top of page

Arama Sonucu

"" için 3686 öge bulundu

  • AV ZAMANI

    Mahalle kahvesinde bir araya gelmişlerdi Ali, Kamber, Muhlis. Birer demli çay dediler Kahveci Müslüm’e. Çaysımışlar iyice, üç çekişte tükettiler, "Birer çay daha Müslüm abi bardakların altı delik galiba baksana tükeniverdi! “Bardakların altı delik değil yavrum, bülbülyuvası gibi çay bardağı, iki fırt da bitiyor!” Öteki, “Müslüm abi çabuk tazele, bak bardağın adam gibisi varsa ona yap bizim çayımızı!” Çaylarını bitirmişlerdi, altmış beş model Land Rover cipe bindiler, Borlu’dan ayrılıp Kireçli rampalarına tırmandılar. Sağ taraf uçurumdu. Bir yuvarlansalar kırk parçaya bölünürlerdi. Uçurumun yamaçlarında aralıklı bodur palamut meşeleri vardı. Taşlık kayalık arazide taşlık, topraksız arazide büyümemişti meşeler. Sonra yakın uzak ahlât çövürleri, çaltılar, hatmi çiçekleri, dikensi kurak toprakların top başlı dikenleri. Uçurumdan aşağı, azıcık ileri doğru bakınca Borlu çayının Demirköprü barajı ile sarmaş dolaş kucaklaşmasını görürsünüz. Demirköprü Barajı, dağların arasında, gözleri dinlendiren maviliğiyle, soğuk kış günlerini yumuşatan ılıman havasıyla, altmışlı yıllarda yapılmış, adını tozlu topraklı yolda yürüyüp giden sığırların sidiği misali, virajlı yolu üstüne yapılan köprüden, demir köprüden alırken, Gediz ovasına hayat verir… Hele içindeki cins cins balıklarıyla yakın köylerin, kaçak avcıların, protein kaynağıdır. … Üç arkadaş, köyün dağını, taşını adı gibi bilen Kamber’i de almış, Telel mevkiine ava giderler. Bağlarbaşından sonra her yer silme kızılçamlıktır. Yanında yönünde deniz, göl möl olmadığından doğa yemyeşildir. Genç yaşlı milyonlarca ağaç. Eskiden ulu çamlar vardı buralarda, göz alabildiğince uzanırdı, ağaç katili motorlu testereler çıkmadan önce. Köylünün yakacağı, dalından, kurusundan olup giderken ağaç katilleri, “delik demirin” icat edilmesi gibi koca koca çamları dakikada yer serer. Düzlüklerin çamları, tarla açma ihtirasına kurban olurken, yamaçlar, tepeler balkanlıktır. Çamlığın içinde bir başına ahlât, meşe, muşmula ağaçları Ali gibi yalnızlığın timsalidir. Kamber, insan psikolojisiyle ilgili, bir tedrisattan geçmiş değildir; fakat bakar bakmaz o insana dair bir şeyler söyler, söylediklerinde de yanılmazdı. Kamber, tansiyon hastasıdır, ince eleyip sık dokuyan karakter özelliği, ince fikirlilik tansiyon hastası yapmıştır onu genç yaşta. Telel vadisine geldiklerinde: “Benim tansiyonum oynadı, şuraya oturup elimi yüzümü Telel pınarında yıkayayım, siz çok uzaklaşmadan yakınlarda avlanmaya bakın, ben Kıcırların bahçe ektikleri yerde armut ağacının dibinde beklerim sizi!” “Olmaz dedi, Ali, birlikte gideceğiz, sen ayaklarını armut ağacına dik, gözünü kapat on dakika sonra çamların oksijeniyle hiçbir şeyin kalmayacak, hadi dediğimi yap, anca beraber kanca beraber!” “Ali doğru söylüyor dedi Muhlis!” … Ali, Kamber, Muhlis, Telel eşmesine doğru tüfekleri omzundan ellerine almış, çakmaklarını açmış, av için hazır bir vaziyette elleri tetikte, gözler çakmak çakmak açılmış, her an uçuverecek bir keklik, her an uçuverecek bir üveyik, önlerinden zıplayıverecek bir tavşan için tetikteydiler. Aslında onlar tavşan eti yemezdi. Tapucu Cafer, “Tavşan mavşan vurursanız mındar etmeyin bana getirin, kim getirirse fişekliğini dolduruvecen! Sonra da Kuzuluk’ta yemek benden ırakı sizden hem de bi gözel yir, içe, eleniriz, sonracama da düne müne yolculuk ederiz; anaştık mı?” “Tamam, hem de on sefe tamam!” “Ali tamam deyo, ben bi şe demiyon,” dedi Kamber!” Kamberin tansiyonu ha bire yükseliyor, yükseldikçe, tansiyona mansiyona kendi kılkuyrukluğuna verip veriştiriyordu. “Benim gibi ince fikirlinin, sabah akşam şeytan babıcı dikenlen, ta ağzına yüzüne…” Kamber tansiyonu ile kavga ederken, Telel deresinin boğucu sıcağı adamakıllı çökmüştü. Bir tarafta Kabaklık kaşı, diğer yandan Asmalca kaşı, aşağı doğru Metreslik tepesi, esintinin vadiye ulaşması mümkün değildi. Ak topraklar ayna olmuş, sıcaklığın derecesini yükseltip insanın her bir yanını kan ter içinde bırakmaktaydı. “Senin gibi havanın, senin gibi tansiyonun ta anasını avradını…” Küçük bir esinti ile kıpır kıpır kıpırdayan çamların iğne yaprakları titremez. Azıcık efildeyiverse iğne yapraklar, rüzgarı büyütecek, yeşilin bin türlü rengi, ruhunda bir sevda türküsü, bir mavi türkü olarak doğacaktır. Kamber armut ağacının gövdesine dayanırken, Kabaklık kaşından gelen köpek havlamalarını duymuş, tansiyona sebep, konuşmaya canı istemediğinden bir şey demez. Bu ses, tavşan izi, tavşan kokusu süren zağarların “çem çem,” sesidir. Arkasından iki el silah sesi, içinden, “Tavşana sıkı mı harcanır,” diye söylenir kendi kendine. Tansiyonu düşmemiştir daha, o, tansiyonu çıkınca başını ıslatır, oralarda su olsaydı sokardı içine. On iki yıldır tansiyon hastasıdır, sabah yataktan kalkar kalkmaz ilacını alır, güne öyle başlardı, bugün öyle yapmış; fakat yine çıkmıştır tansiyonu. Tık demiş, burnundan düşmüş, anasını kıl huylarını almış, şeyi ile kavga eden bir karaktere sahiptir. Aynen anası gibi, bir şeye kızdı mı, tansiyonu fırlayıp çıkardı. Telel eşmesi, Kepekçi emminin tarlasının altındadır, çelik gibi, derler ya, “karpuzu çatlatan bir suyu” olur. Tansiyonu tam manasıyla düşmeyen Kamber, eşmenin içine sokar başını, bir dakika bir tutamaz, eşmenin içinde. Su soğuktur, buz gibidir, eşmenin soğuk suyu kafa dersini germiş, damarlarını gömgök göğertmiştir. Yol kenarlarındaki ahlatlar gelen geçen yesin diye tarla sahipleri tarafından armuda aşılanıp adına “hayrat amıtları” denmiş. O armutlardan gelen geçen, canı isteyen, karnı doyuncaya kadar yer. Kimse “armut hırsızı” demez. Adı hayrat armutlarıdır çünkü, gören gözün hakkı olur, diye yesin içsin, helal olsun demişlerdir. Yenilen yenilir, dibine düşenleri börtü böcek, hayvanlar yer, başında kalmışsa tarla sahibi de kalanı silkeleyip heybesine koyar, evine götürür. Yolda birileriyle karşılaşmışsa, “Ha bi yo iyen, amıt veren sulu yi iyen, canın istedi gada da al” der. Anadolu köylüsü, hakikatlidir, “delik demir icat olmadan,” alış verişinde parayı tanıdıkça hakikatli köylü daha çok kazanmak için müflis tüccarlardan hinlikleri öğrenmiştir. Başını Kabaklı mevkiine çeviren Kamber, “yere batsın davşanınız, yinir mi u, eşek eti gibi!” O benzetmeyi neden yapmıştır, onu kimse bilmez, belki de aile büyükleri öyle demiştir; o da ona sebep öyle demiş olabilir. Yoksa ne eşek eti, ne köpek eti, ne de at eti yemiştir. Kamber, konuyu biraz daha bilimsel çerçeveye oturtmak için, tek tırnaklı hayvanların eti yenmez, eti yenen hayvan geviş getirmeli, çift tırnaklı olmalı diye de bir sonuç yazmıştır, tüfek sesine, zağar sesine istinaden. Biraz sonra Ali de geldi Telel eşmesinin yanına. Telel eşmesinden eğilip kana kana su içmeyi babasında görmüştür. Babası, şapkasının ibiğini geri arkaya vererek kana kana içerdi. Telel eşmesinin suyu incedir, şişkinlik mişkinlik yapmaz. Ali de şapkasının ibiğini arkaya çevirir, diz geldiğinde suyun yüzeyinde titrek titrek konup uçan su sineklerinin dereye aşağı uçup gitmesine takılır. Eşme derinlerden yukarı doğru fokur fokur kaynamakta, su yüzeye çıktığı yerde patlamaktadır. Patlama saniye aralığında yüksekliği, bir çok, bir az biteviye devam eder. Ali'nin şapkasının ibiği arkada, diz gelmiş, bir fokurdayan suya, bir kayan sineklere bakmaktadır. Eğilir, suyun yüzeyinde kendi cemalini görür. Karakaşlarının Telel’in ak topraklarının tozu dumanıyla beyazlaştığını, dudaklarının Telel’in ak topraklarınca çatlatıldığını fark eder. Derin göz çukurundaki yorgun gözler, Anadolu köylüsünün fotoğrafını resmederken, çukurlaşan gözlerin altındaki torbacık, varisli damar gibi pörtleyip çıkmıştır. Ali, bir müddet daha eşmenin aynasında kendine tutkun bakar. Sonra, hızla dudağını eşmenin soğuk suyuna dayayıp kana kana içer… “Şükür elhamdullah, verdiğin nimetlere bin şükür,” der. Ali’nin manevi yanı kuvvetlidir, kuvvetli derken öyle çöl bedevilerine aşık falan değildir. O, inancını içinde yaşayan, kurucu değerlere sadık, hakikatli biridir. Muhlis’in av mav derdinde değildir. O hiçbir canlıya kıyamaz. Eline tüfeği almış, onlara arkadaş olmak için, doğanın temiz havasını solumak için gelmişti. Aslında elinde tüfekle oksijen avına çıkan bir avcı demek daha doğrudur. Kana kana suyunu içen Ali, az ileride yüz üstü yatmış birini görünce o yana doğru, ürke ürke yürür. İşte o anda yaman bir korku, bir hançer olup yüreğinin ortasına saplanır. “O ne ola ki der, ölü müdür, diri midir; ya da beni korkutmaya çalışan bir mi?” O yana doğru yürürken, yüreği korkuyu çoktan beynine iletmiştir bile. O korku ile Gök Münevver’in deyimiyle “acal teri”ne kesmiş, saçları yağmurda ıslanmışa dönmüş, yanaklarından aşağı süzülüp inerken, aynen ilkokul öğrencilerinin yağmur resmi çizdiği gibi uzayıp gitmiştir aşağı doğru. Asmalca kaşının, Metreslik tepesinin, Kabaklık boğazının kızılçamları salınmaktadır boyuna, salınırken çevre köylerin gelin ağlatma havası Cezayir çalmaktadır sanki, ne demekte bu ağıt? Cezayir'in harmanları savrulur, Savrulur da sol yanına devrilir Sarı buğday samanından ayrılır. Sokakları mermer taşlı Güzelleri hilal kaşlı Cezayir Gemilere çürük tahta dayanmaz Yiğitlere gaflet bastı uyanmaz Aman Allah buna canlar dayanmaz Cezayir’de savaşan Türk askerleri için yakılan bir ağıt iken düğünlerde gelin ağlatma havası olarak çalınır çok eski yıllardan beri. Telel eşmesinin yanı başından geçen çay yolundan kimsecikler geçmemiştir saatlerdir. Bu yolun yolcuları mevsimliktir, çay yöresine sebze dikilir, oraya gidişler kasımda nihayete erer, köy uzak olduğundan bu bitek topraklar, verimli olarak kullanılamamıştır. Ceset, Telel eşmesine yakındır, kırk elli adım var yoktur. Her kimse eşmeden eğilip suyunu içmiş, “su içerken yılan bile dokunmaz,” sözüne binaen kıymamış katili, az uzaklaşsın bakalım demiş, sonra öldürmüş. Ali ter içinde, cesede doğru korka korka yaklaşırken, birden mıh gibi çakılıp kalır yerine, adım dahi atamaz. Geri geri çekilir, gözlerini ovuşturur hayal mi görüyorum, der, açar kapatır gözlerini. Sonra sağa sola bakar, görünürlerde kimse yoktur. Arkadaşlarına bağıracak olur, korkudan ses edemez. Diğer yandan yaman bir merak da içini kemirir. Tekrar cesede doğru kısa adımlarla, ayağını sürüye sürüye yürür, yine aynı yere gelir. Az önceki korku bu sefer daha yaman bir şekilde göğüs kafesini delip çıkacak gibi olup güp güp atar. Korka korka iki adım daha atar. Boynunu uzatır, cesedin üstündeki yamalı gömlek rengini kaybetmiş, gri zemin üstünde koyu siyah çizgiler, ak toprakların akına dönmüş, karnından akan kan ak toprakları kızıla boyamış, ölü avcısı, grili siyahlı, mavi gövdeli sinekler, çoktan ölünün üstünde tavafa başlamış. Bu melun sinekler, ölü avcısıdır, dünyanın neresinde olursa olsun ölü kokusu aldılar mı, yel olur, deli poyraz olur orada biter. Ceset bir erkek cesedidir. Otuzlu yaşlarda olduğu yüz hatlarından bellidir. İnce dudaklarını örten seyrek kahveyi bıyıkları, ağzının kıyısından sarkmış. Yeşil mavi arası gözleri, kıpırtısız bakmaktadır. Ölünün üstündeki kot pantolon birkaç yerinden, paçası da aşağıdan yukarı yırtılmıştır. Arazi meyilli olduğundan ölüden akan kan aşağı, çaya doğru akıp gitmiştir. Cesedin gözleri hala açık olması, direncin, dayanmanın, umudun öteki adı olarak dünyaya bakmaya devam etmekte. Ali Telel eşmesinin az ötesindeki cesedin üstüne eğilmiş, incelemeye başlar. Cesedin parmakları kesilmiş, kollarına, vücudunun muhtelif yerlerine, derin kesikler atmışlar, ayakkabılarından bir teki yoktur ayağında, ne biçim öfkeyse, kulağının birine de kesmişler. Göğsü, karnı, bacakları her yeri delik deşiktir. Ceset kaç zamandır buradadır belli değildir. Ali, Telel eşmesinin soğuk suyu ile serinlemeye devam ederken, cesedin akşama doğru el ayak çekildikten sonra yörenin leş yiyen sırtlanları, çakalları üşüşüp yok edecektir. Bu yerler tenhadır, buralara, bu aylarda, günde bir iki insan ya uğrar, ya uğramaz. Ali, kimseye bir şey demezse, cesedin yerinde yeller esecektir bir gün sonra. Yöre halkının andık dediği sırtlanlar doğanın en vahşi hayvanlarından sayılır, yürürken çıkardığı diş sesleri halkın korkulu rüyasıdır. Ona sebep sevmediklerine “andık, andık herif,” derler. Ali, Kamber’e Muhlis’e, yolda hiçbir şey anlatmadı. Korkuyu, o sahneyi yaşadı günlerce. Geceleri doğru dürüst uyuyamadı, gözünü kapar kapamaz, ceset ayaklanıp üstüne üstüne gelmekte, yakasından tutup sallamaya başlayınca, kan ter içinde uyanır. Ali, kendini eve kapatmış, kimseyi görmek istemez, günlerce yataktan çıkmaz, Geceleri mezar çamlığına gider, koca çamın dibine oturur, için için ağlar, ağladıkça insanlığından utanır… Ali, insanlıktan çıkmıştır, var yok gibidir. Esnaf Muharrem, hem Ali’nin akrabası; hem de yardım sever bir insandır. Ali'nin vaziyetinin her gün kötüye gitmekte olduğunu görür. Ali de Muharrem'in dayısı gibi delirip dağlara mı düşecektir? Aliyi Manisa’ya akıl ve ruh hastanesine götürür. Kontrolleri yapan doktor: “Hastanın yatması lazım, tedaviye hastanede devam etmemiz lazım. Ne kadar yatar, bir şey diyemem, belki aylar; belki yıllar. Hastanın içinde, anlatamadığı bir şeyler var. Ben çağırmayınca sakın gelmeyin, tedaviyi olumsuz yönde etkilersiniz, onun yaşadıklarını unutması lazım. Gerekirse telefon numaranız kayıtlarda vardır, oradan alır; ararım sizi. Ali, dört ay tedavi görmüş, bu dört aylık zaman zarfında köyünden, akrabalarından kimseyi görmemiş, ona yaşadıklarını hatırlatacak ne mekan, ne kişile... Doktor, “verdiği ilaçları Ali Bey doğru dürüst kullanırsa eskiye dönüş olmaz; tamamen de iyileşemez, eseri kalacaktır, dikkatli olmak lazım,” deyip taburcu eder. O günden sonra kimse ne av, ne avcı, ne keklik, ne üveyik, ne tüfek lafı etmez yanında. Birkaç arkadaşı dışında mecbur kalmadıkça kimse ile görüşmez…

  • DÜŞ YOLCUSU

    Struma'nın aşkları sevgileri sonsuzluğa gömdüğü lacivert sulardan Kemanın aşk nağmeleri yükselirken gökyüzüne Salkım saçak hüzün sağdım Bulutların bembeyaz saçlarından Oysa Turnalar şakıyor Kırmızı kanatlarında Kuzey rüzgarlarından getirdikleri aşk şarkılarını söylüyordu Leylekler kanatlarına Sevginin türküsünü sürmüşler Aşk sarhoşu sarmaş dolaş yürekleri Yorgun yüreğim Kendi şarkısını söylerken Albatros misali Bembeyaz köpüklere dalıyor Maviliklere süzülüyordu Özgürlük gerekirse dünyaya karşı gelmektir diyordu Tutsak kalmamak için Donkişot misali savaşmak Pes etme yüreğim Bahar kapıda Güneşi selamlayan Papatyaları koparıp Saçlarına takamazsın Bak dinle Serçeler cıvıl cıvıl Daldan dala sekiyor. Tan vaktinde öpüyorlar sabahı Leylak kokuları sarmış Eski şehrin sokaklarını Gözlerim bir mabedin kapısını aralar gibi aralıyor Yüreğinin kapısını Erguvanlar tomurcuğa durmuş Ruhumun her karesinden bir çiçek fışkırıyor Kokuları ruhumu sarıp öpüyorlar düşlerimden Kırlarda firar etmiş ya gelincikler Toprak ananın bağrından En güzel türküyü haykırıyorlar umuda dair Geç kalmanın telaşında Köpük köpük dalgalarda Rüzgarla dansa kalkmış Yakamozlarla sarmaş dolaş Martılar Gülümsüyorum Biliyorum bahar gelecek Toprak Ana binlerce çiçek doğuracak Kuşlar kanatlarıyla yüreğimden öpecek Ruhumu boyayacak selluka Gördün mü Düş değil bunlar Sen yine de inan dinle Bir türkü söyle Buğday başakları eğilsin Sevgiyi tak yürek cebine Okşa ruhunla Kimse inanmasa da sen inan Her şey güzel olacak. Semihat Karadağlı/ 07.04.2021 /16.51 yine uçakta düş yolculuğunda Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • Attilla İlhan

    Bu Ülkede Her İyi Şair Sağalmış Bir Travmadır * (15 Haziran 1925 - 10 Ekim 2005) Baktığında dört yan mavi keserdi, mavi yağardı. Ulu ağaçların altından uzayan parke yoldan kısa eteği savrularak gelir, yanımdan geçerken, benim aptal utangaçlığımın verdiği cesaretle delice rahat: “- Seni seviyorum çocuk,” diye fısıldardı. Utanırdım. İçim sımsıcak Akdeniz keserdi, hiç bilmediğim Akdeniz... Çok hoşuma giderdi, konfetiler gibi portakal çiçekleri yağardı başıma, ama utanırdım. Hep utanırdım. Tam önümde otururdu. Oynardı benimle, gerekli gereksiz silgimi alır, masaya sımsıkı yapışmış dönüşünü bekleyen terleyen ellerime dokunurdu, ince uzun parmaklarıyla. Güneş yanığı sarı saçları ışık ışığa savrulurdu. Bir yosun kokusuyla dolardı hava... “- Seni seviyorum çocuk,” derdi, fısıltıyla. Kızlar kapısına yönelmeden tam önümden geçerken, iki tavşan dişini gösteren gülmesiyle, derdi. Akdeniz kokardı. "Seni seviyorum, demek, ne demek anne?" Annem utanırdı. Kapılara, bacalara bakardı, geçmeyen kuşlara bakardı. Anlardım ki, bu hiç sorulmaması gereken sorudur. “ Okuluna bak sen,” derdi annem, “Öyle pis şeylerle kafanı doldurma! “… “-Ama anne,..” Sanki dünyanın en güzel çiçeklerini veriyor bana. İçim kalkıyor anne, yüksekten düşer gibi, salıncakla uçar gibi… O kadar kötüyse, kalbim niye bayram yeri? Sonra o bir kız, bense bir erkek... Erkekler güçlü değil miydi, bu oyunda? Öyle ya erkektim. On dört yaşında bir erkek... İçinde ekşi eriklerin kamaşması olan, yükseleceği güneşi bir türlü bulamayan, her gün bir başka şey olan komik bir erkek... Bir devir sevmekten utanırdık. Tüm devirler biz, sevmekten utandık. Hele erkekler… Bu coğrafyada erkekler, seviyorum, demeyi bilmezdi. Yemin ederim, çok zor öğrenecekler de… İçimde bir şey, bağır, diyordu, bırak ağaçlara adını kazımayı, bağır: O hakkın senin, kopar al. Seni seviyorum,.. Seni, seni, seni seviyorum… Ama ayıptı. Adama neler yaparlardı. Adama ne yaparlardı? Daha adamın adama neler yaptığını, yani Attila İlhan’ı bilmiyorduk. “Ihlamurlar Altında”yı kaç kez okudum. Kahramanını, en çok gözyaşlarını kendime benzettiğim Love Story’yi kaç kez izledim kim bilir. Soluk aynaların karşısında en bayramlık sesimle fısıldadım: “Seni seviyorum,” ama diyemedim. O mavi gözlerle darmadağın oluyordum, hep yeniliyordum, sonsuz yeniliyordum. Kendi içimde mahpustum, duvarlar üstüme geliyordu. “Bu gece yine ayaz çıkacak / iliklerine dek üşüyeceksin…/ Engelli yolların sonunda duvarlar kat kat / Denizlerse dalgalı olabilir…” Nerden buldum, nasıl yazdım, ne anlatırdı, sevgiyi anlatır mıydı, bilmem. Bildiğim yazarken içimdeki ekşi erik kokusu deliriyordu. Verdim, ulu ağaçların bittiği yerde tam kızlar kapısında... Bir şey diyemedim, uzattım. Okuduğum tüm soylu, ama yenilen kahramanlar gibi; çarmıhına yürüyen İsa gibi, intiharına yürüyen Martin Eden, Kerbela’daki Hüseyin gibi verdim… İçimde kıyametim koparken kaskatı öyle verdim. Minnacık kâğıt eline geçtiğinde parmakları elimi yaktı. Dokunsa ağlardım. Dokunmadı. Mavi gözlerini geniş geniş açarak, bulut toplayan bir gök gibi içten içe kaynayarak, ama ıslak, ama, ama… İnsan çok sevilince niye ağlar anne? “- Sen, şimdi büyüdün çocuk,” dedi. Ben büyüdüm. Büyüdüm mü anne? O anda yakaladı beni öğretmen. Alıcı bir kuş gibi göklerden geldi sanki, kızın elinden minik kağıdı kaptı, okudu ve bana döndü. Göz bebeklerinde ve çarpılan ağzında o korkunç, ezen yargı vardı: Ben bir namussuzdum, hatta daha ötesiydim; sanki ülkeme ihanet etmiştim, ben sanki ülkemin namusuna … Başıma inen yumruklarla yıkıldım kaldım. Anladım, büyümek hep yenilmektir. Artık bu ülke Akdeniz kokmuyor, anne. "Hayat bu," derdi gene, "Öğretir..." Biz bir avuç çocuk 1968 güzünde aşk ile ayaklandık. İlk öğretmen okulu boykotuydu. Elbette gene yenildik. Biz talimliyiz usta, yenilmeyi çok güzel yaparız. Oluşturduğumuz şanlı tarihimiz çarmıhta yenilen Spartaküs’le başlar, darağacına yürüyen Denizlerle sürer,.. ne sanıyordun? Sürüldük, itildik, kakıldık ve çok, ama çok derin kırıldık. Devletimiz sağ olsundu, parmak kadar çocuklardık, ama isyan ettik; asker traşlı saçlarımızı uzatmak istedik, şapka takmak istemedik, saç uzattık, İspanyol paça pantolon, mini etek giydik, kolye taktık... ve sevdik… sözün kısası suç işledik: Hak etmiş olmalıydık, cezalandırıldık; ezildik, bitirildik, yaşlarımız büyütüldü asıldık darağaçlarına, vadesi gelmemiş güller gibi. En kötüsü biziz sanıyorduk. Biz kuzeydekiler, sınırlarımızı aşan işler yapıyorduk, seviyorduk ve cezalandırılıyorduk. Ceza olmasa, bizden adam olmazdı zaten usta. Daha Akdeniz’deki o bıçkın delikanlıyı tanımamıştık, seksenine değin içinde kocaman bir çocuk gezdiren fırtına şairi bilmiyorduk. Onu, sevdiği kıza Nazım Hikmet’in bir şiirini yazıp gönderdi diye 141’le yargıladılar. Daha on altı yaşındaydı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okumasına izin vermediler. Üç yıl sonra ancak mahkeme kararıyla İstanbul’da bir okul bulabildi. Yirmi bir yaşında Türkiye’nin en büyük şiir ödülünün ikinciliğini Cahit S. Tarancı’nın ardından alırken devrinin birçok ünlü şairini geride bırakıyordu. Henüz, onu tanımamıştık. Biz yediğimiz dayağın acılarını dilimizle, elbet uzanabildiğimiz kadar, yalayarak sağaltırken, atlan alta bu büyük kahramanlığımızla da övünüyorduk; devlete kafa tutmuş ve bu kadarla kurtulmuştuk, az mıydı?... Artık kendimizi sınayacak, çarpacak yeni duvarlar arayabilirdik. Oysa bilmiyorduk, o duvarlar hazırdı, kendiliğinden gelecekti, çok uzak değildi. Yetmişli yıllar, kırgın olan herkesi "komonist", "faşist" yapıp çıkacaktı. O yıllar, yüreği olan herkesi iyice kıracak... ya karşında ya yanında ama ölümüne taraf yapacaktı. Henüz iliğini dikmeyi başaramamış eğitimli gençler, ülkeyi kurtarmak adına ölümüne giderken birileri pastayı götürecek, yurtsever ya da kahraman olacaktı. Kırılmak aklı öldürür usta! Kırılma büyük iştir usta. Benim ülkemde bu işi büyükler üstlendi bir devir. Büyükler de, kırdı mı, iyi kırar. Kötü komşu, insanı mal sahibi yapar, doğrudur ama devlet kötü komşu muydu, o baba değil miydi, biz de evlatları; belki arayışta, belki haylaz, ama çocukları... Başka bir şeymiş bu; öğrendik. Devlet kırdı mı iyi kırar. Adamı dünya çapında bir şair, büyük bir siyaset polemikçisi, edebi akımlar yaratıcısı, ülkenin en cesur romancısı, en önemlisi seksen yaşında bile hala hakkı teslim edilmeyen çocuk gözleriyle intihar etmeye kararlı gibi bakan bir kahraman yapar. Hep aykırı durmaya kararlı, hep hesaplaşmaya niyetli yapar. Çalıştığı CHP yayın organı ulus gazetesinde CHP’yi eleştirir, kovulur. Mavi dergisini toplumsal gerçekçilik akımına oturtur, ama tüm şiiri değilse bile, dizesel anlamda Yenicilere, “Bu bizden,” dedirtecek, şiirler de kaleme alır. Onun şiirinin gücü, bilinç akışıyla, halkın kullandığı deyimleri doğru yerde yan yana getirmesindeydi. Soyutlanan şiir, soyut ama herkes tarafından anlamı bilinen deyimlerle “yaraya tuz basıyordu”. Adapazarı’nda Türkçe kullanmaya kararlı genç bir edebiyat öğretmeniyken, çünkü benim de kırılmam vardı ve toplumla hesabım...ve elbet taraftım, salt bu yüzden sürüldüm. 12 Eylül’ün hemen sonrasıydı ve neden kıyıldığınızı bile soramazdınız, eşim dostum kimsem kalmamıştı çevremde anlatacak, kaybolmuştum. İnsan korkaklığı korkunç… Tam o günlerde Attila İlhan şiiri divan edebiyatı motifleriyle gündeme düştü. O kentli ağzına hiç uymayan küflenmiş sözcükleri nerden bulursa bulur, küfünü, pasını siler, cilâlar, en yeninin yanında sunarak yüreğimizi oynatırdı; ama sevmedim onu. Sıra halkın kullandığı, hatta biraz köylü deyimleri kent diline sokarak çok güzel şiirler üretilebileceğini o kızgınlıkla çoğumuz görmezlikten geldik. Biz görmedikçe de, Attila İlhan şiiri devleşti, slogan oldu. Umurunda değildik. Kendi sınıfıyla bile acımasızca çatışıp tek başına, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış, o intihar etmeye kararlı çocuk pervasızlığıyla yürüyordu. Biz yanıyorduk. Yenilmiş bir kuşaktık. Devlet üç beş baldırı çıplak, başıbozuk psikolojide çocuğunu adam edemez miydi yani, hakkımızdan gelmişti. Evrim devrim prangalarımızdı. Kendi ülkemizde misafir gibi yaşayarak, öyle gidiyorduk. Bir sığınağımız Atatürk devrimleri kalmıştı. Attila İlhan kalkıp onları da sorguladı. Ne demek şapka devrimi, diyordu, kimi devrimleri sayar, kimini ise… Atatürk gaziydi, kalpaklı savaşçı,.. Ondan sonrası Atatürk’ü tanımlamazdı, ona göre başka bir şeydi, daha çok İnönü’yü tanımlardı...diyordu. Oysa bir “kalpaklı “ değil miydi bu şair? Artık emindik, bu adam bir küçük burjuva şairi, bir “Beyaz Türk", bir mit ajanıydı! Şimdi onu "Beyaz Türklerin" dehası ilan edip ardından ağlayanlar ya da aynı nedenle yerin dibine batıranlar ; ama her durumda büyüklüğünü teslim eden herkes ne düşünür acep? Ne düşünecek, ilk miydi sanki, Orhan Pamuk daha dünkü olay değil miydi? Elimizden gelse elinden Nobel'i alıp kutuplara sürecektik. Ah benim at gözlüklü sol yanım!? Sonra romanları, Fena Halde Leman, gündeme bir bomba gibi düştü; bir kadın hiç böyle cesur, hiç böyle aykırı ele alınmamıştı Türk Edebiyatında, biz daha kutsal analar edebiyatını sayıklarken, kadın zavallı, ama gerçeğiyle insan rafına yerleştirildi. Herkesin bildiğinin mutlaka bir farklı yanını bulurdu İlhan. Güçlü bir polemik yeteneğiyle onu donatır, kurgular, her biri kaya kadar ağır, sağlam yargılarla sunardı. Ona karşı olabilirdiniz, ama zor karşı dururdunuz. İki binli yıllara doğru, değişen dünya gündemine denk düşen, ama yine aykırı bir çıkışı yükseltiyordu: Sultan Galiyev ve Anadolu devrimciliği... Ülkücüler ve solcular aynı noktada buluşabilir diyordu. Milliyetçi, ulusçu bir çıkıştı . Nasıl Marksistti bu? Ne var ki, o günlerin umarsız savrulmalarında ilgi ve itibar da gördü. Çünkü o çıkmaz sokakların adamıydı. Yaşasa, belki de edebiyatın içinde bulunduğu bu keşmekeşe de ilginç düşüncelerle çözüm üretebilirdi. O Kolay Aşılmaz Bir Özgünlüktü. Aklı başında bir insanı, buza yazı yazmaya, yani sanatla uğraşmaya götüren sürecin, yani o büyük kırılmanın çocuklukta olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü çocukluktaki kırılmayı, toplumun, sizden kat kat güçlü insanların neden güç birliği yapıp üstünüze geldiğini ne anlayabilir ne de açıklayabilirsiniz, ne potansiyel bir tehlike olduğunuzu göremediğiniz gibi... Ödünleme mekanizması geliştirip yediğiniz büyük dayağı, tersine çevirip anlatamazsınız da. Daha henüz uydurma bir geçmiş yaratıp, o dünyanın başkahramanı sizmişsiniz gibi öyküler kuracak çağa vardır. Erkendir. İşte o erken anda, şimdi dünyanın, bir numara şairlerinden sayılan Nazım Hikmet’in şiirlerini kız arkadaşına gönderdi, diye uğradığı cezayı bir düşünün. Ülkenin hiçbir yerinde okuyamaz hükmüyle okuldan atıldı. Bu insanı ya öldürür, ya da… Büyük kırılmayı yaşadı, bir büyük şair doğdu.. Zeki, akıllı, güzel düzyazılar da yazan, ki şairlerin başarılı düzyazı yazanları çok değildir, ama hep şair, çarpacak duvarlar arayan, ama aklıyla bunu toplumun kabul edeceği bir çizgiye çekmeyi bilen, inanılmaz acılı, şapkalı bir çocuk kaldı. Seksen yıl o acıyı, o kırılmayı her yazdığında yeniden yeniden kanatıp taşımak çok zordur gelir bana. Belki böyle de değildir A. İlhan’ın hikâyesi, ama neden bilmem ben hep öyle hissederim. Aklıma gelince bir Akdeniz başlar, kırık, yaralı bir Akdeniz. Hele güzse… Bir mavi kız, siyah çizmelerinin sivri topuklarını inadına sert sert vurarak, güneş yanığı sarı saçlarının her bir telini keskin bir jilet yapıp gezdirir içimde. Etekleri savrulur, dikişli çorapların üstünde. O yabanî erikler delirir, çiçek keser. Ürperirim. Sizi bilmem, ama ben hep içimden vurulurum. Bu da olmasa başka türlü bizim gibiler yenilmez, öldürülmez. Unuttunuz mu, zulmün efendileri, on beş yaşında zaten öldürmüştünüz? Kim iki kez ölür ki? * (maviADA 1.SAYI, 2006 Ocak) DAHA FAZLASI İÇİN, maviADA dergisi, 2006 Ocak *

  • ADAyı Okurken...

    Mavisiz ADA'YI OKURKEN I 01.04.2013 Akay AKTAŞ * ADA, Anlatı, ATP Yayın Dağıtım, Şenol Yazıcı IST-2011 / Şenol Yazıcı’nın ADA kitabı maviADA’ya 2013 abonesi olduğum için gönderilmiş adresime. Sevindim, ama imzasız oluşuna içerledim, açıp sordum da… Belki siz sevmezsiniz, yitip gitmesin kitap, seven birine armağan edersiniz, diye düşünmüş olabilir, gönderen arkadaşlar, dediler. Akla yakın. Ama ilgimi çekti bu kez, okumaya başladım. ANLATI imiş türü. Anlayamadım. Sözlüklere baktım. Hikâye diyor ama burada olaylar, kahramanlar yok, denemede değil pek. Daha ziyade ŞİİRSEL bir dille sorunlara da değinen bir düzyazı... Şemsi Belli'nin "Güzçiçeği" Ümit Yaşar Oğuzcan'ın "Mihriban'a Mektuplar'ı " gibi ama tam da öyle değil, Eski deyişle KISSALAR demek bana daha doğru geldi… SORUMLU DEĞİL MİYİZ kıssasının tamamında çağdaşlık, objektiflik, toplumsal gerçekçilik ve sağlam bir deneysellik var. Dil akıcı, sürükleyici ve hatta sarıcı. Güzelim Türkçe yazarın kaleminde benliğini, özünü bulmuş, kendine gelmiş. Sayfa -7 ”… Kuşkusuz annelerin ilkel ama candan türkülerini bileceklerdi, ama Boleroyu, Ayışığı sonatını da ıslıkla çalacaklardı. Köylülüklerinden hiçbir yerde utanmayacaklardı. O bir başlangıçtı, kelebek bir kozadan çıkmaz mıydı? … Geldiği kültürü dayatarak değil, onu aşarak, rahat, güvenli, elleri kolları fazla gelmeyen uygar insanlar olacaklardı. Camiye mayoyla, denize elbise ile girmeyeceklerdi…” Yalın, basit. Ama çok Önemli bir saptama. Elbet bir sembol bunlar, camide, deniz de… Ama denize elbiseyle, paçalı tumanlarıyla giren köylülerin, denizinde pikniğin de, hatta hayatın da tadını kaçırdıklarını iyi yakalamış. Sayfa -8” ... siz evrensel sosyalizmi bile köy giyneğine sokmayı başarıp giyinmiştiniz.” Buradaki "giynek" yöresel ağızlarda kullanılan üst-baş anlamındadır. Bir başka sayfada da "giyit" diyecektir. Elbise daha bizdendir oysa. Köken olarak Mevlâna Türk'tür ama Fars edebiyatına hizmet etmiştir. Gökalp Kürt, Dilaçar Ermeni. Thomsen Hollândalıdır ama Türkçemize de en büyük hizmetleri bunlar vermişlerdir. Yazar, özünde köylücülük olup da sol kisveye bürünen ilkelleri canevinden vurarak sorguluyor. Tespit ve gözlemler sağlam olunca eleştiri de tutarlı ve sarsıcı oluyor. İşci sınıfının, kapitalizmin, kentleşmenin daha adil, emeğe saygı ve kamuyu ön plana alan alması gereken bir ideolojinin KÖYLÜLÜK elbisesi içine sığdırılıp "devrimci" diye sunulması maalesef Türk solunun en büyük açmazlarından, yanlışlıklarından birisi belki de başlıcasıydı. Esasen önce köylüler devrimcilere karşı çıktı. Yadırgadı,korktu, düşman oldu ve onları ihbar etti. Kendinden saymadı hiç. Sayfa-9 “…Ne arka mahallenin dev varoşlar olmaya dört nal gittiği düşünüldü ne de kentli olmanın insanın ulaşabildiği uygarlık ölçütlerinden biri olduğu...” Kentli olmak uygarlığın temeli. Köy şartlarında bir medeniyetten söz edilemez ki. Bu antikçağda da böyledir. Orta, Yeni Çağda da. İskenderiye’de de Ur ya da Atina da Alaca Höyük'de de. Kentli olmak uygarlığın temel kriteri. Bu tanım ve belirleme hem evrenseldir. Hem geçmişten gelece doğru akan bir sarmal, hem de dar solcu kafaların açmazıdır. Ortaasya'da atalarımızın komünal-göçebe ortak tüketim ve kadına değer verilişini özlemek, sosyalizmi kavrayamamaktır. Modern irticadır. Hele tarım toplumunu. Sabanı, ahırı kutsamak, devrimcilik değil hatta statükoyu korumak bile değil. Düpedüz gericiliktir. Suyu tersine akıtmaya çalışmak gibi beyhudedir. Kentli olmadan, sanayileşmeden, endüstri toplumuna geçmeden, proletarya oluşmadan, sosyalist olmanın absürtlüğüdür. Türkiye Cumhuriyetini endüstrileşmeyi kaçırmış bir toplumun aydın ve özellikle askeri erkânı kurdular. Tamamı da Osmanlı aydını, Osmanlı Paşası idi. Ortada ne burjuva, ne işçi vardı. Ağalıkla, köylülükle, ilkellikle şehirliler değil(yoktu ki zaten) değil genç devleti kuran idealist subaylar üstlendiler. Cumhuriyet, demokrasi, lâiklik gibi kavramları savunacak bir burjuva kentli olmadığı için askerler durumdan vazife çıkardılar. Kısaca erken doğum yapan devletin sancılarını yaşadık, yaşıyoruz özünde. 68 Kuşağı olarak bizler, olmayan proletarya-işci sınıfının devletini kurmaya kalkıştık. Oysa Türkiye daha kentli bir toplum bile olamamıştı. İnsanların yüzde 75 i köyde yaşıyordu. Şehirde yaşayanlarda köylülükten kaçta kaç kurtulmuşlardı ki? Ve hala da Türkiye burjuva-kentli olamamıştır. Evet Türkiye'de çok ama çok zenginler var. Bunların parası malı mülkü çoktur ama kentli değillerdir. Burjuva hiç değillerdir. Kentte yaşasalar bile. Bu zenginler cami yapımına milyarlarca verirler ama okula, hastaneye sanata zırnık bile koklatmazlar. Ayrı bir giyim biçimleri, müzikleri, sanatları yoktur. Lâikliği çağdaş demokrasiyi savunmazlar. Hala lâhmacun İbo eksenindedirler. Köylü kurnazlığını, riyasını, çarpık ilişkilerini görmezden gelip şehrin doğası gereği, flört, dans, kadının toplumda yer bulması, lokantada yemek yemesini ahlâksızlıkla suçlarlar. Ama yetmişindeki zenginin 17 yaşında körpe bir kızla evlenmesini yeri gelir bir fazilet olarak sunarlar. Yazar bu pespayelikten kurtulamayışımızı, güzel ve fakat yakınarak anlatması yüreğimi hem dağladı hem suladı! Sayfa -9”… Yerine ne koyacağımızı bulamadık. ..” Okuryazar takımının değişmeyen yazgısı. Bu çok kötü diye değişmesini ister ama yerine ne koyacağını bilemez. Dolayısıyla da bu devrimcilik olmayıp anarşizme, kargaşaya gider. Yerine ne koyacağımızı bulamadığımızdan değil. Maddi şartlar oluşmadan sahne alınca değirmenin gıcırdamasını kimse kaale almaz. Değirmenci de bildiğini öğütür. Doğa gibi sosyal olaylar da boşluk kaldırmaz. O kendi dinamiklerini, jiletçiyi yaratır. Lâhmacunu matah bir şey diye piyasaya sürer. Arabeski baş tacı eder. Evinin en pahalı vitrinine metre ile ölçüp ansiklopedi alır. Bu çarpık gelişmeleri, köylülüğü, Ertuğrul Özkök gibi dehşetengiz popülistler, keşfedip Amerika’yı ilk bulanmış gibi yapar. Kadın geçim için etini satarsa fahişelik, zevk için yaparsa adı aşk olur, gibi… Bu garipliklerin çağdaşlık ve demokrasi diye adlandırılması belli ki yazarı derinden üzüyor. Ama yapacak bir şey de yok,” Güç onlarda diye…” çaresizliği seslendiriyor. Bir avuç, numunelik gibi kalan kentlilerin, köylü Moğol saldırıları baskıları sonucu doğal olarak ortaya çıkan kent dışına, yarattıkları ADAlara sığınmalarına dikkati çekiyor, asıl. Türküye Mozart’ı, Vivaldi’ye Orhan Baba’yı katmanın ucube hilkatine alkış tutulmasının çağdaşlık olamayacağı tespiti de fevkalâde isabetli. Bitirim ağzıyla altı kaval üstü şişhane… Kemal Sunal, birçok filminde smokin giyip kelebek papyon takar ama başına da illâki köylü kasketini kor. Oradaki kasket kentsel yaşama bir müdahale, bir başkaldırı, değiştirme, en azından komikleştirme eylemidir. Biz de bizden olan bu dikilişi alkışlarız. Özenli, düzenli yaşamak isteyen kentlilerin dağ başında sığınak arayışlarının dramatik öykülerine gülenlerin zavallılığı kadar, bizlerin de sorumluluk payını hatırlatmaktan geri kalmaz, yazar. Büyük bir sosyal dönüşümü, bilinç oluşturamadan 20–30 yıla yerleştirmeye çalışmanın doğal çalkantılarıdır bunlar. Avrupa bunu onca yüzyılda ancak başarabildi oysa. Ne dersiniz, sorumlu değil miyiz, içinde yaşadığımız durumdan, diye sorguluyor yazar. Doğru elbette. Toplumun sancılı olduğu en kıyıcı dönemi dolu dolu yaşayanlardan biri olarak söylüyorum, elbette sorumluyuz. Ama suçsuz ve iyi niyetli olduğumuzu hala savunurum. İşte konunun can alıcı noktası da burası: Cehennemin eşiği iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Şenol Yazıcı’nın ADA, sadece okumayı sevene değil, hayatı sorgulayana, okuduğundan kendini olduranlara çok sevimli görünecek bir kitap… zaten yazar da girişte, kendisinin de dahil olduğu o ünlü yitik kuşak için, (SAYFA 5 TE) “ Ne anne vardı onları anlayacak, ne baba, ne de çevre… Okumak olmanın tek yoluydu. Okumak kenedini yaratmaktı…” diyerek başlamış söze. NOT: Kitabın sonrasını okumadım. Tımarhanede bir deli sigarasını yakmak için sayılı kibritlerinden birini çakar. Tutuşmaz… Bir iki üç dört derken biri yanar. Deli sigarasını yakacak yerde hemen söndürür, cebine koyar özenle: -Bunu dar günüme saklayım, der. * maviADA BAHAR 2013 SAYISI

  • İZZETTİN

    Ahmet Çetinkaya’ın oğlunun düğünü vesilesiyle otuz yıl sonra bir araya gelmişlerdi. Aslında yirmi dokuzdu, her sene uygun tarihlerde bir araya gelelim, bunu bir görev bilelim, içimizden biri organizasyonu düzenlesin, ilk buluşma da benim yazlıkta olsun, deyip çağırmıştı Erciş Dostlarını. Birkan’ın İstanbul’da önemli bir programı olduğu için Seferihisar buluşmasına gelememişti. Seferihisar buluşmasında harika bir gece geçirmişlerdi. Kadeh demeyelim, laf küf olmasın deyip bardakları başları hizasında aynı anda erenler cemi misali masanın üstünde buluşturmuşlar, “şerefe,” demişler, Nuyar, “sağlığa diyelim, sağlık kıymetlidir, sağlığa diyelim!” deyince, İzzettin, “Haydi, bir de sağlığa kaldıralım,” doğru demiş, sağlığa kaldırmışlardı kadehleri. Ahmet Çetinkaya’nın oğlunun düğününde, Kaz Dağları’nın eteklerinde zeytin şehri Edremit’te, saatinde bir araya gelmişlerdi. Musluktan akan suyu avuç avuç içtiğin sahil kasabası Akçay’da Ahmet’in yazlığında konaklayacaklardı. Düğün saatine daha zaman vardı, Kaz Dağları’nda doğanın mavisi, yeşiliyle kucaklaşmak, yıllanmış platonik sevgiliyle kucaklaşmak gibidir. Mavi ve yeşil, renklerin en büyülüleridir, baharın ilki ile yazın haziranı, temmuzunda da büyülüdür doğa. Kaz Dağları’nın etekleri Ege’nin serin mavi suları ile yıkanırken, şahikası göğün mavisiyle serenat verir yüreği yanık sevdalılara… Kaz Dağları, Yaşar Kemal’in bin pınarlı dağı, havasıyla aşk iksiridir, bu dağlar ne kaçamak buluşmalara ev sahipliği yapmıştır, kim bilir. Zeus’un kaçamaklarına, Afrodit’in güzelliği ile başı dönen âşıklara, Poseidon’a, denizinde çimen mavi kotlu yıllanmış sevgiliye, tahtacı Türkmenlerin semahlarına, onun, bunun, şunun ilk sevdalarına… Erken çıkalım da Kaz Dağları’nı dolaşalım biraz diye sözleşmişler, buna sebep saat on birde Edremit’te olmuşlardı. Kaz Dağları’nı katleden katillerin katlettiği coğrafyayı görüp bedduaların en ağırını yapacaklardır. Diyeceklerdir ki, “Kör olun, yediverenler olmasın, elinize ayağınıza inmeler insin, kapımı kim açacak, diye bekleyin; inim inim inleyin!” İzzettin: “Şöyle bir dolaşalım, katillerin kestiği ağaçları, yakından görelim!” “Ben de öyle düşünüyorum, bir gram altın için suyu, toprağı zehirleyen altıncıların katlettiği ağaçları yerinde görelim,” dedi Birkan. “Sen büyüğümüzsün önden yürü İzzettin, biz seni takip edelim,” dedi Nuyar. “Yok yok, dedi İzzettin, Birkan önden yürüsün, daha iyi olur!” “Fark etmez, ben yürürüm.” “Fark etmez,” söz öbeğini çok kullanırdı, Bigalı. Diline pelesenk etmiş, uyumlu, vakur kişiliğinin aynası, sakin sakin konuşması, uyumun, “fark etmez’in” tamamlayanıdır. “Durmayalım, zamanı iyi kullanmak lazım," dedi Nuyar. “Vakit, nakittir!” der atalarımız. Deyim, atasözü kullanmayı severdi. Bazen kendi deyimler üretir, bazen de anasının ağzından söylerdi. O zaman, “Anam derdi ki,” diye başlardı söze. Nuyar, Nuyar… Nedir bu Nuyar, ad mıdır, kısaltma mıdır? Burhan arkadaşı takmıştı bu lakabı ona. Hakiki adı unutulmuş, herkes “Nuyar,” demiş, o günden sonra. Öte Nuyar, beri Nuyar! Kaz Dağları’nın mitolojik tarihine yolculuğa çıkmıştı üç arkadaş eşleriyle birlikte. Her yere eşleriyle birlikte giderlerdi. Onların hayatlarında kadın erkek eşittir. Ne bir adım önde, ne bir adım geride, aynen Bektaşi cemlerinin canları gibi kadınlı erkekli. Ne demekte Bektaş Veli? “Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde, Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde. Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok, Noksanlık eksiklik senin görüşlerinde!” Ahmet Çetinkaya düğün için gelen konuklarını karşıladığından eşlik edememişti onlara. Bir de Rıfat yoktu, on gündür burunun kanı durdurulamamış, bir haftaya yakın hastanede yatmış, doktorlar bazı tedaviler uyguluyormuş. Kaz Dağları’nın başı Marangoz Nurullah Amca’nın kullanmaktan aşınan testeresinin ağzına benzemektedir. Tepelere ulaşamayan katillerin ağzının suyunu akıtmaktadır dorukların yeşili. Bunlar yeşil gördü mü, Arenada matadorun muletasını görmüş boğa gibi saldırmakta yeşile, doğaya… Kaz Dağları, eski Yunan tanrılarının otağı, tarihte ilk güzellik yarışmasının yapıldığı yerdir. Yarışmacılar: Eris, Hera, Athena ve Afrodit’tir. Seçimi yapacak olan Paris’tir. Çoban Paris elindeki elmayı en güzeline deyip Afrodit’e verince, on yıl süren Truva Savaş’ına sebep olmuştur. Kaz Dağları, ilk güzellik yarışmasının yer olduğu gibi baharda yazda yeşilin, hazan mevsiminde sarının en has renklerine bürünen köknarlara, karaçamlara, kızılçamlara, ara ara uygun bir yer bulup fışkırıp çıkan mazı çalılarına, yaban armutlarına, ardıçlara, ağaçların ulularına sarmaş dolaş sarılan sarmaşıklara da ev sahipliği yapar. Kaz Dağlarına, antik dönemlerde İda da derler, ona dair anlatılan efsanelere yer vermeye kalksak asıl hikâyeden uzaklaşır, coğrafya öğretmenlerini kıskandıracak bilgiler vermiş oluruz. Biz ilahi anlatıcı olarak asıl konuya dönelim. "Hasanboğuldu, Sarıkız hikâyesi, mikayesi, sonra Tahtakuşlar…" Bir de bunlardan bahsedersek... İzzettin, Birkan, Nuyar eşleriyle Kaz Dağları’nda oksijen çarpmasına uğramadan Ahmet Çetinkaya’nın oğlunun düğünün yapılacağı otele geldiklerinde, en az üç bin metrekarelik alanın otel için yok edildiğini görürler ki… buna sebep içlerinden dile getirirler sevgilerini(!) Düğün başlamak üzeredir, Ahmet-Süheyla Çetinkaya dünürleriyle kapıda tek tek konuklarının ellerini sıkar teşekkür ederler. Ahmet Çetinkaya, Erciş dostlarını aynı masada buluşturmuş, böyle olunca hem tanımadıklarıyla yan yana oturup yabancılık çekmelerini önlemiş, hem de arkadaşlarım hasret gidersinler diye düşünmüş. Güneş çoktan batmıştır, akşam serinliği çamların esintisi ile okşamaktadır bedenleri. Otel görevlileri, içecek tercihlerini almış, şaşırmadan konukların önlerine koyup buyurun afiyet olsun diyerek kenara çekilmişler, bir ihtiyaçları olur diye de gözü her daim üstlerinde ellerini önünde kavuşturmuş bir vaziyette saygılı bir şekilde beklemeye başlamışlar. Bir görevli “arzu ederseniz kadehlerinizi doldururum,” deyince, Nuyar, “teşekkür ederim biz hallederiz,” deyip üç bardağı yan yana dizmiş, hak geçmesin diye eşit bir şekilde doldurmuştur. “Buyurun arkadaşlar, dostluğumuza, gençlerin mutluluğuna olsun, deyip yavaştan kaldırırlar kadehleri. Kadehlerden birer yudum alıp iksirin tadını daha iyi almak için dudaklarını emerler bir süre. Hayat iksirleri soğuk cam kadehleri terletmiş, beyaz kristaller ak sıvının üstünde aheste aheste salınmaya başlamıştır. Konuklar Kaz Dağları’nın oksijenini ciğerlerine doldururken orkestra Rodrigo’nun gitar konçertosu ile Denizleri selamlarken, Erciş dostlarına hoş geldiniz demekte. “Lütfen kusura bakmayın ilahi anlatıcı olarak duygularıma hakim olamam Denizlerin adını duyunca. Bu üç gülün dara çekildiğinde, ortaokul ikinci sınıfta okuyordum. Çocuk yaşımda ne kadar çok üzüldüğümü anlatacak sözcük bulamam bu yaşta bile. Onların asılmasına sebep olanlar, sizler iki cihanda da yüzünüz gülmesin, mezarınıza yılanlar çıyanlar dolsun!” İzzettin durmadan anlatıyordu bir Nuyar’a, bir Birkan’a. Erciş Dostları bir araya gelmiş, o, yılların özlemiyle müthiş bir konuşma isteğiyle yüreğini, beynini kilitlemiş, ha bire anlatmaktadır. Anlatırken yılların özlemi orkestranın gürültüsüne kurban gitmekte, sesini duyurmak için daha bir gayret etmekte, sesi orkestranın rüzgârla dansından ötürü alçalıp yükselirken, sesi Edremit körfezine doğru savrulup gider. Anlattıkça sesi kırçıllanır, kırçıllanan ses öksürtür, öksürük, öksürüğü tetikler, öksürdükçe canı sıkılır, canı sıkıldıkça öksürüğü bastırmaya çalışır, elinin tersi ile ağzını, kınalanmış gibi duran bıyıklarını kapatır. Anlatmak bir şeyleri paylaşmak isterken, sanki yüz yıllık bir özlemle yanıp kül olmuş gibi anlattıkça anlatır... İzzettin öksürdükçe Ayşe Hanım pistte oynayanları takip etmekten vazgeçmiş: “Ben Yılmazcığım, bir doktora git diyorum, o, benim bir şeyim yok diyor başka bir şey demiyor!” “Bir şeyim yok benim Ayşeciğim, ağaçları sularken terliyorum, ter üstümde kalıyor, ona sebep öksürüyorum işte!” “Hep böyle öksürüyor musun İzzettin?” dedi Nuyar “Yok be ya" dedi Trakya ağzı ile Malkaralı İzzettin! “Ayşeciğim abartıyor, yok bir şeyim!” “Aşk olsun Yılmazcığım abartıyorum mu ben?” O, Ayşeciğim, der, o da Yılmaz derdi İzzettin’e. Ailede İzzettin'in adı Yılmaz’dı, ilk kez, Burdur’a askere giderken İzzettinlere uğramışlar, o zaman duymuşlardı, İzzettin’e Yılmaz denildiğini. “Bizim gençler Yılmaz Yılmaz,” diyen bir türküyü hatırlatırcasına. “Düğüne geldik be ya, eğlenmek lazım, Ahmetçimin mutluluğunu çoğaltmak lazım!” “Haklısın İzzettin dedi Birkan, Ayşe Hanım’ın dediğine de kulak vermek lazım, ama!” “Tamam, söz buradan dönüşte, ilk işim doktora gitmek olacak, Özlem’e kızım sana emanetim bak bakalım neyim var diyeceğim, söz veriyorum!” Özlem kızıydı, kendi gibi, sayısal zekâlı olduğu için tıp okumuş, Aziz Atatürk’ün beni Türk hekimlerine emanet ediniz, dediği hekimlerden biri olmuştu. Üstelik İzzettin’in rahatsızlığı onun uzmanlık alanıydı! Nuyar’la İzzettin yeni yıl karşılamalarını Erciş’te birlikte yapan arkadaş grubunun evlilerindendi. Nuymar, hindiyi alırdı Erciş pazarından, sonra onu keser, eşi tüyünü müyünü bir güzel yolar, temizlerdi. İzzettin’in renkli televizyonu olduğu için yılbaşlarında onlarda olurlardı. Düğün merasimi bitmiş, İzzettin siyah doblosuna Ayşeciği ile binmiş, arkasında Birkan’la eşi, Nuyar ve eşi onları takip eder. Ahmet Çetinkaya’nın yazlığına geldiklerinde saat gece yarısını çoktan geçmiş, birkaç saat sohbet ettikten sonra, kadınlar uyumaya gitmiş, İzzettin, Birkan Nuymar, İzzettin’in İzmir’den getirdiği hayat iksirinden devam etmişler güzelliği paylaşmaya. İkide bir de "Rıfat sen de olmalıydın" diyerek geceyi tüketmişler sabahı etmişler. “Ben hasta mıyım bilmiyorum, öksürdüğüm an Ayşeciğim, bir doktora gitmedin Yılmaz deyip duruyor. Aklıma gelmiyor da değil, belli mi olur, bu melun hastalık sevmediğin ot misali burnumun dibinde bitmesin, biter mi, biter! Çabuk yoruluyorum, ona sebep midir, bilmiyorum. Özlem, baba gel bir kontrol edelim, sıra mıra için uğraşmayacaksın, işlemleri ben takip edeceğim diyor, diyor demesine de hastaneyi sevmiyorum be ya, ne yapayım?” … İzzettin, düğün dönüşünün sabahında Seferihisar Devlet Hastanesi Göğüs bölümünde Doktor Özlem’e teslim eder kendini. Sonbaharın ikinci ayıdır, yaprakların dallardaki misafirlikleri bitmiş, yavaş yavaş dallardan koparken, hafiften esen bir rüzgârla da oradan oraya savrulup gider. Doğanın özgür çiçekleri çoktan kurumuş, rençperlerin tarlada kırıp bitirdiği tütünler, serinlikte iki üç yaprak daha çıkarmış, tütün kırmaktan usanan parmaklar, artık sıcaklar yetersiz, kurumaz deyip kırmazlar. Evlerdeki saksı çiçekleri, güz serinliği ile yeniden filizlenmeye boy vermeye başlamıştır. Ayrılık mevsimi sonbahar, seni hiç sevmem, sen var ya sen, ağaçları yapraksız koyarken, bizi de atasız koydun. Kurucu liderimiz, bir kasım sabahı, kırklara karışıp gitti. Doktor özlem, babasının tahlillerini yaptırmış, görüntüleme aygıtlarıyla görüntüleri çektirmiş, sonuçlara bir daha, bir daha bakmış; inanamayıp doktor arkadaşları ile bir kez daha bir kez daha değerlendirmiş, sonuç: Maalesef, hastalık çok ilerlemiştir. Seferihisar’da yapılacak bir şey yoktur. Ege Üniversitesindeki Göğüs Hastalıklarında yetkin bir isim olan Trakya Üniversitesinden hocası Profesör Osmanoğlu’ndan randevu alır. Bayan Osmanoğlu, tetkikleri yaptırır yaptırmaz, hemen tedaviye başlar, hastalığın seyri olumlu yönde değişmeye başlayınca, Yılmaz ailesinin umutları büyür, Doktor Özlem çok mutlu olur, babası iyileşecektir, onu iyileştirecek, yine birlikte, mangal yapacaklar, yine birlikte gülüp oynayacaklar, oğlunu okula getirip götürecektir. Hele babasının yemek yiyişine dair, “baba biraz yavaş ye, sindire sindire ye,” diyecektir. O da alışmışım kızım, ne yapayım diyecek. Onun için yemek masasında geçen zaman boşunadır, çok hızlı yemek yılların alışkanlığıdır, kaşığın gidiş gelişini takip edemezsiniz. Biyoloji öğretmeni İzzettin , Ege Üniversitesi Fen Fakültesi mezunudur. O, bir fizik öğretmeni kadar fizik, kimya öğretmeni kadar kimya, matematik öğretmeni kadar matematik bilen nitelikli öğretmendi. Devlet yazık ki, böyle değerlerinin hiçbir zaman kıymetini bilmediği gibi onun da kıymetini bilemedi, en verimli çağında küstürüp öğretmenlikten istifa etmesine sebep oldu. İzzettin bu ciddi hastalığı, Erciş dostları ile paylaşmamış, üzülmelerine kıyamadığı için, yükü kendisi yüklenmiş. Dostları, Erciş Dostları ile paylaşsaydı, ömrüne ömür katacak değildi, fakat moral motivasyon için, derler ya en kuvvetli ilaçtan daha kuvvetli bir ilaçtır... Bu ara yer küreyi kasıp kavuran Covit 19 belası, dünya insanını evlerine hapsetmiş, insanlar ne sevdiklerine sarılabilmekte, ne de sevdiklerinin cenazesine gidebilmektedir. İzzettin’in bu kadar ciddi hastalığını bilse Ahmet Çetinkaya, Covit’i movit dinler miydi? Her şeyin iyiye gittiği bir anda Doktor Özlem, babasının gün geçtikçe eriyen bedenini görünce, vaziyetin hiç de iyi olmadığını düşünmeye başlar; fakat bunu annesiyle paylaşamaz, “neden, neden,” deyip isyanın büyüğünü yaşar içinde. Annesine bir şey diyemeyince, acı içinde büyüdükçe büyür, uykusuz geceler geçirir. Ege Üniversitesi göğüs Profesörü Bayan Osmanoğlu’nu arar. Durumun iyi olmadığını söyler. O da durma kızım, hemen getir, hastanede olacağım, yatışını yapar, tahlillere göre bir tedavi uygularız, umutsuz olma. Unutma, biz umutlu olmak mecburiyetindeyiz, bu babamız da olsa… Akciğerleri iyice yiyip bitiren melun hastalık, durduğu yerde durmamış, pankreasa, lenflere sıçramış. Artık İzzettin için günler sayılıdır, hiçbir umut kalmamıştır. O, hastanede yatarken bile memleket meselelerini yakından takip etmiş, odasındaki televizyonda haber kanallarını izlemeye, gazetesini okumaya, bulmacasını çözmeye devam etmiştir. İzzettin başını pencereye çevirir, yaşaran gözlerini Ayşe’sinin görmesini istemediğinden duyulur duyulmaz bir sesle, “Zeytinlere bakamadık Ayşe’m, ağaçlara su veremedik, onlar kurursa çok üzülürüm, inşallah bir şey olmaz ağaçlarıma!” “Olmaz, olmaz merak etme sen, ben adam tutup her bi şeyi yaptırcam, sen yüreğini ferah tut!” Bayramı hastanede karşılayan İzzettin, 2020 kurban bayramının ikinci günü, yıldızlara yoldaş olup kırklara karışmıştır. “Mekanın cennettir,” der, Ahmet Çetinkaya, “Yıldızlar yoldaşındır,” der, Birkan, “Nurlarda uyu,” der Rıfat, “Ruhun şad olsun,” der Nuyar!

  • İLK DÜĞME YANLIŞ İLİKLENİNCE

    Zeki SARIHAN * CHP yöneticilerinin kamu kurumlarında çalışan kadınlar için türbanı yasal güvenceye kavuşturmak amacıyla verdikleri yasa önerisi zaten karışık olan siyasi ortamı daha da karıştırdı. Doğrusu, artık böyle bir sorun yokken Sayın Kılıçdaroğlu’ndan böyle hamle beklemiyorduk. Denildiğine göre AKP’li çevrelerde, şöyle bir görüş propaganda ediliyormuş: “CHP iktidara gelirse türbanı yeniden yasaklayacak!” Böylece AKP, türban takan muhafazakâr tabanını yanında tutmak istiyormuş! CHP de bu söylentiyi etkisiz kılmak için “Bakınız türbanı yasal güvenceye kavuşturuyorum” demek istiyormuş. Erdoğan hiç altta kalır mı? “Madem öyle, işte böyle” dercesine türban için anayasa önerisinde bulunuyor. Alışkın olduğumuz üslubuysa “Adam gibi adamsan Anayasa önerimizde bizi destekle” diyor. Halk ekonomik sıkıntılar içinde boğuşur, muhalif kesimler baskılar nedeniyle nefes alamaz hale gelmişken boğulurken, nur topu gibi bir sorunumuz daha (yeniden) doğdu. DÜĞME BAŞTAN YANLIŞ İLİKLENİNCE… Bu konu, olayı baştan almamıza sebep olmazsa, siyasi hayatımız için de gerekli dersleri çıkaramayız. Başörtüsü veya türban konusu nasıl 80 yıl boyunca bir sorun değilmiş gibi göründü de son 20 yılda AKP’nin kullandığı bir araç haline gelebildi? Çünkü ilk düğme daha baştan yanlış iliklenmişti. Türkiye’yi kentsoylulara dayanan bir seçkinler grubu yönetiyordu. Bu yönetim bir kültür devrimi yapmak istedi. Kılık kıyafet değişimi de bunun bir parçasıydı. Kadınlarımız Avrupalılar gibi giyinmeliydiler. Kadınları buna zorlamak tepki çekebilirdi. Bu nedenle çarşaflarını atmaları için teşvik edildi ama okul, devlet daireleri gibi kamu kurumlarında baş açık görev yapmaları yönetmeliklerle zorunlu kılındı. Türkiye Büyük Millet Meclisi de bu kurumlardandı. İşçi ve köylülerin zaten Meclis’e girmeleri mümkün değildi. Yönetme hakkı Batıcı burjuvazinindi. Kentlerde memur ve esnaf kızları okula gidebilirken konulan bu şarta severek veya sevmeyerek uydular. Köy kızları o da varsa ancak ilkokula gidebiliyor, henüz reşit olmadıkları için velileri tarafından başlarını açmalarına ses çıkarılmıyordu. Ne zaman ki ülkeyi kapitalizm sarıp sarmalamaya başladı, iş alanları arttı, köylüler kentlere akın etti, köy kızları da okuma imkânına kavuştular. Bu aynı zamanda geçinebilmek için zorunlu hâle geldi. Fakat bu kızlar, birden kültür değişimine ayak uyduramadılar. Başörtüleriyle okumak, aynı zamanda devlet kurumlarında görev almak istediler. Fakat başlarına örttükleri artık köylü ve kasaba kadınlarının yaşmağı, yazması değildi. Türban diye gelenekte olmayan bir şey ortaya çıkmıştı. Geleneği dincilik deforme ederek kullanmaya başladı. Türban direnişi ilk kez 1960 sonlarında İlahiyat Fakültesinde ortaya çıktı. Giderek yaygınlaştı ve bir bakıma kitleselleşti. Türkiye’yi yönetme hakkını elinde bulunduran burjuvazi, buna itiraz etti. Başörtüsünü yasakladı. Sür aşağı sür yukarı, taşradan yükselen fakat taşra kültürünü bırakamayan bir kesim iktidara gelince bu zümreye türban takma hakkı vererek gücünü kanıtladı. Böylece 80 yıl yönetimden uzak tutulmuş bir kesimin kadınlarını Meclis’e taşıdı. Burjuvaziden öcünü aldı. DÜĞME NERDE YANLIŞ İLİKLENMİŞTİ? Düğmenin yanlış geçirildiği ilk ilik, toplumu yönetme ve onun kültürünü belirleme hakkının kentsoyluların hakkı olduğunu ileri sürerek işçi, köylü gibi devasa nüfusa sahip bir kitlenin yönetimden uzak tutulmasıdır. Öyle olunca bu kesimlere mensup bir kadının kamu işlerinde görev alması mümkün değildi. Çok azı bu eşiği atlayabilse bile burjuvazinin koyduğu kurallara uymak zorunda kalıyordu. 1960’lardan başlayarak ülkenin sosyolojik yapısı değişti, ülke köylü ağırlıklı bir ülke olmaktan çıktı, kentli-köylü karışık, bu nedenle de her kültürün görünür hale geldiği bir yapıya kavuştu. Artık devlette onların da temsilcileri olacak veya bazı kesimler onları temsil etmeye kalkışacaklardı. ÖNGÖRÜLEMEZ MİYDİ? 1920’lerde, 1930’larda ülkeyi yönetenler, kadınlık âlemi için bugünkü toplumun benimsediği mirasta eşitlik, tek eşlilik ve medeni nikâh gibi reformlar yaptılar. Fakat 70-80 yıl sonra giyim geleneğinin nerede olacağını öngöremediler. Günümüzdeki sosyolojik yapıyı tahmin etmeleri de kolay değildi. Muhtemelen sınıflarının iktidarının sürekli olacağını, kültür değişiminin de çok geçmeden bütün toplum tarafından kabul göreceğini düşünmüş olmalılar. Türkiye’deki reformları Afganistan’da uygulamaya kalkışan Emanullah Han bu nedenle iktidardan olmuştu. İşin düşündürücü yanı, ordu ve bürokrasinin uzun yıllar bu değişimi ve onun getirdiği sonuçları kabul etmemekte direnmesidir. Bu hatalar günümüzde değişmeye çalışan CHP’nin yükselişinin önünde bir engel oluşturuyor. Fakat asıl yapılan yanlış, baştan beri yönetim hakkını elit Batıcı burjuvazide görüp emekçileri iktidardan uzak tutan anlayıştadır. Emekçilerin iktidar mücadelesini şiddetle yasaklamalarıdır. Varsın kadın-erkek, toplumun emekçi tabakalarını temsil edenler de başörtüleriyle Meclis sıralarında yerlerini alsınlardı. Başörtüsü konusunu gericilerin malzemesi olmaktan daha o zaman çıkarsalardı. Yapılacak şey, giyim kuşam konusunu toplumun kabulüne bırakarak politikayı sınıfsal temeller üzerine kurmak ve halkı iktidara taşımaktır. (6 Ekim 2022) *

  • ANILARIN KILÇIKLARI

    Fuat ÖZGEN * Yazda, kışta, baharda Herhangi bir yerde Zamanda Gördüğünde, duyduğunda Resimde, isimde Anlattığında, anlatılanda Kendine döndüğünde Bilinçliyken, bilinçaltında Göğsünde, boğazında Anıların kılçıkları

  • Hasretimsin

    Ayrıldık lale sümbül, mor menekşelerin, al yeşilin güzel dünyasından, gurbetin anason kokan dar sokaklarının, mazota teslim havasına mahkum olduk... Ağrı dağı beyazın henüz kirlenmedi, toprak kokan, rutubetsiz ciğerleri bayram ettiren, havasıyla özlenen yaylaların diyarı gönül Ağrım... Kaptı, köşelerin, ballı kaşıklarıyla kavanoz dipli dünyanın yalan yanını; unutturdu dostluğu, barışı, kardeşliği, miras kavgalarıyla... Geleceği bitirmeye çalıştık doğasıyla, kirlettik ırmağını, denizini iştahımız, ayranımız kabardıkça böbürlendik, kıl aldırmadık burnumuzdan ve dağıldık parçalandık, gurbet elinde, Kimsesizler, yurtlarını ve huzurevlerini gösterdiler, emek nankörlerimiz... Geri dönüşü olmayan hayatın acımasızlığı, toprağa hasret kıldı. Dağıldık, dağılacağımız kadar, Hasret kaldık dostluğa, birliğe beraberliğe, yer sofralarındaki tahta kaşık yarışlarının, açlığa mahkum desenlerindeki izlerin hayaliyle, yarı aç terk ettiğimiz yer sofralarındaki, mutlulukları geride bırakarak, dağıldık gurbetin mazot kokan karanlık sokaklarına. Sabahın erkeninde, seyyar Arnavut börekçisi ile sokak simitçisinin anlaşılmayan avazının iştahlı davetine alıştık, olmayan paramızla dağıldık, varoşların çamurlu sokak lambalarının kör ışıklarında dağıldık. Sarıldık inada, aç gözlülüğe ve yardım, dayanışma, duygusundan yoksun, dağıldık, sevgiden, saygıdan yoksun; Dağıldık gurbetin kör sokaklarına... Hasretimsin; Ağrı, Yalova ve son durağım, Fethiyem..... 04.10.2022 Fethiye/Muğla Türkiye..

  • Henüz Vakit Varken Gülüm

    Nazım HİKMET * Henüz vakit varken, gülüm Paris yanıp yıkılmadan, henüz vakit varken gülüm, yüreğim dalındayken henüz, ben bir gece, şu mayıs gecelerinden biri Volter rıhtımında dayayıp seni duvara öpmeliyim ağzından sonra dönüp yüzümüzü Notrdam'a çiçeğini seyretmeliyiz onun, birden bana sarılmalısın, gülüm, korkudan, hayretten, sevinçten ve de sessiz sessiz ağlamalısın, yıldızlar da çiselemeli, incecikten bir yağmurla karışarak. Henüz vakit varken, gülüm, Paris yanıp yıkılmadan, henüz vakit varken, gülüm, yüreğim dalındayken henüz, şu mayıs gecesi rıhtımdan geçmeliyiz söğütlerin altından, gülüm, ıslak salkım söğütlerin. Paris'in en güzel bir çift sözünü söylemeliyim sana, en güzel, en yalansız, sonra da ıslıkla bir şey çalarak gebermeliyim bahtiyarlıktan ve insanlara inanmalıyız. Yukarda taştan evler, girintisiz, çıkıntısız, birbirine bitişik ve duvarları ayışığından ve dimdik pencereleri ayakta uyukluyor ve karşı yakada Luvr aydınlanmış ışıklarla aydınlanmış bizim için billur sarayımız... Henüz vakit varken, gülüm, Paris yanıp yıkılmadan, henüz vakit varken, gülüm, yüreğim dalındayken henüz, şu mayıs gecesi rıhtımda, depolarda kırmızı varillere oturmalıyız. karşıda karanlığa giren kanal. bir şat geçiyor, selamlıyalım gülüm, geçen sarı kamaralı şatı selamlıyalım. Belçika'ya mı yolu, Hollanda'ya mı? Kamaranın kapısında ak önlüklü bir kadın tatlı tatlı gülümsüyor. Henüz vakit varken, gülüm, Paris yanıp yıkılmadan, henüz vakit varken, gülüm... Parisliler, Parisliler, Paris yanıp yıkılmasın... NAZIM HİKMET

  • ÖĞRETMENLER İSYANDA

    YUSUF AKSOY * Gelecek sözcüğüne derin anlamlar yükleyerek hayallerimizde tasarladığımız günlere yarınlarımız diyoruz. Yarınlarımız ifadesi içine yakın ama bir o kadar da uzak olabilen özlemimizi tıka basa dolduruyoruz. Yarınlarımızı emanet edeceğimiz kesim ise bugünün küçüğü, yarının büyüğü olan gençliktir. Söz konusu bu gençlik potansiyelini okul öncesi dönem olan üç yaşından itibaren öğretmenler ‘yetiştirmektedir’. Öğretmenlerin bağımlı ilişkilerle mesafesi ne derecede olursa olsun görevleri çocuklara ve gençlere ‘iyi’ bir gelecek yolunda başarılı olmaları için yoğun çaba harcamaktır. Öğretmen, demokratik ve özgür toplumlarda görevi dolayısıyla birey kabul ettiği çocuğu ve genci donanımlı hale getirirken, aynı zamanda toplumu da yönlendirme görevi içinde olur. Bu yanıyla da öğretmenlik mesleği, bilgi ve deneyim aktarma yoluyla, yönlendirebilme gücü olan çok etkin bir meslektir. Toplumsal refahın ve huzurun sağlanması, hak ve özgürlüklerin sonuna kadar kullanılabilmesi, kısaca adil bir toplum yapısının yapı taşlarını oluşturulmasında öğretmenlerin rolü asla görünmezden gelinemez. Bunlarla beraber, şu da bir gerçektir: öğretmen, değer gördüğü kadar değer üretir. Ülkemizde öğretmen hak ettiği değeri görebilmekte midir? sorusuna bir öğretmen olarak kesinlikle hayır, diyorum. Son elli yıllık zamanda öğretmenin değeri siyasal iktidarların öğretmenlere rağmen, öğretmenlerin iradesi dışında oluşturdukları eğitim, kültür ve ekonomi politikaları sonucu değersizleştirilmiş ve yine bilinçli politikalar aracılığı ile öğretmenlik mesleği ve kimliği itibarsızlaştırılmıştır. Bu itibarsızlaştırma son yirmi yıldır iktidar da olan AKP iktidarının eğitim, kültür ve ekonomi politikalarıyla da tavan yapmıştır. Özellikle son yirmi yılda eğitim sistemimiz yandaş, liyakatsiz idari kadroların elinde yapboz tahtasına dönmüştür. Öğretmenleri ve tüm okul sistemi içindeki öğrenci potansiyelini siyasi iktidara biat edenler topluluğu haline getirilmek istenmiştir. Okullar dinselleştirme ve piyasalaştırma dönüşümü ve baskısı altında en huzursuz kamu kuruluşları haline getirilirken, öğretmenler onca baskı yetmiyormuş gibi geçimini sağlayamaz yoksullar haline getirilmiştir. Kapitalist neoliberal politikaların uygulayıcısı olan mevcut siyasi iktidar eğitimde dönüşüm gereği öğretmenlik mesleğini ücretli, sözleşmeli ve kadrolu şeklinde üç ayrı kategoriye ayırmıştır. İş güvencesi ve eşit işe eşit ücret uygulaması ortadan kaldırılmıştır. Dört yüz bin dolayında atanamamış öğretmen adayı yıllarca atanmayı beklemektedir. Bu öğretmen adaylarının bir kısmı özel okullarda ve dershanelerde güvencesiz olarak, kölece koşullarda, cep harçlığına çalışmak zorunda bırakılmakta, önemli bir kesimi de ne iş olursa yaparım mecburiyeti nedeniyle ne iş olursa yapmak için iş arıyor. Kamu okullarında idari kadro atamaları için mülakat şartı getirilerek salt yandaşların atandığı sınav ve mülakat uygulamaları gelenek haline getirilmiştir. Lise düzeyindeki okullar ‘nitelikli-niteliksiz’ diye adlandırılarak öğrenciler ayrıştırılmakta, haksız rekabete zorlanmakta ve itibarsızlaştırılmaktadır. Eğitim bütçesinden kamu okulları için neredeyse sadece personel giderlerini karşılamaya yetecek kadar kaynak ayrılırken özel okullara ayrıcalıklı kaynaklar ayrılmıştır. Özel okulculuk ve İmam Hatip Okulları maddi manevi her yönden desteklenirken kamu okullarının ihtiyaçları velilerden zorla toplanacak paralara bırakılmaktadır. Daha saymakla bitmeyecek onlarca sorun yumağı içinde mesleklerini yapmaya çalışan fedakar öğretmenler, 2022 şubatında iradeleri dışında ve ihtiyaçlarını karşılamayacak şekilde çıkartılan Öğretmenlik Meslek Kanunu’nun dayatmalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Kısaca ÖMK diye adlandırılan ve ana muhalefet partisi CHP tarafından kanunun reddi için anayasa mahkemesine başvuru yapılmış ve başvuru sonucu netleşmemişken yasa uygulamaya konulmuştur. Bu kanun öğretmenler üç kategoriye daha bölünecekler. Bu bölünme düz öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen şeklinde olacak. Bunların yanında ücretli ve sözleşmeli öğretmenlik de devam edecek. Eğitim Sen Genel Başkanı Prof. Dr. Nejla Kurulu’un ifadesi ile: “Gelişmiş ülkelerde öğretmenler eşit, Türkiye’de ise çeşit çeşit.” Bu ayrışma ise sözde sınav ile olacak ve uzman ve başöğretmen olacaklara ortalama 500 ile 1000t L arası küçük bir ‘sus harçlığı’ fazla maaş verilecek. Öğretmenlere dayatılan kariyer hiyerarşisi, öğretmeleri sadece ayrıştırmayacak, itibarsızlaştıracak dayanışma yerine rekabet gündeme gelecek, iş barışı bozulacak ve eşit işe eşit ücret hakkı ortadan kalkacak. Oysaki öğretmenler ayrışma ve itibarsızlaşma sonucu 3-5 kuruş istemiyorlar. Meslek itibarlarının iade edilmesini, insanca yaşayabilecek ve emeklerinin karşılığı olan gerçek ücreti, idari atamalarda liyakati, atanamayan öğretmenlerin atanmasını, iş barışını ve dayanışma ortamlarının iadesini istiyor. 13 maddeden oluşan Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK) öğretmenlik mesleği ile hiç bağdaşmıyor. Bu çağdışı, itibarsızlığı tümden artıran yasa derhal geri çekilmelidir. Bu yasaya istinaden Kasım 2022’de yapılacak olan Kariyer Basamakları Sınavı daha fazla öğretmenleri yıpratmadan geri çekilmelidir. Yeni bir öğretmenlik meslek kanununa acil olarak ihtiyaç vardır. Bu yeni kanunu başta eğitim sendikaları, veli/öğrenci dernekleri eğitim fakülteleri temsilcileri olmak üzere alanla ilgili tüm paydaşlarla birlikte hazırlanmalıdır. Yapılacak yeni Öğretmenlik Meslek Kanunu uluslararası düzeyde kabul gören en önemli belge olan “Öğretmenlik Statüsüne İlişkin Tavsiye Kararı’na” uygun bir düzenleme olmalıdır. İlgili uluslararası Tavsiye Kararı İLO ve UNESCO ortak belgesi olarak 5 Ekim 1966 yılında kabul edilmiştir. Bu karar Türkiye tarafından da onaylanmıştır. Öğretmenlerin sahte ve itibarsızlaştırıcı mevcut yasaya ihtiyacı yoktur. Siyasi iktidar Türkiye’nin de onay verdiği tavsiye kararına uygun bir yasal düzenleme sürecini başlatmak zorundadır. Aksi durum öğretmenleri daha da mutsuz etmenin ötesinde hiçbir kazanım sağlamayacaktır. Öğretmenlik Meslek kanununa hazırlık döneminden itibaren tek gerçekçi itiraz ve karşı duruş Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası olan Eğitim Sen tarafından yapılmıştır. Kanuna karşı Anayasa mahkemesine CHP tarafından, Danıştay’a da Eğitim Sen tarafından yapılan başvurular neticelenmeden kanunun gerekleri yapılmaya başlanmıştır. Her ne kadar bazı öğretmen sendikaları da uygulamaya karşı olduğunu salt sosyal medyadan bildirirken ve pratikte hiç bir şey yapmazken Eğitim Sen ciddi olarak ortak eylem çağrıları yapmıştır. Bu çağrılarla yetinmeyerek kademe kademe ve büyüterek eylemlilik sürecine başlamıştır. Öğretmenlik Meslek Kanunu’nu öğretmenlik meslek onuru için tüm öğretmenler birlikte karşı koyarak iptal ettirmek durumundayız. Aksi takdirde gelecek öğretmen kuşaklarına bu utancı anlatacak mazeret bulunamayacaktır. Bu kısa değerlendirme yazımı öğretmen, yazar ve Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) başkanı sevgili Fakir Baykurt’un çok anlamlı sözleriyle bitireyim: “Öğretmen yalvarmaz, öğretmen boyun eğmez, öğretmen el açmaz, öğretmen ders verir.”

  • RESİMCİ KADIN

    Arayan abisiydi. Cep telefonu kullanmaya yeni başlamıştı. İkide bir pantolonun kemerine astığı telefonu çıkarıp bakıyor, arayan mesaj atan olmuş mu diye kontrol ediyordu. Buldumcuk, ergen çocuk olmuştu yeni telefon alanlar, olur olmaz birbirlerini arıyor, “neredesin,” diye birbirlerine soruyorlardı. Aramasa bile mesaj gönderiyorlardı. Hele onun için Resimci ile konuşmak, mesajlaşmak bir ömürdü, ömür! Gençlik yıllarında yaşayamadığı, içinde kalanları özençlerini Resimci ile yaşamaya çalışıyordu. Günün her saati buluşup konuşuyor, çay kahve içiyorlardı. Cebinde her daim sigara olurdu. Resimci kız sigara içmez, yalnızca “ben aşkı öpücüksüz, kahveyi sigarasız sevmem veciz sözüne eşlik etmek için tüttürürdü. Arayan abisiydi. Cep telefonu ile sınırsız konuşma olsa diye dert yanarlardı birbirlerine. Telefon delik demirin icadı gibi mertliği bozmuştu. Açık açık, karşı karşıya seni seviyorum, diyemeyen ergeni, olgunu cep telefonun romantizmi ile seni seviyorum, seni dünyalar kadar, buradan ta Kars’a kadar seviyorum, seninle nefes alıyorum, sen yemeğimin tadı tuzu, gören gözüm, duyan kulağımsın… diye abartılı, uzaktan sallamak misali, demode sözcüklerle sevdiğini dile getiriyordu. Sevgi bu kadar kolay ifade edilince de kıymeti olmazmış! Hemen herkeste aynı telefon modelleri ya Ericsson ya da Nokia idi. İki arkadaş birbirlerine kefil olmuş Nokia 5110 almış, melodisine de Mozart koymuşlardı. Arayan abisiydi. Herkesin okulu boşalttığı anda onlar ortaya çıkar, kantine doğru gider birbirlerinden hiç haberi yokmuş gibi, “ aa sen burada mısın,” deyip kur yaparlardı. Resimci’nin kara, kapkara maşa ile düzleştirilmiş gibi saçları vardı. Gözbebekleri kocamandı, içindeki karalığın ışıltısı nereye baksa orayı deliverecekmiş gibi sertti, ateş topu gibiydi bakışları. Boyu, endamı idealdi, mavi bluzunun altındaki dik göğüsleri isyan ateşini yakmış sevilmeye, okşanmaya hasretti. Arayan abisiydi. Ortalık tenhalaşmıştı. Kahvelerini içmişler, yavaş yavaş kalkma zamanı gelmişti. Doksan model arabaya binmiş, aheste sürüşle Manisa yoluna doğru hareket etmişlerdi. Manisa yolundaki her daim tenha olan BP restorana gidecek bir şeyler yiyecek sonra da birer ikişer Tuborg içeceklerdi. Resimci Kızın, tercihi Tuborg olduğundan o da Tuborg içiyordu, aslında favorisi rakıydı. Resimci onun ne diyeceğini anlamış, “Bir akşam geliriz, zamanı uzun tutup ben de sana uyarım,” demişti. Arayan abisiydi. İzmir Manisa arasındaki BP Restoranda yeme faslını bitirmiş, keyifli olsun diye çam ormanlarına karşı Tuborglarını içmeye başlamadan, “Şerefe” dedi, Resimci. Çiçekli’nin kızılçamları uyumlu uyumlu ne de güzel salınıyordu. Bu uyum seven yüreklere sevda türküleri söylemekti. Bu salınış kaç bin yıldır, aynı düzlem aynı ritimde devam ederken, sonra aniden ortaya çıkan deli bir rüzgârla delirir, uyumlu sesler, ürpertiye döner, sonra insanın aklını çıvdıracakmış gibi olurdu. Arayan abisiydi. İkişer tuborg içmiş, yan yana, can cana olmanın verdiği hazla, kafaları hafiften çakır keyif, gözlerinin içlerine bakmaya, masanın üstünde ellerini kavuşturmuş bir o, bir o ellerine dudaklarını dokundurup çekiyordu. Arayan abisiydi. Restoranda garsonlardan başka kimse yoktu. Birlik olma, vuslata ulaşmanın ateşi ikisini de yanım yanım yakmaya başlamış, özlemleri, dağlar kadar büyür! “Üstüne bir kahve içmeye ne dersin!” “Olur, olur, çok güzel olur,” dedi Ressam Kız! Birer kahve içtiler, öpücüksüz; lakin sigaralı. Arayan abisiydi. Restorandan çıkmış, şırıl şırıl akan dereye aşağı yürümeye başlamışlardı. Bahar mevsiminin son ayıydı, doğa renklerin en muhteşemlerini sunmuştu insanların beğenisine. Ağaçların yeşili, bin bir renkli çiçeklerin kokusu başlarını döndürüyor, tuborgun verdiği coşku ile yaklaşıyorlardı birbirlerine. Dereye aşağı ele ele yürürken, sonra can cana… Arayan abisiydi. “Alo, alo!” “Nerdesin sen iki gündür arıyorum!” “Nerede olacağım abi, bir yere gittiğim yok, telefon da her daim yanımda, şimdi de çalar çalmaz açtım, bak duydun sesimi!” “Ben kimi arıyorum o zaman?” “Abi cep telefonunu yeni aldım, neredeyse yatağa bile onunla yatacağım, sakın ola ev telefonunu aramış olmayasın?” “Olabilir, her halde ev telefonunu aradım!” “…” “Neyse boş ver telefon muhabbetini, babamın üniversite hastanesinde yoğun bakıma aldılar, durum çok ciddi!” “Yaaaa!" Bir zaman sessizlik oldu, sonra "üzüldüm, ne yapacağımı bilmiyorum,” diyebildi. O şaşkınlıkla ne yapacağını bilemediği gibi, konuşmadı bile. “Ne oldu, ne olmuş, ne olmuş,” dedi Resimci Kız. “Babam, babam hastalanmış, yoğun bakıma almışlar, durum çok ciddiymiş!” “Haydi gidelim, ne duruyoruz?” “Sen de mi gideceksin?” “Neden olmasın?” “Olur mu?” “Olsa ne olur, ne olur?” “Ne diyeceğimi bilemedim de!” “Bilemeyecek ne var bunda, bugün olmazsa ne zaman senin yanında olacağım ben?” “Olmaz, sen olmaz, seni durağa bırakayım, vakit kaybetmeden hemen gideyim ben!” “Saçma sapan davranıyorsun, çocukmuşum gibi davranıyorsun!” “Çocuk mocuk, seni durağa bırakayım, zamanım çok az yetişemeyebilirsin dedi abim!” “Baban hasta biz neler konuşuyoruz, haydi ne yapacaksak yapalım, koştur!” Arabayı Canım Öğretmenim parkına doğru sürüp heykelin önünde Resimci’yi indirip hastaneye doğru yola koyuldu. Arayan abisiydi. “Nerede kaldın sen, çabuk gel, altındaki kağnı mı senin?” “Abi sen arayalı daha beş dakika oldu, beş dakikada nasıl gelirim?” “Benimle çene yarıştırma, haydi çabuk gel göremeyeceksin babanı; çabukkkk!” Mayısın sıcak havası yerini serin bir havaya bırakmıştı. Rüzgârın esintisi, şiddetlenmiş, az öncenin romantik havası, ürkütücü bir sese dönmüştü. Esintinin şiddeti artmış, korkunç bir uğultu ortalığı alıyordu. Vuuuuu vuuuu, vuuuu… Ağaçların sesi korkusunu artırıyor, üzüntüsünün dozunu artırıyor, acısını çoğaltıyordu. Bir taraftan da “inşallah yetişirim, inşallah bir şey olmadan babamı görürüm,” diye kendi kendine mırıldanıyordu. Çok severdi babasını, asker arkadaşı gibiydi baba oğul. Babasının ideolojik dünyasına yönelttiği ironik eleştiriler, onun ne kadar haklı olduğu bugün ayan beyan ortaya çıkmıştı. Ne demişti babası? “Ne yani, yazın devrim olacak öyle mi, devrim yapmak yirmi yaşındaki çoluk çocuğa kaldı öyle mi?” “Neden olmasın, sen inanmıyorsun öyle mi?” “Çocuk oyuncağı mı bu işler?” “…” Arayan abisiydi. Deli gibi sürüyordu arabayı, ağır yük vasıtalarından fırsat buldukça atıyordu kendini aralarına, azıcık boşluk buldu mu dalıyordu. Tek yönlü yol ağır yük vasıtalarının Sabuncubeli’ne doğru karınca yürüyüşü canını çıkarıyordu. Yolun iki tarafı da tren katarı olmuş milim milim ilerliyordu. “Yoldayım abi, yol çok kalabalık, ağır yük vasıtaları tren katarı, anasını bellemiş trafiğin!” “Babama ya yetişirsin, ya da yetişemezsin!” “Ne olur geliyorum, inşallah bir şey olmaz, yetişirim!” Sabuncubeli’nin zirvesine ulaşmıştı, şimdi yokuş aşağı daha hızlı gidebilirdi. Sabuncubeli’nin çamları deli deli esen rüzgârla içini parçalıyordu sanki. Arayan abisiydi. “Nerede kaldın sen, haydiiii, durum çok kötü; yetişemeyeceksin!” “Öyle deyip de içimi acıtma abi, yoldayım, yol açılıverse dakikada orada olurum!” “Çabuk, çabuk gel babam gidiyor, az önce gelen doktor, her şeye hazır olun her şey olabilir, dedi!” Süreyya Orman Kampının önüne geldiğinde trafik açılmış, deli gibi adeta uçuyordu. Hastanenin kapısından içeri girdi, arabayı boş alana park edip koşa koşa binaya girdi. Arayan abisiydi. “Babamı kaybettik, kırklara karıştı, kanatsız bir kuş olup uçup gitti; hepimizin başı sağ olsun!” “Hastaneye girdim, geliyorum!” “Yoğun bakıma, göğüs yoğun bakıma gel!” Yoğun bakımın önünde abi kardeş sarılıp katıla katıla ağladılar! Nisan 2022 Salihli

  • ER RYAN'I KURTARMAK

    ER RYAN'I KURTARMAK " Anneme beni bulduğunuzu söyleyin. Burada olduğumu, burada kardeşlerimle kalacağımı da söyleyin; GELMİYORUM." Gösterim tarihi: 24 Temmuz 1998 HD film izleyelim Puanı: 8.8/10 IMDB puanı: 8.5/10 Yapım: 1998 Oyuncular: Tom Hanks, Vin Diesel, Matt Damon, Paul Giamatti, Giovanni Ribisi Tür: Aksiyon, Dram, Savaş Senaryo: Robert Rodat Yönetmen: Steven Spielberg 4 ÇOCUK annesi bir kadının üç çocuğunu savaşta kaybetmesi üzerine dördüncü ve sağ kalan oğlunun savaşı bırakarak sağ salim evine Amerikaya geri dönmesini istemektedir ve bu isteği Washington tarafından kabul edilir. Er James Ryan Normandiyada görevlendirilmiştir. Bu savaş Müttefik ordularının Almanları durdurmak için son şanslarıdır çünkü almanlar Fransa'yı bile işgal etmiştir .Savaşın en kanlı bölgelerinden birinde küçük bir gruba özel bir görev verilir. Düşman hatlarının ötesine sızarak er James Ryan’ı kurtarmaktır bu görev Yüzbaşı Miller’ın komutasındaki askerler bir kişiyi kurtarmak için 8 kişinin hayatını kaybetmesini sorgularlar. Aday olduğu 11 daldan 5′inde Oskar ödülü kazanmış film sinema klasikleri arasına girmeyi başarmıştır.

  • ANLATMALIYIM

    Kısılsa sesim, tutulsa dilim Bozulsa gözlerim, ağır işitsem Bitse mürekkebim, yitse kalemim Tutmasa kollarım, titrese elim Gitmese bedenim, gelmese dostum Bulunduğum yerden ayrılamasam Sarsılsa bedenim düşecek olsam Boşalsa sinirim, değişse rengim Kullanıp kalbimi, beynimi Bir yolunu bulup Anlatmalıyım kendimi. Fuat ÖZGEN

  • Gözlerinin Rengi

    Adam eğildi, elleri ile kadının yüzünü tuttu ve gözlerinin içine baktı? Kadın gülümsedi ne oldu neden baktın dedi. Gözlerinin rengini merak ediyorum dedi adam., Kadın gülümsedi Peki dedi sana anlatayım. Nasıl yani dedi adam., Kadın gülümsedi dinle dedi.., Gözlerim., Soğukta üşüyenler varken Sıcakta keyif çatanları., İnsanlar açken açıkken Giydiğini beğenmeyenleri Çıplak ayakla dolaşanlar varken Ayakkabısını koyacak yer bulamayanları Yani bunları görünce gözlerim Kar beyazı buz keser., İşte o zaman gözlerim hüzün siyahı olur Açlar doyunca, donanlar ısınınca Benimde gözlerim ısınır ve buzlar eriyip akar gözlerimden Siyahlıklar yok olur. Gözlerim., İnsanlara yapılan haksızlıkları Savaşları, ölümleri katliamları Ezilenleri sıcakta kavrulup yananları Bir lokma ekmek için koşanları görünce İşte o zaman gözlerim hüzün kahverengi olur Savaşlar bitince İnsanlar mutlu olunca Benim gözlerimden hüzünler akar Kahverengi yok olur. İşte o zaman huzur dolu mavi olur Gözlerim Uçsuz bucaksız ovaları Heybetli dağları Açan çiçekleri Uçan kelebekleri Koşan oynayan çocukları Mutlu insanları görünce İşte o zaman yeşil yemyeşil olur Bahar yağmurları ile yıkanan Pırıl pırıl bir yeşil olur mutluluktan Gözlerim Gökyüzünün Maviliklerini Umudun sonsuzluğunu Denizlerin dalgasını Tek tek damlayan yağmur damlalarını görünce İçimi bir huzur kaplar Bir martı kanadına tutunur Hüzünleri bir bir dağıtıp Pırıl pırıl bir gökyüzünde açan güneş gibi Bal rengine dönüşür en tatlısından Gözlerim Sevdiğimi gördüğünde Tıpkı şimdi olduğu gibi En masumundan sevgi En çılgınından aşk En olmazından hayal En çılgın ruhundan sadakat En pembesinden mutluluk En kırmızısından asilik En mavisinden sonsuzluk Ama en güzelinden aşk Rengine dönüşür. Ve ne renk olursa olsun gözüm Senin yüreğinle gördüğündür gözüm özüm... Semihat Karadağlı/Sevginin yürek konuşması /2014/İzmir

  • Sinemasız Günler

    1960'lı yıllar... çocukluğumun ilk yılları... O günlerde izlediğim ve çocuk aklımda kalan filmler; "Ayşecikli, Ömercikli" bol gözyaşılı filmler... Bir de ilkokulda okulca izlediğimiz "Kötü Tohum" filmi... "Kötü Tohum"u hatırlamak için şöyle bir Google hazretlerine danışayım dedim, neler neler bulmadım ki bu filmle ilgili. Mesela; "Türk Sinemasının bu güne kadar yaptığı en iyi psikolojik gerilim filmlerinden birisi" olduğunu, "Zamanında tiyatroda olay yaratan bir oyunun sinemaya uyarlanmış hali" olduğunu ve TRT'de yayınlanan ilk Türk filmi olduğunu öğrendim. O filmi izlerken beni en çok etkileyen biz yaşlardaki Alev Oraloğlu'nun sergilediği büyük oyunculuktu. Hem korkarak hem merakla izlemiştim o filmi. Aslında sinemayla çok da haşır neşir bir aile değildik, galiba tiyatroyu daha çok seviyorduk. Bu sevgi belki o yıllarda yaşadığımız semtin konumundan kaynaklanıyordu belki de aile büyüklerinin seçiciliğinden. Örneğin; ünlü tulûat sanatçısı İsmail Dümbüllü komşumuzdu, her gün okula giderken penceresinin önünde oturan o usta sanatçıya gülümseyerek selam verirdik, o da bize temennâ ederek el sallardı. Sonra ilk Türk tiyatrosu olan Güllü Agop tiyatrosu -ki daha sonra Azak Tiyatrosu olmuştu- yine bizim semtteydi, bu sahne daha sonra Gönül Ülkü & Gazanfer Özcan sahnesi olmuştu, bir de Nejat Uygur'un tiyatrosu vardı yakınlarda, sık sık gidip bol bol güldüğümüz. Bu arada Saraçhanebaşı'ndeki Şehir Tiyatrosunu da anmadan geçmeyeyim. Bu yıllarda hepinizin bildiği gibi yazlık bahçe sinemaları vardı bir de; yan yana dizilmiş tahta sandalyelere kurulur (buna ne kadar kurulmak denirse) bir elimizde gazoz şişesi, diğerinde çekirdek külahı hayal alemlerine dalıp giderdik. Şimdi düşünüyorum da bizim ev, o yıllarda tam bir kültür merkezi odağıymış meğerse (!) Evet, evimizin balkonu mahallenin yazlık sinemasına bakardı ve biz bütün yaz o acıklı, ağlak şarkılarla yoğrulmuş Türk filmlerini izlerdik ayağımızı uzatarak, çaylarımız ve çekirdeklerimiz eşliğinde hem de bedavaya. Belki bu doygunluk hissi belki de 60'lı yılların sonunda başlayan seks filmleri furyası sinemayla aramdaki mesafeyi biraz daha açmıştı. Bu uzaklaşmaya bir başka etken de galiba evden okula giderken geçmek zorunda kaldığımız Şehzadebaşı'nın içler acısı haliydi. O seks filmleri furyası tüm hızıyla bu semtte yaşanıyordu. Yan yana sıralanmış sinemalarda, sabahtan akşama bu tür filmler oynatılıyor, boy boy müstehcen (!) afişler üzerinde komik mi komik; ama bir o kadar da ürkütücü isimlerle izleyici çekiliyordu bu sinemalara. İşşiz güçsüz bir sürü insan da buralarda volta atıyordu bütün gün. Ve biz liseli talihsiz kız çocukları her gün bu yoldan geçmek zorundaydık, varın siz düşünün hal-i pür melâlimizi (!) İşte bu nedenle 70'li yıllardan bu güne benim bir yılda gittiğim film sayısı beşi altıyı geçmez ama gittiğim filmlerin hepsinin de bende ayrı bir yeri, ayrı bir anısı olmuştur ("izlemek" sözcüğünü özellikle kullanmıyorum; çünkü artık her şeyi her yerde izleyebiliyoruz) O ilk gençlik yıllarında, henüz lise öğrencisiyken güvenle (!) gidebildiğimiz sinemalardan biri Fatih'teki Renk sinemasıydı, burada izlediğimiz "To Sir With Love" ile "Love Story"yi aradan geçen onca yıla rağmen hiç ama hiç unutamadım. Sonra fakülte yılları... O yıllarda "Beyoğlu'na çıkmak" diye bir kavram vardı İstanbullular arasında; öyle sıradan, günlük kıyafetlerinizle gidemezdiniz Beyoğlu'na. Şık olmanız, süslenmeniz gerekirdi, tavır ve davranışlarınızda ölçülü olmanız gerekirdi. Burada da gittiğimiz iki sinema vardı; Fitaş ve Emek sinemaları; nasıl görkemli, nasıl muhteşem gelirdi gözümüze, o kadife bordo perdeleriyle... Hele ki şimdilerde yıkılıp yerine o uğursuz AVM'nin yapılacak olması, Emek sinemasıyla ilgili "Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde" dizesini getiriyor aklıma hep, ne acı... Evet, işte bu görkemli sinemalarda izlediğim filmler de tıpkı o salonlar gibi muhteşemdi... Rüzgar Gibi geçti, İrlandalı Kız, Notre Damın Kamburu, Neşeli Günler, Casablanca, Kaldırım Serçesi... Belki bunlara ekleyebileceğim, ama şu an aklıma gelmeyen bir iki film daha... Kısıtlı harçlıklarımız ve zar zor aldığımız izinlerle tıklım tıklım dolu salonlarda izlediğimiz bu filmlerin güzelliğini nasıl unutabilirim? Bir de bugüne dönüp bakıyorum, şimdi de yılda ancak üç dört filme gidiyorum, bazen sadece iki üç kişi izliyoruz filmleri. Çok seçici davranmama rağmen bazen umduğumu bulamıyorum; ama bunun yanında son yıllarda çok güzel filmler izlediğimi de itiraf etmeliyim. Yazımda adını andığım ve ebedi aleme göçmüş sanatçılarımızı da rahmetle anıyorum...

  • Tuncel Kurtiz

    Türk sinema ve tiyatro oyuncusu, yönetmen, yapımcı ve senarist. Doğum tarihi ve yeri: 1 Şubat 1936, İzmit, Kocaeli, Türkiye Ölüm tarihi ve yeri: 27 Eylül 2013 (77 yaşında), Beşiktaş, İstanbul, Türkiye Evliliği: Menend Kurtiz Ebeveynleri: Hamdi Valâ Kurtiz, Müfide Kurtiz Çocukları: Mirza Kurtiz, Aslı Kurtiz "Bir gün ölürsem eğer, Yılmaz'ı göresim gelmiştir... " Tuncel Kurtiz Dünyamızdan ayrılışının dokuzuncu yılında, sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz. GEÇİT YOK Derine, hep derine kazıyoruz... nerde, çağımızın o altın kalbi. çağımızın altın kalbini arıyoruz üzerimizde ağır bir yeryüzü gökyüzünden uzakta... çok uzakta.... derine , hep derine kazıyoruz... nerde, çağımızın o altın kalbi. çağımızın, altın, kalbini arıyoruz... Madencileriz biz... Devrimcileriz biz... Patlarız... Volkan gibi... Çağ, yenmeyecek bizi... Yorgun değiliz biz... Bağdatl'ıyız, bağdat'tayız, Bağdat'lıyız bağdat'ta düşünce bombalar adımız meçhule kalır adımız meçhul yanar kavrulur bedenimiz sevdiklerimiz yanar kavrulur külümüz kalır geriye rüzgarda savrulur sözümüz kalır bir de öfkemiz, birde öfkemiz, birde öfkemiz öfkeliyiz... Öfkeliyiz... kül savrulur, söz kalır, öfke büyür büyüyor! Bağdat'lıyız, bağdat'tayız, dünyanın her yanındayız bu kan denizinin dalgalarıyla yankileri boğacağız Bağdat'lıyız, bağdat'tayız, bağdat'tayız, her yandayız geçit yok, isyan var emperyalizme karşı katlettiğin yetti artık, yetti artık, yetti geçit yok, isyan var emperyalizme karşı söndürdüğün ocaklar yetti artık, yetti, yetti.. yetmez artık bombaların durduramaz bu seli sorulacak bir hesap var yetti artık yetti atılan bombanın bir hesabı olacak olmalı yetti artık, yetti bu hesap vakti geldi bombalanan topraklarda yakılan hayatların söyleyecekleri bitmedi daha bitmeyecek bombalanan insanlarımız adına da haykırıyoruz bir kez daha katil Amerika!!! önce gürleyen sesimiz kovar yankileri sonra biz bombalanan topraklarda yakılan halkların soracakları hesap bitmedi daha bitmeyecek geçit yok Amerika'ya!!! buralarda biz varız hey! Türküz, Kürdüz, Arabız biz... sömürü, işgal, istila varsa ya istiklal ya ölüm diyenler de vardı varlar, var olacaklar hey biz varken, geçit yok Amerika'ya buralarda biz varız halkız biz sömürü işgal istila varsa kurtuluş kavgası olacaktır biz halkız bağdat yanan çocuk çığlık çığlığa çığlık Dicle'ye, nehir denize denizler dalgalı Mahir'ce meydanlarda vurun dalgalar made in USA kıyılara yükselin denizler meydanları sel alsın boğulup gitsin bu yankiler coni'siyle toni'siyle Bağdat'lı çocuğun çığlığı meydanlarda öfke dolu bir haykırış, bir taş, bir ateş ki hıncımız yanan çocukların acısı kadar büyük kim yaktı Bağdat'lı bebeleri böyle! hangi alçak çıkarlar için yüksek teknolojiyle yaktılar, yıktılar, bombaladılar biliyoruz biliyoruz suç kesin suçlu malum emperyalizm! gereği düşünüldü... gereği düşünüldü... "iyi halsiz" katillere adil olmaktır en büyük ceza bağdat'ta yanan çocukların acısı kadar acımasız olacağız bu kovboylara bağdat'ta yananların ahı kadar adaletli olacağız... Geçit Yok ! Geçit Yok ! Geçit Yok ! Ümit İLTER Ekleyen : Aysu AFYONLU

  • Acaba

    Sabır küpü olduğumu sanırken Beynimi kemiren Acabalar biriktiriyorum Tüm evecenlikle şimdi Tam alıştım derken varlığına Kayboluyorsun… Yokluğun bin bir kuruntu. Her selamın bir umut, bin sevda… Olmayışına alıştırılmaya, Sınanıyor muyum acaba? Direniyor musun yok saymaya, Gördüğüne, göreceğine pişman mısın? Pişman mısın ACABA?

  • Niyazi UYAR'dan Varan 3;

    OKULLU ÖYKÜLER ÖYKÜ * Liman Yayınları ANKARA, Eylül 2022 İndirimli Fiyat: 44.40 * "37 yıl gönül vererek yaptığı öğretmenlik anılarını anlattığı öykülerinde ise insan sevgisi ile mesleğinin güzel ve zorlu taraflarını dile getirmiş, öğretmenliği yüceltmiş, bir cumhuriyet öğretmeninin nasıl olması gerektiğini anlatmış. halk kültürünü, deyimleri özellikle ön plana çıkarmış. Hem doğup büyüdüğü memleketinin insanlarını anlattığı öykülerinde, hem simgesel öykülerinde, insan sevgisini ön plana çıkararak güzel işlemiş. Hemen hemen tüm öykülerinde toplumsal olaylara, kültürel ve anlayış farklılıklarına dokunarak bunların insan yaşamındaki olumlu olumsuz etkilerine değinmiş. Niyazi Uyar'ın tema olarak "İnsan sevgisini" temel alıp işlediği öykülerini büyük bir zevkle okudum... " Nurten Bengi Aksoy * "Niyazi Uyar, “Düş Yolculuğu” adlı kitabıyla çıktığı düşsel yolculuklara, “Sevdalı Öyküler,” adlı eseri ile sevdaya, aşka yeni biçimler çizdi. Üçüncü öykü durağı ise, “Okullu Öyküler!” İnsan sevgisini, çağdaşlığı, eşitlik ve adalet duygusunu düstur edinen bir eğitimcinin duyarlığıyla, hayattan hep bir alacağı olan kişilerin öyküleri… Eski Anadolu uygarlıklarının, tarihin, mitolojilerinin, Anadolu ozanlarının deyişlerinin gündelik hayatla harmanlandığı öyküler. Gözlemci gerçeklikle, romantizmi birleştiren, insana, insanlığın her durumuyla yaklaşan bir üslup… Hayatta, her şeye rağmen, ben de varım diyebilen kişilikli kahramanlar… Öykülerde, Cumhuriyetin kazanımlarına, Atatürk’ün çağdaş Türkiye’sinin kurulmasında emeği geçen İsmet İnönü’ye göndermeler yapılıyor. Atasözleri ve deyimler, halk ağzı konuşmalar, halk şiiri örnekleri, öykülerin bütünlüğü içinde sarmalanıyor." Aysun ÇETİN * “Niyazi Uyar’ın öyküleri, çoğu gerçeklerden, hayatın içinden, anılardan süzülüp harflere, sözcüklere, tümcelere dönüşen, insanda iz bırakan olay ve durumlardan oluşuyor. Gerçeğin yanı sıra efsanelerden beslenen, okurun düş dünyasına, duygularına ve vicdanına seslenen öykülerinde yazar, merak unsuruna yer vermeye, akıcı bir anlatımla yazmaya özen gösteriyor. İnsan duygularını yazınsal bir yaklaşımla dile getiren Niyazi Uyar’ın öykülerinde, hayata sevgi penceresinden bakan bir eğitimcinin yürek sesinin, sayfalarda derinden yankılandığına tanık oluyoruz.” Hülya Soyşekerci * KİTABI EDİNMEK İÇİN: Liman Yayınevi Temin Linki: https://www.yayineviliman.com/index.php/component/virtuemart/kitaplar/okullu-öyküler-%7C-ni̇yazi̇-uyar-detail

  • YABANCILARLA YAŞAMAK

    Marmara’nın incisi, Atatürk’ün kenti; denizi, dağı, yaylası, yeşili, kaplıcaları, havası temiz Yalova. Üç büyük kentin (İstanbul, Kocaeli, Bursa) merkezinde bir yerleşim yeri. Şimdi bu kentte yaşamak "güzeldir mi" daha doğru olur, yoksa "güzeldi mi"? Ne yazık ki ikincisi. Çünkü Yalova’da, son yıllarda, toplumsal yaşam değişti. Yalova karman çorman oldu. Yabancılar etkili durumda. Aslında Yalovalı yabancılara alışkındır. Karamürsel’de Amerikan üssü varken radarda çalışanların bir kısmı Yalova’da oturuyordu. Günübirlik gelip gidenler de vardı. Alışverişlerini Yalova’dan yapıp ekonomiye katkıda bulunuyorlardı. Ayrıca pek çok Yalovalı üste çalışarak emekli olmuştu. Üs kapatılınca Amerikalılar Yalova’dan ayrıldılar. Daha sonra kaplıcaları ve doğal güzellikleri nedeniyle Arap turistler Termal’e gelmeye başladılar. Bunlar yerleşik değildi ve günlük yaşamı etkilemiyorlardı. Suriye’nin karışması sonucu çok sayıda Suriyeli geldi Yalova’ya. Savaştan kaçmışlardı, her şeylerini Suriye’de bırakıp gelmişlerdi. Sokaklar, cami avluları dilenciden geçilmiyordu. Üstleri, başları perişan kadınlar kucaklarında, yanlarında çıplak ayaklı küçük çocuklarla kendilerini acındırıyorlardı. Cuma günleri dilendirilen kadınlardan, çocuklardan camiye girilemiyordu. Cami içinde vaazın bir yerinde bir Suriyeli aniden ayağa kalkıp bağıra bağıra yardım istiyordu. Kulübeler, bodrum katlar, izbe yerler barınma yerleri oluyordu. Fırsatçılar onlardan ucuz işçi olarak yararlanıyordu. Onları görmek insanın içini acıtıyordu. Bir süre sonra Yalova’da sayıları azaldı. Suriyelilerin yerine çok sayıda Iraklı, İranlı ve Afgan doldu Yalova’ya. Türki cumhuriyetlerden çalışma için gelenler de oldu. Iraklıların çoğunun maddi durumu oldukça iyi. Çoğu ev satın aldı, işyeri açtı. Vatandaşlık aldı. İranlılar varlar ama şimdilik pek görünür değiller. Afganlıların çoğu genç erkek. Eğitimsiz ve yoksullar. Daha önce Suriyelilerin çalıştıkları işlerde çalışıyorlar. Kâğıt topluyorlar. Önce çekçeklerle yapıyorlardı, sonraları motorlu taşıtlar aldılar. Bazıları Türkçe biliyor, bilmeyenler pek öğrenme derdinde değiller. Grupça dolaşıyor, kavgalara karışıyorlar. Araplara satış yapmak, hizmet vermek amacıyla işyerlerinde Arapça tabelalar arttı. Pazarlarda bile Arapçaya rastlanıyor. Satıcılar Arapça bilen elemanlar çalıştırıyorlar. Araplar çokça alışveriş yaptıkları için yerli müşteriye sıra çok geç geliyor. Esnaf yerli müşteriye, ikinci sınıf muamelesi yapıyor. Pek çok yerde, özellikle konutta, fiyatlar yükseliyor. Her yerde gruplar halinde dolaşıyorlar, yüksek sesle konuşuyorlar. Parklarda akşamları hep birlikte şarkı söylüyorlar. Onlara hitap eden dükkanlarda da Arapça müzikler çalınıyor. Gidici değiller, topluma uyum sağlama dertleri yok. Yalovalılar yabancı düşmanı değildir. Ancak yabancılar, her alanda, yaşamı etkiliyorlar. Fiyatları arttırıyorlar, alışveriş sürenizi uzatıyorlar. Haklarınıza, yaşam biçiminize müdahale etmeden, geçici (konuk) oldukları sürece dostluklar kurulabilir. Ancak yerli halkın bedeller karşılığında edindiklerini tepeden inme, parayla elde etme öfkeye, kızgınlık veya kırgınlıklara neden oluyor. Bazen Türk’e ve Türkçeye özlem duyuluyor. Yine de Yalovalı yüce gönüllü ve konukseverdir. Fuat ÖZGEN

  • SEVDALI ÖYKÜLER

    ADA Dergimizin yazar kadrosunda birlikte çalıştığımız ve yazılarını paylaştığımız, öğretmen arkadaşımız Niyazi UYAR'ın Haziran ayında çıkan ve özellikle "...Vicdanım içimdeki Tanrı, yüreğim sevgi, Kâbe'm de insandır." diyerek kaleme aldığı "Sevdalı Öyküler" kitabını severek okudum. On altı öyküden oluşan kitapta yazarımız kendi yaşamında, yaşadığı çevrelerde ve mesleği olan öğretmenliği yaparken benliğinde iz bırakmış anıları, kişileri, olay ve yöreleri öyküleştirmiş. Doğup büyüdüğü Ege Bölgesinin yerel konuşma dilini özellikle anılarından oluşan öykülerinde büyük ustalıkla kullanmış yazarımız. Kadının toplumdaki yerini ve yaşadığı sıkıntıları anlattığı öykülerden biri olan "Gök Münevver" isimli öyküsünde ise yöre kadınının portresini hem fiziksel hem ruhsal olarak tüm ayrıntılarıyla çizmiş adeta. 37 yıl gönül vererek yaptığı öğretmenlik anılarını anlattığı öykülerinde ise insan sevgisi ile mesleğinin güzel ve zorlu taraflarını dile getirmiş, öğretmenliği yüceltmiş, bir cumhuriyet öğretmeninin nasıl olması gerektiğini anlatmış. halk kültürünü, deyimleri özellikle ön plana çıkarmış. Hem doğup büyüdüğü memleketinin insanlarını anlattığı öykülerinde, hem simgesel öykülerinde, hem de fantastik bir öykü olan Nuymar Nibron'da insan sevgisini ön plana çıkararak çok güzel işlemiş. Hemen hemen tüm öykülerinde toplumsal olaylara, kültürel ve anlayış farklılıklarına dokunarak bunların insan yaşamındaki olumlu olumsuz etkilerine değinmiş. Niyazi Uyar'ın tema olarak "İnsan sevgisini" temel alıp işlediği öykülerden oluşan kitabını zevkle okudum. Arkadaşımızı kutlar, yeni öykülerinde başarısının devamını dilerim.

bottom of page