top of page

Arama Sonucu

"" için 3684 öge bulundu

  • Devrim Şarkıları

    On beş, on altı arkadaş, her gece çıkar, sokaklarda özgürlük şarkıları söylerdik. Bu sayı hiçbir zaman yirmi olmazdı: On beş, on altı… On altı, on yedi, on sekiz … yaşlarında gençler, elleri, ellerinde; şarkıları dillerinde. Gönüllerinde memleket sevdaları vardı. Bir güzele sevdalanmak, abayı yakmak kendiliğinden yasaktı. Hiç kimse bir Allah’ın kulu, bir şey söylememişken… Edebiyat Öğretmenim Cemil, en politize olan öğretmenimdi, en küçük fırsatı değerlendirir; ezmeye çalışırdı. Yerli yersiz soruları ile de bunaltmaya çalışırdı. Tarih Öğretmenim Ali Bey, daha bir başkaydı: Hem uyanık, hem de... Tanışmadığı, bir kez bile yüzünü görmediği babamı çok iyi tanıdığını söylerdi. Kimi kimsem yok ya, kanıvereceğim ona. Benim yolum yol değilmiş, öyle derdi… Uzakta, şehrin sokak lambaları karanlığı delip geçiyor. On beş, on altı arkadaş okuduğumuz kitaplar üzerine konuşuyoruz: “Fakir’in Amerikan Sargısı okunmalı!” “Ya Onuncu Köy, mutlak okunmalı!” “Evet, evet bence de kesin okunmalı, hem de hiç vakit kaybetmeden!” “Onuncu Köy, tam bir Türkiye gerçeği, insanın yüreğini yakan!” “Sadece yüreğini mi yakan, aynı zamanda insanı insanlığından utandıran!” “Oradan oraya sürülen bir cumhuriyet öğretmeninin yaşam serüvenini anlatır bu kitap! “Düşünüyorum, düşündüğüm için insanın doğasına aykırı gelen tekmil uygulamaların karşısındayım, diyen bir öğretmen! Olur mu? Vay sen misin böyle düşünen, böyle söyleyen! Al sana sürgün, al sana zulüm!” “Düşünüyorum, öyle ise sürün! Sürsünler bakalım bu bezirgân saltanatı ne zamana kadar sürecek? Zulmün iktidarı baki olsaydı, Neron’un iktidarı yıkılır mıydı, zulüm baki olsaydı, Hitler, Musolini, Franko, Salazar iktidarları yıkılır mıydı?” “Bir köy düşünün, kiminin bir, kiminin iki gözü birden kör! Yalnız, imamın gözleri sağlam, onda bir şey yok. Yılın belli bir gününde köyün insanları bir meydanda toplanır. Gökten alıcı kuşların gelmesini bekler. Alıcı kuşlar insanların orasını, burasını gagalar; gözlerini çıkarır. Çünkü imam öyle istemektedir. Ona da şeyh baba öyle demiştir. Hiçbir kimse, aklı başında olan bir Allah’ın kulu bu kepazeliğe dur demez; alıcı kuşlara bir şey yapmaz, tepki göstermez...” “Yazıklar olsun!” “…” “Ben Fakir’in son kitabı Köygöçüren’i aldım; okuyunca sana veririm Kerem!” Kerem, konuşmalardan kopmuş, kendi kendine şarkı söylemekte: “Düştüm mahpus damlarına Öğüt veren bol olur. Toplasan bu öğütleri buradan köye yol olur…” “Hep birlikte söyleyelim arkadaşlar, hep birlikte söyleyelim!” Hep birlikte söylemeye başladık. “Özgürlük ve barış, Tüm insanların, özlemi olacak yarınlarda!” Her gece işte böyle şarkılar söylerdik. Şarkılarımız, sevda içindi, türkülerimiz aydınlık yarınların özlemiydi. Gece bekçisi bizimle uğraşmazdı. Sadece biraz daha sessiz olmamızı tembihleyip giderdi. Adam bizimle neye uğraşsın. On beş, on altı deli, hiç uğraşılır mı? Sınavlar için ayrı bir çalışma yapmazdım. Derste öğrendiğimle yetinirdim. Zaten kılavuzluk edecek kimse yoktu. ‘Çalış oğlum Kerem, bak çalışırsan doktor olursun, çalışırsan hâkim olursun,’ diyecek biri yoktu. Zaten olsa pek bir şey değişmezdi. O yaz olmasa bile, gelecek yaz devrim olacaktı. Çalışmaya ne hacet? Oysa benim gibi düşünenlere babamın çok veciz sözleri vardı: “Devireyim derken, devrilip gideceksiniz!” “…” “Göreceksiniz, bacaklarınız havaya gelecek!” “…” O yaşta bulunan birinin babasından öğrenecek şeyi olur mu? Bu yaşların delikanlıları her şeyi bilir; ana baba hiçbir şey bilmez! “Bak baba göreceksin biz seneye devrimi yapacağız! İşçiler, köylüler haklarını alacak!” “Rüya görüyorsunuz, rüya!” “Ne rüyası baba, sen anlamazsın! Su işleyenin, toprak kullananın olacak! Bütün işçiler fabrikalara sahip olacak. Topraksız köylü kalmayacak!” “Hadi lan, sen ne dediğinin farkında mısın? O kadar kolay mı, üç beş baldırı çıplağa mı kaldı memleketi yönetmek?” “Görürsün baba! Bu yaz olmazsa, seneye kesin devrim olacak” “Seneye devrim olacakmış! Kargalar güler buna kargalar!” “Ne yani, yalan mı söylüyorum ben!” “Yalan söylüyorsun, hem de kuyruklu!” “Bak baba devrimciler kesinlikle yalan söylemez!” “Sen devrimci misin?” “Evet!” “Sen devrimciysen benim eşek de devrimci!” “…” Yalnız benim mi, bütün arkadaşlarımın ana babaları ile konuşmaları bu minval üstüneydi Kendimize ait her şeyi ertelerdik. Gönlümüzden geçen ne varsa bastırırdık. Uzaktan uzağa Mürüvvet’e karşı bir ilgim vardı. Ancak ne var ki, bir kere bile “seni seviyorum,” diyememiştim. O da beni sevse, bir kerecik aşkla baksa…dünyalar benim olurdu. Kim bilir belki o da beni seviyordur…bilinmez ki… kimse de bilemez k!. Hem devrimciler asıl işini gücünü bırakacak, aşkı kendine iş edinecek…dünyada böyle bir şey olmaz… Yatağa yatar yatmaz ona dair hayaller kurardım: Eli, elimde, gözü gözümde… Uzun boyu, uzun siyah saçları beni en çok yakan tarafıydı. Boyu benden uzundu. Mavi ile yeşil arası gözlerine bakamazdım bile. Derler ya hani: ”İnsan kıymayı baka!”Yürüdükçe göğüslerini döven iki çift beleğinin yerinde … olsun diye iç geçirirdim. Hayalimin sonuna geldiğimde kendimden utanır, yüzüm kızarırdı. Hemen yorganı tepemden çeker, utancımla baş başa kalırdım. Çünkü devrimciler âşık olamaz, böyle şeyler düşünemezdi bile! Mustafa Yılmaz: “Yarın gelirken yanınızda bir zincir, bir muşta bulundurun,” Bizim şarkıların öfkeye getirdiği öteki gençler de bizim gibi toplanmaya başlamışlardı. Artık, gecelerin huzuru kaçmıştı, geceler tekin değildi. Şarkı ve türkü savaşları giderek, fiziki bir savaşa doğru gidiyordu. Biz on beş, on altı kişi; onlar kırk elli kişi. Sinirler de günden güne geriliyordu. Ertesi gün Mustafa Yılmaz'ın isteğine uyarak, nalbura gittim. Bir metre zincir alacaktım. Nalbur, sinemanın alt katındaydı. “Bana zincir verin!” “Ne yapacaksın zinciri?” “Belime bağlayıp öyle dolaşacağım!” “Beline bağlayıp da ne yapacaksın?” “Hiç, kendimi koruyacağım!” “Zincirle mi kendini korur insan?” “Osman Efendi bu çocuğu tut, ben polisi arayayım! Demek kendini koruyacaksın, köpekler gibi dalaşacaksınız, kendini koruyacakmış, senin yaşın kaç, sen kaç kuruşluk adamsın da beni kandırmaya çalışıyorsun?” Elim ayağım titremeye başladı. Adamdan zincir istemiştim ve ne yapacaksın diye sorduğunda da ‘kendimi koruyacağım,’ demiştim. Salaklığın bu kadarı da fazla değil mi? Bir de benden devrimci olacakmış! Küçücük beynimle bir de babamı beğenmezdim. Öteki arkadaşlarım gibi. “Babaların kafası çalışmaz,” derdim. Oysa ben bir metrelik zinciri bile almasını becerememiştim. Babam ne de güzel ifade etmişti: “Sen devrimciysen benim eşek de devrimci!” Polis, karakol, cop mop, hâkim makim! Başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki... “Osman Amca, öyle değil! Ben ölçü için belime doladım!” “Peki, kendini korumak neyin nesi?” “Doğruyu söyleyeceğim. Yeminle yalansız anlatacağım! Okulda dediler, delikanlı adam zinciri beline dolayıp öyle dolaşmalı. Böyle olmayana delikanlı denmezmiş! Okulda herkesin belinde zinciri var! Onlarda olunca bende de olsun istedim.” “Aferin, işte böyle doğruyu söyle! Söyle bakalım sen nerelisin?” “Ben mi, ben … yim!” “Peki, sen Muharrem’i tanır mısın?” “Tanımam mı, amcamın oğlu olur!” “Bak, o çok iyi bir insan, çok dürüst bir esnaf! Bana erkek sözü verirsen seni polise vermem!” “Söz, Osman Amca, vallahi billahi söz, bir daha ortalıkta görünmeyeceğim! Söz, dersimden başka şeylerle ilgilenmeyeceğim!” “Çabuk toz ol buradan, bir daha gözüme görüneyim deme! Seni bir daha görürsem elimle gider polise teslim ederim. Sonra da eşek sudan gelinceye kadar da dövdürürüm, haberin olsun!” Bir hafta verdiğim söze sadık kaldım. Evden, okula; okuldan eve gittim geldim. Arkadaşlarımdan birini gördüm mü, ya yolumu değiştirdim, ya da görmezden geldim. O nedenle o hafta olan sınavlarım da çok iyi gitmişti. Yazık ki, bir hafta anca dayanabildim. Ev okul, başka hiçbir şey yoktu hayatımda: Ders çalışmak, ders çalışmak… Sıkıntı verici bir şey! Radyo yok, müzik yok! Yok, yok, yok! Annem yok, babam yok! Yol gösterecek kimse yok! Yemek yok, yakacak yok, cepte para, o hiç yok! Taze, fırından yeni çıkmış bir ekmeği insan arzular mı? Annemin köyden on beş günde bir gönderdiği ekmek, tarhana ve bulgurla karnımızı doyururduk! Bu şehir beni yok edecek, bu şehirde yolumu aydınlatacak bir ışık yok! Şehirli çocuklar, annelerinin sıcak yemekleriyle karınlarını doyururlardı. Yatak çarşafları, tertemiz, sakız gibi yıkanırdı. Ya bizimkiler, onları kim yıkayacak? Mürüvvet’in de annesi yanında, onun da yemeği yapılır, bulaşığı yıkanırdı! Ben sokakta, Mustafa Yılmaz sokakta. Kemal, Mehmet, Yüksel, Mahir, İbrahim… hepimiz sokaktayız. Şarkılar, türküler gırla: “Özgürlük ve barış, Tüm insanların, Özlemi olacak yarınlarda. Yarınlarda, yarınlarda seni sevmek var! Yarınlar bizim, yarınlar bizim!”

  • Kaybolan İstanbul

    İstanbul deyince aklıma martı gelir Yarısı gümüş, yarısı köpük Yarısı balık yarısı kuş İstanbul deyince aklıma bir masal gelir Bir varmış, bir yokmuş (Bedri Rahmi Eyüboğlu) Birinci Dünya Savaşı, 1914 yılında aslında Avrupa’da başlar; ama dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin katılması ve diğer kıtalardaki sömürgelere de yayılması nedeniyle “Dünya Savaşı” olarak adlandırılır. 1914’te başlayan savaş 1918 yılında Almanya-Avusturya-Macaristan ve onların yanında yer alan Osmanlı Devletinin, İtilaf Devletleri olan İngiltere-Fransa ve Rusya’ya yenilmesiyle sona erer. İşte kurşun kubbeler şehri İstanbul’dasın Havada kaçan bulutların hışırtısı Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor Yeni Cami, Süleymaniye arkalarını kirli bir göğe vermişler Hiç kımıldamıyorlar Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış bütün iştahıyla ağlıyor (İlhan Berk) Trablusgarp ve Balkan Savaşları ile en değerli topraklarını kaybeden Osmanlı Devleti, son yüzyılda kaybettiği toprakları geri almak için Almanya’nın yanında savaşa girer; ancak Almanya’nın yenilmesi sonucu Çanakkale’de büyük Zaferler kazanmasına karşın yenik sayılır. Osmanlı İmparatorluğu ve İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile I. Dünya Savaşının bu ülkeler arasında sona erdiğinin ilan edilmesinin ardından, 13 Kasım 1918’de Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul'a düşman askerleri gelmeye başlar. Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler… Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu. Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu. Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından Hâlâ çığlıklar Topkapı sarayından. (Necip Fazıl) 1 Kasım’da İttihat ve Terakki Cemiyeti kendini lağveder, 2 Kasım’da Enver, Talat ve Cemal Paşalar arkadaşlarıyla yurt dışına kaçarlar, 7 Kasım’da işgal güçleri Çanakkale’den geçer. 13 Kasım 1918 günü, İtilaf Devletlerinin 61 parça harp gemisinden oluşan bir donanması, mütareke şartlarının kendilerine verdiği yetkiye dayanarak, İstanbul önlerine gelip demir atar. Böylece 465 yıllık başkente ilk kez düşman askeri girer, İstanbul esaretle tanışır. İstanbul’da Boğaziçi’nde, Bir garip Orhan Veli’yim; Veli’nin oğluyum, Tarifsiz kederler içinde. Urumelihisarı’na oturmuşum, Oturmuş da bir türkü tutturmuşum (Orhan Veli) Süleyman Nazif, 9 Şubat’ta Hadisat gazetesinde “Kara Gün” başlıklı bir yazı yazarak Türk Milletinin böyle bir işgali daha önce yaşamadığını ve bunu kaldıramayacağını ifade eder. Emperyalist İtilaf Devletleri İstanbul’da 15 Mart’ta sıkıyönetim ilan ettikten sonra, pek çok aydını tutuklar. Ertesi gün yani 16 Mart 1920’de İstanbul fiili olarak işgal edilir ve Osmanlı parlamentosu olan Meclis-i Mebusan dağıtılır. Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyâr; Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar… Gecesi sümbül kokan, Türkçesi bülbül kokan, İstanbul, İstanbul… (Necip Fazıl) 13 Kasım 1918’den beri İstanbul Limanında bekleyen İtilaf Devletlerinin donanmaları, şehrin bazı yerlerine asker çıkarmalarına karşın henüz İstanbul’u işgal etmemişlerdi. Sonunda, 16 Mart 1920 sabahı çok sayıda İngiliz askeri karaya çıkarılarak resmî daireler işgal edilmeye, karakollar basılmaya başlanır. Mustafa Kemal; 16/17 Mart’ta kolordulara, valilere bildiriler göndererek olayları protesto etmelerini, olumsuz propagandaları önlemelerini, postanelerdeki şüpheli mektupları açmalarını ister. İşgal olayı, İstanbul’daki vatanseverlerin Anadolu’ya geçerek Mustafa Kemal’in yanında Milli Mücadele’ye katılmalarının ilk adımı olur. Sana geldim, içim ümitlerle dolu Beni sarhoş etme İstanbul, ne olur Bir gün ben de eririm caddelerinde Çürür kemiklerim adım unutulur Yine sen kalırsın dipdiri, sımsıcak Göğün, bulutların, denizlerin kalır Oynama İstanbul, benimle oynama Bir gün öldürür beni bu dert, bu kahır… (Ümit Yaşar) Adana’daki görevinden dönen Mustafa Kemal Paşa, Adana treninden inip Haydarpaşa rıhtımına ayak bastığında düşman gemilerinin zafer bayrakları açmış şekilde toplarını sağa sola çevirerek İstanbul limanına girdiklerini, ayrıca bazı Türk azınlıkların da sevinç çığlıklarıyla karşı sahilleri çınlattığını görünce, “Geldikleri gibi giderler” sözünü söyler. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak basmasıyla başlayan Milli Mücadele, çeşitli cephelerde verilen zorlu savaşlar sonunda zaferle neticelenir. 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle düşman devletlerin temsilcileri tarafından imzalanan Lozan Antlaşmasıyla da onaylanır. Seni görüyorum yine İstanbul Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan Minare minare, ev ev, Yol, meydan. Geliyor Boğaziçi’nden doğru Bir iskeleden kalkan vapurun sesi, Mavi sular üstünde yine Bembeyaz Kızkulesi... (Ziya Osman Saba) Kurtuluş Savaşının zaferle bitmesinden sonra Refet (Bele) Bey komutasındaki bir Türk birliğinin İstanbul’a girmesine rağmen, işgal resmi olarak kaldırılmaz. 8 Eylül 1923’te Batı Anadolu tamamen düşmanlardan temizlenip Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandıktan sonra İstanbul, Boğazlar Bölgesi ve Doğu Trakya düşmanlardan kurtarılır. İmzalanan Lozan Barış Antlaşması gereğince de düşman askerlerinin altı hafta sonra İstanbul’dan ayrılmaları kararı alınır. 4 Ekim 1923 günü düzenlenen bir törenle işgalciler Türk Bayrağı’nı selamlayarak şehirden ayrılırlar. Böylece, İstanbul’un 5 yıl süren işgali, Türk Ordusunun 6 Ekim 1923 günü coşkun bir bayram havası içinde, sevinç gözyaşları arasında ve çiçek yağmuru altında kente girmesiyle sona erer. Dinmiş denizin şarkısı rüzgar uyumakta, Rıhtım boyu sonsuz bir üzüntüyle karaltı Körfez düşünür, Kanlıca mahzundur uzakta, Mazi gibi sislenmiş Emirgan Çınaraltı. Can verdi kışın sunduğu taslarla zehirden Her gonca kızıl bir gül açarken yolumuzda, Üstündeki son dallar ağarmış diye birden Pas tuttu nihayet suların rengi havuzda. (Faruk Nafiz) Artık İtilaf devletleri yok bu güzel şehirde; ama yeşile, maviye, ormana düşman insanlar var. Gözünü para hırsı bürümüş gönlü fakir, kendi zengin insanlar var, sözüm ona modernleşme adına şehrin her yerine gökdelen diken inşaat firmaları var, şehrin nefes alabileceği alanlara o çirkin AVM’leri diken cahil ama itibarlı iş adamları var. O koca binaların arasından gökyüzünün maviliğini göremiyoruz artık, betonlaşma yüzünden ya yağmur bile yağamıyor ya da yağdığında yıkıp geçiyor bu güzel şehri. Denizinden balık çıkmıyor eskisi gibi, derelerinden su yerine çöp akıyor, martıların kanatları bile artık eskisi gibi beyaz değil… Ne yazık ki İstanbul yine işgal altında, hem de içindeki düşmanlar tarafından işgal edilmiş. Milyonlarca araç, milyonlarca bina ve İstanbul’u sevmeyen milyonlarca insan… Başında bunca işgalci varken İstanbul nasıl sevinsin işgalden kurtulduğuna? Ama biz yine de “her halinle, her şeyinle güzelsin İstanbul, biz seni her halinle seviyoruz” demekten kendimizi alamıyoruz… Kurtuluş Günün Kutlu Olsun İstanbul… Kandilli yüzerken uykularda Mehtâbı sürükledik sularda Bir yoldu parıldayan, gümüşten Gittik bahis açmadık dönüşten Hülyâ tepeler, hayâl ağaçlar Durgun suda dinlenen yamaçlar Mevsim sonu öyle bir zaman ki Gaip bir mûsîkîydi sank Gitmiş kaybolmuşuz uzakta Rüyâ sona ermeden şafakta (Yahya Kemal) Görseller: Nurten Bengi Aksoy

  • Şehr-i İstanbul

    “Istanbul'un mermer tasları; Basıma da konuyor, konuyor aman, martı kusları; ~Orhan Veli Kanık Yaşlı ve ihtiyar şehir İstanbul. Her bir köşesi deşilmiş ve yaralı. İnsanlar bir yerden bir yere yetişme telaşında. Kimse kimseyi görmüyor. Herkes cep telefonuna gömülmüş. Gülümsemeyi unutmuş. Kim bilir neleri düşünüyor. Bir yakadan bir yakaya beton ve demir köprülerle prangaya bağlanmış bir mahkûm gibi görülüyor gözüme. Oysa hala güzel ve asil duruyor. Eğilip vapurun penceresinden boğazın havasını kokluyorum. Hani Can babanın dediği gibi rüzgar "denizin yaramaz çocukları" martıların kanatlarına eşlik ediyor. Denizin köpük köpük beyaz dalgaları ile bir müziğin ritmine uyarcasına adeta dans ediyorlar. Ah diyorum ah kimse fark etmiyor o mavilikleri, kimse denizle gökyüzünün birbiri ile kucaklaşmasının farkında değil. Belki bu ay ödeyeceği taksitleri çocuğunun ihtiyaçlarını ay sonunu nasıl getireceğini düşünüyor. Belki de delikanlı sevdiği kızı düşünüyor. İnsanlar yaşamlarının koşarak geçip gittiğinin farkında değiller. Yorgun ve uykusuzum. Hayat koşturmacasının içinde maviliklere ve martılara yüreğimden bir tebessümle selam veriyorum. Rüzgâr yüzümü yalıyor. Serinliği ve iyot kokusunu içime çekiyorum. Gülümsüyorum. Alfred Capus’un “Fırtınanın şiddeti ne olursa olsun; martı sevdiği denizden asla vazgeçmez... “sözü geliyor aklıma. İnsan maviliklere sevdalı bir martı gibi olmalı asla özgürlüğünden vaz geçmeyen. Vapur kıyıya yaklaşıyor. İnsanlar ciddi suratlarla iniyorlar. Yürüyorum. Annem çocukken arkadaşlığın önemini anlatıyor. Kız arkadaşların seçilmiş kardeş olduğunu söylüyor. Yoğun hayat koşturmacası içinde uzun süredir buluşmaya söz verdiğim kız arkadaşım ile buluşmak üzere yürüyorum. Neden yazıyorsun diyorum bazen. Sonra düşünüyorum. İnsan yazmadan o küçücük güzellikleri görmeden nasıl yaşar? Ben çok zamanım olduğu için mi yazıyorum? Hayır diyorum. Beni tanıyanlar yoğun bir çalışma tempomun olduğunu biliyorlar. Küçük şeylerle mutlu olmayı o güzelliklerin hayatıma renk katmasını seviyorum. Duygusal bir insan olunca belki her şeye farklı bakmayı seçiyorum. Bir gün bir arkadaşım nasıl bu kadar pozitif oluyorsun diye sormuştu. Gülümseyip ; her sabah gökyüzüne bakıp mavilikleri kokluyorum demiştim. Bitimsiz tebessümlü günler diliyorum. Şimdi dost sohbeti zamanı (Semihat Karadağlı ) 17.11.2017 İstanbul Foto: Semihat Karadaglı/ Istanbul Beylerbeyi sarayı, Moda Deniz Kulübü

  • Öğretmenler Yarın İş Bırakıyor:

    MEB'e insanca yaşam için çağrı * Eğitim - Sen Başkanı Nejla Kurul yaptığı açıklamada kariyer basamakları sınavının yapılmaması ve Öğretmenlik Meslek Kanunu'nun iptal edilmesi gerektiğini belirtti. Kurul, öğretmenlerin asıl ihtiyacının insanca yaşamı sağlayacak ücret olduğunu belirtti. Eğitim Sen üyeleri, "Öğretmenlik Meslek Kanunu ve kariyer basamakları sınavı iptal edilsin!" talebiyle yarın bazı eğitim sendikaları ile ortak iş bırakma eylemi yapacak. Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim - Sen) Başkanı Nejla Kurul, “Milli Eğitim Bakanlığı'na çağrımız; kariyer basamakları sınavının yapılmaması ve Öğretmenlik Meslek Kanunu'nun bütün sonuçlarıyla birlikte derhal iptal edilmesidir. Eğitim sendikalarının ortak sesi duyulmalı, yapılan yanlıştan çok geç olmadan geri dönülmelidir. Bütün sendikaları 2 Kasım iş bırakma eylemine katılmaya ve ortak talepler etrafında birlikte hareket etmeye davet ediyoruz” açıklamasını yaptı. Eğitim Sen Genel Başkanı Prof. Dr. Nejla Kurul, sendika genel merkezinde bugün basın toplantısı düzenledi. Bugüne kadar Öğretmenlik Meslek Kanunu ve kariyer basamakları sınavının iptali için yaptıkları eylemleri anımsatan Kurul, tüm girişimlerine rağmen Milli Eğitim Bakanlığı’nın seslerini duymadığını ve taleplerini yanıtsız bıraktığını söyledi. Bu nedenle yarın geniş çaplı bir iş bırakma eylemi yapacaklarını belirten Prof. Dr. Kurul, şunları söyledi: “YOĞUN TEPKİLERE RAĞMEN, MEB ISRARLA SOMUT BİR ADIM ATMAMAKTADIR” “Öğretmenlik mesleğini itibarsızlaştıran, öğretmenlerin ekonomik sorunlarına çözüm üretmeyen, eşit işe eşit ücret ilkesini ortadan kaldıran, öğretmenler arasındaki ayrımcılığı ve eşitsizliği derinleştiren Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK) düzenlemesine yönelik yoğun tepkilere rağmen, MEB ısrarla somut bir adım atmamaktadır. Öğretmenlerin, eğitim emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarına ilişkin sorunları Milli Eğitim Bakanlığı'nın gündeminde değildir. Yıllardır ekonomik, sosyal ve özlük haklarımıza ve geleceğimize yönelik taleplerimiz görmezden gelinmekte, insanca yaşam ve insan onuruna yakışır ücret taleplerimiz yok sayılmaktadır. Öğretmenlerin mesleki birikimini ve niteliğini yok sayan kariyer basamakları uygulamasının öğretmenlik mesleğinin saygınlığını daha da düşürmesine karşı hiçbir eğitim emekçisinin, eğitim alanında örgütlü hiçbir sendikanın sessiz ve tepkisiz kalması beklenemez. Bu amaçla 14 Ekim’de eğitim alanında örgütlü ve mücadeleden yana olan sendikalar bir araya gelmiş ve ortak talepler belirlenmiştir. “TALEPLERİMİZ SADECE ORTAK METNE İMZA ATAN EĞİTİM SENDİKALARININ DEĞİL, TÜM EĞİTİM VE BİLİM EMEKÇİLERİNİN TALEPLERİDİR” Taleplerimiz şu şekildedir; 19 Kasım tarihinde gerçekleşecek kariyer sınavının derhal iptal edilmesi, eğitim öğretim yılına hazırlık ödeneğinin ayrım gözetmeksizin tüm eğitim çalışanlarına bir maaş tutarında ödenmesi, tüm eğitim çalışanlarına yoksulluk sınırının üzerinde bir ücret artışı sağlanmasına ilişkin düzenleme yapılması, kamuda mülakat uygulamasına son verilmesi, tüm eğitim çalışanlarına sosyal devlet ilkesi gereği ayrım yapılmaksızın; giyim, ulaşım, barınma, beslenme, yakıt, kira yardımı yapılması ve aile çocuk yardımı tutarlarının iyileştirilmesi, vergi dilimi adaletsizliğine son verilmesi, öğrencilerin en temel hakkı olan eğitim, barınma ve beslenme haklarının, sosyal devlet anlayışıyla devlet güvencesine alınması ve kamusal eğitim sağlanması. Ortak taleplerimize yönelik herhangi bir adım atılmaması halinde, 2 Kasım 2022 tarihinde tüm eğitim çalışanlarının katılımı ile bir günlük iş bırakma eylemi yapılacağı kamuoyuna açıklanmıştır. Taleplerimiz sadece ortak metne imza atan eğitim sendikalarının değil, tüm eğitim ve bilim emekçilerinin talepleridir. “EĞİTİM EMEKÇİLERİNİN İHTİYACI KARİYER DEĞİL, İNSANCA YAŞAYACAK ÜCRET, SAĞLIKLI ÇALIŞMA KOŞULLARI VE GÜVENLİ GELECEK” Milli Eğitim Bakanlığı eğitim alanında örgütlü sendikalarının sesini duymamakta ısrar etmekte, bugüne kadar her konuda olduğu gibi, Öğretmenlik Meslek Kanunu konusunda da bildiğini okumayı sürdürmektedir. Öğretmenlerin temel haklarının, ekonomik taleplerinin ve iş güvencesi başta olmak üzere sosyal, demokratik ve özlük haklarını güvenceye alan yeni bir meslek kanunu hazırlanmalıdır. Ay sonunu getiremeyen, kirasını ödeyemeyen, faturalarını ödemekte zorlanan bir eğitim emekçisinin mesleğini sağlıklı şekilde yapabilmesi mümkün değildir. Eğitim emekçilerinin ihtiyacı kariyer değil, insanca yaşayacak ücret, sağlıklı çalışma koşulları ve güvenli gelecektir. “KARİYER BASAMAKLARI SINAVI VE ÖĞRETMENLİK MESLEK KANUNU İPTAL EDİLSİN” Milli Eğitim Bakanlığı'na çağrımız; kariyer basamakları sınavının yapılmaması ve Öğretmenlik Meslek Kanunu'nun bütün sonuçlarıyla birlikte derhal iptal edilmesidir. Eğitim sendikalarının ortak sesi duyulmalı, yapılan yanlıştan çok geç olmadan geri dönülmelidir. Eğitim Sen olarak eğitim emekçilerinin kariyer sınavının yapılmaması, ÖMK'nın iptal edilmesi ve yoksulluk sınırının üzerinde bir ücret artışı yönündeki taleplerini önemseyen bütün sendikaları 2 Kasım iş bırakma eylemine katılmaya ve ortak talepler etrafında birlikte hareket etmeye davet ediyoruz.” Kurul, Bakan Özer’in iş bırakma öncesi sınav iptaline dair bir açıklama yapıp yapmadığı sorusuna da şu yanıtı verdi: “BİZLERLE KONUŞMA, TARTIŞMA KONUSUNDA MİLLİ EĞİTİM BAKANI HİÇBİR ADIM ATMAMIŞTIR” “Milli Eğitim Bakanının kamuoyuna dönük açıklamalarında son zamanlarda sıkça dillendirilen sınavsız kariyer olmaz anlayışı. Dolaysıyla sınavın da yapılacağını ve kariyer basamaklarından vazgeçilmeyeceğine ilişkin duyumlar alıyoruz. Doğrudan bu 14 sendikaya yönelik bizlerle konuşma, tartışma konusunda Milli Eğitim Bakanı hiçbir adım atmamıştır.”

  • Bir Gecede Cahil Kaldık

    Bugün 1 Kasım, saltanatın kaldırılmasının yüzüncü, 1928'de Atamızın gerçekleştirdiği Harf Devrimi'nin ise 94. yıldönümü. Bu devrimin gerçekleşmesiyle o güne kadar kullanılan Arap harfleri esaslı Osmanlı alfabesinin resmiyeti son buldu ve Latin harflerini esas alan Türk Alfabesi yürürlüğe kondu. Cumhuriyetimiz 100 yaşına doğru giderken Harf devrimini ve cumhuriyeti hazmedemeyenler hala eskiye özlem duyup, yapılan devrimleri karalamaya çalışıp, halkın bir gecede cahil bırakıldığı yalanını söylüyorlar Bu işin eğitimini almış, yani yıllarca Osmanlıca okumuş, yazmış biri olarak biraz da ben ukalalık (!) edeyim, Osmanlıca; Osmanlı devleti zamanında oluşturulmuş yapay bir dildir, bir yandan devletin resmi yazışmalarında kullanılırken, bir yandan da yazarlar ve şairler tarafından "Divan Edebiyatı" dediğimiz klasik edebiyatta kullanılırdı, Bu dil; Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımından oluşan ve Türkçe cümle yapısına sadık kalınarak oluşturulan süslü ve sanatlı bir dildi. Bugünkü anlamda baktığımızda akademik bir dil olduğunu görürüz. Yani tarihçilerin ve edebiyatçıların bilmesi gereken bir dil. Osmanlıca, zaten yıllardır edebiyat fakültelerinin Tarih, Türk Dili ve Edebiyatı bölümleriyle Arap ve Fars Dilleri bölümlerinde temel ders olarak okutuluyor. Ancak daha ilkokul yıllarında pek çok inançlı ailenin sırf "adet yerini bulsun" diye yaptığı gibi her yaz tatilinde mahallenin bütün çocukları Kuran kursuna gönderilirdi. benim de 2-3 ay laf olsun diye gittiğimiz bu kurslarda tabii ki bir şey öğrenilmezdi. Ancak harfleri öğrenir, heceleri sökerdik, derken okullar açılır, öğrendiklerimiz unutulur giderdi. Bu bir kısır döngü şeklinde her yaz tatili sürüp giderdi. Yıllar sonra üniversiteye başladığımda, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünün temel dersi olan Osmanlıcayı öğrenirken o kuran kurslarından aklımda kalan Arap harfleri işimi kolaylaştırmıştı. Kısa sürede Arap harflerini bildiğim için Osmanlıca okuyup yazmayı öğrenmiştim. Türk dilinin yapısına uygun olmayan Arap alfabesinde sesli harf yoktur, sesli harflerin görevini yapan 'üstün, esre, ötre' denilen işaretler vardır, O nedenle okumak nispeten kolaydır. Oysa Osmanlıcada sesli harflerin görevini üstlenen o işaretler de kullanılmaz. Böyle olunca da sözcükleri cümledeki yerine göre el yordamıyla okursunuz, tabii bu zamanla öğrenilir ve yerleşir insanın zihnine. Örneğin 'gül, gel, kül, kel' sözcükleri aynı Arap harfleriyle yazılır, bu sözcüklerin hangisi olduğunu ancak cümlenin gelişinden, yani el yordamıyla anlarsınız. İşte bütün bunları yaşayan ve bilen bir lider olarak Mustafa Kemal Atatürk de bu konuyla 1905-1907 tarihleri arasında Suriye'deyken ilgilenmeye başlar. 1922 yılında Halide Edib Adıvar'la yine bu konu hakkında konuşur ve böylesi bir değişikliğin sert önlemler gerektireceğini söyler. Eylül 1922'de Hüseyin Cahit'in İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Atatürk'e sorduğu "Neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?" sorusuna, Atatürk "Henüz zamanı değil." yanıtını verir. 1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulur, ancak öneri kongre başkanı Kâzım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği" gerekçesiyle reddedilir. 28 Mayıs 1928'de TBMM, 1 Haziran'dan itibaren resmî daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Atatürk, "Bu ya üç ayda olur ya da hiç olmaz." diyerek zaman kaybedilmemesini ister. Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928'de Atatürk, harfleri Cumhuriyet Halk Partisinin Gülhane'deki galasına katılanlara tanıtır. 11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos'ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtılır. Ağustos ve eylül aylarında da Atatürk farklı illerde yeni alfabeyi halka tanıtır. 8-25 Ekim tarihleri arasında resmî görevlilerin hepsi yeni harflerin kullanımı ile ilgili bir sınavdan geçirilir ve 1 KASIM 1928 günü 1353 sayılı "Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun" kabul edilerek Türk Alfabesi resmen kullanılmaya başlanır.

  • Harf Devrimi

    1 Kasım 1928 * Harf Devrimi, Türkiye'de 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı "Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun"un kabul edilmesi ve yeni alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen isimdir. Kanun, 3 Kasım 1928 günü Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu yasanın kabulüyle o güne kadar kullanılan Arap harfleri esaslı Osmanlı alfabesinin resmiyeti son buldu ve Latin harflerini esas alan Türk alfabesi yürürlüğe kondu. Türk alfabesinin içeriği, Latin harflerini yazı sistemlerinde kullanan diğer ülkelerin alfabeleriyle birebir aynı olmayıp Türk dilinin seslerini karşılamaları amacıyla türetilmiş harfleri bulundurmaktadır (Ç, Ş, Ğ, I, İ, Ö, Ü). Bunun yanı sıra Türk alfabesindeki harflerin okunuşları Batı dillerindeki harflerin okunuşlarından farklıdır. Örneğin C harfinin okunuşu Türk alfabesinde /d͡ʒ/ iken İngilizce alfabede /ˈsiː/'dir.[1] Tarihçe Türkler 10. yüzyıldan itibaren İslam dini ile birlikte (eskiden İslam kültürünün vazgeçilmez ögesi sayılan) Arap alfabesini de Türkçe ses sistemine uyarlayarak benimsemişlerdi. Bunu izleyen 900 yıl boyunca Türkçenin gerek Batı (Osmanlı) gerek Doğu lehçeleri, Arap alfabesinin Türkçeye uyarlanmış bir biçimi ile yazıldı. Okur yazar oranı: 1923: %2,5[2]1927: %10,5[3] (1927 resmî sayımlar) 1935: % 20,4[4] (1935 sayımları) 1 Harf Devrimi gerçekleşmeden 1 yıl önce yapılan nüfus sayımları 2 Yeni Türk harfleri ile 7 eğitim dönemi sonrası Türkiye'de alfabe reformu önerileri 19. yüzyıl ortalarından itibaren duyulmaya başladı. Öneriler ikiye ayrılıyordu: Osmanlı yazısının düzeltilmesini isteyenler, Latin harflerinin kabulünü isteyenler. Yazı devriminin gerekçeleri Harf devriminin en önemli sebeplerinden biri Arap harflerinin Türkçeye uygun olmadığı düşüncesidir.[5][6] Osmanlı yazısının düzeltilmesini isteyenlerin başlıca gerekçesi, bu yazının Türkçenin ünlü seslerini ifade etmekte yetersiz kalmasıydı. Arap alfabesinin Türkçeye uygun olmadığına ilişkin görüşler tarih boyunca pek çok kişi tarafından dile getirilmiş ve alfabede en azından bir revizyon yapılması gerektiği dile getirilmiştir. Arap alfabesinin yetersizliğini ilk dile getirenlerden biri Katip Çelebi'dir.[7] Tanzimat döneminde ise Ahmet Cevdet Paşa, Arap harfleriyle gösterilemeyen sesler için yeni bir yazım yolu aranması gerektiğini belirtir.[8] 1851'de Münif Paşa Arap harfleri ile okuyup yazmanın zor olduğunu, halkın eğitiminin yapılamadığını bu nedenle alfabenin düzeltilmesi gerektiğini söylemiştir.[8] Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi, Yenişehirli Avni, Ziya Gökalp, Şemsettin Sami, Ebüzziya Tevfik, Feraizcizade Mehmet Şakir, Ispartalı Hakkı Bey gibi aydınlar da alfabenin sorunları hakkında görüşlerini dile getirmişlerdir. Enver Paşa gibi siyasi isimlerin de alfabe konusunda girişimleri (Enveriye) olması ortada bir sorun olduğuna ve bir çözüm arayışı içinde olunduğuna bir kanıttır. Latin alfabesi ya da başka bir alfabenin getirilmesi mi yoksa var olan alfabede bir revizyon yapılması mı gerektiği konusunda farklı fikirler olsa da Arap alfabesinin Türkçeye olan uyumsuzluğu ve sorunları olduğu konusunda çoğu kişi ortak görüşe sahipti. Bu görüşler Cumhuriyetten sonra da devam etmiş ve harf devrimine temel olmuştur. Bu sorundan doğan imla kargaşası, yazılı basının ve resmi okul kitaplarının yaygınlaşması ile daha çok hissedildi. 1870'lerden itibaren Türkçenin standart bir sözlüğünü oluşturma çalışmaları da imla konusunu gündeme getirdi. Bir diğer gerekçe bu alfabenin sorunları nedeniyle halkın eğitimine sekte vurduğu ve halkı cahil bıraktığı düşüncesidir. Nitekim Milaslı İsmail Hakkı Bey Latin alfabesine tamamen karşı olmasına rağmen, yazımız ıslah edilmedikçe bu asra göre terakkimizin mümkün olamayacağını, ıslah halinde Japonlar gibi ilerleme kaydedileceğini söylemiştir. Yine Celal Nuri, "Bu harfleri ve bunlarla yazılmış ibarâtı avâm sühûletle öğrenemiyor." demiştir.[9] Hüseyin Cahit Yalçın ise "Biz ülkede ümmîliği (okuyup yazması olmayan) azaltamıyoruz. Çünkü harflerimiz buna engeldir." demiştir.[10] Latin harflerini benimseme gerekçeleri M Avrupa ile ilişkilerin kolaylaştırılmak ve geliştirilmek istenmesi. Arap alfabesinin ıslah çalışmaları sırasında hurûf-ı munfasıla, yani harflerinin birbirinden ayrılarak yazılması yönteminin denenmesi. Harflerin ayrılarak yazıldığı bir alfabenin Türk dili için daha uygun olduğu düşüncesi. Latin alfabesinin eğitimi çok kolaylaştırdığı düşüncesi. Bakü'de yapılan I. Türkoloji Kongresi'nde bütün Türkler için Arap harfleri yerine Latin yazısının kabul edilmesine karar verilmesi. Atatürk'ün bu kongreyi yakından takip ettiğinin bilinmesi.[11] Latin alfabesi dışında daha iyi bir alternatifin olmaması. Dünyadaki en yaygın alfabe olan Latin alfabesi dışındaki bir alfabenin örneğin Kiril ya da Çin alfabesinin kabul edilmesinin herhangi bir mantığının olmaması. 1850-60'lardan itibaren Türk aydın sınıfının tümü Fransızca biliyor ve bazen kendi aralarındaki yazışmalarda Fransızca kullanacak kadar bu dili benimsiyordu. Telgrafın yaygınlaşmasıyla birlikte, Türkçenin Latin alfabesiyle ve Fransız imlasına göre yazılan bir biçimi de günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Beyoğlu, Selânik, İzmir gibi kozmopolit çevrelerde dükkân tabelaları ve ticari reklamlarda çoğu zaman bu yazı kullanılıyordu. 19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul ve Anadolu'da Rum ve Ermeni harfleriyle basılan gazete ve kitaplar önemli bir sayı tutmaya başlamıştı. Bu yayınların kazandığı popülerlik, Türkçenin Arap yazısından başka yazıyla da yazılabileceği düşüncesinin benimsenmesine yardımcı oldu. 1908-1911'de Latin temelli Arnavut alfabesinin kabulü ve 1922'de Azerbaycan'ın Latin alfabesini kabulü, Türkiye'de büyük yankı uyandırdı. Sovyetler Birliği'ndeki Türk devletleri Latin alfabesini kullanıyordu. Türkiye; Türk dünyası ile yakınlaşmak, ortak bir alfabeyi kullanmak için Latin alfabesine geçti. Fakat daha sonra SSCB, Stalin döneminde Türkiye ile Sovyetler Birliği'ne bağlı Türk cumhuriyetleri arasındaki bağı koparmak için Türk devletlerini Kiril alfabesine geçirtmiştir. 1991'de SSCB'nin dağılması üzerine Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan olmak üzere 5 bağımsız Türk devleti kuruldu. Bunlar arasından Azerbaycan, Özbekistan ve Türkmenistan ve Kazakistan tekrar Latin alfabesine geçerken Kırgızistan ile Rusya'ya bağlı Başkurtistan, Çuvaşistan, Tataristan, Tuva gibi Türk cumhuriyetleri Kiril alfabesini kullanmaya devam etti. Özetle, Türkiye'de yapılan harf devrimi, diğer Türk cumhuriyetlerine yakınlaşmayı, Türk dillerine uyumlu bir yazı sistemi oluşturulup ortak bir alfabe kullanılmasını amaçlamıştır.[12] Arap alfabesinin Türkçeyi tam olarak ifade edememesi. Arap alfabesinde bulunan Vav (و) harfi V, O, Ö, U, Ü; Ye (ﻱ) harfi Y, I, İ; Kef (كـ) harfi ise K, G, N, nadiren de Y sesini verebilmektedir. Bu durum karışıklık çıkarmaktaydı. İkinci Meşrutiyet döneminde, Türk ulusal kimliğini İslamiyet'ten bağımsız olarak tanımlama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki'ye yakın aydınlar arasında ağırlık kazandı. Bazı kişiler tarafından Arap yazısı İslam kültürünün ayrılmaz bir parçası sayıldığı için bu yazının terk edilmesi aynı zamanda Türk ulusal kimliğinin laikleşmesi ve kendi öz benliğini ortaya çıkarması anlamına gelecekti. Ilk reform önerileri Latin alfabesinin Türkçeye uyarlanması görüşü ilk kez 1860'lı yıllarda Azerbaycanlı Feth Ali Ahundzade tarafından ortaya atıldı. Ahundzade ayrıca Kiril alfabesi kökenli bir de alfabe hazırlamıştı.[13] 1908-1911 döneminde Latin esaslı yeni Arnavut alfabesinin benimsenmesi, Türk aydınları arasında da yoğun tartışmalara neden oldu. 1911'de Elbasan'da hocaların Latin harflerinin şeriata aykırı olduğuna dair fetvasına karşı sert bir polemiğe giren Hüseyin Cahit, Latin esaslı Arnavut alfabesini savunmakla yetinmeyip Türklerin de aynısını uygulamalarını önerdi.[14] 1911'de İttihat ve Terakki Cemiyetinin Arnavut kolu, Latin esaslı alfabeyi kabul etti. 1914 yılında Kılıçzade Hakkı'nın yayınladığı Hürriyet-i Fikriye adlı dergide çıkan beş imzasız makale, Latin harflerinin yavaş yavaş kullanılmalarını öneriyor ve bu değişikliğin kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyordu. Ancak dergi, bu makaleler nedeniyle İttihat ve Terakki iktidarı tarafından yasaklandı.[15] 1911 yılında Manastır-Bitola'da Latin harfleriyle basılan ilk Türkçe gazete yayımlandı. Zekeriya Sami Efendi'nin neşrettiği, adı Eças olup Fransızca imla ile "esas" diye okunan ve cumartesi günleri yayınlanan bu gazetenin ancak birkaç sayısı günümüze ulaşmıştır. Atatürk ve Harf Reformu Mustafa Kemal de bu konuyla 1905-1907 tarihleri arasında Suriye'deyken ilgilenmeye başladı.[16] 1922 yılında Atatürk Halide Edib Adıvar'la yine bu konu hakkında konuşmuş ve böylesi bir değişikliğin sert önlemler gerektireceğini söylemişti.[17] Eylül 1922'de Hüseyin Cahit'in İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Atatürk'e sorduğu "Neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?" sorusuna, Atatürk "Henüz zamanı değil." yanıtını vermişti. 1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kâzım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği" gerekçesiyle reddedilmişti. Ancak tartışma basında geniş yer bulmuştu.[18] 28 Mayıs 1928'de TBMM, 1 Haziran'dan itibaren resmî daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı. Yasaya önemli bir tepki gelmedi. Yaklaşık olarak bu yasayla aynı zamanda da harf reformu için bir komisyon kuruldu. Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve k harfleriyle karşılanması önerisiydi. Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve q harfi alfabeden çıkartıldı. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Atatürk, "Bu ya üç ayda olur ya da hiç olmaz." diyerek zaman kaybedilmemesini istedi.[19] Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928'de Atatürk, harfleri Cumhuriyet Halk Partisinin Gülhane'deki galasına katılanlara tanıttı.[20] 11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos'ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtıldı. Ağustos ve eylül aylarında da Atatürk farklı illerde yeni alfabeyi halka tanıttı. Bu sürecin sonunda komisyonun önerileriyle, kimi ekleri ana sözcüğe birleştirme amaçlı kullanılan kısa çizginin atılması ve düzeltme işaretinin eklenmesi gibi değişiklikler yapıldı. 8-25 Ekim tarihleri arasında resmî görevlilerin hepsi yeni harflerin kullanımı ile ilgili bir sınavdan geçirildi. Eleştiriler 2019'da 12. Türkiye Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Mustafa Kemal Atatürk'ü anma programında yaptığı konuşma sırasında, Osmanlı'daki tarihi okuma yazma oranının toplumun yarısından yüksek olduğunu, bu oranın dönemin Rusya, İtalya gibi ülkelerinin üzerinde yer aldığını, Harf İnkılabı'nın okuryazarlıkta düşüşe yol açtığını ve "Harf Devrimi ile her şeyin sıfırlandığını" iddia etmiştir.[21] Bu ifadeler çeşitli akademisyenler ve medya kuruluşlarınca doğru olmadığı sebep gösterilerek eleştirilmiştir.[22][23] "Bir gecede cahil bırakıldık!" söz öbeği, Harf Devrimi'ni eleştirenler tarafından kullanılan bir söylem hâline gelmiştir.[21] Ayrıca bakınız Hurûf-ı munfasıla; Hurûf-ı munfasıla (Osmanlıca: حروف منفصله), hatt-ı cedîd, hatt-ı Enverî, Enver yazısı, Enveriye, ordu elifbâsı ya da Alman yazısı, Enver Paşa'nın Osmanlı Türkçesinin yazımını kolaylaştırmak üzere Arap alfabesini gözden geçirerek elde ettiği yazı sistemidir. Sistem, Harbiye Nezâretinin de katkısıyla uzun süre kullanımda kalmıştır. Bu sisteme göre harflerin son biçimleri birbirine bağlanmadan kullanılıyor ve sesli harfler de gösteriliyordu. Enver Paşa, 1917 yılında bu sistemi öğretmeye yönelik Elifbâ adlı bir okuma kitabı hazırlamıştı. Yazının resmî olarak mı sona erdiği yoksa kendiliğinden mi terk edildiği bilinmemektedir.[1] Bu yazı sistemi 35 ünsüz ve 10 ünlü olmak üzere toplam 45 harften oluşmaktadır. Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Kemal'in bu sistemle ilgili 1918'deki görüşünü şöyle aktarmaktadır[2]: “Bu iş, iyi niyetle yapılmış olmasına rağmen, yarım yamalak ve zamansız yapılmıştır... Savaş zamanı, harflerle uğraşılacak zaman mıdır? Ne için? Haberleşmeyi kolaylaştırmak için mi? Bu sistem haberleşmeyi eski sisteme göre daha yavaş ve daha güç kılmıştır. Hızın önem kazandığı bir zamanda, işleri yavaşlatan ve insanların kafasını karıştıran bu atılımın avantajı nedir? Fakat madem bir işe başladınız, bari bunu doğru dürüst yapacak cesareti gösteriniz." KAYNAK: Vikipedi

  • Yolculuk

    zaman zaman yol alır çocukluğuma, bir avuç anıyla geri dönerim; elimde bir elma şekeri, yanımda bir minik kedi… gençliğime uzanırım kimi zaman da dalar gider engine nemli gözlerim; başımda esen kavak yelleri, yüreğimde solan sevda gülleri… sonra takılır ayağım hayat yolunda; yaprak misali savrulur, uçar giderim… bilirim, bana benden başka yar yok, düşerim, kalkarım, güler geçerim...

  • Saltanatın Kaldırılması

    1 Kasım 1922 Saltanatın kaldırılması veya padişahlığın kaldırılması, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 1 Kasım 1922'de kabul ettiği 308 numaralı "Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, hukuku hâkimiyet ve hükümraninin mümessili hakikisi olduğuna dair" adlı kararnamesi ile gerçekleşmiştir. Saltanatın kaldırılmasıyla beraber Osmanlı İmparatorluğu resmen sona ermiştir. Süreç VI. Mehmed'in Dolmabahçe Sarayı'ndan ayrılması, 1922 Saltanatın kaldırılmasına doğrudan doğruya yol açan olay, Türk Kurtuluş Savaşı'nın başarı ile sonuçlanmasından sonra toplanması öngörülen barış konferansına Ankara ve İstanbul hükûmetlerinin birlikte davet edilmeleridir. 17 Ekim tarihli bir telgrafla sadrazam Tevfik Paşa barış konferansında ortak bir tavır belirlemek amacıyla Mustafa Kemal'e başvurmuştur. 20 Ekim tarihli, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına hitap eden ikinci bir telgrafta Tevfik Paşa Babıali ile Büyük Millet Meclisi arasında amaç bakımından tam bir birlik olduğunu, Sevr Antlaşmasını iptal ettirmek ve işgalin sonuçlarını ortadan kaldırmak için beraberce mücadele edildiğini belirterek ulusal birliğin önemini vurgulamış ve vatan uğruna kişisel hırslardan vazgeçilmesi gerektiğini belirtmiştir.[2] 28 Ekim'de İtilaf Devletleri İsviçre'nin Lozan kentinde toplanacak olan konferansa İstanbul ve Ankara hükûmetlerini resmen davet etmiştir. Bunun üzerine iki gün sonra toplanan TBMM, İstanbul hükûmetinin tasfiyesine yönelik 82 imzalı karar tasarısını görüşmüşse de aynı gün sonuç alamamış, ancak 1 Kasım tarihli toplantıda Mustafa Kemal'in sert müdahalesi üzerine saltanatın kaldırılmasına karar vermiştir. Kararname, ilga hükmünü geriye yürüterek "İstanbul'daki şeklî hükûmetin 16 Mart 1920'de tarihe intikal ettiğini" bildirmiştir.[3] Aynı gün alınan bir başka Meclis kararıyla 1 ve 2 Kasım günleri milli bayram ilan edilmiştir. Mustafa Kemal'in ifadesine göre milletvekillerinin birçoğu saltanatın kaldırılması kararına karşı çıkmışlardır. Bakanlar kurulu başkanı Rauf Bey (Orbay) başta karşı çıktığı karara 29 Ekim'de Mustafa Kemal ile görüştükten sonra taraftar olmuştur. Buna karşılık liberal görüşleriyle tanınan Mersin vekili Selahattin Bey (Köseoğlu) sonuna kadar karara muhalif kalmıştır. Gerek Rauf gerek Selahattin Beyler daha sonra kaleme aldıkları anılarında, cumhuriyete prensip olarak karşı olmadıklarını, ancak padişahlığı kişisel diktatörlük eğilimlerine karşı bir engel olarak gördükleri için kaldırılmasına muhalif olduklarını anlatırlar. Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nda 15 Nisan 1923'te yapılan bir değişiklikle, saltanatın lağvına dair kararnameye karşı sözle ve basın yoluyla muhalefet etmek vatan hainliği kapsamına alınmış ve idamla cezalandırılmıştır. Kararnamenin ilanından sonra sadrazam Tevfik Paşa başkanlığında 4 Kasım günü son toplantısını yapan Osmanlı hükûmeti istifasını padişaha sunmuştur. 5 Kasım'da Ankara hükûmetinin İstanbul'daki temsilcisi Refet Paşa (Bele) tüm bakanlık müsteşarlarını Divanyolu'ndaki Şark Mahfilinde toplayarak her türlü faaliyete son vermelerini tebliğ etmiştir. 7 Kasım'da Babıali'deki başbakanlık dairesi resmen boşaltılmış ve Osmanlı Devleti'nin resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayi'nin yayınına son verilmiştir. Sonuçları Şeklen "halife" unvanını koruyan VI. Mehmed (Vahideddin) 10 Kasım'da son cuma selamlığına katılmış, ancak yaşamına ve özgürlüğüne yönelik tehditleri gerekçe göstererek 17 Kasım sabahı Boğaziçi'nde demirli bulunan İngiliz zırhlısı HMS Malaya aracılığıyla Malta'ya sığınmıştır.[4] 19 Kasım'da TBMM, veliaht Abdülmecid Efendi'yi halife ilan etmiştir. 3 Mart 1924'te çıkarılan 431 sayılı Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmani'nin Türkiye Cumhuriyeti Memalik-i Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun ile halifelik de lağvedilmiş ve tüm Osmanlı Hanedanı mensupları yurt dışına sürgün edilmiştir.[5] KAYNAK: VİKİPEDİ

  • CENGİZ AYTMATOV’LA “BAŞBAŞA”

    M. SOYSAL: Türkiye’ye çok sık gelemiyorsunuz. Ülkemizi ilk ziyaretinizi göz önünde bulundurursanız, o günden bu güne gördüğünüz değişiklikler nelerdir? AYTMATOV: Çok teşekkür ederim Mehmet Bey. Beni yıllar öncesine götürdünüz. Türkiye’ye ilk defa 1975 yılında geldim. Şunu kesinlikle söyleyebilirim; Türkiye her geçen gün, her geçen zaman dilimi içinde çok büyük gelişmelere sahne olmakta, hızla modernleşmektedir. Ayrıca özellikle kültür ve sanat alanında çok olumlu gelişmeler gözlemlemekteyim. Türkiye’ye ilk gelişim hiç de kolay olmadı. Çünkü o yıllarda SSCB yönetimi iş başında ve oldukça etkiliydi. Türkiye’ye gelebilmek için, parti yöneticilerine zorluklarla ulaşarak uzun süre bekledim. Birçok ve uzun bürokratik işlemden sonra izin alabildim. Ama bu tip problemlerle artık karşılaşmıyorum. Örneğin geçen senelerde İzmir’de “Barış Kültürü” adlı bir konferansa katıldım ve İstanbul’a sorunsuz bir şekilde geldim. Benim dikkatinizi çekmek istediğim nokta şu: Bu ziyaretimde dünyanın sorunlarını ve küresel yapıyı, Türkiye’deki insanlarla konuşup tartışmaya gelmiştim. Devamında ise İstanbul’da bir kitap fuarını açtık. Bu fuarda 110’dan fazla yayınevi ve binlerce kitap vardı. Demek ki biz böyle bir olaya beraberce imza atabiliyorsak, böyle bir olayı birlikte gerçekleştirebiliyorsak, bu bizim aramızdaki mesafelerin nasıl azaldığını, hepimizin ortak değeri olan sanat, edebiyat, kültürün ne kadar zirveye çıktığını, hangi noktalara ulaştığını çok güzel bir şekilde göstermektedir. M. SOYSAL: Cengiz Aytmatov, Orta Asya’nın hürriyeti için dünya çapında kalemiyle mücadele etti. Neler hissediyorsunuz? AYTMATOV: Tabii 1990 sonrasında Kırgızistan, diğer bütün Türk cumhuriyetleri gibi bağımsızlığını kazandı. Şimdi bu yaşana değişim, cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanması, SSCB’nin dağılması tüm dünya için, tüm dünyadaki insanlar için büyük, tarihi bir olay. Bu yaşanan değişimi sonraki nesiller herhalde hiç unutmayacaklardır. Burada bahsedilmesi gereken, biz bu bağımsızlığa bir devrim sonucu gitmedik. Bir değişim sonucu gittik. Peki bu bağımsızlık bize ne verdi? Bağımsızlık, insanlarımızın iradesinin muazzam bir şekilde gelişmesini sağladı. İç dünyalarını daha önce hissetmedikleri kadar hissetmelerini sağladı. Biz şu anda ne olursa olsun bağımsızız. Tarihin bize verdiği bu fırsattan yararlanmak zorundayız. M. SOYSAL: Rusya yönetimine bağlı, bağımsızlığını ilan edememiş devletler var. Bunlar ne zaman bağımsızlığına kavuşur? Bağımsızlığa kavuşmaları için neler yapmaları gerekir? Hürriyet kuşu insanlar ve milletlere kanat çırparak kendiliğinden gelmez. Mücadele etmek gerekli değil mi? AYTMATOV: Bahsettiğiniz, dile getirdiğiniz konu oldukça zor bir mesele. Eğer gerçeği söylemek gerekirse, orada Rusya Federasyonuna bağlı olan cumhuriyetleri ele alırsak, bunlar federasyon içinde bağımlı hale getirilmiştir ve bu durum anayasa ile de pekiştirilmiştir. Şimdi burada asıl tartışılması gereken konu, bunların bağımsız olması gerekir mi? Başka bir deyişle bunların bağımsız olmaları için Çeçenistan örneğinde olduğu gibi savaşmaları mı gerekir? Bu cumhuriyetler çoğunluk itibariyle Rusya’nın tam ortasında yer almakta. Şayet bunlar Rusya’nın kenarında, diğer ülkelere sınır oluşturacak biçimde bulunmuş olsalardı durum farklı olurdu. Peki bu küçük devletler, bu küçük cumhuriyetler bağımsız olduktan sonra ne olacak? Şu andaki sıkıntılarından kurtulabilecekler mi? Yoksa bu sıkıntılar daha da büyüyerek etnik çatışmaya, bir iç çatışmaya, bir manevi tatminsizliğe mi yol açacak? Bunu gerçekten tartışmak gerekiyor. Bağımsızlığın nasıl, ne şekilde ve hangi kriterlerle sağlandığını belirlemek zorunludur. Yani bana göre tarihin bize verdiği fırsatları çok iyi kullanmamız, jeopolitik olarak bunları çok iyi değerlendirmemiz gerekir. Benim asıl savunduğum, daha önce belirttiğim gibi, eğer bağımsızlık olacaksa bu devrimle değil, bu bir değişimle, yani medeni bir yöntemle gerçekleşmeli. Tabii ki bu benim görüşüm. İnsanlar benimle hemfikir olmayabilir. Benim bu görüşüme karşı çıkanlar da olabilir. Çeçenistan’da yaşayanlar gibi bir bağımsızlık kazanmaktansa, ben bunu Çeçen milleti için feda ediyorum. Çeçenistan bu savaş yüzünden adeta haritadan silinecek duruma gelmiştir. Özetle şunu söylemek istiyorum: Biz kimliğimizi ancak halkımızın entelektüel seviyesini yükselterek, ekonomimizi kalkındırarak koruyabiliriz. Hayat tarzımızı devam ettirebiliriz. Kendi varlığımızı, medeniyetimizi, şiddete başvurmaksızın, kan dökülmeden elde edebileceğimizi düşünüyorum. Tavsiyem şu: Silah almaktansa elimize kalem kitap alıp bu yolla ilerlemek. Belirli bir zaman geçtikten sonra kimin haklı olduğu ortaya çıkacaktır. M. SOYSAL: Türkiye’de 1980 öncesi sağ-sol kavgalarını biliyor musunuz? İki kesimdeki insanların da sizin kitaplarınızı okumalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? AYTMATOV: Kitaplarımı yazarken sağ ya da sol kesimin okuyacağını asla düşünmedim. Yani ben kitaplarımı yazarken amaçladığım, hayatıma, tecrübelerime, birikimlerime dayanarak gördüğüm ve şahit olduğum bütün gerçekleri kitabıma yansıtabilmek. Asıl gayem bu. Bence insanın hayattaki amacı, iç dünyasının var olabileceği son noktayı, zirve noktasını, pozitif noktasını yakalayabilmek. Bu her insan için değişebilir. Bazı insanlar aşk, bazı insanlar görev, bazı insanlar sevgi ve ilgi yoluyla bu noktaya ulaşıyorlar. Benim, kitaplarımda yaptığım; gerçeği, mümkün olduğunca gerçeğin ta kendisini aktarmak. Edebiyatçı olmak, yazar olmak, çok zor bir hale geldi. Şimdi küreselleşme akımlarını ele alırsak, şu anda toplumun algılaması, toplum kültürü çok değişmiş durumda. Toplumun değer yargıları aşırı derecede değişti. Ve bu değişim devam ediyor. Ben buna karşı insanlığı uyarmak için, insanların bu kolay hazmedici yola kaçmaması için mücadele ediyorum. İnsanın kendisini bulmasını istiyorum; ama bu çok zor. Ben insanlar üzerinde etkili olan bir Amerikan sinemasını nasıl durdurabilirim? Veya romanların yerine basit dedektif hikâyelerinin tercih edilmesini nasıl önleyebilirim? M. SOYSAL: Fırat Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ramazan Korkmaz, romanlarınız için; “Dünyanın bilinci olan insan, bozulduğu zaman beş dönüş izine tutunarak kendini yeniden kurabilir. Bunlar doğaya dönüş, anadile dönüş, insana dönüş, eve dönüş ve Allah’a dönüş şeklinde olabilir. Bu dönüş izliği, olmak ya da olmamak sorusunda bocalayan insana, yalnızlığını, yalıtılmışlığını ve parçalanmışlığını hatırlatmak üzere farklı frekanslarda yapılan bir çağrıdır.” diyor. Bunu daha önce duymuş muydunuz? AYTMATOV: Dile getirdiğiniz konu, çok zor ve felsefi bir mesele. Bunu şu andaki vakti dikkate alırsak açıklamamız çok uzun sürecek. Bence çok ilginç bir fikir. Tabii ki eserlerim hakkında yapılan eleştiri ve analizleri okudum. Daha önce Amerika’da ve Vietnam’da bulunduğum süreç içinde değişik eleştirmenler tarafından eserlerimle ilgili birçok eleştiri yapıldı. Bana göre her insan algılamasına göre okur. Bazı insanlar yüzeysel olarak okuyor. Az önce söz ettiğiniz Dr. Korkmaz’ın dile getirdikleri ise beni çok sevindirdi. Enerjimi fazlalaştırdı, kamçıladı. Benim eserlerimde söylemek istediklerimi anlayabilmiş ve dile getirmiş. M. SOYSAL: Bazı romanlarınız Türk sinemasına da uyarlandı. “Selvi boylum, al yazmalım” gibi. Bu filmi gördünüz mü? AYTMATOV: Bahsettiğiniz filmi yıllar önce seyretmiştim. Şuna inanıyorum ki her olayı, kendi tarihi boyutu içinde değerlendirmek gerekir. Film o zaman seyredenlerin beğenisini kazanmıştı. Romantik ve çok güzel bir film olmuştu. Ben de çok beğenmiştim. O zamanlar filmde siyaset ve ekonomi konusu işlenmemişti. Tabiatla içi içe yaşayan iki insanın aşk hikayesi anlatılmıştı. Benim bütün istediğim, ülkenizle karşılıklı anlaşma yoluyla bütün eserlerimin filme uyarlanması. Ülkenizdeki şartlar ile bizdeki fikirler bir araya geldiği zaman çok güzel filmler ortaya çıkacaktır. Buna eminim. Ne olursa olsun, ortak değerlerimize katkı sağlayacak bu yardımlaşmanın mutlaka yapılması gerekir. M. SOYSAL: Türk edebiyatını ne kadar yakından takip ediyorsunuz? Kimi tanıyorsunuz? AYTMATOV: Benim Türk edebiyatı ile ilgili fikir sahibi olabilmem için bu eserleri okuyabilmem lazım. Fakat bizim orada SSCB’nin yıkılmasından sonra eserlerin çevrilmesi işi durmuştur. Şu anda bizim piyasada bir Türk edebiyatçısının, ya da Türkçe bir eserin Rusça veya başka bir dile çevrilmiş hali yoktur. Ben rastlamadım. Eğer böyle eserler olsaydı Türk edebiyatını ve edebiyatçılarını daha yakından tanıma fırsatı bulurdum. Bu yüzden sağlıklı bir değerlendirme yapamıyorum. Beraber, ortak bir çalışmayla Türk edebiyatı eserlerini çevirip Kırgız halkına tanıtmalı ve okunmasını sağlamalıyız. Bunun için de öncelikle çeviri işlemlerini başlatmamız gerekli. Rusça, bölge ülkeleri açısından ortak bir dil niteliğinde. Bu sebeple Rusçayı bir araç olarak kullanabiliriz. M. SOYSAL: Dişi Kurdun Rüyaları, Toprak Ana, Sultan Murat, Beyaz Yağmur, Cengiz Han’a Küsen Bulut vb. Bunların dışında Türkiye’de basılmayan, bizim okumadığımız kitaplarınız var mı? AYTMATOV: Ben buradan Türk yayınevlerinin ve Türk halkının bana gösterdiği teveccühe çok teşekkür ediyorum. Bu yayınevleri benim kitaplarımı alıp tercüme ettiler ve okurlarla, sevenlerle buluşturdular. Biraz önce saydığınız temel eserlerim Türkçeye çevrilmiş durumda. Fakat son zamanlarda çıkan söyleşi türündeki kitaplarım henüz dilinize çevrilmiş değil. Örneğin Japonların önemli düşünürü Japon felsefeci Dalyhisatu İke ile yaptığım söyleşi bir kitap halinde çıktı. Bu henüz dilinize çevrilmiş değil. Aynı şekilde önemli Kazak düşünür Muhtar Şahanaf ile Glastnos ve Perestroika sonrası neler yaşadığımız, neler hissettiğimiz üzerine bir söyleşi yaptım ve bunu da bir kitap olarak yayımladım. İmkanlar müsait olursa bu kitapların Türkçe’ye çevrilmesi, Türk okuyucularla buluşması çok iyi olacaktır. Bu eserler okuyucuya çok ilginç gelecektir. Şu anda yazmayı düşündüğüm yeni kitaplar var. Hislerimi ve düşüncelerimi yazıya aktarmak istiyorum. Maalesef yoğun hayat temposu yüzünden zaman darlığı yaşamaktayım. Hatta bazı geceler yazmayı düşündüklerim rüyalarıma giriyor. Yazmayı çok özledim. Size kendimi şikayet ettiğimi sanmayın, sadece derdimi paylaşmak istedim. Türk halkına ve yayınevlerine çok teşekkür ediyorum. Yeni eserlerim Türkçeye çevrildiğinde Türkiye’ye geleceğim ve sizleri kucaklayacağım. M. SOYSAL: Buradan Kültür Bakanlığı’na hatırlatmak istiyorum. Bizim edebiyatçılarımızın eserlerini başka dillere çevirirlerse sizler de okuyabilirsiniz. Bundan sonra uzun aralarla değil de her yıl sizinle görüşmek dileğiyle… AYTMATOV: Çok teşekkür ederim. Sizinle çok güzel bir sohbet yaptık ve fikir alışverişinde bulunduk. Bu söyleşiden çok büyük tat aldım. Başarılarınızın devam etmesini diliyor, Türk halkına yenilikler doğrultusunda hizmet edeceğinize yürekten inanıyorum. * *TGRT Haber Genel Yayın Yönetmeni(O dönemde) ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *

  • SONBAHARDA DÜŞEN DALLARIMIZ

    Bu yılın sonbaharını da savuşturmaya az kala mevsim, iki önemli kayıpla giderayak sarstı bizleri. Sakin mevsim doğayı döngü gereği sararttığı gibi yeri zor doldurulacak kayıplarla bizlerin de beti benzini sararttı. Hiç görüşüp konuşmamış da olsak bazı insanları çok yakınımızda ve çok kendimizden hissederiz. Onların ağzından çıkan hemen hemen her cümleyi hatta her sözcüğü kendi ağzımızdan çıkmışçasına benimseriz. Zihinlerinin ve kalplerinin temizliği apak gülüşleriyle açığa çıkar her daim. Her daim böyle gülüşler güven verir insana. Çok olduğunuz inancı cesaret ve güç verir insana. Konuştuğumuz ortak dili en naif, en samimi olarak da böyle insanlar kullanır. Dilin büyüleyiciliğine böyle insanların konuşması sayesinde şahit olursunuz. Dilin salt zihinden geçenlerin seslendirilmesi değil, kalbin sımsıcak sesi olduğunu böyle insanların sesi sayesinde daha çok fark ederiz. Ekim ayında kaybettiğimiz bu çok kıymetli iki insanın Halit Kıvanç ve Ahmet Tulgar olduğunu hepimiz biliyoruz. “Her ölüm erken ölümdür” diyoruz ya bazıları için yaş kaç olursa olsun gerçekten çok çok erken oluyor. Omuzdaş gibi güven hisseden, her bireye neşe ve umut verenlerin, yanı başınızdaki bilgenin ve iyiliğin yeryüzüne karışmış olması içinizi uzun süren bir acıya sürüklüyor. Tesellimiz ise unutulmaz izler bırakan insanların var olmuş olması ve yarınlara ışık olacak emek dolu ürünleri ve kolay kolay unutulmayacak anılarıdır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan Halit Kıvanç’ı daha çok radyo ve televizyon sunuculuğu ile birlikte gazeteci ve yazar kimliği ile tanırız. Gerçek bir hukukçunun birçok alanda titiz bir adalet savunucusu gibi başarılı olabileceğinin ve dili bu kadar içten kullanabileceğinin en güzel örneğidir Halit Kıvanç. Halit Kıvanç’ın radyo ve televizyonlardaki sesi dinleyenlerin içini ısıtan, huzur, güven ve umut vaat eden bir bütünlüklü bir toplumsal sorumluluğun kendiliğinden oluşmasıydı adeta. Ekranlardan ve radyodan ışık saçan sesi hep kulağımızda olacak; yazdığı onlarca kitap ve gazete yazıları da Türkçe’nin ne kadar güzel kullanılabileceğinin, dilin bir samimiyet, güven ve dostluk aracı olabileceğinin en güzel örneklerini gösterecek bugünden yarınlara… Ahmet Tulgar sıcaklığı, naif kişiliği ve dili kullanış üslubuyla sevgili Halit Kıvanç’ın ruh kardeşi, ruh ikizi gibiydi adeta. Gazeteci ve yazar kimliği kendi dünyasının gülen cesaretiyle dışarı yansımasıydı. Kendi neyse yazdıkları, söyledikleri de oydu. Viyana Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi tahsili “Başka bir dünya mümkün” gerçeğinin izini sürdürmede zengin bir alt yapı olanağı sunarken, Boğaziçi Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve Edebiyatı tahsili de sağlam bir edebiyatçı kimliğinin yapı taşlarına etki de bulunmuştur şüphesiz ki. İstanbul'da 1959 yılında doğan Ahmet Tulgar, 35 yıldır gazeteci ve edebiyatçı olarak yaşıyordu. Evrensel, Birgün, Cumhuriyet gazeteleri başta olmak üzere onlarca yayın organında çok üretken bir şekilde çalıştı. Çalışma arkadaşlarının tümünün motivasyonu için Ahmet Tulgar’ın onlarla birlikte olması bile tek başına yeterliydi. Ancak o, gülen ve barışçı bir savaşçı olarak yazın dünyasının odağındaydı ve sürekli ileriye doğru demokratik hamlelerle sorumluluğunu daha çok yerine getirme telaşı içindeydi. Bıkmadan usanmadan araştıran, yazan ve tatlı bir üslupla eleştiren sevimli, samimi ve karalı bir muhalifti. Barış yanlısı hali yazdıklarından, ürettiklerinden buram buram belliydi. Barış yanlılığı barış mücadelesi içindeki çoğullukla ilgilidir ancak. Kapitalist neoliberal süreçlerin barışın asli düşmanları olduğu gerçeğini de her fırsatta açığa vuran bir aktivist kimliğe sahipti aynı zamanda. Doğaseverliğinin yanında hayvanseverliği de çok yakından bilinirdi. Yoldaş adını verdiği sevimli köpeği ile gerçek birer yoldaştılar. Ahmet Tulgar yoldaşını sevgi dolu bakışlara alıştırmıştı. Yoldaş şimdi tüm sevenlerinin yoldaşı olmalıdır. Sadece sanatta, edebiyatta değil yaşantısı da estetik değerlerle donanımlı sevgili Ahmet Tulgar’ı saygın, cesur kalemi ve gülen, güven veren yüzü ile hatırlayacağız. Geride kalan birbirinden değerli onlarca kitabı estetize ve ilkeli bir yaşamın izlerini sürmemizde bize ışık olacaktır.

  • Yalan Dünya

    Hey gidi yalan dünya; Pamuk Efe’mi de aldın ya benden... Bana geldiğinde daha yirmi günlüktü. Süt gibi bembeyaz, dünyalar güzeli, terrier maltese sıfır numara bir köpek yavrusuydu. Önceden adını Pamuk koyduk. Gün geçtikçe birbirimize alışıyorduk. Zamanla sanki ailemizin bir bireyi olmuştu. Öyle bir an geldi ki, ben onsuz, o bensiz yapamaz olduk. Bağa, bahçeye, kahveye, lokantaya velhasıl gittiğim her yere benimle gelir oldu. Azar işitip ayıplanmayalım diye kutusunu ve yer örtüsünü yanımızdan ayırmıyorduk. Ancak bizim Pamuk’un kendi çok az büyümesine rağmen yüreği mangal gibi olmaya başladı. Hemcinslerinden kendinden küçüklere alabildiğince sevecen davrandığı halde büyüklere de bir o kadar efeleniyordu. Biz de bundan esinlenerek adını PAMUK EFE olarak değiştirdik. Artık onun adı PAMUK EFE’ydi. İkimiz o kadar özdeşleşmiştik ki birbirimizden ayrı yerlere gidemiyorduk. Tüm beni tanıyanlar onun ismini öğrenmişlerdi. Karşılaştığımızda “Hey PAMUK EFE naber?” diye başını okşayarak seviyorlardı. Aman Allah’ım bu nasıl bir sezgiydi: şaşırmamak mümkün değil. Kendisini sevenlerden, hayvan sevgisi taşımayanı hemen ayırıyor ve böylelerine asla yüz vermiyordu. 15 yıl beraber yaşadık. İki odalı, üç odalı saraylarda(!), kuş tüyü minderlerde yaşattım onu. Aşını, aşısını hiç ama hiç ihmal etmedim. PAMUK EFE on iki yaşına geldiğinde kendisini kaybedeceğimden korkmaya başladım. Rüyalarımda hastalanmış, araba çiğnemiş bu nedenle de ölmüş olduğunu görüyor ve hemen uyanıp yaşayıp yaşamadığını kontrol ediyordum. Bazen de kendinden geçkin vaziyette çok rahat bir şekilde sere serpe uyuduğunu görürsem heyecanlanıp hemen uyandırıyordum. Bana sanki ölmüş gibi geliyordu. Ayrıca beni çok üzen gereksiz yere sorulan, “Bu kaç yaşında?, Bunlar kaç yıl yaşıyor?” sorusundan çok rahatsız oluyordum. Neylersin! Beklenen an gelip çatmıştı. Öleceğini üç gün önceden anladım. Eşimden gizli gizli ağlıyordum. Tıbbi olarak ne gerekiyorsa yapmaya çalıştım ama ne çare! Doğanın acımasız kuralı işleyecekti. 9 Mart 2021 gecesi sarılıp beraber yattık. Bir ara herhalde sıkıldı. Yan tarafına döndü, her şey apaçık belli oluyordu. Yataktan yere indik. Göz göze geldik. PAMUK EFE’m ölüyordu. Gece saat 04.00’te ruhunu teslim etti. Neyse ki çok acı çekmemişti. Bundan ötürü teselli bulmaya çalıştım. Allah’ım, böyle bir anı kimselere yaşatma, bir taraftan gece bir taraftan yalnızlık… Ne yapacağını bilemeden odadan odaya amaçsız ve bilinçsizce dolaşmaya başladım. Nihayet sabah sekiz oldu. PAMUK EFE’mi gömdüm… Ağladım… Ağladım… Ağladım… Nasıl ağlamayayım ki: Bundan böyle ben dışarıdan geldiğimde, beni camda kim bekleyecekti? Kapıyı açtığımda boynuma atlayıp yanaklarımı kim yalayacaktı? Her dışarıdan geldiğimde oyuncağı ile kimi oynatacaktım? Dışarı çıktığımda beni kim koruyacaktı? Koltuğa oturduğumda patilerini dizlerime vurup, kucağımda oturmayı kim isteyecekti? Ailecek bir yerlere gideceğimiz zaman herkesten önce hazırlanıp kutusuna kim girecekti? Torunlarım geldiğinde onların odasına kim bekçilik yapacaktı? Burada yazamadığım daha onlarca görevi kim yerine getirecekti? Bana üzülme, ağlama diyorlar. Benim yüreğim hak edenlerin sevgisi ile dolu. Ben her yitirdiğim, sevdiğim can için inanılmaz acılar yaşarım. EH BE KOCA DÜNYA DOYMADIN! Sonunda PAMUK EFE’mle beni de ayırdın. Ne diyelim, yazımı bir tapınak yazısıyla bitireyim de belki yüreğim biraz serinler… “TANRIM, BANA BAŞ EDEBİLECEKLERİM İÇİN GAYRET KUVVET, BAŞ EDEMEYECEKLERİM İÇİN SABIR SELAMET, BU İKİSİNİ AYIRMAK İÇİN İSE AKIL FİKİR VER.”

  • ANNEM ÇİÇEĞİ

    Her Kasım Pembe yıldızlar açan Adını bilmediğim, ana eli değmis Annem çiçeğim.. Onlarca yıl oldu ... Yaşatırım bir avuç toprakta. Cemreler geçer, Sarışın yazlar geçer Cılız dallarında yaprak dökümü. Unutursun dışarda, sanki ölmüştür.. Kıyamazsin atmaya toprağını. Eylül güzelleştirir... Minik yeşil gül tomurlari Yurdunu toprağini bezer yeniden. Yarasını çiçeğe döker, Şiir şiir Son güze kalmıştır düğünü.

  • Cumhuriyet

    MERAKLISINA Tarih içinde belli baslı yönetim biçimleri: 1.Mutlak Monarşi: Tek kişilik yönetim biçimidir. Devleti yönetme yetkisi tek bir kişinin elinde olup, kişi bu yetkisini ömrünün sonuna kadar kullanır ve yönetim soyuna geçer. Osmanlı Devleti’nde bu yönetim biçimi uygulanmıştır. 2.Aristokrasi: İktidarın soylular sınıfının elinde olduğu bir yönetim biçimidir. Ortaçağda Avrupa devletleri, bugün sembolik biçimde İngiltere buna örnektir. 3. Federasyon/ Konfederasyon: Birden fazla devletin bir araya gelmek suretiyle dış politika konusunda tek bir siyasal güç oluşturmalarıyla birlikte iç işlerinde özerk olmalarıdır. Almanya ve ABD gibi ülkelerde federal cumhuriyet yönetim biçimi uygulanmaktadır. 4.Komünizm: Eşit ve sınıfsız bir toplum yaratma amacı taşıyan ve tüm malların ortak mülkiyetini savunan siyasi bir sistemdir. Günümüzde Çin Halk Cumhuriyeti örnek gösterilebilir. 5.Oligarşi: Belli bir zümrenin, azınlığın yönetimi elinde bulundurduğu sistemdir. 6.Teokrasi Devlet yönetiminden hukuk kurallarına kadar her alanda dine uygunluk aranır... 7. Totalimiz /Faşizm Bireysel özgürlüklerin devlet tarafından ortadan kaldırıldığı bir sistemdir. Her şey devlet içindir ve halk devlet için vardır. Eski Nazi Almanyası örnek verilebilir. 8.Cumhuriyet: Günümüzde dünyanın bir çok ülkesinde uygulanan Cumhuriyet halk egemenliğine dayanan bir yönetim şeklidir. Yönetenler, halk oylarıyla belli bir süreliğine ve belli yetkilerle göreve gelir. CUMHURİYETE ADIM ADIMTARİHİ SÜREÇ: Osmanlı Devleti, 1876 yılına kadar mutlak monarşi ile yönetilmiştir. Bu dönemde padişahlık kurumu, halk üzerinde mutlak bir egemenlik sürdü. Tanzimat dönemiyle beraber, cumhuriyet düşüncesinden söz edilmeye başlanmışsa da Osmanlı aydınları meşrutiyetin kurulmasını yeterli gördüler; Osmanlı Devleti, 1876-1878 ve 1908-1918 yılları arasında meşruti monarşi ile yönetildi. Osmanlı Devleti'nin yıkılması ile sonuçlanan I. Dünya Savaşı'nın ardından Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlatılan ulusal mücadelenin daha ilk yıllarından itibaren artık yönetimde halk iradesinin egemen olacağı ilan edildi. Erzurum Kongresi'nin ardından 23 Temmuz 1919 tarihinde yayımlanan bildirinin 3. maddesindeki "Ulusal Kuvvetleri etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak esastır" kararı bu anlayışın bir ifadesiydi. Ulusal iradeyi somut olarak gösterecek meclis, İstanbul'un işgal edilip Mebusan Meclisi'nin dağıtılması üzerine, "Büyük Millet Meclisi" adıyla 23 Nisan 1920'de Ankara'da toplandı. Olağanüstü yetkilerle donatılmış 390 kişilik meclisin başkanı aynı zamanda hükûmet ve devlet başkanı olarak adlandırıldı. Meclisin 20 Ocak 1921'de kabul ettiği ve bir anayasa niteliğinde olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adlı yasa ile egemenliğin Türk ulusuna ait olduğu ilan edildi. Saltanat hükûmetinin kendini halâ Türk ulusunun temsilcisi saymasına karşı bir tepki olarak meclis, 1 Kasım 1922'de aldığı kararla saltanatı kaldırdı. 1 Kasım 1922'den itibaren artık saltanatın olmadığı ülke, meclis hükûmeti tarafından yönetilmekteydi. Bu hükûmet sisteminde her bakan meclis tarafından seçildiğinden uyumsuz kişilerin bir araya geldiği hükûmet biçimine yol açmaktaydı; ayrıca her bir bakanlık için uzun süren tartışmalar yaşanmaktaydı. Yeni Meclis seçildikten sonra kurulan İcra Vekilleri Heyeti'nin üyeleri bu şartlar altına çalışmanın güçlüklerinden şikayetçi idi. Hükûmetin zayıflığı, 23 Ekim'de net bir şekilde ortaya çıktı. Aynı zamanda Dahiliye Vekili olan İcra Vekilleri Heyeti Başkanı Fethi Bey, Dahiliye Vekilliğini Ferit Tek Bey'e bırakmak istemiş ancak meclis bunu kabul etmeyerek Erzincan milletvekili Sabit Bey'i seçmişti. TBMM ikinci başkanı Ali Fuat Bey de görevi bırakmak isteyip yerine Yusuf Kemal Bey'i aday göstermiş ancak meclis kabul etmeyerek Rauf Bey'i seçmiştir. Bu durum üzerine Meclis Başkanı Mustafa Kemal, 25 Ekim 1923 akşamı hükûmeti Çankaya'da topladı. Toplantıda, Vekiller Heyeti'nin istifa etmesine ve yeni seçilecek Vekiller Heyeti'nde görev almamasına karar verildi. Böylece ülkeyi Cumhuriyet rejiminin ilanına götürecek bir hükûmet bunalımı oluşturuldu. 27 Ekim 1923'te Vekiller Heyeti'nin istifası TBMM'de okunduktan sonra, yeni bir vekiller heyeti kurma yolunda çalışmalar başladı. Muhalefetin yeni hükûmet kurma çabasında bir sonuç alınamadı. 28 Ekim'de Çankaya Köşkü'ndeki akşam yemeğinde İsmet Paşa, Fethi Bey, Kazım Paşa, Kemalettin Sami Paşa, Halit Paşa, Rize mebusu Fuat ve Afyon mebusu Ruşen Eşref Bey'i misafir olarak ağırlayan Mustafa Kemal Paşa, kabine bunalımından çıkma yolu üzerine görüştü ve misafirlerine "yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz" dedi. Yemekten sonra Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa birlikte kanun tasarısını hazırladı. Mecliste 29 Ekim 1923 sabahı toplanan Halk Fırkası Grubu kabine değişikliği için görüşmelere başladı. Görüşmelerin çıkmaza girmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa'nın meselenin halli için görevlendirilmesine karar verildi. Çözüm için bir saat izin isteyen Mustafa Kemal, bir saat sonra kürsüye çıkarak yönetim biçiminin Cumhuriyet olması halinde hükûmet bunalımlarının yaşanmayacağının, bunun için rejimin Cumhuriyet olarak tescil edilmesi ve yönetim biçiminin buna göre düzenlenmesi gerektiğini ifade etti ve anayasa değişikliği teklifini sundu. Fırka toplantısında yapılan konuşmaların ardından teklifin önce bütünü, sonra ayrı ayrı maddeleri okunarak kabul edildi. Halk Fırkası Grubunun toplantısından hemen sonra meclis toplantısı açıldı. Meclis başka konularla meşgul okurken, teklif edilen kanun tasarısı Kanun-ı Esasî Encümeni tarafından usulen incelenip tutanağı hazırlandı. Biirçok konuşmacının "Yaşasın Cumhuriyet!" sesleriyle alkışlanan konuşmalarıyla kabul edildi. Ardından cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. 158 üyenin oybirliği ile Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal cumhurbaşkanı seçildi Cumhuriyetin ilanı, hukuksal olarak İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisinin 29 Ekim 1923 günü gerçekleşen oturumunda Mustafa Kemal'in hazırladığı anayasa değişikliği teklifinin kabul edilmesiyle Türkiye Devleti'nin yönetim şeklinin cumhuriyet olarak belirlenmesidir. Daha geniş anlamıyla cumhuriyetin ilanı; Türk toplumunu çağdaşlaştırmayı amaçlayan Türk devriminin bir parçasıdır, diğer yenileşme ve reformların da önünü açan bir siyasal inkılap hareketidir. "29 Ekim 1339 (1923) tarih ve 364 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun" ile 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'nun altı maddesinde (1, 2, 4, 10, 11 ve 12. maddeler) değişiklik yapılmış; birinci maddesi şu şekilde değiştirilmiştir: "Hâkimiyet, bilâkaydü şart Milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekl-i Hükûmeti, Cumhuriyettir." Anayasanın diğer maddelerinde yapılan değişiklikler ile cumhurbaşkanlığı makamı oluşturulmuş; Cumhurbaşkanının Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kendi üyeleri arasından seçileceği öngörülmüş; hükûmetin kuruluş usulü değiştirilmiştir. Hükûmetin kuruluş şeması bakımından meclis hükûmeti sisteminden vazgeçilerek parlamenter sisteme geçilmiştir. * Monarşi; İmparatorluk, Padişahlık ve Cumhuriyet İlk üç kavram, ilk duyumda, monarşiyle çağdaş yönetimi bir arada yaşama şansına ya da şanssızlığına sahip olmayanlar için soyut, içi boşaltıldığından kulağa bir çocuk masalından taşınmış gibi duruyor. Çocuklarımızın dünyadaki her ülkeyi, seçilmiş insanlarca yönetilen demokratik cumhuriyetler sanması şaşılacak bir olgu değil. Öyle ya, mademki, yönetimi söz konusu olan halktır, onun kendisini yönetmesinden doğal ne olabilir? Çağdaş cumhuriyetlerin günümüzden sadece iki yüz yıl önce, Fransız ihtilaliyle birlik varolmaya başladığını, daha önce kul olmayan halktan ve onun yönetiminden söz edilemeyeceğini, koca devletlerin bir kişinin keyfine göre yönetildiğini nasıl anlatırsınız? İşte bu kişi yönetimleri yani monarşiler, bir bir yıkıldıkça yerlerine cumhuriyet yönetimleri kurulmaya başlandı. Saati geldi diye birileri lütfetmedi bunu. Sürü olmaktan bıkan halk, çoğu yerde bedelini kanlı bir biçimde ödeyerek kazandı. O zaman, kişi ya da kişilerin yönetimine bir tepki, bir tavırdır cumhuriyet, demek mümkün. Tanımları hepimiz biliyoruz. Halkın halk tarafından yönetilmesidir basitçe. Monarşilerde bir kişi tüm yetki ve hakları kendinde toplarken, genelin söz hakkı olmazken, cumhuriyette halkın üstünde bir güç yoktur. Cumhuriyetin kurucusu ulusal önder M. Kemal Atatürk’ün şu sözü cumhuriyeti tam olarak tanımlamaya yetmektedir. Egemenlik, kayıtsız, şartsız ulusundur. Halk bu egemenliği başkasına devredemez, bu anayasanın temel kuralıdır. Kaldı ki, halkını böylesine onöre eden, sıra insanın bile cumhurbaşkanını denetlemesini sağlayan hak nasıl başkalarına devredilebilir ki? Ben kendi kendimi yönetemiyorum, alın siz yönetin beni, nasıl der bir ulus? Der mi, der. Tarihte örnekleri görüldü bunun. Tarih Kuşkusuz varlığının ilk çağından bu yana, sosyalleşen, birlikte yaşayan ve böyle daha güçlü olan insan, uygun yönetim biçimini aramış. İşin ilginç yanı bu arayışın ilk bin yıllarında daha, Antik Yunan’da site devletlerinde cumhuriyeti kurmuş. Az sayıda insanın yaşadığı bu kentlerde insanlar meydanlarda toplanır her türlü önemli karara katılırmış. Sayı artıp toplanmak zorlaşınca bu kez temsilciler seçmeye başlamış. Ne var ki, kimi yurttaşlara seçme seçilme hakkı verilmemiş. Kimisinde kölelere, kimisinde kadınlara... bu yönüyle tam bir cumhuriyet saymak olanaksız. Sokrat’ı ölüme mahkûm eden cumhuriyet bunlardan biri. Roma imparatorluğu devrinde imparatorların keyfi uygulamaları halkı canından bezdirip patlamalara yol açınca cumhuriyetler kurulduğu görüldü. Ortaçağda daha gelişmiş cumhuriyet örnekleri var, Avrupa’da. Genellikle soyluların, aristokratların egemen olduğu derebeyliklere benzeyen cumhuriyetlerdir bunlar. Sonra monarşi... yüzyıllar süren monarşi. İçlerinde akıllı, yurdunu, halkını seven idareciler de var. Var da, bir kişinin ya da bir zümrenin istemleridir egemen olan. Genelin istemlerinin hesaba katılması söz konusu bile değildir. Sonra dedik ya, yönetenin sizi sevmesine bağlıysa kaderiniz, işiniz zor demektir, hep sevimli duramazsanız ya da ola ki sevmekten yorulursa yöneten ne olacak haliniz, bir düşünün. Bu tür bir uygulama yöneteni de suça teşvik eder. Hiçbir denetleyicisi olmayan insan doğasına terk edilen kaderlerin hazin sonlarını anlatmaya gerek yok. Halkı koyun bir yana Osmanlı sadrazamlarının başına gelenlere bir göz atmak bunun için yeter. Her ne kadar cumhuriyet sözcüğünün kökeni Arapça ise de, 1789 Fransız ihtilaliyle gelişen birey hak ve özgürlüklerine düşkünlük monarşinin keyfi uygulamalarını denetleme arzusu bilimsel başlangıç sayılıyor. Önce Fransa’da kurulan cumhuriyet, yönetimde yeni zamanların başlangıcı oluyor. 1789’ da Fransa, monarşiye karşı ayaklanır. İhtilalcilerin etkilendiği düşünürlerden J.J.Russo, Halk egemenliğinde birey istençleri ayrı ayrı ve kendiliğinden hukuksal değer taşır, demekte ve her vatandaşın egemenliğin bir bölümüne sahip olduğunu öne sürmektedir. Cumhuriyetin ateşli simgesi Robes Piyer, Cumhuriyetin siyasal ve toplumsal kurallarını geliştirmiştir. Ona göre amaç, özgürlük ve eşitlikten halkın barış içinde yararlanmasını sağlamaktır. Vatandaş yönetime, yönetim halka, halk da adalete uyruk olmalıdır. Politika ve ahlak birleştirilmeli, ahlaka aykırı olan her şey politikaya da aykırı olmalıdır. Yönetimler ahlaktan yoksun olduğu zaman halkın erdemi dayanılacak bir güç olarak kalır, halkın kendisi bozuldu mu cumhuriyetin dayanağı kalmaz. Cumhuriyet devrimi ahlaksızlık ve zorbalık düzeninden adaletli yönetime geçişten başka bir şey değildi, diyen Robespiyer, cumhuriyete, yönetimden de öte toplumsal bir etik yapı yüklemesi de yapmaktadır. Fransa’dan sonra Amerika’nın bir cumhuriyet olarak kurulması yeryüzündeki bu yönlü akımları güçlendirmiştir. Avrupa’da yıkılan her monarşi yerini cumhuriyete bırakmıştır. Bırakmış da, kurulan her cumhuriyet bir diğerinin aynı olmamış. Yeni ideolojilerin, toplumsal yapıların, geleneklerin ve liderlerin yapılanmada etkisi olmuş. Atatürk, yeni devletin yapısını belirlemek için çalışırken bu düşünürlerden ve deneyimlerden etkilenmiş. Cumhuriyet Türleri Hepsinin adları aynı, ortak yönleri de monarşiye tepki olsa da, birbirinden farklı çağımız cumhuriyetlerinin genel üç tipi var. İlki az gelişmiş ulusların cumhuriyetidir. Çoğu kez ekonomik, kimi de siyasi yönden bağımlı uluslardır bunlar. Egemenliğin, kullanacak yeterli bilinçli halk olmadığından belli bir zümrenin eline geçmesi şaşırtıcı değildir. İkinci tip cumhuriyetlerse, halk cumhuriyetleri diye de tanımlanan bir ideolojinin egemenliğinde olan cumhuriyetlerdir. Bu tip cumhuriyetlerde bir sınıf diğer sınıfları ortadan kaldırır. Eşitlik ve sosyal adaleti kuramsallıktan yaşama geçirmeye çalışırken doğal olarak bireysel özgürlükleri sınırlar. Batı tipi denilen üçüncü tip cumhuriyetler ki, birçok yönüyle bizim cumhuriyetimiz bu gruptandır, klasik anlamda demokrasiyi uygulayanlardır. Genel olarak parlamenter sistemle yönetilirler. Güçler ayrılığını esas alan bu sistemde yasama, yürütme, yargı erkleri birbirinden ayrıdır ve birbiri üzerinde denetleme yetkisine sahiptir. Anayasa ve yasalarla kişi hak ve özgürlükleri güvenceye alınır. Cumhuriyet yöneticisi bunları çiğneyemediği gibi, kutsal görerek saygı göstermek zorundadır. Bu cumhuriyetlerde, siyasal demokrasi, kişilerin örgütlenerek siyasal partiler yoluyla doğrudan iktidara katılması ya da baskı grupları kanalıyla iktidarı etkilemesi amacını taşır. Batı tipi cumhuriyetlerde bireyler örgütlenir, bunun için devletten yardım alır, özgür seçimlerde iktidarı ele geçirir. Bu hoşgörü, batı toplumlarının yüzyılları bulan gelişmeleri ve kültür birikimleriyle açıklanır. Demokrasi Sık sık demokrasiden söz ettik. Tam tanımı yok. Belki de kimi ülkelerde demokrasinin eksikliği ortaya çıkmasın diye ortak, kesin bir tanım getirilmemiş. Ne var ki, bir dış çerçeve olan cumhuriyete işlerlik, biçim kazandıran içerik denilebilir. Demokrasi kısa bir tanımla; halkın kendini yönetmesi, demek. İyi de, cumhuriyeti tanımlarken de aynı şeyleri söylüyoruz. O zaman demokrasinin ne olmadığını söylersek daha iyi anlaşılır. Demokrasi, her türlü otoriter, totaliter, dikta ve baskı rejimlerini reddeder. Adı demokrasi olsa bile... demokrasi de halk esastır, direktir. O seçer, o yetki verir, denetler, görevden alır. İktidar, sınırlıdır, topludur, belirlidir. Demokratik cumhuriyetlerde her grup kendini temsil edecek olanı seçer ve mecliste ses bulur, seçilen temsilcilerinin sayısı, çoğunluğu bulursa iktidarı ele geçirir. Buna çoğunluğun yönetimi ya da baskısı olarak düşünmek yanlış olur. Biraz önce değinildiği gibi cumhuriyet, halk topluluğunu oluşturan tüm bireylerin tek tek istençlerinin bir araya gelmesiyle oluşan bir bütündür. Cumhuriyetin özü budur. Bireylerin istençleri hangi noktaya doğru yönlenirse, halk egemenliği de bunu hesaba katar, halkı o noktaya doğru yönlendirir. Cumhuriyetin Zayıf Yönü Bu aynı zamanda cumhuriyetin zayıf yönüdür ve onu tehdit edebilecek bir tehlikedir. Eğer halk istenci yapılanmaya aykırı gelişirse ne olur? Cumhuriyet umulmadık bir yöne sapabilir ya da zorlanır. Bu zorlayıcı seçimleri halk, türlü etkilerle, uzun süren bunalımlara bir tepki olarak ya da yeterince kültür ve bilinci olmadığından yapabilir. Sonucu kestiremediğinden yapar. Belki de, dünyanın kimi yerlerinde cumhuriyet adı altında dikta yönetimler gelişmesi bundandır. Atatürk, Roma Devri cumhuriyetlerde halkın tutumu nedeniyle diktatörleşen Ogüst adlı imparatoru buna örnek gösterir. İşte bu nedenle cumhuriyet eğitimli, bilinçli, erdemli, kısaca çağdaş bir halk ister. Tek başına çok önemli gözüken bu kusur, diğer yönetim biçimlerini düşündüğümüzde, gözden kaçmaması gereken ama katlanılabilir bir kusur gibi gözükmektedir. Atatürk Cumhuriyeti Atatürk, dört halifelik devri dahil, insanlık tarihinde yer alan bütün yönetim biçimlerini inceledi. Fransız düşünürlerinin ve cumhuriyetçiliğinin birey hak ve özgürlüklerine verdiği önem hep ilgisini çekmişti. Bütün bu bulguları bir potada birleştirdi, Türk ulusunun yapısına en uygun yönetimi tüm ayrıntılarına değin tek başına belirledi. Yüzyıllarca geri, eğitimsiz bırakılmış halkın yanlış ellerde istenmeyen hedeflere rahatlıkla yönlendirilebileceği gerçeğini göz ardı etmedi, cumhuriyeti koruyacak ilkeleri de belirledi. Cumhuriyetin yaşaması, uzun ömürlü olabilmesi için bunlara gereksinme duyulur. Hepimizin iyi bildiği altı ilke; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, devrimcilik, devletçilik, halkçılık, laiklik cumhuriyetin işlemesi içindir. Bu ilkelerin herhangi birine yönelik saldırı cumhuriyetin özüne dönük demektir. Bu altı ana ilkenin yanı sıra, altı çizilen diğer tamamlayıcı ilkeler de vardır. Kimilerini kısaca şöyle açabiliriz. Halk Egemenliği: Atatürk ne yaptıysa halk için yaptı. Onun egemenliğini kural koydu. Monarşiyi reddedip yerine demokratik cumhuriyeti kurarken halkına güveniyordu. Cumhuriyet halka dayalı bir yönetim biçimi… Aydın, çağdaş, bilinçli ve erdemli bir halk temel unsuru. Eğitim, Kültür: Demokrasi ve Cumhuriyet halka yani insana dayanan yönetim biçimidir. Çağın yeni üretimlerinden biri olan siyasi aristokratlar ya da kimi zümreler istediklerini gerçekleştirmek için yönlendirebileceği, istediklerini seçtirebilecekleri eğitimsiz, kültürsüz bir halk isteyecektir. Halkın demokrasi dışında kalmaması, başkalarının haklarına da saygı duyarak özgür istençlerini belli etmeleri için erdemli, eğitimli, bilinçli, kültürlü olması gerekir. Bu kültürlü eğitimli halk, hem seçen hem de seçilen olarak cumhuriyete yani kendine sahip çıkacaktır. Tam Bağımsızlık: Atatürk’e göre asıl olan Türk ulusunun hakkı olan onurla yaşaması, özgür iradesiyle kendi kendini yönetmesidir. Bu da ancak bağımsızlıkla mümkündür. “ Ya istiklal ya ölüm” sözü bunun ifadesidir. Ulusal Bütünlük: Cumhuriyetin her gruba söz hakkı verdiğine değinmiştik. Atatürk’ün belirlediği ulusal sınırlar içinde yaşayan herkes Türk’tür ve kendini temsil hakkına sahiptir. Uluslaşmak ortak bir hedefe kilitlenmek demektir. Etnik kökenlerin yerini ortak geçmiş, gelecek idealinin alması birlikte çağdaşlaşmak ve bunun verilerinden yararlanmak demektir. Çağdaşlaşma: Ekonomik, kültürel, toplumsal gelişmeler çağdaş bir yönetim biçimi olan demokrat cumhuriyetler için gereklidir. Afrika’daki bir kabileyi bilinen cumhuriyetle yönetmeniz mümkün değildir. Barışçılık: “ Yurtta barış, cihanda barış” diyen Atatürk’ün bu görüşündeki insancıl nedenler bir yana genç cumhuriyetin ancak bir barış ortamında serpilip gelişeceği gerçeği vardır. Laiklik: Tarihten alınan dersler cumhuriyetçilikle laikliği örtüşür hale getirmiştir. Belki de bu yüzden üzerinde en çok konuşulan, en çok saldırıya uğrayan, bir yanından delinmeye uğraşılan ilke de laiklik olmuştur. Laiklik din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Din bireyin vicdani sorunudur ve kişiyi ilgilendirir. Türkiye cumhuriyetinin var olan tüm yasalarının hemen hemen hepsinin laiklik ilkesiyle bağlantısı vardır dersek abartı olmaz. Bunun nedeni, laikliğin ortadan kalkmasıyla oluşacak durumla çok sıkı ilişkilidir. Laiklik yasalardan çıktığında, cumhuriyet ve demokrasi halk egemenliğinden çıkıp bir zümrenin eline geçer. Diğer açıklaması ise, yönetimde geniş halk kitlelerinin istençleri değil, dini buyrukların yasa yerine geçmesi demektir. Kuşkusuz diğer tamamlayıcı ilkelerinde ayrı ayrı büyük bir önemi var. Bütün bunlar çağdaş Türk halkını hakka olan yaşama biçimine taşıma gayretinin sonucudur. O halk ki, yüzyıllarca acı çekmiş, Ulusal Kurtuluş Savaşı gibi bir savaşı hem padişaha hem de dış güçlere karşı tamamen kendi gücüyle utkuyla sonuçlandırmıştır. Ona, bu büyük savaşta öncülük etmiş, ama kendisine önerilen ya da ayağına gelen padişahlığı elinin tersiyle itmiş Atatürk’ün teslim ettiği bir hak. Eski takvime göre 1282 Doğumlu üç padişah görmüş, Kurtuluş Savaşını bütün dehşetiyle yaşamış büyük annem, bir yakınımız, üniversite aşamasında hangi okula gideceğine karar veremezken hiç unutmadığım şu sözleri söylemişti. "Daha önce biz sadece sürüden birer koyunduk, Yemen’de, Şam’da ölmesi gerektiğinde anımsanan. Ne zamanki Atatürk geldi, ben gidip okulun önünde oyumu kullandım, kendi muhtarımı vekilimi seçtim. İnsan yerine kondum. Nereye istersen oraya git, ama Atatürk’e göre bir adam ol." Biz seçimimizi yaptık. Sürü değil, insanız. Öyle kalmak için de uğraşmalıyız. Şurası kesin, kendi kaderimizi tayin etme hakkımız olan Cumhuriyetten asla vazgeçmeyeceğiz. Atatürk’e göre adam olmak, bilgisiz ama iyi niyetli taklitlerle önemli adımlar atabildiğimiz dönemlerde tabi ki çok önemliydi. Ama şimdi, cumhuriyete göre adam olmak önemli. Cumhuriyete göre bilinçli çağdaş insanlar olduğumuzda da zaten Atatürk’e göre adamlar olduk demektir. * 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Nedeniyle 1998'deYalova kenti askeri, sivil protokolüne ve kent halkına yapılan Cumhuriyet konulu konferans metnidir.

  • KUVAYI MİLLİYE DESTANI'NDAN

    Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında birdenbire beş adım sağında onu gördü. Paşalar onun arkasındaydılar. O, saati sordu. Paşalar: "Uc" dediler, Sarisin bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun basına kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı. Nazım Hikmet

  • Cumhuriyet ve ATATÜRK

    “Ey yükselen yeni nesil, gelecek sizsiniz! Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yasatacak sizsiniz.” M.Kemal Atatürk * Filmle ilgili: Cumhuriyet, yönetmenliğini Ziya Öztan'ın yaptığı, Atatürk rolünü Rutkay Aziz'in canlandırdığı 1998 çıkışlı 150 dakikalık sinema filmidir. Kurtuluş Savaşı'nı konu alan Kurtuluş adlı televizyon dizisinin ardından, yapımcı kuruluş TRT; Kurtuluş Savaşı sonrası olayları konu alan ve zamanının en büyük bütçelerinden birini kullanarak Cumhuriyet filmini yaptı. Mudanya Mütarekesi'nden başlayarak 1922'den 1930'lu yılların ortalarına kadar geçen olaylar, savaş sonrasında Türkiye Cumhuriyeti`ni kurmaya çalışan Kuvva-i Milliye`cilerin mücadeleleri anlatılıyor. Turgut Özakman'ın senaryosunu yazdığı filmin geniş oyuncu kadrosunda ise Rutkay Aziz, Savaş Dinçel, Hülya Aksular, Dolunay Soysert, Yeşim Alıç, Ayda Aksel, Kenan Bal, Kenan Işık ve Macide Tanır... gibi isimler yer alıyor. İyi seyirler dileriz.

  • CUMHURİYET BAYRAMI

    Tozdan dumandan gözükmüyor ama yarın Cumhuriyetimizin kuruluş yıl dönümü: Atatürk 28 Ekim 1923'de der ya; Yarın Cumhuriyet ilan edilecektir... gerekirse buna muhalif olan kelleler de gidecektir, diye. Yani bütün güç elindeyken Atatürk, mutlak yöneten olmayacak, padişahlık bitecek, halkın iradesi hakim olacaktır ülke yönetimine. Bilirsiniz, çok söze gerek yok, daha önceden MONARŞİ vardı, yani tek adam, başka kimse yok, danışmanları da yok, dediğim dedik... En görkemli sadrazamlara ne yaptı bir baksana tarihe. Düşünsenize, o düzende siz, padişahın zürriyetinden değilseniz, safi akıl ve yetenek olsanız, ağzınızla kuş tutsanız bırakın sadrazam olmayı, işin gereği neyse onu da göze alsanız, hadım ağası bile olmanız bir mucize... Gerçi çok da haksızlık etmemeli, padişahlar kayırıyorsa kendi aklına, isteğine, zevkine... göre kayırıyordu, oğullar, kızlar, damatlar sahnede pek gözükmezdi... İşte o bayram yarın, kuşkusuz demokrasiyle taçlandırılırsa Cumhuriyet fırsat eşitliği bayramı... Hani bir bayram vardı ya; halkın kendi iradesiyle kendi yönetimini eline aldığı bir günün andaç bayramı... hani vardı ya Türk'ü, Laz'ı, Çerkez'i, Kürt'ü,...bizi biz yapan mozaiğin tüm renklerinin özgürce sergilenmesine kapılar açan... hani vardı ya, kadını, çocuğu, erkeği, köylüsü, kentlisi, zengini, yoksulu, işçinin... eşit haklarla katıldığı düzenin temeli olan, hani vardı ya, zencisi, beyazı, komünisti, faşisti, dinsizi, dinlisi... herkesin geniş kitleleri ikna ederek meşru yollarla iktidara gelebildiği bugünü hazırlayan, hani vardı ya olmazlarını ve ilkelerini sile sile görünmez kılmayı başardığımız halde nimetlerinden asla vazgeçmediğimiz Cumhuriyet... yarın yıldönümü? CUMHURİYET BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN! *Resim için sayın Gürbüz Doğan EKŞİOĞLU'na teşekkürlerimizle...

  • CEP TELEFONU

    Fuat ÖZGEN * Günümüzün en önemli buluşlarından biri cep telefonu. Yediden yetmişe değil, bebeden dedeye, nineye herkesin yaşantısının bir parçası olmuş. Herkesin cebinde, çantasında bir cep telefonu var. Herkes iyi kötü bir cep telefonu kullanıyor. Cep telefonu, aynı zamanda, bir sektör. Hem hizmet sağlayan operatörler hem de cep telefonu üreten firmalar büyük paralar kazanıyorlar. Caddeler, sokaklar, avmler telefoncuyla dolu. Ya telefon ya aksesuar ya da hizmet satıyorlar. Telefon ya da hizmet bedelleri çok yüksek. Hatta bazı kesimler telefonu zenginlik ölçüsü olarak görüyor ve işsizlikten, yoksulluktan yakınan gençlere “Çıkar telefonunu!!??” diyerek iğnelemelerde bulunuyorlar. Cep telefonu “dinamit” gibi bir buluş. Kullanımı çok önemli. Çok yararlı da olabiliyor, çok zararlı da. Anneler, pedagogların bütün uyarılarına karşın, işin kolayına kaçıp bebelerini, çocuklarını cep telefonuyla oyalıyorlar. Eskiden emzik için ağlayan, tepinen minikler şimdi cep telefonu için ağlıyor, tepiniyor. Gençler ve yetişkinler zamanlarının büyük bölümünü cep telefonu kullanarak geçiriyorlar. Kimileyin telefona o kadar dalıyorlar ki direklere, başkalarına, duvarlara çarpıyor; çukurlara düşüyor, başkaca kazalara neden oluyorlar. Yaşlı kesimin çoğu cep telefonunu kullanmayı iyi bilmiyor. Başkalarından yardım istiyorlar. Yardım edenlerin kimisi durumu istismar edip bilgileri aşırıyor. Bilmeyenler yanlış tıklamalar, işlemler sonucu ekonomik veya yasal sıkıntılarla karşılaşabiliyorlar. Cep telefonu interneti, sosyal medyayı, iletişim olanaklarını emrinize sunuyor. Kitap okuyabiliyor, yazabiliyor, iletişiminizi gerçekleştirebiliyor, kayıt yapabiliyor, duygu ve düşüncelerinizi anlatabiliyor, resmî kurumlardaki işlemlerinizi, ödemelerinizi, alışverişinizi, bankacılık gereksinimlerinizi…oturduğunuz yerden yapabiliyorsunuz. Sosyal medyadaki, internetteki bilgilerin hepsi de doğru olmayabiliyor. Kandırma, yanıltma, yönlendirme amacıyla da kullanılabiliniyor. İncelemek, akıl süzgecinden geçirmek, başka yerlerden de doğrulamak gerekiyor. Cep telefonu aynı zamanda bir reklam aracı. Her açtığınız yerde bir sürü reklamla karşılaşıyorsunuz hiç istemediğiniz halde. Cep telefonu küçük bir araç. Hep yanınızda. Gereksinim duyduğunuzda kentte, dağda, belde hemen kullanabiliyorsunuz. Şu an için bataryaları çabuk bitiyor. Ama yakın zamanda bu sorunun giderileceğini düşünüyorum. Cep telefonu suçluların tespitinde de yararlı bir araç. Ama şantaj amacıyla da kullanılıyor. Özel yaşama müdahale edilebiliyor. Bedene yerleştirilmiş bir çip gibi izleniyorsunuz. Kendi başınıza, kendinizle kalamıyorsunuz. Cep telefonları sağlığı da etkiliyor. Çokça kullanıldığında ağrılara, göz bozulmalarına, radyasyona maruz kalmaya neden oluyor. Artık yaşantımızın bir parçası olan kendisi küçük, yapabildikleri şaşırtıcı bu aracı bilerek, bilinçli kullanarak yaşamımızı kolaylaştırıp renklendirebiliriz.

  • ZUHAL TEKKANAT'ı Anıyoruz

    maviADA'nın kuruluş günlerinden, 2002den bu yana dergide yer alan, 2012-2014 arası yayın kurulu üyeliği ve İstanbul Kadıköy temsilciliği de yapan, şair Cemal Süreya'nın eşi yazar Zühal TEKKANAT, yine Süreya'nın taktığı adla şair Elif Sorgun, 27.10.2019 günü solunum yetmezliği tedavisi gördüğü Ankara'da 81 yaşında vefat etmişti. Saygıyla Anıyoruz... Zuhal TEKKANAT ve Cemal SÜREYA * ZUHAL TEKKANAT Şair ve yazar (D. 16 Ağustos 1938, Ankara – Ö. 27 Ekim 2019, Ankara). Şiirlerinde Elif Sorgun imzasını da kullandı. Şair Cemal Süreya ile üç kez evlendi ve on yıl evli kaldı. Öykü ve roman yazarı Mehmet Seyda eniştesidir. Halime Melahat Hanım ile marangoz Kâzım Tekkanat’ın beş çocuğundan biridir. Merdivenköy İlkokulu'nu, Erenköy Kız Lisesi’ni ve Kadıköy Kız Enstitüsü’nü (1955) bitirdi. Enstitüyü bitirdiğinde Askeri Hâkim Doğan Dülgergil ile görücü usulü evlendirildi. İçsel adını verdiği bir kızı oldu. Eşi, yazma çabasını onaylamadı. Evlilikleri yedi yıl sürdü, eşinden ayrılınca SSK Genel Müdürlüğü ile SSK’nin İstanbul ve Ankara şube müdürlüklerinde, SSK Fındıklı Emlak İnşaat Müdürlüğünde çalışarak 1987’de emekliye ayrıldı. Boşanmasının ardından ilk şiirlerini Varlık dergisinde yayımladı. 1966’da şair Cemal Süreya ile evlendi. On yıl evli kaldı. 1967’de Memo Emrah Seber adlı bir erkek çocukları oldu. Bir devlet memuru olarak kendi adıyla şiirlerini yayımlatmak istemediği için, Cemal Süreya’nın önerisiyle, Elif Sorgun ismini kullandı. Şiir ve yazılarını Kadıköy, Yelken, Papirüs, Türk Dili, Türkiye Yazıları, Yeni Edebiyat, Oluşum, Varlık, Kıyı , Düşlem ve maviADA(2002- 2014) dergilerinde yayımladı. 1966’da Yelken dergisini yönetti, Yeni İstanbul ve Cumhuriyet gazetelerinde sanat sayfası muhabirliği yaptı. Edebiyat Çalışmaları: İlkgençlik şiirlerini Gibi adlı kitapta topladı. Yelken, Papirüs, Türk Dili, Türkiye Yazıları, Yeni Edebiyat, maviADA(2002-2014) gibi dergilerde yayımlanan şiirlerini Acıben adıyla kitaplaştırdı. Cemal Süreya ile evli kaldığı dönemde yazmadı. Ayrıldıktan sonra yazdıklarını kitaplaştırdı. Süreya’nın ölümünden kısa süre sonra oğlu Memo’yu da kaybetti. Anılarını Yaşadığım Yıllar kitabında anlattı. Süreya’nın Onüç Günün Mektupları, Zühal Tekkanat’a yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Şiir kitapları ve derlemelerinin yanı sıra, çocukluğundan itibaren sahip olduğu hayvan sevgisini de kitaplaştırdığı denemelerinde dile getirdi. Yazar, bir söyleşide, şiire ilgisinin başlaması ve şiir anlayışının gelişimi hakkında şunları söylemiştir: "Çocukluğumda okul kütüphanelerinde başkandım. Milli bayramlarda şiirler okuturlardı. İlkokul üçüncü sınıfta ‘Kar’ şiirini yazdım. En büyük hedefim kitap okumak ve giderek yazmak oldu. Annem göçmen torunuydu, güzel türkü söylerdi. Babam askerde yazıcıydı. Ziya Paşa’nın şiirlerini daktilo etmiştir. Salah Birsel’e ezbere şiirler okurdu. Ben şiiri genler sayesinde mi yakaladım bilemiyorum ama şiirin kendisi bana gelirdi, kedi yavrusu sevilir gibi, şiirle oynamayı seviyorum. Yazdım, yazdım sakladım. Şiir benim gri giysilim, evimin çiçeğidir. Cemal Süreya etkilenmesi hiç olmadı bende. Onun şiiri bana göre değildi. Çoğunlukla aşkla ilgiliydi, benim ısrarım üzerine de sosyal yönü olan şiirlere de yöneldi. Şunu gönül rahatlığıyla söylemek isterim. İkinci Yeni şairleriyle çok oturdum ve onlardan beslendim. Beni en etkileyen şair, düşünceme ve içtenliğime uygun şair salt Edip Cansever’di." Tekkanat, 2003’te kurulan Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği’nin kurucularındandır. Buna karşın 10 yıl boyunca dernek yönetiminden uzak tutulmuş, 2013’te Seyyit Nezir başkanlığında oluşan yönetim kuruluyla birlikte dernekte ikinci başkan olarak görev yürütmüş, 2014’te yine Nezir’in önerisiyle Üvercinka Dergisi’ni kurmuştur (Kasım, 2014). Derginin ilk sayısından başlayarak her ay şiirlerini ve Aydınlık Günceler’i yayımlamıştır. Bir süredir basın yayın dünyasındaki düşmanca niyetli yazılarla yaralanmış olan Tekkanat, derginin Ağustos ve Eylül sayılarında Cemal Süreya’ya şikâyetlerini yazmış, Ekim ayındaki son Aydınlık Günceler’ini Ankara’dan, Aşağı Ayrancı’daki Cemal Süreya Parkı’ndan acılı izlenimlerle göndermişti. Yaşamından ayrıntılı kesitler, Aydan Ay’ın anıroman olarak kurguladığı Zühal ile Cemal’de yer aldı. Vefatı: Zühal Tekkanat, solunum yetmezliği nedeniyle tedavi gördüğü Ankara Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 27 Ekim Pazar günü saat 19.50’de, 81 yaşında hayata veda etti. Cenazesi İstanbul’a getirilerek Seferikoz Camii'nde, ikindi namazının ardından kılınan cenaze namazı sonrasında Kulaksız Mezarlığı'na oğlu Memo Emrah Seber'in yanına defnedildi. Zühal Tekkanat Cenaze namazını 16 kişi kıldı. Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği kurucularından, Türkiye Yazarlar Sendikası (bir süre Yönetim Kurulu), Edebiyatçılar Derneği ve Cumhuriyetçi Kadınlar Derneği üyesiydi. Zuhal TEKKANAT- Şenol YAZICI 28 Nisan 2013'de KADIKÖY'de düzenlenen "SANAT ve SİYASET" adlı panelden... * Cemal SÜREYA ve ZUHAL TEKKANAT ile ilgili DOSYA ÇALIŞMAMIZI okumak isterseniz buraya tıklayın. *"SANAT ve SİYASET" konulu paneli görmek isterseniz buraya tıklayın.

  • Annabel Lee

    Senelerce senelerce evveldi Bir deniz ülkesinde Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz İsmi; Annabel Lee Hiç birşey düşünmezdi sevilmekten Sevmekten başka beni O çocuk ben çocuk, memleketimiz O deniz ülkesiydi Sevdalı değil karasevdalıydık Ben ve Annabel Lee Göklerde uçan melekler Kıskanırlardı bizi Bir gün işte bu yüzden göze geldi O deniz ülkesinde Üşüdü bir rüzgarından bulutun Güzelim Annabel Lee Götürdüler el üstünde Koyup gittiler beni Mezarı oradadır şimdi O deniz ülkesinde Biz daha bahtiyardık meleklerden Onlar kıskanırdı bizi Evet! Bu yüzden 'Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi' Bir gece rüzgarından bulutun Üşüdü gitti Annabel Lee Sevdadan yana kim olursa olsun Yaşca başca ileri Geçemezlerdi bizi Ne yedi kat göklerdeki melekler Ne deniz dibi cinleri Hiç biri ayıramaz beni senden Güzelim Annabel Lee Ay gelir ışır, hayalin erişir Güzelim Annabel Lee Orda gecelerim uzanır beklerim Sevgilim sevgilim hayatım gelinim O azgın sahildeki Yattığın yerde seni... Çev. Melih Cevdet Anday Edgar Allan Poe Doğum : 19 Ocak 1809 Boston, Massachusetts ABD Ölüm 7 Ekim 1849 (40 yaşında) Baltimore, Maryland ABD Korku temalı öyküleriyle de tanınan POE'nun dünyaca ünlü Kuzgun, Annabel Lee gibi... şiirleri de vardır. Eureka adlı kitabının başlangıcında "bu kitabı, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum! " ile yaşadığı dünyanın çirkinliklerinden düşlere sığındığını belirten; yazdığı şiirlerle, hikayelerle protestosunu ilan eden yazar, şair, şiirlerinde hüzün ve isyan vardır. Aşağıda bazı şiirlerinden alıntılarla kendisini tanıyalım. "Başkaları gibi değildim çocukluktan beri, Görmedim başkalarının gördüğü gibi- Ortak bir pınardan almadım tutkularımı, Aynı kaynaktan almadım kederimi. Uyandıramadım yüreğimi sevince aynı seste Ve sevdiğim her şeyi yalnız sevdim." *** "Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının Haykırışları içinde duruyorum: Ve altın kum taneleri Tutuyorum avucumda- Ne kadar az! Ama nasıl da Süzülüyorlar parmaklarımın arasından derinlerine" *** Benim bir şiirim olmalı !’ dedi insan. Şiirden önce sevdan olmalı!’ dedi, kırlangıç… *** Siz duygularımın aşırı güçlü oluşunu, delilik zannediyorsunuz. *** “Mutluluk bilginin kendisinde değil bilginin edinilmesi sürecindedir.” *** Çoğunlukla şiir ve kısa öykü yazdı. Özellikle gizem ve makabr öyküleri ile tanınır. ABD'de ve Amerikan edebiyatında Romantizm akımının önemli figürlerinden biri olmasının yanı sıra ülkesinde kısa öykünün ilk yazarlarından sayılır. Genellikle polisiye türünün mucidi olarak kabul edilmesinin yanında ayrıca yeni ortaya çıkmakta olan bilimkurgu türüne de katkıda bulunduğu öne sürülür. Yaşamını yalnızca yazdıkları ile sürdürmeye çabalayan ilk tanınmış Amerikan yazarı olan Poe'nun yaşamı ve kariyeri ekonomik güçlükler içinde geçmiştir 1845 Ocak ayında yayımladığı Kuzgun şiiri ile büyük bir başarı kazandı. Şiirin yayımlanmasından iki yıl sonra eşi veremden öldü. Yıllar boyunca, sonradan The Stylus diye adlandırılan The Penn adını verdiği kendi dergisini yayımlamayı planlamıştı ama dergi basılamadan, Baltimore'da 7 Ekim 1849'da 40 yaşında öldü. Ölüm sebebi bilinmemekle birlikte hastalık, alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı, intihar veya diğer sebeplerden öldüğü ileri sürüldü. Edgar Allan Poe 'nun maviADA'da yayınlanan öteki yazılarını okumak isterseniz tıklayın Biyografi kaynak: Wikipedia.. Derleyen: Semihat Karadağlı

  • BİR CUMARTESİ

    Günlerden cumartesiydi, Migros’un kasap reyonuna uğradı, baktı. "O mu, şu mu, bu mu," derken akşamdan kafasına yazdığı somondan başka bir şeyin üstünde çok durmadı. Somon alacaktı, eşi somonun pişirmenin ustaydı. Somon parçalarını zeytinyağı, limon, karabiber, az da tuz ilave edip marine eder, pişirmeden evvel bir saat dolapta bekletir, sonra pişirirdi. Somondan önce patatesleri yuvarlak dilimler öyle kızartırdı. Hava sıcaktı, ağustos sıcağı, ağustos böceklerinin sesini kesmiş, sıcağın sesinden başka doğal hiçbir ses yoktur. Yeni açılan bulvardan geçen motorlu böceklerin sesi ortalığı almaktadır. Ara ara hoyrat motosiklet sürücülerinin motorlarının sesi, vahşi bir canavarın höykürmesini andırır. Sıcakta sesi soluğu çıkmayan ağustos böcekleri, hava serinleyinceye kadar kıpırtısız ölü gibi kovuklara, yaprakların altına gizlenir, sonra birlikte orkestrayı kurardı. Özer, somonu almış, deli sıcağın insanın beynini eritecek çılgınlığına, köy çocuğu olmanın dayanma gücüyle, bana mısın demez, Çamkıran Parkı’nın yeşilliğinde gözünü gönlünü bir güzel yıkar ve içini çeke çeke yakıcı güneşin altında eğitim enstitüsünün kumral saçlısına tarak olmuş parmaklarına baka baka evine doğru yürür. Kahvedeki okeyci, batakçı arkadaşları yolunu beklemektedir muhakkak! “Hadi hadi batağa, dördüncüyü bekliyoruz,” derlerdi. Batak oynamayı severdi Özer. Günün, hayatın monotonluğunu bununla atıyorum deyip teselli bulurdu. “Hadi, hadi elindekileri bırak gel, seni bekliyoruz, Selami senin yerine bakıyor, hadi çabuk çabuk!” Batak deyince dayanamaz, elinde ne iş olursa olsun, bırakırdı. “Geliyorum, Selami iyi oyna, ihaleye girme, batarsan çay paralarını sen ödersin, ona göre!” “Ayıp ettin Özer, senden ileri mi, senin için parayı köpek ederim ben!” “Yaşa gardaş, yağmasan da gürle!” “Ne gürlemesi, daha çok ayıp ettin şimdi!” “Boş boş konuşup durmayın hadi, çabuk ol sende; bekliyoruz!” Apartmanın girişine sakinler toplanmış, çocuklar bahçede top oynasın mı, oynamasın mı, yaman bir tartışmanın içine girmişler. Her kafadan bir ses çıkmakta, kimse kimsenin dediğini anlamıyor muhtemelen, haklılığını kabul ettirmek için sesini yükselmekte. Merhaba demeden, içinden söylene söylene geçti gitti yanlarından. Apartmanın giriş kapısını açmış, kendi iç muhasebesinin açmazı, çıkmazı ile asansöre binmişti bile. Eşi kapıda onu bekliyordu. “Al, ben kahveye gidiyorum, batak oynayacağım. Batak oynayınca içim açılıyor, rahatlıyorum. Sen ne yapacağını biliyorsun; bu işin ustasısın; haydi hoşça kal!” “Güle güle, çabuk gel; bekletme, karnım aç benim!” "Al eline bir parça ekmek, açlığını yatıştır, her aklımı sana mı vereyim!" Asansöre binmemiş, kapının kolundan tutmuş, tam açacakken, bina sallanmaya başladı. Önceki depremlerde yorulan bina, bakalım bu sarsıntıyı atlatabilecek miydi? Yapıldığı yılların inşaat yönetmeliği nasıl bir statik, nasıl bir inşaat mantığı ile yapılmış, kimse bilmez, muammadır. Sarsıntı devam etmektedir hala. Merdiven boşluğunda sıvalar düşmeye başlar, bina sallandıkça gacır gucur sesler, çıktıkça ölüm korkusu, insanların aklını başından alır, koca koca beton tablaların altında, can vermek çok kötüdür, fakat bağıra bağıra yardım gelmesini beklemek, bağıra çağıra, bir iş makinesinin kepçesinin karnını, beynini darmadağın etmesi, kurtarılmayı beklerken günlerce açlıktan, susuzluktan inleye inleye ölmesi… Sarsıntı devam ederken bunları düşünen insanda, akıl fikir kalır mı, bundan sonra, ondan sağlıklı bir davranış beklenir mi? Apartmanda olanlar, merdivenlere atmış kendilerini, bağrış çağrış birbirlerinin üstüne çıka çıka, bina dışına çıkmaya çalışmaktadır. Perlit sıvalar düşmüş, kırmızı tuğla duvarlar da tek tük yıkılmaya başlamıştır. Sarsıntı devam etmektedir, kırmızı tuğlalardan sonra kirişler, kolonlar da düşmeye, yıkılmaya başlamıştır. Sigorta emeklisi Emel Hanım, “Bir türlü baktıramadım sözüme, gel etme satalım, yeni binalardan alalım, dedim, burnunun doğrultusuna gitti; Allah akıl fikir versin!” Durmadan söyleniyordu, sarsıntı devam ederken. Şimdi kime satacağız, elimizde kaldı, aksi şeytan!” Özer Bey, her şeye duygusal bakan, evdeki eşyalarla bile duygusal bağ kuran, sulu gözlü biridir. Bir tarihte, balkonuna gelen muhabbet kuşunu yakalamış, ona bir kafes alıp üç yıl bakmış, dost olmuşlar, o ölünce de içini çeke çeke ağlamıştır. Özer, Türk filmlerindeki duygusal sahnelere, rol gereği olduğunu bildiği halde dayanamazdı. Sekiz katlı, bina gacır gucur sallanırken, depreme dayanıyor, sakinlerinin kaçıp kurtulması için, zaman tanıyor gibi yavaştan almaktadır. Aşağı indiklerinde sarsıntı durmuş, sekiz katlı bina sıva dökülmeleri, bir iki duvarın yıkılmasından başka, kolon çatlağı, kiriş patlağı olmamış, ayakta kalmıştır. Çevre binalarda hafif hasarlı, orta hasarlı olanlar olmuştur. Kim bilir, Kızılay Kan Merkezine doğru kaç bina yıkılmıştır. Sarsıntı geçmiş, acaba, soruları yanıtsız kalmış, kaç güzel insan ölmüştür, ah ah katil müteahhitler çalıp çırptıklarınız insan hayatından daha mı kıymetli? Emel Hanım’la, Özer Bey, dut ağacının yanında sımsıkı sarılmışlar, bir büyük depremden daha sağ salim çıkmanın buruk sevinci ile gözlerinden boşanan yaşları, ellerinin tersi ile silerken, sımsıkı sarılmışlar birbirlerine hayata sarılır gibi... Günlerden cumartesiydi, fakat bu cumartesiye bir doğum günü tesadüf edince doğum gününün aşkına, cumartesinin şanına uygun olsun deyip Migros’a doğru yürüdü. Yavaş yürümeyi bir türlü beceremezdi öteden beri. Yavaş yürüyüp çevrede ne var yok, dikkat etmek, gözlem yapmanın alfabesi iken, üç beş dakika anca sürerdi bu kararı. Hızlı yürüyordu, Bornova çayı üzerine kurulmuş demir köprüden geçti, yerel yönetimin çok geniş bir alana yaptığı Çamkıran Parkının yeşilliğine daldı bir an. Parkın içine gençler, çocuklar paten, kaykay yapsın diye yapılan parkur mahalle gençliğinin, uzak semtlerin, merkez ilçelerin, hatta Manisa’nın Turgutlu’nun gençlerinin uğrak yeri haline gelmiş. Parka dikilen cins cins meyvesiz ağaçlar, mühendislik kokan bir nizam içinde yerleştirilmiş. Parkın hemen karşısındaki lacivertli, kahverengili, sarılı binalar İzmir depreminde hasar görmüş, binaların kapıları, pencereleri hurda avcıları tarafından sökülmüş, kurbanı bekleyen kurbanlıklar gibi yıkılmayı bekliyordu. Deprem öncesinin gösterişli(!) yapıları iyi kötü anıyı beraberinde kötü beton esvabını, birim alanda olması gereken yetersiz demir adedi ile maliklerine mezar olmuştu. Çamkıran Pazar yerinden, Manavkuyu'ya Mansuroğlu, Ankara asfaltı çevresine, oradan Smyna’ya kadar epeyce bina yıkılmış, yüzlercesi ağır hasarlı yıkım beklemekte, güzel insanların anıları, aç gözlü müteahhitlerin hırsına kurban olup gitmişti.

bottom of page