarıyla uğraşır. İlk şiirlerinde uyaklı söyleyiş, coşkulu anlatım, geleceğe umut ve güvenle bakış belirgin özellikleridir. 1973′te basılan ikinci şiir kitabı 'Sevgi Duvarı'nda imge-sözcük-anlam üçlüsünün birbiriyle dengelendiği insan-doğa ilişkilerini konu alan şiirleri dikkat çeker. Kara mizah ögeleri taşıyan siyasal içerikli bazı şiirlerinde tarihsel ve günlük olayları iç içe işler. 1974′te çıkan üçüncü kitabı “Bir Siyasinin Şiirleri” önceki dönemlerin bileşkesi olur. Bu şiirlerde cezaevinden dışarıya dönük gözlemlerini, izlenimlerini, duygu ve düşüncelerini yansıtır. Hiciv gücü ve sözcük oyunlarıyla eriştiği dil ustalığı, geniş kültürüyle beslenen şiirini yeni boyutlara ulaştırır. Halk ağzı ve türküleri ile deyişlerinden de yararlanır. Şiirin yanı sıra tiyatro oyunları da çevirir. 12 Eylül sonrasında müstehcen olduğu iddiasıyla “Rengâhenk” adlı kitabı toplatılır. “Avuçlarındaki ter kokusunu özlediği” karısı Güler Yücel’le 1956 yılında evlenir. Bir mülakatında Güler Yücel’den “Pek severim karımı haa! Babam bana, ‘sen tek karıyla yaşamaya mahkumsun’ derdi. Güler’le yaşıyorum. Çok da seviyorum canımın içini” sözleriyle bahseder. Can Yücel o dönülmez yolculuğa çıkana değin ömürlerinin 43 yılını birlikte geçirirler. 1973 yılında evliliğe bakışını şu sözlerle anlatır: “Evlilik , inanmadığım halde içerisinde 17 seneyi bitirdiğim bir kurum benim için. 17 senede (abartmıyorum) 40 çift arkadaşımın son verdiği kurum aynı zamanda da… Evliliğimin bu kadar uzun sürmesinin gizi belki de kuruma inanmamaktan geçiyor. Evliliği toplumun dayattığı şekilde yaşamamaktan… Nedir bu dayatmalar? Erkeğin muhakkak kadından yaşça büyük olması, eğitim seviyesinin erkeğin lehine ya da en azından eşit olması bunların sadece ikisi… Olmaz, yürümez diyor toplum… Erkek yaşça büyük olmalı ki, kadına ‘höt’ dediğinde oturmalı kadın… Ya da yumuşatıyorlar; efendim kadın erkekten önce çöktüğü için (hani doğum falan) küçük olmalıymış yaşı… Eğitimde de böyle… Kadının çok okumuşu bilmiş olurmuş, evde kalmakmış layığı! Eşim benden 2 yaş büyük; ne ‘höt’ dememe gerek kaldı 17 senede, ne de benden önce çöktü… Yıllar içinde ben yaşlandıkça o gençleşti. – ‘Ooo Can Bey kapmışsınız çıtırı’ esprilerine muhatap dahi oldum. Eşim 3 üniversite bitirdi; ben bi taneyi 9 senede bitirdim… Ne o bana bilmişlik tasladı, ne ben ona ezik baktım…” Küçük Kızım Su’ya Bir derin uykudaydım ölümün içinden Açtım ki gözlerimi Bir suyun gölgesi gibi Kendisi adeta bir suyun Ayakucunda sen oturuyorsun Şiir getirenlerin çok olsun çocuğum! Üç çocuğu oldu Can ve Güler Yücel’in; kızları Güzel ve Su ile babasının adını verdiği oğlu Hasan Yücel. Kendi nasıl bakıyorsa hayata, çocuklarına da o ilhamı vermeye çalıştı. Çocukları için aşkı diledi, mutluluğu diledi; “Şiir getirenlerin çok olsun çocuğum!” diye ekledi. Büyük Can Dedi ki Kovalamayın beni yatağa Hiç uykum yok Daha lafınıza karışacağım Ortalığı dağıtacağım Televizyonu kapatacağım Ayçiçeği resmi yapacağım daha Başparmağıma şiir okuyacağım Islık çalacağım Daha çok işim var Gecenizi karartacağım Kütahya vazonuzu kıracağım Vakitsiz yatırmayın beni Daha çok erken Ve bir gün 'Anne babadan kalma yarısı yaşanmış ömrü'nü tükettiğinden bu yana nice aşklara, nice isyanlara tercüman olan şiirler bırakır ardında Can Baba… Mezar taşlarına bile tahammül edemeyenlerin diyarında özlem ve saygıyla anıyoruz büyük şairi,

bottom of page