top of page

Arama Sonucu

"" için 3686 öge bulundu

  • ZUHAL TEKKANAT'ı Anıyoruz

    maviADA'nın kuruluş günlerinden, 2002den bu yana dergide yer alan, 2012-2014 arası yayın kurulu üyeliği ve İstanbul Kadıköy temsilciliği de yapan, şair Cemal Süreya'nın eşi yazar Zühal TEKKANAT, yine Süreya'nın taktığı adla şair Elif Sorgun, 27.10.2019 günü solunum yetmezliği tedavisi gördüğü Ankara'da 81 yaşında vefat etmişti. Saygıyla Anıyoruz... Zuhal TEKKANAT ve Cemal SÜREYA * ZUHAL TEKKANAT Şair ve yazar (D. 16 Ağustos 1938, Ankara – Ö. 27 Ekim 2019, Ankara). Şiirlerinde Elif Sorgun imzasını da kullandı. Şair Cemal Süreya ile üç kez evlendi ve on yıl evli kaldı. Öykü ve roman yazarı Mehmet Seyda eniştesidir. Halime Melahat Hanım ile marangoz Kâzım Tekkanat’ın beş çocuğundan biridir. Merdivenköy İlkokulu'nu, Erenköy Kız Lisesi’ni ve Kadıköy Kız Enstitüsü’nü (1955) bitirdi. Enstitüyü bitirdiğinde Askeri Hâkim Doğan Dülgergil ile görücü usulü evlendirildi. İçsel adını verdiği bir kızı oldu. Eşi, yazma çabasını onaylamadı. Evlilikleri yedi yıl sürdü, eşinden ayrılınca SSK Genel Müdürlüğü ile SSK’nin İstanbul ve Ankara şube müdürlüklerinde, SSK Fındıklı Emlak İnşaat Müdürlüğünde çalışarak 1987’de emekliye ayrıldı. Boşanmasının ardından ilk şiirlerini Varlık dergisinde yayımladı. 1966’da şair Cemal Süreya ile evlendi. On yıl evli kaldı. 1967’de Memo Emrah Seber adlı bir erkek çocukları oldu. Bir devlet memuru olarak kendi adıyla şiirlerini yayımlatmak istemediği için, Cemal Süreya’nın önerisiyle, Elif Sorgun ismini kullandı. Şiir ve yazılarını Kadıköy, Yelken, Papirüs, Türk Dili, Türkiye Yazıları, Yeni Edebiyat, Oluşum, Varlık, Kıyı , Düşlem ve maviADA(2002- 2014) dergilerinde yayımladı. 1966’da Yelken dergisini yönetti, Yeni İstanbul ve Cumhuriyet gazetelerinde sanat sayfası muhabirliği yaptı. Edebiyat Çalışmaları: İlkgençlik şiirlerini Gibi adlı kitapta topladı. Yelken, Papirüs, Türk Dili, Türkiye Yazıları, Yeni Edebiyat, maviADA(2002-2014) gibi dergilerde yayımlanan şiirlerini Acıben adıyla kitaplaştırdı. Cemal Süreya ile evli kaldığı dönemde yazmadı. Ayrıldıktan sonra yazdıklarını kitaplaştırdı. Süreya’nın ölümünden kısa süre sonra oğlu Memo’yu da kaybetti. Anılarını Yaşadığım Yıllar kitabında anlattı. Süreya’nın Onüç Günün Mektupları, Zühal Tekkanat’a yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Şiir kitapları ve derlemelerinin yanı sıra, çocukluğundan itibaren sahip olduğu hayvan sevgisini de kitaplaştırdığı denemelerinde dile getirdi. Yazar, bir söyleşide, şiire ilgisinin başlaması ve şiir anlayışının gelişimi hakkında şunları söylemiştir: "Çocukluğumda okul kütüphanelerinde başkandım. Milli bayramlarda şiirler okuturlardı. İlkokul üçüncü sınıfta ‘Kar’ şiirini yazdım. En büyük hedefim kitap okumak ve giderek yazmak oldu. Annem göçmen torunuydu, güzel türkü söylerdi. Babam askerde yazıcıydı. Ziya Paşa’nın şiirlerini daktilo etmiştir. Salah Birsel’e ezbere şiirler okurdu. Ben şiiri genler sayesinde mi yakaladım bilemiyorum ama şiirin kendisi bana gelirdi, kedi yavrusu sevilir gibi, şiirle oynamayı seviyorum. Yazdım, yazdım sakladım. Şiir benim gri giysilim, evimin çiçeğidir. Cemal Süreya etkilenmesi hiç olmadı bende. Onun şiiri bana göre değildi. Çoğunlukla aşkla ilgiliydi, benim ısrarım üzerine de sosyal yönü olan şiirlere de yöneldi. Şunu gönül rahatlığıyla söylemek isterim. İkinci Yeni şairleriyle çok oturdum ve onlardan beslendim. Beni en etkileyen şair, düşünceme ve içtenliğime uygun şair salt Edip Cansever’di." Tekkanat, 2003’te kurulan Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği’nin kurucularındandır. Buna karşın 10 yıl boyunca dernek yönetiminden uzak tutulmuş, 2013’te Seyyit Nezir başkanlığında oluşan yönetim kuruluyla birlikte dernekte ikinci başkan olarak görev yürütmüş, 2014’te yine Nezir’in önerisiyle Üvercinka Dergisi’ni kurmuştur (Kasım, 2014). Derginin ilk sayısından başlayarak her ay şiirlerini ve Aydınlık Günceler’i yayımlamıştır. Bir süredir basın yayın dünyasındaki düşmanca niyetli yazılarla yaralanmış olan Tekkanat, derginin Ağustos ve Eylül sayılarında Cemal Süreya’ya şikâyetlerini yazmış, Ekim ayındaki son Aydınlık Günceler’ini Ankara’dan, Aşağı Ayrancı’daki Cemal Süreya Parkı’ndan acılı izlenimlerle göndermişti. Yaşamından ayrıntılı kesitler, Aydan Ay’ın anıroman olarak kurguladığı Zühal ile Cemal’de yer aldı. Vefatı: Zühal Tekkanat, solunum yetmezliği nedeniyle tedavi gördüğü Ankara Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 27 Ekim Pazar günü saat 19.50’de, 81 yaşında hayata veda etti. Cenazesi İstanbul’a getirilerek Seferikoz Camii'nde, ikindi namazının ardından kılınan cenaze namazı sonrasında Kulaksız Mezarlığı'na oğlu Memo Emrah Seber'in yanına defnedildi. Zühal Tekkanat Cenaze namazını 16 kişi kıldı. Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği kurucularından, Türkiye Yazarlar Sendikası (bir süre Yönetim Kurulu), Edebiyatçılar Derneği ve Cumhuriyetçi Kadınlar Derneği üyesiydi. Zuhal TEKKANAT- Şenol YAZICI 28 Nisan 2013'de KADIKÖY'de düzenlenen "SANAT ve SİYASET" adlı panelden... * Cemal SÜREYA ve ZUHAL TEKKANAT ile ilgili DOSYA ÇALIŞMAMIZI okumak isterseniz buraya tıklayın. *"SANAT ve SİYASET" konulu paneli görmek isterseniz buraya tıklayın.

  • Annabel Lee

    Senelerce senelerce evveldi Bir deniz ülkesinde Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz İsmi; Annabel Lee Hiç birşey düşünmezdi sevilmekten Sevmekten başka beni O çocuk ben çocuk, memleketimiz O deniz ülkesiydi Sevdalı değil karasevdalıydık Ben ve Annabel Lee Göklerde uçan melekler Kıskanırlardı bizi Bir gün işte bu yüzden göze geldi O deniz ülkesinde Üşüdü bir rüzgarından bulutun Güzelim Annabel Lee Götürdüler el üstünde Koyup gittiler beni Mezarı oradadır şimdi O deniz ülkesinde Biz daha bahtiyardık meleklerden Onlar kıskanırdı bizi Evet! Bu yüzden 'Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi' Bir gece rüzgarından bulutun Üşüdü gitti Annabel Lee Sevdadan yana kim olursa olsun Yaşca başca ileri Geçemezlerdi bizi Ne yedi kat göklerdeki melekler Ne deniz dibi cinleri Hiç biri ayıramaz beni senden Güzelim Annabel Lee Ay gelir ışır, hayalin erişir Güzelim Annabel Lee Orda gecelerim uzanır beklerim Sevgilim sevgilim hayatım gelinim O azgın sahildeki Yattığın yerde seni... Çev. Melih Cevdet Anday Edgar Allan Poe Doğum : 19 Ocak 1809 Boston, Massachusetts ABD Ölüm 7 Ekim 1849 (40 yaşında) Baltimore, Maryland ABD Korku temalı öyküleriyle de tanınan POE'nun dünyaca ünlü Kuzgun, Annabel Lee gibi... şiirleri de vardır. Eureka adlı kitabının başlangıcında "bu kitabı, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum! " ile yaşadığı dünyanın çirkinliklerinden düşlere sığındığını belirten; yazdığı şiirlerle, hikayelerle protestosunu ilan eden yazar, şair, şiirlerinde hüzün ve isyan vardır. Aşağıda bazı şiirlerinden alıntılarla kendisini tanıyalım. "Başkaları gibi değildim çocukluktan beri, Görmedim başkalarının gördüğü gibi- Ortak bir pınardan almadım tutkularımı, Aynı kaynaktan almadım kederimi. Uyandıramadım yüreğimi sevince aynı seste Ve sevdiğim her şeyi yalnız sevdim." *** "Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının Haykırışları içinde duruyorum: Ve altın kum taneleri Tutuyorum avucumda- Ne kadar az! Ama nasıl da Süzülüyorlar parmaklarımın arasından derinlerine" *** Benim bir şiirim olmalı !’ dedi insan. Şiirden önce sevdan olmalı!’ dedi, kırlangıç… *** Siz duygularımın aşırı güçlü oluşunu, delilik zannediyorsunuz. *** “Mutluluk bilginin kendisinde değil bilginin edinilmesi sürecindedir.” *** Çoğunlukla şiir ve kısa öykü yazdı. Özellikle gizem ve makabr öyküleri ile tanınır. ABD'de ve Amerikan edebiyatında Romantizm akımının önemli figürlerinden biri olmasının yanı sıra ülkesinde kısa öykünün ilk yazarlarından sayılır. Genellikle polisiye türünün mucidi olarak kabul edilmesinin yanında ayrıca yeni ortaya çıkmakta olan bilimkurgu türüne de katkıda bulunduğu öne sürülür. Yaşamını yalnızca yazdıkları ile sürdürmeye çabalayan ilk tanınmış Amerikan yazarı olan Poe'nun yaşamı ve kariyeri ekonomik güçlükler içinde geçmiştir 1845 Ocak ayında yayımladığı Kuzgun şiiri ile büyük bir başarı kazandı. Şiirin yayımlanmasından iki yıl sonra eşi veremden öldü. Yıllar boyunca, sonradan The Stylus diye adlandırılan The Penn adını verdiği kendi dergisini yayımlamayı planlamıştı ama dergi basılamadan, Baltimore'da 7 Ekim 1849'da 40 yaşında öldü. Ölüm sebebi bilinmemekle birlikte hastalık, alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı, intihar veya diğer sebeplerden öldüğü ileri sürüldü. Edgar Allan Poe 'nun maviADA'da yayınlanan öteki yazılarını okumak isterseniz tıklayın Biyografi kaynak: Wikipedia.. Derleyen: Semihat Karadağlı

  • BİR CUMARTESİ

    Günlerden cumartesiydi, Migros’un kasap reyonuna uğradı, baktı. "O mu, şu mu, bu mu," derken akşamdan kafasına yazdığı somondan başka bir şeyin üstünde çok durmadı. Somon alacaktı, eşi somonun pişirmenin ustaydı. Somon parçalarını zeytinyağı, limon, karabiber, az da tuz ilave edip marine eder, pişirmeden evvel bir saat dolapta bekletir, sonra pişirirdi. Somondan önce patatesleri yuvarlak dilimler öyle kızartırdı. Hava sıcaktı, ağustos sıcağı, ağustos böceklerinin sesini kesmiş, sıcağın sesinden başka doğal hiçbir ses yoktur. Yeni açılan bulvardan geçen motorlu böceklerin sesi ortalığı almaktadır. Ara ara hoyrat motosiklet sürücülerinin motorlarının sesi, vahşi bir canavarın höykürmesini andırır. Sıcakta sesi soluğu çıkmayan ağustos böcekleri, hava serinleyinceye kadar kıpırtısız ölü gibi kovuklara, yaprakların altına gizlenir, sonra birlikte orkestrayı kurardı. Özer, somonu almış, deli sıcağın insanın beynini eritecek çılgınlığına, köy çocuğu olmanın dayanma gücüyle, bana mısın demez, Çamkıran Parkı’nın yeşilliğinde gözünü gönlünü bir güzel yıkar ve içini çeke çeke yakıcı güneşin altında eğitim enstitüsünün kumral saçlısına tarak olmuş parmaklarına baka baka evine doğru yürür. Kahvedeki okeyci, batakçı arkadaşları yolunu beklemektedir muhakkak! “Hadi hadi batağa, dördüncüyü bekliyoruz,” derlerdi. Batak oynamayı severdi Özer. Günün, hayatın monotonluğunu bununla atıyorum deyip teselli bulurdu. “Hadi, hadi elindekileri bırak gel, seni bekliyoruz, Selami senin yerine bakıyor, hadi çabuk çabuk!” Batak deyince dayanamaz, elinde ne iş olursa olsun, bırakırdı. “Geliyorum, Selami iyi oyna, ihaleye girme, batarsan çay paralarını sen ödersin, ona göre!” “Ayıp ettin Özer, senden ileri mi, senin için parayı köpek ederim ben!” “Yaşa gardaş, yağmasan da gürle!” “Ne gürlemesi, daha çok ayıp ettin şimdi!” “Boş boş konuşup durmayın hadi, çabuk ol sende; bekliyoruz!” Apartmanın girişine sakinler toplanmış, çocuklar bahçede top oynasın mı, oynamasın mı, yaman bir tartışmanın içine girmişler. Her kafadan bir ses çıkmakta, kimse kimsenin dediğini anlamıyor muhtemelen, haklılığını kabul ettirmek için sesini yükselmekte. Merhaba demeden, içinden söylene söylene geçti gitti yanlarından. Apartmanın giriş kapısını açmış, kendi iç muhasebesinin açmazı, çıkmazı ile asansöre binmişti bile. Eşi kapıda onu bekliyordu. “Al, ben kahveye gidiyorum, batak oynayacağım. Batak oynayınca içim açılıyor, rahatlıyorum. Sen ne yapacağını biliyorsun; bu işin ustasısın; haydi hoşça kal!” “Güle güle, çabuk gel; bekletme, karnım aç benim!” "Al eline bir parça ekmek, açlığını yatıştır, her aklımı sana mı vereyim!" Asansöre binmemiş, kapının kolundan tutmuş, tam açacakken, bina sallanmaya başladı. Önceki depremlerde yorulan bina, bakalım bu sarsıntıyı atlatabilecek miydi? Yapıldığı yılların inşaat yönetmeliği nasıl bir statik, nasıl bir inşaat mantığı ile yapılmış, kimse bilmez, muammadır. Sarsıntı devam etmektedir hala. Merdiven boşluğunda sıvalar düşmeye başlar, bina sallandıkça gacır gucur sesler, çıktıkça ölüm korkusu, insanların aklını başından alır, koca koca beton tablaların altında, can vermek çok kötüdür, fakat bağıra bağıra yardım gelmesini beklemek, bağıra çağıra, bir iş makinesinin kepçesinin karnını, beynini darmadağın etmesi, kurtarılmayı beklerken günlerce açlıktan, susuzluktan inleye inleye ölmesi… Sarsıntı devam ederken bunları düşünen insanda, akıl fikir kalır mı, bundan sonra, ondan sağlıklı bir davranış beklenir mi? Apartmanda olanlar, merdivenlere atmış kendilerini, bağrış çağrış birbirlerinin üstüne çıka çıka, bina dışına çıkmaya çalışmaktadır. Perlit sıvalar düşmüş, kırmızı tuğla duvarlar da tek tük yıkılmaya başlamıştır. Sarsıntı devam etmektedir, kırmızı tuğlalardan sonra kirişler, kolonlar da düşmeye, yıkılmaya başlamıştır. Sigorta emeklisi Emel Hanım, “Bir türlü baktıramadım sözüme, gel etme satalım, yeni binalardan alalım, dedim, burnunun doğrultusuna gitti; Allah akıl fikir versin!” Durmadan söyleniyordu, sarsıntı devam ederken. Şimdi kime satacağız, elimizde kaldı, aksi şeytan!” Özer Bey, her şeye duygusal bakan, evdeki eşyalarla bile duygusal bağ kuran, sulu gözlü biridir. Bir tarihte, balkonuna gelen muhabbet kuşunu yakalamış, ona bir kafes alıp üç yıl bakmış, dost olmuşlar, o ölünce de içini çeke çeke ağlamıştır. Özer, Türk filmlerindeki duygusal sahnelere, rol gereği olduğunu bildiği halde dayanamazdı. Sekiz katlı, bina gacır gucur sallanırken, depreme dayanıyor, sakinlerinin kaçıp kurtulması için, zaman tanıyor gibi yavaştan almaktadır. Aşağı indiklerinde sarsıntı durmuş, sekiz katlı bina sıva dökülmeleri, bir iki duvarın yıkılmasından başka, kolon çatlağı, kiriş patlağı olmamış, ayakta kalmıştır. Çevre binalarda hafif hasarlı, orta hasarlı olanlar olmuştur. Kim bilir, Kızılay Kan Merkezine doğru kaç bina yıkılmıştır. Sarsıntı geçmiş, acaba, soruları yanıtsız kalmış, kaç güzel insan ölmüştür, ah ah katil müteahhitler çalıp çırptıklarınız insan hayatından daha mı kıymetli? Emel Hanım’la, Özer Bey, dut ağacının yanında sımsıkı sarılmışlar, bir büyük depremden daha sağ salim çıkmanın buruk sevinci ile gözlerinden boşanan yaşları, ellerinin tersi ile silerken, sımsıkı sarılmışlar birbirlerine hayata sarılır gibi... Günlerden cumartesiydi, fakat bu cumartesiye bir doğum günü tesadüf edince doğum gününün aşkına, cumartesinin şanına uygun olsun deyip Migros’a doğru yürüdü. Yavaş yürümeyi bir türlü beceremezdi öteden beri. Yavaş yürüyüp çevrede ne var yok, dikkat etmek, gözlem yapmanın alfabesi iken, üç beş dakika anca sürerdi bu kararı. Hızlı yürüyordu, Bornova çayı üzerine kurulmuş demir köprüden geçti, yerel yönetimin çok geniş bir alana yaptığı Çamkıran Parkının yeşilliğine daldı bir an. Parkın içine gençler, çocuklar paten, kaykay yapsın diye yapılan parkur mahalle gençliğinin, uzak semtlerin, merkez ilçelerin, hatta Manisa’nın Turgutlu’nun gençlerinin uğrak yeri haline gelmiş. Parka dikilen cins cins meyvesiz ağaçlar, mühendislik kokan bir nizam içinde yerleştirilmiş. Parkın hemen karşısındaki lacivertli, kahverengili, sarılı binalar İzmir depreminde hasar görmüş, binaların kapıları, pencereleri hurda avcıları tarafından sökülmüş, kurbanı bekleyen kurbanlıklar gibi yıkılmayı bekliyordu. Deprem öncesinin gösterişli(!) yapıları iyi kötü anıyı beraberinde kötü beton esvabını, birim alanda olması gereken yetersiz demir adedi ile maliklerine mezar olmuştu. Çamkıran Pazar yerinden, Manavkuyu'ya Mansuroğlu, Ankara asfaltı çevresine, oradan Smyna’ya kadar epeyce bina yıkılmış, yüzlercesi ağır hasarlı yıkım beklemekte, güzel insanların anıları, aç gözlü müteahhitlerin hırsına kurban olup gitmişti.

  • Ziya Gökalp

    Çobanla Bülbül Çoban kaval çaldı, sordu bülbüle: “Sürülerin hani, ovan nerede? ” Bülbül sordu, boynu bükük bir güle: “Şarkılarım hani, yavrum nerede? ” Ağla çoban ağla. Ovan kalmadı. Göz yaşı dök bülbül, yuvan kalmadı. Çoban dedi: ”Ülkeler hep gitse de, Kopmaz bende Anadolu Ülkesi,” Bülbül dedi: ”Düşman Hased etse de İstanbul da şakıyacak Türk sesi” Çalış çoban, kurtar öz yurdunu. Şairlerden topla, bülbül bir ordu. Çoban dedi:”Edirne’den ta Van’a Erzurum’a kadar benim mülklerim.” Bülbül dedi:”İzmir,Maraş,Adana, İskenderun,Kerkük en saf Türklerim” Sarıl çoban,Sarıl.Mülkü bırakma. Yad elinde,bülbül,Türk’ü bırakma. Çoban dedi: Sürülerin hep kaçsa Benim sürüm var, kaçmaz, adı Türk ili. Bülbül dedi: “Şarkı ölsün, yok tasa; Türkülerim yaşar söyler halk dili. Yalvar çoban, yalvar. İlin kurtulsun. Dile haktan, bülbül, dilin kurtulsun. * Ziya Gökalp[1] (23 Mart 1876, Diyarbakır – 25 Ekim 1924, İstanbul), Türk yazar, toplumbilimci, şair ve siyasetçidir.[2] Meclis-i Mebûsan'da ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekilliği yapmıştır. "Türk milliyetçiliğinin babası" olarak anılır.[3] Yaşamı Ailesi 23 Mart 1876'da Çermik'te dünyaya gelen Gökalp'in, Kürt ya da Zaza olduğuna yönelik bilgiler vardır.[4][5][6][7][8] Babası, bazı kaynaklara göre aslen Suriye Türkmeni[9][10][11] olan Vilayet Evrak Memuru Tevfik Efendi[1] (1851–1890), annesi Pirinççizade ailesinden Zeliha Hanım[1] (1856–1923),[4] dayısı dönemin Diyarbakır belediye başkanı olan, 1895'teki Ermenilere yönelik saldırıların örgütleyicilerinden olan ünlü Hamidiye Alaylı Pirinççizade Arif Bey'dir.[12] 16. yüzyıla kadar Araplar ve Farslar egemenliğinde olan Diyarbakır sonradan Türk, Kürt ve Ermeni toplulukların millî çekişmeleri ile şekillenmiştir.[13] Sonraları, Kürt kökenli olduğu söylendiğinde, Gökalp, babası tarafından Türk ırkına sahip olduğundan emin olduğunu ama aslında bunun önemsiz olduğunu belirtmiştir. "Sosyolojik çalışmalarımdan öğrendim ki milliyet, eğitime dayalıdır" demiştir.[11][13] Ögrencilik yılları Eğitimine doğduğu yer olan Diyarbakır’da başladı. 1886’da Mektebi Rüştiye-i Askeriyye’ye (Askeri Ortaokul) girdi, özgürlük düşüncesini ilk defa bu okuldaki hocası Kolağası (Önyüzbaşı) İsmail Hakkı Bey aşıladı. Askeri rüştiyenin son sınıfında iken babasını kaybetti. 1890’da amcası Müderris Hacı Hasip Bey’den geleneksel İslâm ilimleri ile ilgili ders almaya başladı. Öğrenimine İstanbul’da devam etmek istediyse de bu imkânı bulamayınca 1891’de Diyarbakır’da İdadi Mülkiye’nin (Sivil Lise) ikinci sınıfına kaydoldu. Son sınıfta öğrenci iken beraberindekiler ile okul çıkışlarında mutat olan “Padişahım Çok Yaşa” yerine “Milletim Çok Yaşa” diye bağırmaları soruşturmaya uğradı. Bazı anlatımlarda bir grup yerine sadece Gökalp'in bağırdığı da belirtilmektedir.[14] O sırada okul süresinin beş yıldan yedi yıla çıkması üzerine 1894’te okuldan ayrıldı. Liseden ayrıldıktan sonra amcasından Arapça ve Farsça dersleri aldı. Tasavvufla ilgilendi. Fransızca öğrenmeye başladı. Diyarbakır’daki kolera salgını nedeniyle bu şehirde görevlendirilen Doktor Abdullah Cevdet Bey ile tanıştı, fikirlerinden etkilendi. Ekonomik sıkıntılar yüzünden öğrenimine devam etmek için İstanbul’a gidememesi, ailesinin evlenmesi için baskı yapması gibi nedenler 18 yaşındaki Mehmet Ziya’yı intihara sürükledi.[4] İntihar girişiminin sebebi olarak idadideki hocası Dr. Yorgi Efendi’den aldığı felsefe eğitimi ve ailesinin verdiği dini eğitim arasında yaşadığı çatışma da gösterilmektedir. Kafasına sıktığı kurşun, güç koşullar altında yapılan morfinsiz bir ameliyatla çıkarıldı. Ameliyatı gerçekleştiren Dr. Abdullah Cevdet Bey ve Diyarbakır’da bulunan genç bir Rus operatördü.[15] İntihar girişiminden sonra kendisini tekrar okumaya verdi. Özgürlüğe düşman olanlara çatan pek çok şiir yazdı. 1896'da, Erzincan Askerî Lisesi'nde öğrenci olan kardeşi Nihat sayesinde Harp Okulu öğrencileri ile birlikte İstanbul'a giden Gökalp, ücretsiz olduğu için Baytar Mektebi'ne kaydını yaptırdı. Buradaki öğrenimi sırasında ülkedeki özgürlük hareketine katılmış insanlarla tanışmak için gayret gösterdi; İbrahim Temo ve İshak Sükûti ile görüştü. Jön Türkler’den etkilendi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı. “Yasak yayınları okumak ve muhalif derneklere üye olmak” nedeniyle 1898’de tutuklandı. Bir yıl cezaevinde kaldı. Diyarbakır yılları Serbest bırakıldıktan sonra 1900'de Diyarbakır’a sürgüne gönderildi. Yüksek öğrenimini tamamlayamayan Mehmet Ziya’nın Diyarbakır’daki amcası ölmüş ve kızı Vecihe ile evlenmesini vasiyet etmişti. Amcasının vasiyetini yerine getirmiş ve Vecihe Hanım ile evliliğinden bir oğlu (Sedat), 3 kızı (Seniha, Hürriyet, Türkan) olmuştur. 1908'e kadar Diyarbakır'da küçük memuriyetler yaptı. Eşinin mal varlığıyla rahat bir yaşam sürdürürken el altından hürriyet çalışmalarını yürüttü. O dönemde bölgenin güvenliği için kurulan ve başında Kürt asıllı İbrahim Paşa'nın bulunduğu Hamidiye Alayları hırsızlık ve soygun olaylarına karışınca halkı örgütleyerek eyleme yöneltti. 3 gün boyunca Diyarbakır Telgrafhanesini işgal ederek buradan saraya İbrahim Paşa ve adamlarını cezalandırmaları için telgraflar çekmeye başladı. Doğu ile Batı arasındaki kilit bağlantı noktalarından olan Diyarbakır Telgrafhanesinin işgali işin içine Batılı devletlerin de karışmasına neden oldu. Onların da saraya yaptığı baskı neticesinde bölgeye bir araştırma heyeti gönderildi. Fakat bir süre için sinen İbrahim Paşa ve adamları daha sonra aynı kanunsuzluklara yeniden başlayınca Ziya Gökalp ve arkadaşlarının önderliğindeki halk bu sefer 11 gün süre ile telgrafhaneyi yeniden işgal ettiler. Bu direnişin sonunda İbrahim Paşa ve adamları bölgeden uzaklaştırılmıştır. 1904-1908 arasında Diyarbakır Gazetesi’nde şiir ve yazılarını yayımladı. İbrahim Paşa’nın halka yaptığı zulümleri "Şaki İbrahim Destanı" adlı yapıtında anlattı. II. Mesrutiyetten sonra II. Meşrutiyet’ten sonra İttihat ve Terakki'nin Diyarbakır şubesini kurdu ve temsilcisi oldu. "Peyman" gazetesini çıkardı. Mehmet Ziya, 1909'da Selânik'te toplanan İttihat ve Terakki Kongresi'ne Diyarbakır delegesi olarak katıldı ve örgütün Selanik’teki merkez yönetim kuruluna üye olarak seçildi. Selanik’te kalmayı sürdürerek çevresinde bir kültür hareketi yaratmaya çalıştı. Lise programlarına sosyal bilimler dersi koydurtarak bu disiplinin okullarımıza girmesini sağladı. İttihat ve Terakki Selanik Şubesi’ni gençlik işleri ile uğraşan kolunun başına geçen Ziya Bey, çevresindeki gençlere toplumbilim ve felsefe dersleri verdi. Tevfik Sedat, Demirtaş, Gökalp gibi takma adlar kullanarak Selanik’te yayımlanan bir felsefe dergisinde yazılar yazdı. Dünyadaki Türkleri birleştiren, güçlü bir Türk devleti kurulmasını tasarlayan Ziya Bey, bu ülküyü dile getirdiği Altun Destanı’nı 1911’de Genç Kalemler Dergisi’nde yayımladı. 1912'de Derneğin merkezi İstanbul’a taşınınca, Ziya Gökalp de İstanbul’a geldi, Cerrahpaşa semtine yerleşti. Mart ayında Ergani/Maden (Diyar-ı Bekir) mebusu olarak Meclis-i Mebûsan'a seçildi. Meclis dört ay sonra kapatılınca Edebiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Kurumda onun eğitimle ilgili görüşleri kabul gördü; Darülfünun ve Eğitim Fakültesi’nde ders programları, okutulacak kitaplar onun önerileri doğrultusunda kararlaştırıldı. 1913 ve 1914 yıllarında kendisine önerilen Maârif Nazırlığı (Millî Eğitim Bakanlığı) görevini kabul etmedi, üniversitedeki görevini sürdürdü. 1915’te İstanbul Üniversitesi’nin Felsefe bölümünde İctimâiyyât müderrisi (Sosyoloji öğretim görevlisi) olarak atandı. İstanbul Üniversitesi’ndeki ilk sosyoloji profesörü idi; üniversitelerimize toplumbilim (sosyoloji), onun sayesinde girdi. Düşüncelerini Türkçülük etrafında şekillendiren Mehmet Ziya Bey (Gökalp), İstanbul’a gelir gelmez Türk Ocağı'nın kurucuları arasında yer almıştı. Derneğin yayın organı "Türk Yurdu" başta olmak üzere Halka Doğru, İslâm Mecmuası, Millî Tetebbûlar Mecmuası, İktisadiyat Mecmuası, İçtimaiyat Mecmuası, Yeni Mecmua'da yazılar yazdı. Balkan Savaşı öncesinden I. Dünya Savaşı başlarına kadar Türk Yurdu dergisinin yönetim kurulunda kaldı, derginin her sayısına bir şiir bir de yazı verdi. Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak başlıklı yazı dizisinde önemli konular yer verdi. Sonraki yıllarda Yeni Mecmua’yı çıkardı. Ziya Gökalp, bir yandan da eser vermeyi sürdürüyordu. 1914’te "Kızıl Elma"; 1918’de ise Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak" adlı eseri ile "Yeni Hayat" isimli şiir kitabını yayımladı. Son yılları Ziya Gökalp'in II. Mahmud Türbesi haziresindeki anıt mezarı I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin yenilmesinden sonra tüm görevlerinden alındı. 1919'da üniversite içinde İngilizler tarafından tutuklandı; dört ay Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu kaldıktan sonra Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili işgal mahkemesi tarafından yargılandı. Mahkeme sürecinde soykırım iddialarını kesinlikle reddetmiş ve Mukatele (karşılıklı öldürme) tezini savunmuştur. Yargılama sonucu diğer İttihatçılarla birlikte Malta’ya sürgüne gönderilen Ziya Gökalp, orada arkadaşlarına toplumbilim ve felsefe dersleri verdi.[16] Malta sürgünlüğü döneminde ailesiyle yaptığı mektuplaşmalar daha sonra "Limni ve Malta Mektupları" adıyla kitaplaştırılmıştır; söz konusu kitap, Malta sürgünlerinin orada geçirdikleri hayat şartlarıyla ilgili elimizdeki tek eserdir. Ziya Gökalp, 2 yıllık sürgün döneminden sonra İstanbul’a döndüğünde üniversitede ders vermeye devam etmek istediyse de bu isteği kabul edilmedi. Bir ay kadar Ankara’da yaşadıktan sonra ailesiyle Diyarbakır'a gitti, Ahmet Ağaoğlu’nun desteğiyle Küçük Mecmua'yı çıkardı, yazılarıyla Kurtuluş Savaşı’nı destekledi. 1923'te Maarif Vekaleti Telif ve Tercüme Heyeti Başkanlığı'na atandı, Ankara'ya gitti. Aynı yıl Türkçülüğün Esasları isimli ünlü eserini yayımladı. Ağustos’ta İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Atatürk tarafından Diyarbakır mebusu olarak seçildi. Ankara’ya yerleşen Ziya Gökalp, kültürel ve düşünsel çalışmalarına hiç ara vermedi; dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilip yayımlanması ile uğraştı. 1924'te kısa süren bir hastalığın ardından dinlenmek için gittiği İstanbul'da 25 Ekim 1924 günü hayatını kaybetti. Divanyolu'ndaki II. Mahmud Türbesi hazîresine defnedildi. Görüşleri Osmanlı Devleti'nin parçalanma sürecinde yeni bir ulusal kimlik arayışına girdi. Düşüncesinin temelinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlâkî ve kültürel değerleriyle, Batı'dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabası yatıyordu. Bu sebepten zaman zaman batı edebiyatı ve düşüncesinin tesirinde kalmıştır.[17] "Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak" diye özetlediği bu yaklaşımın kültürel öğesi Türkçülük, ahlâkî öğesi de İslâmdı. Uluslararası kültürün yapıcı öğesinin ulusal kültürler olduğunu savundu. Saray edebiyatının karşısına halk edebiyatını koydu. Batı'nın teknolojik ve bilimsel gelişmesini sağlayan pozitif bilim anlayışını benimsedi. Dini, toplumsal birliğin sağlanmasında yardımcı bir öğe olarak değerlendirdi. Toplumsal modeli, Emile Durkheim'in teorik temellerini kurduğu "dayanışmacılık" temelinde şekillendi. Bireyi temel alan liberalizmin ve kapitalist toplumun sınıf mücadelesiyle yıkılarak sınıfsız toplumun kurulmasını hedefleyen Marksizm'e karşı; sınıfsal ayrımları değil mesleki ayrımları gören, mesleki örgütleri temel toplum birimi olarak kabul eden, meslek örgütlerinin dayanışmasıyla toplumsal huzurun kurulabileceğini savunan solidarizmde karar kıldı. Toplumsal ve siyasi görüşlerini anlattığı sayısız makale yazdı. "Türkçülük" düşüncesini sistemleştirdi. Milli edebiyatın kurulması ve gelişmesinde önemli rol oynadı. Ziya Gökalp önce Turancılık sonrasında Oğuzculuk daha sonra ise Türkiye Türkçülüğü fikirlerinin destekçisidir. Mustafa Kemal Atatürk kendisinden "Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin Namık Kemal, fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir" diyerek söz etmiş, fikirlerini, milliyetçi düşüncesini benimsediğini belirtmiştir.[18] KAYNAK : Vikipedi

  • PERİLİ KÖŞK

    Emirgan... Boğaz'ın en güzel köşelerinden biri... Çocukluğumuzun her yaz mutlaka bir kere görülmesi gereken bu cennet köşesine gidebilmek için sabah erkenden düşerdik yollara, önce Beyazıt'tan Eminönü'ne gelir oradan da Emirgan otobüsüne binerdik. Eskiden öyle "duble" yollarımız filan yoktu, hele denizin içine yapılmış "kazıklı yollarımız" hiç yoktu. Boğaz'ın o daracık, yılan kavi yollarında şoför gaza bastıkça biz de korkudan hayali frenlerimize basardık. Yüreğimiz ağzımızda, ha şimdi bir yalının yatak odasına girdik ha gireceğiz, derken vasıl olurduk Emirgan'a. Çınaraltı'nda oturup çaylarımızı içerken Emirgan Cami'sinden yükselen ezan sesleri eşliğinde yaprak hışırtılarını ve denizin sesini dinlerdik... O günlerden bu güne köprülerin altından çok sular aktı, bizler büyüdük ve kirlendi, katledildi İstanbul... Ama hâlâ görmesini bilen gözlere sunduğu güzellikleri var bu koca şehrin. İstanbul Boğazı; yalıları, köşkleriyle bir başka güzeldir. Karşılıklı iki kıyıya bir dantel gibi dizilmiş bu tarihi binaların her birinin de ilginç öyküleri vardır. Dilden dile dolaşan, bire bin katılarak anlatılan öyküler, o binaların gizemine gizem katar. İşte o öykülerden biri de şimdilerde Borusan Holdingin faaliyetlerini sürdürdüğü Yusuf Ziya Paşa Köşkü ya da halk arasındaki adıyla Perili Köşk. Bu köşkün öyküsü, geçtiğimiz yüzyılın başına uzanmakta, inşasına çok zengin bir tüccar olan Yusuf Ziya Paşa tarafından başlanmış. İnşaata ilk çivi 1910 yılında çakılsa da köşkün istenildiği gibi bitirilmesi mümkün olmamış. Rivayete göre, Yusuf Ziya Paşa, kendinden hayli genç ve çok güzel bir kıza aşık olur. Kızla evlenmek için yanıp tutuşan paşa, tüm servetini onun ayaklarına sermeye hazırdır ama kız bir türlü yanaşmaz bu evliliğe. Yaptıracağı görkemli köşkle kızı ikna edeceğine inanan paşa, sonunda amacına ulaşır ve kızla evlenirler. Ama paşanın işi hiç de kolay değildir, çünkü güzelliği dillere destan olan kızın büyüsüne kapılan pek çok genç, hâlâ onun peşinde koşturmayı, köşkün önünden geçmeyi sürdürmektedir. Genç ve güzel eşini çok kıskanan ve kaybetmekten korkan Yusuf Ziya, sonunda genç eşini kimse görmesin diye Rumeli Hisarı’nda yaptırdığı bu köşkün üst katına kapatır ve onun başkalarıyla görüşmesini engellemek için de inşaatı tamamlatmaz, merdivenlerini bile yaptırmaz kuleli köşkün. Ancak köşkün önünden geçenler iç geçirmeye devam ederler. Bu yüzden köşkün adı da içinde peri gibi güzel bir kız yaşadığı için kısa süre içinde Perili Köşk’e çıkar. Büyük bir tüccar olan Yusuf Ziya Paşa’nın işleri Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bozulur. İflasın eşiğindeki paşa, bir yandan da çılgınca sevdiği ve kıskandığı genç eşini etraftan korumak için büyük çaba harcamaktadır. Sonunda onu da yanına alarak İstanbul’u ve köşkü terk edip Mısır’a yerleşir. Fakat takıntı haline gelen aşkın acıları Mısır’da da dinmek bilmez. Yusuf Ziya Paşa sonunda çektiği sıkıntı ve acılara dayanamayıp ölür. Ancak öldükten sonra bile uğruna çıldırdığı kızdan vazgeçmez. Mezar taşının, genç karısını hapsettiği kulenin taşlarından yapılmasını vasiyet eder. Neredeyse yüz yıl sonra yapımı tamamlanan Perili Köşk'ün yenileme çalışmaları esnasında da ilginç gelişmeler yaşanır. Köşkün gerçek hikayesi zamanla unutulur ve buraya peri kadar güzel bir kız yüzünden Perili Köşk dendiği hafızalardan silinir. Bunun yerine Yusuf Ziya’nın ruhunun, bazı geceler köşkü ziyaret ettiği ve odalarda dolaştığı ya da Rapunzel misali köşkün kulesine kapatılan genç ve güzel kızın hayaletinin hâlâ köşkte, özellikle kulede gezindiği yönündeki söylentiler kulaktan kulağa yayılır. Bu yüzden, yenileme çalışmaları sırasında inşaatta çalıştırılacak işçi bulmakta bile zorlanılır. Mısır ve Türkiye’de bulunan 40’ı aşkın varisten satın alınan Perili Köşk’ün yeniden yapımı, 1995-2000 yıllarında mimar Hakan Kıran tarafından gerçekleştirilir. Perili Köşk, Anıtlar Kurulu’nun kararıyla aslına uygun şekilde yeniden yapılmak üzere yıkılır. Bu sırada kaya zeminin altında sonradan toprakla doldurulmuş 3 kata rastlanır. O zaman dışarıdan 6 kat olarak görülen bina yine kurulun onayıyla, ilk hali esas alınıp dokuz kat olarak yeniden planlanır. Beş yıl süren yenileme çalışmaları sonunda 2002 yılında Perili Köşk'ü 25 yıllığına kiralayan Borusan Holding binayı bugünkü görünümüne kavuşturur. Borusan koleksiyonunda bulunan sanat eserleri Perili Köşk’e taşınır. Şimdilerde hafta içi holdingin ofis binası olan köşk, hafta sonları ise müze olarak hizmet veriyor. Eğer sizin de yolunuz Rumelihisarı ya da Emirgan taraflarına düşerse bu görkemli ve gizemli binayı mutlaka ziyaret ediniz. Şimdilerde köşkte periler yok, ama birbirinden güzel çağdaş sanat eserlerinin sergilendiği bir müze var.

  • KAZA DEĞİL, CİNAYET

    Geçen hafta Bartın’ın Amasra ilçesinde Türkiye Taşkömürü Maden işletmesine ait bir madende patlamada 41 maden işçisi hayatını kaybetti; 11 işçi de yaralandı. Patlamada yaralanan 11 işçinin tedavisinin devam ettiği bilgileri paylaşıldı. Bu korkunç patlamada 58 işçi de sağ olarak kurtarıldı. Patlamanın sebebi araştırılırken uzman çevreler, patlamanın metan gazının yoğunlaşmasına bağlı bir grizu patlaması olabileceği tahminlerinde bulunmaktalar. Bu yürek yakan haberi aldığımızda Cumhuriyet tarihinin en çok ölümlü maden faciası olan Soma maden faciası hemen aklımıza geldi. Soma’da yerin altında 301 maden işçimiz diri diri yanarak hayatını kaybetmişti. 17 Ekim 2022 tarihli BBC Türk News’in haberine göre "taksirle ölüme ve yaralamaya sebebiyet vermekten" yargılanan 51 sanıktan hiç birinin tutuklanmadığı bildirilmektedir. Gazete haberinde: “Davanın dördüncü duruşması Haziran 2021'de görüldü. Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi, tutuksuz yargılanan Soma Kömür İşletmeleri A.Ş Yönetim Kurulu Başkanı Can Gürkan'a "bilinçli taksirle öldürme ve yaralamaya neden olma" suçundan 20 yıl; maden mühendisleri Efkan Kurt ile Adem Osmanoğlu'na 12'şer yıl 6'şar ay hapis cezası verdi.” Ancak “Sanıklar tutuklanmadı.” açıklaması yer almaktadır. 301 maden işçisin ölümüne sebep olanlar eli kolunu sallayarak dolaşıyorlar. Bundan cesaret alan diğer madenlerin yöneticileri sizce ölümlere karşı gerekli tüm tedbirleri alır mı? Amasra’da alınmadığını yine acı bir sonla tüm dünya gördü. 1941 yılında bu güne maden facialarında 3000 madencimiz hayatını kaybettiğini araştırmalarımızdan öğreniyoruz. Dev Maden Sen’in bu yöndeki açıklamasında bilinen bu acı kayıplardan 2030’unun son yirmi yılda gerçekleştiğinden bahsedilmektedir. Sendikanın açıklamasında: “Kayıt altına alınabilen verilere göre geçtiğimiz son 20 yılda 2030 madenci işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri uygulanmadığı ve gerekli denetimler yapılmadığı için yaşamını yitirdi. Binlerce maden işçisi meslek hastalığı ve iş cinayetlerinde sağlığını, organlarını, işini ve geleceğini kaybetti.” denmektedir. Türkiye’de ölümle sonuçlanan en çok vaka madenlerde yaşanmaktadır. Bu durumun başlıca sebepleri 2012 de çıkan iş güvenliği yasasına rağmen gerekli tedbirlerin alınmaması, denetimsizlik ve liyakatsiz görevlendirmeler ve sucu sabit olanların cezalandırılmamasıdır. Dünyanın en büyük kömür üreticilerinden ikisi Çin ve ABD’dir. Bu ülkelerdeki maden faaliyetlerine göz attığımızda ülkemizdeki büyük ihmal gözler önüne serilmektedir: “Çin'de, 2008 yılında 100 milyon ton başına 127 kişi hayatını kaybederken, bu sayı 2013 yılında 37'ye düşmüştür. Amerika Birleşik Devletleri'nde de, 100 milyon ton üretim başına 1 ile 6 kişi yaşamını yitirmiştir. Türkiye'de ise 2000 yılında 100 milyon ton başına 710 kişi hayatını kaybederken, 2008 yılına gelindiğinde bu sayı 722'ye çıkmıştır.” İş kazaları, insan yaşamına önem veren tüm tedbirler alındığında çok büyük oranda önlenebilir kazalar olarak bilinir. Erken uyarı sistemleri, zararlı gazları seyretme sistemleri, oksijen odaları, gerekli ekipman ve yedeklenen donanım malzemeleri gibi hayati önlemler için teknoloji gerekenleri çalışma hayatına sunuyor. Bizim maden işçilerimize bunlar neden çok görülür? İşçi hayatı neden önemsenmez? Hepimizin bunu sorgulaması gerekir. Gerek Avrupa İklim Eylem Ağı raporuna göre gerekse Dev Maden Sen’in açıklamalarına göre: ”Türkiye'de 2003-2009 yılları arasında madencilik iş kolunda çalışan işçilerin ortalama yüzde 67’si sendikalara üye iken 2013-2020 yılları arasında sendikalılık ortalaması yüzde 19’a geriledi.” Bu da işçilerin örgütsüz olmalarına, birçok haklarından mahrum çalışmasına, işyerlerindeki tehlike ve riske karşı seslerini duyuramamalarına sebep olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Maden ocaklarında çalışmak, insan sağlığı için ayrınca tehlikeler arz etmektedir. Maden ocaklarında yoğun olarak rastlanan metan gazı, karbon monoksit, hidrojen sülfür ve oksijen kıtlığı erken yaşlarda kanser başta olmak üzere birçok solunun, alerjik ve deri hastalıklarına yakalanmaya sebep olmaktadır. CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, Twitter hesabı üzerinden Sayıştay’ın 2019 TTK’nın Bartın Amasra raporunu paylaşarak kurumun grizu patlamasına karşı uyardığını yazdı. Sayıştay raporunda, “üretim derinliği -300 metreye ulaştığı için çalışılan damarlarda gaz içeriklerinin yüksek olduğu, ani gaz degajı ve grizu patlama riskinin arttığı uyarısı yer alıyor. Deniz Yavuzyılmaz’ın paylaştığı raporda şunlar yazıyor: “2019 yılında müessesenin dengelenmiş üretim derinliği -300 metre olmuştur. Bu derinleşme, ani gaz degajı ve grizu patlaması gibi ciddi kaza risklerinin artmasına neden olmaktadır. Çalışılan damarların tamamında gaz içeriklerinin yüksek olduğu, dolayısıyla degaj kapasitelerinin de yüksek olduğu, arıza zonlarında riskin daha da arttığı bilinmektedir. Bu neden müessese ocaklarında ilgili mevzuat hükümlerinin yanı sıra ‘Kurum Degaj Yönergesi’ hükümlerinin titizlikle uygulanması gerekmektedir.” Sayıştay raporuna, iş güvenliği yasasına rağmen alınmayan tedbirler, denetimsizlik, liyakate uygun olmayan görevlendirmeler ve cezasızlık sonbaharda ağaçların düşen yaprakları gibi 41 işçi yerin derinliklerine düşerek hayatını kaybetmiştir. “ Güneşi görmek için karanlığı kazıyoruz”, diyen sadece 41 can karanlığa gömülüp ölmedi. 41 ailenin ocağı söndü. 41 ailede annelerin, babaların ve çocukların gözyaşları simsiyah aktı. 41 yoksul, güvencesiz işçi, ihmallerin ölüm getireceğini bile bile yeraltına indi. Çünkü onlara göre yukardaki hayat ‘ölümden beterdi. “Aşağıda ölüm var, yukarıda açlık. Aşağıdaki ölüm olasılık, yukarıdaki açlık kesin" diyen Zonguldaklı bir madencinin sözü, ülkemizdeki yoksulların ve emeği ile geçinenlerin hayatına ne denli kast edildiğinin isyanıdır aslında. Gözyaşları diner mi? Dinerse ne zaman diner bilemeyiz. Nazım’ın dediği gibi ” ölümün âdil olması için hayatın âdil olması lâzım” Ancak adil bir hayat gözyaşlarını inceltebilir. Ateş düştüğü yeri yakıyor hep. Ölümler, ne fıtrat ne de kaderdir. Ölümler, kar hırsı ve ranta doymayan açgözlülüktendir. Alın terini içen işçilerin ve yoksulların ölümü, adaletsiz ve vicdansız bir sistemin içyüzüdür. İzleyen hepimiz de bir şekilde işlenen suçların ortakları değil miyiz?

  • Stephane Mallarme

    Deniz Meltemi * Hayır yok tenden artık; hatmedildi kitaplar. Ah! Bi kaçsam! Bilirim, o mest kuşlara diyar, Bir akl'almaz köpükle göklerin arasında. Bir şey tutamaz gayrı, gözlerin aynasında Yanan bahçeler bile, bu deniz kokan gönlü; Tutamaz ne geceler, ne duran o hüzünlü Boş kâğıtlar üstüne eğilmiş kandil öyle; Tutamaz o çocuğunu emziren taze bile, Gidiyoruz! Kalk, gemi! Yalpanı vur şöyle bir, Ve sonra al bir günâ aleme doğru demir! Ümitten onca çekmiş sıkıntı şimdi, dersin, Hayır duasına mı kanmakta mendillerin? Belki de bu direkler, fırtınalara davet, Nâçar bir gün yığılır güverteye... Ne imdat, Ne görünürde ada ve ne kürek ne yelken; Ama sen geçme gine gemici türküsünden! * Çeviri: Can Yücel Stephane Mallarme Deniz Meltemi * Ten bitirdi hazlarını, tükendi kitap; Kaçsam, kaçsam uzaklara... Üstümde mehtap; Sanıyorum en güzeli mestoluşların Gökle engin arasında uçan kuşların. Kim tutacak denizlere bağlı bu gönlü? Ne gözlere gülümseyen bahçenin gülü, Ne sütbeyaz kâğıtlara aksi lambanın Ne dizinde yavrusunu emziren kadın. Gideceğim, güzel gemi haydi demir al, O ellere yelken aç ki sanılır masal... Bir üzüntü, küskün ama umutlarına İnanıyor mendillerin elvedasına. Belki deli rüzgârlara uyan direkler Karayelde bir kazaya baş eğecekler Ve görünmez olacaklar... Denizler derin Gönül, dinle türküsünü gemicilerin... Çeviri: Kemalettin Kamu Stephane Mallarme Deniz Meltemi Bütün hazları tattım, kitapları okudum, Ah, kandırmadı; kaçmak, kurtulmak istiyorum. Bir başka köpükle gök arasında kuşlar Orada şimdi kim bilir ne kadar sarhoşlar? Deniz çekiyor, deniz, kim tutabilir beni? Gözlerde aksi yanan o eski bahçeler mi? Geceler! Mahzun ışığı mı yoksa lambanın Beyaz kâğıda vurur, korkar dokunamazsın; Ne o; ne de çocuğuna meme veren taze; Gideceğim, ey gemi, bilinmedik ellere. Demir al, sallayarak direklerini. Sızlar Yürek ümitle, ama sonra her şeyi anlar. Belki de fırtınaları çağıran direkler, Şu anda rüzgârla gelecek ölümü bekler, O zaman ne yelken, ne de ümit... ama sen yine Kalbim, gemicilerin şarkılarını dinle Çeviri: Orhan Veli Kanık Stephane Mallarme Stéphane Mallarmé (18 Mart 1842, Paris - 9 Eylül 1898, Vulaines-sur-Seine), Fransız şair. Sembolizm akımının öncülerinden Fransız şair Stéphane Mallarmé, 18 Mart 1842'de Paris'te doğdu, 9 Eylül 1898'de Paris yakınlarındaki Valvins'de yaşamını yitirdi. Ortaöğrenimini yatılı olarak Sens Lisesi'nde yaptı. Edgar Allen Poe'yu anlamak için İngilizce öğrendi. 1863'te İngiltere'ye gitti ve İngilizce öğretimi dalında yeterlik belgesi aldı. Fransa'ya döndükten sonra Tournon Koleji'nde öğretmenliğe başladı. Bir süre Besançon ve Avignon'da yaşamını sürdürdüyse de 1871'de Paris'e döndü, 1895'te öğretmenlikten emekli oldu. 1880 yılından sonra Paris'te Roma Sokağı'ndaki evinde düzenlediği 'Salı Toplantıları' ile yaygın üne kavuştu. Yapıtlarında seçkin ve karmaşık anlatımı kullanan Mallarmé, şiirin gizem dolu olması gerektiğini savundu. Şiirlerini Art Libre'de yayımladı. Bir ara La Dernière Mode adlı dergi çıkardı. Paul Verlaine'in ölümünden sonra "şairler prensi" olarak anılan kapalı şiirin ustası Stéphane Mallarmé'yi Sartre, Fransız şairlerin en büyüğü olarak nitelemiştir. 19. yüzyıl Fransız şiirinde sembolizmin öncülerindendir. Mallarmé'ye göre kapalılık ve anlaşılmazlık şiirin özüdür. "Eski Tanrılar", "Saçmalar", "Koşuklar", ve "Düzyazılar" gibi yapıtları vardır.

  • İki Ev

    Uğur ÖZIŞIK * 500 yıl önce Montaigne, "yalnız kalacağınız bir yeriniz olmalı " der; zaman ortaçağ, çoğu insanın ailecek içinde barınacakları bir mağara bile bulamadıkları gün... Daha yakın zamanda aynı şeyi Virginia Woolf'da öğütler bütün kadınlara: "Bir odanız olsun..." Kadının adı yokken bir oda... Benim de ne zamanda, hangi ülkede, nasıl koşullarda yaşadığımı düşünmeden sanki kolaymış gibi bir önermem var: İki ayrı yerde, biri sahilin birinde, diğeri büyük bir şehirde iki evi olmalı insanın. Yıllarca önce bir kitapta okumuştum. Yazar emeklilik özlemini anlatıyordu. “Bir tatil kasabasına yerleşip, ömrümün sonuna kadar tatil yapacağım.” Bu cümle aklımda kaldı ve zaman içinde bu sözü ilke edinerek emeklilik kararımı vermek üzereyken 2016 Temmuz ayında Ayvalık’a geldim. Bu kasabayı seçişim eşimin tavsiyesiyle oldu. Pek çok yer gezmiş olsam da hiç Ayvalık’a gelmemiştim. Gelişimizin beşinci gününde yeni tanıştığımız Ufuk beyin pizzacısında balık ekmek yerken söz "Ayvalık'ta nasıl ev alabilirize..." geldi. Kendisinin tanıdığı bir arkadaşını önerdi ve ertesi gün onunla buluştuk. Her şey çok çabuk gelişti ve biz tatilimizin 5. Gününde şu anda yaşadığımız yeni yapılmış evi aldık. Yurt dışında uzun yıllardır yaşıyordum ve henüz işime son vermemiştim. İznimin sonunda işlerimi yoluna koymak üzere New York’a döndüm. İki buçuk ay içinde 35 yıl yaşadığım gençliğimin ve en güzel günlerimin geçtiği o “uyumayan şehiri" ve iki oğlumu orada bırakarak aklımdaki o “sözü” gerçekleştirmek için yurduma döndüm. Yurt dışında yaşarken, ruhumu memlekette bıraktım, bedenimi burada gezdiriyorum, derdim. Artık ruhumla bedenim buluşacaktı. Evim, annem, kardeşim ve çocukluk arkadaşlarım Ankara'daydı. Yeni aldığım aracıma pek çok eşya doldurarak Ankara'dan Ayvalık'taki evimize geldik yerleştik. Ayvalık'ta kimseyi tanımıyordum. Her sabah hiç bırakmadığım sabah yürüyüşleriyle yaşadığım yeri tanımaya çalışıyordum. Her sabah en az iki saat yürüyerek dağ – tepe Ayvalık'ı gezdim. Sonunda sahilde yürümeye başladım ve bana Ayvalık'ı sevdiren arkadaşlarımla tanıştım. Dostluğumuz ve beraberliğimiz zamanla pekişti. Birlikte çok güzel zamanlar geçirdik. Dünyayı da etkisine alan pandemi illeti pek çok problemlerle beraber, ki bunların en önemlisi olgun yaşlarımızın en değerli iki yılını aldı götürdü. Yasaklarla beraber can sıkıntıları da başladı ve kısmen de devam ediyor. İnsan keyifle zaman geçirirken pek fark etmediğini kendinle başbaşa kalınca düşünüyor. Önce yaşadığın kasabanın yetmezlikleriyle karşılaşıyorsun. Sonra alıştığın düzeni özlüyorsun, git git bitmeyen şehrini, bir zamanlar varlıklarından türlü nedenlerle bunaldığın sayısız arkadaşın bir sevgili gibi burnunda tütüyor, sonra yaşadığın yere bakıp bu kadar mıydı bu şehir, diyorsun. Bunda o şehrin kusuru yok bilmez değilim, nasıl olsun ki taş çatlasa 15 bin kişiye yeter bir kasabayken, biz, dışardan gelenlerin talepleriyle fil yapmaya uğraştığımız bir sayfiye burası; ne kadar beslersen besle kurbağadan fil olmuyor usta, ancak çatlar, diyemiyorsun, olmalı diyorsun. Olmayınca da sokağı çok özleyen çocuklar gibi, ne var ki biraz gitsem, sonra gene gelsem ... olmaz mı, halin... Yaşadığımız zamanda sağlıklı kalmak ve stres atmak için sabah yürüyüşleri düzenli yaptığımız ve sürdürdüğümüz bir güzel alışkanlık. Ama o kadar... Sabah yürüyüşleriyle spor, sohbet yapıp eve döndüğümüzde o günü bitirmiş gibi hissediyoruz. Aramıza sonradan katılan Şenol Yazıcı, "...Desenize siz günü öğlede bitiriyorsunuz," derken neyi kastettiğini buradan anlamak mümkün. Dışarıda yapacağın bir iş yoksa Sarı Zeybek tesislerinde çay içip bir arkadaşını bekleyerek vakit geçirmeyi umuyorsun, tabi eğer arkadaşın gelirse... Gün böyle olunca ya akşam?.. İnsan hayattan beslenir; gördüklerinden, farklılıktan, zorluktan, sevinçten, insandan... ama hayattan; o açlıkla kemirecek, eskitecek ilişki arar olursun. Bu kadar düzenli, köşeleri belli, planlı bir hayat fazla geldi demek... Eğlenirken pek akla gelmeyen bu tekdüzelik düşüncelerimin sentesini bozdu etkiledi desem yalan olmaz. Yaşamı büyük şehirde geçmiş, kalanını bir sahil kasabasında geçirme düşü böyle zamanlarda başka boyutlarda kendini gösteriyor. Her gün aynı şeyleri yaparak değerli zamanlarımızı ziyan ettiğimizi fark ettim. Yazlık ve kışlık yaşantısını düşünmeye başladım. Ankara'daki evimi üzerinde çok düşünmeden sattığıma pişman oldum. Şimdi olsaydı ne güzel olurdu. Bir büyük şehire kaçıp kalabalığa karışmayı, şehirde kaybolmayı özlemişim, Zaman zaman farklı bir yere kaçış, tekdüze hayata, size, çevrenizdekilere, bazı sıkıntılara iyi gelmez miydi? Demezler mi ki tebdili mekanda rehavet vardır. Düşünüyorum da Ankara'daki evim duruyor olsaydı, kimbilir, oradan bakınca Ayvalık'a, buradan bakınca Ankara'ya dönüşler ne kadar anlamlı ve güzel görünecekti? Nasıl bir heyecandır yol, bilen bilir. Wirgina Wolf der ya "bir küçük oda", o kişisel bir düş, benimki ise biraz daha büyük; iki ayrı ev... çok mu? Hiç de değil, insan güzel şeylere layıktır demezler mi? Bir sahil kasabasında emeklilik hayali kuran arkadaşlara tavsiyemdir; bir sahi kasabasında yaşam sürdürmek resmi ne kadar güzel gözükse de, şehirde olan evinizi elinizden çıkarmayın, geliriniz müsaitse kış aylarını her türlü olanağı olan bir büyük şehirde geçirin. Ama candan arkadaşlarınız da olan bir büyük şehir olsun. Hiç bir yararı olmazsa bile ruhunuz daha geç eskiyecektir. Nasıl ütopya ama, artık birinin, hele sabit gelirlilerin tek ev sahibi olması olanaklıymış gibi ... iki ev? Bizim ki muhabbet, Hem kara gün kararıp kalmaz ya... Umalım her şey gönlümüzce olur. Mevlüt Asar’in Pandemi öncesi günlerimizi anımsatan bir Ayvalık şiiriyle yazımı bitireyim. AYVALIKTA AKŞAM Mevlüt ASAR * Mağrur ve telaşsız Batarken güneş Mor dağlarında Midilli’nin Okşar saçlarımızı Kazdağı’ndan esen Yumuşak bir yel Zeytinlerin gümüşi rengi Martıların telaşlı sesleri Karışır lacivertine Ege’nin “Kalispera komsu” diye Seslenir Dimitri Karşı yakadan Şarabi bir akşam iner Dar sokaklarına Ayvalık’ın Artar yavaş yavaş havadaki Anasonlu balık kokusu Rebetikolar yükselir Cunda kıyılarından Hüzün dolar kadehler Sevgiyle güleryüzle * Ayvalık, 19 Ekim 2022

  • Ahmet Taner Kışlalı

    Ahmet Taner Kışlalı (10 Temmuz 1939 – 21 Ekim 1999), Türk siyaset bilimci, siyasetçi (eski bakan), yazar ve öğretim üyesi. Yaşamı Babası Ziraat Bankası veznedarı Hüseyin Hüsnü Bey, annesi Kilis Kemaliye İlkokulu öğretmeni Lütfiye Hanım'dır. Abisi Mehmet Ali Kışlalı, kuzenleri ise Hıncal Uluç ve Öcal Uluç'tur. 1951 yılında Kilis Kemaliye İlkokulu'nu bitirdikten sonra, Kilis Ortaokulu’nu ve 1957 yılında Kabataş Erkek Lisesi'ni bitirdi. Kabataş Erkek Lisesi'nden sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni kazandı. Okurken bir yandan da Yeni Gün'de spor muhabirliği yaptı. 1962-1963 yılları arasında Yenigün gazetesinde yazı işleri müdürlüğü de yaptı. Paris Üniversitesi'nde anayasa hukuku ve siyaset bilimi dalında Modern Türkiye'de Siyasi Güçler başlıklı doktorasını yaptı. 1968 yılında Fransa'da tanıştığı Bordeaux'lu (Bordo) Nicole (Nilgün Kışlalı) ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı (Altınay ve Dolunay) oldu. Hacettepe Üniversitesi'nde siyaset sosyolojisi alanında öğretim üyeliğine başladı. Askerlik dönüşü üniversiteye kabul edilmedi. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne geçti. 1972 yılında doçent oldu. Siyasi olarak demokratik sosyalizm görüşünü benimsemektedir.[1][2] 1971-1977 yılları arasında Yankı dergisi'nde yazdığı yazılarla CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in dikkatini çekti. olarak 1977 yılında CHP listesinden İzmir milletvekili seçildi. 1978 yılında Bülent Ecevit hükûmetinde kültür bakanı olarak görev yaptı. Kültür Bakanlığı'nca Ulusal Kültür dergisini yayımlattı. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde siyaset bilimi dersleri vermeye başladı. 1988 yılında profesör oldu. 1991 sonunda Cumhuriyet gazetesinde Haftaya Bakış başlığıyla köşe yazıları yazmaya başladı. 1995 yılında Antalya yolunda birlikte geçirdikleri trafik kazasında eşini kaybetti. 1997 yılında ikinci evliliğini Nilüfer Kışlalı'yla yaptı. Bu evlilikten üçüncü kızı (Nilhan Nur) dünyaya gelmiştir. 21 Ekim 1999 tarihinde saat 09.40'ta Ankara'da evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu öldü. Akit gazetesi suikasttan önce hakkında bir haber yapmış ve Kışlalı'nın üzerine çarpı atılmış fotoğrafını manşetten vermişti. Faili bulunamadı.[3] Bombalı Saldırı Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 günü saat 09:40'ta Cumhuriyet gazetesine yazdığı son yazısını faksladıktan yaklaşık 19 dakika sonra evinden çıktı. 06 GK 377 plakalı aracına yönelen Kışlalı, arabasının üstüne silecek ile kaput arasına konulmuş poşete sarılı paketi alıp sol eliyle kapıyı açtığı sırada büyük bir patlama meydana geldi. Sol kolu kopan Kışlalı site bekçisi Arif Emirhan Kılıç tarafından Bayındır Hastanesi'ne götürüldü. Saat 10:02'de kalp koroner atışı durmuş, nabzı hızlanmış ve bilinci kapanmış bir şekilde Tıp Fakültesi Hastanesi'ne getirildi. Operatör Dr. Hasan Karakış tarafından yapılan muayene sonrası öldüğü tespit edildi. Ölüm raporu yine Hasan Karakış tarafından hazırlandı ve Dr. Ersin Kaya tarafından basın açıklamasıyla bildirildi. Mezarı Ankara'da Karşıyaka Mezarlığı'ndadır. Ölümünden sonra 1999 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür. * Kaynak: VİKİPEDİ

  • SONBAHAR

    Fuat ÖZGEN * Sanki sonbaharda biter hayat Oysa yenilenmektir. Renk cümbüşünü seyredip Keyfe bakmaktır. Her renkten dökülen yaprakla Gelecek bahara beslenen topraktır. Eskiyenlerden kurtulmak Çirkinlikleri üzerinden atmaktır. Ağırlıklardan sıyrılmak Toprakta uzanıp yatmaktır. Yeniden dirilmek üzere Güzellik uykusuna yatmaktır. Beyaz bulutlar altında ılık havada Anın tadını çıkarmaktır. Sıcakları arkada bırakıp Kışa yumuşak geçiş yapmaktır.

  • Gök Öyle Mavi

    Paul Verlaine * Gök öyle mavi, öyle durgun, Damlar üzerinde! Yeşil bir dal sallana dursun, Damlar üzerinde! Ürpertip gökyüzünü birden, Bir çan tın tın eder. Bir kuştur şu ağaçta öten; Türküsünü söyler. İşte hayat! aç gözünü gör; Bak ne kadar sade. Her günkü sâkin gürültüdür, Şehirden gelmekte. Ey sen ki durmadan ağlarsın, Döversin dizini; Gel söyle bakalım ne yaptın, N'ettin gençliğini? Çeviri: Cahit Sıtkı Tarancı Paul VERLAINE Simgecilik (Sembolizm) akımının ve çağdaş Fransız şiirinin öncülerinden Paul Marie Verlaine, 30 Mart 1844'te Metz'de doğdu, 8 Ocak 1896'da Paris'te yaşamını yitirdi. Hukuk öğrenimini yarım bıraktı. Bohem bir yaşantıyı seviyordu. Parnasse'lara katıldı. 1866'da Le parnasse contemporain (Çağdaş Parnas) adıyla yayınlanan derlemede yer aldı. 1870'te Mathilde Mauté ile evlendi. 1871'de Arthur Rimbaud ile tanıştı. 6 Temmuz 1871'de karısı ve çocuğunu bırakarak Arthur Rimbaud ile birlikte Brüksel'e kaçtı. Arras, Brüksel ve Londra'da gezgin, bohem, sefih ve serseri bir yaşam sürdürdüler. Kendisinden ayrılmak isteyen Rimbaud'yu yaralayınca iki yıl hapse mahkum oldu. Daha sonra inanç dünyasındaki savruluşları dine sarılarak dindirmeye çalıştı. İngiltere'de resim ve Fransızca öğretmenliği yaparak yaşamını sürdürdü. Başarısız bir çiftlik işletmeciliği sonunda Paris'e kapağı attı. Paris'teki yaşamı yeniden serserilikle kira odaları, akıl hastaneleri arasında yalnızlık ve yoksunluk içinde geçti. Romantik şiirden simgeci şiire geçişte köprü işlevi gören Verlaine şiiri duygu yüklüdür.

  • İNSAN OLMANIN MİHENK TAŞI

    Akıl mı, duygu mu diye sorsalar, ikisi de derim. Birini tercih edip diğerini ötelemek olur mu? Derler ya insan beynini kullanması bakımından diğer canlılardan farklıdır, hayvanlar içgüdüleriyle alışkanlıkları ile hareket ederken, insan beyni yani onun ürünü aklı ile hareket eder. En azından az çok beyni olanlar için böyledir bu! Beyni geliştiren, büyüten, "işleyen demir ışıldar,” misali onun kullanılmasıdır. İnsanca çalışmak, hakça bölüşmek, ahlaki olan budur. Bu da aklını kullanmakla mümkündür. İnsan duyguları ile hareket ederse, yanlış yapar. İnsanın doğru davranış yapmasını sağlayan mantığıdır. Yalnız tek başına beynin üstesinden geleceği bir şey değildir bu! Mantık olmazsa beynin bir işlevi yoktur. Demezler mi, “en azılı teröristler zeki insanlar arasından çıkar.” Ona doğru davranışlar ortaya koymasını sağlayan mantığıdır. Rahmetli anam uçuk kaçık, saçma sapan konuşanlara: “Huna bak mıntıksız mıntıksız gonuşup duruyo!" derdi. Ya ana ne kadar akıllı imişsin, okuryazar olmadan bu ülkenin insan profilinin bir cümle ile tahlilini yapıp harika özetledin. “Mantıksız mantıksız konuşup durma,” yani konuştukların dinlenir olsun, bir anlamı olsun; öyle evinsiz evinsiz konuşma. Bir şey biliyorsan anlat, biz de bir şey öğrenelim, bilmiyorsan adam olmak için sus dinle, feyiz al! Mantık, insan olmanın mihenk taşıdır. Bu “mihenk taşı” söz öbeğini Osman’ın at oynattığı düzlüklerin Mavilisi’nden duymuştum ilk kez. Yaşıyorsa, ömürlü olsun, vefat etmişse toprağı incitmesin; mekânı cennet olsun demeyeceğim, cennete - cehenneme inanmazdı çünkü! İşte öyle, insan olmanın mihenk taşı, insanın mantığını kullanabilmesidir. İnsanın duyguları ile hareket edip duygusal tepki vermesi… Ercişliler derdi ki “olûm akilli ôl, akilli!” Mantık önemli hem de çok önemlidir. Özellikle devlet adamlarının akıllı, mantıklı davranış sergilemesi ekmek su kadar azizdir. Mesela İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanın ölmesinin baş sorumlusu, Faşist Hitlerdir, duygularının, hırslarının, insanlık dışı emellerinin sonucu dünyaya kana bulamıştır. Sovyet orduları önünde darmadağın olurken, demiştir ki, “Ordumuz Moskova önlerinde, Moskova’nın düşmesi an meselesi!" Alman halkına yalan söyleyerek, onların mili duygularını okşamış, bol bol hamaset yapmış! Hitler, Sovyet orduları tarafından mağlup edilmemiş olsaydı, insanlık bunun bedelini çok ağır ödeyecek, on milyonlarca insan ölecekti. Sovyetler Birliği sayesinde insanlık bir ruh hastasından kurtulmuştur, bu manada dünyanın Sovyet ordularına bir minnet borcu vardır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın mimarı, beyni, Mustafa Kemal’dir. Akıl ve mantık her daim kılavuzu olmuştur onun! Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Anadolu’ya geçtiğinde aziz vatanın büyük bir bölümü işgal altındadır. Ordusu dağıtılmış, silahları elinden alınmış ve iflas etmiş bir hazinesi, sürekli savaşlarla yenilen morali bozulan bir ordusu ve ordunun omurgası umutsuz milleti! Onun başarısı, inancından, mücadele azminden, akıl ve mantığının iyi kullanmasından geçer. Konuyu biraz daha somutlaştıralım. 1970 – 80’li yıllar siyasal kavgalar her yönüyle ülkeyi ele geçirmişti. Akıl değil, duygular hâkimdi, o kadar hâkimdi ki duygular, kardeş kardeşi öldürüyordu. Frenlenemez duygular, insanları esir almış, sağcısı solcusu akıl ve mantıktan uzaklaşmıştı Eğitim enstitüsünde okuyordum, ev arkadaşlarımızla aynı ideolojiye sahip olduğumuz gibi aynı fraksiyondan da geliyorduk. Arkadaşlarımdan birinin kardeşi de bizim okuldaydı. Fakat onun fraksiyonu ayrı olduğundan o, başka arkadaşları ile başka bir evde kalıyordu. Ne tuhaf değil mi? İnsanoğlunun ruhunda sevgi varsa, duygu varsa, beyin hücrelerinin her bir noktasına sirayet edecektir. Beyin hücreleri iyi yönetiliyorsa, doğru davranış, mantıklı davranış gösterecektir kendini. Evet duygu, evet akıl; ama insan olmanın nüvesi hem akıl, hem duygudur. İnsan sözcüğünün içini doldurmak, ben insanım diyenler için ekmek, hava su kadar önemlidir. Peki onun icabı nedir, onun icabı; önce bileceksin, bilmek için de okuyacaksın. Salt okumakla olmaz bu iş, aklını, iradeni kullanacaksın, aklını iradeni kullanmanın yolu birey olmaktan geçer. “Şeyhim, şahım bilir,” demekle hiç olmaz. Birilerinin insanımızın okumasına, aklını kullanmasına neden karşı çıktığını anlayabiliyoruz değil mi? Memlekette anlı şanlı(!) bir profesör, “ben, cahillerin ferasetine güveniyorum,” demesinin iyi niyetle açıklanabileceğini düşünebilir miyiz? Bir ülkede ibadet yerlerinin sayıları eğitim kurumlarından fazla olmasının tartışmasına girmek istemem; lakin ibadet bireysel, eğitim toplumsaldır. Bütün dinlere göre iyi insanlar cennete gidecektir, cennete, cehenneme gitmek kişiseldir; fakat eğitimin, fennin yararı toplumsaldır, hatta bütün insanlık içindir. Salgın günlerinde bilimin, tıbbın ne kadar kıymetli olduğunu küçücük bir virüs beynimize çaka çaka öğretmedi mi? Şöyle bir kıyaslama ile bu kısa yazıyı noktalamak isterim. Duygu hem insani hem hayvanidir. Duygunun yalnızca insanlarda olduğunu söylemek benciliktir. Bir olay karşısında gözyaşı döken çok hayvan gördüm ben. Derler ki konuya dair inceleme yapanlar: Duygulanan hayvanların vücut ısıları yükselir, kalp atışları hızlanır. Sevinen kedinin çıkardığı sesler, korkuya kapılan tavukların çıkardığı sesler… Mantık insanidir. İnsanı hayvanlardan ayıran en esaslı ayraçtır. Doğru davranış sergilemek ben insanım diyen herkesin görevidir. Doğru davranış sergileyemiyorsan ben sana nasıl insan derim?

  • Bekir Coşkun

    Sonbahar Ayrılık mevsimidir bu aylar… Yazlıkçılar döndüler… Kırlangıçlar Nil deltasına gitti… Bu aylarda renk çiçekten ayrılır… Güneş kumdan… Menekşe kırmızıdan… Bahçeler çocuk seslerinden… Salkım asmadan… Yaprak dalından… Bir boş salıncak, rüzgarla terasta sallanır… ★ Ayrılık mevsimidir bu aylar… Her sene bu aylarda ben “ayrılık” yazımı yazarım… Her cümlenin sonuna noktalar, artı iki damla… Hüzün günleridir… Yaş gözden ayrılır… ★ Küçük köpek kaç gündür arkadaşı çocuğu arıyor kumsalda… Arada bir koşuyor kendi kendine… Koşunca arkadaşı gelecek sanıyor… Nereden bilsin… Bu mevsim ayrılık zamanıdır… ★ Dün gece ilk yağmur yağdı… Çatılarda tıkır tıkır… Küçük gölcükler oluştu sokakta… Kediler saçak altlarına sığındılar… Bu sonbahar yağmurları, sanki doğanın ayrılıklara ağlayışıdır… ★ Yaz aşklarında bu günlerde tenler ayrılır… Ne çok giden olur… Ne çok el sallanır bu mevsimde… O ne çok vedadır… Bu mevsimde ne çok “Beni unutma!..” vardır… ★ Ayrılık mevsimidir bu aylar… Aklında bir hüzzam şarkı… Bir de ayrılıkların sızısı kalır… “Bütün kuşlar vefasız, mevsim artık sonbahar…” 1945 - 18 Ekim 2020 * Hayatı 1945 yılında Şanlıurfa'da, memur bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini Şanlıurfa'da tamamladı.[1] Yükseköğrenimini ise Ankara'da Başkent Gazetecilik Özel Yüksekokulu'nda tamamladı. Daha sonra 1974’te foto muhabiri olarak işe başladı. Polis muhabirliği ve parlamento muhabirliği yaptı. 1978’de Günaydın gazetesine geçti. Köşesinin adı Dokuzuncu Köy’dü. 1987’de Sabah gazetesinde Onuncu Köy başlıklı köşesini yazmaya başladı. 1993'te Hürriyet gazetesinde geçti. Şu ana kadar yayımlanmış 4 adet kitabı bulunmaktadır: "Dövlet", "Avukatımı İstiyorum", "Pako'ya Mektuplar" ve "Ben Pako". Köpeği Pako’nun adıyla kaleme aldığı yazılar yayımlanmıştır. TRT'de yayınlanan "Pako’ya Mektuplar" adlı dizi başta BBC olmak üzere altı AB ülkesi televizyonu tarafından satın alınmıştır. Hayvansever kişiliğiyle de bilinen yazar; keman çalabilmektedir, bir doğa ve deniz tutkunudur. Yaz ayları Ayvalık'ın Cunda Adası'nda ikâmet etmekteydi. Bekir Coşkun, 9 Eylül 2009 tarihinde Hürriyet gazetesinden ayrılmıştır. Bekir Coşkun, 25 Eylül 2009 tarihinde Habertürk gazetesinde köşe yazarlığına başlamıştır.[2] Ancak referandumda AK Parti hükûmetine karşı yazdığı yazılardan dolayı baskı gördüğünü iddia eden Coşkun'un işine 20 Eylül 2010'da son verilmiştir.[3] Bekir Coşkun, 3 Kasım 2010 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde Onuncu Köy köşesinde yazmaktaydı. Bu gazetede yazmaya devam etmekteyken ayrılmış olup 14 Mart 2013 tarihinde Sözcü gazetesi kadrosuna katılmıştır. Ölümü 2017 yılının Ekim ayında akciğer kanseri tedavisi nedeniyle yazılarına ara veren Bekir Coşkun, o tarihten bu yana sağlığı el verdiği sürece Sözcü gazetesindeki köşesinden okurlarıyla buluşmayı sürdürdü. Son yıllarında akciğer kanseri tedavisi gören Bekir Coşkun 18 Ekim 2020'de Ankara Şehir Hastanesi’nde akciğer kanserine bağlı solunum durması nedeniyle yaşamını yitirdi.[4] Memleketi olan Şanlıurfa’nın Tülmen köyünde defnedildi.[5] Eleştiriler ve polemikler 3 Mayıs 2007 tarihindeki "Göbeğini Kaşıyan Adam" yazısından ötürü pek çok yazar tarafından demokrasi karşıtı olmakla eleştirilmiştir.[6] 15 Ağustos 2007'de Emin Çölaşan'ın yazılarına son verilmesi üzerine Hürriyet'ten istifa ettiği iddia edilmiştir, fakat 16 Ağustos 2007 tarihli yazısında istifa etmeyeceği mesajını vermiştir.[7] Yazar Bekir Coşkun, başlığı "O benim 'cumhurbaşkanım' olmayacak"[8] olan köşe yazısında, Abdullah Gül'ün şeriat yanlısı biri olduğunu ve bunun geçmişte sarfettiği sözler ile sabit olduğu yönünde görüş bildirmiştir. Bu yazı üzerine Başbakan Erdoğan "İstemeyen vatandaşlıktan çıkar!" demek suretiyle, büyük eleştiri toplayan bir açıklama yapmıştır.[9] Coşkun, 2 Ağustos 2007 tarihinde Başbakan Erdoğan'a Gidecek yerim yok[10] yazısı ile cevap vermiş, ayrıca basına verdiği demeçler ile de Nereye gideyim? Deve versin Arabistan'a gideyim[11] diyen hicivli açıklamalarda bulunmuştur. Kaynak: Vikipedi, özgür ansiklopedi

  • KARANLIĞA DÜŞENLER

    Açlık, öyle bir yaman beladır ki yedi kat yerin dibine sokar insanı yedi kat yerin dibi kapkaranlık sabah yok orda çünkü merhamet yok ışığı arayacaksın bir ömür bir ömür ekmek adına olmayan ışığı sabahların düşüyle simsiyah tere boğulacaksın ya bir lokmaya da muhtaç kalırsam korkusu gündüz düşlerini terk eder kaçarsın hemen elin katran karası, karartır gözü sıcak ekmek kokusunu hayal ederken birden karanlık alır götürür bilinmeze bilinmezdir kuyunun dibi hangi zehir tutuşur hangi karanlık dipten üfler nefesleri kesen zehir zıkkım gaz metan metanete fırsat vermez sinsice teslim alır nefesinden sualsiz cevapsız bırakır dilleri karanlık olur önün arkan güneşi arasın hızla atan zavallı kalbinle görünmezlere sallarsın kazmayı, küreği kazma kürek tutamaz birden ellerin ellerin sıcak ekmeği kavrayıp eve koşan mutluluğun senden kaçtı gitti sanırsın işte öyle perişan işte öyle rezil rüsva bir hayat ekmek karşılığı karanlıkta ölüm vaat edilen oysa ki ne çok istersin dillenmeyi hem de ağızlar dolusu dillenmeyi bir dost elinin sırtına dokunmasını bağıra çağıra güneşi görmeyi seller sular gibi çoğalıp göğe tırmanmayı ne çok istersin ölmeden yaşamayı bir sıcak gülüş uğruna kan ter içinde dağları delerken ölmez madenci ışık salınsa gözüne nefese yol olsa kapkara ter akıttığı yer meta aracı değil, nefes alan olduğun bir bilinse oysa ki ölmez durduk yerde kardeşlerimiz örgütlenmiş sessizlikte gelir alınır canlarını el vermediğimiz hayatlar düşer sessizce ve sonra annelerin gözyaşı hiç dinmez Soma’da Bartın’a sel olur gider kara kan renginde

  • ÇEMBER

    Hoyrat, kocaman bir el, yün yumağı gibi sıkıp sıkıp bırakıyor beni… Boşalamayan gözyaşlarım içime akıyor. Yanan göz kapaklarım birer çizgi… Mevsim yine güz… Dere kenarını salkım söğütlerin öptüğü taşlı yolda yürürken hatıralar kafamın içinde bir avuç arı, oğul veriyor… Elimde, umut yükü boşalmış, tahta bavul… Terkedilmiş kerpiç evin duvarı sırtıma dayanak oluyor bir an. Tabakamdan çıkarıp yaktığım, sarma tütünün zehri, içime zamk gibi yapışıyor… Güneşin ışıkları oynaşan suyun içinde renkli bir taş gülümsüyor minik ellerime: - Hamit! Bak ne buldum burada? - Ne buldun la?.. - Taş ama bildiğin taşlar gibi değil… renk renk… - Essah mı? - Ne sandın, ta essah, bak!.. Ne güzel renkleri var di mi? Bak bir de deliği var ortasında. Kolye gibi. Çıldırıyoruz… sanki ne?.. Gün akşama kadar, taşın bir eşini arıyoruz Hamit’le sırılsıklam. Bulamıyoruz. Köyü karanlık basmış, analarımız merakta. Sürüyü nerde bıraktığını unutan iki çocuk… Bir temiz dayak yiyoruz dönüşte. Ben renkli taşımı özenle ceketimin iç cebinde gizliyorum. Halide’ye hediye edeceğim diye. Anam öfkeli, hayvanları ne yaptığımızı sorup duruyor: - Ula oğlum, nerde bu hayvanlar? - Ana, onlar otluyordu, derenin öte yanında, biz Hamit’le biraz eğlendik derede. Sonra…Bilmiyorum. - Neyi bilmiyorsun? Bilmez misin ki, onlar emanettir, bizim aşımız, ekmeğimiz. Bir daha emanet ederler mi sana?.. Hayvanları kaybedersen... Hamit, azığımı bölüştüğüm, yaz geceleri damda bir döşekte sabahladığım, ergenlik sırdaşım, can arkadaşım… Bu renkli taşı Halide’ye vereceğimi, onu çok sevdiğimi de bir bir anlatıyorum Hamit’e. Köy çeşmesini kollayıp, eline tutuşturduğum renkli taşı saklamasını tembihliyor, kaçamak bir öpücük konduruyorum yanağına. Usulca Halide’ye: -Öğretmen olup dönünce alacağım bu taşı… Seni de. Sakla onu… olur mu? Diyorum. Bal sarısı gözleri parlıyor. Yanakları al al, sıkılarak: -Beklerim, diyor. Çobanlık yaparak değil, okuyarak hayatımı kazanmamı isteyen dayım, öğretmen okuluna yazdırmak için anneme söylenerek ayırıyor beni köyden. Sonrası… uzun bir yolculuk… Salt okumak değil elbet; yaşama dair öğrenilmesi gereken ne varsa… Köy Enstitüleri… bir yaşam üniversitesi. Zaman hızlı geçiyor. Annemi de alıp götürüyor o arada. Dağ köylerinden birine atanıyorum, köy muhtarı diye bir şey yok… Ahırdan bozma bir yer gösteriyorlar okul diye… Hem muhtar hem öğretmen, hem müdür, hem sıhhiye memuru… Okulu adam edecek bir Allah kulu çıksa tapacağım… Yardım edecek kişiler hep o köyden olmadıklarında iddialı nedense. Hayvan barınağından, harika bir okul ve kalacak lojman yaratıyorum. Keşke anam sağ olsaydı da görseydi bu günleri… “ Öğretmen oğlum var” diye amma gururlanırdı köy yerinde. Dayım ne kadar destek olsa da erinin olmayışı… Bir başına didinerek o kadar tutunabilmişti işte. Her şey hazırdı, ben hazırdım… Köyümü, ille de Halide’yi çok özlemiştim. Ben hazırlanırken her şey, herkes durağandı sanki. Okul öğretime açılacak, ben yaşama… Onca o kadar eğitimli kız arkadaşlarım oldu okurken. Hele Çiğdem… Ne çok koşmuştu peşimden. El ele verirsek başaramayacağımız, ideallerimizi gerçekleştiremeyeceğimiz hiçbir şey yoktu oysa. Ayrılırken salya sümük ağıtları içimi sızlatsa da, söz verilmiş sevdaları saklayan yüreğime dinletmek ne mümkün. Halide… Ne umutla beklerdi kim bilsin? Yol boyunca uyku tutmamıştı. Umut yüklü tahta bavulumla, gün ışırken köye girdiğim bu sabah, olanlardan habersiz, türlü kavuşma hayalleri kurmuştum. Bitsin istemediğim sabahlardan biri olmasını dilerdim. Garip bir sessizlik çökmüştü köye. Rastladığım kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Hamit’e, can arkadaşıma koştum. Avlunun ortasındaki taşa çömelmiş, iki elinin arasına aldığı başını umarsız sallıyor: -Ben ne edeyim, nasıl diyeyim ?.. Ne söylerim ona?.. Beni karşısında dikilir bulan Hamit, Azrail görmüş gibi… bet beniz geçmiş, boynuma atılıyor, çocuk gibi hıçkıra hıçkıra: -Haa lide… Halide… Su aldı onu… - Ne suyu?.. Hangi su?.. Halide’nin, boynundan hiç çıkarmadığı renkli taşın ipi incelmiş olmalı ki, çamaşırları tokaçlamak için hareketlendiğinde boynundan akan suya fırlamıştı. Kendisine arkadaş olsun diye yanında getirdiği küçük kardeşi, ablasının suya dalışını, çırpınıp duruşunu anlamaz, epey bir zaman izlemiş, gelmediğini görünce… umarsız avazı çıktığı kadar bağırıp ağlamış, sesi köyü tutmuştu. -Birlikte, birlikte!.. arayalım, Hamit!.. Hamit’le gün akşama kadar bir eşini aradığımız taş yerine şimdi… yitik bir can… Bir çember gibi etrafında dönüp durduğumuz bu yaşam, tuhaf oyununda üstlenemeyeceğim roller giydirmişti… Bir bahar, bir de güz aylarında azgın akan bu derenin, Halide’mi alıp götüreceğini, sonsuza kadar getirmeyeceğini, bu kadar zalim olacağını aklım almıyor, İsyanım bitimsiz büyüyor, büyüyordu… Gözlerim karardı… Dipsiz bir kuyuya bedenimi çeken suya salıverdim kendimi… Ne var ki, kısmet, öldürmeyen Allah öldürmüyor 

  • Sevdiğim Kadın Adları

    Bana şöyle bir bak diyorsun Alıcı gözüyle, tepeden tırnağa Yeni dalınmış bir uyku gibi bak Çobanların söndürmeyi unuttuğu dağ ateşi Kaleden kaleye uçurulan ak güvercin Rüzgara emanet edilen fısıltı gibi Yazdan kalma bir gün gibi bak bana Bana şöyle bir bak diyorsun Posta kutusuna gece yarısı bırakılan bir mektup gibi Kızağından kayıp bitmeden denize inen bir tekne Gökyüzünün denizyıldızlarıyla dolduğunu gören Bir dalgıç gibi bak Akşam kırılmaya başlarken içimde Dağılan bir ilkokulun zili gibi bak bana Bana şöyle bir bak diyorsun Bir ışın demetine sarılır gibi bak Unuttuğum ve istemesem de Yüzlerini bir türlü anımsayamadığım Çocukluk arkadaşlarım gibi Kahve fincanına damlayan gözyaşı Kara düşen kan damlası gibi Diyorsun ki- evet, mavi gözlerinden bile ürpertici bu- Kınından çıkarılan bir hançer gibi bak bana Bana şöyle bir bak diyorsun Yaşama sevincini sana ben veriyormuşum gibi Sevgilin olmasam da sevgilinmişim gibi bak Kumsalda bırakılan ayak izi Kanadın üzerine değen bulut gibi Kayalıklara sürüklenen bir gemiye Yanıp sönen deniz feneri gibi bak bana Çünkü unutmamanın eşiğidir Ve anımsamanın kapısıdır bakmak Sevgili İrem Bunun için bile kibrit çakılabilir Okyanusun kıyısında Karanlıkta Bir kedi gözü gibi Pençeleriyle dolaşırken aşk.

  • ALEVİ AÇILIMI

    Zeki Sarıhan * Seçim yaklaştıkça, iktidarını devam ettirmek veya iktidarı ele almak isteyen siyasi güçlerin çeşitli toplum kesimlerine karşı “açılım”ları sürüyor. Son hamle AKP iktidarından Aleviler için yapıldı. Genellikle uzun süredir CHP’ye oy veren Alevi kitlesinin hiç değilse bir kısmının oylarını AKP’ye kazandırmak iktidarda kalmanın güvencesi olabilirdi… AKP, Kürt açılımını ağzına burnuna bulaştırmış, Kürtleri AKP taraftarı yapamamış, Kürtler Erdoğan’ın başkanlığı için oy vermeyeceklerini açıklayınca masa devrilmiş, yeniden “güvenlik” politikasına dönülerek Kürtlerin kazandığı Belediyelere bile kayyum atanması yoluna gidilmişti. HDP’nin kapatılması için de açılan dava sürüyor. “Ya beni desteklersin ya seni mahvederim” politikası. SEÇİM YATIRIMI OLDUĞU AÇIK Ülkede yaşayan farklı dillerin ve inançların mensuplarını, o ülkenin asıl sahipleri haline getirmek için başta gelen şart, insanların temel haklarına saygılı olmak, yani demokrat olmaktır. Din ve milliyet konusunda tarihsel saplantıları olanlardan “açılım” sözcüğünü duyduğumuzda bunun mevsimlik bir seçim yatırımı olduğunu anlamalıyız. Hükümetin Alevilerle ilgili yeni uygulamalarında öne çıkan husus, Aleviliğin bir din veya mezhep olduğunu reddederek, onu kültürel bir kurum olarak kabul etmesi ve bu nedenle Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlamasıdır. Bazı Alevi çevreleri bu kararı “Hiç yoktan iyidir” diyerek olumlu karşılasalar da Alevi çoğunluğun bununla tatmin olmayacağı açık. Herkes için başta gelen soru şudur: Alevilik bir din, bir mezhep veya inanç sistemi midir, değil midir? Cem evleri Alevilerin ibadet makamları mıdır, değil midir? Türkiye’de toplumun Ortaçağ karanlığı içinde bulunan uç kesimlerindeki Müslümanlarını inançlarını temsil eden ve bunu devletin yapısına şırınga etmek isteyen Hükümet, Aleviliği bir inanç sistemi olarak değil, folklorik bir malzeme olarak görüyor. Türkiye’de nüfusları ne kadar olursa olsun bütün inanç sistemlerinin kurumları, temsilcileri, ibadethaneleri devletçe tanınmıştır ama Aleviler bunun dışındadır. Hükümete göre Sünnî tarikatlar makbuldür ve devletin her kademesinde görev alabilirler, hatta almalıdırlar ama Aleviler, böyle bir şanstan yoksundur. TÜRK KÖYLÜ DİNİ Hazreti Muhammed’in ölümünden sonra baş gösteren iktidar mücadelesinde saf dışı bırakılan Ali taraftarlarının yarattığı bu “Parti”, Irak üzerinden İran’a, oradan Türk topluluklarına yansımış, Selçuklu ve Osmanlı hâkim sınıflarına karşı bir köylü isyanının da sembolü olmuştur. Burada Aleviliğin oluşumu ve inanç sistemi hakkında daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Çünkü Konu dallı budaklıdır ve her inanç tarihçisinin ve Alevinin bu konuda söyleyeceği farklı şeyler olabilir. Şu kadarı ise herkesin kabul edeceği gerçeklerdendir. Aleviler Allah-Muhammed-Ali çizgisine bağlı olmakla birlikte birçok konuda Sünni inanç sisteminden ayrılırlar. Namaz kılmazlar, Ramazan orucu tutmazlar. Haclarını Kâbe’ye giderek değil, Kerbela’de yaparlar. İbadetlerinin adı Cemdir ve bunu cem evinde yaparlar. İçki içmeyi günah saymazlar. İbadetlerini Türkçe yaparlar. İlk kanlı ayrışmadan sonra Emevi yönetiminden alınan bir inanç mirasıyla Aleviler İslam dışı bir sapıklık olarak anlatılmıştır. Öyle ki bir Alevinin Müslüman olması için önce Hıristiyan olması gerektiğine inanılmaktadır. Alevilerin Cem ayinlerinin bir “mum söndü” rezaleti olduğu anlatılmıştır. Bu inanca göre Alevilerin kestikleri yenmez. Alevi’ye kız verilmez. Konunun bam teli şuradadır: Türkiye’yi yöneten İslamcılar, yüzyıllardır propaganda edilen bu görüşlere inanmaya devam ediyorlar mı, yoksa bu konuda görüşlerini değiştirmişler midir? Değiştirmişlerse, okullardaki zorunlu din derslerinde neden Alevilerin inançlarına yer verilmez? Bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2014’te Alevilere dinî ayrımcılık yapıldığı kararının gereğini yapmazlar? Dahası kör kör parmağım gözüne dercesine, Boğaz köprülerinden birine Anadolu’da on binlerce Alevi’yi katleden “Yavuz Sultan Selim Köprüsü” adı verilir? ÇÖZÜM DEMOKRASİDE Aleviler, yüzyıllardır inançları nedeniyle bu ilkede kendilerini ikinci sınıf yurttaş olarak hissediyorlar. Bu kanıları ve bunları doğuran uygulamaları gidermek için anayasal ve hukuki esaslı düzenlemeler yapmanın zamanı gelmiş de geçmektedir. Alevilere Diyanet İşleri örgütü içinde yer vermek, Alevi dedelerini maaşa bağlamak, Cem evlerinin elektrik, su giderlerinin devlet tarafından karşılanması soruna çözüm olamaz. Yapılacak iş, devletin inanç sistemlerinden elini çekmesi, devletin dinler arasında ayrım yapmaması, devasa bir ruhban sınıfını beslemekten vazgeçmesidir. Bunu ancak demokrasinin ve insan haklarının kefili olan bir halk iktidarı gerçekleştirebilir. Bırakın herkes istediğine inansın. Devlet, din, mezhep ve tarikatlara çekidüzen vermekten vaz geçsin. Zira bunun çıkmaz bir yol olduğunu Aleviler için acı olaylarla dolu tarihimiz gösteriyor. (8 Ekim 2022) zekisarihan.com

  • Fazıl Hüsnü Dağlarca

    26 Ağustos 1914- 15 Ekim 2008 Anısına saygıyla... Akdeniz Şiirleri Sen Deniz Gök, Bir an dursanız uykuda Büyür bir yosun geceye karşı. Tedirgin olur ölüler Bir an yaslansanız karanlığa, Sen Deniz Gök. * Dalarım engine Ki yaşadığım Anladığımdır. Roma'yla Kartaca'nın arasında Yüzer, sevgi sevgi İstanbul. Böler bir kuş düşüncemi ikiye Maviden Yarıda kalır içki. * Dersin ki Ellerimize değecek Yıldızlar Büyüyecek büyüyecek de. Dersin ki Bir aydınlığı var Sevgililer için, Karanlık sessiz de. Dersin ki Uyuyamıyorum Yalnızız Gece, mavi de. * Sessizdi yeryüzü Yeryüzünde biricik Akdeniz vardı Akdenizde Yalnız ikimiz. Beni seviyor musun dedim, Yumdu gözlerini uzaklığa, Tam sorulacak an, diye gülümsedi, Tam sorulacak yer. * Bir kocaman yeşil bir kocaman boz Yellerde Çarpar birbirine çarpar enginlere dek. Dalgaların ucunda yıldızların ucu Her köpük bir fırtına Her köpük bir evren. Su deniz su gök gizlenebilir Seni sevdiğim Gizlenemez. * Havaya da yalıma da ağaca da benzer ama En çok suya benzer Sevgimiz. Morluğun acısı var sonu yok Karışır yaşamımıza Kendiliğinden. Herkes ölünce toprak olurmuş Hayır hayır Bizim su olacağımız besbelli. * Akdeniz enginlerde kararmaktadır Ama Ben Öyle maviyim ki. Akdeniz bir gitmişlikle eski, uzak, Ama Ben Sahibi gibiyim yıldızların. Akdeniz seni bir daha yaratamaz Ama Ben Seni bir daha sevebilirim. * Deli gibi bir gürültu, ansızın, Yırtılırcasına yarılır sessizlik, Düşünür Akdeniz. İşte uçaklar geçer havalarından Kalır mavilik üstünde apak izleri, Akdeniz anlar ve sever. * Denizdir, Her akşam üstü Bütün düşüncelerde Gelip gider. Seninle Acısı Uzunluğu Aksi. Ve gece yarısıdır bu masmavi şey, Senin Uzaklarda Unuttuğun sessizlik. * Duymuştun Bu türküyü Çok eskiden de. Bu türküyle anlarsın yelden Yeşilden Kadırgaların dibindeki sessiz yosunları. Bu Akdeniz dalgalarında bu türküde sen Varsın ışıl ışıl Ve yoksun biraz. * İyice düşün bu bütün yaşamamızdır. Fazıl Hüsnü DAĞLARCA 26 Ağustos 1914 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. Fazıl Hüsnü Dağlarca, 94 yaşında zatürre tedavisi gördüğü hastanede yaşamını yitirmiş, 20 Ekim 2008’de Karacaahmet Mezarlığına defnedilmiştir. Şiirleri toplumcudur. Toplumculuk anlayışının temeli ise insan ve insan hayatına saygıdır. Fazıl Hüsnü Dağlarca bu yüzden, başka edebi akımlardan ve şairlerden etkilenmemiş, geliştirdiği kendine özgü şiir anlayışı ile eserler üretmiştir. Oldukça üretken şairlerimizdendir. Fazıl Hüsnü Dağlarca sanatla ilgili düşüncelerini şu sözleriyle dile getirmiştir: “ Sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir. ” Türkçeye bağlılığını, “Türkçem, benim ses bayrağım” diyerek Türkçe Katında Yaşamak adlı şiirinde vurgulamıştır. Eserleri Havaya Çizilen Dünya (1935), Çocuk ve Allah (1940) Daha (1943), Çakırın Destanı (1945), Taşdevri (1945), Üç Şehitler Destanı (1949), Toprak Ana (1950) Aç Yazı (1951), İstiklâl Savaşı-Samsun’dan Ankara’ya (1951), İstiklâl Savaşı-İnönüler (1951), Sivaslı Karınca (1951), İstanbul- Fetih Destanı (1953), Anıtkabir (1953), Asu (1955), Delice Böcek (1957), Batı Acısı (1958), Hoo’lar (1960), Özgürlük Alanı (1960) Cezayir Türküsü (1961), Aylam (1962), Türk Olmak (1963), Yedi Memetler (1964), Çanakkale Destanı (1965), Dışarıdan Gazel (1965), Kazmalama (1965), Yeryağ (1965), Vietnam Savaşımız (1966), Açıl Susam Açıl (1967), Kubilay Destanı (1968), Haydi (1968), 19 Mayıs Destanı (1969), Hiroşima (1970) Malazgirt Ululaması (1971), Kuş Ayak (1971), Haliç (1972), Kınalı Kuzu Ağıdı (1972), Bağımsızlık Savaşı-Sakarya Kıyıları (1973), Bağımsızlık Savaşı-30 Ağustos (1973), Bağımsızlık Savaşı-İzmir Yollarında (1973), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1973), Arka Üstü (1974), Yeryüzü Çocukları (1974), Yanık Çocuklar Koçaklaması (1976), Horoz (1977), Hollandalı Dörtlükler (1977), Balinayla Mandalina (1977), Yazıları Seven ayı (1978), Göz Masalı (1979), Yaramaz Sözcükler (1979) Çukurova Koçaklaması (1979), Şeker Yiyen Resimler (1980) Cinoğlan (1981), Hin ile Hincik (1981), Güneş Doğduran (1981), Çıplak (1981), Yunus Emre’de Olmak (1981), Nötron Bombası (1981), Koşan Ayılar Ülkesi (1982), Dişiboy (1985), İlk Yapıtla 50 Yıl Sonrakiler (1985), Takma Yaşamalar Çağı (1986), Uzaklarla Giyinmek (1990) DERLEYEN : Zeliha AYDOĞMUŞ KAYNAK : GOOGLE'

  • Kırılsın Kadeh Dil Dudak Meze Olsun

    Cemal Karsavran * Hani siz şimdi diyeceksiniz ki Kelimeler dolaşacak dilinize Şaşıracaksınız ne konuşacağınızı Durup durup düşünürken bir daha Eskiden eskiden deyip susacaksınız Hakkını vermek lazım bu bahsin Asılırken düşler duyguların ipine Bir inci tanesi nicedir bulunmayan Betimlemesi eşi benzeri düş olan Anın tadını çıkarmak hayalde olsa Fedakârlıktır bazen az ya da birçok şey Güven sağlamış inanılmış sevgi varsa Arzu dilek ve hisler anlamlanmışsa Tevazu gösterilebilir paylaşımlarda Ya da daha naif bir dille anlatılır Hak edilen daha çok şey sunulabilir Kıskanır Venüs sen aşk olunca Nesilden nesile söylenir bu rivayet Daha bahar olmadan açılmış gülün Efil efil kokusu gelir içerden Hakikati bilip söylemek gerekirse Açlığımız hep dostluğa sevgiye aşka Nasıl anlatılır ki bazen anlamlandıramam Duble doldurup kadehi sek içmek Kırılsın kadeh dil dudak meze olsun

  • İNSAN YAŞAMI ÜZERİNDE NE KADAR ETKİNDİR

    Fuat ÖZGEN * Rahimdeki bir fetüsün Leonardo Da Vinci tarafından çizilmiş bir illüstrasyonu Bütün canlılar doğar, büyür ve ölür. Bu evreler içinde insan, yaşamına ne kadar etki eder? İnsanın doğumu bir rastlantı sonucudur. Böylesi bir dünyaya gelmek bir şans mı, şanssızlık mı? O da ayrı bir konu. Doğumda ve öncesindeki oluşumda bebeğin hiçbir etkisi yoktur. Anne babasının verdiği karar ya da kaza sonunda oluşur ve doğar. Anne babasını, akrabalarını, soyunu sopunu seçemez. Genlerini, tensel ve tinsel özelliklerini, hatta cinsiyetini belirleyemez. İnsan doğacağı coğrafyayı, ülkeyi, bölgeyi, ili, ilçeyi, yerleşim yerini planlayamaz, içine doğar. Ve doğduğu çevrenin özelliklerini taşır. Sarı benizli, zenci, çekik gözlü, pigme… olur. Dinini, mezhebini, inancını seçemez. Doğduğu yerdeki dine, mezhebe, inanca mensup olur. Örneğin Müslüman ülkede doğmuşsa Müslüman, Hristiyan ülkedeyse Hristiyan, Musevi toplumdaysa Yahudi, Japonya’daysa Şintoist veya Budist olur. Dinini değiştiren veya ateist olan nadirdir. Bu durumda da bir sürü sorunla başetmek zorunda kalır. Doğulan ülkede, aile içinde, hangi dil konuşuluyorsa kişinin ana dili o olur. O dille düşünür, duyar, yazar, çizer, konuşur. Başka diller öğrenebilir ama esas ana dildir. Eğitimde ailenin, yakın çevresinin, toplumun etkisi çoktur. Çoğunlukla mesleğine aile karar verir. Ahlak anlayışı, değerleri ailesininki gibidir. Yani “Keçi nereye atlarsa oğlağı da oraya atlar”, diyebiliriz. Eş seçiminde de aile ve çevre etkilidir. Geri kalmış toplumlarda ve özellikle kızlarda seçim ya da seçememe sorunları vardır. İnsan, hastalıklarını da seçemez. Yaşam tarzı bazı hastalıkların belirlenmesinde etkili olabilir. Verem, ciğer hastalıkları ve maden hastalıklarında yaşam biçiminin etkisi yadsınamaz. Beslenme biçiminde de sorunlarla karşılaşır. Kutuplarda yaşıyorsa fokla, Sibirya’daysa ren geyiği etiyle, Filipinler’deyse köpek etiyle, Çin’deyse her türlü böcekle, pirinçle beslenir. Müslümansa domuz eti yiyemez, haramdır. Alışkanlıkları toplumun alışkanlıklarıyla aynı veya benzerdir. Alışkanlıkları değiştirmek, onlardan kurtulmak çok zordur. Batıda içki normalken, şeriatla yönetilen ülkede içki içmek suçtur, yasaktır. İnsan ölüm zamanını, yerini, biçimini de, normal olarak, seçemez. İntiharlar olağan dışıdır. Ölüm sonrası içinse hiçbir şey yapılamaz. Sonuç olarak insanın yaşamı üzerinde söz hakkı yok gibidir. Ancak olağanüstü kişiler olağanüstü kararlarla yaşamlarının ancak bir bölümünde kimi değişiklikler yapabilirler.

bottom of page