top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • Hayat Sanmaktır*

    Ortak bir tanıdığımızdı üzerine konuştuğumuz ve ben de aramızdaki hukuka dayanarak güzel adamdır demiş bulundum. Karşımdaki kişinin yanıtı sıradan olmasına karşın, kafa yorulduğunda, satırlarca uzayıp giden bir yazıya dönüşebilecek türdendi. ''İyi tanıyorsun galiba, sanki sünnetinde vardın... ' demişti. Sonrasında, bir iki espri ile konu kapanmıştı ama, benim yanıta derin anlamlar yüklememe, düşünceler dünyasına yelken açmama neden olmuştu bile. O kadar derine inmem, çocukluğuna da gitmem mi gerekiyordu bir arkadaşımın hakkında "güzel adam" diyebilmek için... Referans isterlerse "sünnetinde bulundum" diyecektim, öyle mi? Öyle ya, günümüzde uzun yol arkadaşlıkları, kadim dostluklar zor. Çoğu insanları yaşamının bir evresinde sanki devralıyoruz, bir zamanda taşıyoruz, devre mülk gibi. Sonra türlü nedenlerle o yoluna sen yoluna; ama aklında bir yargı kalıyor; uymadı ama iyi adamdı ya da ciğersizin tekiydi ...gibi. Konu kaşı gözü, boyu posu değilse sadece bir resimle, ömre göre hayli kısa bir süreçte anlık birkaç davranışına bakarak bir insanı ne kadar tanırsın? Neyi paylaşmış ya da yaşamışsan belki onu bilirsin. Çocukluğunu mu bilirsin, hangi koşullarda yaşayıp geliştiğini, yaşam deneylerini mi? Ancak tanık olduğuna göre karar oldurursun. Ki o da görecedir, anlıktır, yarın aynı duruma aynı tepkiyi vereceği garantisi mi var? Hele genel yargılar; güzel insandır gibi... Daha neyini gördün? Montaigne demez mi, bir insanın ölümünü görmeden hakkında karar verilemez diye... O demese de sanki ben bilmiyorum. Sen sadece gördüğün bile değil, sana gösterdiğine göre bir karar veriyorsun, içini nasıl bilebilirsin? En çok, kuvvetliyse ve doğru çıkıyorsa hislerine güvenebilirsin. Aslında sanabilirsin demek bu. Şenol Yazıcı'nın sözüne * geldik; hayat sanmaktır , diyordu bir yazısında. Sarsıcı bu; o kadar büyük sözleri biz sadece sanarak mı ediyoruz? Oysa , hislerine yüzde yüz güvenerek hareket etmek kadar, sanmak da çok tehlikeli gibi gelir bana... Çünkü sanmak , emin olmamak anlamına geliyor sonuçta. Muhatabını uymayan bir şekilde konumlandırmak, hatta zaman zaman daha ileriye giderek kesinlik kazanmayan sanrılarla, o kişiyle ilgili hak etmediği bir yargıya varmakla sonlanabilir. Sadece sandığım için bir insanı haksız yere kör kuyulara atabilir, yine sanarak baş tacı edebilirim bilmeden... Yine de nasıl bir şeyse, herkes gibi sanmadan duramam. İlginç bir şey değil mi, başlı başına bir tür çelişki. Hepimizin tüm ilişkilerine az ya da çok sanmakla başladığını düşünürsek, sosyal iletişimimizde yok saymak, çok da olacak gibi değil. Hele ki dengede tutulmadığında, faydalı bir algı tipi olmadığı da kaçınılmaz bir gerçektir. Fikrimce, sanmanın netlik ifade etmediğinin bilincinde olarak, doğal yapısında bulunan bulanıklığı unutmadan düşünce yapımızda gerektiği kadar rol vermek, bizi en güzele götürecektir. Çünkü sanmanın öteki hali var ki önemli. O da sanmak umudu yeşertir. Umut da insanı... Peki gelelim asıl sorulması gerekenlere; ''Sanmakla başladık diyelim, iletişim ilerledi, ilerledi, ilerledi...dostluk aşamasına kadar ulaştık. Sahi, bir insan bir insanı gösterdiğinden başka ne kadar iyi tanıyabilir, ya da bu tam anlamıyla tanıma olgusu gerçekten gerekli mi? Son olarak, hadi tam anlamıyla tanıdık diyelim, bize bunun faydası ve zararı nedir?'' Sonuçta insan size bir şey katan bir tattır; bu kadar önlemle o tadı alamaz, mundar edersiniz. Tabi öteki yanı da var. İnsan size bir şey katarken alandır da... Yine de akıllı olmak gerek... Gerçekte zor görünen bu ikilemin aşımı da kolay; kişiye göre yelken açmak yerine kendin kalarak...taşımalı insanları. Duracağın yeri de bilmeli gideceğin yeri de Kişi tam manası ile dürüstse bile genlerinde kodlanmış olarak bulunan, kendini koruma içgüdüsü sebebiyle kişiliğinin ve ruhsal yapısının tüm odacıklarının kapısını, iletişimde olduğu kişiye ne denli güvense de açmamalı. Belki yalnızca, güvenliğine zarar gelmeyeceğini düşündüğü bir kısmını açacaktır o kadar. Elbette bireyin bunu yapışında, kişiden kişiye değişmekle birlikte; toplumun ahlaki değer yargılarına uymayacağı düşüncesinden kaynaklı dışlanma kaygısı gibi, gizemli kalmanın daha etkili olacağını düşünmek gibi, ya da içini tüm çıplaklığı ile karşısındakine açmanın zayıflık göstergesi olduğunu düşünmek vb. gibi pek çok nedene de rastlanabilir. Yine de ruhumuzun herkese uyacak kamusal alanları, parkları caddeleri olması gibi, sadecec özele ait evleri, banyoları, yatak odaları olmalı. Ruhunuzun dehlizlerini her önünüze çıkana salonuz gibi açarsanız düş kırıklığı da kuşkusuz kapıda bekler. O zaman şu bir doğru; bir insanı ancak onun izin verdiği kadar tanıyabiliriz. Çünkü bahsettiğimiz kişinin doğası, özel alanıdır ve size ruhunda izin verdiği kısımlara dokunma hakkını verme özgürlüğü de her zaman ona aittir. O halde siz de zevzekliği bırakıp kişiye göre izinler yaratın. Ya da hak etsin o kişi o alanı. Son saptama da ve en ilginci ve bence bilinmesi, kabul edilmesi en gerekli olanı. Çünkü karşılıklı gelişen pek çok çatışma, insani ilişkilerde yolunda giden etkileşimin bozulma sebebi bununla ilgilidir. Arkadaşımın da "sünnete kadar bilmek" deyişiyle neyi kastettiğini de çözersiniz. Yine de eksik kalacaktır, çünkü her şeyi bilseniz de tanıdığınız geçmiştir, insansa değişir. Bir insanı tam manası ile asla tanıyamayız. İnsanın zaman içinde değişen bir varlık olduğunu anlamak için, evrim sürecine bakılmasının dahi yeterli bir veri olduğunu düşünüyorum. Bedenen değişen insanın, ruhsal ve kişisel yapı bağlamında değişmeyeceğini düşünmek pek de akla yakın durmuyor, ki zaten de değil. Öyle olsaydı eğitim bir işe yaramaz, dahası hayat çok da tekdüze kalır ,tatsızlaşırdı. İnsanı besleyen çok önemli bir duygudur, canlandırıcı özelliğe sahiptir merak. Hele öğrenmek! Bilen bilir, bir kaşife yeni bir adayı keşfetmek nasıl keyif veriyorsa, iletişimde bulunduğu kişiyi tanıma evresi de insan ruhuna aynı olmasa da ona yakın bir hazzı yaşatır. Sanmak bir keşif adımı; iletişimde olduğunuz insanlara dair merak ve umut arzusunun hiç bitmemesi demek, hala onu öğreniyor olmak demektir ve bu çok güzel bir duygudur...ve değer. Aslında "hüküm" basit; Kuşkusuz seçerken düzgün sandığını seçeceksin, bunun somut verileri var; eğitimi, işi, sabıka kaydı... Gerisi bahtına... Nedir derdin? Tatlıyı mundar mı etmek istiyorsun , tadını almak mı? İNSANSA TADI KADAR RİSKİ DE VAR... Yaşa ya da yaşama...

  • Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek

    Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek / Adnan YÜCEL Aşksız ve paramparçaydı yaşam bir inancın yüceliğinde buldum seni, bir kavganın güzelliğinde sevdim. Bitmedi daha, sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek. Ne dudaklarda yarım şiirler Ne solmuş aşk ve deniz Uçurumlarda direnen güller Törenlerle yakılmıyordu henüz Dimdik ayaktaydı bitimsiz coşkular Bazen aşılmış Bazen aşılmak üzere O serdengeçti yaralı tutkular. Bir deprem çağının birdenbiresinde Önce görevler silahlandı önümüzde Sonra kurallar ve kapkara baskılar Kesildi sanki sözlerin soluğu Türküler yetişmez oldu ahlara İşte içlenmenin o en içli anında Yalnızca sen kaldın kollarımda Yalnızca sen Dağlı çiçeklere döndü gözlerin Hep mutluluk açtı kırlarımda. Su ve ateş çağındaydı soluğumuz En umutsuz geceyarılarında En ıssız yollarda bırakıldık hep Yıkılmadık Günün bir yüzünde avuçlarken güneşi Bir yüzünde yeniden düştük toprağa Korkmadık Yüreğimizle parçaladık en sert kayaları Filizlenip uzandık dostluğun gökyüzüne En bereketli yağmurları Hep kendi soluğumuzla yarattık. Aşk demişti yaşamın bütün ustaları Aşk ile sevmek bir güzelliği Ve dövüşebilmek o güzellik uğruna İşte yüzünde badem çiçekleri Saçlarında gülen toprak ve ilkbahar Sen misin seni sevdiğim o kavga Sen o kavganın güzelliği misin yoksa. Bir inancın yüceliğinde buldum seni Bir kavganın güzelliğinde sevdim Bin kez budadılar körpe dallarımızı Bin kez kırdılar Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz Bin kez korkuya boğdular zamanı Bin kez ölümlediler Yine doğumdayız işte yine sevinçteyiz. Bitmedi daha sürüyor o kavga Ve sürecek Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek. * ADNAN YÜCEL: ( 1953 - 2002 ) Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümünü bitirdi. Bir süre çeşitli ortaöğrenim kurumlarında öğretmenlik yaptıktan sonra Çukurova Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Şiirleri, Edebiyat 81, Evrensel Kültür, Petek, Sanat Emeği, Somut, Söylem, Yapıt, ve Yeni Olgu gibi dergilerde yayınlandı. Şiir kitapları: Kavgalara Söylenen Sevda Soframda Kaval Sesi Bir Özlem Bir Türkü Acıya Kurşun İşlemez Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek....

  • Aşkın İki Yüzü

    Aycan AYTORE * -Günümüz insanının zoru var aklıyla ve aşkla; sorarsan her şeyi netleştirecek, akla dayalı köklerini bulacak... Bir de yaş koymuşlar; 40'tan sonra emekli...Bana sordun mu? Oysa kitapta yeri var; seksenlik nineye bile her bayram soracaksın, ağzında dişin var mı? Karmaşık mı karmaşık, sermaye her şeye olduğu gibi aşka da ayar çekiyor; insan varolduğundan bu yana tek tanımı olan aşk, şimdi muz gibi, herkese göre başka... mı? Hormon mu, dostluk mu , yol arkadaşlığı mı, üreme gayretinin ötekini katlanılır kılan ömrü söylentiye göre 3 yıl süren cilası mı? Kullan at özelliği yani...Yoksa hepsi mi?-. Ergenliğim şaşkın bademler gibi zemheriye patlayan çiçek olunca, körün tuttuğuna göre kadın budur, dediği ilkimdi rahmetli. İlk ne demektir bu terminolojide bilen bilir. O da; Anita Ekberg de öldü. İlk aşkımdı. Hakkını yememeli, güzel kadındı. Kendinden sonra gelen ünlü ünsüz çok kadının profilini belirleyecek, çok kadına gömleğinin yakasını o şeytani oyluma kadar sanki unutmuş ya da düğme kendiliğinden açılmış gibi açık bırakmasını öğreterek ortamın en makbul kızı yapacak dende de karizmatik... Ellili yıllarda çevirdiği filmlerle salt bir devrin değil, bütün zamanların aşk objesine dönüşecekti. Ah bir de bakkalın kızı Semiha’ya ıslak gömlekle dolaşmayı öğretseydi… Ne garip şey şu aşk; ömrümce çevremde yaşıma yakın ne kadar öteki cins varsa tanış etmiş. Hiç başka derdin yok, hayat bir onun üstüne mi kurulu ne? Anita, İsveçli sinema yıldızı, uzun bir ömürden sonra, İnsanlığa aşkı keşfettirme misyonunu tamamlayıp 15 Ocak 2015'te İtalya'da aramızdan ayrıldı. İkon öldü ya, acaba şimdi aşk sağ mıdır? Televizyondaki sunucu Anita'yı anlatıyor, takmış aklını yaşına. O konuşurken aklıma gelen deli saçması bir düşünce beynimin kıvrımlarından içeri süzülüyor, omuzlarım düşüyor, yüzüme bir ağırlık geliyor, gözlerimden hormon ve enerji yayılmasın diye uğraşıyorum, olmayan bir aklı ve bilgeliği bakışlarıma oturtuyorum. Adam resmen aşkın bir yaşı var diyor: İyi, sen yaşa, ben emekliyim, bakmam bile başımı çevirip... diyorum. İçim gidiyor ama, öyle diyorum. O ise hala aşkla anlatıyor anlatıyor, on kere yüz kere, bin kere dediğini düşün, inanırsın. Hele herkesin dediğini düşün... Yarın fikrini değiştirip yaşı biraz daha aşağı çekebilir. Otuzdan sonra azanı teneşir paklar, derse... Kendisi otuz beş yaşlarında, der mi der. Gerçi parayı veren koyuyor kuralları, hormonu olan değil ama… Anita'nın gençlik resimlerini ardı ardına dizerek anlatıyor. 1931'de doğmuş İsveçli Anita Ekberg, ellili altmışlı yıllarda dünya çapında artık... Artistin genç sağlıklı fotoğrafları geçiyor ekrandan, anlatan da en çok da gençlikten ve aşktan, aşıklarından söz ediyor. “Bayan İsveç” seçiliyor ve ardından sinema oyunculuğu... Yirmi yıla değin alanında dorukta, böyle kadınlara aşık olunur diyor birileri, herkes de böyle kadınlara aşık oluyor... Hakkını teslim etmeli, her yönüyle cuk diye oturmuş aşk ikonu rolüne... Sinemanın işi bu, modeller yaratmak, sonra da o modellere göre anlayışlar, yaşam tarzları üretmek ve sonra da ezberlettiği o yaşam tarzı için ürettiği malı satmak… Farkına bile varmadan kaç tane arslan kralımız oldu bir ara: Arslan kitabımız, arslan yastığımız, aslan koltuğumuz, aslanlı bardağımız… En çok yandığım atılan mikili tişörtlerimdi… Haberde sürekli gençliğe vurgu yapılıyor. Yetmişli yıllarda artık yaşlanmaya döndüğü bu nedenle de film sektöründen teklif alamadığının altı çiziliyor. Yetmişli yıllar dediğinde Anita kırklı yaşlarda... Hani bir başka sektörün giyim ve makyaj sektörünün gaz verdiği slogandı; kadının en güzel yaşı kırktır, diyorlardı. Yalancılar. Artık net mi? Yani kırklı yaş, aşkın emekliliği mi şimdi? Tası tarağı topla çekil aşkın karasularından, gençlere yer aç… öyle mi? Hiç düşünmemiştim üzerinde, şimdi neler düşünüyorum. Aşkın yaşı var mıydı? Ya da aşk ölür müydü? Sunucuya göre var, kafasını hiç yormamıştır bile, eline verilen metni okuyor. Yarın bir egemen güç çıkar da yirmi yaşlarında aşk mı olur, aşkın yaşı 40'la 60 arasıdır derse ve bunu filmiyle kitabıyla yaşama biçimiyle desteklerse gör sen... Düşünüyorum, bizim altın çağımız başlarken tüketici potansiyelinin asıl gücü gençler dışardan bizi öylece izleyecek, olgunlaşmayı iple çekecek. Oh olsun! Bizi izlemeye mahkum ettiler ya neden olmasın? İyi de pazarda hala işlerine yarayabilirdik, bakarsın bize de satacak bir şeyleri çıkardı. Eminim düşünmüşlerdir bunu, yerimizi hazırlamadan kolayına müşterisini atmaz sermaye. Bize de başka şey satacaklar; anneler gününü, babalar gününü, daha bilmem neyi? Haberi veren genç sunucu yetmişlerden sonra unutulan artistin kederini yaşlanmasına bağlıyor. O artık aşk objesi olmaktan emekli. Onlar öyle diyor ama durmuyor İsveçli Anita, Vikinglerin kanı var onda. Ben hala yaşıyorum diyor, siz ne derseniz deyin, hiç niyetim yok emekli olmaya, aşk da yaparım, meşk de deyip Ekberg 1987'de yani 56 yaşında Intervista filmiyle mükemmel bir dönüş yapıyor sinemaya. Ama bir artist olarak... Sermaye, aşk objesi olacak hali olmadığına karar vermiş demek ki. O konuda ebedi emekli. Elbette sanatçılığın seks kadar etkisi ve evrenselliği yok, uzun sürmüyor film serüveni de... Sonrası anıların hatırına, eskiye saygıyla otuz yıl daha yaşıyor ama küskün, kendini anlamayan vatanına, İsveç’e bile dönmüyor ve 2015'te emekli olmaya yanaşmadan İtalya’da ayrılıyor aramızdan. Geriye hala hormonlara tavan yaptıracak muhteşem bir görüntü yığını bırakarak. Sunucu habire konuşuyor, Anita Ekberg’i öldüremiyor bir türlü, görüntüleri yükleyip yükleyip anlatıyor, ağdalı, bağıran bir sesle. Dirisini zaten posasına kadar sömürmüşlerdi, şimdi sıra ölüsünde... Şimdi kötü, kötüden öte başka bir şey, daha yıkıcı gözüken bir şey hissediyorum. Kırktan sonrası öyle bir yaş ki bir yanımıza gelen beklenmedik bir darbe zincirleme bir etkiyle bütün ruhumuzu altüst ediyor; horasanla tutturulmuş bir tuğla duvar gibi, bir teki çekilince bütün duvar çöküyor. Diken diken oluyorum. Beni zorlayan başka şey, tanıdık olmayan bir hal. Bu görmediğim bir ders gibi, oysa biz ne varsa görmüştük sorarsan: Biz artık aşktan da emekli miydik? Yani hepsinden mi? Durup bakamaz mıydık bile? Sahi aynı şeyden mi söz ediyorduk, onların anladığı aşk neydi? Bu gürbüz, uzun bacaklı, fidişi tenli, aralık dudaklı, iri göğüslü aşk modellerine bakarken biraz seziyorum da, dilim varmıyor. Ama kanaat oysa sınırlama sanki doğal. Aşka insan değil boğa arıyorlar sanki… yani bacağım olmasa kolum olmasa, ya da gözüm kör ya da gözüm kör; ne haddine diyecekler vallahi... Bolca fındık, kudret macunu filan yesek de gene olmaz mıydı? Her şeyi, kahvaltıyı, kadın erkek dansı, mini eteği, aşk da dahil ithal ettik biz, filmlerden, biraz da kitaplardan öğrendik… Cumhuriyetin verdiği işaret de buydu; çağdaş yaşam, örneği de batı. Ne var ki Batı çağdaşlığı da paraya çevirmek, kazanmak da istiyordu, alıcı da bizdik. O nedenle art niyetini gazeteye kitaba mı koyacaktı? Galiba filmlerde bu bölümü görmemiştik. Ama aklı olana sezdirilmişti, aşktan emeklilik yaşı evrenseldi, bizim de kırktı. Sonrası ne yaparsan yap artık aşık olamazdın. Uluslararası sermaye her şeyin olduğu gibi bunun da kuralını koymuştu. Nasıl birini seveceksin, kaç yaşında seveceksin?.. Kader gibi bir şey bu ya, doğarken yazılmış, sermaye sırrı dillendiriyor. Sen çırpın dur, her şey belli. Sinema toplumsal koşullandırma için güçlü bir araç... Bu kültür idollerimizin anlayıp da ihraç ettiği aşk buysa, öteki aşkı biz nerden aldık? Kerem ile Aslı’yı, Leyla ile Mecnun’u… Bir yaşam paylaşan, birbirini olduran, adam eden baktığında içinin titrediği… Yok öyle bir model mi diyorsun, o bizim yazmamız mı yani… Aç tavuk kendini darı ambarında görür ya. sen daha aştın, darıları cilalıyorsun. Eskiden sinemaya gitmeyi ne çok severdim. Yalnızsam giderdim, sevgilim varsa giderdim, üzüntülüysem, sevinçliysem, yorgunsam... giderdim. Sigara gibi bir şeydi yani... Bilet parasını denkleştirirsem her ruh halim sinemaya gitmek için özel atmosferdi. Ankara’da şimdi çoğunun yerinde yeller esen, 70’li yılların sinemalarının hemen hepsinde tek bir sözcüğüne ihanet etmeden özenle sakladığım bir anım vardır. Yerlerine yapılmış büyük iş yerlerini, apartmanları gördükçe o güzel arkadaşlarımın da bir devir dünyamın en önemlisi olarak var olduklarını, yaşadıklarını anımsıyor, bazılarının teninin kokusunu bile duyumsuyorum. Paylaştığımız her şey; şen kahkahaları, umut ya da endişeyle yüklü soruları, acemi, korkak ama bir başladı mı intiharına cesur elleri, her türden, her nüanstan, hemen her iklimden yağan ses tonlarının uğultusunda mutlu bir sarhoşlukla anımsıyor, bazen bir vitrinin aynasında kendimi aptal aptal gülümseyen ya da gemileri batmış gibi hüzünle düşmüş yüzümle buluyor, garipsiyorum. Ne çok şey paylaşmışız? O gün bir kaçamak, bir fetih, bir bilinmez de macera gibi duran utanılması ve saklanılması gereken onca anı şimdi en nadide mücevhere dönmüş paylaşımlar olmuş, ah bir yerden çıkıp gelse de yad etsek dediğin… Artık sinemaya da gitmiyorum. Ona bakarsan ben artık iyi bir devrimci de değilim. Ruhum bozuldu… Sonunda buna mı dönecekti? Oysa kaç yıldır yağmayan kar da günlerce yağdı. Ama içim kararmış… Noel Baba da gelse geyikleriyle aldırmayacağım, öyle. İnsan dediğimiz, bir devir büyük şehrin ışıklı caddelerinde çocuk başımıza bakmadan, kendimizi kurtaramazken, kurtarmaya ve itibarını iade etmeye uğraştığımız o kutlu yaratık, gördüklerim ve öğrendiklerimden sonra bana artık o denli değerli gözükmüyor. Bir çocuklar, bir de yaşlılar, önem verilmesi gereken, saygı sevgi gösterilmesi gereken bir onlar, onlar zayıf ve savunmasız da o nedenle. Elbette ellerine güç ve fırsat geçtiğinde ne olacaklarını tanrı bilir. Ötekileri, kolayca seviyorum diyemiyorum, belki eylemlerine ve anlarına bakarak tek tek, bazılarını seçerek sevdiğim oluyor hepsi bu… Ki onda da bir ihtiyat payı bırakıyorum, az sonra sokacak zehirli bir akrebe dönebilir, dikkat et, diyorum kendime. Artık kurtaracak ülkeler de yok, her şey ucuzladı. Hep bu aşkın yaşı sözü yaptı bunu, dağıldım. Bir zamanlar, Ruslar ilk geldiklerinde Trabzon Çömlekçi’ye yolum düşmüştü. Dünya güzeli, hepsi eğitimli doktor, avukat bilmem ne… dal gibi Slav kızları, incik boncuk satmaya gelirlerdi yeni açılan kapıdan. Sonunda başarmıştık, dünyanın 70 yıldır baş belası Komünizmi alternatif din olmaktan çıkarmış, ama yerine ne koyacağımızı çok düşünmeden Amerikan’ın tartışmasız dünya lideri, kapitalizmin herkesin kabulü din olduğu yeni bir döneme güle oynaya geçmiştik. Rusya bozgun halindeydi ve açlıktan ölmemek için her şeye hazırdılar. Kimse üstünde düşünmüyordu ama asıl Tanrı oydu; dinleri de mezhepleri de yaratan: Para; varlık yokluk… Limana yakın pazara doluşan kasabından, doktoruna, memurundan, bakkalına önce tüm Karadeniz, sonra tüm Türkiye erkeği o güzel kadınlara dünyanın en eski mesleğini anımsatacak, bavul ticareti yerini çok hızlı bir biçimde daha kestirme bir ticarete bırakacaktı. Her biri birer odun yarması, elinde tesbih ağzında küfür, belinde yapma tabancası hemşerilerim, bakkalında önlüğünü atıp karılarına vermedikleri pazar paralarını Nataşalar'a sunacaktı. Onlar ve o Slav kızlar, Tanrım, tam ağlanacak bir manzara... Çatal, bıçak tutmasını bilmeyen hemşerilerim, yanlarında ışık içinde kızlar en pahalısından otel motellerin seçkin müşterileri olacaktı çok zaman. Kimsenin yaşı sormadığı bir aşk pazarı... Sonunda bitti… Kar da… Pastırma yazı değilse bile bir güneş dolanıp duruyor tepemizde, buz gibi hava fırsat verse çık gez diyecek. Yazacak hava değil… Canım uzun yollara gitmeyi de çekmiyor… Eskiden sinemaya giderdim. Güzel bir film olsa izlenirdi, aranırken gördüm. Dolce Vita’nın “Buzdan Venüs’”ü o çekici sarışın, güçlü kuvvetli ama her şeysi yerli yerinde, muazzam orantılı ölçüleri olan bu çocuk yüzlü kadın, olağanüstü göğüsleri, kalın güçlü bacakları olan güzel Anita Ekberg ölmüştü. Benden epey büyüktü, cılız bedenime, sümüklü burnuma bakmadan tutulmuştum bu ay parçası Herkül’ün dişi versiyonuna. Biz geçe kalmıştık. Öyle çok filmi yoktu. Siyah beyaz resimleri asılırdı Trabzon’un en güzel sineması Konak’ın duvarlarında. Tek film oynatan dekoru döşemesi de adam seçen Konak pahalıydı. Çoğu vizyon değil eski ama iki film birden oynatan, öğrenci keseme de daha çok uyan bir sinemada izleyince şaşırmıştım. Yeni yeni başka türlü görmeye başladığım, ama nasıl yaratıktır bu diyerek dehşetli ilgimi çeken öyle de çok merak ettiğim çevremdeki kızların hiçbirine benzemiyordu. Bizim kızlarımız onun yanında sanki sıtmalı, hastalıklı, cılız ya da orantısız beslenmiş, acemice taklit bir üretim gibi görünüyordu. Nazan? Eh işte, gömlekli hali belki... Ekberg ise izleyene hormon pompalayan gerçek dışı bir şeydi. Ergen gençliğimin bütün enerjisiyle âşık olmuştum bu muhteşem dişiye... Sonunda efsaneyi ben de keşfetmiştim, yaşadığım şiddetli fırtınayı özendiğim aşk sayıyordum. Ne var ki kısa süre sonra Love Story’de tahta göğüslü, kara kuru, düz saçlı Ali Mac Graw’a filmdeki acıklı ölümüne sahi sahi ağlayarak, inanılmaz bir duygu bağıyla bağlandığımı fark ettiğimde yaşamımın en büyük içsel çatışmasına girecektim. Bu hal ondan sonraki yaşamımın olağanı olacak, hemen bütün aşklarımda bu iki figür yanyana, uzun süre yükseklerdeki “Mehlika Sultan” olacak, birini tercihte hep zorlanacak, birini bulduğumda ötekini deli gibi özleyecektim. Bir ara o devir Karadeniz’de çok yaygın olduğu üzere iki tiple de evimi ve geleceğimi süslemeyi bile düşündüğümü anımsamak şimdi beni ne güldürüyor. Bu Anita Ekberg travmasını ancak üniversite yıllarında, ortasına düştüğüm devrimci isyanın yol arkadaşlığında biraz kıracaktım. Artık benim seçimim ruhu olan kadın, konuşabildiğim, benimle birlikte ortak düşmana karşı dövüşecek kızlar üzerineydi. Ötekinde beyin bile az gelişmiştir… diye düşünüyor, bütün sarışın, sağlıklı ve gürbüz kadınların günahını alıyor, niyeyse elini tutmak, dans etmek olarak gördüğüm, öpüşmeyi bile ırz düşmanlığının ilk tohumu saydığım Ali Mac Graw modeli sevgililerimle itişe kakışa güya aşk denemeleri yapıyordum, çoğu yazma yanımın ilk dersleri olan mektuplarla. Sabahtan akşama değin kollarımıza kramp girecek dende hiç bırakmadan el ele dolaşırken ya da Kızılay’dan Çankaya’ya tüm pastanelerde tabure doruğunda kukumav kuşu gibi birbirine sabitlenmiş ama nasıl keyifle ama nasıl içlene içlene bakarken, arada bir beynime baltayla saldıran Vandal benzeri Anita Ekberg’i lanetli bir düşünceyi, utanılacak kirli bir şeymiş gibi kovalamaya ne çok uğraşmıştım. Sonraki yıllarda kadın imajımda çok etkili olacaktı Anita Ekberg. Sinema dünyası ise salt benim değil dünyanın gösterdiği ilgiyi iyi okumuş ardı ardına benzerlerini piyasaya sunmuştu. Raquel Welc, Birigitte bardot, Sophia Loren, Ursula Andress gibi… Deprem gibi salladıydılar dünyayı. Şimdi hiçbirinin adı anılmaz oldu. Birbirinden güzel ve çekici, ortak paydaları çok güçlü, sağlıklı bir kadın bedeni ve ameliyatla estetiğin henüz anılmadığı o dönemde bütün dünyanın emzikli çocuklarının önünde aşkla sıraya gireceği dende görkemli göğüsleri olan, aralık, etli mürdüm eriği dudaklarından biçimli dişleri gözüken, çocuksu yüz hatlarıyla masum, ama çok seksi bir vücutla alabildiğine kışkırtıcı onca kadın, sinemada boy gösterdi ama hiçbiri ona yetişemedi... ve nasıl olduysa hepsi de Anita Ekberg'le birlikte sır oldu… ALAİN DELON’U orta boy sakallı bir teyzeye dönmüşken de gördüm, aralarından en çok beğendiğim yerlilerden Cüneyt Arkın’ı şimdi görünce sanki kendi geleceğimi bir kâbusta görmüşüm gibi ağlayasım geliyor. Yılmaz Güney’in bozulmadan erken ölümünü onun adına büyük şans görüyorum. Hala dimdik duran sanki batoks banyosuna yatmış gibi yaşlanmayan Kadir İnanır’a ise niyeyse felaket içerliyorum. Arada bir batoksla matoksla desteklenip gençleşmiş halle, arada bir de olduğu gibi virane , bir aşka aday, bir emekliyim diyerek görünen ötekilere ise sadece gülüyorum. Orson Wels’in “ I know what it is to be young,” en sevdiğim şarkımdı yirmi yaşımda. Kırık İngilizcemizle tercüme ettiğimiz herkesin en güzel şarkısı, sanki yaşlılığı bilirmişiz gibi… Şimdiyse bir bizim söylediğimiz olmuş… Dün ölsen kimsenin genç demeyeceği, herkesin uzun yaşamış dediği ellili yaşlarda gençliğini, gençliğini de denmez, aklında kalanı taklit edenlerin şarkısı… Rodrigo’da öyle, Deniz Gezmiş’in son isteğiydi diyerek tanıyıp türkülerimizin ve uydurma aranjmanların yanına güçlükle sıkıştırdığımız uzun süre sadece entel bir konuk kalan o güzelim müzik nasıl şimdi vazgeçilmezimiz olmuş, türküler bu kez yabancılaşmış, anlayamıyorum. Daha da anlamadığım neden herkes Rodrigo’yu, Vivaldi’nin Dört Mevsimi’ni ıslıkla çalmıyor, Rasputin’i, Beyonce’yi, Paris Hilton’u, Lady Gaga’yı hatta Hadise’yi yeğliyor. Hadise’yi, Beyonce’yi gene anlıyorum, Anita Ekberg’in bir esintisi var üstlerinde, o hal her daim geçer akçe, evrensel bir karizmaymış demek ki, ama ötekiler neci? Daha görmediğimiz var mı, yaşlanmak buysa hiç güzel değil… Neyimiz varsa terk ediyor bizi, kitaplarımız, yazarlarımız, şarkılarımız, idollerimiz, kahramanlarımız, alıştığımız siyaset ve söylemler… Bildiklerimiz uzaklaşıyor, dünya tümüyle yabancılaşıyor; kendi ülkemizde sürgüne dönüyoruz. Gördüklerim, hissettiklerim hiç hoşuma gitmiyor. Çoktandır o bizi, biz onu unuttuk, yaşıyorsa bile acaba aşk bildiğimiz eski aşk mı? Denesek mi, kaygılarımızı aşıp? Belki bir daha hiç şansımız olmaz... Moda değişti diyelim, deneme izni verildi, iyi de... Kiminle... Yer çekimi tersine dönmezse eğer o “dam”ı ya da o adamı nereden bulacağız, hala hormon üreten... Aşk tek başına yapılamayan değil miydi? Yorulmak bir şey değil de korkum... ya aşk ölmüşse? İyisi mi riske girmemeli, biz müzik yapalım ya da kitap yazalım. Aslında görmediğimiz ne biliyor musun, on dakikalık bir eylem aşkı bina ediyorsa, bir evliliği otuz yıl, kırk yıl sürdürmek nasıl mümkün olur, insan eti onca ağırken? Onlar yanlış biliyor; madem ki aşk tek başına yapılamayandır, yani ötekini hep ister, o zaman başka bir sırrı var, aşk iki insanın hiç sorunsuz, gönülle paylaştığıdır. Neyi mi? Ayrıntı bizi küfre götürür, ama nesi varsa dersek, bazen bir HAYAT, bazen bir an dersek, 20'lerde de 80'lerde de paylaşmaktır dersek özetlenmiş de olmaz mı? Boşversene sen, para kazandırmayana bakmazlar onlar; iyisi mi gel keyifli bir çay demle, en güzel giysilerini giyin, makyajını yap, oturup konuşalım, bu gece balkonda uyuyalım. O güzel şarkıyı da koy; “ I know what it is to be young,” iyi gider bu geceye... Bakarsın ay da çıkar… *

  • Aşkın Gücü

    Tür : Dram Fantastik Romantik Yapım Yılı : 1998 İMDB Puanı : 8,6 Yönetmen : Vincent Ward Oyuncular : Robin Williams, Cuba Gooding, Jr. Max von Sydow,Annabella Sciorra, FİLMİ İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN Açıklama: Chris Nielsen ve karısı, Annie kaçınılmaz bir şekilde birbirine bağlanmış olan, birbiri için yaratılmış bir çifttir. Bir otomobil kazasında çocukları öldüğünde Chris`in tutkusu ve şefkati Annie`yi yaşama bağlayan tek şey olarak kalır. Bir gün Chris de öldüğünde, acıya dayanamayan Annie kendi canına kıyar. Sevgilisine her ne pahasına olursa olsun bağlanmış olan Chris, Cennet`i terkeder ve karısıyla birlikte olmak için Cehennem`in derinliklerine doğru bir yolculuğa başlar. Yönetmen:Vincent Ward Oyuncular: Annabella Sciorra, Cuba Gooding Jr., Max von Sydow, Robin Williams Yapım:1998 Filmleri ABD,Yeni Zelanda FİLMİ İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN Robin Williams KİMDİR? Robin McLaurin Williams (d. 21 Temmuz 1951, Chicago , Illinois – ö. 11 Ağustos 2014, Paradise Cay , Kaliforniya ), Amerikalı komedyen ve oyuncu. Hayatı Williams, eski bir manken olan Laura McLaurin (1920-2001) ile Ford 'un Lincoln bölümünde yönetici olarak çalışan Robert Fitzgerald Williams'ın (1906-1987) üçüncü oğlu olarak ABD 'nin Illinois Eyaletinin Şikago kentinde dünyaya geldi. Kaliforniya 'daki Siyasal Bilimler öğrenimini yarıda bırakan Williams, 1973 yılında tam bursla Juilliard Konservatuvarına girdi. Üç yıllık oyunculuk eğitimin ardından 1976 yılında hocalarından oyuncu John Houseman'ın kendisine öğretilebilecek hiçbir şey kalmadığı gerekçesiyle verdiği okuldan ayrılma tavsiyesine uyarak konservatuvarı bıraktı. Eğitimini bıraktıktan sonra gece kulüplerinde gösteriler yaparak profesyonel çalışma hayatına atıldı. Ardından sinema sektörüne geçti. 1987'de Günaydın Vietnam filminde askeri bir radyo muhabirini canlandırdığı rolüyle dünya çapında ünlenen Williams, yalnızca komedi filmlerinde değil dramalarda da başarılar elde etti. 1997 yılında Empire Magazine dergisinin gelmiş geçmiş en yetenekli 100 oyuncu listesine 63. sıradan girdi. Entertainment Weekly tarafından yaşayan en komik adam seçildi. Sahne hayatı boyuncaysa bir Oscar , iki Emmy , altı Altın Küre , altı Grammy ve iki Sinema Oyuncuları Derneği ödülüne layık görüldü. Sanatçı, San Fransisco 'da Robert de Niro ile birlikte Rubicon Restaurant adlı mekanı işletmekteydi. Bisiklet sürmekten, yüzmekten ve ragbi oynamaktan hoşlanan Williams'ın ilk eşi Valerie Velardi'den bir, ikinci eşi Marsha Garces Williams'den ise iki çocuğu bulunuyordu ve 2011'den beri Susan Schneider ile evliydi. Williams, 11 Ağustos 2014 tarihinde Kaliforniya'daki evinde ölü bulunmuştur. [8] Yapılan soruşturmanın sonucunda kendisini asarak intihar ettiği anlaşılmıştır.

  • ALFAPETEK

    Bir tür bulmaca yarışması.... Ali İhsan VAROL desem, belki zorlanabilirsiniz anımsamakta ama Kelime Oyunu dediğimde, televizyon dünyasının ünlü sunucusunu yarışma sevenlerin şıp diye hatırlayacağından eminim. Evet kendisi on yıl önce özel bir televizyon kanalında yayınlanan Kelime Oyunu benzeri bir yarışmayı şimdilerde yeni formatıyla, başka bir özel kanalda ve ALFAPETEK adıyla yaklaşık bir buçuk ay kadar önce izleyici karşısına çıkardı. Biz de sizler için değişik bir izleme keyfi olur diye, şu ana kadar henüz otuz bölümü yayınlanmış, halihazırda da yayında olan bu yarışmanın ilk bölümünü buradan paylaşmak istedik (Aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz). Dilerseniz kalan yirmi dokuz bölümün tamamını da YouTube'daki kanalından ulaşıp izleyebilir, yaşamınıza keyifli anlar ekleyebilirsiniz. Biraz nostalji yapmayı dilerseniz de on yıl önce yayınlanan Kelime Oyunu yarışmasının tüm bölümlerine ulaşabileceğiniz YouTube kanalının linkini de paylaşmış olayım : https://www.youtube.com/@kelimeoyunubht667/videos İyi seyirler.... ALİ İHSAN VAROL kimdir? Ali İhsan Varol (d. 28 Haziran 1976, İstanbul ), Çerkes asıllı Türk sunucu , yapımcı , oyuncu ve senarist . Çerkes kökenli olup aslen Kayseri 'nin Pınarbaşı ilçesindendir. [ Ankara Üniversitesinde Astronomi ve Uzay Bilimleri, Tarih ve son olarak da Kamu Yönetimi bölümlerine girmiş, ancak üç bölümü de bitiremeden bırakmıştır. Üniversiteden sonra Bodrum'da 1,5 yıl araba kiralama işinde çalıştı. Turizm sektöründe iş hayatına devam etti. Televizyon sektörüne prodüksiyon asistanlığı ile başlamıştı. Dört yıl prodüksiyon asistanlığı yapan Varol, daha sonra metin yazarlığına başladı. Sunuculuğunu ve yapımcılığını üstlendiği Kelime Oyunu programı, herkes tarafından tanınmasını sağladı. Program 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturması 'nın başladığı günlerde, ülke gündemine eleştirel göndermeler içeren soru ve cevapların kullanıldığı bölümlerin ardından Aralık 2013 tarihinde yayından kaldırıldı. Bu karar medyada tepkiye yol açtı. 1 yıl geçmeden Eylül 2014'te FOX 'ta tekrar yayımlanmaya başladı. ve Şubat 2015'te tekrar yayından kalkmıştır. 2 yıl aradan sonra 8 Mayıs 2017 tarihinde teve2 'de tekrar yayımlanmaya başladı. 2023 yılında ise, programın sunuculuğunu İbrahim Selim 'e devretti. Oyunculuğa ilk adımını, 1998 yılında Star TV 'de yayınlanan Çarli dizisi ile atmıştır. Aynı zamanda dizinin başrolü Çarli'nin bakıcılığını üstlenmiştir. Sonrasında 2014 yılında yine Star TV 'de yayımlanan Kardeş Payı ile oyunculuğa devam etmiştir. Daha sonra dizinin senaryo ekibine de dâhil olmuştur. Yine 2014'te Recep İvedik 4 filminde kendisi olarak konuk olmuştur. 2023 yılında vizyona giren İllegal Hayatlar filminde gazeteci rolüyle oynamıştır.

  • DİRENİŞİN OZANI PİR SULTAN ABDAL

    Kişiliğimin, fikri yanımın oluşumunda bazı şahsiyetlerin apayrı bir yeri vardır. Ortaokul ikinci sınıfta kompozisyon dersinde yazmış olduğum bir mektupta Türkçe Öğretmenim Tevfik Tortamış’ın, yine ortaokul birinci sınıfta Türkçe öğretmenim Reyhan Özkızılcık’ın, kitap okumanın başarının anahtarı olacağına inandırmaları ve de tarihsel kişiliklerin ben de bıraktığı izler. Kimler mi, şaşıracaksınız, mesela George Dimitrov’un Laizbig Duruşmasındaki savunması, yârin yanağından gayrı her şeyin ortak olduğunu söyleyen Şeyhim Bedrettin, Emil Zola’nın Dreyfus’u savunan mektubu, Enel Hak diyen Hallac- ı Mansur’un dara çekilmesi, Nesimi’nin düşüncelerinden ötürü derisinin yüzülmesi, Denizlerin inançları uğruna gözünü kırpmadan darağacına gitmeleri, “sizde şah diyenleri öldürürlerse ben de bu yayladan Şah’a giderim,” diyen Pir Sultan’ı… ve yüce Atatürk’ün idam fermanı boynunda Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Anadolu’ya geçerek, işgal kuvvetlerine tarihi bir şamar indirmesi… İnancım odur ki insanın fikri donanımı, insan olmanın icaplarındandır diye düşünmüşümdür hep. O nedenle okumaya, özel bir önem verdim. Dünyaya geldiğim köyde, kitaplara ulaşmak çok zor, nerdeyse imkansızdı. Elime ne geçtiyse okudum. Sınıf başkanı olma yarışına katılmadım, kitaplık kolunu düşledim. Öğretmenlerimin gözde öğrencilerinden olmak için özel bir gayret içine girmedim. Çok sevdiğim ilkokul dördüncü sınıf öğretmenim Ali Sami Doğrukul’un piyeste verdiği, rolü, sevmediğim ve de yalakalık yapmayı beceremediğim için reddettim. Bir köy çocuğu için piyeste oynamanın ne kadar kıymetli olduğunu sözlerle anlatamam, köy coğrafyasında yaşayanlar bilir ancak. Dedim ya fikri yanımın oluşumunda sınıfsal çelişki başat bir yere sahiptir, o nedenle -genellikle - eşitliği savunan, eşitlikten yana olan yapıtları okumaya çalıştım. Sonra, teslimiyeti reddeden Pir Sultan’ın mücadeleci yanı hakikaten çok kıymetlidir. Onun deyişlerini dinlemek, ibadet yapmak gibidir. Her deyişinde sevgi ile birlikte inandığı dava için mücadele vardır, direnmek vardır. Bir de tekrar dünyaya geleceğimi bilsem tereddütsüz seçeceğim eğitimciliğim, edebiyat öğretmenliğimin de apayrı bir yeri vardır. Bir de cemlerde davudi sesiyle güzel nefesler söyleyen Kendirli Pehlivan'ın! Pir Sultan Abdal, 16. Yüzyıl'da Sivas’ın Banaz köyünde dünyaya gelmiştir. O, Horasan’dan Anadolu’ya göç eden, bir Türkmen aşiretinin bireyidir. Asıl adı Haydar’dır, “Pir Sultan,” onun takma adıdır. Pir elinden bade içme halk şiirinin ritüelidir. Aşık rüyasında “Pir’i” görür ve onun elinden dolu içer. Haydar'ın rüyasına giren şeyhin bir elinde bade, bir elinde elma vardır. Badeyi içerek aşıklık yeteneği elde etmiş, sonra Şeyhin diğer elindeki elmayı alınca avucunun içindeki “ben’i” görür. Bu şeyh Hacı Bektaşi Veli’dir. İşte ona “Pir Sultan” mahlasını veren Bektaş Veli’dir. Demiştir ki ona Bektaş Veli, “Sazının üstüne saz, sözünün üstüne söz söylenmesin,” dileğini dileyerek gözden kaybolmuştur. Pir Sultan Abdal buna istinaden, Arzuladım size geldim, Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Eşiğine yüz sürdüm, Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Pir Elinden dolu içtim, Doğdum elinize düştüm, Ak cenneti gördüm geçtim, Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal, Şahkulu’nun Anadolu’daki Safevi şiirinin temsilcilerindendir. Bu dönem Osmanlı’nın Alevilere karşı katliamlara başladığı dönemdir. Bu dönemde Sivas valisi Hızır Paşa’dır. Alevi canlar ona “Hınzır Paşa dedikleri için biz de bu metinde ona Hınzır Paşa diyeceğiz. Acı çeken, ezilen insanlar dünyanın neresinde olursa olsun, onların acısını paylaşır, dertleri ile dertleniriz. Ne yani Vietnam’da Vietnam halkından yana olmak varken gidip işgalci Amerikan emperyalizminden yana mı olacağız, ne yani emekten yana değil de sermayeden yana mı olacağız. Onurlu insanların duruşları hiçbir zaman değişmez; bizler güç merkezi değişince yörünge değiştiren fırdöndülerden değiliz... Pir Sultan Abdal’ın yaşamı menkıbeleşmiştir. Onun yaşamına dair bilgiler, sözlü gelenek içinde yani Alevi ozanların deyişleri, anlatımları 16. Yüzyıl'dan bugüne kadar ulaşmıştır. Bu anlatılarda olağanüstülüklere rastlarız. Rivayet odur ki, Hızır Paşa, Pir Sultan’ın dergâhında bulunmuş, onun tedrisatından geçmiş yoksul bir ailenin çocuğudur. Hızır, dergâh içinde çabuk göze gelmiş, atik davranışları ile öne çıkmıştır. Bir gün Pir Sultan ona, “Hızır, sen zeki, uyanık birisin. Yarın İstanbul’a gidip paşa olacaksın, sonra bize eziyet edeceksin,” deyince Hızır, “Olur mu Pirim, ben yemek yediğim yeri bilirim, nankör değilim!” Hızır Paşa nankör müdür, değil midir gerçekten yemek yediği yeri bilenlerden midir, tarih onun yanıtını vermiştir. Zaten buna sebep Alevilerin ona “Hınzır Paşa” sıfatı yakıştırmaları yerinde olmuştur: Hızır Paşa, Hınzır Paşa, eli kanlı Hınzır Paşa! Gerçekten Hızır İstanbul’a gider, saraya kapılanır, kısa zamanda dikkatleri üstüne çekerek paşa olur ve Sivas'a vali olarak atanır. Bu dönem Osmanlı’nın Anadolu’da Alevi avına çıktığı dönemdir. Yine bir rivayete göre Yavuz bu dönemde elli bin Alevi’yi katletmiştir. Kimileri bu sayıyı daha yukarılara, yüz binlere kadar çıkarır. Elli de olsa, yüz de olsa çok vahim bir tablodur bu, tarifsiz acıların yaşandığı bir gerçektir. Yavuz’un katliamından kurtulan Alevi canlar, kuş uçmaz kervan geçmez yerleri mekân tutmuştur… Sesi, sözü çok sevilen bir ozan olan Pir Sultan Abdal, kısa zamanda kendisine inanan birçok insan toplanmıştır çevresine. Osmanlı bu durumdan rahatsız olmuş, Hızır Paşa’yı özel yetkilerle donatıp, Sivas’a vali olarak göndermiş ve tez zamanda bu durumun bitirilmesi talimatını vererek, geniş yetkilerle göndermiştir Sivas'a! Hınzır Paşa, öncelikle Pir Sultan ve ona inananlara gözdağı ile başlar. Fakat hiçbir mesafe alamaz. Koskoca paşa arkasında koca Osmanlı devleti hiç olur mu, şiddeti artırdıkça artırır ve Pir Sultan’ı gözaltına aldırarak sorgulamasını bizzat kendi yapar. Yapar yapmasına da Saray’ı memnun edecek, hoşuna gidecek, Hınzır Paşa’nın işine yarayacak doğru dürüst bir şey öğrenemeyince, çılgına döner, vakit geçirmeden Pir Sultan’ın tutuklatıp cezaevine koydurur. Artık Pir Sultan Abdal için sıkıntılı günler başlamıştır. Hınzır Paşa, yaptığı sorgulamada öğrendiklerini ya da öğrenemediklerinin yanına yan katarak elde ettiği bilgileri Saray’a iletir ve yanıt beklemeye başlar. Saray’dan gelen fermanında Pir Sultan idama mahkûm edilmiştir. Fermanda yazılan suçların birkaçı şöyledir. 1-Pir Sultan namaz kılmıyor. (Kılar kılmaz sana ne?) 2-Pir Sultan saz çalmaktadır. (Çalar, çalmaz sana ne?) 3-Kitap okuyor, devleti tanımıyor. (Okuyanı gütmek zor olduğu için cehaletten yanalar, sonra devleti tanımamak, kendisi devlet demek ya!) 4-Müslümanlara “Yezit,” diyor (Müslümanlara değil, Yezit'ee Yezit demektir!) Hınzır Paşa’nın, Pir Sultan Abdal’a verdiği ceza, çok ağır bir cezadır. Darağacı kurulur, halk meydana toplanır, “taşlayın,” denilerek emir buyrulur, taş atmayan cezalandırılacaktır. Herkes, herkes taşlar. Zulme teslim olmuştur halk, (halk böyledir) herkes taş atarken Pir Sultan'ın musahibi Ali Baba taş yerine gül atar, acıtmasın diye. Bunu gören Pir Sultan Abdal daha çok yaralanır, acımaz olan bedeninin her yanını acı kaplar. “Ellerin attığı taşlar hiç bana değmez, İlla dostun gülü yaralar beni!” Pir Sultan Abdal’la Hınzır Paşa arasında geçtiğine inanılan diyaloglara istinaden epeyce menkıbe yazılmıştır. Mesela, “İçinde “şah” sözü geçmeyen bir şiir söylersen seni affedeceğim,” der Hınzır Paşa. Pir Sultan gibi inancın, mücadelenin simge isimlerinin bir can için yalvarmayacağını bildiği halde işkencenin bir başka şeklini yapmaya devam eder Hınzır. Bunun üzerine Pir Sultan Abdal: “ Şah’ı sevmek suç mu bana? Kem bildirdin beni Han’a, Can için yalvarmam sana Şahınşah darılır bana !” ( Şahınşah: Krallar kralı) Adamı adam yapan, insanı insan yapan onun kişiliği değil midir? İnsan ikbal için, “dönüp” duran bir koltuk için bence kristal bir avize kadar narin olan onurunu satar mı? Tarihe bir bakın, kişilik sahibi olanlar adam gibi adam, olarak anılırken, zulmünü büyütenler ya hiç anılmaz ya da Hınzır Paşa gibi, Yezit gibi Muaviye gibi hep lanetle anılır. İnsanı birey katına çıkaran onun kişiliğidir. Bunca yaşın sahibi oldum, çok tabi ki eksiğim gediğim olmuştur; olmaz olur mu? Boş ver Niyazi Uyar kişilik de neymiş deseydim hikaye kahramanım Atalay Bolluk gibi, fiili olarak görev yaptığım yıllarda bambaşka yerlerde olurdum. 12 Eylül Faşizmi’nin en karanlık günlerinde korkmadan yapılan anayasa oylamasında (şeffaf bir zarf içine koyulmuştu evet hayır oyları, bu açık oy kullanmak gibiydi.) oy kullandığım sandıktan çıkan beş “hayır” oyundan biri benim oyumdu. Pir Sultan’ın Hınzır Paşa’ya içinde “şah” sözü geçmeyen şiir isteğine verdiği yanıt: “Alınmış abdestim aldırırlarsa, Kılınmış namazım kıldırırlarsa, Sizde şah diyeni öldürürlerse, Ben de bu yayladan Şah’a giderim!” Pir Sultan Abdal, bir mücadele adamıdır. Onun eğilmez bir başı, çelik gibi bir iradesi vardır. O zalimin önünde dimdik kaya gibi durmuştur. Zalimlerin içlerine sindiremediği kişilik sahibi bireylerdir. Onlar, her daim karşılarında kuyruk sallayıp duran, el etek öpüp duran insanlara alıştıkları için Nazımlar, Tevfik Fikretler, Namık Kemaller, Mustafa Kemaller… onlara ters gelmiştir. İnancım odur ki, Anadolu topraklarında “Mustafa Kemaller hiçbir zaman tükenmez!” Böyle şahsiyetler olmasa tarihin nasıl yazılacağını hiç düşündünüz mü? Kapkara, zifir gibi karanlık olurdu. Ne mutlu ki, Emil Zola gibi tarihe ışık olan yiğit insanlara, Ben bu insanların adlarını duyduğum an, tüylerim diken diken olur. Ne demekte Emil Zola’nın Dreyfus Davasına istinaden Fransa Cumhurbaşkanına yazdığı mektupta? O devirde yükselen faşizme karşı durmak, bunları yazabilmek cesaret isterdi, işte Emil Zola o cesareti gösterenlerden biridir. Zola mektubunda, “Gerçeği söyleyeceğim. Benim görevim konuşmak, suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa gecelerim orada, işkencelerin en korkuncu içinde, işlemediği bir suçun cezasını çekmekte olan suçsuzun hayaletiyle dolup taşacak!” Pir Sultan Abdal, ölüm, aşk, mücadele eşitlik temalarında, lirik, didaktik şiirler yazmış bir hak aşığıdır. O Alevilerin yedi büyük ozanından biridir. Fakat onun yeri apayrıdır. O yedi ulu ozanın adını yazmakta bir beis yok, hiç değilse o güzel insanların adlarını anmış oluruz. 1- Seyit Nesimi, 2-Şah Hatayi 3-Fuzuli, 4-Yemini 5-Virani, 6-Pir Sultan Abdal, 7-Kul Himmet’tir… Ruhları şad olsun! Pir Sultan Abdal’ın yaşadığı yüzyıl, isyanların yoğun olarak yaşandığı yıllardır. O, bu isyanların birçoğuna tanıklık etmiştir. Bu isyanların çıkış sebepleri kimi tarihçilere göre, İran rejimine duyulan hayranlık ve Şah İsmail taraftarı olmaları, vergilerin adaletsizliği, Osmanlı’nın Türkmenleri mecburi iskâna tabi tutmak istemesidir. Mecburi iskanda asıl gaye vergi toplamaktır. Osmanlı için Türkmenler, yani Türkler rezildir. Mesela Osmanlı tarihçilerinden Hoca Sadettin Efendi şöyle der: Başına tac aldı çıktı o pelit (yani rezil, Şah İsmail için kullanılıyor) Etti bir idrak mürit (Şah İsmail’e inanan kafasız Türkleri de etti kendine mürit) Ne kadar ağır ifadeler, burada aşağılanan Türklerdir, bir başka ifadeyle Şah İsmail’e inanan Anadolu Alevileridir. Osmanlı'da Aleviler, inançları gereği aşağılanmıştır. Onların yaşam biçimleri, kadın erkek eşitliği, insan olmanın, birey olmanın gerekliğini taşımaları, Osmanlı'ya hep ters gelmiştir. Farkında mıyız bilmem, bilerek bilmeyerek kullandığımız bir deyim vardır: “Yörük ne bilir bayramı, lık lık içer ayranı!” Burada “yörük,” denilen de Türkmenler, yani Türklerdir. Dedik ya, adaletsiz vergiler, insafsız uygulamalar Anadolu Alevilerini isyan ettirmiş. Bunlardan Baba İshak ayaklanması şöyle gelişmiştir. Osmanlı’nın adaletsiz vergilerinden bir bölümünü geri alması için, fikrine değer verilen, saygı duyulan Süklün Baba yetkililere gidererek vergileri azaltmalarını ister. Süklün Baba, Aleviler için önemli bir şahsiyettir. Yetkililer, vergileri azaltacaklarına Süklün Baba’nın sakallarını kesmiştir. Buna sebep öteden beri adaletsiz uygulamalar sürüp giderken, bardağı taşıran son damla Süklün Baba’nın sakallarının kesilmesidir. İsyanın adı Şah Kalender Çelebi İsyanıdır. Osmanlı’yı en çok uğraştıran isyanların başında gelir bu isyan. Kanuni döneminde çıkan bu isyanı bastırmak için Kanuni yakın arkadaşı Pargalı İbrahim’i gönderir. Pargalı kimilerine göre rüşvet silahını kullanarak otuz bin kişilik Şah Kalender taraftarlarından büyük bir bölümünü satın almıştır. Şah Kalender’in elinde sadece üç bin kişilik taraftarı kalmış, Kalender savaşa kalan üç bin kişi ile devam etmiş, fakat yenilmiştir. Bu durum Pir Sultan’ı çok etkiler şu dizeleri bu ihanetten sonra söylemiştir. “Kadılar, müftüler fetva yazarsa, İşte kement, işte boynum asarsa, İşte hançer, işte kellem keserse, Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan!” Yavuz dönemi Anadolu Alevileri için nefretle anılan bir dönemdir. Yavuz adı anıldıkça, dönem ile ilgili az çok malumat sahibi olanlar, nefret sözcüklerini art arda sıralar. Yavuz döneminin Şeyhülislamlarından Ebu Suut derki, Yunus Emre zındıktır, Alevilerin kestiği yenmez, kanları, malları helaldir. Yine aynı Ebu Suut biraz daha ileri giderek demektedir ki: “Bazıları tekkelerde toplanıp, Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşk ile birkaç huri/ İsteyene onları/ Bana seni gerek seni!” diyenler kafirdir, katledilmeleri dine uygundur.” Ne acıdır ki bu cehaletin mektebinden mezun olanların (Bu ancak cehaletin okulundan mezun olmakla olur, insanları inançlarına, renklerine göre ayırmanın başka türlü açıklaması olabilir mi, hangimiz, dinimizi, ırkımızı seçtik ki?) Pir Sultan ve onu sevenlere olan nefretleri hala bitmemiştir. Onun döneminde komünizmin esamisi okunmazken, sonraki yıllarda komünist demişler. Sivas’ta olanları nasıl açıklarız, insanlar diri diri yakıldı, yakılırken de alkış tutuldu. Aslında Sivas’ta olanlar, aydınlığa, barışa, laikliğe karşı olanların aynıu zamanda Pir Sultan düşmanlığının devam ettiği görülmektedir... Pir Sultan Abdal’ın cezaevine koyulması müritlerini çok üzmüştür. Bunun üzerine Pir Sultan’la görüşüp bir savunma hazırlayalım, çünkü biz haklıyız demişler. Biz demişler, kimsenin etlisine, sütlüsüne karışmıyoruz, biz hak yoluna giden Müslümanlarız demişler. Pir Sultan böyle bir savunmayı kabul etmeyip ölümü seçmiştir. Der ki: “Ben de şu dünyaya geldim giderim, Kalsın benim davam divana kalsın. Muhammet Ali'dir benim vekilim, Kalsın benim davam divana kalsın!” Hınzır Paşa, Pir Sultan kendisinden özür dilerse affedebileceğini iletir. O da aynen, Kerbela’da Yezit’in Hüseyin’in kendisine biat ederse affedeceğini elinin tersi ile reddettiği gibi reddederek demiştir ki: “ Hızır Paşa bizi berdar etmeden, Açılın kapılar şaha gidelim! Siyaset günleri gelip çatmadan Açılın kapılar Şah’a gidelim!” Sözün özü Pir Sultan Abdal, 16. Yüzyılda yaşamış saz ve söz ustasıdır. Şiirlerinde sade bir dil kullanmıştır. Çocukluğu, Banaz Yıldızdağı eteklerinde geçmiştir. Asıl adı Haydar’dır. İfade ettiğimiz gibi hayatına dair elde kesin bilgiler yoktur. Ona dair bilgileri, a) Ona ait deyişlerden, b) Menkıbelerden, elde ediyoruz. Şu açık bir gerçekliktir ki, o, aşık edebiyatının, tekke edebiyatının kişilik sahibi ozanlarındandır. Şiirlerini hece ölçüsü ve hecenin 11’li, 8’li,7’li kalıplarıyla yazmıştır. Kullandığı nazım biçimleri genellikle koşma, nefes, deme… dir. Ona ait ne kadar şiir, nefes, deme olduğuna dair yazık ki, elimizde net bir sayı yoktur... Ulus olarak okumakla yazmakla aramızın iyi olmaması ve eldeki bilgilerin yazılı bir kaynağa değil de sözlü geleneğe dayanması münasebetiyle, bu bilgilerin bugünlere aynen aktarıldığını düşünmek, çok gerçekçi olmasa gerek! Pir Sultan Abdal’ın evlendiği, üç erkek, bir kız babası olduğu yine aktarılan bilgilerle örtüşmektedir. Evlatlarının adı: Pir Muhammet, Seyit Ali, Er Galip ve kızı Senem’dir. Türk edebiyatında okuduğum bildiğim kadarıyla Sivas ili, Yıldızeli ilçesi Banaz köyünden Pir Sultan’dan başka iki Pir Sultan daha vardır. Buna dair bilgiler bana kafa karıştırıcı geldi. Büyüklerimden, okuduklarımdan öğrendiğime göre Horasan’dan Sivas’a gelen Pir Sultan’dan başka biri yoktu. Bir araştırmacı Çorum yöresinden çıkıp Batı Anadolu’ya, Rumeli’ye giden bir başka Pir Sultan daha bahsetmektedir. Yine bazı şiirlerinde aruz ölçüsü kullanan Pir Sultan’da bahsedenler vardır. Bizim incelemeye üzerine yazı yazmaya çalıştığımız Pir Sultan, Sivas Banazlı, Hınzır Paşa’nın idam ettirdiği Pir Sultan’dır. Pir Sultan Abdal’a ait menkıbeler, adının önüne geçerek, adının daha da ünlenmesini sağlamıştır. 1973 yılında yapılan Pir Sultan Abdal filminin başrol oyuncusu Fikret Hakan’dır. Filmin yapımcısı, Ümit Utku, film müziklerini yapan da Ali Ekber Çiçek, senaryoyu yazan Mehmet Aydın’dır. Pir Sultan Abdal deyişlerini çok başarılı bir şekilde icra eden sanatçılarımızdan bazıları, Aşık Mahsuni Şerif, Aşık Veysel, Sabahat Akkiraz, Arif Sağ, Tolga Sağ, Musa Eroğlu, Yavuz Top, Muhlis Akarsu, Erdal Erzincan, Belkıs Akkale, Muazzez Türüng, Turan Engin’dir… Onurun, direnişin adı Pir sultan Abdal’ın mücadelesini selamlayarak anısı önünde saygıyla eğilirim. Ocak 2023 Salihli

  • MEHLİKA SULTAN

    Yahya Kemal BEYATLI * Mehlika Sultan'a âşık yedi genç Gece şehrin kapısından çıktı: Mehlika Sultan'a âşık yedi genç Kara sevdalı birer âşıktı. Bir hayâlet gibi dünya güzeli Girdiğinden beri rü'yâlarına; Hepsi meshûr, o muammâ güzeli Gittiler görmeye Kaf dağlarına. Hepsi, sırtında aba, günlerce Gittiler içleri hicranla dolu; Her günün ufkunu sardıkça gece Dediler: ''Belki bu son akşamdır'' Bu emel gurbetinin yoktur ucu; Daimâ yollar uzar, kalp üzülür: Ömrü oldukça yürür her yolcu, Varmadan menzile bir yerde ölür. Mehlika'nın kara sevdalıları Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya, Mehlika'nın kara sevdalıları Baktılar korkulu gözlerle suya. Gördüler: ''Aynada bir gizli cihân.. Ufku çepçevre ölüm servileri.....'' Sandılar doğdu içinden bir ân O, uzun gözlü, uzun saçlı peri. Bu hâzin yolcuların en küçüğü Bir zaman baktı o viran kuyuya. Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü Parmağından sıyırıp attı suya. Su çekilmiş gibi rü'yâ oldu!.. Erdiler yolculuğun son demine; Bir hayâl âlemi peydâ oldu Göçtüler hep o hayâl âlemine. Mehlika Sultan'a âşık yedi genç Seneler geçti, henüz gelmediler; Mehlika Sultan'a âşık yedi genç Oradan gelmeyecekmiş dediler!..

  • ÖYLE GÜNLER GÖRDÜM Kİ

    Nurten B. AKSOY * Öldürülüşünün üzerinden 76 yıl geçmesine karşın ardındaki sırlar tam anlamıyla çözülemeyen, katledilişiyle ilgili kişisel zaaflarından tutun da polisle iş birliği yaptığına kadar çok şey söylenen Sabahattin Ali; edebiyat tarihimize bıraktığı ve hala sevilerek okunan bütün eserleriyle, unutulmaz isimler arasında yaşamaya devam ediyor… Onun kısa ama çileli yaşam öyküsünü, belki de ölümünü hazırlayan yaşadığı dönemin kavgalarını, çekişmelerini ve tarihin kirli sayfalarında kaybolan pek çok faili meçhul cinayet gibi, hunharca katledilişini anlatmak istedik. Ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz… Öyle günler gördüm ki aydın gökler kararıp Bahtım bir bulut gibi üstüme çöker oldu Her gözümü yumunca tanıdık yüzler görüp Hayaller alev alev beynimi yakar oldu 25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğan Sabahattin Ali, ilkokulu I. Dünya Savaşının gölgesinde tamamlar. Önce Balıkesir, ardından İstanbul Öğretmen okulunu bitirerek öğretmen olur. Yozgat’ta başladığı mesleğini bir yıl yaptıktan sonra 1928 yılının sonlarında kendisiyle beraber seçilen kişilerle Almanya’ya dil öğrenmeye gönderilir. Kısa bir süre Berlin’de kaldıktan sonra Türk büyükelçiliğinin de yardımıyla Potsdam şehrine yerleşir ve burada dil öğrenimine başlar. Ancak iki yılı doldurmadan yurda döner. Ümitsizlik, gariplik dört tarafımı sarıp Yüzüm sırıtsa bile, içim yaş döker oldu Her sabah ilk ışıklar gözlerimi oyardı Uyanan taş duvarlar iniltimi duyardı Türkiye’ye dönünce girdiği sınavı kazanarak Aydın Ortaokuluna Almanca öğretmeni olarak atanır. Ancak burada komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma açılır. Tutuklu yargılanmasına karar verilir ve Aydın hapishanesinde tutuklu kalır. (1931) Serbest kaldıktan sonra Konya Ortaokulu’na Almanca öğretmeni olarak atanır. Öyle günler gördüm ki duvarlar gelir dile Gözümde canlanırdı eşkıya masalları Varlığımı sarardı, hain bir isteyişle Görmediğim yumuşak bir düşmanın elleri Konya’dayken bir toplantıda Türk devlet yöneticilerini (Atatürk ve İsmet İnönü) yeren ve “Hey anavatanından ayrılmayanlar” şeklinde başlayan bir şiiri okuduğu iddiasıyla 22 Aralık 1932 tarihinde tutuklanır. Tutuklanmasına sebebiyet veren bu şiiriyle “Gazi’yi ima ve telmihen tahkir ettiği” gerekçesiyle Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıllık cezaya çaptırılır. Fakat daha sonra davaya temyizde iki ay daha eklenir ve cezası on dört aya çıkarılır. Görmediğim yumuşak bir düşmanın elleri Kafada çelik gibi fikirler dursa bile Kalplerin eksik olmaz böyle zayıf halleri Bazen kendi kendimin elinden kurtulurdum Kalbimi bir çamurda çırpınırken bulurdum Sabahattin Ali Konya Cezaevi’nden Ayşe Sıtkı’ya yazdığı bir mektubunda bu olaylardan şöyle bahseder: “Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdi. Geçen sene Mayıs’ında falanca yerde Gazi’yi ima ve telmihen hakaret eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat (süreç) lehimde olduğu halde müdde-i umumi (savcı) yaranmak için mahkumiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkum etti. Temyizde, cezayı aleyhimde eksik bularak cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yatım. 11 ayım kaldı demektir.” Öyle günler gördüm ki dost dediğim insanlar Ben yanına varınca dudağını kıvırdı Bir zamanlar yanımda ağız açmayanlar Sırtımı sıvazladı, bana öğüt savurdu Sabahattin Ali, bu davadan 22 Aralık 1932’de tutuklandıktan sonra 29 Nisan 1933 tarihinde 1249 sayılı kanunla memurluktan atılır. Kendisi daha sonra Konya’dan Sinop cezaevine gönderilir. Burada da o ünlü hapishane şiirlerini yazar. Bu şiirlerden biri “Aldırma Gönül” adıyla bestelenir ve adeta anonimleşerek dillere pelesenk olur. 10 ay yedi gün süren tutukluluğunun ardından Cumhuriyet’in 10. kuruluş yıldönümü sebebiyle çıkan genel aftan yararlanarak serbest kalır. Silahsız gördüğüne saldıran kahramanlar En alçak tekmelerle beni yere devirdi. Ruhum bir heykel gibi düşüp parçalanırdı Bu sesleri duyanlar gülüyorum sanırdı Yeniden göreve atanabilmek için çeşitli girişimlerde bulunan Sabahattin Ali’den 1934 yılında Atatürk hakkında bir kaside yazması istenir. Kendisi de bu istek doğrultusunda Varlık Dergisi’nin 15 Ocak 1934 tarihli 13. sayısında “Benim Aşkım” adında bir şiir yazar. Ama bu şiirinden sonra da göreve atanabilmek için bir süre daha bekletilir. Daha sonra Sabahattin Ali, Atatürk’ten izin alınarak önce geçici olarak Orta Tedrisat Şube Müdürlüğüne, ardından da asli olarak Milli Talim ve Terbiye kurumuna 25 lira maaş karşılığında atanır. Öyle günler gördüm ki tabanca şakağımda Tasarladım aydınlık dünyayı bırakmayı Gönlüm acıklı buldu, en ateşli çağımda Sönük bir yıldız gibi boşluklara akmayı Askerlik görevini İstanbul’da yapan Sabahattin Ali ilerleyen dönemlerde Devlet Konservatuvarına atanarak Karl Albert’in asistanlığını yapar. Bir yandan çeviriler yaparken bir yandan da dergilere yazılar gönderir. Ayrıca MEB’e bağlı Türk Dil Kurumu ve Tercüme Odası gibi yerlerde de görev yapar. Ekonomik anlamda rahatlayan yazar, çevresi tarafından lüks bir yaşam sürmesi ve savunduğu fikirlere aykırı olması gibi düşünceler doğrultusunda eleştirilir. Samet Ağaoğlu yazarın ölümünden sonra “Böylece hiçbir zaman gerçek bir komünist olamadı. Hikayelerinin aksine realitede burjuva manzarası gösteriyordu” ifadelerini kullanır. Tabancanın namlusu ısındı yanağımda Parmağım istemedi tetiğini çekmeyi Bir sonbahar yağmuru gibi içim ağlardı Bir şeyler fakat beni yaşamaya bağlardı Sabahattin Ali yaşamı boyunca sağ ve sol kesim tarafından birtakım eleştirilere maruz kalır. Ülkenin sol kesimi kendisini lüks ve burjuva görünümlü yaşantısından dolayı daha radikal tavırlar almaya zorlarken, sağ kesim de sosyalist misyon yüklenmek istenen birisinin Dil Kurumu Azalığı gibi görevlere getirilmesini doğru bulmaz. Sağ kesimin eleştirilerinin başlıca kaynaklarından birisi de Sabahattin Ali’nin Almanya’dan dönen öğrenci grubundaki kişilerden daha önce ve daha etkili görevlere getirilmesidir. Ey bir tane sevgilim, ben bugün yaşıyorsam Sanma ki hayat tatlı, insanlar hoş olmuştur Dağ başında bir kaya gibiyim şöyle dursam Etrafım eskisinden daha bomboş olmuştur Yazarın “İçimizdeki Şeytan” romanı o yıllarda milliyetçi kesimde büyük tepki toplar. Nihal Atsız’ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık Sabahattin Ali dava açar ve bu dava sırasında çok sıkıntı çeker. 1944 yılında davayı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamaz. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınır, İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başlar. (1945) Yalnız sana borçluyum bugün dünyada varsam Seni her andığımda gözlerim yaş olmuştur Yaşlar ki bir ırmaktır, dertleri sürür gider Gözyaşları içinde seneler yürür gider Aziz Nesin’le çıkardıkları Markopaşa dergisi sürecinde birçok kez tutuklanan Sabahattin Ali, sürekli polis takibinden bunalır. Bir başka dava nedeni ile 1948’de Paşakapısı cezaevinde üç ay yatar. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlar, işsiz kalıp yazacak yer bulamayınca yurt dışına gidebilmek için pasaport almak ister fakat alamaz. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı da bulamayınca Bulgaristan’a kaçmaya karar verir. Yok olmak isteğiyle kalbim attığı zaman Bana: Yaşa der gibi gülen senin yüzündü Dizlerim bir batakta yorgun yattığı zaman Bacaklarıma kuvvet veren senin hızındı Paşakapısı Cezaevinde tanıdığı Berber Hasan vasıtasıyla Bulgaristan’a adam kaçıran ve silah çalma suçundan ordudan ihraç edilmiş eski bir subay olan Ali Ertekin’le irtibat kurar. Bir süredir hem gizlenmek hem para kazanmak için Anadolu’yu dolaştığı kamyonla yola koyulurlar. Kırklareli’nin Kızılcadere Köyüne geldiklerinde, beraberlerindeki şoförü kamyonla geri gönderirler. Bütün iş sınırı geçmeye kalmıştır. Sabahattin Ali yeni zorluklara gebe olsa da kısmen özgür bir yaşamın kendisini beklediğine inanmaktadır. Bulgaristan’a gidecek ve sonra da ailesini yanına aldıracaktır. Yaşaran gözlerimde, güneş battığı zaman Sıcak bir yuva gibi tüten senin dizindi Sen aklıma gelince her şey gülümserdi. Ağaçlar şarkı söyler, rüzgar tatlı eserdi Ne var ki bu kaçış gerçekleşemez Sabahattin Ali sınırı geçemez. Eşinin yurtdışına kaçmaya çalıştığını bilen ama kendisinden altı aydır haber alamayan Aliye Hanım ile kızı Filiz, bunun nedenini ertesi gün çıkan gazetelerden öğrenirler: “Solcu muharrir Sabahattin Ali hududu aşarken katledildi.” Haberlerde, “Katilin Ali Ertekin olduğu, kaçırmaya çalıştığı kişinin kim olduğunu öğrenince, yalnız kaldıklarında ‘milli duygularla’ başına bir sopayla vura vura Sabahattin Ali’yi öldürdüğü” yazılıdır. Ey sevgilim, bilirsin benim ne çektiğimi Garip başımın derdi bir yürek taşıyorum. Anlarsın niçin uzak yerlere baktığımı Ali ailesinin avukatlığını üstlenen dostları olayı araştırmak ister. Fakat bir noktadan sonra duymaya başladıkları söz “Fazla kurcalamayın” olur. Suçunu itiraf eden Ali Ertekin dört yıl ceza alır ama aynı yıl çıkarılan af yasasından faydalanarak serbest kalır. Sabahattin Ali’nin cesedi, Sazara köyü yakınlarında bir dere yatağında bir çoban tarafından bulunur. Cesedi eşi ve annesinin teşhis etmesine izin verilmez. Bu görevi Aziz Nesin ile Adalet Cimcoz yerine getirirler. Nesin’in, cesedin kolunun da Sabahattin Ali’ninki gibi kırık olduğunu söylemesiyle “teşhis” tamamlanır. Daha sonra muayene edilmesi için defnedildiği yerden çıkarılan ceset bir torba içinde elden ele dolaştırılırken kaybolur. Eşyaları, “hacizli” oldukları gerekçesiyle ailesine teslim edilmez. İçinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum Görünce gülme sakın çırpınıp aktığımı Ilık ve aydınlık bir denize koşuyorum Sabahattin Ali davası 1990’lı yıllara kadar bir daha konuşulmamak üzere kapanır. Hiç kuşkusuz olayı gören, bilen, duyan ve işleyen birileri vardı. Ancak hepsi susar veya susturulur. Konuşanların birçoğu da sonradan söylediklerini yalanlar veya sözlerinin çarpıtıldığını ileri sürer. Sonuç olarak ne devlet çıkabilir işin içinden ne emniyet ne de asker… Ve tarihimizdeki faili meçhuller zincirine bir halka daha eklenir. Sen benim sevgilimsin, sevsen de sevmesen de Aradığım yerlere benzeyiş buldum sende… Kırk beş yıl babasının öldüğüne inanmayan kızı Filiz Ali, 19 Haziran 1993 günü Kırklareli’ne gider ve gerçekle, ancak onu bulan çobanla konuştuktan sonra yüzleşebilir. Filiz Ali’nin asıl içini yakan, bulunan cesedin ona ait olup olmadığı yıllarca tartışılan babasının bir mezarının bile olmamasıdır. Filiz Ali, babasının cesedinin bulunduğu dere yatağının yakınındaki düzlükte, arkasını Istıranca Ormanlarına dayamış koskoca bir kayanın üzerine bir mermer parçası gömer ve mermerin üstüne Sabahattin Ali’nin çok bilinen dizelerini yazar: “Başım dağ, açlarım kardır Benim meskenim dağlardır.” Babası artık rüyalarına girmeyecektir. Ruhunun huzur bulduğuna inanır. NOT: Dizeler Sabahattin Ali'nin "Öyle Günler Gördüm ki" Şiiri

  • Of Not Being A Jew

    İsmet ÖZEL * İniyorum kulelerinden katil iniyorum maktul minarelerden taraçadan, bahçeden ilk tanıyı bulanların indikleri her yerden ilk tanıyı bulandıran bir vaşakla birlikte değdikçe ayaklarım merdiven alçalıyor açılıyor leşlerin, atmıkların cesurane canlıların korka korka uzandıkları zemin ağzımda kef iki gözIerimde mil iniyorum kulelerinden katil. Körüm, o halde karanlık niye benden kaçıyor? Sağırım, nasıl oluyor da uğultum uzaktan beni çağırmaktadır? Göklerin çökeltisinden başkaca soy toprağın tortusundan gayrı hısım bilmeksizin iniyorum kirli eteklerine beni emziren kaltak şehrin iniyorum ama indirilmedim iniyorum çalıntı tahtımı terk ederek arada bir çehremi dalgalandıran karaltı vurulmuş arkadaşlarımdan yansıyor olsa gerek iniyorum onlardan artakalan yükü indirmek için indiğim yerde beni bir bekleyen yok indiğim yerde biçilmiş ot gibiyim puslu, çapraşık, koklanmamış ihmalkâr gözle okunmuş bir kitap bîtab bir gözle okunmayı tercih ederdim yoğrulmuş olan benle bir daha yoğrulsaydı benimle açsaydı ağırdan tükeniş faslını mızrap. Yağmurun yoldaşı denebilir mi bana? Ne dökülüş inişimde, ne çakış… Yalnızca o çetrefil aralama zahmetine katlanarak iniyorum kızları utandıran iç çekişle erkekleri boğan kasvetle iniyorum. Öfkemdi başlattı yolu ısrara gerek var deyip durdu şehvetim istemedi doğurmak böyle bir uğraşı tabiat tarih onu tanımazlıktan geldi bir dövüş olsaydı sonunda belki gevşerdi hırsım belki saçlar taranırdı bir sevişmeden sonra ama ben hınca hınç bekçisi kalacağım burçlarımın sonunda yükü bıraktığıma yanacağım. İniyor ve inliyorum nereye bir kucak dolusu sonluluk sorgusu getiriyorsam oraya bir kucak da getiriyorum bir kucak sadece genç ve diri değil bir kucak sadece yaşlı ve yorgun değil bir kucak sadece erkek ve vakur değil bir kucak sadece kıvrak ve dişi değil bir kucak sadece kavruk ve intikamcı değil bir kucak sadece gürbüz ve atak değil bir kucak sadece üzgün ve dindar değil bir kucak sadece temiz ve sevecen değil bir kucak sadece pis ve sırnaşık değil bir kucak sadece cömert ve sıcak değil bir kucak sadece sancılı ve keskin değil bir kucak sadece umursamaz ve bezgin değil bir kucak sadece öksüz ve çolak değil bir kucak sadece bir kucak açılınca açıkları kapatan acıkınca doyuran ve doyurunca nasıl da perişan, ne kadar da ölçülü darası alınmaz yüküm bu benim kayda geçirilemez, narhı konulmaz resmen ve alenen ifade usulü yok gözümün feri saydım onu, gücüm bundadır dizimin dermanıdır o buradan gelir cesaretim bende bu kucak olduktan sonra iyi veya kötü ne yapılabilir kendi hayatı aleyhine binlerce defa dolap çevirmiş olan bana? Bakın, bulduğum her gerçeği delik deşik ediyor kayboluş kapımı sürgüleyen bir vaşak her sevincimi viran eden bu hayvan yalanlar içinde boğulmamı önlüyor ondan kurtulacak olursam biliyorum beni yaşamakla coşturan bir kaynak keşfederim ondan kurtulduğum an bütün boyutlarımı kaybederim. Önceleri, acemiyken bu vaşak yokken daha yanıbaşımda okul müdürü veresiye satan bakkal kapıcı ve akrabaları dört ayrı ölümle ölmeyi öğren demişlerdi bana dört bucakmış anlattıklarına bakılırsa dünya omzun güneş kokuyor demişti kısa eteklikli kız o da omzuma bir şey konduracak mutlaka. İşte o zaman bildimdi anladımdı o sıra ne bir atlas kalır bende, ne ibrişim bu çuha, bu sicim elden çıkarsa acemiydim gitmem dedim sizin provalarınıza bön ve berbat buluyorum yaldızlı yaz gecelerinizi berbattır balkonda o güneşli sabahlar biraz açılmak için açıldığınız kırların aniden karşılaştığınız ırmakların ürpertisi ahmakça böndür beni belimden bölmeye kalkan enlem benden iki bakışık parça çıkarmaya çabalayan boylam da berbat ipekli libas giymem, altın takınmam atımın eğerinde kaplan derisi yoktur çehreme iyi baksalardı yırtılırdı uykularının zarı uykuluydular sinerken bedenime kıraç dağlar bitek vadilerle beraber ben tenimi yumarken uykularına tutundular… Çocuklar acıları paylaşmaz demiştim omuz silkerek acılardır paylaşan çocukları gün geldi paylaşıldı acılar çocuklar paylaşıldı bana bırakılan neyse ona burun kıvırdım gittim bir kuyudan su çektim halka boynumdan geçti geçti boynuma kemend d harfine bak dedim nasıl da soylu duruyor sonunda kelimenin harfe bak, harfe dokun, harfin içinde eri harf ol harfle birlikte kıyam et harf of harfler ummanına bat çünkü gördüm ne varsa sonunda kelimenin çünkü böndür altında kaldığım töhmet uğradığım kinayeler bön ve berbat. Evet, ilmektir boynumdaki ama ben kimsenin kölesi değilim tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya tarantulaymış benim adım diyecek değilim tam düşecekken tutunduğum tuğlayı kendime rabb bellemiyeceğim razı değilim beni tanımayan tarihe beni sinesine sarmayan tabiattan rıza dilenmeyeceğim. Gittim su çektim en derin kuyudan en hileli desteden kendi kartımı çektim yaktım belgeleri bütün tanıkları yok etmek için ricacıları öldürdüm onlar bu dumanlı dünyanın beni nasıl özlediğini görmüş olabilirdi gerçekten özlemişti beni dünya öze çekmişti özüm gelinceye kadar bana temas etmişti bu dokunuş parlatınca beni benden biraz dünya isteyen ricacıları öldürdüm ve kıtal bitti. Yazık. Yazık ki yazgımın boyası koyu. İnilecek kadar indim. Hayfa. Yine bir geçitteyim, yeniden bir liman şehri bura eskilerin tayfası yine hep buradalar hep bilinen tecimenler, tanıdık yosmalar havada hayza benzeyen aynı koku binalara yaklaşırken eskisi gibi sıklet artıyor hâlâ ayırt edilemiyor dişli gıcırtıları çocuk çığlıklarından tanıyorum bunlar bulutlara bakmak için penceresi evlerin bu da deniz hırs püsküren, toynak durduran deniz rezeleri yerlerinden oynatan vâdeden, vâdeden, vâdeden tesellicimiz. Bir yanımda kıyısı kışkırtıcı ufku muallâk deniz, bir yanımda kamu açıklamaları, genelgeler, tahvilât kimin yüzünü çevirdiysem hüznü de sevinci kadar ıskarta… Niye indim buraya ben? Boşuna mıydı yol boyunca benliğime musallat olan belâ? Bir çevrim tamamlandı mı şimdi? Yine mi döndüm başa? Olmaz diyor yanımdan ayrılmayan vaşak kimse başa dönmemiştir, dönemez hele sen geçtiğin o ormanlar rüyalarındaki canavarlardan sonra çok uzaksın o ilk fırlatıldığın zamana. Aldanma bunlar tayfa değil burada doğdu hepsi denize hiç açılmadılar denizi sen kadar bile tanıyan yoktur aralarında her biri uzak bir beldeden geldi sanılsın istiyor yosmalar böylece saygın fahişeler arasına katışacaklar müptezel birer facire ofsalar da. Tecimenler, onlar da sahi değil onlar da olmayan tayfaların gemilerinden çıkan malları sattıklarına inandırmak istiyor şehrin acemi insanlarını. Sen ve yağmur. Başa dönemezsiniz. Öyle bir yol yürüdünüz ki ancak dönüş yolunu yok ederek gelebilirdiniz inişiniz bir iniş olurdu başa dönmemecesine. Yağmur yalnız yağarken yağmurdur sen yalnız senken sensin burada kalamazsın ve başa dönemezsin gitmek zorundasın kovalanan bir Yahudi gibi ama Yahudiler gibi kendinle kalamıyorsun her şey çok yetersiz senin için her şey sana çok fazla ayıklarsan ayık durabiliyorsun aranı açıyorsun kendinle eşyayı araladıkça uyanmanın bedeli serapları fedadır uykuyu tadayım dersen kâbusa dalmak pahasına. Tarihe dersini vermen gerek yoldan ayrılamazsın yediremezsin sokulmayı kendine tabiatın apışaralarına ne yıkılmış bir tapınağın suskunluğu durdurabiliyor seni ne gürültülü bir havra. Yükün ağır. He’s so heavy just because he’s your brother. Kardeşlerin pogrom sana. Dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan. Herkesin bahanesi var, senin yok günahlı bir gölgenin serinliğinde biraz bekleyebilirsin, daha sonra burada kalamazsın, başa dönemezsin ama dön Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön! Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön! Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön! Eve dönmek kendime sarkıntılık etmekten başka nedir? orada, arada bir beni yoklar intihara ayırdığım zamanlar bunlar temiz, kül bırakan zamanlardır düzgün sabuklamalardan bana kalan.. Evde anlaşılmaz bir tını bilmem nereden gelir uykumdan? kanımdaki çakıldan? unutkanlığımdan? bilemem Yahudi değilim gizli bir yerde genizam yok bilemem insan nerenin yerlisidir ömrüm burada bütün Yahudiler gibi raflara doğru, çekmecelere sahanlıklara doğru geçti yabancı ellerde çitilenmekten korunmak için bir sıvaydım kendime kendi ellerimde tıpkı Yahudiler gibi buraların yerlisi ben değilim. Şarkıya dönersem ense köküm seyrelecek ağdası çözülecek bana aşktan bulaşan kozlarımın şehrin insanları yumruklarımda beyaz bulut yolun çamurunda revnâk-ı bahar bulacaklar ben şarkıya dönünce boğazlarındaki boğum insanların epriyecek ve onun yerine her günkü işleri yaparken kepenkleri kaldırırken, silerken tezgahı kalbe gizlice batan kıymık geçecek şarkıya dönersem, yanık bir şarkıya holokost neymiş meğer herkes bilecek. Kalbime döneceğim, ama hangi yolla? Yedeğimdeki okunaksız şarapla lekelenmiş, solgun harita uyduruk bir şey mi bilmiyorum yoksa sahiden definenin yeri gösteriliyor mu orada? Ama boşver... Nasıl bir ilgi olabilir kalbe dönmekle define bulmak arasında? Lâkin ben inerken her dönemeçte bir parçasını ele geçirdiğim her molada, her zorlanışında nefesimin her ayak sürçmesinde çiziktirdiğim haritamın bütün paftalarında sabit mürekkeple işaretlenmiştir nerelerde kıraçlaşır rahminde levendane öcün tohumları yatan gece güneşin şifa diye bilinen ışıkları nerelerde kıyıcı bir zehre çevrilir… Haritamda caddeyi ürpertiye açacak bir kaç kaçıktan başka nirengi noktası yok. Açıkça gösteriyor haritam farkı nedir bir cenaze kalkarken yağan yağmurun bir hükümet darbesinden sonra yağan yağmurdan. Yağmalar belli ki kim bulsa defineyi, umurumda mı ben kalbime döneceğim fokurdayıp pörtlemek için hep fokurdak ve pörtlek kalacağım kalp içinde canı sıkkın kızların yüzlerinden döşünden ahı kalmış delikanlıların dünyaya habire pörtleyeceğim evlerin olanca tınısı dindiği zaman kısıldığı zaman bütün şarkıların kanatları fokurtum dokunacak herkese yedi ırkın kavşağından. Yahudi değilsem bile bende Yahudalık da mı yok- Kimi öptüm de kurtuldu çarmıha çakılmaktan? * İsmet Özel

  • "ÇİRKİN KRAL "

    YILMAZ GÜNEY / Niyazi UYAR * İlk gençlik yıllarından önce duydum Yılmaz Güney adını. Köyden okumak için gittiğim şehirde sinema ve elektrikle tanıştım. İlk hangi filmine gittim, bilmiyorum, film afişinde çift tabancalı Yılmaz Güney’in fotoğrafı vardı hatırladığım kadarıyla.Yağız, sırım gibi, uzun boylu bir Anadolu delikanlısıydı ama ne hikmetse "Çirkin Kral" diyorlardı ona. O yıllarda sinemaya gitmek yasaktı ortaokul öğrencilerine. Oysa Demirci İlköğretmen Okulu kendi öğrencilerine konferans salonunda film gösteriyordu. Ben de için için öğretmen okulu öğrencilerini kıskanmıştım. Tiyatroyu ise hiç sormayın. Bulunduğum ilçede tiyatro yoktu. Sinema gösterimi ile öğrencilerini ayrıcalıklı kılan ilköğretmen okulunda köy enstitüsü ruhu ile yetişmiş eğitimcilerin hazırladığı piyes temsilleriyle “sanatı” öğretmen adaylarının beğenilerine sunan tiyatroda vardı. Bize ise öğretmenler sinemaya gitmeyi yasaklamışlardı. Hatta ara ara şehrin tek sinemasına baskınlar yapar, yakaladıkları öğrencilere disiplin cezası verirlerdi. Mesela beni bir lokalde masa tenisi oynarken yakalayan öğretmenlerim disipline vererek kınama cezası almama sebep olmuşlardı. Oysa ben bir eğitimci olarak öğrencilerime, sinemaya, tiyatroya gidin, kitap okuyun derdim. Gelelim sadede Türk sinemasının hakiki anlamda kralı kim ne derse desin, Yılmaz Güney’dir. O bulunduğu yeri sonuna kadar hak eden biridir. Güney’in sinema alanında yetenekliliğini net olarak söyledikten sonra onun pratik düşünen, yaratıcı biri olduğunu da söylemeden geçmemek lazım. Çevirdiği filmlerin çoğunda senaryo kullanmadan, çekim sırasında kafasındaki konuyu oyunculara anlatarak hayata geçirirdi ki, böyle bir örnek Türk sinemasında olmadığı gibi dünya sinemasında var mıdır; bilmiyorum. Beni Yılmaz Güney ile ilgili yazmaya motive eden SALPA adlı eseridir. Yazarın bu eserde kullandığı anlatım tekniği, tahlilleri, betimlemeleri…  İlginç geldi, hatta ben Yaşar Kemal’i mi okuyorum deyip kitabın kapağına tekrar baktım. Arkasından yazdığı öteki kitapları araştırıp soruşturmaya başladım. 1972’de Orhan Kemal roman ödülünü alan “Boynu Bükük Öldüler’i” bulup okudum. Sonra, Ahmet Kahraman’ın çok kapsamlı Yılmaz Güney adlı araştırma kitabını okudum, bir de Güney’e ait çok sayıda belgesel izledim. Bundan sonra yazıya nereden başlayacağımı düşündüm günlerce. Benim kutsal günüm olan bir cumartesi gecesi aldım kalemi elime, başladım yazmaya... Sonuç bölümü için yani yazının ana fikri olacak paragrafı yazarak devam edeyim yazıma. “Ben diyorum ki, Yılmaz Güney, edebiyatın yazma alanına yönelseydi, edebiyatımızın ikinci Yaşar Kemal’i olurdu. Kitabı okurken acaba Yaşar Kemal mi okuyorum diye sormadan edemedim kendime. Ben diyorum ki, Yazın dünyası Yılmaz Güney’i sinema dünyasına kaptırmıştır, bunu çok net bir şekilde söyleyebilirim. Peki Yılmaz Güney’i, Yılmaz Güney yapan özellikler neler olabilir? Öncelikle, kişiliği, gözü karalığı, direnci, yoksulluğu, zekâsı ve içindeki binlerle ifade edilebilecek Yılmazlar… Güney’in dünyaya geldiği aile çok yoksul bir ailedir. O yiyecek ekmeğe muhtaçken, Türk sinemasının kralı olması her babayiğidin üstesinden gelebileceği bir şey değildir. Yazımın bu bölümünde özgün düşüncelerimi, yargılarımı ifade ederken, diğer bölümünde araştırma, okuma ve dinlemelerim sonucu ulaştığım bilgilere yer vereceğim.  Yılmaz Güney, şahsına münhasır bir kişiliktir. O yaşamını ve içindeki öfkeli, duygusunu mantığının önüne alan Yılmaz’ı kontrol edebilseydi, müzik alanında dünyanın kabul ettiği Beethoven gibi, Mozart gibi uluslararası bir sinemacı olurdu. Olurdu olmasına da içindeki kontrol edilemez Yılmaz olmasaydı, Yılmaz Güney olabilecek miydi? Yine yaptığım okuma ve araştırmalarda “Sürü ve Yol,” filmlerinin senaryoları hariç diğer filmlerinin büyük çoğunluğu film çevrilirken, oyunculara söylenerek film çevrilirmiş. Dünyada böyle bir sinemacı var mıdır, bilmem; sinema ile ilgili Seydi Ahmet Çetin kadar bilgi sahibi değilim. Yılmaz Güney, ele avuca sığmaz, her yaşta kontrolsüz bir gençtir. Her yaşta gözü pektir, her yaşta kavgaya, vuruşmaya hazırdır. O duygularını kontrol edemeyen bir gençtir. Sevdi mi, adamakıllı sever, nefret etti mi sonuna kadar nefret eder. Onun Nebahat Çehre ile olan aşkının her anı, bir öykünün, bir sinemanın konusudur. Mesela Nebahat Çehre’nin olduğu trenin önünü Eskişehir yakınlarında kesmesi, yine Nebahat Çehre ile tartışması sonucunda üstüne araba sürmesi, Nebahat Çehre’nin yaralanıp dört gün hastanede yatması sonra da bir an bile başından ayrılmaması. Nebahat Çehre ile ilgili ilginçlikler bitecek gibi değildir. Hani, Tell efsanesine göre Giyom Tell oğlunun başına koyduğu elmayı okla vurması vardır ya Yılmaz Güney de filim setinde Nebahat Çehre’nin başına koyduğu bardağa gerçek mermi ile ateş etmesi… Yazık ki Nebahat Çehre ile Yılmaz Güney’in evlilikleri çok sürmemiş, evlendikten bir yıl sonra ayrılmışlardır. Yılmaz Güney’le Fatoş’un evlilikleri, takdire şayandır. Ancak takdir edilecek, hürmet edilecek olan Fatoş Hanım’dır. Bu evliğin sarsıntısız devam etmesi, Fatoş Hanım’ın hakikaten muhteşem bir kadın olmasıyla açıklanabilir. Bu evlilik saygıdan öte kutsanacak bir aşktır. Zengin bir ailenin bir eli yağda, bir eli balda tek çocuğu Fatoş Hanım, fırtınalı, zor bir hayatı olmakla birlikte, zor bir insan olan Yılmaz Güney’le evlenmek istemesi… Bu aşk, bu evlilik ancak kutsanır. Yılmaz Güney KIRK YEDİ YAŞINDA MİDE KANSERİNDEN VEFAT ETTİĞİNDE O DAHA OTUZ İKİ YAŞINDADIR. Hiçbir surette adı ne bir dedikoduya karışmış ne boyalı basına malzeme olmuştur. Bu asil davranış ancak kutsanır. Yılmaz Güney ile ilgili özgün yorumlarımı aktarmaya devam ediyorum. Ben Niyazi Uyar olarak bu yoksul aile çocuğunun çektiği sıkıntıları, zorlukları kendim çekmiş gibi yüreğim acıyarak okudum, ona dair yazılan metinleri, ona dair yapılan belgeselleri izledim. Yazımın ikinci bölümüne geçebilirim artık. Yılmaz Güney 1937 yılında Adana Yüreğir Yenice’de dünyaya gelmiş, yoksul bir ailenin çocuğudur. SİNEMAYLA TANIŞMASI Anadolu’da yeni gösterime girecek filmlerin tanıtılması için, sinema afişi bir çocuk tarafından dolaştırılırmış. İşte Yılmaz Güney de filim tanıtımı için sırtına astığı ve oradan oraya taşıyarak başladığı sinema yolculuğuna bir de filim makaralarını taşıyarak devam etmiş. Her filmi birkaç kez izler, kendine göre yeni senaryolar tasarlamaya başlar ve izlediği her filmi en ince ayrıntısına kadar beynine nakşedermiş! Yılmaz Güney’in sinema dünyasına adım atmasında onun gibi Çukurovalı olan Yaşar Kemal’in rolü büyüktür. Yaşar Kemal, Yılmaz Güney’i yine onlar gibi Çukurovalı olan Atıf Yılmaz ile tanıştırır. İşte bundan sonra Yılmaz Güney’in yürüyeceği yol çizilmiş olur. Ben derim ki, Yılmaz Güney edebiyatımızın yeni bir Yaşar Kemal’i olacakken, sinema dünyasına transfer olmuştur. Yılmaz Güney, Türk sinemasında bir kilometre taşıdır, bir devrimdir. Gerçekten kelimenin tam anlamıyla o bir devrimdir. Nasıl köy enstitülü yazarlar Türk romanını İstanbul’dan Anadolu’ya taşımışlarsa, o da Türk sinemasını İstanbul’dan Anadolu’ya taşımıştır. İzleyicileri öncelikle büyük şehirlerin varoşlarındaki ezilen yoksul insanlar iken, zaman içerisinde önüne koyulan çelik duvarları yıkarak sinema dünyasına kabul ettirmiştir kendini. Ve süreç içerisinde şehrin elitleri, seçkinleri de izlemeye başlamıştır Yılmaz Güney filmlerini. 1971 yılında Adana 3. Altın Koza Film Festivaline gönderilen 10 filmden 5’i Yılmaz Güney’indir. Bütün ödülleri bu filmler alır. En iyi film “Ağıt”, en iyi ikinci film “Acı”, en iyi üçüncü film “Umutsuzlar” seçilir. Artık Yılmaz Güney adı bir efsanedir. Çektiği bütün filimler geniş izleyici kitlerine ulaşmaya başlamıştır. Sinema ile uğraşırken öte yandan da devrimci gençlerle bir araya gelmekte, görüş alışverişinde bulunmaktadır.  4. Altın Koza Film Festivali 23-30 Eylül 1972 tarihleri arasında yapılmıştır. En iyi film “Baba” (Y. Güney), en iyi ikinci film Karadoğan (Yılmaz Duru), en iyi üçüncü film Yaralı Kurt (Ö. Lütfü Akad) seçilir. Yılmaz Güney, “Baba” filmindeki rolüyle en iyi erkek oyuncu olur. Sonra en iyi erkek oyuncu ödülü, siyasal nedenlerden ötürü Yılmaz Güney’den alınıp Cüneyt Arkın’a verilir. Yılmaz Güney, dünyaya sol pencereden bakan bir aydındır. Onun derdi, halkın derdidir, halkın açlığıdır, okula gidemeyen, yatağa aç giren çocuklardır; demokrasi için, özgürlük için kendini feda eden sıra neferleridir. Ona dair Aşık Zamani’nin yazıp bestelediği türkü benim gençlik yıllarımda dilimize pelesenk olmuştu: “Yılmaz Yılmaz” “Cepheden cepheye koşar Bizim gençler yılmaz yılmaz Denizler dağları aşar Bizim gençler yılmaz yılmaz   Zamani der yurt sevdası Bitmez yobazla kavgası Kurulsa idam sehpası Bizim gençler yılmaz, yılmaz!” Yılmaz Güney ile ilgili okumalar, dinlemeler yaparken öteden beri bildiğim onun silah sevgisi bana ters geldi. Hala silah gördüm mü, irkilir, korkarım. Ne yapayım şiddeti sevmiyorum, kavgayı sevmiyorum. Ben böyle bir kanıya ulaşırken, çok tabi ki, onun içinde bulunduğu şartları da göz ardı etmiyorum. Onun silahı kutsayan, baş tacı eden bir çevreden gelmesi, kan davalı bir ailenin çocuğu olmasını göz ardı edemem; fakat yine de bir sanatçının silahla anılması yanlıştır. Yine de sanatçı ruhu yumuşaktır, sanatçı kavgayı, silahı, şiddeti sevmez. Çağdaş dünyada sanatçı ruhlu insanların kadınlara karşı daha naif olduğu genel kabuldür. Ancak Yılmaz Güney’in, kadınlara davranışı, inandığı, uğrunda hayatını ortaya koyduğu dünya görüşü ile bağdaşmaz… Yılmaz Güney’in ailesi o dünyaya gelince, mücadeleci olsun, dirençli olsun diye “yılmaz,” adını vermiştir. Soyadı “Pütün’dür,” O, soyadı için ‘kırılması zor meyve çekirdeği,’ diye tariflemiştir.  Yılmaz Güney, 19 yaşında yazmış olduğu bir öyküden dolayı 1,5 yıl hapse mahkûm edilmiş ve polis her yerde onu aramaktadır. İşte buna sebep oynayacağı Atıf Yılmaz filminde “Güney,” soyadını kullanarak, bundan sonraki yıllarda onunla bütünleşecek soyadır bu soyadı. İlk filmleri hem yazıp hem oynadığı: “Alageyik, Bu Vatanın Çocukları’dır!”  Yılmaz Güney’in ilk filmleri vurdulu kırdılıdır. Sonraki yıllarda siyasal yanı ağır basan politik filmler üretmiştir. Yine son yıllardaki film adlarında dikkatimi çeken “tek sözcüklü,” olmasıdır. O hem yazar hem de oyuncudur. Dedim ya o, dünyaya sol pencereden bakan bir sanatçıdır.  Zaten sanatın ruhunda muhaliflik vardır ya, o da muhaliftir; yoksa sanatçı olabilir mi, öyle olmayana sanatçı denebilir mi? Siyasal iktidarlara yaranmaya çalışana, ondan nemalanmaya çalışana “sanatçı” demek gerçek sanatçılara Emil Zolalara, Nazım Hikmetlere, Aziz Nesinlere… hakarettir!   Güney 1971 yılında Mahir Çayan ve arkadaşlarını evinde sakladığı gerekçesi iki yıl hapse mahkûm edilmiş, 1974 yılında Bülent Ecevit’in başbakanlığı döneminde çıkarılan afla çıkmıştır hapisten. Hapisten çıkar çıkmaz da tekrar film çekmeye başlayarak, başrollerini Melike Demirağ’la paylaştığı “Arkadaş,” filmini çekmiştir. Bu filmde kullanılan Şanar Yurdatapan’ın yazıp bestelediği “Arkadaş” şarkısı, filim sinemalarda gösterime girdikten sonra ağızdan ağza dolaşmış; moda tabirle “hit,” olmuştur. Arkadaş "Evet arkadaş Kim olduğumu ne, olduğumu, Nerden gelip, nereye gittiğimi sen öğrettin bana. Elimden tutup karanlıktan aydınlığa sen çıkardın Bana yürümeyi öğrettin yeniden Elele ve daima ileriye... Bir gün, Bir gün birbirimizden ayrı düşsek bile Biliyorum, biliyorum hiçbir zaman ayrı değil yollarımız; Ve aynı yolda yürüdükçe" -FİLMİ İZLE- Arkadaş Filmi Yılmaz GÜNEY için bir dönüm noktası olacaktır ARKADAŞ, vurdulu kırdılı filmlerden açık siyasi mesaj veren filmlere geçişin ilk adımıdır biraz da. Arkadaş filminde yıllar önce tanışan iki arkadaşın yıllar sonra, karşılaşması anlatılır. Bu Filmin senaryosunu hem yazmış hem de oynamıştır. Filmde Yılmaz Güney’le birlikte Melike Demirağ, Kerim Afşar oynamıştır. Film Yılmaz Güney'i o günün ülke sorunlarına duyarlı, hızla siyasileşen gençliğine de bir idol olarak tanıtacaktır. Bu filmden sonra, Endişe filmi için hazırlıklara başlanır. Film Adana’nın Yumurtalık ilçesinde çekilecektir. Çekim için Yumurtalık’a giden ekip akşam bir gazinoya eğlenmeye gider. Eğlence sırasında Yılmaz Güney’le Yumurtalık hâkimi Sefa Mutlu arasında tartışma çıkar. Tartışma kavgaya döner, Hâkim Sefa Mutlu Yılmaz Güney’in silahından çıktığı iddia edilen kurşunla hayatını kaybeder. Yılmaz Güney 19 yıl ağır hapse mahkûm edilir. -FİLMİ İZLE- Umut Filmi Türk sinemasının ilk gerçekçi filmi kabul edilen 1970 tarihli UMUT, o tarihe kadar çektiğimiz filmlerin de en iyisi olarak kabul edilir. Çekildiği dönemde Türkiye 'de sansüre uğrayan film, 1971 'de Cannes Film Festivali 'nde, ardından restore edilmiş hâliyle 2015 'te Venedik Film Festivali 'nin "Klasikler" bölümünde gösterilmiştir. Film ayrıca, 1970'de düzenlenen 2. Adana Altın Koza Film Festivali 'nde beş farklı dalda ödül kazanmış ve 2015'teki 47. Sinema Yazarları Derneği Ödülleri 'nde " 100 Yılın En İyi Türk Filmi " seçilmiştir. Filmin mekanlarından biri çocukluğunun geçtiği yerdir. Filmdeki Arabacı Cabbar, tiplemesi babası Hamido’dur. Bu filmde faytonculuk yapan Cabbar’ın atının zengin bir adamın arabasının çarpması sonucu ölmesiyle gelişen olaylar anlatılır. Film 2. Altın Koza Film Festivali’nde beş dalda ödül almıştır.   -FİLMİ İZLE- Duvar Filmi 1983 yılında çekilmiştir. Cannes Film Festivalinde büyük ödül olan “altın palmiye’yi” alan ilk Türk filmidir. Film cezaevinde çıkan bir isyanı konu edinmiştir. Filmde Yılmaz Güney’in dostlarından Tuncer Kurtiz’le birlikte Nicolas Hossein, İsabelle Tisandier, Ayşe Emel Mestçi… rol almıştır. -FİLMİ İZLE- Yol Filmi İmralı Yarı Açık Cezaevi’nden izinli çıkan beş mahkûmun yolculuğu anlatılır. Filmde rol alan sanatçılardan bazıları: Tarık Akan, Şerif Sezer, Halil Ergün, Necmettin Çobanoğlu ve Meral Orhonsoy’dur… Film 1982 yılında Cannes Film Festivali’nda Altın Palmiye ödülünü almıştır. -filmi izle- Sürü Filmi Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazıp   Zeki Ökten’in yönettiği kan davasını konu edinen bir filmdir. Filmde Tarık Akan, Tuncer Kurtiz, Melike Demirağ, Levent İnanır, Yaman Okay rol almıştır. Böyle bir özetlemeden sonra rol aldığı filmlerin başlıcaları şunlardır. “Çirkin Kral, Hudutların Kanunu, Seyithan, Bir Çirkin Adam, Umut, Baba, Umutsuzlar, Arkadaş, Zavallılar, Zeyno, Dolunay Katilleri, Canlı Hedef, Aç Kurtlar…” 12 Eylül askeri darbesinden sonra bütün filmleri yasaklanıp toplatılmıştır. 100 filminden 24 tanesi kayıptır. O çok yönlü bir sanatçıdır. Hem yazarlıkta hem yönetmelikte hem de oyunculukta hakikaten çok önemli bir isimdir. Ona ait iki kitabı okudum: Boynu Bükük Öldüler ve Salpa. Boynu Bükük Öldüler adlı roman 1972 yılında Orhan Kemal roman ödülünü alan harika bir romandır. Bunun dışında Ağıt, Arkadaş, Sürü, Acı, Yol, Sanık… adlı kitapları da vardır. Fakat basımı olmadığı için edinmek oldukça zahmetli… Yılmaz Güney’in hapishaneden kaçışı Ona, “hapishaneden kaçar mısın,” diye soranlara, “hayır kaçmam, fakat istediğim her an kaçabilirim,” diye yanıtlamıştır. Yılmaz Güney’in kırk yedi yıllık ömrünün 13 yılı cezaevlerinde geçmiştir. Türkiye’de aydın olmak hiç kolay değildir. Hemen hemen muhalif duruşlu aydınlarımızdan cezaevine girmeyen yok gibidir. Isparta Yarı Açık Cezaevi’nden 9 Ekim 1981 tarihinde bayram izni münasebetiyle Siverek’teki annesini ziyaret etmek için izinli olarak çıkar ve bir daha geri dönmez. İzin süresi dolunca cezaevi yetkilileri döner belki diye iki gün bekler, hiçbir yere bilgi vermez; fakat o, çoktan Türkiye topraklarından ayrılmıştır. Yılmaz Güney deniz yoluyla Marsilya’ya gidecektir. Fakat onları taşıyan tekne biraz yol alınca fırtına çıkar. Artık deniz yolculuğu tehlikelidir, devam etmeleri imkansızdır. Bunun üzerine rota Rodos’a çevrilir. Güney, oradan İsviçre’ye daha sonra Marsilya son durak Paris’tir. 6 Ocak 1983 tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından vatandaşlıktan çıkarılır. Sonraki yıllarda kaçışına dair verdiği bir mülakatta “ben Türkiye’den değil cezaevinden kaçtım, bir gün elbet döneceğim,” demiştir. Hastalığı Yılmaz Güney, uzun zamandır midesinden rahatsızdır. Onun sıkıntılı, stresli yaşamı hayatına sebep olmuştur. Yazık ki özgür günlerinde hastalığı için gereken hassasiyeti göstermediği gibi, tutuklu olduğu yıllarda da cezaevi doktorları veya onların sevk ettiği hastanelerdeki doktorlar lazım gelen tedaviyi uygulamayarak erken yaşta ölmesinden sorumludurlar. Fransa da midesinden rahatsızlığı iyice ilerleyince bir üniversite hastanesine gider. Maalesef hastalığının o kötü hastalık olduğu öğrenilir. Ameliyat edilir. Fakat tedaviler olumlu netice vermez, 9 Eylül 1984 yılında hayatını kaybeder. Eşleri ve çocukları Yılmaz Güney Konya’daki sürgün günlerinde eğlence sektöründe çalışan Can adını verdiği Birtek Ünal’la tanışır ve ona âşık olur. Birlikte yaşamaya başlarlar. Cezası bitince Birtek Hanım’ı İstanbul’a getirir, birlikte yaşamaya devam ederler. Bu beraberlikten Elif adını verdikleri bir kızları olur. Bu esnada Yılmaz Güney tekrar senaryo yazmaya, film çevirmeye başlar. 1964 yılında çevrilen Kamalı Zeybek filminin kadın oyuncusu Nebahat Çehre’dir. Nebahat Çehre güzellik yarışmasına katılmış güzel bir kızdır. Bu film iki gencin birbirlerine âşık olmalarına vesile olmuş, İki sevgili gerçekten çok tutkulu bir aşk yaşarlar ve nihayet 1967 yılında evlenirler. Farklı iki karakterin uzun süre evli kalmaları kolay olmayacaktır. Üstüne üstlük bir de yaşam biçimleri, kültürel farklılıkları olan bu iki insan bir yastığa baş koyması uzun süreli olması zordur ve yıl sonra ayrılırlar. Abdurrahman Keskiner’in anlattığına göre bir gün meyhanede iki sevgili tartışır. Nebahat Hanım, öfkelenip mekândan ayrılır, Yılmaz Güney de arabanın direksiyonuna geçip peşinden gider, Elmadağ civarlarında olacak arabayı Nebahat Hanım’ın üstüne sürer… Fatoş Güney’le evliliği tam manasıyla bir romandır, belki de bir diziye konu olabilecek kadar ilginçtir. Fatoş Hanım, İtalyan Lisesi’nde okumakta iken, yaşı daha on yedidir. Bir gün bir arkadaşı ile Yılmaz Güney’in film çevirdiği sete gelir. Fatoş Hanım’ın aklında hiçbir şey yokken, Yılmaz Güney onu görür görmez âşık olur. Onları tanıştıran kızın aracılığı ile sık sık görüşmeye başlarlar. Aslında Fatoş Hanım, seçkin, ekonomik durumları çok iyi bir ailenin tek çocuğudur. Onların birlikte olmalarına, arkadaş olmalarına rıza göstermez aile, fakat Fatoş Hanım’ı ikna edemezler ve nihayet görüşmeler, bir araya gelmeler evlilikle noktalanır. Bu evlilikten 1971 yılında Yılmaz adını verdikleri bir oğulları olur. Fatoş Güney’le Yılmaz Güney’in evlilikleri sadakatin, paylaşımın, dayanışmanın, direncin, sevginin… aşkın hayat bulmasıdır. Senaristler,” Fatoş” diye bir sinema yapsa, bir dizi yapsalar ben inanıyorum çok fazla izleyici bulacaktır. Bu evlilik, sevmenin, direnmenin ta kendisidir. Özet olarak Yılmaz Güney 1937 yılında Urfa’nın Siverek’te doğmuş, dirençli, mücadeleci bir insandır. Tek başına, dünyaya, sisteme savaş açan “bir yiğittir mi diyelim ya da Donkişot mu” diyelim bilemedim. O dünyaya sol pencereden bakan bir aydındır, demiştim ya. O da aydın olmanın bedelini çok ağır ödeyen diğer aydınlar gibi (Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Tarık Akan, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Orhan Kemal, Yaşar Kemal… yüzlercesi ) ağır ödemiştir. O sinemacı olmasaymış, büyük bir edebiyatçı olurdu. Bence edebiyatımızın belki de ikinci Yaşar Kemal’i olurdu. Ah Yılmaz Güney ah, biliyor musun, 9 Eylül 1984'te ölmekle sadece Türk sineması değil, Türk edebiyatı da bir yazarını kaybetti.  Ruhun şad olsun, toprağın incitmesin!                                                                                                                               Nisan 2024 / Salihli * ÇOK OKUNANLAR ÖZGÜN BİR YAZI maviADA Sayfasında 123 ziyaretçi, 3 beğeni alırken , internet raporunda 261 ziyaretçi yakalamış.

  • Arkadaş Zekai Özger

    Sevdadır Arkadaş Zekai ÖZGÖR Göğü kucaklayıp getirdim sana kokla açılırsın Solmuşsun benzin sararmış yorgun bir işçinin yüzüne benziyor yüzün öyle bükük bakma bana Çam kolonyası getirdim sana kentli dağlıların haklı sevdasını bolu ormanlarından çarpan bir koku sanki köroğlunun ter kokusu aman kokusu, billah kokusu canlarım, canım benim Üzme kendini bu kadar sana umudu öğretemeyenlerin suçu mu var bak yeryüzü ne kadar geniş ne kadar dar Dur akıtma gönlüm yaşını gözünden öpecek bir yer bırak oy bana en yakın bana en uzak sevgili yar hasretine vur beni Giyecek çamaşır getirdim sana adettir diye değil, sevdim diyedir bağışla, eski biraz bedenim uygundur diye bedenine elimle yıkadım, ütüledim elma ağacında kuruttum Günler sarmal bir yay gibi bunu unutma bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir bunu unutma seni ben her yerinden öperim beni unutma Kadere inansaydım sana inanırdım düşürmem sigaramın ucundaki külü ben Öyle kırık bakma bana caddeler nasıl da genişliyor sana bunu söyleyecektim bileyli bir makas vardı yanımda sana bunu söyleyecektim hadi kes büyüyen tırnaklarındaki kiri sana bunu... oyyy nasıl söyleyebilirim deliren sevdamızın kısrak huyunu Elimi tut tuttururlar, o kadarına izin verirler kahreden bir ayrılığın çılgınlığı değil bu bir isyanın kelepçeleşmiş resmidir parmaklarımız Sen içerde ben dışarda... oyyy mahpusluk mahpusluk... * Arkadaş Zekai ÖZGER 8 Ocak 1948 yılında Bursa'da, Selanık göçmen işçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Zekai Özger, şiirlerini Arkadaş Z. Özger adıyla yayımlar. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın ve Yayın Yüksek Okulundan mezun olduktan sonra TRT'nin Ankara bürolarında çalışır. Kent 16, Soyut, Forum, Papirüs, Yordam, Dost, Yansıma dergileri ile Ulus gazetesinin kültür-sanat sayfalarında şiir ve yazıları yayımlanır. 1965 yılında, henüz 17 yaşındayken "Kent 16" dergisini arkadaşı Ömer Zafer Göktürk ile birlikte çıkarırlar, tek sayı çıkan (Aralık 1965) dergide şairin yayımlanan ilk şiiri de (Niye Kapalı Kapılarınız - Bulamıyoruz) yer alır. 24 Ocak 1971 tarihinde SBF yurduna yapılan polis baskını ve gözaltı sırasında işkenceye varan dayağa maruz kalarak başına ağır darbeler alır. Aradan yıllar geçtikten sonra 29 Nisan 1973 sabahı Ankara'da, sokakta ağır yaralı bir halde bulunur, kaldırıldığı Numune Hastanesinde 5 Mayıs 1973’te, henüz 25 yaşındayken beyin kanamasından öldüğü belirlenir. Arkadaşları, ölümünü SBF yurdunun basılması sırasında başına aldığı ağır darbelere bağlarlar. Erken ölümü nedeniyle "Ne zaman yayımlarsam yayımlayayım adı 'Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası' olacak!" dediği şiir kitabını yayımlama olanağı bulamaz. Dergi ve gazetelerde yayınlanan şiirleri ölümünden sonra Tekin Sönmez tarafından "Şiirler" adıyla bir kitapta toplanır ve yayınlanır. Kenan Yücel tarafından yayına hazırlanan "Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası" adlı kitapla şairin şiirleri isteği doğrultusunda gerçek adına kavuşur. Arkadaş Z. Özger, şiir yazdığı yıllardaki üniversite ortamının da etkisiyle ölüm ve cinsellik konularını şiirlerinde sık sık işlemiştir Çoğu arkadaşının aksine dönemin sert siyasi şiir geleneğine uymayıp kendi yalnız yolunu oluşturduysa da ölümünden sonra adı akıllarda kalan arkadaşları değil o olmuştur. En çok da Arkadaş'a yakışmıştır bu öncül kimlik. 08.01.2018

  • Dikenli Dizeler

    Hiciv, Taşlama, Yergi, Satir… * Hiciv; Divan Edebiyatında kişilerin ve toplumun bozuk, aksak yönlerini alaysı bir dille anlatan bir anlamda eleştiren bir edebiyat türüdür. Edebiyatımızda, yaygın olarak kullanılan bu tür eserlere halk edebiyatında "taşlama", günümüz edebiyatında "yergi", batı edebiyatında ise "satir" adı verilmiştir. Biz de bu türün önemli temsilcilerinden birer küçük örnekle bu edebi sanatı anlatalım istedik. Pir Sultan Abdal "Yürü bre Hızır Paşa Senin de çarkın kırılır Güvendiğin padişahın O da bir gün devrilir ......" Pir Sultan Abdal, 16. yüzyılda yaşamış, Türk-Alevi halk şairi ve ozanıdır… Anadolu halkını Osmanlılara karşı kışkırttığı, ayaklanmaya çağırdığı, belki de bir ayaklanmaya öncülük ettiği için, Sivas Valisi Hızır Paşa’nın emriyle tutuklanmış, yolundan dönmeyeceği anlaşılınca da asılmıştır. **** Nefî "Bize kâfir demiş müfti efendi Dutalım ben ana diyem Müselman Varıldıkta yarın divan-ı Hakk’a İkimiz de çıkarız anda yalan." (Müftü efendi bize kafir demiş, farz edelim ben de ona Müslüman dedim; yarın Allah'ın huzuruna çıktığımızda ikimizde orada yalancı çıkarız.) 17. yüzyılda yaşayan Nefî Divan edebiyatının en acımasız hicivlerini yazmış ve bu yolda kellesini de vermiş büyük bir söz ustasıydı. N ef'i Siham-ı Kaza adlı eserinde babası dahil sadrazamları, vezirleri, bütün devlet büyüklerini, şairleri, sanatkarları; kısaca devrin ismi duyulmuş bütün ünlü kişilerini hicvetmiştir. Kendisi gibi ünlü bir şair olan Şeyhülislam Yahya Efendi’ye cevaben yazdığı hicivi pek ünlüdür. Nâbi " Çok da mağrur olma kim meyhâne-i ikbâlde Biz hezâran mest-i mağrûrun humârın görmüşüz" (Talih meyhanesinde -geldiğin yüksek mevkilerde- çok da gururlanma çünkü biz gururdan sarhoş olanların binlercesini daha sonra sersemlemiş, perişan hallerini görmüşüz.) Nâbî, 17. yüzyılda, Osmanlı’nın duraklama devrinde yaşamış bir şairdir, idare ve toplumdaki bozukluklara şahit olduğu için didaktik şiirler yazmış, eserlerinde devleti, toplumu ve sosyal hayatı eleştirmiştir. **** Dertli Telli sazdır bunun adı Ne ayet dinler ne kadı Bunu çalan anlar kendi Şeytan bunun neresinde Abdest alsan aldın demez Namaz kılsan kıldın demez Kadı gibi haram yemez Şeytan bunun neresinde Dertli'nin çağının (1772 – 1845) ünü yaygın, kişiliği etkin birkaç ozanından biri olduğu kuşku götürmez. Saz çalmanın günah olduğunu söyleyenleri eleştirir taşlamasında. **** Namık Kemal "Edepsizlikte tekleriz Kimi görsek etekleriz Hak’tan ümit bekleriz Ne utanmaz köpekleriz Geldik vatan kavgasına, Düştük rütbe yağmasına, Daldık dünya sefasına, Ne utanmaz köpekleriz..." Tanzimat döneminin en büyük şair ve yazarlarından olan Namık Kemal (1840-1888) Osmanlı’nın arka arkaya büyük toprak parçaları kaybetmesi üzerine sözünü esirgemeden söyler bu sözleri. **** Şair Eşref " Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için Gelmesin reddeylerim, billahi öz kardeşimi Gözlerim ebnâ-yi âdemden o kadar yıldı ki İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı" Bütün bu yazdıklarına rağmen şairin mezar taşı ne yazık ki çalınmıştır. Şair Eşref, 1847 yılında Manisa Kırkağaç’ta doğmuş, çeşitli yerlerde vali yardımcılığı ve kaymakamlık görevlerinde bulunmuş, Türk Edebiyatının en büyük, en sivri dilli hiciv şairlerinden biridir. **** Tevfik Fikret Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! Y arın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! B ugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak, A tıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak… Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, D oyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Edebiyat-ı Cedide topluluğunun lideri olan Tevfik Fikret, devrimci ve idealist fikirleriyle Mustafa Kemal başta olmak üzere dönemin pek çok aydınını etkilemiştir. Türk edebiyatının batılılaşmasında büyük pay sahibidir. **** Rıza Tevfik "Fikrimi sarsmadı şimdiye değin Arsızca sözleri bilmem ne beyin Bana çifte atan şaşkın eşeğin Kendi çiftesiyle beli kırılır" 1868–1949 yılları arasında yaşayan Rıza Tevfik de kalemine hakim olmak istemeyen, sert eleştirileriyle tanınan bir şairimizdir. Şiirlerinden biriyle alay eden Süleyman Nazif’e yukarıdaki satırlarla cevap vermiştir. **** Mehmet Akif Ersoy Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!.. – Boğamazsın ki! – Hiç olmazsa yanımdan koğarım. Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam; Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam. İstiklal Marşımızın yazarı büyük şair Mehmet Akif Ersoy da yaşadığı dönemde hep haksızlıklara karşı çıkmıştır şiirlerinde. **** Neyzen Tevfik Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler; Kimi hırsız, kimi alçak, kimi deyyus! dediler… Künyeni almak için, partiye ettim telefon: Bizdeki kayda göre, şimdi o meb’us dediler!.. Dörtlüğünde devrinin politikacılarını amansızca eleştirmiştir. Neyzenliğinin yanı sıra şakacı ama bir o kadar da iğneleyici diliyle ünlüdür. **** Âşık Veysel Olmayasın karaktersiz Çok konuşan yerli yersiz Adın doğru kendin hırsız Karanlıkta dolaşırsın… Derken belki de cahilliği eleştiriyordu… Âşık geleneğinin son büyük temsilcilerinden olan Âşık Veysel, bir dönem yurdu dolaşarak Köy Enstitüleri’nde de saz hocalığı yaptı. **** Nazım Hikmet insan olan vatanını satar mı? suyun içip ekmeğini yediniz. dünyada vatandan aziz şey var mı? beyler bu vatana nasıl kıydınız? eli kolu zincirlere vurulmuş, vatan çırılçıplak yere serilmiş. oturmuş göğsüne teksaslı çavuş. beyler bu vatana nasıl kıydınız? “Romantik Komünist” ve “Romantik devrimci” olarak tanınan, siyasi inançları yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiş büyük şair Nazım Hikmet ne güzel anlatmış. **** Orhan Veli Kanık Ne atom bombası, N e Londra konferansı; B ir elinde cımbız, B ir elinde ayna; U murunda mı dünya! Diyerek dünyayı umursamayanları eleştiriyor sanki Orhan Veli . Kendisiyle ilgili diyeceklerimizi demiştik evvelden . **** Aziz Nesin dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum derlerse ki bu işler bi şeye yaramaz de ki bütün işe yarayanlar işe yaramaz sanılanlardan çıkar Türk Edebiyatı’nda çağdaş mizah yazarlığının öncüsü Aziz Nesin bunca yıldır hep haklı çıkıyor. **** Şemsi Yastıman Müteahhit oldum tez iflas ettim Avukat oldum hep boş dava güttüm Gazeteci oldum çok fazla öttüm Dıhtılar mapusa birkaç söz ile Şemsi Yastıman, 20. yüzyılda yaşamış, Türk Halk Müziği’ne kaynak kişi ve derleyici kimliği ile emeği geçmiş büyük halk sanatkârıdır. Şairler her zaman bir kişiyi ya da toplumu ele alıp hicvetmezler. Bazen de eleştirilerini kendilerine yöneltirler. Gerçi bu eleştirilerde de yine toplumsal bir yön bulunmaktadır. **** Can Yücel balkonun altına kapamışlar hint horozunu önüne de bir kara tel çekmişler dünya yüzü görmesin diye… yine de herkesten önce ötüyor sabahları… erken öten horozu… sözü bir yerlerden kulağına çalınmış olmalı… belki de Can Yücel , şiirin asi çocuğu. Hiçbir zaman baş eğmeyen hep söyleyecek bir sözü olan “Can Baba”. Sözünü sakınmayan tüm şairlerimizi saygı ile anıyoruz...

  • Charlie Chaplin'den Garaldine'ye Mektup

    C harlie Chaplin’in ilk çocuğu olan Geraldine 1944 yılında Kaliforniya'da dünyaya gelir, sekiz yaşına kadar balerin olmak isteyen küçük Geraldine babası Şarlo'nun "Limelight" (Sahne ışıkları) adlı filminde rol aldıktan sonra oyuncu olmaya karar verir. 21 yaşında Doktor Jivago adlı filmde en önemli rolünü alan Geraldine, yüzden fazla filmde oynar. Melon şapkalı, sürekli bastonunu çeviren, büyük ayakkabılı, yamalı pantolonlu, sakar palyaço Şarlo tipi ile herkesin gönlünü kazanan Geraldine’in babası Charlie Chaplin hem usta bir sanatçı hem de çok iyi bir babadır. Babalardan evlatlarına kalan en büyük miras ne büyük evler ne şan şöhret ne de kabarık banka cüzdanlarıdır. Yürekten söylenmiş sevgi sözcükleri ve yaşama ait öğütler bir evlada bırakılacak en büyük hazinedir. Charlie Chaplin’in 1965 yılında, yeni şöhrete kavuşan 21 yaşındaki kızı Geraldine’e yazdığı bu mektup ise bunun en güzel kanıtı olsa gerek… "Sevgili Kızım, Şimdi gece, Noel gecesi. Benim küçük kalemimdeki silahsız muhafızların hepsi derin uykuda. Kardeşlerin uyuyor, annen de uykuya daldı. Ne var ki sen çok uzaklardasın; eğer şu anda şu dakikada fotoğraflarına bakmıyorsam kör olayım. Fotoğrafların burada, masanın üzerinde, kalbime en yakın yerde duruyor. Oysa sen neredesin? Uzaksı, masalsı, Pariste, Camps Elyees’deki tiyatroda, görkemli bir sahnede dans ediyorsun. Ben bunu çok iyi bildiğim halde gene de bu sakin gecenin sessizliğinde senin ayak seslerini net biçimde duyuyorum. Gözlerin gözlerimin önüne geliyor; gözlerin kış gecesine özgü gökyüzündeki yıldızlar gibi parlıyor. Bu güzel oyunda, şahın tutsak aldığı güzeller güzeli İranlı kızı oynadığını biliyorum. Güzeller güzeli ol, sen de dans et, yıldız ol ve parıltılar saç. Ama seyircileri büyülermiş olmaktan, onları kendine hayran etmekten sarhoş olduğunda, sana sunulan çiçeklerin kokusu başını döndürdüğünde, tek başına bir köşeye çekil ve benim mektubumu oku, babanın sesine kulak ver. Ben senin babanım Geraldine! Ben Charlie’yim, Charlie Chaplin! Başucunda kaç gece sabahladığım bir bilsen? Küçük küçük masallar anlatıyordum sana! Bazen Uyuyan Güzel’i anlatırdım, bazen kötü kalpli ejderhaları…Uyku gelip ihtiyar gözlerimi yokladığında uykuyla dalga geçiyor ve şöyle diyordum, defol!. Ben senin hayallerini görebiliyordum Geraldine! Senin geleceğini görebiliyordum, bugünü… Sahnede dans eden kızı görebiliyordum, kanatlarını açmış, havada uçan periyi… Bu dans ve alkış sesleri senin ayaklarını yerden kesecektir. Kanatlan, uç ötelere! Ama arada bir ayakların yere de bassın. Halkın nasıl yaşadığını bilmelisin, sokak dansçılarının hayatını da gör. Açlıktan bitkin düşmüş, yoksulluktan ve soğuktan titreye titreye dans edenleri de… Bende onlarla aynı kaderi paylaşmıştım Geraldine. O büyülü gecelerde, sen benim masallarımla uyuyordun ama ben uyumazdım. Senin güzel yüzünü seyreder, kalbinin atışlarını dinlerdim ve kendime şu soruyu sorardım; “Charlie acaba bir gün olur bu minik kuş seni anlayabilir mi?” Sen beni tanımıyorsun Geraldine, benim masalım da çok ilginçtir. Yoksul palyaçonun masalı bu. Londra’nın kenar mahallesinde şarkı söyleyip dans eden sonra da bahşiş toplayan bir palyaçonun masalı… İşte benim masalım da bu… Ben açlığın ne demek olduğunu biliyorum, evsizliğin ne anlama geldiğini de… Bu da bir şey mi ki? Ben gururdan bir okyanus gibi kabarmış şu göğsümde, acıma duygusuyla önüme atılan kuruşların sızısını hissettim, küçümsenen sefil birinin sancılarını çektim. Bütün bunlara karşın işte gene de hayattayım. Hayatta olanlar hakkında hep daha az konuşulur. Sen benim soyadımı taşıyorsun, Chaplin ismini… Bu ad neredeyse yarım yüzyıl boyunca bütün dünyayı güldürdü. Benim ağlamalarım yanında bu gülmeler nedir ki? Senin yaşadığın dünya sadece dans ve müzikten ibaret… Geraldine gece yarısı o görkemli salondan çıkınca, bindiğin taksinin şoförüne karısının hatırını sormayı unutma… Kim bilir belki de karısı hamiledir, belki yakında doğacak olan ilk gözağrısı yavrusu için bez almaya bile parası yoktur. Eğer durum böyleyse, kalk cebine para koy… Pre Credit Banka talimat verdim, giderlerini karşılayacaklar. Başkalarına yapacağın ödemeleri kuruşu kuruşuna hesapla, öyle ver… Arada sırada metroya ya da otobüse bin ya da yayan dolaş şehri… İnsanlara bak, iyi gözlemle onları. Dul ve yetimlerin gözlerine iyi bak. Hiç değilse günde birkaç kez kendine şunu söyle; ben de bunlardan biriyim! Evet sevgili kızım, unutma bunu; sen de onlardan birisin… Sanat göğe uçması için insana kanatlar takıncaya kadar ayaklarına ayaklarına vurur insanın. Zaman gelip de seyirci karşısında yükseldiğini hissetmeye başladığında sahneden in, dışarı çık… Yoldan geçen taksiyi çevir, Paris’in dış mahallelerine git. Ben bu mahalleleri iyi bilirim… Orada dansçı kızları göreceksin. İçlerinde sana benzeyenler de vardır, senden daha zarif, daha mağrur olanlar da… Sen tiyatrondaki göz alıcı sahne ışıklarını orada bulamazsın! Onların sahne ışıkları Ay’dır. Bak onlara, daha dikkatlice bak! Senden bile daha iyi dans etmiyorlar mı? Haydi itiraf et bunu… Senden daha iyi dans eden, senden daha iyi rol yapan biriyle karşılaşırsan, o vakit hep şu sözlerim aklına gelsin: Hiçbir zaman Charlie’nin ailesinden, fayton sürücüsüne kötü söz söyleyecek ya da Seine Nehri kıyısında oturmuş sadaka isteyen dilenciyle alay edecek kadar kendini bilmez biri çıkmamıştır. Charlie bu dünyadan çekip gidecek Geraldine! Sense hayatına devam edeceksin. Ben senin hiçbir zaman yoksulluğu tatmanı istemem. Bu mektupla birlikte sana çek koçanı da yolluyorum. Ne kadar İstersen o kadar harca. Ama sakın şunu unutma! İki frank harcadığında üçüncü frank sana ait değildir. Her defasında aklında olsun bu. Üçüncü frank bir başkasına ait, tanımadığın birine, bir frankın hasretiyle yaşayan birine ait o para. O kişiyi bulman zor olmayacaktır. Attığın her adımda yoksul birini görebilirsin, yeter ki sen görmeyi iste! Ben bu şeytanın baştan çıkaran gücünü bildiğim için para hakkında konuşuyorum. Uzun süre sirkte çalıştım, ip üstündeki cambazları korkuyla izlerdim hep. Ama şimdi sana şunu da söylemek isterim sevgili kızım. Bir insanın ayağının kaymasıyla yere sert zemine kapaklanması, cambazların o tekinsiz ipten düşmesinden daha kolaydır, inan bana. Sen bu akşam bir pırlantadaki ışıltının cazibesine kapılabilir, ister istemez yere kapaklanabilirsin. Gün gelir yabancı bir prensin yüzü, seni kendine tutsak edebilir. İşte o andan itibaren sen artık deneyimsiz bir cambaz sayılabilirsin. İp deneyimsizlere ihanet etmiştir hep. Sen sakın altın ve mücevher karşılığında kalbini satma. Unutma, en büyük pırlanta güneştir ve ne mutlu ki güneş herkesi eşit biçimde aydınlatıyor. Gün gelir de birini seversen, seçtiğin kişiyi tüm kalbinle sev. İşinin zor olduğunu biliyorum. Şimdi bedenini tiril tiril ipek kumaşlar örtüyor. Sanat için sahneye çıplak da çıkabilirsin… Ama o sahneden saf, tertemiz ve kusursuz olarak inmelisin. Ben yaşlı biriyim, sözlerim gülünç gelebilir. Ama öyle sanıyorum ki çıplak vücudun, senin çıplak ruhuna aşık olan kişiye ait olmalıdır. Ne yapayım, benim konuya bakışım belki eski kafalılık, belki düşüncem on yıl öncesinde kaldı. Korkma Geraldine, bu on yıl seni yaşlandırmaz. Ben senin şu çıplak adada boyun eğen en son kişi olmanı isterim. Babalar ve çocukların arasında hep bir çekişme olduğunu biliyorum. Bana savaş aç sevgili kızım, düşüncelerime karşı savaş aç. Ben itaatkar çocukları sevmiyorum. Bu mektubumun üzerine henüz gözyaşım düşmemişken, bu Noel gecesinin mucizeler gecesi olduğuna inanmak istiyorum. Bir mucize olmasını ve söylemek istediğim her şeyi gerçekten doğru anlamanı istiyorum. Charlie yaşlandı Geraldine, artık çok yaşlandı. Sen er ya da geç, beyaz elbiseler yerine siyahlar giyip mezarıma geleceksin. Şimdi seni üzmek istemiyorum ama arada bir aynaya bak… Aynada beni göreceksin. Damarlarında benim kanım dolaşıyor. İstiyorum ki, benim damarlarımdaki kan akmaz olduğunda baban Charlie’yi unutma! Ben bir melek değildim, ama her zaman insan olmak için çaba harcadım… Sen de öyle yap! Seni Öpüyorum Geraldine… (...) Baban Charlie Chaplin -1965" * 21.06.2020 Mektup, maviADA Sayfasında 215 ziyaretçi, Ülke ve Dünya genelinde 480 ziyaretçi

  • Gök

    -VAN GOGH'un YILDIZLI GÖKYÜZÜ tablosundan bir detay- GÖK Bahri ÖMEROĞLU  -kasım haikuları- * 1. göğün içinden bıldırcının başına bir yıldız düşmüş 2. haykırdı serçe hiç kimse ummazdı parçalandı gök 3. komşu salyangoz yapraklar kavga edince göğü çağırdı 4. kaçacak diye gökyüzünü bekledi küçücük ardıç 5. yakındı toprak yapraklar gitti diye sorumsuz göğe 6. dumanın biri söylenmeye başladı göğe çıkarken 7. sarı yapraklar yere düşerken birden suçladı göğü 8. kime sığınır? bağırıp-çağırırken gök ayla yıldızlar 9. bulutsuz göğe el sallayarak gitti son göçmen kuşlar …   13.03.2013,TRABZON

  • NÖBETÇİ YALANICILAR

    Fuat ÖZGEN * Apartmanın girişinde bir kuşçu Kuşçunun önünde camekan Camekanda kuş, civciv, tavşan Önünde her gün başka bir kedi Kuşlara, civcivlere, tavşanlara iştahla bakan Ağzının suyunu akıtarak yalanan Zayıf, şişman Alaca, tekir, sarman Panter siyahı, Van beyazı Büyük, küçük Erkek, dişi Sevimli, suratsız, miskin Bakışlar, duruşları farklı Gelenden, gidenden korkan Kanıksayıp aldırmayan Kaçan, kaçmayan Konum değiştiren Kuyruğunu sallayan, kulak kırpan Kıpırdamadan duran Arada patileriyle camekanı yoklayan Camekanı boş bırakmayan Her gün nöbet tutan birer birer Yalanıcı kediler

  • Deniz ve Rodrigo

    Concierto de Aranjuez ; Bir Konçertonun Gizemli Öyküsü * Şenol YAZICI Merak ediyorum; kaç kişi, Mozart’ın o olağanüstü senfonilerinden birini baştan sona sabırla dinleyebilmiştir, Vivaldi’nin o harika Dört Mevsim’ini kaç kişi bilir ya da Ravel’in Bolero’sunu kaç kişi ıslıkla çalar? Özel ilgisi olanlar dışında ağır müzikler gelir bunlar bize, kimse oturup Türk Marşı’yla kadeh tokuşturmaz, kimse efkarını Beethoven’la aşmaya çalışmaz… Çünkü sevsek de bizden değildirler sanki… Ağırdırlar, hüznümüzü, sevincimizi ya da her neyse ruh halimiz onu, daha sıkıntılı bir ruh haline döndürebilirler. Oysa o konçertoyu, o gitarların muhteşem gösterisini, içinde gül ve kastanyetin büyülü raksını barındıran bu müziği, Rodrigo'nun Gitar Konçertosu’nu ne kadar çabuk benimsemiş, bizden saymış, yaşamımızın her anıyla özdeşleştirmişizdir. - Yazımızı VİDEO eşliğinde okumanız önerilir.- Nedir bunun sırrı acaba? Bir İstanbullu kızın elinin değmesi olabilir mi? Türkülerimiz, şarkılarımız da öksüzdü. Atatürk’ün çok sesli batı müziğine geçiş gayretleri de halka kolayına inemedi. Tek sesli, tek sazlı ezgilerle ya da Batı taklidi, çalıntı aranje şarkılarla ömrümüzü güzel güzel geçirirken birden çok sesli, çok sazlı dünyanın en görkemli konçertosunu dinlerken bulduk kendimizi… Sadece biz değil, bütün dünya özgün adı Concierto de Aranjuez olan bu müziği sevdi. Her tür çalgıyla çalındı, hafif müziğe uyarlandı, kimi ülkelerin ulusal marşı oldu, kimi filmlerin unutulmaz müziği… Nereye konulsa oraya bir asalet, bir seçkinlik, hüzünlü bir başkaldırı esintisi, “yenilsek de varız” türü bir dostlar sofrası havası getiren bu yapıtın öyküsünü, emek verenlerini ne kadar biliyoruz? En önemlisi Rodrigo 1929’da Türk uyruklu bir Sefarat Yahudi'si hanımla tanışmasaydı o güzelim Konçerto’nun hiç olmayabileceği aklımıza gelir miydi? ...Ve bir güzel çocuk; DENİZ GEZMİŞ, ölmeden önce son arzusu olarak onu istemeseydi 70'in cılız aydınlığında kaç kişi bu güzel müziği bilebilirdi? Deniz'in Son İsteği “O sahneyi çok iyi somutladım; bir mitinge gider gibi gideceğim idama, asılma günü gelip çatınca o sevdiğim giysilerimi giyeceğim, postallarımı, parkamı… Beyaz ölüm gömleği giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim, tıraş falan da olmayacağım. Önce gidip orada oturacak, bir sigara yakacağım, sonra demli, güzel bir çay içeceğim. Haa bak, Rodrigo’nun o ünlü Gitar Konçertosunu da dinlemek isterim orada. Sanırım asılacak bir insanın son isteğini geri çevirmezler… Sonra urganı kendim geçireceğim boynuma ve dönüp orada asılmamı seyredenlere, ‘burada ölen yalnızca bedenimdir’ diyeceğim. Ama düşüncemi öldüremeyeceksiniz, düşüncem yaşayacak.” diyecekti Deniz Gezmiş, 1972 yılının 6 Mayıs’ında asılmadan önce… Deniz Gezmiş yanılmıyordu, düşünceleri yaşadı. Yurtseverliğin, hak, emek mücadelesinin efsanevi bayrağı oldu, ama son isteği yerine getirilmedi… “Demli çay” da içemedi, istediği müzik de çalınmadı. Son arzusu yerine getirilmeden asıldı.  İyi ki çalmadılar konçertoyu, diye düşünürüm bazen. Ya insafa gelip, korkularını yenip, insanlıkları uyanıp ‘son arzudur’ diyerek çalsalardı… O köhne Ulucanlar bir bahar gece yarısı, dünyanın dört yanında, dağ başlarında yanan özgürlük ateşleri gibi usuldan usuldan, yıldız dolu göklere doğru yükselen o muhteşem konçertonun gitar nağmeleriyle temellerinden titreseydi… İzleyenler, o kararı verenler, hatta cellatlar bile belki de dayanamazdı. Ne olduklarını anlamadan, büyük bir pişmanlıkla ağlayabilirlerdi. Ama bana öyle gelir ki Deniz de dayanamazdı. Gencecik ömrünü bağımsız Türkiye idealleriyle tüketen, o delikanlı romantik kalbin gözleri, yaşlarla dolardı. Bu asla korku ve korkunun gözyaşları olmazdı, müziğin hissettirdiği kahırla gölgelenmiş, yenilmez bir umudun yakıcı hüznü olurdu. Ne var ki kim anlardı, ne derlerdi? İnsan olan hiç kimse, köklerini İspanya İç savaşı ve Guernica’dan alan, tıpkı Picasso’nun tablosu Guernica gibi savaşa bir evrensel yanıt, umudu yaşatan olağanüstü gizemli bir çığlık olan, bir Türk kızının desteği, emeği ve Rodrigo’nun eşsiz dehasıyla biçimlenen bu müthiş müziği dinlerken ıslanacak gözlerine engel olamazdı. Aslı üç bölüm olan, ama bizim yaygın olarak ikinci bölümünü bildiğimiz eseri, 1938’de Rodrigo’nun Türk eşi, piyanist Victoria Kamhi’nin notaya geçirip ilk taslağını oluşturduğu, 1939’da tamamlandıktan sonra ilk icrası İspanya İç Savaşı sonrası Barselona’da gerçekleştirilen Concierto de Aranjuez’i, Rodrigo’nun Gitar Konçertosu olarak Deniz Gezmiş sayesinde tanıyıp sevdik çoğumuz. İspanya’nın Sagunto/Valencia bölgesinde 22 Kasım 1902’de Joaquín Rodrigo Vidre adı verilen bir çocuk doğar. Üç yaşında difteriye yakalanan küçük çocuk görme yetisini kaybeder… Aile çocuklarının eğitimi için yollar ararken onu müziğe yöneltir. Sekiz yaşında solfej, piyano ve keman eğitimine başlayan küçük müzisyen, on altı yaşında armoni ve kompozisyon dersleri alır. Klasik İspanyol gitarını mükemmel biçimde çalamaz, ne var ki müzikte çok başarılı olur Joaquín. 1925′te yani 22 yaşında orkestra için bestelediği Beş Çocuk Parçası ile İspanya Ulusal Ödülü’nü kazanınca yurtdışında eğitimini sürdürmesi için burs kazanır ve Paris’e gider. 1927’de dönemin ünlü ustalarından Ducas’la çalışmaya başlar. Yine orda tanıştığı Manuel de Falla’dan etkilenir. İstanbullu Piyanist Kız 1929 yılında, İstanbul doğumlu bir Türk kızı olan piyanist ve besteci Victoria Kamhi’yle tanışır. Bu genç, yetenekli piyanist Türk kızı, onun üzerinde derin etkiler bırakır. Victoria Kamhi, 1905 Ocak ayında İstanbul’da dünyaya gelir. Temel eğitimini İstanbul’da gördükten sonra müzik eğitimi almak için Paris’e gider. Ünlü piyano hocaları Lalewicz, Lévy ve Viñes’ten piyano eğitimi alır. Meslektaşı Joaquín’le 1929 yılında tanışır ve dört yıl arkadaşlıktan sonra 19 Ocak1933’de Joaquín Rodrigo Vidre’nin vatanı İspanya Valencia’da evlenirler. Victoria bütün ailesiyle birlikte doğma büyüme hatta beş yüz yıllık İstanbullu olsa da dedelerinin geldiği, yani atayurdu olan İspanya’da yaşamaya itiraz etmez. Ne var ki İspanya 1.Dünya Savaşına katılmadığı için hâlâ güçlü bir ekonomiye sahip olsa da siyasi açıdan huzursuzdur. Sık sık askeri kalkışmaların yanında, yinelenen seçimlerde; bir cumhuriyetçi diye adlandırılan solcular, bir milliyetçi diye tanımlanan sağcılar iktidara gelir. Tıpkı Türkiye’nin 70’li yıllarındaki siyasetinde olduğu gibi ardı ardına bir yığın yanlış yapılır. Bitmeyen protesto ve şiddet olaylarıyla, siyaseti tasarlayan sokağın baskısıyla yeni bir seçime gidilir. Belki İspanya’daki bu huzursuz ortam etkisiyle, belki Fransa’daki hazır iş imkanı ve çevreleri nedeniyle Joaquín ve Victoria Yeniden Paris’e dönüp yaşamlarını orada sürdürürler. Bir süre Fransa’da, bir süre de 1. Dünya Savaşında uğradıkları yenilginin hıncını tüm dünyadan almaya kararlı eski bir onbaşı olan Hitler’in hırsla canlandırıp bir savaş makinesine çevireceği Almanya’da kalırlar. İspanya İç Savaşı İspanya İç Savaşı, iktidara seçimle gelen Rusya’nın desteklediği meşru sol koalisyon hükümet güçleriyle, Alman ve İtalyan destekli isyancı General Franko’nun önderliğindeki milliyetçi askerlerin arasında 1936’da başlayıp üç yıl sürer. Sanki ardından başlayacak 2.Dünya Savaşının bir provası gibidir. İspanya İç Savaşı Alman ve İtalyan liderlerinin, ilk kez uygulama olanağı bulduğu ve Batı devletlerinin kayıtsızca izlemeleri sayesinde başarıya ulaştıkları kanlı, kuralsız, vicdansız bir savaştır. Bu başarı, Hitler’in 3. Reichine inanç ve güveni artırır, Almanların kazandığı büyük savaş deneyimi ve cesaretle bütün dünyayı kan gölüne döndürecek 2. Dünya Savaşına ortam hazırlar. Bu korkunç savaş; ondan sonraki dünyada egemen olacak, çatışacak güçleri, hatta ideolojileri belirler, dünya düzenini şekillendirmede de büyük etken olur, İç Savaşın ikinci yılında 26 Nisan 1937’de General Franco’yu destekleyen Almanya, meşru hükümetin elindeki Guernica adlı kasabayı, 28 uçak ve sonraki yıllarda Fransa ile İngiltere üzerinde kullanacağı, yeni ürettiği bombalarla ağır bir bombardımana tabi tutar. Kasaba bütünüyle yok edilir. 1700 kişi ölür, 1000 kişi yaralanır. O sırada Madrit hükümeti de Paris’te sergilenmesi için Paplo Picasso’ya bir tablo siparişi verir. Picasso’nun Guernica’sı O günlerde konu arayan Kübist ressam Picasso, gazetelerden öğrendiği ve çok etkilendiği, bombalanan şehir Guernica’yı işleyen dev bir tablo yapmaya karar verir. Guernica, yaklaşık 3,5 metre yüksekliği ve 7,8 metre genişliği ile dikkat çekici büyüklükte bir tuval üzerine, sadece siyah ve beyaz renklerde yağlı boya ile yapılır. Dünyanın birçok yerinde irili ufaklı kopyası bulunan tablo, tüm zamanların, savaşı ve yaşanan acıları en etkileyici biçimde anlatan eseri olarak kabul edilir. Tabloyu gören faşist bir Alman askeri, Picasso’ya, “Bu muazzam, tabloyu siz mi yaptınız?” diye sorduğunda ressamın “Hayır siz,” dediği darbımesel gibi anlatılır. Picasso’nun koyduğu koşullar nedeniyle tablo, Franko ölene kadar İspanya’ya gönderilmez, bu süreçte değişik yer ve ülkelerde sergilenir, ancak, ülkeyi bir demir yumrukla yöneten generalin 1975’te ölümünden sonra İspanya’ya verilir. Guernica bombardımanı bütün dünyayı olduğu gibi Valencialı müzisyeni de çok etkiler ve duygularını yansıtan bir beste üzerinde çalışmaya başlar. Bu arada karısı Victoria kendi kariyerinden vazgeçer ve kör kocasının sekreterliğini üstlenir. Kocasının çalışmalarını notaya ve yazıya geçirir. Çalışmalarına birlikte başladıkları Concierto de Aranjuez’ i 1938’de taslak olarak bitirirler. Geleceğin Ünlü Konçertosu Victoria Kamhi ve Rodrigo 1939’da yerleşmek amacıyla, İç savaşın bittiği Madrit’e dönerken geleceğin çok ünlü konçertosu da orijinal taslak olarak yanlarındadır. 1940’da Barcelona’da ilk kez icra edilen konçerto çok beğenilir. “Allegro con spirito, Adagio ve Allegro gentile” olarak üç bölüm halinde yazılan yapıtın özellikle ikinci bölümü kısa sürede yaygınlaşır ve sevilir. İspanya folklorik müziğinin özelliklerini de taşıyan konçerto, hemen her tür alet ve çalgıyla çalınır. İnanılmaz derin, ama teslim olmaktan zevk alınacak bir hüzne sahip müzik, aynı zamanda gizemli bir etkiyle de başkaldırıyı ve direnişi çağrıştırır. Ondaki dehşetli ama aynı zamanda enerji veren bir güce dönen o hüzün, insanı ağlatır. Bu ağlayış, kaybetmenin ağlayışı değil, olsa olsa haklı, onurlu ama ancak çok kayıp verilerek kazanılan bir kavganın paydası olmanın verdiği çaresiz, ama gururlu dik duruşun ağlayışıdır… Müziğin ruhunu oluşturan bu başkaldırı ancak, Kerbala’da son savaşı için ayağa kalkan ve bir avuç arkadaşına da “İsteyen evine dönsün” diyerek ölüme giden Hüseyin’in öyküsünü okurken hissettiğiniz gibi bir his; bizim Ahmet Kaya tarzı müziğimizde ya da Yılmaz Güneyvâri filmimizde rastladığımız hüzünlü, ama yakışır diyerek alkışladığımız, özel bir başkaldırının tadıdır. Konçertonun orijinalinde, başlarken baskın gelen ses, davuldur. Davul Alman ve İtalyan destekli General Franco’nun askerlerini temsil eder. Davul sesleri gitarı bastırır önce. Sonra sessizlik ve Faşizm kazanmıştır. Ardından tek bir gitarın solgun sesi başlar, sonra bir başkası… sonra bir başkası… Dağ başlarında yanan özgürlük ateşleri gibi dört yan gitar sesleriyle dolar… Ve şu gerçektir ki umudun ve direnişin sesidir gitar… Rodrigo’nun Gitar Konçertosunu dinlerken Guernica’yi, İspanyanın kötü kaderini hisseder, yaşar ama üzülmeden katlanırsınız. Gözleriniz yaşararak, sanki hak edilmiş bir ölüme itirazsız gidersiniz. Yine aynı biçimde içiniz kan ağlayarak da olsa müzik sizi ayağa diker, başkaldırmanız ve direnmeniz gerektiğini hissettirir. Kaybedeceğinizi yüzde yüz bilseniz bile o romantik direnişin bir parçası olursunuz… Gözleriniz yaş içinde ama dev bir ordunun karşısında ayağa kalkabilecek dende cesur, en güçlü duruş ve sesinizle “ …Hadi, dünyanın bütün alçakları gelin,” diye seslenebilirsiniz. Hadi bir kez daha dinleyin bu eşsiz konçertoyu… Bu kez Denizleri ve arkadaşlarını da düşünerek dinleyin. Belki bilinçaltımız bir biçimde, Türkiye’nin en iyi okullarında okuyan, belli ki çok iyi olacak bir yarına yürüyen, aklı cesareti, enerjisi sınırsız bu gençlerin; neden bütün geleceklerini hiçe sayarak “Tam bağımsız Türkiye” diyerek sokağa döküldüğünü, hiç kazanamayacakları açık seçik görülen bir kavgada koca bir devlete kafa tuttuğunu, orantısız güçlerle silahlı mücadeleye kalkıştığını, ama tek kişiyi bile öldürmeden ölüme gidişlerindeki gizemi çözersiniz… Gitar Konçertosu, öteki yapıtlarıyla beraber Rodrigo ve eşini dünyanın dört bir yanına gururla taşır… Nihayet 1972’de Türkiye’ye de gelip Ankara ve İstanbul’da konserler verir karı-koca sanatçılar. Rodrigo İstanbullu eşinden "o, benim ışığım…” diye söz eder gazetecilere. Bu mutlu ve başarılı evliliğin kahramanlarının, yüzyılın başında başlayan hayatları yüzyılın sonunda noktalanır. Victoria 1997’de, Rodrigo ise 1999’da veda ederler yaşama. Koınçerto ise her gün biraz daha genç, biraz daha diri, evrensel yolculuğunu sürdürür… (ADA GÜNLÜKLERİ 2016) *

  • Attila İlhan'dan İzmir Şiirleri

    -maviADA Dergisi olarak İzmir'in Düşman işgalden kurtuluşunun yıldönümünde başta Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere bizlere bu zaferi armağan eden atalarımızı sevgi, saygı ve minnetle anıyoruz... Kutlu olsun.- Nasıl Olduysa nasıl olduysa birden adımı unuttum adını unuttuğum o sıcak şehirde yıldız alacası yüzen bir zakkum yanımda o hayal kız ikide birde yolumu gözlerine bakıp bulduğum sahi ben ne hırçın bir çocuktum ele avuca sığmaz aklı fikri şiirde mısra mısra başımı belaya soktum İzmir cezaevi dokuzyüz kırk bir’de kaşla göz arası liseden kovuldum inanmakta geç sevmekte çabuktum bazen yaşadıklarım aklıma gelir de kaç kere umutsuzluğun yolunu tuttum istenmeyen adam hemen her devirde hemen her devirde ateşten bir buluttum binlerce umuttan belki bir umuttum Gaziler Caddesi Basmane’de gaziler caddesi’ne Küçük bir yağmur götürdüm Siz böyle akşamüstü görmediniz Gizlice bir şarap tuttum Yine o şehir korkusu Ola ki simsiyah sarhoşum İçimde elektrik uğultusu Bir kötümserlik sebepsiz Şurda yeşil gözlü bir çocuk Naylon geçirmiş şapkasına Ferid’e benzettim azıcık Kimbilir belki de başkasına Yetişkin eli yüzü tertemiz Basmane’de gaziler caddesi’ne Kırık çocukluğumu götürdüm Siz böyle bir akşam üstü görmediniz Camların rengini beğenmedim Bütün mor bıyıklar yabancı Şekersiz çaylar içindeyim Gece makaslarında bekçi Sabaha karşı hırsız Bu afiş sinema tuzağı Düşme o kızın arkasına Yemyeşil kolu bacağı Cigara yapışmış dudağına Dördünce gecedir uykusuz Basmane’de gaziler caddesi’ne Ürkek bir çarşamba götürdüm Siz böyle bir akşam üstü görmediniz 941’de Izmir 941’de İzmir, bela çiçeği sahil boyu karanlık sevdalı bulutların hali yağmur da ne kadar tembel yağıyor kendimizi akan suya bıraktık serseriler misali 941’de İzmir İzmir şehrinin ışıkları yanıyor çıktı şair namzedi Attilâ İlhan çıktı yelken gibi sokaktan Banyolar’a doğru şöyle uzanıyor bir cebinde kiralık ihtiyar bir kitap bir cebinde kehribar kuru üzüm ve incir sahilde iki ahbap kardeşim ihsan Ahmed İzmir şehri yağmurlu bir şehirdir yağmur çilerken çocuk gibi içlenir yum gözlerini hele bir tahayyül et hani – derd-üt gam içre perişan – yıldızlar gökte hani her akşam Bostanlı’dan öte kardeşim Cemşid hun hoş geldin hayırlı akşamlar gözlerinden mi yaktın söyle cigaranı tütün değil ya dünyalar dağıtamaz efkârını hem sabahtan çarşıda yoktun ekmek alabildin mi fırından yine galiba kıyamet kopmuş yine pîr aşkına kırılmış camlar 941’de İzmir her şey nasıl geçmiş nasıl kaybolmuş rüyada gibi hiç farkına varmadan şimdi ben buradayım sen İzmir’de o Bağdat’ta ve daha başımızdan neler geçer kim bilir kim bilir kardeşim hayatta Attila İLHAN Derleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ * 09.09.2021 maviADA sayfasında 385 ziyaretçi, 6 beğeni, yorum yok. İnternet raporunda 351 ziyaretçi...

  • Masalın İzbesi

    Zeliha AYDOĞMUŞ * Kirli Bulanık bir su gibiydi zaman Yediyi on geçiyordu Duydum gökyüzündeki bulutların Üzerimden yalın ayak geçişini Tüylerim ürperiyordu Dokunuşundan bildim Saçlarımı dağıtan Etimi buran Rüzgarın terleyen eliydi Nefeslerde kışı çağıran güz lekesi Hangi düzlüğe çıksak Yaşadığımız an kırılgan Kaç ölüm vardı Kaç doğum Gözyaşlarımızın tuzu Ehlileştirmiyordu dilimizi Gel zaman git zaman Sevginin rengi attı Aşkın kimyası ihtiyar Geçmişin bugüne Bugünün yarına öfkesi hep diri Ki bundan sebep Leyla'ların ve Mecnun'ların koynunda baldıran zehri Pilota sorsak Ne kadar duyar Ne kadar anlar gökyüzünü Ve yeniyetme miço denizi Biz yaşamı değil Mutluluk Yarınlar sarsın bizi

  • SAKLADI KADIN

    Zeliha AYDOĞMUŞ * Sen seni nefesinin kıyısından düşürdün ya bir kere Bahardan koparıldı Sarısı gür buğusu taze Güzdü kadın Düzdü Yüzdü kadın Olmuşu ölmüşü Kalmışı göçmüşüyle Ben şiirledim Sen ıslıkladın Ben şarkıladım Sen karaladın Sen seni yüreğinin ışığından düşürdün ya bir kere Bakışlarında ayaz Dinmeyen gece sesinde Güzden koparıldı Karaydı kadın Kıştı Mıştı kadın Açısı geniş Topraktı bağrı Aşkı sakladı kadın

  • REZONANS KANUNU

    Zeliha AYDOĞMUŞ * REZONANS KANUNU PIERRE FRANCKH Bu kitabı araştırmama yol açan olay, Ceyda Düvenci'nin Facebookta gördüğüm kısa videosunda konuk olarak yer alan erkek sanatçının bu kitabı okuduktan sonra içinde yer alan bilgilerin ciddi anlamda yararını gördüğünü söylemesiydi. Kitabın içeriğine değinecek olursak, yazar duygu ve düşüncelerimizle şüpheye yer bırakmadan, yoğun olarak çağırdığımız her şeyin yaşamımızda yer alacağını söylüyor. Bu söylediğini kanıtlamak için de kitabında pek çok bilimsel deneyden ve yaşanmışlıktan kesitlere yer veriyor. Halk arasında ''kötüyü çağırma'' ''iyi düşün iyi olsun'' gibi sözlerin kaynağı bu olsa gerek diye düşünmeden edemiyor insan. Yaşamlarımızda en yüksek yararı sağlaması dileği ile...keyifli dinlemeler.

bottom of page