top of page

Arama Sonucu

"" için 3684 öge bulundu

  • ARKEOLOJİ KULÜBÜ

    Otobüs Kireçli bayırını birinci vitesle tırmanırken, öğrenciler, İzmir’den beri bir dakika ara vermeden çalıp söylemiş birbirlerine şakalar yapmış, olur olmaz her şeye kahkahalarla gülüp şoförün biraz sakin olun uyarılarına tamam deyip birkaç dakika sonra devam edip, otobüsün koridorunda oyna ha, oynamışlar. Özgürlük aşığı bu öğrenciler söyledikleri şarkılara ritim tutarken sonra birden, şarkının en can alıcı yerinde kesip; “İzmir Bornova Anadolu Lisesi, İzmir Bornova Anadolu Lisesi,” diye efsanevi sloganlarını atmakta sloganla birlikte bir alkış tutmakta, sağ, sol yumruklarını otobüsün tavanına doğru kaldırıp coşkularını arşa taşımaktaydılar. “İzmir Bornova Anadolu Lisesi, İzmir Bornova Anadolu Lisesi!” Hava ılıktı, İzmir’in yakıcı sıcağı Salihli’den yukarı geçmemiş, Gediz Ovasından aşağısını yakmaya devam ederken, Demirköprü Barajı’nın ılıman iklimi, Cüruf Dağının taşlı, kayraklı, bodur meşeli tepelerinin kah yarı belinden, kah eteğinden keçi yolu misali dolambaçlı Salihli - Demirci yolu, önce Köprübaşı’na, sonra Borlu’ya merhaba der, oradan Demirci’ye Kütahya’ya kadar aynı şekilde devam edip gider. Kireçli bayırına tırmandıkça, rakım yükselmeye başlarken, serinlik yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlar. Bu esnada da yavaş yavaş dağların serinliği de insanın içini ürpertir. Yolun gidiş istikametindeki sağ yanı uçurumdur. Alimallah bir yuvarlansa arabanın biri, kırk parça olur. Kırk parçaya ayrılırken, arabanın parçaları her bir yana perem perem saçılır. Kireçli bayırı uçurumdur, hem de ne uçurumdur, Gök Münevver’in adlandırmasıyla “coplan dere,”dir. Uçurumun meyillini Matematikçi Yusuf Okçu nasıl hesaplar bilinmez ama ben diyeyim yetmiş derece, siz deyin seksen! Bornova Anadolu Lisesi Arkeoloji Kulübü öğrencileri danışman öğretmenleri Erdoğan Katipoğlu, kafile başkanı muavin Musa Kurbak’ın nezaretinde Antik Sidas’a bir gezi düzenlerler. Amaçları Antik Sidas ile birlikte, Ayın Kaşı’ndaki mağarayı inceleyecek bugüne kadar hiçbir yetkilinin varlığından haberdar olmadığı Ayın Kaşın’daki ucu bucağı olmayan mağara ve 1800 yıllık tavus kuşu mozaiğini inceleyip gündeme taşıyacaklar, adlarını sanat tarihine, arkeoloji tarihine yazdıracaklardır. Ayın Kaşının gövdesine bir hançer gibi giren bu mağaraya bugüne kadar bir Allah’ın kulu cesaret edip girememiştir. Mağaranın rutubetli, küf kokulu, çürümüş börtü böcek, çürümüş hayvan leşi kokulu havası, insanın burnunun direğini kıracak gibi kokar. Mağaranın içine konuşlanan yöre halkının "akşamcık kuşu" dediği yarasalar, sürü halinde mağaranın içinde oradan oraya uçar. Bu kuşlar içeri girmeye çalışanları daha mağaranın ağzında karşılar. Bu saldırının ilk ayağıdır, az daha ileri gitse insan kim bilir nasıl şeylerle karşılaşacaktır. Bornova Anadolu Lisesi’nin Coğrafya öğretmeni Şefik Bey’in öğretmenler kurulundaki ikna edici konuşması, okulun adının tarihe altın harflerle kazınacağını söylemesi, okul müdürünün ilgisini çekmiş, daha o an, “ben Şefik Bey’in önerisini yerinde buluyorum, Arkeoloji Kulübümüz buraya bir inceleme gezisi yapmalı, diyorum ne dersiniz arkadaşlar, oylamak istiyorum önerimi!” Okul müdürün istemesi ve Coğrafya Öğretmeni Şefik Bey’in merakı çoğaltan konuşması, okulun adının tarihe altın harflerle kazınacağını ifade eden akılcı konuşması, önerinin kurulca benimsenmesini sağlamıştır. Ayın Kaşı, Antik Sidas’ı yüksekten seyrederken, gövdesinde kızılçamları, pırnalları, mazı çalılarını, yaban armutlarını barındıran ak topraklı bir coğrafya parçasıdır. Buraya dair ne efsaneler, ne söylenceler anlatılır, sürüyle. Rivayet odur ki, yöre insanının birebir anlatımı aynen şöyledir. “Burda bir gavır mezeri vamış. Gavır mezerinde küp küp altınla, takıla, süsle vamış, fakat mezeri bekleyen gök bi geçi vamış!” Gök keçi demek şeytan demekmiş, iblis demekmiş! Bornova Anadolu Lisesi, Arkeoloji Kulübü, Danışman Öğretmen Erdoğan Katipoğlu, Muavin Musa Kurbak ve on beş kişilik öğrenci grubu, ekipmanlarını almış, bütün dikkatlerini yüreklerine, beyinlerine yükleyip öğretmenlerinin peşi sıra mağaraya doğru yöneltmişken, kafile başkanı Kurbak, “Erdoğan, önce saray yıkıntıları görmek, tavus kuşu mozaiğini, sonra tarihi tiyatro alanını yani merdivenleri görmek lazım! Sonra dere boyu yürüyüş, Kızılpınar’a doğru! Dere boyu yürüyüşümüzü bereketli de olabilir, suyun aşındırmasıyla ortaya çıkan, yer değiştiren paralara, sikkelere tesadüf edebiliriz, hiç belli olmaz!” “Tamamdır Musa Bey!” İnceleme gezisi ciddiyetle başlamıştır. Emreboğazı dedikleri mevkideki sütunlar, sütun başları hakiki bir sanat eseri olarak ara ara karşılarına çıkıverince çarpılmışçasına büyülenirler. Maltepe’deki saray yıkıntısı koca koca köşeli bıçakla kesilmiş gibi taşları, akıllara durgunluk verir adeta. Sarayın giriş kapısının kemeri yerli yerindedir. “İyi olur dedi Çağlar. Onun, tarihe, antikaya özel bir merakı vardır. Onunla birlikte geziye katılan Rümeysa, Ezel, Duru, Berkay, Oğulcan da aynı yönde görüş belirtince grubun istikameti belli olmuş olur. Arkeoloji kulübü öğrencileri, İzmir’deki tarihi mekânları üç beş kez dolaşmış, görsel hafızalarıyla, bir rehberden çok İzmir’in, Smryna’sını, Agora’sını, Kızlarağası’nı, Belkahve'deki efsanevi Atatürk heykelini bir rehber daha iyi bilirler. “Benim soyadım Katipoğlu ama Uyaroğlu demek lazım, katılıyorum sizlere haydi o tarafa yürüyelim!” Antik Sidas’ı üç günde dura düşüne, tartışa tartışa inceleyen Arkeoloji Kulübü öğrencileri, akşam olunca çadırlarına çekilip hem eğlenmiş, hem de incelemelerine dair saatlerce konuşup tartışmışlar. Büyük gün yarındır, yarın Ayın Kaşı'ndaki mağaraya yürüyecekler, mağaranın içine gireceklerdir. Bu ara zaman epey ilerlemiş, Sidas’ın meşe palamutlarına konan yörenin adı bilinmez çeşit çeşit böcekleri, ağustos böcekleri orkestralarını kurmuşlardır çoktan. Akşamcık kuşlarının ötüşleri geceye ürkünç bir hava verirken, az önce öğrencilerin birbirlerine anlattıkları korku filmi gibi hikâyeler, korkularını büyütmüş, buna sebep uykuları kaçmıştır. Dört bir yan “gavır mezeri,” ile doludur ya, bin yılların ölüleri canlanıp ak bürümcekleri üstlerine bir çöküverirlerse… Uyku geldikçe, kapanmaya yüz tutan göz kapaklarını zorla açıp direnirler uykuya, çünkü korkmaktadırlar uyumaktan. Öğretmenleri, “Erken yatın çocuklar, böyle hikâyeler anlatıp birbirinizi korkutmayın diye birkaç kez uyarmış, uyarmasına, fakat onlar, hem korkmuşlar, hem de hikaye anlatmaya devam etmişler. Körpe bedenler sabaha doğru yenik düşünce uykuya uyuyup kalmışlar. Sabahın kalk borusu Musa Kurbak’tan gelir, “Günaydın evlatlarım, hadi uyanın, işimiz var, işimiz çok var; hadi uyanın!” Sabah güneşi, Ali Dede Pınarı tarafından koca meşe palamutlarının sık yaprakları arkasından başını çıkarmış, Sidas alanına doğru göndermeye başlamıştır ok gibi ışınlarını. Musa Öğretmen Beden Eğitimi Öğretmeni Bilâl’den ödünç aldığı düdüğü öttürünce, düdüğün sesi Emreboğazı’ndan Uluköy Mahallesine doğru yayılıp gider. “Acele edin evlatlarım, daha işimiz çok var, hadi acele edin!” Emreboğazı’ndan Ayın Kaşına doğru yürüyüşe geçtiklerinde kuşluk olmuştur. Yamaca tırmandıklarında güneşin yakıcı sıcağı daha kendini göstermemiştir. Emreboğazı’nın meşe palamutları, yanından, yakından geçen her Ballı’yı eğilerek selamlar. Bu selam akladır, bu selam çağdaşlığa şapka çıkarmaktır. Ayın Kaşının beline hançer gibi giren mağaranın önüne geldiklerinde, yaprak kıpırdamaz, bu sırada rüzgâr esmez, arılar, sinekler, bir tekmil canlı cansız ne var yok, sanki bir maneviyatın ritüeli için tekmil doğa susmuştur. Sanki gece anlattıkları hikayeler o an hakikat olmuşçasına bir atmosfer hakim olmuştur oraya. Birden mağaranın ağzından fışkıran karanlık, yürekleri esir alırken, akşamcık kuşları, “vıv vıv vıv,” uçmaya başlar. Bu sırada çıktığını kimsenin görmediği bir meczup, “Def olun yurdumdan, def olun evimden,” deyip torbasından çıkardığı tabancayı onlara doğrultmuştur. Buraların sahibi benim, burada benden izinsiz kuş bile uçamaz; def olup gitmezseniz hepinizi…” Meczubun emreden sesi, havanın ağırlığı ile daha da ağırlaşırken, o, tabancanın soğuk namlusunu onlara çevirmiş, nişan almaktadır her birine tek tek! “Olduğunuz yerde kalın, kıpırdayanı hiç acımam mıhlarım, kaldırın ellerinizi yukarı, yanlış yapanı vururum, hem hiç acımam, it gibi kıvırırım aha buraya!” Herkes yavaş yavaş ellerini yukarı kaldırırken, Erdoğan Katipoğlu gözünü meczubun üstünden bir saniye bile ayırmaz, boşluk bulur bulmaz da gereğini yapmak için atlayacak gibidir üstüne. Öğrencilerin sorumluğu, mesleğinin kutsiyeti, ona bir şey yapmasını emretmektir zaten. Ne demekte Ali Rıza Binboğa İlk Öğretmen şarkısında: “Öğretmen kutsal ana gibi, Öğretmen kutsal baba gibi…” Meczup, “gavır mezerlerinden” çıkan antikaları satıp kazandıkça, bir hoş olmuş, paranın büyüsüne kendini iyice kaptırmış, daha çok, daha çok deyip boyuna kazmış, “gavır mezerlerini,” kazdıkça kazanmış, kazandıkça durmamış, gecesini gündüzüne katmış. Bir gece vakti kazmaya çalıştığı bir “gavır mezeri” onu çok uğraştırmış. Mezarın üstündeki mermer tabakasını kırabilmek için epey uğraştıktan sonra kırabilmiş, sonra açtığı delikten içeri girmiş. Elinde bir gemici feneri vardır. İşte o an gördükleri aklını başından almış. Güneş çoktan batmış, yatsı ezanı okunalı çok olmuştur. Akşamcık kuşlarının, adı bilinmedik böceklerin, ağustos böceklerinin ürkütücü sesleri onun korkusunu çoğaltıkça çoğaltmıştır. Göz yanılması mıdır, korku mudur bilinmez, “Gavır mezerinin” içindeki kafatası dile gelmiş: “Sen ölüye saygı göstermez misin, mezarımda bile rahat bırakmadın beni?” Adı Ali Osman olan bu meczubun dizlerinin bağı çözülmüş, bayılıp düşmüş. Sabaha kadar “gavır mezerinin “içinde kalmış, uyandığında aklı yerinde değildir, deli danalar gibi bağıra, çağıra Ali Dede Pınarı tarafına doğru koşar. O günden sonra Ali Osman torbasında silah mekanı Antik Sidas’tır. Yediği içtiği de bu dağların otu, bu dağların meyvesi, bu dağlarda avladığı kuşlar olmuştur. Ara sıra da köylülerin Sidas Pınarına bıraktıkları bir iki somun ekmektir. Arkeoloji Kulübünün öğrencileri on birinci sınıf öğrencisidir. Korkmasına çok korkmuşlar, fakat ne ağlamak, ne titremek, belki biraz sonra namludan çıkacak “ it” bir kurşunla yaşama veda edecek iken, ne olur yapma diye yalvarmamışlar. Öğrencilerinin bu korkusuz duruşu, Erdoğan Katipoğlu’nun harekete geçtiğini gören meczup, basar tetiğe! “Çat, çat, çat, çat…” Silah ateş almamıştır. Silahın ateş almadığını gören Erdoğan Katipoğlu, meczubun üstüne atlar... * Bundan kırk beş yıl öncesinde Bursa’nın Hürriyet Mahallesinde Ülfet Dumlupınar da ilahi anlatıcıya sabıkalı silahı doğrultup basmıştır tetiğe. Sabıkalı silah, “Çat, çat, çat…” Silah ateş almamıştır, işte o an ilahi anlatıcı alıvermiştir sabıkalı silahı ve kolundaki baba yadigârı Seiko 5 saati. Bir altmışlık Ülfet Dumlupınar hem sabıkalı silahını, hem baba yadigârı Seiko 5 saatinden olmuş, sonra da bir araba sopa yemiştir. Konudan konuya, mekandan mekana, özlemden özleme; Gediz’in verimli topraklarından, devasa kestane ağaçlarının diyarına, Uludağ’ın yamaçlarına doğru gezintiye çıkılmışken, doksan saniyelik zamanda, “Kendi kendine ne konuşup duruyon, yan dön,” diyen eşinin sesiyle uyanıp yerinden doğrulmuş, “Ne var, ne oldu, bir şey mi oldu?” “Yat, yat bir şey yok, hadi yan dön, ört üstünü, iyi uykular; hadi Allah rahatlık versin!”

  • Ahmet Kaya

    ÖZGÜR KARAKAYA * Yayın Tarihi: 20.05.2017 -Nevzat Çelik’in “ “Şafak Türküsü” adlı şiirinde “Beni burada arama anne kapıda adımı sorma saçlarına yıldız düşmüş koparma” sözlerindeki duyarlı ve eşsiz yorumu dinledikçe onu anacağız.- Ülkemizde protest müziğin tartışmasız gelmiş geçmiş en önemli isimlerinden birisi Ahmet Kaya. Malatyalı sanatçı birçok sanatçımızın da yetiştiği bu kentte dünyaya gelmiş,1957 yılında. 1985 yılında kendi olanakları ile “Acılara Tutunmak adlı ilk albümünü yaparak müzik piyasasına açılmış. Fakat bu albüm sansürden geçmemesiyle gazetelere yansımasının ardından Danıştay kararıyla dinleyiciye ulaşmıştır. Ardından kendisini üne kavuşturan “Şafak Türküsü” albümü gelir. An Gelir, Yorgun Demokrat, Resitaller – 1, Sevgi Duvarı, İyimser Bir Gül, Başkaldırıyorum, Resitaller - 2, Başım Belada, Dokunma Yanarsın, Tedirgin, Şarkılarım Dağlara, Beni Bul, Yıldızlar ve Yakamoz, Dosta Düşmana Karşı, Hoşçakal Gözüm’ü ard arda çıkartır. Ahmet Kaya adına 20 sanatçı ise şarkılarını Dinle Sevgili Ülkem adlı albümde seslendirir. Ölümünden sonra da Biraz da Sen Ağla ve Kalsın Benim Davam adlı albümleri yayınlanır. Albümlerinde Atilla İlhan, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Nazım Hikmet, Nevzat Çelik, Ahmet Arif, Sabahattin Ali, Yusuf Hayaloğlu, Enver Gökçe vb gibi toplumcu şairlerimizin şiirlerini besteleyip bazılarını da üne kavuşturmuştu. Yalnızlık, çaresizlik, umut ve öfke temalarını işlemiştir sanatçı. Çok uzakta paylaşılmaya hazır mutluluklara ulaşamamış mavi gökyüzü dar edilir ona. O, bu topraklarda bir damar oluşturmaya başlamıştır çünkü. Bir isyankardır. Türküleriyle dokunaklı sesi insancıl duyguları yakalamayı başarır bir müzikle başkaldırıya dönüştürmesini bilir. Magazin Gazetecileri Derneği’nin gecesinin ödül töreninde şöyle der: “Ben bu ödülü İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne ve magazin gazeteceliği’ne emek vermiş arkadaşlar adına alıyorum”. Yeni Kasetimde Kürtçe türküye yer veriyorum, dedikten sonra kartel medyanın hışmına uğrar. Birbiri ardına asılsız görüntüler yayınlanır hakkında. Ve dava açılır. Ancak dava bitiminde görüntülerin foto montaj olduğu anlaşılır. Sözleri de çarpıtılmıştır. “Birkaç şerefsiz yüzünden arabaya binemez hale geldim” cümlesi “Arabamı şerefsizlerin ülkesinde bıraktım şeklinde” sunulur. Bir şafak vakti (4:15’te) İstanbul’dan bindirildiği bir uçakla Almanya, daha sonra Fransa ya gider. Yaşamını sürdürür. Ta ki 16 Kasım 2000 e kadar. “Yorgun Demokrat” kendisi gibi sesi olduğu yorgun ama başarılı ve tartışmalı bir sanat yaşamına da imza atmasını bilmiştir. Nevzat Çelik’in “ “Şafak Türküsü” adlı şiirinde “Beni burada arama anne kapıda adımı sorma saçlarına yıldız düşmüş koparma” sözlerindeki duyarlı ve eşsiz yorumu dinledikçe onu anacağız.

  • İyi ki Doğdun Nazım HİKMET

    İyi ki doğdun Nazım Hikmet ve iyi ki yazınımıza ve yüreklerimize dokundun. Edebiyat tarihimizin mihenk taşlarından biri oldun! Kimdir Nazım Hikmet? Şair ve yazar (D. 15 Ocak 1902, Selanik - Ö. 3 Haziran 1963, Moskova / Rusya). Tam adı Nâzım Hikmet Ran. Gazete yazılarının bir bölümünde Orhan Selim imzasını kullandı. Baba tarafından valiliklerde bulunmuş ve Mevlevî tarikatından olan şair Mehmet Nâzım Paşa’nın torunudur. Anne tarafından büyük dedesi, Karadağ Savaşında şehit olan Osmanlı Komutanı Mustafa Celaleddin Paşa (asıl adıyla Kont Konstantin Borjenski) Polonya’dan gelmişti, Gagauz Türklerindendir. Babası Hikmet Bey ise Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) mezunu, Kalem-i Ecnebiye’ye bağlı bir memurdu. Enver Paşa’nın kızı olan annesi Celile Hanım; Fransızca bilen, piyano çalan ve ressam olan bir hanımdı. Kurtuluş Savaşı döneminin Moskova Büyükelçisi Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Nâzım Hikmet’in büyük dayısıdır. Nâzım, aynı zamanda şair Oktay Rifat’ın teyze çocuğudur. Nâzım Hikmet, ilkokulu Göztepe Taş Mektepte bitirdikten sonra, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi)’nin hazırlık sınıfına yazıldı. Bir yıl sonra ailesinin ekonomik sıkıntıya düşmesi yüzünden bu okuldan alınarak Nişantaşı Sultanisine verildi. Bu arada, dedesi Nazım Paşa’nın etkisiyle şiirler yazmaya başlamıştı. 1917’de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebini 1919’da bitirip Hamidiye kruvazöründe güverte subayı olarak göreve başladı. Aynı yılın kış aylarında, son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı yeniden başladı. Uzun süren bir tedavi ve dinlenme döneminden sonra kendisini toparlayamadığı görülünce sağlık kurulu raporuyla, 17 Mayıs 1920’de askerlikten çıkarıldı. Bu arada ‘Hececi’ şairler arasında genç bir ses olarak oldukça ünlenmişti. Bahriye Mektebinde tarih ve edebiyat öğretmeni olan, ayrıca aile dostu olarak evlerine de gelip giden Yahya Kemal’e büyük hayranlık duyuyor, yazdığı şiirleri ona gösterip eleştirilerini alıyordu. 1920’de Alemdar gazetesinin açtığı bir yarışmada, ünlü şairlerden oluşan seçici kurul, birincilik ödülünü Nâzım Hikmet’e vermişti. Bu arada Faruk Nafiz (Çamlıbel), Yusuf Ziya (Ortaç), Orhan Seyfi (Orhon) gibi genç ustalar ondan sevgiyle söz etmeye başlamışlardı. İstanbul’un işgal altında olduğu günlerde vatan sevgisini yansıtan coşkulu direniş şiirleri yazıyordu. 1920 yılının son günlerinde yazdığı Gençlik başlıklı şiiri, gençleri ülkenin kurtuluşu için savaşmaya çağırmaktaydı. 1 Ocak 1921’de ise Mustafa Kemal’in öncülüğündeki güçlere silâh ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımı ve üç şair arkadaşı (Faruk Nafiz, Yusuf Ziya ve Vâlâ Nurettin) ile Sirkeci’den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiler. İnebolu’ya varınca Ankara’ya geçebilmek için beş altı gün izin beklediler. İnebolu’da geçirdikleri günlerde, Almanya’dan gelip Anadolu’ya geçmek üzere, onlar gibi izin bekleyen öğrencilerle tanıştılar. Aralarında Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP milletvekili), Vehbi (Prof. Vehbi Sandal), Nafi Atuf (Kansu, sonradan CHP Genel Sekreteri) gibi kişilerin de bulunduğu bu öğrenciler “Türk Spartaküsler” olarak anılıyor, sosyalizmi savunuyor, Türkiye’nin Misak-ı Millî sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliğinden övgüyle söz ediyorlardı. Onların anlattıkları Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nurettin için yepyeni bilgilerdi. Ankara’ya vardıklarında kendilerine verilen ilk görev, İstanbul gençliğini Millî Mücadele’ye çağıran bir şiir yazmak oldu. Vâlâ Nurettin’le üç gün içinde yazıp bitirdikleri bu üç sayfadan uzun şiir Matbuat Müdürlüğünce, 1921’in Mart ayında on bin adet bastırılarak dağıtıldı. Şiirin yankıları o kadar büyük oldu ki Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri böyle güçlü bir çağrının doğurabileceği sorunların nasıl çözülebileceğini tartışma gereğini duydular. Bu arada, Celile Hanım’ın uzaktan akrabası olan İsmail Fazıl Paşa, yazdıkları şiirle ortalığı karıştıran bu iki yetenekli şairi Meclis’e çağırarak Mustafa Kemal Paşa’ya takdim etti. Kısa bir süre sonra da ikisi birlikte öğretmen olarak Bolu’ya atandılar. Buradaki kısa öğretmenlik dönemlerinde Ağır Ceza Mahkemesi Reis Vekili olan Ziya Hilmi Bey, bu iki gence Fransız Devrimini anlattı, Lenin’den ve Kautsky’den söz etti, sosyalist devrimi gerçekleştirmiş olan Sovyetler Birliğini görmek istediğini söyledi. Bolu’da halktan bir kesimin baskısına, gizli polis örgütünün güvensizlik belirten davranışları da eklenince orada barınamayacaklarını anlayan Nâzım Hikmet’le Vâlâ Nurettin, Ziya Hilmi Bey’in de etkisiyle Moskova’ya gitmeye karar verdiler. Bolu’dan Trabzon’a, oradan da Batum üzerinden Moskova’ya geçtiler. Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (Kutv)’ne girdiler. Nâzım burada ekonomi ve toplumbilim okudu. Nâzım Hikmet, Divan şiiri geleneğinden serbest müstezatı ve Tanzimat’tan sonra Batı şiiri ile girilen ilişki nedeniyle de Fransız şiirinin serbest ölçüsünü biliyordu. Batum’da İzvestiya gazetesinde gördüğü bir şiirin uzunlu kısalı dizeleri, merdivenli istifi ilgisini çekmişti. Moskova’ya giderken geçtikleri bölgelerde gördüğü aç insanların üzerinde bıraktığı etkiyle yazmaya başladığı Açların Gözbebekleri şiirini hece ölçüsüne sığdıramadığını anlayınca İzvestiya’daki şiirin biçimsel çağrışımlarından esinlenerek serbest tarzda yazmayı denedi. Şiir, yer yer hece kalıplarıyla kurulmuş olsa da ortaya tümüyle Türk şiir kurallarına uymayan serbest bir ölçü çıktı. Nâzım’ın içine girdiği yeni dünyanın düşünce ve duygu yükü altında, bu serbest ölçüyle yazdığı şiirler birbirini izledi. Nâzım Hikmet bu dönemde yazdığı şiirlerinin kimilerini 1923’te Yeni Hayat ve Aydınlık gibi dergilere göndererek yayımlatmıştı. Moskova’da üniversiteyi bitirince de Ekim 1924’te gizlice sınırdan geçerek Türkiye’ye döndü, Aydınlık dergisinde çalışmaya başladı. Sonra bir basımevi kurmak üzere İzmir’e gitti. Ancak 4 Mart 1925 tarihinde çıkan Takrir-i Sükûn Kanununa dayanılarak, 1 Mayıs 1925’te yayımladığı bir bildirge dolayısıyla Aydınlık dergisinin çevresindeki yazarlar tutuklanmıştı. Ankara’da, içinde bu olayın da bulunduğu İstiklal Mahkemesindeki dava 12 Ağustos 1925 tarihinde sonuçlandığında, Nâzım Hikmet’e de kendisi bulunmadan, on beş yıl hapis cezası verildiği görüldü. Bunun üzerine, saklanmakta olduğu İzmir’den İstanbul’a geçerek gizlice yurtdışına çıktı ve yeniden Sovyetler Birliğine gitti. 1926 yılında Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkartılan af kapsamına girdiğini öğrenince resmî yoldan yurda dönebilmek için başvurduysa da pasaport alamadı. Bu arada, 28 Eylül 1927 tarihinde İstanbul’da dağıtılan bildiriler yüzünden açılan bir davada, gizli parti üyesi olmakla suçlanarak yine gıyabında üç ay hapis cezasına çarptırıldı. Aynı yıl Bakü’de ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü yayımlandı. Ekim ayında da yine gizlice sınırı geçerek Kafkasya üzerinden Türkiye’ye girdi. Yakalandı ve olay yerine en yakın ağır ceza mahkemesinin bulunduğu Rize’de, tutuklu olarak, dört ay süren bir yargılama sonucunda üç gün hapis cezası aldı. 14 Ekim 1928’de kelepçeli olarak götürüldüğü Ankara’da yeniden tutuklanarak Aydınlık dergisinde yayımlanan şiirleri nedeniyle hakkında yeni bir dava açıldı. Duruşmaları 23 Aralık l928’de sona erdi. Verilen karar; söz konusu şiirlerinde suç unsuru bulunmadığı, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesinin gıyabında verdiği üç aylık ve Rize Mahkemesinin üç günlük cezaların birleştirilerek uygulanması yolundaydı. Ama tutukluluk süresi bu cezaların toplamından fazla olduğu için serbest bırakıldı. İstanbul’a giderek Resimli Ay dergisinin yazı kadrosuna katıldı. Burada bir yandan şiirlerini yayımlıyor, bir yandan da edebiyatın yerleşmiş değerlerine karşı sert çıkışlar yapıyordu. 1930 yılının Temmuz ayında çıkan şiir plağının kahveler, lokantalar gibi halka açık yerlerde çalınması yasaklandı. 1931 yılının mayıs ayında, İçişleri Bakanlığının emriyle Nâzım Hikmet, ilk beş kitabındaki şiirlerinde, “Bir zümrenin başka zümreler üzerinde hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği” savıyla mahkemeye verildi. Mahkeme beraatle sonuçlandı. Bu arada yazdığı bir yergi şiiri ile Gece Gelen Telgraf kitabı için hakkında iki ayrı dava açıldıysa da, Cumhuriyetin onuncu yılında çıkarılan af yasasıyla bu davalar düştü. Aralık 1932’de ise İstanbul’da dağıtılan birtakım bildiriler nedeniyle girişilen toplu tutuklama sırasında Nâzım Hikmet de tutuklandı, Haziran 1933 ayında Bursa’ya gönderildi. Orada idam istemiyle açılan dava 31 Ocak 1934 tarihinde beş yıl hapis cezası kararıyla sonuçlandı. Bir buçuk yıl yatmış olarak hapisten çıktı. Geçimini sağlamak için Akşam gazetesinde Orhan Selim takma adıyla fıkralar yazmaya başladı. Gene takma adlarla gazetelere romanlar, tiyatrolara operetler yazdı. 17 Ocak 1938 tarihinde tutuklanıp kısa bir süre İstanbul Tevkifhanesinde bekletildikten sonra Ankara’ya götürülerek, özel olarak kurulan Harp Okulu Askerî Mahkemesine çıkarıldı. Bu dava, 29 Mart 1938’de, “Askerî kişileri üstlerine karşı isyana teşvik” suçundan on beş yıl ağır hapse mahkum edilmesiyle sonuçlandı. 28 Mayıs 1938 tarihinde Yargıtay cezayı onaylandıktan sonra, İstanbul’da Sultanahmet Cezaevine, oradan da Silivri önlerinde demirli bulunan Erkin gemisine götürüldü. Bu sırada, askerî birliklerde yapılan aramalarda kimi askerlerin dolaplarında kitaplarının bulunması sebebiyle, Donanma Komutanlığı Askerî Mahkemesinin açtığı davada yargılanarak, 29 Ağustos 1938’de, “Donanmayı isyana teşvik” suçlamasıyla yirmi yıl ağır hapse mahkum edildi. Bu son mahkemenin sürdüğü günlerde, mahkemenin savcı yardımcısı Hakim Teğmen Halûk Şehsuvaroğlu özel bir görüşmede, bir isteğinin olup olmadığını sorduğunda, Nâzım Hikmet, Mustafa Kemal Atatürk’e ulaştırılması ricasıyla kendisine bir mektup verdi. Şehsuvaroğlu bir suretini çıkararak, mektubu Beşiktaş postanesinden taahhütlü olarak gönderdi. Kemal Sülker’in yazdığına göre, “Ata’nın yanına girebilenlerden İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya teslim edilen mektup, bir müsait zaman bulunarak Atatürk’e teslim edilememiş.” Çünkü Atatürk ağır hastadır. Nâzım Hikmet’in, toplam 35 yıla ulaşan hapis cezalarını, mahkeme çeşitli gerekçelerle 28 yıl 4 aya indirerek karara bağlandı. Nâzım, 1 Eylül l938 tarihinde İstanbul Tevkifhanesine, Şubat 1940’ta Çankırı Cezaevine, Aralık 1940’ta Bursa Cezaevine gönderildi. Bu cezaevlerinde on yılı aşkın bir süre kalan şair, yayımlama olanağı bulamasa da sürekli şiir yazdı. 1949 yılı ortalarına doğru, Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinde yazdığı bir dizi yazı ve gazetenin avukatı Mehmet Ali Sebük’e yaptırdığı ve sekiz yazıdan oluşan bir inceleme sonucunda; kamuoyunda, Nâzım Hikmet’in bir “adlî hata” yüzünden cezaevinde olduğu görüşü ağırlık kazanmaya başladı. Ankara’da avukatlar, İstanbul’da aydınlar imzaladıkları toplu dilekçelerle Cumhurbaşkanı’na başvurdular. Yurtdışında da benzer girişimlerde bulunuldu. Bu arada Birleşmiş Milletlerin danışma organlarından olan Uluslararası Hukukçular Birliği, Nâzım Hikmet’in serbest bırakılması dileğiyle 9 Şubat 1950 tarihinde TBMM Başkanlığına, Millî Savunma ve Adalet bakanlıklarına birer mektup gönderdi. Bütün bu girişimlerden sonuç alınamadığını gören Nâzım, 8 Nisan 1950’de açlık grevine başladı. Kalbinden ve karaciğerinden rahatsız olduğu için, ertesi gün hemen İstanbul’a götürülerek hastaneye yatırıldı. 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Partinin çıkardığı ve 15 Temmuz 1950 tarihinde yürürlüğe giren genel af yasası ile cezaevinden çıktı, yeniden İpek Film’de çalışmaya başladı. Hapisten çıktıktan sonra da sürekli ve açıkça polis tarafından izleniyordu. Bu nedenle kitaplarını yayımlatma, oyunlarını sahneletme imkânı bulamayacağı anlaşılıyordu. Bahriye Mektebinden mezun olduğu, güverte subaylığı yaptığı, hastalığı sebebiyle askerlikten çıkarıldığı halde, yeniden askere alınması için karar çıkarılınca önce Romanya’ya oradan da Moskova’ya geçmiş olması nedeniyle 25 Temmuz 1951 tarihli bir Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı. Dışarıda birçok uluslararası kongreye katılan, çeşitli ülkelere yolculuklar yapan Nâzım Hikmet dünyada büyük bir ün kazandı. Özellikle uluslararası barış kongrelerine katılması ve bu doğrultuda mücadele etmesi nedeniyle eserleri çeşitli dillere çevrildi ve yayımlandı, Sovyetler Birliğinde oyunları sahnelendi. 1963 yılının başlarında yaşlandığını, ölümü düşündüğünü dile getiren şiirler yazmaya başladı. 3 Haziran 1963 günü bir kalp yetmezliği sonucunda Moskova’da öldü, Novodeviçiy Mezarlığında toprağa verildi. Ölümünden sonra mezarının Türkiye’ye getirilmesi ve yurttaşlık hakkının iadesi için girişimlerde bulunulduysa da, bu girişimler sonuç vermedi. Nâzım Hikmet’in doğa sevgisini, Mevlâna hayranlığını dile getirdiği ve hece ölçüsüyle yazdığı ilk şiirleri Yeni Mecmua (1918), Birinci Kitap ve İkinci Kitap (1919-20) dergilerinde çıkmıştı. Bu şiirleri İlk Şiirleri adlı kitabında toplanmıştır. Rusya’da öğrenim gördüğü yıllarda benimsediği fütürizm anlayışına uygun serbest ölçüyle, çoğunluğu ideolojik konularda yazdığı şiirleri ise Aydınlık, Resimli Ay, Hareket, Her Ay (1924-37); İbrahim Sabri, Mazhar Lütfi gibi imzalarla Yeni Edebiyat, Ses, Yürüyüş, Gün, Yığın, Baştan, Barış gibi dergilerde (1940-50) yayımlandı. Toplumcu gerçekçi şiirin öncüsü olarak kendisinden sonra gelen çok sayıda şairi etkiledi. 2002 yılı doğumunun yüzüncü yılı olması nedeniyle UNESCO tarafından Nâzım Yılı olarak ilân edildi. Daha önce 7 cilt olarak Bulgaristan’da Türkçe olarak yayımlanan bütün şiirleri, Türkiye’de Asım Bezirci’nin düzenlemesi ve Tüm Eserleri adı altında 8 cilt olarak Cem Yayınevi tarafından (1975-80), çeviri şiirleri ile birlikte Memet Fuat düzenlemesiyle Toplu Şiirler adı altında 9 cilt olarak Adam Yayınlarınca (1988-89), düzyazı kitapları ile birlikte YKY tarafından Bütün Eserleri adı altında (2002) yayımlandı. ESERLERİ: Şiir: Güneşi İçenlerin Türküsü (1927), 835 Satır (1929), Jokond ile Sİ-YA-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1931), Gece Gelen Telgraf (1932), Taranta Babu’ya Mektuplar (1935), Portreler (1935), Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin (1936), Kurtuluş Savaşı Destanı (1965, Kuvayi Milliye adıyla, 1968), Saat 21-22 Şiirleri (1965), Memleketimden İnsan Manzaraları (Şu 1941 Yılında, 1965), Rubailer (1966), Yeni Şiirler (1966), Dört Hapisaneden (1966), Son Şiirleri (1970), İlk Şiirleri (1971). Oyun: Kafatası (1932), Bir Ölü Evi Yahut Merhumun Hanesi (1932), Unutulan Adam (1935), İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu (1956), Sabahat (1965), İnek (1965), Ferhad ile Şirin (1965), Bir Aşk Masalı (1966), Ocak Başında / Yolcu (1966), Yusuf ile Menofis (1967), Demokles‘in Kılıcı (1974). Roman: Kan Konuşmaz (1965), Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (1967). Mektup: Kemal Tahir’e Mahpushaneden Mektuplar (1968), Oğlum Canım Evladım Memedim (1968), Bursa Cezaevi’nden Vâ-Nû’lara Mektuplar (1970), Nâzım ile Piraye (1975). Fıkra: İt Ürür Kervan Yürür (Orhan Selim imzasıyla, gazete yazıları, 1936). İnceleme: Sovyet Demokrasisi (1936). Masal: Sevdalı Bulut (1968). NAZIM HİKMET İÇİN NE DEDİLER? “Şimdilerde Nâzım Hikmet’i değerlendiren iki aşırı uç belirmiş bulunuyor: kimi yazar onu dünyanın en büyük şairi olarak anarken, kimi yazar da sadece siyasal bir bildirinin taşıyıcısı olarak görmek istiyor. Kuşkusuz bu iki ucun ikisi de siyasal bir tavırdan çıkıyor. Hele sosyalizme karşı olanların Nazım Hikmet’in üstünü çizerken ileri sürdükleri kanıtlar bütünüyle şiir dışı şeyler. Bununla birlikte Nazım Hikmet’i tapınılacak bir şair olarak görmeyi istemek de, sanırım, önce gerçekçilik açısından, onun anısına hayınlık etmek olacaktır.” (Cemal Süreya) *** “Evet, Nâzım Hikmet, bir hükümet kararnamesiyle yurttaşlıktan çıkarılmıştı. Öldükten sonra bile, bu hakkın iadesi ona çok görüldü. Ama bilinmeli ki; bir yazar, bir şair hangi dilde yazıyorsa, hangi dille insanlığa hizmet ediyorsa o dilin yurttaşıdır. Bu hakkı, yani Türkçenin yurttaşı olma hakkını Nâzım Hikmet’in elinden almaya hiç kimsenin gücü yetmez... Üstelik o; ‘bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse, ben de Türkçeyi öyle seviyorum...’ diyordu.” (Hüseyin Atabaş). KAYNAKÇA: Vâ-Nû / Bu Dünyadan Nâzım Geçti (1965), Orhan Kemal / Nâzım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl (1965), A. Kadir / 1938 Harp Okulu Olayı ve Nâzım Hikmet (1966), Kerim Sadi / Nâzım Hikmet’in İlk Şiirleri (1969), Zühtü Bayar / Yazdık Nâzım Diye Diye (derleme, Günel Altıntaş ile, 1974), Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (1973, s. 343-362), Şevket Süreyya Aydemir / Suyu Arayan Adam (1976, 6. bas.), Turgut Uyar / Bir Şiirden (1982), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Refik Durbaş / Güneşli Rüzgârı Nâzım’ın (1997), Memet Fuat / Nâzım Hikmet: Portreler (2001), Sevda Şener / Nâzım Hikmet’in Oyun Yazarlığı (2002), Memet Fuat / A’dan Z’ye Nâzım Hikmet (2002), Taha Toros / Nâzım Hikmet (2006).

  • ORTA YERİNDE HAYATIN

    İşte kasım da yine orta yerde güneşin ve toprağın tüm renkleri gizli olan ağaçların nazlı süsleri de orta yerde yine doğanın döngüsü sonsuzdur, biliriz bilmeyenler karanlığa saklanır hep akşamüstleri beklendik saatlerde babasını arayan çocukların isyan sesleri göğün en yükseğine doğru tüm yaprakları uçuruyor yine ta ki yer utancını yenene kadar Türküler bayrak yapmış babasının suretini babasının suretini ebem kuşağı renklerine boyamış sımsıcak hasreti yener mi bilinmez ama sızıyı azaltsın istediği renklere Alaz büyüdü babasına uçurtma yapıyor uçurtma koskocaman göğü kaplıyor evlatlarının düşü onu kucaklarken baba gülümsüyor susarak esir alınıp kan revan halinden öncekine benziyor gözü kara, kaşı kara, bıyıkları kara, kara saçları ve yüzü buğday tarlalarına düşen güneşe benziyor kızları babaya sarılıyor sımsıkı kasımdan önceki ve sonraki aylar boyunca dokunamadıkları ancak gözlerini gözlerinden hiç ayırmadıkları babaya bütün evreni kollarına sığdırır gibi sımsıkı geceye direnen vakitlerde kuzeyin, masal zannedilen yurtlarından yeşile duran yükseklerden hani esintilerle şarkılar geliyor duyabilene duyabilene, acıya direnebilene masallar az ve vız gelir mutlak yaşamaya inanır onlar gülüşleri soldurmak isteyenlere karşı har an barikatta olur şafak rengindeki yüreği ile babası elinden alınan evlatlarız hepimiz hepimiz sabaha uykusuzuz biliyoruz ki tek başımıza değiliz karanlık dağılana, zulüm bitene dek

  • İstanbul Sözleşmesi

    Bitmeyen bir gündemdir İstanbul Sözleşmesi... Kaldırılmasının üzerinden iki yıla yakın bir süre geçse de hala konu edilen sözleşmeye dair; son olarak bugün "Biz onu kaldırdık, kaldırmasaydık erkek erkeğe evlenmeler olurdu," gibilerinden bir haber yer aldı gazetelerde. Korkulan buymuş demek ki. Onca kadının, çocuğun hakkı hukuku değil de... Herkes bir 104. madde tutturmuş, diyorlar ki; "İstanbul Sözleşmesi" bir kanun hükmündeydi, cumhurbaşkanı da bir kanunu kararname ile değil ancak kanunla kaldırabilir. O zaman eylem yok hükmündedir. Bu az mı önemli, kuşkusuz önemli... Ama sonuçta önemli, şimdi değil. Açarsın davanı iptal edilir öyleyse... İptal kararını uygulayanı bulursan tabi... Ne var ki beni şu an hiççç ilgilendirmiyor. Benim içimi acıtan o değil; benim içimi acıtan "kendimi emanet ettiğim niyet"i çıplak görmek... 10 yıl önce "haneyi korumak için" dünyanın en gelişmiş ülkelerinin kabul ettiği bir evrensel olabilecek uygulama, hamasetle, dedikoduyla, varmış gibi akıl yürütmeyle, kişisel istekle... COVİD 19 kadar tehlikeli bulunmuş ve "ilgilendirdiği bana" hiçbir açıklama yapılmadan yok sayılmış. Keşke kadını çocuğu koruyacak ağır müeyyideler içeren bir kanun dizisi yapıp da dünyaya örnek olsaydık önce, sonra da tükürürüm senin ilkel uygulamana deyip yırtıp atsaydık... Şimdi eski tas eski hamam... "Erkeğim"de antrenmanda; artık evde aklına eseni yapacak, ne Allahtan korkacak, ne kuldan utanacak... Kravatını da hazırladı mahkemeye gelirken takacak... Niyetten uykularımız kaçıyor... Lütfen bu sözleşmedeki, bizi "ahlaksız" yapacak, aile yapımızı yıkacak, haçlı zihniyetinin ayakları altında "marabaya" döndürecek görmediğimiz niyeti açıklayın. TOPLANTI İSTANBUL'DA TÜRKİYE'nin EVSAHİPLİĞİNDE YAPILMIŞTI. Tartışmaların odağında olan ve 'İstanbul Sözleşmesi' olarak bilinen Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi 1 Mayıs 2011'de iSTANBUL'da imzaya açıldı. Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi ya da bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi, 45 ülke ve Avrupa Birliği tarafından imzalanan, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve bununla mücadelede temel standartları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan uluslararası insan hakları sözleşmesidir. SÖZLEŞMEYE İLK İMZA KOYAN ÜLKELERDEN BİRİDİR TÜRKİYE. Sözleşme meclis tarafından da onaylanıp kanun haline getirildi. Sözleşme, Avrupa Konseyi tarafından desteklenmektedir ve taraf devletleri hukukî olarak bağlar. Sözleşmenin dört temel ilkesi; kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi, şiddet mağdurlarının korunması, suçların kovuşturulması, suçluların cezalandırılması ve kadına karşı şiddet ile mücadele alanında bütüncül, eş güdümlü ve etkili işbirliği içeren politikaların hayata geçirilmesidir. Kadına karşı şiddeti bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olarak tanımlayan, bağlayıcı nitelikte ilk uluslararası düzenlemedir. Tarafların sözleşme kapsamında vermiş oldukları taahhütler, bağımsız uzmanlar grubu GREVIO tarafından izlenmektedir. O SÖZLEŞME CUMHURBAŞKANI TARAFINDAN BİR KARARNAMEYLE KALDIRILDI Uluslararası hukukta kadına karşı şiddeti ya da ayrımcılığı yasaklayan pek çok uluslararası düzenleme bulunmakla birlikte, İstanbul Sözleşmesi kapsamı ve oluşturduğu denetim mekanizmasıyla ayırt edici bir özelliğe sahipti. Sözleşme, kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık konularında o güne kadar yapılmış en kapsamlı tanımlara yer veriyordu. Sözleşmenin etkin bir şekilde uygulanması halinde kadına karşı şiddetin ve kadın cinayetlerinin önlenebileceği ifade edilirken, sözleşmenin "aile yapısını bozduğu", "toplumu yozlaştırdığı" gibi iddialarla feshedilmesini isteyenler de bulunuyordu. Eşcinselliğe özendirdiği ve AB fonları doğrultusunda Türkiye'de yürürlüğe girdiği gibi iddialarla hedef gösterilen meclisin onayladığı İstanbul Sözleşmesi, 20.03.2021'de bir KARARNAMEYLE yürürlükten kaldırıldı. Şimdi gündem İSTANBUL SÖZLEŞMESİ... SÖZLEŞME yürürlükte olduğu halde aşağı yukarı her gün bir kadın öldürülen ülkemizde, ancak bir kadınla sağlam bir bütün olabileceğini bir türlü algıyamayan bu erkek egemen anlayışta tartışılan, sahipsizleşen kadına ne olacağı değil, meçlis tarafından onaylandığı için bir kanun hükmünde olan SÖZLEŞMEnin bir kişi tarafından kararnameyle kaldırılmasının yasal olup olmadığı... Görünen hala "KADININ ADI YOK". Sözleşmeyi imzalayan, meclise onaylatan AKP, 10 yıl sonra kaldıran AKP... O SÖZLEŞMEYİ HİÇ MERAK EDİP OKUDUNUZ MU? BİZE UYMAYAN, AHLAKIMIZI BOZAN NERESİ VARDI?.. MERAK EDİYORSANIZ TIKLAYIN *

  • ATÖLYE SİNEMASI

    Tek katlı bahçeli evlerin henüz apartmana dönüşmediği, çocukların kendi deneyim ve yaratıcılıklarıyla da desteklenen sokak oyunlarıyla büyüdüğü o yılları yaşamış olmayı zenginlik sayarım... Daha dokuz on yaşlarında ancak olmalıyım… Yaşadığımız Anadolu şehrinde bugün aklımda kalan- yazlık olanlar hariç- dört beş tane sinema olduğu. Yeni vizyona giren nitelikli filmleri izlememize babam önayak olurdu hep. En çok anımsadığım ise; haftanın iki günü aile matinesi filmlerin oynatıldığı büyük vagonların yapıldığı ve binlerce işçinin çalıştığı cer atölye fabrikasının sinemasıydı. İşçilere indirimli verilen haftalık film biletleri, biz komşu çocuklarının da sebepleneceği, sinema şölenine dönüşürdü. Özellikle yaz tatillerinde mahallenin bütün çocukları payını alırdı bu eğlenceden. En güzel kıyafetlerimizi giyer, istasyon kokan atölyenin, uzun koridorlarının yolunu tutardık… Film çıkışı kimi muzır gülümseme yayılırken yanaklarımızdan, kimi gizli gizli burnumuzu çekerdik… Sonra… Sokağın boş arsasını film seti yapıp, seyrettiğimiz filmleri, mahalle çocuklarıyla artistlere öykünür dururduk… Kimi Türkan Şoray, kimi Cüneyt Arkın, kimi Tarık Akan, kimi Belgin Doruk… Ne rol düşerse artık… Hele hele şarkılı türkülü filmse, değme keyfimize. Kostümsüz olmazdı ya… Evdeki bütün süslü püslü giysi, aksesuar ne varsa sokağa taşınırdı… Eline mikrofon kordonu diye boş makaraya bağladığımız kalın ipi attıra attıra, renkli grapon kağıtları ve balonlarla süslediğimiz sahnede bulurduk kendimizi. Doğal olarak alkışlatmak için topladığımız, mahallenin büyük küçük izleyicileri. Annem, sinemaya arkadaşlarımla yalnız yollamak istemez, ille küçük kız kardeşimi yanıma katardı. O da gezme hevesiyle peşime takılır, sonra… ışıklar sönüp, film başladı mı da bir sızlanma tuttururdu… Başım ağrıyor, karnım ağrıyor… diye ağlamaya başlardı. Tabi ben filmin en güzel yerinde… makine dairesinin boş aralığında… kardeşimi bir yandan avutur, bir yandan da çimdiklerimi eksik etmezdim üzerinden: “Hani uslu duracaktın, hani beni rahatsız etmeyecek, güzel güzel film izleyecektin!.. sinir krizleri geçirirdim. Anneme: “bunu peşime takma, film izlettirmiyor bana!..” deyip söylensem de durum pek değişmezdi doğrusu… Hala bugün kardeşimle o günleri konuşur, güleriz… O da: “Ne yapayım?.. hem sinemaya gitmeyi çok istiyor, hem de karanlıktan korkuyordum. Şimdi olsa…” Evlerimize güler yüzlü arsız bir misafir gibi girip, sonra iyiden iyiye yerleşen ve canım sinemaları bir bir kapattırıp düğün salonlarına dönüştüren televizyon denen teknoloji ürününün, gerçek dost ve misafirlerin hoş sohbetlerinin yerini alacağını, sokak aralarında oynanan çocuk oyunlarının sadece anılarda kalacağını, kim aklına getirirdi. Radyo tiyatrolarının ve arkası yarınların henüz televizyon dizilerine dönüşmediği o yıllarda, kanımca renkli dizilerden daha canlı, gökkuşağı renginde bir hayat vardı… Dostluk, arkadaşlık, komşuluk ilişkileri daha bir başka, hayat daha bir güzeldi. O güzellikleri yaşamış olmaktan kendi adıma mutluyum ancak; Teknolojide yaşanan bu sınırsız gelişme ve yenilikler her ne kadar insanlığın yararına da olsa; çığ gibi büyüyen yoksulluk, işsizlik, kuraklık ve türlü çılgınlıkların, savaşların yaşandığı bu yüzyılda, yaşama yeni merhaba diyen çocuklarımız adına çok kaygılı durduğum da bir gerçek.

  • İnsanlığı Bekleyen Tehlike

    İsmail Hakkı Özsarı * Televizyon haberlerinde sık sık izliyorum. Afrika’nın en yoksul ülkelerinden Somali’den haberler veriliyor. Kucaklarında çocuklarıyla yürüyen kadınlar. Hepsinin yazgısı aynı. Dünyada olup biten kirli işlerden, pis ilişkilerden habersizler. Çocuklarının acılarını yüreklerinde hissederek sağa sola boş boş bakışlarla dolaşıyorlar. Birinde, kadının birinin, tek, çocuğu açlıktan ölmesin, canı kurtulsun diye önüne çıkan ve hiç tanımadığı bir yabancıya çocuğunu vermek istediğine tanık oldum. Çok etkilendim. İçim parçalandı. Ellerinde su şişeleri, çocuklarını çadırlarının bulunduğu yere ulaştırmaya çalışıyor. Çocuklardan hangisinin durumu kötüleşirse hemen oracıkta bırakıyorlar. Çünkü ellerindeki suyu boşa harcamak istemiyorlar. Hiç değilse bir başkasının kurtulma ümidi var. Yani “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” mantığıyla davranıyorlar. Böyle davranırken de yüzlerindeki acının tarifi imkânsız. Şimdi soruyorum: Dünyanın kaynaklarını hovardaca kullananların ve paylaşım adaletsizliği yaratanların bu manzaraların karşısında vicdanları rahat mı? Akşam olup da başlarını yastıklarına koyduklarında rahat uyuyabiliyorlar mı? Eğer gereken yapılmazsa 500 bin çocuk daha ölecekmiş. Yapılan araştırmalara göre dünyada her 6 dakikada bir çocuk açlıktan ölüyor. Her 8 kişiden biri de açlığın tehdidi altında. Dünyanın diğer gelişmiş ülkeleri de bu durum karşısında “düşene bir tekme de sen vur” anlayışı içindeler. Açlıkla, sefaletle pençeleşen bu ülkelerin topraklarını bir şekilde ellerinden alıyorlar ya da yok pahasına kiralıyorlar. Böylece aç insan kendi toprağında yetişen gıda maddelerini parası olmadığı için alamıyor. Hani bir ülke var, bilirsiniz. “Hristiyan misyonerler Afrika Ülkelerine gidiyorlar. Ellerinde İnciller, yerlilere cennet vaat ederek, İncilleri ellerine veriyor ve gözlerini yummalarını söylüyorlar. Yerliler gözlerini açtıklarında İnciller ve Hristiyanlık kendilerine, tüm topraklar ve yeraltı zenginlikleri Hristiyanlara kalmış oluyor. Aynen böyle olmuş ve olmaya devam ediyor. Gelecekte önlem alınmazsa su savaşlarının emareleri görülmekte! İstediğiniz kadar zengin olun. İstediğiniz kadar paranız olsun. Eğer su kaynakları tükenirse zenginliğiniz de, paranız da bir işe yaramaz. Dünyadaki açlığa çözüm bulmak için daha fazla üretime gereksinme yoktur. Her yıl milyarlarca ton gıda maddesi çöplüğe gidiyor. Açık büfe yemek veren çok yıldızlı otellere, tatil yerlerine bakıverin. İsraf karşısında içiniz sızlar. Sadece kendini düşünmek, insanlığın ortak malı olan kaynakları hakça paylaşmamak, aşırı savurganlık da insanlık suçudur!

  • DEDİŞKOM

    Niyazi UYAR * Bazı kasımlarda yazdan kalma günler yaşanırken Salihli’de, bir bakarsınız kışı aratmayan günlere şahit olursunuz. Bozdağ’ın sisli havası şehrin üstüne çökmeye görsün, sık olmasa da arada yağan tipisiyle iliklerinize kadar üşürsünüz. Bu yılda öyle oldu, insanı donduran, yüzüne kırbaç gibi şaklayan rüzgâr canını acıtır. Kasımlar nedendir bilinmez, öteden beri içimi karartır, ruhumu kasavetlendirir. Ağaç yapraklarının bakır rengine dönmesi, romantiklere haz verirken benim ruhumu daraltır. Sarının halka halka tonları, altın sarısından, civciv sarısına, civciv sarısından kahverengiye dönüşürken, dalından kopan her yaprak, yuvadan uçan kuşlar misali, rüzgârın önünde oradan oraya savrulur gider. ElaDeniz’in dedesi için On Kasımların ruhu bir başkadır, o gün içine bir keder çökerken, gururu katlandıkça katlanır. O, Atasının adını her duyduğunda, resmini her gördüğünde minnettarlığını dile getirir. “Kızım yarın, Atatürk’ü ziyarete gideceğiz, anıta çiçek bırakacağız!” “İkimiz mi gideceğiz Dedişkom?” “He ya ikimiz, memnun olmadın mı?” “Olmam mı Dedişkom?” “Annemle, Demir’i de götürsek!” “Onları seneye götürelim!” “Tamam!” “Anlaştık, onları seneye götüreceğiz!” “Dedişkom benim, seni çok seviyorum!” “Ben de seni çok seviyorum Kekliğim!” O gece erken yattı ElaDeniz, aslında erken yatmak onun kitabında yoktu, çünkü uykuda geçen zaman boşa geçen zamanmış, “artık yatmalısın ElaDeniz diyenlere böyle derdi. O akşam ilk oldu, kimse “yat,” demeden, odasına geçip az sonra da uykuya daldı. O sabah herkes erken kalktı, dedesi ile ElaDeniz, az bir şeyler atıştırıp evden çıkmaları gerekiyordu. Dedesi giiyinmiş, kravatını takmıştı. ElaDeniz, renkleri seçmeye başladığı günden beri pembe renge tutkundu, giysileri, oyuncakları pembeydi. Pembe montunu giydi, birlikte, el ele Hükümet Konağı’nın karşısında bulunan Atatürk Anıtı’na doğru yürüdüler. Aynı yöne giden başka insanlar da vardı. Çoğunun On Kasım Törenine gittiği her haliyle belliydi. Yol boyunca sıralanan dükkânların birkaçı kapalı iken, bazısı açık, ya da yeni yeni açılıyordu. Dükkânlarını açanlar, yeni bir güne başlamanın rutini ile büyük kurtarıcının ebediyete intikalinin hüznü ile başlıyordu güne. Sabahın erkenci geri dönüşüm işçileri çoktan başlamışlardı işlerine. Onları hiçbir zaman sevmeyen sokak köpekleri de peşlerine takılmış havlayıp duruyordu boyuna. “Dedişkom, dedi ElaDeniz, " bu ağabeyler ne yapıyor böyle arabalarıyla?” “Onlar geri dönüşüm işçileri, bizim işe yaramaz diye attığımız eşyaları, toplayıp çocukları için para kazanıyorlar!” “O nasıl bir şey Dedişkom?” “Onu sonra anlatsam Kekliğim!” “Anlatacaksın ama!” “Söz anlatacağım!” Dede torun yol boyu sohbet ede ede Atatürk Anıtına gelmişlerdi. Anıtın çevresine dizilmiş, öğrenciler, bando takımı, askeri merasim bölüğü, Atatürk sevdalı halk ve resmi zevat, biraz sonra başlayacak tören için yerlerini almıştı. Dede torun, kalabalığı yara yara anıta epey yaklaşmıştı. Birden çalan siren sesiyle, herkes büyük bir huşu içinde saygı duruşuna geçti. O anda, hareket halindeki bütün araçlar, yürüyüp giden insanlar durdu, az önce hafiften esen esinti de durdu, az önce klaksona basan sürücüler, arabalarından inmişti, az önce Dedişkom, seni çok seviyorum diyen ElaDeniz de susmuş saygı duruşuna geçmişti. Az önceki tören telaşı içindeki bando put kesilerek esas duruşa geçmişti. Az önce kendi aralarında küçük harflerle sohbet eden resmi zevat da susmuş, saygı duruşuna geçmişti… Salihli Lisesi çevresindeki apartman sakinleri, evlerinin balkonuna çıkmış, yürekleri buruk, başları dik günün maneviyatına ortak olmuştu… Ülkenin her yerleşim yerinde, gün, sosyal yaşam, iki dakikalığına, Atasına olan minnetini tam saat dokuzu beş geçe saygı duruşuna geçerek ifade etmişti. ElaDeniz saygı duruşundan sonra dedesinin yanından ayrılıp ağır adımlarla Atatürk anıtına doğru yürümeye başladı. Bu anıt, anıtların en ihtişamlarındandı. Asker kıyafetli Mustafa Kemal, atın üstündeki duruşuyla, işgal kuvvetlerini yurttan kovan büyük kurtarıcı, her haliyle tepeden tırnağa asalet, her haliyle tepeden tırnağa güven, ulusuna bağımsızlığa kavuşturmuş bir gurur abidesi… Sağ elinin işaret parmağı ile uzakları, muasır dünyayı işaret ediyor, “yeriniz orası, durmayın diyordu,” adeta! ElaDeniz’in anıta doğru yürüdüğünü gören takım elbiseli, fötr şapkalı, eli bastonlu yaşlı biri: “Merhaba güzel kız!” “Merhaba!” Ben İlyas, İlyas öğretmen!” “Ben de ElaDeniz!” “Ne güzel bir adın varmış senin, çok beğendim!" “Evet, adımı çok seviyorum!” “Bu güzel adı kim vermiş sana?” “Annemle babam vermiştir herhalde, bilmiyorum!” “Çok sevindim, haydi Atamıza çiçeklerimizi birlikte sunalım!” Seksenlik İlyas Öğretmen Atasına doğru yürürken birden yirmilik bir delikanlı gibi başı dik, onurlu bu Cumhuriyet öğretmeni olmuştu. İlyas Öğretmen, ElaDeniz’in elinden tutmuş birlikte yürümeye başladılar. İlyas Öğretmen,“On Kasımlarda Anıtkabir’i ziyaret edemiyorum, bari meydana gidip ona minnettarlığımı ifade edeyim derdi… Her daim titiz giyinen İlyas öğretmen, On Kasımlarda takım elbisesini giyerdi muhakkak! Kızılçullu Köy Enstitüsü mezunu İlyas öğretmen, cumhuriyet değerlerine yürekten bağlı ödünsüz bir eğitim neferiydi. İlyas öğretmenle yürüyen ElaDeniz, “Durun bir dakika dedemi de çağırayım!” “Dedişkom, sen de gel!” ElaDeniz’in dedesine doğru başını çeviren İlyas Öğretmen, “Buyurun birlikte …” ElaDeniz, dedesi, İlyas Öğretmen Atalarına çiçeklerini sunmak için başları önlerinde, derin bir özlemle yürüdüler. Üç nesil bir arada gururla yürüyordu. ... Tören bitmiş, resmi zevat alandan ayrılmış, araçlarına doğru yürümeye başlamıştı. Üç kişinin Anıta doğru ellerindeki çiçekleri bırakıp sonra da saygı duruşunda bulunmaları görenleri çok duygulanmıştı. Topluluğun anıta dönüp derin sessizlik içinde olduğunu gören resmi zevat da onları izlemeye başlamıştı. Çiçeklerini Atalarına sunan ElaDeniz, dedesi, İlyas Öğretmen, anıtın karşına durdular. O anda üçü de duygulanmış saygı ifade eden duruşları uzamıştı. Onları, resmi zevatın da izlediğini gören okul yöneticileri, öğrenciler, herkes onları izliyordu. Bu duygusal manzara kimilerini o kadar çok etkilemiş olacak ki bazılarının gözleri yaşardı. Protokol de onlara doğru gelip takdirlerini gösterdi. İlçe kaymakamının heyecanı şahikaya çıkmış olacak ki önce ElaDeniz’i öpüp kucakladı, sonra dedenin, İlyas öğretmenin elini sıktı. Genç Kaymakam, cumhuriyet kazanımlarını çok iyi anlamış, akıllı bir bürokrattı. “Teşekkür ederim, göğsümü kabarttınız, çok mutlu oldum. Vaktiniz varsa, sizlerle tanışmak sohbet etmek isterim; gelirseniz çok sevinirim. Ne dersin güzel kız, vaktin var mı?” “Ben bilmem, dedem bilir, o tamam derse bence fark etmez!” “Asıl biz teşekkür ederiz dedi İlyas Öğretmen, bendeki mutluluğu, sevinci anlatmaya kelimelerin gücü yetmez! Ben İlyas öğretmen, köy enstitülü İlyas derler bana!” “Ben ElaDeniz’in dedesi!” “Ben ElaDeniz,” dedi ElaDeniz. Üç güzel insan birbirlerine bakıp “çok seviniriz,” deyip daveti kabul ettiler. Harika bir güne tanıklık etmişler, bu harika günde ElaDeniz’le İlyas öğretmen arkadaş olmuştu. Genç kaymakam ElaDeniz’e kitaplar armağan etmiş, okumaya başladığında kaymakam amcanı hatırlarsın,” demişti. Genç kaymakam, sadece ElaDeniz’in, İlyas Öğretmen’in gönlünü fethetmemiş, herkesin gönlünü kazanmıştı. Salihli o günden sonra genç kaymakama karşı, sınırsız bir saygı beslemeye başladı. Bu genç kaymakam insanların görmek istediği ideal bir yöneticiydi. Genç kaymakam, “Bir ihtiyacınız olursa unutmayın her daim açıktır kapım, çekinmeden gelin. Hepinize tekrar tekrar teşekkür ederim,” diyerek uğurlamıştı. … “Dedişkom, seni çok seviyorum, Dedişkom benim!” “Ben de seni çok seviyorum Kekliğim!” “Ara sıra gezmeye çıkalım Dedişkom!” “Çıkalım Kekliğim, ne zaman istersen!” “Dedişkom benim, canım benim, Kekliğim benim deyip sarıla sarıla eve doğru yürüdü dede torun! … Gün epeyce ilerlemiş, gün öğle yerine varmıştı neredeyse babamın ifadesiyle şeyler gibi yatıyordum. Aslında hiç bu saate kadar uyumazdım, beş gündür doğru dürüst uyuyamıyor delik deşik oluyordu uykum. Bu sırada eşim, başucuma gelmiş, beni izliyormuş. “Durmadan konuştun kendi kendine, hangi dilde konuştun bilemedim, konuştuklarının bir kelimesini anlamadım, rüyan çok verimliydi herhalde?” “Evet evet harika bir rüya gördüm. Hani derler ya, “ rüyamda uçtum,” benim rüyam, uçmaktan daha güzeldi, Türkiye gibiydi, kahvaltıda anlatırım!” “Haydi o zaman çoktan hazır kahvaltı, haydi hop!” “Haydi hop!”

  • DEDİŞKOM

    Bazı kasımlarda yazdan kalma günler yaşanırken Salihli’de, bir bakarsınız kışı aratmayan günlere şahit olursunuz. Bozdağ’ın sisli havası şehrin üstüne çökmeye görsün, sık olmasa da arada yağan tipisiyle iliklerinize kadar üşürsünüz. Bu yılda öyle oldu, insanı donduran, yüzüne kırbaç gibi şaklayan rüzgâr canını acıtır. Kasımlar nedendir bilinmez, öteden beri içimi karartır, ruhumu kasavetlendirir. Ağaç yapraklarının bakır rengine dönmesi, romantiklere haz verirken benim ruhumu daraltır. Sarının halka halka tonları, altın sarısından, civciv sarısına, civciv sarısından kahverengiye dönüşürken, dalından kopan her yaprak, yuvadan uçan kuşlar misali, rüzgârın önünde oradan oraya savrulur gider. ElaDeniz’in dedesi için On Kasımların ruhu bir başkadır, o gün içine bir keder çökerken, gururu katlandıkça katlanır. O, Atasının adını her duyduğunda, resmini her gördüğünde minnettarlığını dile getirir. “Kızım yarın, Atatürk’ü ziyarete gideceğiz, anıta çiçek bırakacağız!” “İkimiz mi gideceğiz Dedişkom?” “He ya ikimiz, memnun olmadın mı?” “Olmam mı Dedişkom?” “Annemle, Demir’i de götürsek!” “Onları seneye götürelim!” “Tamam!” “Anlaştık, onları seneye götüreceğiz!” “Dedişkom benim, seni çok seviyorum!” “Ben de seni çok seviyorum Kekliğim!” O gece erken yattı ElaDeniz, aslında erken yatmak onun kitabında yoktu, çünkü uykuda geçen zaman boşa geçen zamanmış, “artık yatmalısın ElaDeniz diyenlere böyle derdi. O akşam ilk oldu, kimse “yat,” demeden, odasına geçip az sonra da uykuya daldı. O sabah herkes erken kalktı, dedesi ile ElaDeniz, az bir şeyler atıştırıp evden çıkmaları gerekiyordu. Dedesi giiyinmiş, kravatını takmıştı. ElaDeniz, renkleri seçmeye başladığı günden beri pembe renge tutkundu, giysileri, oyuncakları pembeydi. Pembe montunu giydi, birlikte, el ele Hükümet Konağı’nın karşısında bulunan Atatürk Anıtı’na doğru yürüdüler. Aynı yöne giden başka insanlar da vardı. Çoğunun On Kasım Törenine gittiği her haliyle belliydi. Yol boyunca sıralanan dükkânların birkaçı kapalı iken, bazısı açık, ya da yeni yeni açılıyordu. Dükkânlarını açanlar, yeni bir güne başlamanın rutini ile büyük kurtarıcının ebediyete intikalinin hüznü ile başlıyordu güne. Sabahın erkenci geri dönüşüm işçileri çoktan başlamışlardı işlerine. Onları hiçbir zaman sevmeyen sokak köpekleri de peşlerine takılmış havlayıp duruyordu boyuna. “Dedişkom, dedi ElaDeniz bu ağabeyler ne yapıyor böyle arabalarıyla?” “Onlar geri dönüşüm işçileri, bizim işe yaramaz diye attığımız eşyaları, toplayıp çocukları için para kazanıyorlar!” “O nasıl bir şey Dedişkom?” “Onu sonra anlatsam Kekliğim!” “Anlatacaksın ama!” “Söz anlatacağım!” Dede torun yol boyu sohbet ede ede Atatürk Anıtına gelmişlerdi. Anıtın çevresine dizilmiş, öğrenciler, bando takımı, askeri merasim bölüğü, Atatürk sevdalı halk ve resmi zevat, biraz sonra başlayacak tören için yerlerini almıştı. Dede torun, kalabalığı yara yara anıta epey yaklaşmıştı. Birden çalan siren sesiyle, herkes büyük bir huşu içinde saygı duruşuna geçti. O anda, hareket halindeki bütün araçlar, yürüyüp giden insanlar durdu, az önce hafiften esen esinti de durdu, az önce klaksona basan sürücüler, arabalarından inmişti, az önce Dedişkom, seni çok seviyorum diyen ElaDeniz de susmuş saygı duruşuna geçmişti. Az önceki tören telaşı içindeki bando put kesilerek esas duruşa geçmişti. Az önce kendi aralarında küçük harflerle sohbet eden resmi zevat da susmuş, saygı duruşuna geçmişti… Salihli Lisesi çevresindeki apartman sakinleri, evlerinin balkonuna çıkmış, yürekleri buruk, başları dik günün maneviyatına ortak olmuştu… Ülkenin her yerleşim yerinde, gün, sosyal yaşam, iki dakikalığına, Atasına olan minnetini tam saat dokuzu beş geçe saygı duruşuna geçerek ifade etmişti. ElaDeniz saygı duruşundan sonra dedesinin yanından ayrılıp ağır adımlarla Atatürk anıtına doğru yürümeye başladı. Bu anıt, anıtların en ihtişamlarındandı. Asker kıyafetli Mustafa Kemal, atın üstündeki duruşuyla, işgal kuvvetlerini yurttan kovan büyük kurtarıcı, her haliyle tepeden tırnağa asalet, her haliyle tepeden tırnağa güven, ulusuna bağımsızlığa kavuşturmuş bir gurur abidesi… Sağ elinin işaret parmağı ile uzakları, muasır dünyayı işaret ediyor,“yeriniz orası, durmayın diyordu,” adeta! ElaDeniz’in anıta doğru yürüdüğünü gören takım elbiseli, fötr şapkalı, eli bastonlu yaşlı biri: “Merhaba güzel kız!” “Merhaba!” Ben İlyas, İlyas öğretmen!” “Ben de ElaDeniz!” “Ne güzel bir adın varmış senin, çok beğendim!" “Evet, adımı çok seviyorum!” “Bu güzel adı kim vermiş sana?” “Annemle babam vermiştir herhalde, bilmiyorum!” “Çok sevindim, haydi Atamıza çiçeklerimizi birlikte sunalım!” Seksenlik İlyas Öğretmen Atasına doğru yürürken birden yirmilik bir delikanlı gibi başı dik, onurlu bu Cumhuriyet öğretmeni olmuştu. İlyas Öğretmen, ElaDeniz’in elinden tutmuş birlikte yürümeye başladılar. İlyas Öğretmen,“On Kasımlarda Anıtkabir’i ziyaret edemiyorum, bari meydana gidip ona minnettarlığımı ifade edeyim derdi… Her daim titiz giyinen İlyas öğretmen, On Kasımlarda takım elbisesini giyerdi muhakkak! Kızılçullu Köy Enstitüsü mezunu İlyas öğretmen, cumhuriyet değerlerine yürekten bağlı ödünsüz bir eğitim neferiydi. İlyas öğretmen’le yürüyen ElaDeniz, “Durun bir dakika dedemi de çağırayım!” “Dedişkom, sen de gel!” ElaDeniz’in dedesine doğru başını çeviren İlyas Öğretmen, “Buyurun birlikte …” ElaDeniz, dedesi, İlyas Öğretmen Atalarına çiçeklerini sunmak için başları önlerinde, derin bir özlemle yürüdüler. Üç nesil bir arada gururla yürüyordu. ... Tören bitmiş, resmi zevat alandan ayrılmış, araçlarına doğru yürümeye başlamıştı. Üç kişinin Anıta doğru ellerindeki çiçekleri bırakıp sonra da saygı duruşunda bulunmaları görenleri çok duygulanmıştı. Topluluğun anıta dönüp derin sessizlik içinde olduğunu gören resmi zevat da onları izlemeye başlamıştı. Çiçeklerini Atalarına sunan ElaDeniz, dedesi, İlyas Öğretmen, anıtın karşına durdular. O anda üçü de duygulanmış saygı ifade eden duruşları uzamıştı. Onları, resmi zevatın da izlediğini gören okul yöneticileri, öğrenciler, herkes onları izliyordu. Bu duygusal manzara kimilerini o kadar çok etkilemiş olacak ki bazılarının gözleri yaşardı. Protokol de onlara doğru gelip takdirlerini gösterdi. İlçe kaymakamının heyecanı şahikaya çıkmış olacak ki önce ElaDeniz’i öpüp kucakladı, sonra dedenin, İlyas öğretmenin elini sıktı. Genç Kaymakam, cumhuriyet kazanımlarını çok iyi anlamış, akıllı bir bürokrattı. “Teşekkür ederim, göğsümü kabarttınız, çok mutlu oldum. Vaktiniz varsa, sizlerle tanışmak sohbet etmek isterim; gelirseniz çok sevinirim. Ne dersin güzel kız, vaktin var mı?” “Ben bilmem, dedem bilir, o tamam derse bence fark etmez!” “Asıl biz teşekkür ederiz dedi İlyas Öğretmen, bendeki mutluluğu, sevinci anlatmaya kelimelerin gücü yetmez! Ben İlyas öğretmen, köy enstitülü İlyas derler bana!” “Ben ElaDeniz’in dedesi!” “Ben ElaDeniz,” dedi ElaDeniz. Üç güzel insan birbirlerine bakıp “çok seviniriz,” deyip daveti kabul ettiler. Harika bir güne tanıklık etmişler, bu harika günde ElaDeniz’le İlyas öğretmen arkadaş olmuştu. Genç kaymakam ElaDeniz’e kitaplar armağan etmiş, okumaya başladığında kaymakam amcanı hatırlarsın,” demişti. Genç kaymakam, sadece ElaDeniz’in, İlyas Öğretmen’in gönlünü fethetmemiş, herkesin gönlünü kazanmıştı. Salihli o günden sonra genç kaymakama karşı, sınırsız bir saygı beslemeye başladı. Bu genç kaymakam insanların görmek istediği ideal bir yöneticiydi. Genç kaymakam, “Bir ihtiyacınız olursa unutmayın her daim açıktır kapım, çekinmeden gelin. Hepinize tekrar tekrar teşekkür ederim,” diyerek uğurlamıştı. … “Dedişkom, seni çok seviyorum, Dedişkom benim!” “Ben de seni çok seviyorum Kekliğim!” “Ara sıra gezmeye çıkalım Dedişkom!” “Çıkalım Kekliğim, ne zaman istersen!” “Dedişkom benim, canım benim, Kekliğim benim deyip sarıla sarıla eve doğru yürüdü dede torun! … Gün epeyce ilerlemiş, gün öğle yerine varmıştı neredeyse babamın ifadesiyle şeyler gibi yatıyordum. Aslında hiç bu saate kadar uyumazdım, beş gündür doğru dürüst uyuyamıyor delik deşik oluyordu uykum. Bu sırada eşim, başucuma gelmiş, beni izliyormuş. “Durmadan konuştun kendi kendine, hangi dilde konuştun bilemedim, konuştuklarının bir kelimesini anlamadım, rüyan çok verimliydi herhalde?” “Evet evet harika bir rüya gördüm. Hani derler ya, “ rüyamda uçtum,” benim rüyam, uçmaktan daha güzeldi, Türkiye gibiydi, kahvaltıda anlatırım!” “Haydi o zaman çoktan hazır kahvaltı, haydi hop!” “Haydi hop!”

  • Yazma Depresyonu

    ve Yöresel Sağaltımı / -Gücü sınırlı olan ama anlayan insanın düsünmesinin ve ortaya çıkan çaresizligin tanımı yoktur. O çıldırtan donmuslugu anlatacak yetecek söz de yoktur. Hele bir nedenle anlatamıyorsanız... Iste yazma sıkıntısı o zaman baslar. - "bilinen öyküdür, adam olması beklenir öncelikle, çocuktan, ben ve ötekiler ne vali olabildi ne de adam..." Arka kapakta bu dizelerim ve elimde sigara bir resmim vardı. O günlerde Ahmet Kabaklı dahil tüm büyük adamların ders kitaplarında bile tütün delisi, sigaralı resimleri yer alırdı ve sigaranın otuz yıldır süren terörden de, çevre kirliliğinden de, kimsesizlikten, işsizlikten ve açlıktan ve aşksızlıktan da kötü olduğunu henüz bir büyüğümüz ak’ledememişti. Yirmi yaşında yazdığım ama ancak otuzlu yaşların sonunda yayınlatma cesaretini ve borç ​parasını bulduğum bugünse 4. baskısını yapan ilk kitabımın arka kapağında işte onlar vardı. Ülkenin en iyi edebiyat fakültelerinden birini bitiren bir edebiyat öğretmeniydim, dünyayı okumuştum, sahip olmak için neyim varsa tükettiğim binlerce kitabım vardı... ve yine denemeyle sabitti ki dünyanın en güzel aşk mektuplarını yazıyordum, televizyon, radyo programları yapıyor, çalıştığım kentlerin il çapındaki etkinliklerinin kamberi olmayı gururla taşıyordum. Ben yazmayacaktım da kim yazacaktı? Yirmili yaşlarımda yazdığımı, on beş yıl sonra bulduğum borç parayla uydurma bir matbaada sanat ve edebiyat aşkını ağzından hiç düşürmeyen bir matbaacıya acısını hala hissettiğim fahiş bir fiyatla bastırdım... Bastırmaz olaydım... Sonrası... Yanıtsız bir sessizlikti. O ağır sessizliği şimdi bile olanca netliğiyle anımsar ürperirim... Ne var ki beklediğim değildi. Nerden bileyim ki o sessizlik ne kadar uzun sürerse başarının dostundan düşmanından aldığı not da o derece yüksektir. Şimdi bir şey yaptığımda öğrendiğim bu ölçüyü kullanırım, susuyorlarsa sen güzel bir şey yapmışsındır. Değişen bir şey yoksa başarı arama yaptığında; ya anlamamışlardır ya da kayda değer bulunmamıştır, azıcık üzül ama yüreğin rahat olsun, başın dingin kalacak; senin için cehennem kuyuları kazılmayacak demektir. Ama yok susuyorlarsa, bir başka yanından da kork, içten kaynayan cadı kazanına da hazırlan... Neden sonra o buz gibi sessizlik çözüldü. Kimse kitabımdan övgüyle söz etmedi, umutla verdiğim birkaç kişinin de okuduğunu da sanmıyorum, kimse de bıraktığım kitapçıdan satın almadı, hatta mektuplarımı sabırsızlıkla bekleyen arife dangalak böcekleri de... İyi ki de almamışlar, neden sonra satılanların parasını da kitapçı ödemeyecekti zaten. Ne var ki bulunduğum küçük kentin kahramanı oldum, ama başka bir nedenle. Utanmadan sigaralı resmini kitabının arkasına koyan kötü örnek bir öğretmen olarak popülerliğime çok emek verdi en yakın arkadaşlarım ve elbet dönemin yerel siyaset dukaları ve uşakları... Sigara yasakları o zaman olsaydı, yanmıştım. Sigara yüzünden yaşı büyütülerek asılan ilk kişi olacağımı düşünürüm hala. Yıldım mı? Deli misiniz, yaptığından ders alacak aklım olsaydı zaten yazmazdım. Bir sonraki kitabıma mayolu resmimi koyacağıma, aba altından sopa göstererek beni yıldırmaya çalışan vali yardımcısına yeminle söz bile vermiştim. Altı ay sonra bir yayınevi ikinci baskısını önerdi kitabın, yaptırdım. Mayolu resmi mi soruyorsunuz, o kadarına cesaret edemedim, ama yine de yakındı arka kapaktaki resmim. Bu kez de, hem de İzmir gibi bir yerde resimden beni okuyan edebiyat öğretmeni bayan okurlarım, maço erkek sıfatını yakıştıracaktı. İlk kitapla beraber bitirdiğim yeni kitabımı da yayınlattım. O zamanlar böyle çok edebiyat dergisi yok, adı duyulmayana sayfasını açansa hiç yok, okurumla yüzleşmek, boyumun ölçüsünü almak için bana öneri getiren gazetelere yazmaya başladım... İşte o zaman kıyamet koptu. Yazdığım gazetenin bana layık olmadığını, kendi gazetelerine yazmamın yazarlığıma ufuklar açacağını çabucak gören dönemin garip koalisyon iktidarının yerel uzantıları, milletvekili adayı da olan okul müdürüm kanalıyla ikna için her yolu denedi. Yazarlık namusu diye bir şey vardı, hiç görmemiştim, görmedim de, ama Zola'dan biliyordum, herhalde vardı ve ben kalemimi kimsenin emrine vermeyecektim. Yanaşmadım. Nefes alsam suç oldu, almasam suç... Dönemin belediye başkanı yemeğe davet etti, gitmedim, sen misin, kominist olduğuma dair bir yazı döşendi, hiç zoruma gitmedi, ama benim aşkı anlatan öykü kitabıma "komünist saçmalıkları" demesi çok zoruma gitti. "Oysa çevremdeki komünistler de, seni küçük burjuva, neden "DAS KAPİTAL"ın Şenol versiyonunu yazmak yerine aşkı işledin, diye veryansın ediyordu. Aklın tutulmuş bakarsın, soramazsın, "Niye ki, aşk da bir emek hak ilişkisi değil miydi?" diye... Yok değilmiş ve kutsal değerler sorgulanmaz. Yanlış anlama olmasın, onlara göre kutsal olan aşk değil, DasKapital... Yaşadığımız deprem sonrasında herkes canıyla uğraşırken onlarsa affedemedikleri yazarlığımın şanlı direnişini bitirmek için olsa gerek benimle uğraşmayı sürdürdüler ve... yıkılan evimin enkazına çadır açmış olan ben, bu kez başa çıkmaya çapımın yetmeyeceğini anlayıp gönüllü sürgüne gittim. Zaman su gibi aktı, kitaplarım çoğaldı. Kazaen içine düştüğüm maviADA dergisini 18 yıl yaptım, yapıyorum. Yüzlerce yazı yazdım, onlarca etkinlik... Bütün Tüyaplarda aşkla seferberdim, salt kendim değil, derginin yazarlarını da taşıdım. Çok ilk kez yazanı, kitaplı yazar oluncaya değin destekledim, omuz verdim, başarılı olanların ilk bana ve elbette dergiye de omuz silktiğini de gördüm. Küstüm, kırıldım ama hiç de ders almadım. Biliyordum; o kişiyle biz uzun yol dostu da olsak aynı olurdu, insan mayası bu; adamsa her yerde değilse cennette bile... İnsan kendini büyüteni, sır verdiğini, borç aldığını; kısaca düşkün zamanlarının tanığını sevmez. O anasının rahminden peygamber doğmuştur. Bir güvercin uçurmakla peygamber olunmaz deyip on kitap yazdım ve yirmi yıldır da sorumlusu olduğum bir kültür sanat edebiyat dergisini yaşatmak için cenk ediyorum. Kimlerle mi? Sistemle, basın yasasıyla, deneyimli ama egosu deli, kendinden başka peygamber tanımayan yazarla, şairle, deneyimsiz, kırk yaşına kadar bir yerde yazısı bile yayınlanmamış, ama potansiyeli olduğuna çok inanan, ilk kitabı çıktığında Orhan Pamuk'un bir milyon ödüllü Nobelli hali olacağına çok emin yazma özentisi, ama bilinç ve nezaketinden yoksun arife dangalak böcekleriyle, gerçekten iyi niyetli, emeğe saygılı, ama rotasını çizemeyen, kendine hedefler koyamayan yeni yazanla, dergiye özveriyle destek veren, iyi de yazan ama işbirliği yapmayı birilerinin boyunduruğuna girmek olarak alan insan egosu, yazarlığından daha gelişkin arkadaşlarımla, ortada bir pasta varmış gibi ben yiyeceğim diyerek birbirini boğazlayan öteki imece dergilerle... Ellerimle armağan ettiğim kitabı bir salyangozmuş gibi küçümser bir edayla tutarak, yaşamında ilk okuduğu kitap benimki olduğu halde inanılmaz bilmiş;"sende mi yazdın," " şu sayfada benden söz etmişsin, kadına / erkeğe çevirmişsin beni ama kaçmaz, tanıdım..." diye edebi hikmetler yumurtlayan arkadaşlarımla hatta kitaplarımda atalarıyla benzerlikler bulan akrabalarımla ve elbet para, dağıtım, dizgi, baskı sorunuyla... yani gölgem dahil herkesle ve her şeyle... bir kendi adıma değil, kitabına emeğine sahip çıkmaya çalıştığım arkadaşlarım adına da... Gülmeyin fare delikten geçemez ama kuyruğuna teneke bağlarmış, olsun kahramanlık ütopyamızdır. Hala düşünürüm, bana onca sıkıntı, masraf ve emeğe malolan, hiçbir maddi geri dönüşünü göremediğim bir kitap ne kadar sihirli bir güçmüş ve ne kadar haset uyandırıyormuş. Çoğu yazan çizenin başına benzer şeylerin geldiğini, bazılarının ailelerinin bile bu beklenmedik piyangoya dayanamayıp dağıldıklarını duymak da beni teselli etmiyor. Sürecin başlangıcını, onca yıldır verdiğim bu uzaktan anlaşılmaz, yanındaysa hiç katlanılmaz, körlemesine mücadeleyi bilen, sağ olsunlar aklıma güvenen, boşa kürek çekmeyeceğime de inanan dostlar, benim mutlaka bir zengin maden yakaladığıma ve bu nedenle inat ettiğime ve kesin büyük adam olduğuma emin soruyorlar. Başlangıçta yılmadan anlatıyordum. Çok söz ediyordum ama anlattıklarımda bilinen anlamda bir kazanım olmadığını görünce bana besledikleri güvenin sarsıldığını görüyor, ağlayasım geliyordu. Oysa bana kalsa ben istediğimi elde etmiş, çok şey kazanmış, ancak ülkenin çok küçük bir azınlığının ulaştığına ermeyi başarmıştım. İlk kitabımda fal açmamıştım, ama doğru görüyormuşum. Deneylerden sabitti. Her ne kadar bu ülkede büyük adamlığın yolu emekten ve akıldan geçmiyorsa da, elbette akıllı çocukların büyük adam olması beklentisi doğaldı. Ne var ki ben ve bana benzeyenlerin sistemce onanmış ne vali ne de büyük adam olamayacağını yetmişli yıllar zaten kanıtlamıştı. Herkes eksiğinin peşinde koşar. Benim için yazmak, elbet öğrendiğim bir okul, kendimi geliştirdiğim bir arena, evrene bir müdahale, haksızlığa karşı bir savaşma biçimi, kavgayı asla kaybetmeyeceğim bir alana çekme yöntemiydi, doğru. Ama hepsinden doğrusu benim için yazmak, kimsenin giremeyeceği, şifrelerini çözemeyeceği kendi özelimi yaratmaktı. Vali olmak değil... Bana kalsa eşsiz bir saltanatım var ama... Gene de onca yıldan sonra sormadan edemiyorum: Bunca sıkıntıya değer miydi? Bunun yanıtını geçmişte aramak gerek. Atalarımız demiş ya, insan istemesin, ya mevlasını bulur ya belasını… Yetmişli yıllarda, kitaba göre, Tanrının, yeryüzüne inse seçecek olduğu bir mesleğe başlamıştım: Öğretmenliğe. Yaşım daha henüz on altıydı. Bizim kuşak, hepsi de ithal olsa da, kraldan daha kralcı sarıldığı uzun saçları, mini etekleri, dünyayı değiştirmeye kararlı düşünceleriyle, Müslüman mahallesinde salyangoz satan akılsız tüccarlar örneği yaşam gerçeğinin dışında bir yerlerdeydi. Yani uyum bile tek başına teslimiyetti ve düşkünlüktü. Oysa akıl, yaşama uyum kabiliyetidir ve güya biz, her genç gibi çok akıllıydık. Sivas’a yürüyerek on iki saatte ulaştığım bir köyde öğretmendim. Sorarsan Tanrının seçeceği mesleği yapıyordum. Oysa hiç itibarım, önemim yoktu. Ne bilinen anlamda okulum vardı, ne de görünen öğrencim. Bir ahırı hem okul, hem evim yapmıştım, görmek istersem öğrencileri de tarlada ya da hayvan güderken bulabilirdim. Mesleğini aldığımız Tanrıya gösterilen saygıyı beklemesek de, sonuçta biz burada devleti temsil ediyorduk, hani sahibinden dolayı köpeğine itibar edilir ya, ona benzer bir itibara da razıydık, yoktu. Davranışta ve konuşmada siyaset bilmeyen bir gencin, tarlada çalıştırdıkları çocuklarını okula göndermeleri için sıkıştırdığı köylüyle iletişiminin iyi olması zaten zordu. Gidip şikâyetçi olduğum devletin de onca sıkıntısı içinde ben neydim ki? Gördüğün eğitime, savunduğun tüm görkemli ideallere, ettiğin büyük sözlere karşın gerçeğin aynasında ağırlığın, boyun, kilon belliydi: Sen hiçtin, sen aslında yoktun. Ne yapardın? Ya dayağını yer afiyetle sonra da gider yerine otururdun ya da düşünürdün... Gücü sınırlı olan ama anlayan insanın düşünmesinin ve ortaya çıkan çaresizliğinin tanımı yoktur. O çıldırtan donmuşluğu anlatacak söz yoktur. İşte anlatma arzusu ve yazma sıkıntısı o zaman başlar. Bir başladı mı da durmaz… Sonsuza değin kanarsın. Ahırdan bozma okulum ve evim olan minik müdür odasında yazmaya başladım. Yara deşildi. Hiçlikten duyduğum kilitlenme, akışkan bir şeye, değişik de olsa bir eyleme dönüştü: Bir başkaldırıya. O dünyada iyilik asla yenilmiyordu, o dünya hakça dönüyordu. Yaşamın doğasında varolan hiçbir saçmalığa ve eşitsizliğe izin vermiyordu. Bu gerçekçi bir edebiyat değildi. Gerçekte yenenler ve yenilenler, ezenler ve ezilenler hep vardır ve eşitlik sadece rastlantıdır. İyi de edebiyat, yani kurmaca hayat, gerçek hayatla örtüşmek zorunda mıydı? Öyle başladık. Yazmasak, duyduğumuz haksızlık duygusuyla sokağa çıkıp, suçlu bu, diyeceğimiz birilerini yok etmeyi düşünebilirdik. Bize karşı ve acımasız olan dünyaya, aynı silahlarla saldırabilirdik. Oysa biz, yarası neyse sağalmış, sorunu neyse giderilmiş bir dünya da, tüm insanlarla birlikte yaşamak istiyorduk. Nihayet yenilmediğimiz dünyalar yaratmak için…ya da yenilsek de, cümle alemin alkış duyacağı görkemli ölümler olacaktı bizimkisi, onun için yazdık. Hiçbir şey olmasa da kendi ruhumuzu kendi tükürüğümüzle iyileştirecektik. Öyle yazdık. Yazarken aklımızın kenarında bile değildi yayınlamak. Son gemi, bir öncekine bakarak yapılır, her adım, bir sonrakini getirir. Gün oldu, yazdıklarımız kalıcı olsun istersin, birileriyle paylaşmak...ne yaptım acaba görmek istersin. Gün oldu, yaralarımızı iyileştirme alçakgönüllülüğü, başkalarının yaralarını da iyileştirebiliriz öz güvenine dönüştü, kim bilir. Her ne ise derdimiz paylaşmaktı. Yazdığını paylaşmak kitapla olurdu. Hesaplamadığımız, engin aklımızla göremediğimiz, aynamızdaki kör nokta orasıydı. Biz, kör noktaları yığınla olanlardan olmasaydık, onca kurmaca yaşamı üretecek kadar işlek aklımızla en azından ilk depremde yıkılacak hanlar, hamamlar diken müteahhitler, bankaları deveyle götüren tüccarlar, halkını birbirine kırdıran politikacılar olurduk. Anlayamadık. Hepimiz, önce o duvara tosladık, sonra duvarın önünde biriktikçe biriktik. Bu ülkede bankazedeler, depremzedeler kadar, yayıncızedeler de vardır. Biz yeni yazanlar ordusu, belki başka ırmaklardan geliyorduk, belki başka savaşların yenikleriydik ama ortak bir yana sahiptik: İster aşkımızı, ister dünyamızı bizi yenen neyse onu, terk etme değil, daha yaşanır kılma derdindeydik ve tek silahımız düşüncelerimizdi; yani yazdıklarımız. Gene hiçtik. Oysa şimdi kelli felli adamlardık, fakültelerimizi de bitirmiş, az da olsa para da kazanmış, birkaç milletvekili de tanıdığı olan insanlardık, az mı? Niye, bizi kimse bando mızıkayla karşılamadı? Burma bıyıklı, altın kolyeli, altın dişli, göbeğine kadar açık yakalı, purolu, yatlı katlı birileriydi ya da çulsuz, bastığı her kitapta milyarderlik hayalleri kuran bir tezgahtardı yayıncı. Ve kitapla, sanatla ilgisi, göğün denizle ilgisi kadardı; beklenmeyen noktalarda yolları kesişirdi işte. O bir tek şey bilirdi. Yazarın emeğinden daha zengin olmak… İlk tanımlama buydu ama gerçek bu değildi. Bizdeki her yaşam yorgunu ki daha çok ilk gençlikte çıkar ortaya bu tipler, duyarlı bir ruh yapısına sahipse ve azıcık da mürekkep yalamışsa her yenilgisinde kaleme kâğıda sarılır. O yüzden şairi de, yazanı da hayli çok bir toplumuz. Hal budur ya, sövgülerdeki başarımızı bir yana koyarsak, anlatıda şöyle ele gelir çok ürün ürettiğimiz de söylenemez . Yine de yazdığımızı yayınlatırsak yetkinliğimiz perçinlenecek gelir bize. Oysa yüz bin basılıp da kapağı bile açılmayan birçok kitabın yanında, adamın birinin el yazması kitabının, ortaçağın karanlığından bu güne bir deha ürünü olarak taşındığını görünce, tek başına kitabın basımının başarının kanıtı olmadığının da fark edilmesi gerekir ya, nerde? Yayıncılık tıpkı bakkallık, konfeksiyonculuk, meyhanecilik gibi bir ticari iştir. Ulvi değerlerle donanmış, insanlığı karşılıksız aydınlatmak derdinde olan kutsal makamlar değildir. Para kazanmak hem meşru hakkı, hem de tek mantığıdır. Bunu da kitap satarak yapacaktır. Ticari anlamda kitap nedir? Birilerinin en az bir yılda ürettiği, bir harcanarak beş ya da on beş kat arası fiyatla tüketilebilen, solmayan, modası geçmeyen, çürümeyen, bin yıl sonra da değerli olan, iç çamaşırının en iyisinden daha çok sürümü olan bir meta. Fiyatı nasıl paylaşılır: On beş yeni Türk liralık bir kitabın, beşi dağıtım şirketine gider, biri matbaa, dizgi, kapak ve benzerlerine gider, geri kalan yayımcıya, hani durmadan ağlayan yayımcıya, biri de, evet sadece biri yazara kalır. Ki bu yüzde sekizlik, onluk oran demektir ki, çok az yazara nasiptir. Bu ideal haldir. Ülkemde asıl yaygın hal şudur ki, yukarıdaki üretim ve paylaşım tablosu hemen hemen aynı olsa da, bir yanı eksiktir. Bu bire on beş veren altın yumurtlayan tavuktan çok az yayıncı zengin olur: Çünkü çoğu kitap aradaki dağıtımcı ve perakendeci ikilisinde yok olur, geri dönmez. Yazar ise, kol saati bile verilmez. Yayıncı nedir ve kaç tiptir? Yayıncı meşru yoldan kazanç sağlayan her hangi bir tüccardır. Genel de üç tip olurlar. Biri şöyle ya da böyle kitap, matbaa işine bulaşmış, yani çekirdekten gelme ve sonunda kendi işini kurmaya karar vermiş, bakmış ki, bir liraya mal edilen bir kitap beş-on katına satılabiliyor, dünyanın en karlı işi olarak görmüş ve o işe soyunmuştur. Onun yazmayla çizmeyle ilgisi, fatura yazmaktan öte değildir, bu birinci tip. İkinci tipse, yayıncının duvarında yığılmaktan yorulan yazar, o dünyaya mutfaktan dalmaya karar verir. Açar dükkânını, önce kendi kitaplarını basar, ardından başkalarınınkini. Kısa bir süre sonra ticaretin kurallarını işletmesi gerekliliğini, alacaklılar hatırlatmaya başlayınca o da para kazanmaya karar verir. Verir ya, ticaretin hiç katlanamadığı, ütopik felsefeli bir tüccar yazardır. Üçüncü tipse, parası vardır, esnaftır, karlı bir iş peşindedir, kitabı seçer. Yeryüzünde bire on verecek, at yarışı dışında başka hiçbir uğraş yoktur ki at yarışında kaybetme olasılığı da vardır. Ve para kazanır. Üç tip yayımcının da ortak özelliği, kitabı üretenin yüzde on çevresindeki hakkından mümkün olduğunca kısmaktır. Yazarlar kaç tip olur: Bir gerçekten iyi yazanlar, orta halli yazanlar, kötü yazanlar. İyi yazanlara yayınevleri kapılarını açar. Orta hallilere ara sıra, kötülere ve de yenilere hiç bakmaz. Bu tanımlama da doğru değil. Bizdeki yayınevlerini, bir ikisi dışında, iyi yazmak, kötü yazmak hiç ilgilendirmez. Yeni yazarla ya da eski yazarla hiç ilgilenmediği gibi. Sadece o kitabın satıp satmayacağıyla ilgilenir. O nedenle, bir eski tanınmış dansözün yazdığını, Nobel alacak bir kitaba haklı olarak yeğler. Çünkü bizde o okuyucu vardır, futbolda iyi olanın, kitabın da iyisini yazdığı sanılır, Kız Tavlama Sanatı’nı okursa tüm kızları ayartacağını, Saç Çıkarma Yöntemleri’ni okursa sırma saçları olacağını sanır. Okur tipi bu olunca geriye yayıncının yapacağı hiçbir şey kalmaz. O mantığını yürütür; ben bir iş yeri çalıştırıyorum, emeğim para kazanabilmek için, satmayan kitap Nobel alsa bana ne? Peki, kimi zaman çıkan, niteliğini tüm dünyaya kanıtlamış iyi kitaplar bizde nasıl çıkıyor? Çok basit: O niteliğini kanıtlamak sırasında ve süreçte kendi reklamını da yapmış olduğundan, yayınevi de satacağına kesin gözüyle bakar ve o kitabı dünyanın telifini ödeyerek alır basar. Ya da çalarak, yani korsan basar. Genelde tüm Türk yazarların ortak özelliği de, her yazanın yazdığına yüz yılın en iyisi gözüyle bakmasıdır. Doğal olarak da ne olursa olsun kitabını bastırmak temel amacıdır. Ne var ki bunun ekonomik giderini kendisi değil başkasının üstlenmesini bekler. Başkası da garantisi olmayana neden yatırım yapsın? Çıkmaz sokak ve yığılmada orda başlar. O zaman yeni yazan, ne yaparsa en doğrusudur? Satacağı kesinleşene değin, dergilerde gazetelerde yazmalı. Kitabının sadece beşte biriyle parasını çıkarabileceğini bilerek ilk kitabını kendi üretmeli. O sınanmayı alnının akıyla aştıktan sonra da emeğinin karşılığını verecek yayınevini buluncaya değin dayanmalı. Bunun bir toplu grev olduğunu düşünün, kimsenin yazmadığı bir ülke. Aradan birkaç kişi, fırsat bu fırsat deyip grevi kırmazsa olacağı düşünün. O yayıncıyı bulamazsanız, bu ülkede son yüz yılda sanattan, hele ki edebiyattan, en büyük yayınevlerinde kitapları basılanlar da dahil, zengin olanın görülmediğini ama seçiminiz olan bir onuru sergilediğinizi düşünüp övünün. Sakın fare dağa küsmüş de, dağın haberi olmamış türküsünü söyleyenlere bakmayın. Basacak kitap bulamayan yayıncı, okuyacak adam gibi kitap bulamayan okur, sonunda seni bulacaktır. Bulmazsa ne gam, sen zaten yazdığını yaranı iyileştirmek için üretmemiş miydin? Sen değil, onu okuma şansını bulamayan üzülsün. Bir yayınevinden çıkmak bir kitabı iyi yapmıyor. Aksine kitabınız iyi değilse bir yayınevinden çıkmak kötülüğü yaygın kanı biçimine hızla döndürmeye yarar. O halde iyiliğinizi kanıtlayana değin yazın. İyiliğin demlenmesinin zaman aldığını hiç unutmayın. Belki bir gecede birileri ermiş olabilir, birileri üç günde inşaattan türkücülüğe geçebilir, birileri iki ayda arka mahalleden sinema sanatçılığına sıçrayabilir, ama hiç kimse iyi bir eğitim almadan, müthiş bir yaşam deneyi geçirmeden, yaşadığını kendi içinde cehennem acılarıyla harmanlamadan yazar olamaz. Şairlerse çoğu başka bir hamurdandır. Güzel ses nasılsa, o da herkese kısmet olmaz. Olmuşsa eğer, yazara yüklediğimiz eğitim, yaşam deneyimi, içinde harmanlama.. onun için çok da gerekli olmayabilir. Halk ozanının kaçı üniversite bitirmiştir, has şair de öyle bir şeydir. Eğer şairseniz bu fetva sizi her durumda hak sahibi yapabilir, ama şunu da görmezlikten gelmeyin: Her değer kendi cinsinden olanla kıyaslanır; şairseniz şairle... Bugün dünyayı okumuş, gezmiş, on binlerce sözcük dağarcıklı biriyle Aşık Veysel olsanız atışamayacağınız herhalde malumunuzdur, demem mi gerek? O halde, para kazanmaktan vazgeçen yayıncılar doğana değin değil, sizsiz olmayacağına inanan yayıncılar ve okuyucular doğuncaya değin yazın. Yani önce bir yazar kimliği edinin. Sizin de okurunuz, öteki deyişle tebaanız olsun... Zor gözüküyor değil mi? Ayrıca değer mi? Yazmak için bu denli mücadele verecek yerde kafayı çalıştırıp yat kat sahibi ya dilini uydurup iktidar partisinin bir kenarından tutunup çok şey olmak varken yazar olmak için bunca emeğe değer mi? Bilmem ki? Siz de ölmeyecek misiniz? Kim kalmış bu dünyda, kefenin cebi de malumunuz... Bana kalsa eşsiz bir saltanatım var ama... Yazma depresyonuna girmeyen hiç bilmez. Geçenlerde "Bursa'nın Değerlileri" sergisinde Deli Ayten, Zeki Müren'den sonra seçilen birkaç kişiden biri olduğumu, sergi salonunda büyük boy resmimi sergilediklerini görünce duyduğum gururu söylesem, biliyorum ona da gülüp geçersiniz. Yine de düşünmeli: İşte geldin gidiyorsun, gençliğin de hikaye, yatların katların da, ağzında çiğneyecek diş yok, lokantaların olsa ne yazar... Tanıdığın, bildiğin insanlarının çoğu ya gitmiş ya hazırlıkta. Bin yıl yaşama şansın var, ama yapayalnız... Peki geride ne var? Hiç kimseden yardımsız, kendi emeğimizle yaptığımız ve salt bize özel, aklımızı ve yüreğimizi koyduğumuz, başarırsa insanlık durdukça bütün çağları aşabilecek kitaplarımızdan başka neyimiz var? *

  • İLK KİTAP HEYECANI

    Uzun zamandır yazdığım ve beklettiğim şiirlerimin önemli bir kısmı Kasım 20021 de Klaros Yayınları tarafından IŞIĞIN İZİNDE adıyla kitaplaştı. Şiirler bir bölümü maviADA dergimiz başta olmak üzere birçok dergide yayınlanmıştı. Henüz yayınlanmayanları da bir hazine gibi saklıyorum. 2020 sonbaharında iki kitap hazırlığı yapıyordum. Biri farklı konularda makalelerden oluşan bir kitap, diğeri ise şiir kitabıydı. Babamın rahatsızlığı ve ardından hiç beklenmedik şekilde kaybı beni derinden üzdü. Böylelikle basıma yönelik çalışmalarımı bir yıla yakın ertelemiş oldum. ‘Yazılarım’ dosyasında beklettiğim kitap dosyam bir süre daha bekleyecek. Ancak şiirlerim okuyucuyla son haftalarda buluştu. Yakın okuyucularım da benim gibi heyecan içindeydiler diye düşünüyorum. Kitabımın basım kararı, yayınevi ile görüşme ve basım süreci bir heyecan fırtınası olarak geçti. Çoğu kez zaman ve mekândan bağımsız ve rast gele kâğıtlara yazdığım daha sonra ise olgunlaştırarak yeniden ürettiğim şiirlerim önemli bir emek sürecinden geçmiş oldu. Sonuçta kitabınızı elinize aldığınızda tatlı bir ödüllendirme hissi oluşuyor insanda. Bu his aynı zamanda okuyucuda da oluşsun, diye ilk şöylesi ve imza etkinliğimi 4 Aralık 2021 olarak planladım. Kitabımı okuyucuyla birinci elden buluşturmak için ‘Şöylesi ve İmza Günü’ duyurusuyla duyurdum. Birbirinden farklı nedenlerden dolayı kitaba, özellikle şiir kitaplarını okumaya karşı ilginin azaldığını düşündüğüm bir dönemde böyle bir etkinliği çok önemsedim. Salgının hala sürdüğü ve yüz yüze buluşmalara insanların tedirgin yaklaştığı bir dönemde toplu etkinlik yapmak beni kaygılandırmıyor da değildi. Diğer taraftan şiiri savunma ve şiir ile seslenme güdüsü de beni cesaretlendiriyordu. Şöylesi ve İmza etkinliğimin olacağı haftayı meteoroloji yağmurlu gösteriyordu. Yağmuru ve onun oluşturduğu atmosferi çok sevdiğim için bu durum beni hiç olumsuz düşünmeye itmedi. Ancak etkinliğe gelmek isteyen insanları nasıl etkileyeceğini merak ediyordum: ‘Şiir dolu bir davet acaba ıslanma riskine değer miydi?’ meraka değerdi. Dört gün boyunca özellikle gündüzleri daha yoğun yağan yağmur etkinlik gününde iyice şiddetini artırdı. Biz ailecek bu etkinliği önemseyenlerin "çok yağmur vardı..." diyeceklerine hiç ihtimal vermiyorduk, yanılmadık. Şiir’e ve dostluğa değer verenler, azıcık ıslanmayı bahane etmediler. Kitabım dolayısıyla yapacağım ilk ‘Şöylesi ve İmza’ etkinliği için İzmir Gaziemir’de şirin bir mekân olan Viyana Kafe’yi seçmiştim. Çağrıma karşılık veren şiir severlerle yüz yüze gelmek mekânı daha da ısıttı. Benim heyecanımın aynısını tüm şiir severler dostların yüzünde de görmek mümkündü. Heyecan ve tebessümler şiire dairdi aslında. Bu görüntü özelde şiire genelde ise sanata ilginin rengârenk bir resmiydi. Konuklarım arasında on ve on üç yaşlarından yetmişli yaşlara kadar şiir severler vardı. Deyim yerindeyse yediden yetmişe bir grupla buluşma gerçekleştirmiş oldum. On yaşındaki Mina anı defterime: “Elmalı pasta ve şiirler çok güzel”. On üç yaşındaki Ecrin” Ben de buradayım.” ve yaşça en büyük ancak bizim kadar genç(!) Mehmet Nur: “Yazma ustalığın kadar, okuyucuya ulaşabilme ustalığı da gösterebilmelisin.” cümleleriyle benle hem dayanıştılar hem de yeni sorumluluklar yüklediler. Bu dayanışma dolu sıcaklık karşısında ”Ah, kimselerin vakti yok/Durup ince şeyleri anlamaya” diye hüzünlenen sevgili Gülten Akın ne kadar mutlu olurdu, diye de gülümsedim. Söyleşimin son cümleleri Nazım Usta’dan oldu: “Matematik, sibernetik, fizik, müzik, tüm bunlar, eninde sonunda, sadece, insanlar şiir okumayı öğrensinler ve anlasınlar diye gereklidir.” Şiirin değiştirme, dönüştürme gücünün farkındayım. Elimden geldiğince bu güç ile dost kalıp dayanışacağım…

  • Şimdi Kasım...

    Atatürk Zamanı * 21.11.2017, maviADA Dergisi * Bazı değerler var ki ulusların vazgeçilmezi, yapıtaşı... Birini çeksen toptan yıkıntının altında kalabiliriz. Atatürk onlardan biri. Önde geleni.. Belki güncel siyasete katmıyorlar, seslerini yükseltmiyorlar ama en az yüzde seksenlerin olmazsa olmaz paydası. Tıpkı din gibi ya da yurtseverlik gibi... Her partide var onlar; her partide dini bütünler, milliyetçiler olduğu gibi Atatürk’e ve eylemlerine sevgiyle saygıyla bakan ezici bir çoğunluk var. Öte yandan kim ne derse desin, başkanlık seçimi demoklesin kılıcı. Hele % de birlik bir farka bağlıysa… Bunu göremeyen ya da yaşadığı özgüvenle körleşen iktidar, bazen seçeneksizlikten, bazen başka nedenlerle ayakta dursa da gerçeğinde ayağına kurşun sıkıyor demektir. Çok zamandır yapılan da buydu. Hangi birini örneklemeli: Düne kadar, Sanki Türkiye Cumhuriyeti padişahın ve Batılı işgalcilerin armağanı, yakın tarihin en önemli ve tek savaşı Atatürksüz(!) Çanakkale Savaşı’ydı. Kurtuluş Savaşı da Anadolu’nun her coğrafyasında sergilenen teatral bir gösteri… Yüzbinlerce insan eğlenirken izdihamdan ölmüş olmalı… Lozan başta olmak üzere bütün egemenlik adımları, devrimler hiçlendi, “KURTULUŞ”ta yapıtaşı olan o insanlar, düşmanına demekten utanacağın türlü sıfatlarla itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Yetmedi, onun kurduğu Cumhuriyeti koruma kollama görevi de üstlenen Ortadoğu’nun en güçlü ordusu türlü provokasyonlarla yıpratıldı. Neye hizmet edildiğini de 15 Temmuzda hepimiz gördük. Edebiyatta buna, okuru ahmak yerine koymak denir; çok anlatılırsa öyle olurmuş gibi. Sanki mümkünmüş gibi… uğraşmışlar, yıllarca. Hoşgörüyle adına düşünce özgürlüğü deniliyordu, hem de iktidara yönelik eleştiriye, habere nasıl yaklaşıldığı ortadayken… Hadi dün neyse… Bitti mi sanki? Ders kitaplarındaki Atatürk konularını “sadeleştirmişler”, kısaltmışlar, bazı sınıflarda hepten kaldırmışlar. Bir Atatürk düşmanı kuşak yetişti mi? Belki istenilen oldu, OY’un üstüne oynanan kitleden bazıları, çoktandır bekledikleri anı bulduğunu sanan üç beş yetişkin tip, gösterisini yaptı, içindekini sergiledi, tepki artınca meczuptur, delidir denildi. Ama genç kuşak hayır… dedi ve gördük ki bu HAYIR nerdeyse koltukları devirecekti. Belli ki beklenen o ahmak okur onlar değildi. Atatürk’le birlikte savaşanlar ya da o günlerin tanıkları, ninelerimiz dedelerimiz birer canlı belge aramızda hala yaşarken olası mıydı bu? Varılan nokta şaşılan noktadır: Allahın sevmediğini peygamber sopayla kovalar; ortağı olduğumuz Nato, projesinde bir zamanlar önünde saygıyla eğildiği Atatürk’ü temsili düşman olarak gösterdi. Sonra da bugün,10 Kasımda epey zaman sonra, apansız keskin bir U dönüşüyle Atatürk aşkı yeşerdi. Ki hiç de birden değildir; 2019 bu kadar yakın, istikbal sadece yüzde bire bağlıyken, partisi başka başka olsa da ezici çoğunlukta var olan Atatürk sevgisi hiç de görmezlikten gelinecek gibi değil. Zor demiri kesermiş. Malum anlayışın kıtaları Anıtkabir’e akıyor. Anıtkabir oldu olalı böyle bir kitle görmüş değil. Biz Atatürk’ü severiz ve kimseye de bırakmayız… hali sahici olsun olmasın iyi bir başlangıç, etkileyici, ayrıca doğru da… Ne milliyetçilik sadece MHP’nin tekelinde, ne Atatürkçülük CHP’nin… Elbette din de AKP’nin tekelinde olamaz. Bunlar hepimizin paydaları. Bizi ulus yapan unsurlardan bazıları… Ama samimi olmalı, diyeceksiniz. Niyet okumaya hiç gerek yok… Öyle diyorlarsa öyledir ve de sevindiricidir. Anıtkabir’e bu ülkede yaşayan her insan, her anlayış, her düşünce yakışır. Çünkü o kurtarırken şu özellikte, şu giyimde, şu anlayışta olanların dışındakiler… dışarı demedi, ötekileştirmedi, aksine tek vücut yapmaya uğraştı. Anahtarı ve rotayı elimize tutuşturup gösterdiği nihai hedef, ben ne diyorsam o…diye de demedi, çağdaş bilim ve akla ulaşın dedi. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek olan sizsiniz, dedi. Ona borçlu olduğumuz DEMOKRASİ güzel şey; sizi iktidar, bizi de yönetime eleştirel bakma hakkına sahip vatandaş yapan demokrasi… Ne var ki ben o ütopik hali yeğlerdim. Hiçbir iktidarın halkın Atatürk sevgisine karışmadığı hali. Kuşkusuz inancına, yaşama tarzına, kılık kıyafetine, düşünce ve anlayışına da karışmadığı hali daha çok yeğlerim de karıştırmayalım, şimdi konumuz Atatürk sevgisi… Ülke bu güzel hale bürünmüşken artık itiraf edebiliriz; 1938 sonrası her gelen hükümetin kendi anlayış ve beklentilerine göre içini doldurduğu, daha doğrusu boşalttığı, bazen iyi bazen kötü, kendine göre anlamlandırıp muz gibi her şey yapıp her durumda dayatarak sunduğu Mustafa Kemal ATATÜRK'ten yorulmuş, sıkılmıştık. Bilmeliydik; ergin bir insana nefreti aşılamak kolay, ama sevgiyi aşılamak zordur, hele ben seviyorum, o zaman iyidir, sen de sev, ama gösterdiğim biçimde sev… hali akla ziyan bir uğraştır. İnsan bağrına basacağını ya da uğruna ölüme koşacağı felsefeyi tıpkı aşk gibi kendi yaratır. Dış etkenler olsa bile onu başka bir renge sokup kahramanı yapan gene bireydir. Ne vatanından çok uzakta, Kocaeli Değirmendere'de, KARTACA'yı bile görmeyen denize bakan mezarda artık kemikleri bile kalmayan ANİBAL'in, ne çağlar ötesinden bize, insan asla köle olamaz, diye haykırmayı başarmış SPARTAKÜS'ün, ne daha ASRISAADET döneminde, çağının en büyük dininin peygamberi dedesinin adı unutulmadan FIRAT kıyısında, sorarsan yine kendi dininden olanlarca boğazlanan HÜSEYİN'in, ne Pir Sultan'ın... partisi, hükumeti yoktur, onları yüzyıllarca EZBERLEYİN, diye dayatan, suni bir teneffüsle yaşatan, kalbimize zorla kazıyan...kimse yoktur. HALK ihtiyacını duyduğu kendi kahramanını, idolünü gününden ya da tarihin arşivinden bulur, çıkarır, tozlarını silker, giydirir, süsler zamana ve egemene inat yeniden, olduğundan daha görkemli yaratır ve yaşatır. İhtiyaç duyuyorsa, sen de karanlığa saklı değilsen, dağı taşı Karaoğlan yaptığı gibi... yapar. Ki ATATÜRK bulunması zor tarih de değildir, birilerinin soluğunu ensesinde hissedip dehşete düşeceği kadar yakın ve canlıdır, hala... ATATÜRK’ün egemen sınıflara ya da kör bir disiplin yaratmak için adını kullanacak hükumetlere ihtiyacı yok, O, artık hatasıyla sevabıyla HALKINDIR. Gariptir HALK... Her anlamda ve her yönüyle garip... Dün ölen dedesini anımsamakta güçlük çeken insan, hayatında tek kitaba sahip olmamış insan, bakarsınız tek bir yazılı yapıt bırakmayan, SOKRATES'i felsefesiyle, yaşam öyküsüyle ANIMSAR, ama gel gör ki onu kendini öldürmeye mahkûm edebilecek dende güçlü, çağının en görkemli egemenleri Antik YUNAN'ın 500'LER MECLİSİ'ni bilmez bile... Sen ne kadar karalarsan karala, unutturmaya çalışırsan çalış, o asla KAHRAMANINI unutmaz. Çünkü o senin baskına karşı da sığınağıdır. ATATÜRK ne zaman, tabandan kopuk egemen sınıfların, BEYAZ TÜRKLER'İN kahramanı olmaktan kurtuldu, gerçek yerini buldu, halkın oldu. Mağdur gibi görünüyorsa da aldırmayın, insanın doğasında vardır; ATATÜRK 19 Mayıs 1919’da bile belki yalnız, ama mağdur değil, ne yaptığını, yapacağını bilen, geldikleri gibi giderler diyen bir savaşçıydı. Öyle olsa bile HALK, özünde bir şeyler barındıran, bir şey vadeden omurgalı, ilkeli ve onurluyu sever... Kim ne yaparsa yapsın değişmez bu kural. AKP’nin bir süredir askıya aldığı “Yeni Türkiye” söylemlerine Atatürk’ü de eklemesi hangi niyetle olursa olsun bu ülkeyi kuran adama saygı göstermesi bizi kaygılandırmaz, aksine sevindirir. Akıl geç de olsa üstün geldi, olması gereken buydu deriz. Belki bu endişelendirebilir; iktidarın kendi tarzında olduracağı bir Atatürkçülük dayatması kaygılandırır. Önceden çok gördüğümüz, her gelen iktidarın önce içini boşaltıp, sonra da kendine göre oldurup, gündelik yaşamın her anına yanıt olacakmış gibi amentüye çevirip dayattığı Atatürk’ten yorulmuştuk. Şimdi AKP de aynı yolu izlerse, nasıl bir şey çıkar ortaya merak etsem de korkutur. Yoksa herkesin tam bağımsız Türkiye idealini savunan Atatürk’te birleşmesi doğru olandır. Ne var ki O, gündelik politikanın her zaman üstünde kalmalı. Siyasi çıkarlar için kullanılmayan hiçbir değer kalmadı, Atatürk’ü bari rahat bırakalım. Siz samimiyseniz, bir güzellik yapın, yakasını bırakın, öyle değil böyledir deyip kendi anlayış ve çıkarlarınızı monte ettiğiniz Atatürk hiç de sevimli gözükmeyecektir. Unutmamalı, sizi iktidara taşıyan geçmişin o dayatmalarıdır biraz da. Egemenler Atatürk’ü bıraktıkça halk onu daha da sevecektir. Çünkü olmazsa olmazımızdır O. * FOTOĞRAF 29 EKİM 2013'te Bursa Nilüfer'de 5990 gönüllü katılımcının katılımıyla oluşturulmuş dünyanın en büyük ATATÜRK PORTRESİ resmiDİR. * 21 Kasım 2017

  • Kendini Yaratmak

    Yüreğini Geri Almak / Yazmak çok yönlü, çok işlevli bir eylemdir: Olanı anımsamak, yüreğini geri almak; yani kendini onarmak ya da yeniden yaratmak olduğu gibi yalnızlığına bir çare; bir benzerini, arkadaşını yaratma gayretidir de... Sizi anlayacağı, aynı boylamda düşüneni, daha çok bilen benzerini, bir sağlama yapacak bilge yazarını... ve onu arayan okuru yaratmaktır da... Şimdi tam zamanı. Bu günden başlayın; Yazın. Kendinizi keşfetmek, başkalarının dayattıklarını mı, yoksa kendi seçiminizi mi yaşadığınızı anlamak, başlangıçtan bu güne ne kadar yol aldığınızı görmek ya da yalnızlığına bir arkadaş yaratmak için bu gün tam zamanı, yazmaya başlayın. Tam yeniden başlama zamanıdır. En korktuğumuzu yapsak mı? Beklesin kurtarılacak ülkeler, uğruna ölüme atılacağımız beyaz eldivenler öylece dursun. Yüreğimizi geri alsak ilk, önce kendimizi kurtarsak... Bir ayna büyütsek içimizde, bizi bize çıplak gösteren bir ayna. Dayanabilir miyiz, gördüğümüze? Deneyin... Hadi yazın. Yazmak, durmadan yazmak, anlamak için yaşadığına bakmak, güçlü bir anlatım için kuşkusuz temel koşul. Ne var ki yazmak, başkalarına öğretmekten öte, asıl yazanına yönelik iyi bir öğretmendir. Özenli yazma gayretleri sonunda dil güzelleşir. Sözcük dağarcığınız gelişir. Beyninizin ince kıvrımlarında yerleşmiş, ama kullanılmadığından farkına bile varmadığınız pek çok düşünceyi Amerika’yı keşfetmekten daha heyecanlı bir macerayla bulur, kendinizi tanırsınız. Sonuçta bir atom profesörüyle boy ölçüşmeyeceksiniz, konunuz yaşamsa, gerçekte başka insanların ona dair bildiklerinin sizden pek de fazla olmadığını, sadece var olan yetilerinizin, gizemlerinizin bilincine varamadığınızı anlarsınız. Bu da özgüveni artırır. Artan özgüvenle başka şeyleri de fark edersiniz; fizik, kimya profesörüyle boy ölçüşecek bilgi donanımınız olsa ne olacaktı ki ; sizin kaç ekmekle ölçülecek geliriniz varken uzaya bir roket kaç milyar dolar? Hayat sanmaktır, tam bu işte. İyisi mi ayırdına vardığınızı yazın, belki bundan sonra bildikleriniz sizi öteki dünyada hurilere kahya yapar, ama hiçbir işinize yaramaz, yazın ki sizden sonra gelenler anlasın; Halep ordaysa, sizin mahalledeki arşın, o arşın değildir. Kendinizi istenmeyen bir sokak kedisi gibi duyumsarken, birden yüreğinizin bir yanının bir W. Wolf ya da Picasso ya da Bach olduğunu anlamak yeterince vurucu değil midir? Karanlığın en koyusu şafağa yakın olandır derler ya delirir bu günlerde ama bakmayın; zemherinin, o büyük zulmün, bir kardelene yenilme vakti yakın... çıkışı yok, ardı Cemre. Kimse ilah değildir artık ya da siz de o üstün insanlardan birisiniz. Sadece, doğru yerde, doğru zamanda olamamışsınız, bu güne değin. Hep aynı enlemlerde dolaşmaktan göğünüzün katlarını fark edememiş olabilirsiniz. Ama her şeyin bir ilki yok mu? Bu günden başlayın; Yazın. Kendinizi keşfetmek, başkalarının dayattıklarını mı, yoksa kendi seçiminizi mi yaşadığınızı anlamak için bu gün tam zamanı, yazmaya başlayın. Yalnız mısınız yazın, yazmak bir benzerini yaratma gayretidir de... Sizi anlayacağı, aynı boylamda düşeni, daha çok bilen benzerini, bir sağlama yapacak bilge yazarını arayan okuru yaratmaktır da... Günce tutmak bilinen en iyi yollardan biri, en kolayı da. Ne yazacağım sıkıntısı en aza iner. Nefes alıp vermek bile yaşamaktan sayılmaz mı? Anlatacak bir öykü değil midir? Gösterişli hikayeler aramayın, insanın sırrı ayrıntıdadır, ona bakın. Yaşamınıza tutacağınız bu ayna ve ulaşacağınız çizgi, şaşırtacaktır sizi. İnanabilirsiniz. Birçok şey kısa süre sonra akıl almaz derece de basit, uyduruk dayanılmaz gelecektir. Birileri yaşıyor, moda diye nelerin peşinde koştuğunuzu kendi yazdıklarınızda gözleyip, size uyan yaşam tarzının ne olduğunu daha çok sorgulayacak, çevrenizde ne çok uydurma tanrı olduğunu ayırt edip şaşıracaksınız, eminim. Ya da hiç yakınmadan, neden saman çiğner gibi yaşam, neden tüm yaptıklarımdan erinçsiz oluyorum, diye sormadan, hiçbir zaman özgüven kazanmadan tüketin ömrünüzü. Seçim kuşkusuz sizin. Yanlış ya da doğru yaşadığınız her şeyin sizin seçiminiz olması daha bir önemli. Başkalarının istediğini yaşamak en zoru olsa gerek. Biri dayatıyor diye sevmek, biri ister diye gülmek, uymayana katlanmak; dahası gün olup bunları kendi ilkenizmiş gibi savunmaya durmak... dayanılır mı? Birilerinin istediğini yaşamak; zaman zaman kaçınılmaz, insan yapısına uygun bir tür kolaycılık, yatkınlık olsa da, kimi alanlarda kendi cephelerinizi açamaz mısınız? İlk adımı attığınızda, ilk cephenizi yarattığınızda, siz bir sanatçısınız. Çünkü sanat yaratmaktır. Andre Malraux; sanatçı, dünyayı yansıtan kişi değil, dünyaya rakip kişidir, der. Siz de yaşamın sıra gidişine karşı koyup özel bir an, özel bir akış yarattığınızda farkına varılmayan olağanüstü bir kahramanlığa adım attınız demektir. Sizi kul yapanların ya da yaşamın da korktuğu budur. Belki de, sizin de korktuğunuz. Haklısınız. Farklı olup sıra bir yaşamı yaşamak daha bir korkunçtur. Varsayın ki, siz mahallenin bakkalısınız ve Mozart’ın dehasına sahipsiniz; keman sizin elinizde bülbül olup şakıyor: Sadece komik olursunuz ve işte o zaman çatlarsınız. Ya değiştirir ya çatlarsınız. Bir domuz olmaktansa huzurlu bir insan olmayı yeğlerim, demiş S.Mill, biraz huzursuzluk insan olmanızın gereğidir. Ya da öteki türlü olun; sürüden bir parça... Katı doktrinlerin, inançların sanatı sevmeyişinin altında bu yatıyor olmalı. Keskin kuralları olan bir öğreti, insanı inancın sürüsü yapma derdindedir. Kilitlendiği amaca ulaşmak için takınması gereken tavır da bu olsa gerek. Çoğu kez bunda toplum yararı da görülebilir. Öyle ya, kendini denetleyebilen, bir başına bırakılmaya gelen insan da çok fazla değil. İyi de, toplumun yararı uğruna herkesi ortak standartlarda saymak, esnemeyecek kalıplara yerleştirmek; bireye saygı duymamak değil de nedir? Öteki türlü, ışıksız kavşaklar gibi olurdu hayat... İyi de senin yatak odandan kaç otoban geçer ki, başkalarının ellerine bıraktın hayatını? Bir yönlü istemleri uyuyorsa da, öteki yönler ne olacak? Hayat bir katlanmaysa hep değer mi yaşamaya? İstemediğin sevgiliye katlan, istemediğin yaşama, istemediğin partiye... Toplumculuk oynamanın gereği, ideolojilerin ya da inançların zoruyla birey haklarını yitirenlerden söz etmeme gerek var mı? Yüzde ellibir mi istedi, haklıdır. Ya geride kalan yüzde 49?... Sokrat’ı çoğunluk adına ölüme mahkûm edenler mi haklıydı sizce? Anlıyorum, mazlumların hikayeleri anlatılır hep, diyorsunuz, yarın benim günüm olabilir. İyi de siz, Sokrat değilsiniz, sadece yaşama alanlarını korumaya çalışan sıradan bir insansınız. Kimse beş yıl sonra adınızı bile anmayabilir. O zaman, sizi hesaba katmayan yapılanmaya başlangıçta, hayır, diyebilmek için kendinizi tanıyın. Kalabalıkların ve çoklukların her zaman haklı olduğunu sanmıyorsunuz değil mi? Devir, herkesin gözünün kör olduğu yerde sen de gözünü kör et, olmasa gerektir. İnsana yakışan, doğru olanı görmek, apaydınlık görmek ve gördüğünü anlatabilmek olmalı. Sağlıklı toplumun temel ilkesi de, binlerce kişinin arasında salt bir kişi görüyorsa, oturup gözüne mil çekmek yerine, onun gördüğünü paylaşmak... Şeyh Bedrettin’i alkışlarken iyi de, siz acaba kaç Bedrettin’in yok oluşuna alkış tutuyorsunuz, hiç düşündünüz mü? Belki de Galile’nin, Dekart’ın insanlığı bin yıl ötelere sıçratan düşüncelerinin, İskender’e , ”Gölge etme başka ihsan istemem,” diyen yürekli filozofun onurunun bir bölümü de sizdedir de, farkında değilsiniz. Filmlerde ağlayıp alkışlamak, mezar taşlarından kahramanlar yaratmak yerine, beynimizi karıştırıp içinizdeki devi uyandırmanın zamanı değil mi? Neden, artık paslanmaya yüz tutan üçüncü kanadınızı açıp, yukarılardan bir yerden tüm insanlığı içinizde duyumsayarak, bir benden öte bin ben, olarak bakmıyorsunuz dünyaya? O zaman ne denli güzel olacağınızı biliyor musunuz? Ne kadar özel?.. Hadi yazın. Bütün yapılacak; kendinizi keşfetmek. Beyninizin kıvrımları arasında ellerinizi dolaştırıp insanlığın binlerce yıllık deneyimlerinin birikimini yakalamak , açığa çıkarmak ve yansıtmak yaşama. Okumak, en büyük kitap olan kendinizi. Böylece aydınlık yüzünüz kendi kimliğiniz, özgüveninizle olağanüstü bir insan olarak dikildiğinizde ayaklarınız üstünde, sizi kimse kullanamaz artık. Hiç kimse. Bu da zor değil. Bugünden başlayın. İşe gitmek için bindiğiniz araçtan, yolunuza çıkan çiçek çiçek kiraz dalına değin anlatmaya başlayın. Hadi yazın. Biten aşkları, ölecek gibi olmaları yazın. Göreceksiniz kusursuz kişiler, sevdalar yok insan yaşamında, olmamış. Olsa ihanet su gibi vazgeçilmez olur muydu? Bir bakın yazdıklarınıza, geçmişinize. Siz kaç kez denediniz ihaneti? Hep kusursuz ilişkilerden, öpüşen yüreklerden dem vurup kimsenin üstüne düşeni yapmadığını göreceksiniz. En sevdiğinizi, en önemlisini en çok kırdığınızı fark edeceksiniz. Bir araba almak için düşündüğünüz, uğraştığınız kadar evliliğinizi kurarken düşündünüz mü? Yazsaydınız bir kenara, görürdünüz şimdi. Boşluklarda dolaşırken bir ömür harcadığınız uyduruk insanları hatırlayın, deneyin anlatmayı. Aynı yanılgıları yinelememek için deneyin, sizin olmazsa birinin işine yarar, bugün başlayın. Dün kutsal sayılan bugün beş para etmeyen görkemli söylemler adına yitip gitmiş arkadaşları, inandıklarını bir kalemde yadsıyan, kendi yanlışlarını örtmek için size kara çalanları anlatın. Boynunuza sarılıp öperken ezberlediği sevda türkülerini söyleyen, sırtınızı döndüğünüzde bir başkasına aynını yineleyenlere harcadığınız güzelim duygularınızı anlatın. Öpücüklerinizle prens, prenses yaptığınız, sonra da taptığınız insanların öykülerin bitiminde bir kurbağa bile olmayı beceremeyişlerini anlatın. Sınanmış insanların kahramanlığını, sınanmamış kahramanların acınacak zavallılığını anlatın. Ayırtına varmadığınız, denk geldiğinizde sizi gülümseten, insanmış bu, Tanrı razı olsun, dedirtenleri de, insan olmaktan mutsuz kılanları da anlatın. Çürümelerden söz edip çürüyecek hiçbir şeyi kalmayanları yazın. Bakın, neler bildiğinize kendiniz de şaşacaksınız. Yeter ki, kendinizle konuşmaya başlayın. Merak etmeyin size deli demezler, deseler de delilikle velilik arasında ince bir çizgi olduğunu düşünün... Sadece onlar görmüyordur. Hadi yazın. Neyin yanlış neyin doğru olduğunu hiç kimse, hele hele ”kendi bahçesinde dal olamayıp sizin bahçenizde ağaçlık taslayanlar” anlatmasınlar size, siz bulun. Önemli değil, on yıl sonra bulun, otuz yıl sonra bulun. Hiç bulmadan ölenlerin sayısına şaşarsınız. Bulun ve duyurun yere göğe: Bu yaşam benim, ben yarattım, dişimle tırnağımla, peki, siz kimsiniz, hiç emek vermeden boynuma tasma vurmaya uğraşanlar, diye bir sorun. Bırakın kurtaracağınız ülkeler biraz daha beklesin. Bırakın uğruna ölüme gideceğiniz beyaz eldivenler öylece dursun. Değmediklerini fark etmeniz biraz daha geçe kalsın. Önce yüreğinizi geri alın. Önce onu kurtarın. Bırakın buzdolabınız, yatınız katınız, bilmem ne marka arabanız olmasın. Yaşlandıkça makyaja gereksinmemiz artması gibi, eksildikçe insani değerlerimiz bunlara da ilgimiz artmıyor mu? Hadi eksilen yanlarınızı anlatın. Bırakın dursun, dursun zaman. Gözlerinde siz varmışsınız gibi öyle bakın, insanlara. Bakın, içlerindeki çocuğu görün. En güçlü duranların, en büyük sahtekarlar olduğunu fark edeceksiniz. Kimse yenilmez, kimse korkusuz değil. Onlar sizden biri... Tutun o çocuğun elinden. Dokunun ona. Göğsünüze çekin bastırın. Yüksekten düşüyormuşsunuz gibi, sanki karşı konulmaz bir deniz tutmasının başındaymışsınız gibi içiniz kalksın. Tıpkı sizin gibi değil mi? Belki bin yıldır sığınacak yeri olmadı onun da. Hadi görün yazdığınızdan. Karşılaştırın dünkü ve bugünkü sizi. Hiçbir acınız ilk değildir aslında. Hiçbir aşk sonsuza değin yaşamayı beceremez. Hiçbir sevda ölümsüz değildir. Bunu bin kez yaşadınız, hep öleceğinizi sandınız, yenisine dek. O zaman, kendi seçimini doğru yaşamak değil midir, as’olan? Keşke, bir de hep doğru olanları seçme şansımız olsa. Olsun, yaşamda her şey ölümlüyse hatalarda ölür, unutulur. Bir ölümsüz olan insan onurudur. Ve insan onurlu doğmaz, onurlu olmayı öğrenir. O zaman önce kendin ol. İçindekini keşfetmek için hadi yaz. Kendine karşı olanı yarat, yüreğini geri al ve kendini oldur yeniden. En zoru bu mu dersin? Belki bu yüzden kendini, yani hiç tanımadığını anlatmak onca zordur.

  • Kurbağadan Fil Yaratmak

    SÖYLEŞİ: * Şenol YAZICI'yla Anadolu, Sanat ve Hayat Üzerine: / Anadolu'da Bir Mum Yakmak ya da Kurbağadan Fil Yaratmak / “Bugün, ortada bir gariplik varsa, bunda 12 Eylül  sonrası ortaya çıkan kimlik bunalımının tohumladığı yoz edebiyatın ve insanı yaratan ve ona ruh kazandıran analarımızın büyük sorumluluğu vardır. Çünkü onlardır her toplumda İNSAN YARATMA ATÖLYELERİ...” Özetle Şenol YAZICI: "İnsan Savunduğudur, Sanat Yalnız İnsanın Kadim Başkaldırısıdır, diyen yazar, Trabzon’da doğdu. Trabzon Öğretmen Okulunu bitirdi. Sivas'ta İlkokul öğretmenliği yaptı. Ardından Edebiyat Fakültesini bitirip Uşak, Adapazarı, Trabzon, Yalova, İzmir ve Bursa'da Edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. Eğitim Yönetimi alanında lisansüstü eğitim gördü. İlk öyküsü yayınlandı(1979) Televizyon, radyo programları yaptı. Gazete ve dergilere yazdı. 1997'nin sonunda ilk kitabı 'Selam Söyleyin Ayışığına' nın birinci baskısı çıktı. Kitabın ikinci baskısı aynı yıl  Bumarang yayınlarınca  yapıldı(1998). 1999'da "Benim Kimsem Olsana" adlı öykü kitabı yayımlandı.. 'Kitabın  2. Baskısı, denemelerini içeren  'Sevgili Yaz Annem  adlı kitabıyla birlikte çıktı. ( 2000)  Deprem nedeniyle önce İzmir'e ardından Bursa'ya taşındı. 2002' Mayıs'ında bir grup arkadaşıyla kimseSİZ kültür sanat edebiyat dergisini kurdu. Dergiyi 2004‘te kapatınca Internet’te yayınını hala sürdüren maviADA sitesini kurup iki yıl düzenli olarak ( http://www.adadergi.com ) yönetti. 2005 yılı sonunda toplumsal gerçekçi sanatı payda alan , şimdi beşinci yılını sürdüren maviADA dergisini kurdu. Aynı dönemde İstanbul’da bir yayınevinin yetişkin edebiyatı bölümü yayın yönetmenliğine başladı. BAĞBOZUMU romanı(2006), AŞKARAYAN öykü(2006)  kitabı yayımlandı. AYZAMANI (2007) şiir çıktı. EFSANE (2009) BUZDAN KALELER (2009) adlı ilk gençliğe yönelik kitapları yayımlandı. BUZDAN KALELER’in ikinci baskısı 2010 , 3.baskısı Ocak 2011'de yapıldı.  ADA(deneme) kitabı 2011 Ocak ayında çıktı. Şenol YAZICI’ın GÜNEŞE DOKUNMAK (roman),YAZAR ve ÜTOPYA (deneme)adlı internetten elektronik kitap olarak yayımlanan kitap çalışmaları da bulunuyor. 2011’de maviADA üyelerinin bir bölümünün yer aldığı . kendisinin iki sayıdan sonra yer almayacağın baştan belirttiği Olimpos_Bursa adlı dergiyi tasarladı, kurdu. Yöneticilerine teslim etti. maviADA DERGİSİ: Kültür sanat içerikli tüm ülkeye dağıtımı yapılan, toplumsal gerçekçi sanatı payda alan dergi 2005 te Şenol Yazıcı tarafından kuruldu. Temel ülküsü,  kültür sanat adına planladıklarını aile saydığı üyesiyle yapmaktı. Beş yılda, başta bizzat Cengiz Aytmatov’un katıldığı “Aytmatov Dosyası”, ülkenin ileri gelen çocuk edebiyatçılarının yer aldığı  Çocuk Edebiyatı” , olmak üzere çok sayıda dosya, onlarca büyük etkinlik, söyleşi gerçekleştirdi. Tüyaplara katıldı.  Başta Bursa ve Yalova olmak üzere belediyeler adına programlar düzenledi. Dergi yazarlarının ilk kitaplarının basılmasına aracılık ve yardım etti. ”Okur Yaratma” (http://okuryaratma.sitemynet.com) ve “Genç Sanat” (http://gencsanat.mynet.com)  projelerini üretip söyleşiler yaptı.. Yazarları arasında Cengiz Aytmatov, Zülfü Livaneli, Demirtaş Ceyhun, Can Dündar, Ece Temelkuran, Öner Yağcı… gibi irili ufaklı isimler bulunan ülke genelinden büyük ilgi gören maviADA dergisi,  basılı dergi olarak çıkmaya  ara verdi.  Yayınını  internetten sürdüreceğini duyurdu. OLİMPOS DERGİSİ: “Kurbağadan Fil Yaratmak ” dosyamız, Anadolu’da kültür sanat yapmanın, dergi çıkarmanın zorluklarını, bunun yanında  onurunu da içeriyordu. Osmanlı zamanında sadece saltanatın değil, batıyla ilişkileri yoğun, hatta uzun zaman ilişkisi olan tek kent İstanbul, ekonominin sanayinin, siyasetin, paranın ve de sanatın merkezi olmuş.  Günümüzde kimi alanları başka kentlerle paylaşsa da gücünden pek bir şey yitirmedi, sanatın başkenti hala İstanbul’dur. Bu konuda söyleşi için  her iki deneyimi de İstanbul ve taşra’yı da tam anlamıyla yaşamış / yaşayan Şenol Yazıcı’yı düşündük.  Sanat, edebiyat çalışmalarına, geleneksel olarak İstanbul’dan başlayan, ama şimdi taşrada da yapılabileceğini kanıtlayan, kimse-SİZ ve maviADA dergilerinin genel yayın yönetmeni, on kitabı olan yazar Şenol Yazıcı’yı bulduk. Davet ettiğimiz büromuzda genelde edebiyat, kültür sanat, ülkemiz ve dünya üzerine, özelde dergi gerçeği konusunda söyleştik. Söz sözü açtı. Böylece, aşağıdaki ilgiyle okuyacağınızı düşündüğümüz yazı ortaya çıktı. Olimpos: Adettendir; kimdir ŞENOL YAZICI? Şenol YAZICI:  Peki, geleneğe göre de yanıtlayalım o zaman. Üniversite de edebiyat eğitimi gördüm, edebiyat memurluğu, yani edebiyat öğretmenliği yaptım. Bu arada memur olmadığım bir alanda kitaplar yazdım. Beş kitaptan sonra dergicilik geldi başıma. Şimdi şiirden denemeye, öyküden romana on bir  kitabım var. Son sekiz yılımı,  dergiciliğe ayırdım. OLİMPOS Dergi: Genelde kültür sanat, dergiler ve taşrada sanat yapmak üzerine konuşalım, diye düşündük, ne dersiniz? Şenol YAZICI: Doğru olur.  Ülkemizde Osmanlıdan bugüne kültür ve sanatın tek merkezi oldu, hep: İstanbul. Oradan başlanırdı sanata. Yakın zamana değin, çoğu yazan çizenin dergilerden başlangıç yapması da bir gelenek, dahası zorunluluktu. Dergiler yazarı asıl tüketicisine, eleştirmenine ulaştırır, kendini sınamasını, bir tür notunu almasını sağlar. Başarılı olanlar sürdürür, okurlarını artırır, ardından sanatın başkentine sıçrama yaparlar, ulusal ya da küresel yaygınlığa ulaşırlardı. Yani her dergi bir yazar okuludur,aslında. Biz de kurguyu öyle kurduk. kimse-SİZ ve maviADA dergileri çok yazar yarattı, daha önce hiç yazma deneyimi olmayan, hatta yazmaya çekinenlerin kendine geliştirmelerine, kitaplarını yapmalarına yardımcı olduk.  Okurla yüzleşen, alkış alanın yazma cesareti de artıyor. Kimileri, katıldıkları yarışmalarda ülkenin en büyük ödüllerini aldı. Kitapları çıktı. Şimdi ülkenin birçok yerinde yazıp çiziyorlar. Olimpos Dergi: Yani siz de yazan herkes mi yazar oldu? Şenol YAZICI: Keşke bunu diyebilsem, kimisinin salt gelişkin egosu oldu. Bu yetenek kadar sabır ve çalışma işi de. Kimse başlangıçta en iyisini yapamaz. Varlık dergisinin ya da bir başka derginin eski sayılarına bir göz attığınızda, o günün ünlülerinin yanında, sonradan ünlenecek yazarların, şairlerinin ilk görücüye çıkış fotoğraflarına da denk gelirsiniz. O solmuş sayfalarda şimdi ulaştığı yerde görkemli duran birçok ünlünün alçakgönüllü, heyecanlı nabız atışlarını hissederiz. Kimi isimler yitip gitmişken, kimisi de büyümüştür. Okurla yüzleşmeden yetkinliği ne olursa olsun yayınevlerinden, sanat dünyasından itibar göremezdi. Bu da sanatın kırılmayan gelişim zinciri gibi bir şeydi ve yanlış değildi…O nedenle söylene söylene bir efsaneye dönen, anıtsal dergiler vardır bizde. Serveti Funun, Varlık, Yeni Ufuklar… gibi daha adını sayamadığımız bir çok dergi… İlgili ortamlarda çok adları geçen, ruhani birer derviş tekkesi gibi duran, aydınlar, yazarlar, çizerler tarafından en azından özgeçmişlerinde adları onurla yazılan bu dergiler, oluşan kutlu halenin dışında çoklukla bir tek insanın büyük emeğini, aşkını ve inadını taşırlar. Onlar, üretenin bu dünyasını tüketirken garip bir çelişkiyle öteki dünyasına artılar taşıdığı varsayılan birer ömür törpüsüdür. Anadolu’da bir şey yapmanın ya da olanaksıza özenip başarmanın yani ‘kurbağadan fil yaratmanın’ da mucizevî örnekleridir de…  Bu yaratılışı, sanatsal beklentileri farklı insanları biraz daha yakından anlamak ve tanımak için başlattığınız bu dosya çalışması hem çok anlamlı, hem de başlangıç için yakışır buldum. Kutlarım. Olimpos DERGİ: Teşekkür ederiz.   Genelde sanat, özelde edebiyat sizce nedir? Şenol YAZICI: Toplumsal düşünce ve insan yaratma atölyesi. Bana göre bir toplumda yaşayan insanları yaratan, değerlerle donatan ya da olanı geliştiren, ruh veren iki temel güçten biridir edebiyat… Öteki de analar… Okullar, çevre de eklenebilir, ama temel bunlardır. T.Ç: Analar? İlginç bir yaklaşım ki doğru olabilir. Peki, bu iki güzellik yaratma atölyesi “ başarılı oluyor mu sizce? Şenol YAZICI: Güldürmeyin, bu ortamda nasıl olacak o? Üretime herkesin katıldığı,  fırsatların, kazanımların  emeğe oranlı dağılımının gerçekleştiği bir düzen oluşmadan, edebiyattan da hayır bekleme, sanattan da, insandan da… Yani önce sistemi, ardından insanı reform edeceksin… O düzgün ortamdan sağlıklı etik insanlar çıkacak…  Çocuğu yalnız doğuran, büyüten değil, ona ruh da kazandıran anaların  rolü unutulabilir mi?  İyi edebiyatı, iyi sanatı yaratacak olan  onların yetiştireceği iyi insandır. Var olan çoğu güzelliklerin iyi insanların yaratıcısı anadır, ama kötüleri Hitler’i de doğuran, terbiye eden bir anne vardı .  Bir toplumda  analar iyi yetiştirilmişse o toplumdan korkma.  Anayı da kim yetiştirecek , düzgün ortamlar, sağlıklı etik insanlar ve gene bir ana…  Çocukların ilk öğretmenleri anneleridir, son öğretmenleri de… Onlar iyi edebiyat yapacaklar. Ama şimdi edebiyat sınıfta kaldı, çünkü yaratacak insan ruhu girdapta, büyük bir akıntıda… O zaman anaları iyi eğiteceksin, bu insanları edebiyat ve analar dışında kim uyutabilirdi bu kadar? Hiç bir edebiyat yaşananlar karşısında başarılı olamıyor, olamaz. Olsa olsa onun şakşakçısı, yağdanlığı, alkışçısı olup sermayeyi doğrultur.  Bugün, ortada bir gariplik varsa, bunda 12 Eylül yılgınlığının, sonrasında ortaya çıkan kimlik bunalımının tohumladığı yoz edebiyatın ve insanı yaratan ve ona ruh kazandıran analarımızın büyük sorumluluğu vardır. Bizde böyle de dünya farklı mı? Sorunların bir bölümü dünyanın öte ucundan başlıyor zaten. İnsanın bu denli bozulduğu, çaresiz kaldığı bu ortamda hiç bir edebiyat yaşananlar karşısında başarılı olamıyor, olamaz. Olsa olsa onun dalkavuğu olup kendini kurtarmaya bakar. M. Y.: Bu bizi yeni bir dinin gerekliliğine mi götürür? Şenol YAZICI: Dinle kastettiğiniz küreselleşme altında dünya ticaret tekellerinin dayattığı tektipleştirmeye karşı koyacak ortak, etik insanı yaratacak inanç, ülkü birliği verecek olansa, öyle. Şu gözden kaçırılmamalı. Sistemin ya da partinin ya da ideolojinin ürettiği adı ne olursa olsun kutsal değildir. Kutsal olan insandır ve onun iyi yaşama hakkı. Buna hizmet eden her yol doğrudur. Olimpos Dergi: Bir yönlendiren edebiyat olmalı mı? Toplumcu edebiyat gibi… Şenol YAZICI: Olumluya yönlendiren bir edebiyat gerekir, doğru, ama dayatan edebiyat değil,bu sanatın doğasına aykırı… Bu bir görüş salt, Tanrı kelamı  değil ki.  Realizm gibi, Romantizm gibi, Dadaizm gibi bir bakış açısı… Bu söylem güzel gelmiş bize, belki bir çıkış olarak gözükmüş açmazımıza, ama her şeye yanıt mı? Gorki’nin devlet desteğiyle başlattığı edebiyat komün hükümetinin anlayışının resminden başkasına izin vermiyordu. Gorki edebiyatın devlet memuru ve heykeli olmayı başardı, ama Şolohov’u, ama Solsjenistin’i görmezlikten geldik. Bizde de ithal düzenlerle idare edenler de sözde halktan yana edebiyat yapıyormuş söylemleriyle bir ideolojiyi, Karl Marx’ın siyasi görüşlerini poetik sosla sundular edebiyat adı altında. Marx buna inansaydı, şiir yazardı, roman yazardı. Marksizmi  öğrenmek isteyen gider Das Kapital’i okur. Biz de kendimiz üretemeyince sorunlu halimize uygun geldi bu bakış açısı ve sarıldık, hele 60–80 arası. Kendi gerçeğimizle bağlantısını çok kurmadan, sanattan bir şey katmadan, imge yoksunu, didaktik, siyasi, ekonomik, sınıf mücadelesi içeren sloganlar… çok bir zaman edebiyat oldu bu ülkede. Büyük sorunlar içinde bocalayan kitleler de bir umut diye tuttu, ama ondan gününü aşamayan modeller ürettik, bugüne geldik. Herman HESSE ta o zamanda değiniyordu aynı sorunsala, ama kim aldırış ediyordu bu yanına? Nitekim yetmişli yıllarda sadece devrimci toplumcu edebiyat değil bir de ülkücü toplumcu edebiyat göverdi. Şimdi o iki taraf nerde, aradan kimler sıyrıldı, görülüyor. İslamcı edebiyat yükselişte... Yazarın sadece ideolojinin enerjisine sarınmış, insana dayatan hiçbir düşünce tarzı edebiyat olma olgunluğuna ulaşmamıştır bence. Kişi olarak dilediğinizi düşünebilirsiniz, ama yazar olarak. Evrensel olmanız gerek. Balzac, aristokrat özentisi bir köylü, Goethe kralcı ve aristokrattı, ama yapıtları evrenseldir. Tabi ki sanat insan merkezli olmalıdır, insanı hiçleyen, insana düşman bir sanat doğası gereği olmaz zaten. Çünkü alıcısı odur, tüketicisi de, yaratanı da… Ama o insanı bir düşüncenin kulu yapmak yerine, özgürleştiren bir edebiyat olmalı; sisteme insandan yana muhalif, ütopyalar üreten, çözüm için dayatmayan ama seçenek sunan, toplumsal gerçekçi edebiyatı yeğlerim bu anlamda. T.Ç.: Ülkemizde kültür ve kitaba bakış açısını  nasıl buluyorsunuz? Şenol YAZICI: Sanat altın çağını kuruluş döneminde yaşadı. Atatürk dönemindeki yeni ülkenin doğru yapıtaşlarını oluşturmak ve tek tek yerine yerleştirmek gayreti bir daha olmadı. Ne öyle yönetici geldi, ne öyle bir hava… Sonradan Amerika’dan esen rüzgarlara bağlı olarak kültür ve sanata savaş bile açtık, bir ara. Sanatçıları tutukladık, hatta öldürdük, kaçmaya zorladık. Bugünse ötekilerden kötü değil tavır, istenen değilse de. Benim bir gördüğüm olumlu gelişme, okullarda okumanın gerekliliğine inanıldı. İletişimin hızla geliştiği günümüzde bu gereklilikten çok bir koşuldu aslında. Şimdi yazarla, kitapla ilgili etkinlikler düzenlenebiliyor. Gerçi bugün Bursa’da belli yayınevlerinin dışındaki yazarların okullara girmesi zorlaştı,ama bu ticari tekellerin el altından dayatması. Yani ahlak sorunu. Ya da devreye sokulan bir oyun var, cemaatçi bir yapılaşma bu işte büyük rant gördü ve tekel oluşturuyor. Olimpos: Sanatın Başkenti İstanbul’dur, sözü doğru mu? Taşrada bir şey yapmak bu kadar zor mu? Şenol YAZICI: Yukarda sözünü ettiğimiz ulusal sorunlarımız bunun belirleyicisi. Taşra olanaksızlık demek, o zaman salt sanat değil, her şey zordur. Sanat bizde aristokrat kimliğini, kentli giyneğini,, Cumhuriyetin ilk yıllarında ve 60- 80 arası moda etkiyle bir süre çıkardıysa da kozası gene kentti. Biz de sanatın gelişimin son iki yüzyıla kalması kent yaşamına toplu geçişin de bu yüzyılda hızlanmasındandır daha çok. Bin yıl ya başka uluslarla ya da devletiyle savaşan ya da konargöçer hayvan yetiştiren Anadolu halkının varsıllık, yerleşiklik, bolca zaman ve gelişkin estetik anlayış isteyen sanatı geliştirmesi beklenemezdi. Geliştirse bile o freskleri, vitrayları hangi anıtsal yapıya uygulayacak, şiirlerini, öykülerini hangi seçkin zümrenin beğenisine sunacaktı? Saray şaire bahşişle bakmasaydı Divan Edebiyatı mı olurdu? Camiler çiniye ilgiyle yaklaşmasaydı ne İznik, ne Kütahya olmayacağı gibi… Doğal değil mi bu, sanat gönül işidir, marifet de alkışa tâbi. Neden cami mimarisi bizde gelişti de, yapı yapsatçıya kaldı? Kentli hatta başkentli kaldı sanatımız. Hala İstanbul buluşlu olmayan hiçbir sanat ürünü itibarını bulamaz, ağzıyla kuş tutsa da… Köklü geçmişi olan ve saltanatını sürdüren eski kentlerin yanında sanayi devrimi sonrası oluşan büyük kentler aynı zamanda sermayenin birikim yeri. Bazen o sermayeden  yeni ticari maldan başka şeylere de bir pay düşer; örneğin sanata… Hal böyle olunca sanatın kenti, hem de en zenginini araması doğal değil mi? İstanbul, taşı toprağı altınla hala en zengin kentimiz. Görünen bu gerçek değişmeyecek, en azından bir zaman daha. Ankara çok şey yapmaya çalışıyor, İzmir öyle, ama bakın koca Anadolu kentlerine ses yok… Durmuş oturmuş, paradan ötesi olduğunu gören burjuva sınıfını henüz yaratamadı, Anadolu. Gerçek bu olsa da, Cumhuriyetin farkına varmasak da bize hissettirdiği başka bir yön de var; olanaksızı yaratma gayreti Anadolu’da da olur düşüncesi artık her imkânsız insan da var. Ama nasıl olur? Çatlarsınız, tüm olanaksızlığınızla, bilgi eksiliği ve deneyimsizliğinizle, dört yanınızı kuşatan haset ve çekememezlikle minik bir kurbağasınızdır ve garbın küreselleşen sanat tekellerinin tüm olanaklarıyla demir bir ordu gibi duran fillere özeniyorsunuz. Sizi taşrada sevmez, taşrayı pazar gören, payını tırtıklatmak istemeyen büyük sanat medyası da… Gene de bu olanaksızlıkta bir şeyler yapılıyor, en çok edebiyat. Çünkü edebiyat malzeme ucuzluğu ve moral gücüyle yoksula yakın durur. O düzeyde eğitilmemiş Anadolu halkı Picasso’yu anlamaz, Vivaldi’yi sevmez ama güzel bir şiiri, güzel bir romanı anlar ve sever, hele kendi türküsünü bulursa. Ayrıca herkesin içinde o düşünce de  vardır, biraz daha zorlasam, daha iyisini ben de yapabilirim, hissi. Bu önemli bir paydadır. Olimpos Dergi:  Bu bizim dosyamızı da açıkladı. Ülkenin çok yerinde yaşamışsınız. Ne var ki her kitabınızda olmasa da  öykü ve romanlarınızda Karadeniz, doğa, ahlak belirgin. Yazıyla coğrafya arasında bir bağ var mı? Şenol YAZICI:  Olmaz mı? Ben Karadeniz kökenliyim. Bu didaktik bir kopmazlık, bağdan öte… Nesnel koşullar, somut ve soyut varlığımızın başat belirleyicisidir. Ekvatorda yaşayan kar, kuzey kutbunda yaşayan muz görür mü düşlerinde? Yaşadığınızdan düşlerinizi, yarınınızı, yazdığınızı ve aşkınızı üretirsiniz. O nedenle edebiyatın insan yanı vazgeçilmez yanıdır, diye düşünüyorum. Yazılarımdaki ruh da o, cilalansa, giysi değiştirse de. Boşuna mı diyoruz anaların suçu diye. Hala anamızın öğrettiği türküyü söylüyoruz aslında. T. Ç.: Niçin ve ne zaman yazmaya başladınız? Şenol Yazıcı: Bunun kesin, şundan diyebileceğim bir yanıtını henüz bulamadım. Ama bulduğum bir gerekçe var: Yazınca dünyayla ve olumsuzlarla olan kavgamı, koşullarını kendimin belirlediğim ve kolayına yenilmeyeceğim bir alana çekiyorum. Bundan da edebiyatı bir müdahale aracı olarak gördüğüm ortaya çıkıyor kuşkusuz.  Zaten, yalnız ve yenilen insanın en kadim dostudur, sanat diye düşünmem bundan. Bir şeyler yolunda gitmiyordur ya da gitmemiştir. Hala kanayan bir yaranız, bitirilmeyen bir düşünüz, ütopyanız ya da aşkınız vardır… ya da söylenmemiş sözünüz. Hangisidir nedendir tam bilmem, ama bir rahatsızlık duyumsadığımdan yazdığım kesin. Ya da paylaşma arzusu. Bilirsiniz, mutluluklar paylaştıkça çoğalır, acılarsa paylaşıldıkça azalır. Yazmaya lise yıllarında başladım denilebilir. Sonra da sürekli günlük tuttum. Çok genç yaşta başladığım ilkokul öğretmenliğim sırasında, özellikle yöneticilerin yasalardan aldıkları gücü nasıl keyfi kullandıklarına ilk kez tanık olacak, kitaba uymayan gerçek karşısında duyumsadığım şaşkınlık, gördüğüm, yaşadığım çelişkiler yazma arzumu artıracaktır. Fakülte yıllarımsa ülkenin topluca bir manyaklığa kapıldığımız günlere denk geldi. Büyük küçük komşumuzu, kardeşimizi öldürmeye tutuştuk… Ya kovalıyordunuz ya da kaçıyordunuz. Var olan sıkıntılara bir de can korkusu ve ülke kurtarma kaygısı eklenmişti. Sürekli yazıyordum. Ama kitaplaşmak çok sonraya kaldı. Bizler çocuk yaşından beri büyük bir açlıkla okuyan, kitapla her şeyini oluşturmuş bir kuşağız. Bizi biz yapan çok şeyi, kitaplardan ve filmlerden almışızdır. İyi niyetli olsalar da fakültede olan sürekli okuyan, dünyanın öte ucuna üzülen oğluna kızına önder olacak kaç donanımlı anne baba vardı ki, o zaman. Bu nedenle kitaba da yazana da hala büyük saygım vardır. Bu saygı kitaplaşmada çekingen yaptı beni. Yirmi yaşında kimse “Savaş ve Barış”ı yazamaz, diye düşünürüm. Yaşanmışlık, olgunluk, birikim, anlama ister. Yazdığınız söz gibi değil ki, geri alınamaz.. Olgunlaşmayı bekledim. M. Y.: Sonra dergiler mi gündeme geldi? Şenol Yazıcı: Yazma serüveninde dergilerin gereğine çok inanmadım. Lise yıllarımdan beri kıt olanaklarımla dergileri düzenli takip eden iyi bir okur da olmama karşın, Tolstoy’un devrinde dergi mi vardı, diye düşünürdüm. Şimdiyse dergilerde yer almadan, yani okurla yüzleşmeden kimsenin kitap yapmasını salık vermem. Kazayla düştüğüm dergiciliğe şimdi öylesine inanıyorum. Hem Anadolu aydınlanmasına katkılarına hem de bizzat yazana kattıklarına... Olimpos Dergi: Bu kazayı anlatır mısınız? Şenol Yazıcı: Bursa’ya ilk geldiğim zaman, dergi çıkarmayı planlayan birileri onlara yardım etmemi önerdi. Yazıp çizen, kentte rol sahibi insanlardı. Var olan hem de iyi tanıştıkları ötekilerle neden yapmadıklarını sorgulamam gerekti, ama düşünemedim. İnsan kendinde bir özellik varsaymak istiyor demek ki. Zaten yapabileceğim sınırlıydı. Ben yazardım, arkadaşlardan yazı sağlayabilirdim, belki yönlendirebilirdim, hepsi bu. Başladık. Tanıdık yazarlardan yazılar, üyeler bulmalarını istedim. Sağ olsunlar, kısa sürede gerekeni yaptılar. Yaptılar ya bizim dergi heveslisi arkadaşlar, işin maddi yönünü ve emeğini gördükçe ortadan kayboldular. Sonunda verilmiş sözlerle bir ben kaldım. Bu arada gruba katılan hevesli ama deneysiz insanların da sayısı çoğalmıştı. Yaparız, ederiz diyorlardı.  Karar verdim başladım. Devlet memuru olduğum için, sıkıntı olmasın diye çok istekli bir esnaf arkadaşı sahibi yaptım, Başka birini de yazı işleri müdürü … başladım. Ülke genelindeki bütün arkadaşlarımı da seferber ettim. İki sayıda da belki de ülkede benzer hiçbir derginin ulaşamadığı bir üye sayısına ulaştı Kimse-SİZ dergisi. M. Y.: Ne güzel, hoş bir kazaymış. Şenol YAZICI: Görüntüde öyle… Sonrası öyle olmadı. Dergi bütün üniteleriyle tam bir fabrikaydı aslında. Üyeler ve yazı akışı sadece başlangıçtı. Bu yazıların seçimi, düzeltilmesi, dizgisi, derginin tasarımı, matbaa hizmetleri, bilgisayar çalışmaları, büro işleri, gelecek planlaması, etkinlikler, üyelerle yazarlarla iletişim, yönlendirme, posta, kargo ve tabi üyelerden toplayabildiklerim dışında eksik kalan maddi bölüm… Hepsi benim üstümde kalmıştı. Onurlandıran yanı olduğunda herkes ortadaydı ama çözümde el veren yoktu. Öğretmenlik de yapıyordum bir yandan. Yetişemiyor, uyumadan günler geçiriyordum. Para yeterli olmuyor, yaşamsal gereksinmelerden vazgeçip dergi yapıyordum? Tasarruf olsun diye deneysiz olduğum bilgisayar, tasarım ve dizgi işlerini öğrenip kendim yapmaya çalışıyordum. Kimseye de yaranamıyordum. Bir sinir savaşı ortamında güzellik üretmeye çalışıyordum. Durum değişmeyince, bıraktım. T. Ç.: İlk derginin adı ilginç: Neden KİMSE-SİZ adı? Şenol YAZICI: Kimse-SİZ, daha çok içindeki güce güvenmeyi anlatıyordu. Öyle değil midir, kırk kapı çalarsınız, ama çoğu kez Kimse Biz'iz, Siz'siniz.. İnsanın en sağlam dayanak noktası kendisidir. Kimsesiz başladık, sonra kendimizi oldurarak kimse-BİZ olduk… Olimpos Dergi: Evet, önceki deneyime karşılık kısa süre sonra maviADA’ da bunu başardınız, dergi yazana çizene kimse oldu. Şenol YAZICI: O biraz daha farklı, maviADA hesaplı kitaplı bir aşk çocuğuydu. Artık bildiğim bir alana dönüyordum, bilinçle ve kendi seçimimdi. Kimse-SİZ dergisinden hemen hemen kimse yoktu kattığım, aktif rolde. Bana yardımcı olmaya söz vermiş birkaç daha güvenilir arkadaşım vardı. Kuralları, ilkeleri olan, kendine güvenen, salt amacına kilitli bir dergi. Arkadaşlarımın hepsi olmasa da bir bölümü, büyük ölçüde bu sorumluluklarını yerine getirdiler.  Bu sayede de hedeflenen beş yıl dergi çıktı. Örneklerine göre iyi sayılabilecek başarıyla hem de… Bizimki gibi bir derginin başarısını yayın tekellerinin dergileriyle kıyaslayamazsınız. Salt nitelikli, alışılmış bir dergi yapmadık, dosyalar, etkinlikler, yazarlarımıza kitap ve çalışmalar yaptık, ütopyalar yaratıp onları yaşama geçirdik. Dergi,  dönemin son sayısına kadar çizgisini hiç düşürmeden, her sayıda yeni bir adım atarak sözünü tamamladı. Olimpos Bursa: Peki, neden bitti o zaman mavi ADA? Şenol YAZICI: Doğası böyle. Yaratılan her şey ölümlü değil midir? Ne var ki ara vermeyi  bitişten daha çok nadasa çekilme görüyorum. Ayrıca hiçbir dergi bitmez, yazarıyla, filizleriyle,örneğin siz filizsiniz, yaşamını sürdürür. maviADA’yı tasarlarken durgun bir yapı olmayacak, imece, katılımlı bir görünüş sergileyecek ve sadece emek verenin damgasını taşıyacak, ama ilkeli olacak diye düşünmüştüm. İşe yaradı. Durmadan yeni insanlar katıyor, yeni cepheler açıyor ve hepsinden de başarıyla çıkıyorduk. Düşünebiliyor musunuz, birinci sayıda “edebiyatımız ve küreselleşmenin neresindeyiz”, ikinci sayımızda ülkenin hemen hemen kabul edilir tüm çocuk edebiyatçılarının katıldığı “çocuk edebiyatı sokağı” dosyası, üçüncü sayıda Rus ve Kırgız yazarların ve bizzat Aytmatov’un katıldığı "Cengiz Aytmatov" dosyasını yapabildik. Taşrada bir dergi için kolay değil bunlar. Başlangıçta yerelden yazarlarla çalışmayı düşünürken, Demirtaş Ceyhun, Cengiz Aytmatov, Can Dündar, Zülfü Livaneli… gibi irili ufaklı isimlerle çalışmaya çalışmaya başladık. En son bir başka kentin belediyesinin kültür sanat etkinliklerini yapar buldum kendimi, hem de hiçbir karşılıksız. Tüyaplara gidiyor, ülkenin dört yanında “Okur Yaratma” projesini hayata geçiriyordum. Üyelerime kitap yapıyor, onların basımına kadar her şeyleriyle ilgileniyordum. Bazen birileri yardımcı rolleri alsa da yaptıklarımın her biri bir ekip işiydi. Bilen anlayan, şovunu da işçiliğini de yapacak bir ekip işi… Ticari bir yanı olmayan bir dergiydik, birkaç arkadaşımın ve benim katkılarımla dönüyordu. Yükü sırtlamış inatla götürmeye çalışıyordum. Büyüdükçe denetimsizleşiyorduk, yeni insanları katma gayretimiz hızla sürüyor, katılanlar da doğal olarak beklentileriyle geliyordu. Bunları karşılamak gerekliydi ki başkalarını da bulabilelim, yeni ufuklar yaratalım. Kattıklarımızın kimisi, ne maviADA’dan haberliydi, ne de ilkelerinden, hatta bazıları sanattan... Ama kişi istekli, çevresinde popüler, dergiye yol açabiliyor. Nitekim en büyük eylemlerimizi bu tip insanların girişimci, hırslı yanlarından yararlanarak yaptım, ama çok yordular. O kadar yayılıp o denli ince eleme yapamazdınız. Bazen uyandığımızda pek de seçimimiz olmayan bir yerde oluyorduk… Kirlendiğimizi düşünmeye başlamıştım. Yeni adımlar atılmasa başarısızlık kaçınılmazdı. Edebiyatın jandarması ben değildim, ama kendi yaptığımın denetimini başkasına vermezdim, ayrıca dergilerin iyiyi sunmak gibi bir misyonu olmalıydı. O zaman doğru yerde bırakmayı bilmek gerekliydi. T. Ç.: Bundan şu anlam çıkıyor, aslında her şey yolundaydı. Ama ekip kurulamayınca bıraktınız öyle mi? Şenol YAZICI: Öncelikle her derginin, hatta insanın gerçeği kendine göredir. Başlarken dergiyi bir yıllık, beş yıllık ve kalıcı olmak üzere üç aşamalı planlamıştım. Bu tip imece dergiler için öyle bir planlamanın gerekliliğine de inanıyorum. Bir yılda kendinizi görürsünüz, yapabilme yeteneğinizi keşfedersiniz. Beş yıl dayanan bir dergi ise başarmış bir dergidir, çünkü büyük bir emekle ve özveriyle o güne gelinmiştir, yaşamayı başarmıştır. Daha ötesi için karar o zaman verilir. Bir yılı kimse-SİZ dergisiyle, beş yılı da maviADAyla. Üçüncü aşamaya geçmenin zamanı, tüm koşulları var. Ne var ki, sizlerin de tanık olduğunuz gibi daha ötesine daha profesyonel bir düzenek, kuşkusuz para olmadan gidilemez diye düşünüyorum. İmece dergilerde ekip diye bir şey yok. Sürekli değişen insanlarla nereye kadar… İnsanlara bir şey vaat etmezseniz neden sizin takımınızın bir parçası olsunlar ki?  Kendi önceliklerini kullanıyorlar ve sizin planlamanızı da bundan zarar görüyor. O zaman o ekibi profesyonel kurmanız gerekli. Daha öteye ancak öyle gidilir. Ya da salt yazınsal gösteri de bulunmakla yetinen bir dergi olarak gidilir, ama o beni doyurmuyor artık. Ben okul ve örnek olan bir dergi peşindeydim. Bugüne kadar yapabildim, çünkü direndim. Ama daha ötesi, ancak o ekibin yerini tutacak bir kaynak bulmakla mümkün. Yoksa  tıkanacaktı akış. Bunu görünce, erteledim, yeni bir bahara kadar. M. Y.: Vefası, hatırı olmayan bir alan galiba sanat alanı. Bu süreçte sözünde ve yardımında tutarlı kimse olmadı mı? Şenol YAZICI: Olmaz mı? Mevsimlik olarak çok insan var sözlerini tutan, emeği geçen.  Sadece yazar, üye, okur… bile olanın o dergiye önemli bir katkısı olduğunu söylemeye gerek yok. Söz verip tutmayanlara kızsam da kınayamam. Çoğu dergi gerçeğini bilmeden, salt hareket var diye geldi, anlamadan gitti. Örneğin sizinle hala dostuz, çünkü sizi anlıyorum, dergi , yazar insan beklentisini iyi biliyorum da ondan, ama içten olmak gerekirse dergi sizden hiçbir şey alamadı, aksine dergiyi yordunuz, çünkü siz edebiyatla, dergiye çok yabancısınız, ümit ediyorum bundan sonra olacak. Peki ben neden size yardım ediyorum, yanıt basit: Bu dergilerin ‘Anadolu Aydınlanması’na, yazma heveslisine katkılarını biliyorum artık, ondan. Ayrıca bu işi böyle düşünmek değerlendirmek doğru da olmaz. Neden derseniz, dergiler bir çıkar birlikteliğidir aslında, nasıl denirse densin. Kişi yazısıyla, şiiriyle bir yere ulaşacağını düşünür ve bir dergi kanalıyla okurla yüzleşmeye çalışır. Umduğunu aldıkça dergiye de sözüne de sadık kalır, umutsuzluğa kapılırsa ya da başka bir yerde bulacağını düşünürse,  doğal olarak ona yönelecektir. Çünkü maddi manevi emek istiyor dergi. Ama taşrada olmaz değil, oluru kanıtlayan çok örnek var. Bizler, şimdi de sizler… Onlarca dergi var ülkede böyle…Sizler de bu denli hevesle zamanla edebiyatı da, sanatı da, dergiyi de öğrenecek, içselleştirecek ve savunacaksınız. O zaman olacak…Tabi pes etmezseniz. Olimpos Bursa: Gerek bu söyleşi, gerekse bize, dergimizin yapılanmasına katkılarınız için teşekkür ediyoruz. Şenol YAZICI: Ben teşekkür ederim. Derginize ve size başarılar diliyorum.  Yolunuz açık, ömrünüz uzun olsun. 14 Aralık 2010, 13:32 ◊◊◊ *Şenol YAZICI'YLA Anadolu, Sanat ve Hayat Üzerine: Olimpos_Bursa 1. sayı Ocak 2011

  • "Gül Bahçesinde Bahçıvan Olmak"

    Güncelleme tarihi: 5 Kasım 2022 "Bir Okur Yaratmak" / 2 Nisan 2010 Nuri Erbak Lisesi Etkinliği "GÜLBAHÇESİNDE BAHÇIVAN OLMAK" "Bir Okur Yaratmak"Etkinliği Bursa Nuri Erbak Lisesi - 2, 3 Nisan 2010 * Nuri Erbak Lisesi Bursa'da bir okul. Su ve dağ şehri Bursa'da Uludağ'ın eteğinde, Teleferik'in orda hemen, güne bakan bir okul vardır, anlı şanlı ve zengin velileriyle isim yapmayı becermiş okulların yanında adı duyulmayan, ama ayçiçekleri gibi hep güne uzayan öğrencileriyle, bilginin ve aydınlığın kutsal özünü közdeki ateş gibi saklayan bir lise: Nuri Erbak Lisesi ve İki uzun gün... Herbiri üçer saatten altı saat ardarda konuşmak, anlatmak, savunmak, olanı pekiştirmek, varsa yanlışı yıkmak, doğruyu oluşturmaya çalışmak... Çok zamandır böyle yorulmamıştım. Ama yorgunluğumu da sevdim, sizi de...En çok sizi, aydınlığa aydınlığa büyüyen ayçiçeklerini... Siz ışığın güzel çocukları, bu son değil. Yolumuz çok uzun, gene görüşeceğiz, hem de daha iyilerde... O zaman, söz nerde kalmıştı, diye sormayın sakın: İŞTE YAZININ İLAHİ SIRRI... *Kitaplarımı dikkatle okuduğunuz, beni her iki etkinlikte de üçer saat sabırla dinleme sıkıntısına katlandığınız, ardından çok büyük önem taşıyan içten değerlendirmelerinizi yaptığınız sayfaya aktardığınız için hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Bazen insan yaptığını seviyor, bu kez sayenizde oldu. Bu güzelliğe emek veren, tanışmamızı sağlayan öğretmeninize de ayrıca teşekkür borcum... GÖZÜNÜZE, AKLINIZA, ELİNİZE SAĞLIK!.. Yarınızız bugünden daha güzel olsun * Senol Yazıcı FACEBOOK, ŞENOL YAZICI OKURLARINDA 3 NİSAN,2010 "Bir Okur Yaratmak" Etkinliği * Facebokta yer alan İZLEYİCİ ve OKUR DEĞERLENDİRMELERi: * Değerlendirmeler facebook sayfasından kopyalanarak olduğu gibi alınmıştır. Özgünlüğü kaybolmasın diye de imla ve yazım biçimine dokunulmamıştır. Öznur Yazıcı süper bir gündü yorulduğumu bile hissetmemişim soru sormaktan ... 2 Nisan 2010, 10:50 Melih Aydoğdu Gerçekten çok iyi yazar ve konuşmacıı 3.5 saat boyuncaa hiç sıkılmadan dinledim....2 Nisan 2010 Mikdat Yıldız Picasso'nun GUERNiCAsı nasıl ki, üstüne kitaplar yazılan ama hala anlatılamayan savaş gerçeğinin tablosudur, kısa süre önce rastlantıyla okuduğum AŞKARAYAN da insanın sevgi ve ÖTEKİ cinse olan ihtiyacının bir fotoğrafı. SES, BENİM KİMSEM OLSANA ve AŞKARAYAN adlı üç uzun öyküyle sevgiyi, aşkı derinliğine irdeleyen AŞKARAYAN adlı kitap, "Hiç Kimse, Kimsesiz Yaşayamaz" savunmasındadır aynı zamanda. Bu evrensel yönüyle ağır, yalnızlık bir tanrıya yakışır deyişini zevkle okunur bir metne döken kitabı yüreği kurumamış herkesin tekrar tekrar okuyacağına inanıyorum. Mikdat Yıldız,25 MART 2010, FACEBOOK, ŞENOL YAZICI OKURLARINDA Ezgi Güler AŞKARAYAN ROMANINDA BENİ EN ÇOK ETKİLEYEN 'KÖSE' adlı karakterdi. Bir insanın yaşaması gereken herşeyi yaşamış ve hayatın bütün gerçek yüzüne rağmen gülmeyi eksik etmemiştir yüzünden okunması gereken bir romann.Aşkı kelimelere aktarımını çok beğendim şenol yazıcının gerçekte olmasada romanda aşkı yaşamak muhteşemdi teşekkürler.............. 25 Mart 2010, 19:56 · Rabia Nur Akdeniz arkadaşlarımın köse adlı karakter ile ilgili düşüncelerine katılıyorm gerçekten insanı çok ekileyen bir karakter.beni Aşk arayan kitabında etikleyen diğer bir karakter ise gülbeyaz onun hayata bakış açısıda çok farklı yazar herşeyden çabuk etkilenmeye meğilli bir genç kızdan bahsedilmiş o hikayeyi okurken ayrı tat aldm bunun için yazarımıza çok teşekkür ederim. 25 Mart 2010, 22:03 · Fadime Yıldırım Karoğlu Her biri roman tadında, üç uzun öyküden oluşan AŞK ARAYAN'ı okurken kendinizden de çok şey bulacağınızı umuyorum. AŞK'ın, kimi gidebilmek olduğunu, kimi sadece bir ses, bir nefes olduğunu, kimi de özlemek olduğunu... Kısaca aşkın bütün halleri olmasa da çoğu hallerini çok naif bir incelikle anlatan AŞKARAYAN tekrar tekrar okunası bir kitap Çünkü ben her seferinde ayrı bir güzellik keşfederek okudum. 30 Mart 2010, 23:15 Seda Bilmiş AŞKARAYAN ROMANında beni etkileyende 'SES' başlıklı hikayeydi .. Köse adlı karakterin yaşamındaki yalnızlık insanlara duymuş olduğu özlem elinde olmadan bulunduğu durum insanların ona karşı olan etkileri.. kısacası köse karakterini Şenol YAZICI tam olarak böyle bir karekterin iç dünyasını okuyucuya sunmuş. Aynı zamanda bir diğer hikaye 'Benim Kimsem OLsana ' adlı hikayeyi açıkçası pek beğenmedim bence çok siyasi bir hikaye olmuş bu benim görüşüm tabiki .. . Bunun yanı sıra bir diğer hikaye 'Aşkarayan' bu hikayeyi ise oldukça sıradan buldum yazar daha da yaratıcı olabilirdi diye düşünüyorum.Ama kitap gerçekten bir solukta okuyabiliceğinz bir kitap olmuş Şenol YAZICI ve bu kitaplarla bizim buluşmamıza yardımcı olan Yusuf YAĞDIRAN hocamıza ayrıca teşekkürlerimi sunmak isterim 31 Mart 2010, 18:38 Seren Selçuk Ben 'AŞKARAYAN' kitabında en çok 'Ses' adlı hikayeyi çok beğendim.. hiyakede ki Köse'nin yalnızlığıyla boğuşması o yalnızlık içinde annesini mezardan çıkarıp kemikleri dahi olsada onu eve getirip baş ucuna koyması beni çok etkiledi.. Evine gelen o bayana öyle yardım etmesi onu saf ve temiz sevgiyle sevmeside gerçek aşkı bize sunuyor.. 2. olarak 'Benim Kimsem Olsana' hikayesine gelirsek.. bu hikayeyi de beğendim.. sadece biraz siyasi içerikli buldum ama burdada gerçek aşkı bize en güzel yönüyle sunmuş.. 3. olarak 'Aşk Arayan' hikayesine gelirsek.. bu hikayeyi de diğerleri gibi büyük bi beğeniyle okudum.. Aşkı bu 3 hikaye de de çok güzel anlatmış.. Kitabı tüm anlamıyla çok beğendim ve çok sürükleyici buldum.. 31 Mart 2010, 19:11 · Ayşe Sönmez "Aşkarayan" kitabı gerçekten bizlere üç farklı aşk hikayesini sunmakta.. Birinci olarak 'Ses'.. kösenin yalnızlığı,annesini kaybettikten sonra evine gelen bir kadının yaşamına kattığı farklılık ve ardından gelen ihanet gerçekten insana kitabı elinden bıraktırmıyor..İkinci olarak "Benim Kimsem Olsana".. Siyasi konulara girilse de yine çok güzel işlenmiş bir aşk öyküsü karşılıyor bizi.Okurken acaba şimdi ne olucak diye heyecanla okumaya devam ettiğim biri öykü..Ve son olarak "Aşkarayan".. Kitaba ismini veren bu öykü de Gülbeyaz adlı karakterin içinde yaşadığı çeşitli fırtınalar anlatılmış.Hikayeyi okurken sıradan olduğunu düşündüğüm anda hikayenin sonu beni bu fikrimden vazgeçirdi.Tabi burda yazarımızın hikaye yazma konusundaki yeteneği gözden kaçırılamaz..Bütün hikayelerini beğeniyle okumuş olduğum kitabın yazarı Şenol YAZICI ya ve bizi bu kitabı okumaya yönlendiren ayrıca bize Şenol YAZICIYLA yüz yüze konuşma fırsatı sağlayan Yusuf YAĞDIRAN hocamıza sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum...1 Nisan 2010, 10:12 · Büşra Sarış "AŞKARAYAN" adlı kitapta beni en çok etkileyen "KÖSE" karakteri oldu."SES" adlı hikayenin konusu ve anlatılış biçimi çok güzeldi.. KÖSE'nin herkes tarafından dışlanması, yalnızlığı,aile kurması,aldatılması ve yalnızlığına geri dönmesi..."BENİM KİMSEM OLSANA" adlı hikayenin konusu güzeldi. Fakat siyasi konulara girildiği için biraz sıkıcı buldum.Kitaba ismini veren "AŞKARAYAN" hikayesinin konusu ve "GÜLBEYAZ" karakteri çok güzeldi. 1 Nisan 2010, 22:51 · Seda Doğan Ben en çok AŞKARAYAN'da BENİM KİMSEM OLSANA hikayesini beğendim Çünkü gerçek aşkı hiç bir şey bu kadar iyi anlatamaz gerçek aşk ne yaşarsan yaşa bitmez zaten bitseydi adı aşk olmazdı HEEEEE Bu arada Su karakterini de mükemmel yazmış 2 Nisan 2010, 01:58 · Beyza Kara "ASKARAYAN" adli kitapta ben tum hikayelerden ayri bir tat aldim. 'SES' isimli oykude duygusallik ve yalnizlik gibi duygular agir basti ve huzunle,merakla,keyifle okudum.."BENIM KIMSEM OLSANA" adli oykuyu zaten kitabi ilk aldigimda ismindeki guzellikten dolayi cok merak etmistim bu oyku tamamiyle "ask'i" anlatiyor.en cok bu iki oykuyu begendim fakat son oykude gayet guzeldi.Ilk defa okudugum kitabi tum ayrintilariyla anlama sansina sahip oldum. okudugum oykulerle ilgili olarak kafamda kalan soru isaretlerini sevgili hocamiz YUSUF YAGDIRAN sayesinde bize bu begenerek okudugumuz kitabin yazariyla birebir konusturup kafamizda olusan bu soru isaretlerinin gitmesi icin okulumuza degerli yazar "SENOL YAZICI'yi" getirdigi icin ve bize bu soru isaretlerinin tamamiyle gitmesinde yardimci oldugu icin . hem sevgili senol yazici'ya hemde sevgili hocamiz yusuf yagdirana cok tesekkurler. 5 Nisan 2010, 00:55 · CemreTuqba AdaLı Benim begenerek okudugum kitap ASKARAYANDI. bu kitapta ses adlı hikayesini cok begendim. bu kitapta beni en cok etkileyen karakter kösedir.bu karakter gecmişte yalnızlıga alışmış o yanlızlıkla kendisini avutmuş günlerini boş şeylerle geçiren bir insandır.. BENİM KİMSEM OLSANA' yıda Begenerek okudum ama en cok dikkatimi ceken ASKARAYAN oldu. SENOL YAZICI 'ya böle bi kitap hazırladıgı için cok teşekkür edrim. bu öyküleri tekrar tekrar okuyabilirim o kadar çok begendim yani biricik edebiyat hocamz olan YUSUF YAGDIRAN'a da böle bi yzarla bizi tanıştırdıgı için cok tesekkür edrim... 8 Nisan 2010, 18:42 · Oğuzhan Aydın Benim kimsem olsana öyküsünde anlatılan aşk en sade ve en gercekci şekilde anlatılmıs bir aşkın gel gitlere ragmen temizliği şeffağlığı ortaya koyulmuş.Eğer aşk tutkulu bir aşksa herşeye rağmen sevdiği insanı bulur. Ses öyküsünde ise Köse karakteri yalnızlıga mahkum edilmiş bir insan kendi hayatıyla baş etmeye çalışan ayaklarının üzerinde duran bir karakter karşısına çıkan kadına sımsıkı bağlanan samimi duygular besleyen ve onu kaybetmekten korkan bir adam ne olursa olsun kadınını korumaya çalışan ve onu sahiplenen köse ihanete uğrayışı sonucunda çok sevdiği için kıskanclıgından sahiplendiği kadınını vurabilecek kadar cesaretli bir karakter.9 Nisan 2010, 18:58 Tuncay Çoruh öncelikle bize böyle bir projede buluşturan yusuf hocamıza teşekkür ediyorum AŞKARAYAN kitabına ben tersten başladım önce aşkarayan öyküsünü okudum ve çok etkilendim .Gülbeyazın içinde bulunduğu durum aklındaki gelgitler bni etkiledi. gerçekten çok etkileyici bir hikayeydi.Ses adlı hikayesi diğer arkadaşlarımın çok beğenmiş etkilenmiş olmasına rağmen benim için normal bir hikayeydi .ama köse karakteride bni derinden etkiledi.Bu kitabı okurken hiç sıkılmadım gerçekten çok güzel bir kitaptı. TUNCAY ÇORUH 13 Nisan 2010, 19:59 Elif Başak AŞK ARAYAN kitabınızı ben bütünüyle çok beğendim özellikle BENİM KİMSEM OLSANA öyküsü beni gerçekten çok etkiledi aşkın yıllar sonra bile unutulmaması gerçekten cok etkileyiciydi özellikle de YILDIZ karakteri beni çok etkıledı gerçekten YUSUF hocaya böyle bir çalışma yaptığı ve biz okurları sizinle bir araya getirdiği için teşekkür ederim ve tabi sizede. 18 Nisan 2010, 20:21 · Taştan Çıralar Şenol YAZICI'nın BAĞBOZUMU, AŞKARAYAN, EFSANE ve BUZDAN KALELER kitapları üzerine Nuri Erbak Lisesinde son derece verimli ve güzel geçen bir etkinlik düzenlendi. Yusuf YAĞDIRAN tarafından yönetilen etkinlikte amaçlanan genç okurlara okumanın yararlarını anlatmak, onlara okumanın kazanımlarını edebiyatın penceresinden gördürmekti. Eylemi pekiştiren amacın yanısıra her yazarın vazgeçilmezi olan OKURU bizzat kendisinin yaratmasının gereğine olan inançtı. Keyifle bizlerin de katılıp üç saat yorulmadan dinlediğimiz etkinlikte nedense gözlerim yazarın deneme kitabı olan SEVGİLİ YAZ ANNEM'i ve ADA'yı aradı. YAZICI o kitapta sadece dili bir canbaz gibi maharetle ve iyi kullanmakla kalmıyor, sevgiye sevdalı olduğunu da ortaya koyuyor. Yazarı olduran her adımı gördüğüm SEVGİLİ YAZ ANNEM yakından tanıdığım YAZICInın yazınsal özgeçmişi gibi. İnsanla ürettiği arasındaki sıkı ilişkiyi de ortaya koyuyor. Baskısı tükenmiş olan bu kitaptan olsa gençlere çok yararlı olacağına gönülden inandığım bu kitabı sadece yazmaya yeni başlayanların değil herkesin keyifle okuycağına çok eminim. - Taştan Çıralar, 2 Nisan 2010, 18:01 FACEBOOK, ŞENOL YAZICI OKURLARINDA Melih Duran: BAĞBOZUMU; Bir Kitap da Bir Ülke BİR asır... BAĞBOZUMU'nu ilk okuduğumda şiirsel, destansı anlatımından, eşsiz doğa betimlerinden o kadar etkilenmiştim ki içine yerleştirilen anakurguyu, şifreleri anlayamamış, yeniden okumuştum. Ancak o zaman önümde açılan ülkenin büyük panoramasını içim hüzün dolarak günlerce seyretmiştim. Günümüzde kitap raflarını süsleyen çoksatanların çok azı bir yıl sonraya kalıyor. BAĞBOZUMu onlardan değil. Kitap severim diyen herkese öneririm. Belki okuduktan sonra bir şeye üzülebilirsiniz, neden yazar 228 sayfayla yetinmiş, bin sayfa yazmamış diye... O zaman Şenol YAZICI'dan devamını beklemek hakkımız. Ezgi Güler BAĞBOZUMU'nu okumaya başladığımda ilk sayfaları hiç bitmicek bir roman gibi geldi ancak belli bir yere gelince yani yolun yokuşunu çıkınca inişi epey kolay oldu BAĞBOZUMU nu yazan ŞENOL YAZICIYA ve bize öneren sevgili edebiyat öğretmenimiz YUSUF YAĞDIRAN'A TEŞEKKÜR EDİYORUM ........... 25 Mart 2010, 19:47 · Merve Gözübüyük Bende BAĞBOZUMU'nu ilk okuduğumda hıc bıtmıcek gıbı gelmıstı.Ama Yusuf hoca sayesınde edebı turlerın bır yokusu oldugunu ve bu yokusu gecınce kıtabın daha zevk verdıgını ögrendm.Bu kitap gercekten cok etkıleyıcı bı kıtap cok beğendım. Zaman kavramı yanı olayın zamanı anca bır kıtapta bukadar guzel anlatılır.ŞENOL YAZICI'yı tebrik ederim bukadar güzel kitaplar yazdığı için Yusuf YAĞDIRAN'a da bizim böyle kitaplar okumamıza vesile olduğu için ayrıca teşekkür ederim ... 26 Mart 2010, 22:15 · Ayça Altuncu Bağbozumu ilk sayfalarda beni çok etkiledi Yusuf'un kızının kötü bir şekilde ölmesi!!! Sonraki devamında biraz zorlandım ama yokuşu çıkınca kitabı okumak çok zevkli geldi bir annenin bir babanın çocuğunu okutmak için verdiği çaba Yusuf'un ve karısının ölmesi beni çok etkiledi...Bence BAĞBOZUMU'nda gerçekler hayat çok iyi anlatılmış ŞENOL YAZICI'yı tebrik ediyorum YUSUF YAĞDIRAN'a teşekkür ediyorum... 27 Mart 2010, 19:41 · Beğen Elif Kübra Elma BAĞBOZUMU... Kitabın konusunu öğrendiğimde beğeneceğimi ummuştum.Fakat kitaba başladığımda kitaptaki zaman ve olay örgüsünü çözememiş olmam beğeneceğim umudumu azaltmıştı .Kitaba devam ettikçe kitabın olay bayırını çıktıkça daha istekle okumaya başladım.Evet!! kitabı okurken zorluk çektiğimi söyledim ama hiç birşeye ön yargıyla bakmamak gerektiğini okuduktan sonra anladım.Kitaptaki cümleler biribirini çok güzel tamamlamış.Kitapta bilmediğim anlayamadığım kelimeleri ŞENOL YAZICI sayesinde bilgi sahibi oldum. Kitapta en çok etkilendiğim konulardan birisi bir kızın istediği kişiyle evlendirilmeyip, babasının zoruyla başka bir kişiyle evlendirilmesi ve sonuçunda da kızın kendi hayatına son vermesi oldu. İkinci olarak beni etkileyen konu bir annenin çoçuğunu okutabilmesi için katlandığı zorluklar oldu.Bu kitap sayesinde ;aşk,hüzün,ilim ve hayat konularını hissetmek beni sevindirdi.ŞENOL YAZICIYA TEŞEKKÜRLER...1 Nisan 2010, 22:46 Diler Çalışkan Gerçek hayatların gerçek öyküsünü anca böle güzel bir şekilde anlatılabilirdi. Kitabı okumaya başladığımda bitiremeyeceğimden korkmuştum. Çünkü kitabın başlarında olaylar fazla karışık gelmişti ve zamanları ilk başta anlamakta biraz zorlanmıştım. Ama devam ettikçe elimden düşmeyen bir kitap oldu. Beni en çok etkileyense bir dedenin torunu için yine o dağlara çıkması ve para bulması, bir annenin sırf çocuğu okusun diye dilencilik yapması ve kızın sevdiğine varamadığı için kendini öldürmesi olmuştu. Acılar zorluklar, bunların arasındaki hayatlar ve aşk o kadar güzel anlatılmış ki .. Şenol YAZICI'ya teşekkürler.. !! 3 Nisan 2010, 10:20 · Serap Geçici Kitabı ilk okumaya başladığımda dili ağır geldi okuyabilimiyim diye tereddüt ettim ama belli bi sayfasına gelince kitabın aslında anlatmaya çalıştığı olayları en iyi bu şekilde anlatabileceğini düşündüm.Tasvirler ve zaman atlamaları çok iyi şekilde kul...Daha Fazlasını Gör 11 Nisan 2010, 23:51 · Bayram Seymen Bağbozumu kitabında betimlemeler ve anlatım ağırdı. Kitabın ilk başı ve Gökçenin Hülya ile konuşmalarının anlatıldığı bölümler çok sıkıcıydı. Fakat Hacer ve Yusufun Gökçeyi okutmak için yaptığı fedakarlıkların anlatıldığı bölümleri sıkılmadan okudum. Yusuf hocaya bu kitabı okuma fırsatı verdiği için teşekkür ediyor Şenol Yazıcı'yı tebrik ediyorum. 16 Nisan 2010, 12:13 Mikdat Yıldız:(yazar) BİR YIKIMIN DESTANI: BAĞBOZUMU Anadolu, zamanın kadim ellerinde binlerce yılda binbir ırka binbir kültüre saldığı kökleriyle dokunmaya kıyılamaz görkemli eşsiz bir BAĞa dönüşmüştü. Bundan rahatsız olan emperyalistler yerli işbirlikçilerini de yanlarına alıp 19.Yüzyılın ikinci yarısında yani 93 Harbinde bu büyük HUZURA saldırırıp bu görkemli bağı bozarlar, talan ederler. Şenol YAZICI'nın BAĞBOZUMU kitabı tam bu dönemde başlarve günümüze dek uzayan süreci insan kesitini öne alarak tadına doyulmaz bir dille anlatır. Bu kitapta BAĞBOZUMu imgesi olumlu anlamının tersi YIKIM anlamına kullanılır. Kemalizmin ve Kurtuluş Savaşının onarıcı elinin yeniden dirilttiği dönemi saymazsak yüz yıl boyunca sürer bu kargaşa ve talan.... O görkemli üzüm bağı bazen dış güçlerce, bazen basiretsiz yönetimlerin yanlışlarıyla bir yangın yerine döner. An gelir temel sorunlarına bile çözüm bulamayan koca ulus, birbirini sokaklarda boğazlamaya başlayacaktır. Eline sağlık Şenol YAZICI, okunmaya değecek çok kitap olmayan bu ortam da keyifle okuduğum ender kitaplardan oldu BAĞBOZUMu. 25 Mart 2010 Ece Bedeliza BAĞBOZUMU: Kimi Kitapları Neden Ben Yazmadım Diye Üzülürsünüz. Kitapların bu güzelliği var. Montaigne'nin 500 yıl önceki sıradan kişisel notları günümüz insanının evrensel paylaşımı olabiliyor. Çünkü İNSANsa malzemen ve iyi işliyorsan her çağda ve dünyanın her yerinde değişmiyor onun gerçeği. Şenol Yazıcı'nın BAĞBOZUMU romanının fonunda KARADENİZin son yüzyılı var görünse de o tüm ülkenin, hatta tüm rüzgarlara açık insanımızla dünyanın paydası. Bir Karadenizli olarak, neden ben yazmadım, Sümela'yı, Zigana'yı, morayı, zibilankeyi, Polathane kıyısından vurulmuş bir balina gibi batan günü ... diye biraz imrensem de en çok gurur duydum. Sağ ol Şenol Yazıcı, bizi bize göstermek için bu kadar emek verdiğinden dolayı çok sağ ol. 25 Mart 2010 FACEBOOK, ŞENOL YAZICI OKURLARINDA DERLEME: Şenol YAZICI

  • Zaman Kalbur İçinde

    Hani kokular vardır, alır insanı, yitip gitmiş zaman dilimlerine taşır. Alır götürür yüreğini, yaşamın gizli kuytularına. Hani bir de yaş ilerlemiş, ilk gençlik yılları burnunda tüter olmuşken; zaman kalbur olmuş eleyip dururken; Tak taka tak, tak taka tak… Oturduğumuz apartmanın alt katında açılan bir halı atölyesine götürüyor bu kez kokladığım soluk çınar yaprakları beni. Liseyi yeni bitirmiş, üniversite sınavlarında istediğim başarıyı sağlayamamıştım. Seneye tekrar sınava girmeyi planlıyordum. Öyleydi ya, huzursuz ve boşluktaydım. Bir çay içip sohbet etmek için arada gittiğim halı atölyesine, arkadaşım Neşe’nin sıcak ilgisi mi, yoksa ustabaşı olarak çalıştığı atölyenin garip, gizemli atmosferi midir bilmiyorum, sık sık uğrar olmuştum. Bu zevkli ama bir o kadar da eziyetli işin nasıl yapıldığını merakla seyrederdim. Metresinde binlerce ilmek olan, incecik ipek ipliklerle dokunan halıların hiç de akıllıca bir iş olmadığını, iğneyle kuyu kazmanın bu demek olduğunu da düşünmüyor değildim. Tak taka, tak tak… Tak taka tak tak… Kirkit sesleriyle konuşmalarımız bölünür, sonra aynı şevkle devam ederdik. En çok halıların her iki üç sırada bir kırkımı zevkli gelirdi bana. “ - Neşe! Ben de yapabilir miyim ne dersin? ” diye sormuştum bir gün. “ - Neden olmasın ki? Pek ala parmakların sağlıklı. Yalnız bir iki hafta bir zorluğu olacak, işaret parmağının nasırlaşması gerek. Hatta para bile kazanabilirsin, yaptığın sıraya göre ücret ödenir. Akıllı kızsın, usta bile olabilirsin. Desen kurar, ilmikleri çıraklar yardımıyla birlikte doldurursunuz,” demişti. Para kazanma fikri de hiç fena değildi. O güne kadar hep babamdan harçlık alırken, şimdi emeğimle para kazanacaktım. İstediğimde hiç kaygılanmadan kendime, anne babama, arkadaşlarıma hediyeler alabilecektim. Güzel değil miydi? Uçan halının simli kabartmalarında buluvermiştim kendimi. Parmaklarım nasır tutmuş, biraz estetiği bozulmuştu, ama o kadar önemli değildi. Parasız, okumayan bir kızın estetiği olsa ne olacaktı ki? Her geçen gün biraz daha büyüttüğüm halının desenlerine bakarak kendi kendimle övünmek hoşuma gidiyordu. Sinek bağırsağı gibi; gerçi hayvan bağırsağından yapılıyordu ama sinek olmadığı kesin, ince çözgülerle uğraşmak hem gözlerimi hem bedenimi yorsa da, bundan yüksünmüyordum doğrusu. Biraz eğlence amaçlı başladığım bu iş beni iyi sarmıştı. Dokudukça kafamda gelişen bir düşünce beni rahatsız ediyordu. Yurtdışına ihraç edildiği söylenen bu nadide halılardan en azından birini kendi ellerimle dokuduğumu çocuklarıma gösterecek herhangi bir kanıtım olmayacaktı ilerde. Bunun böyle olmasına izin veremezdim, hiç değilse bir işaret bir… Sonunda gözümü karartım, deseni bozma cesareti gösterip, halının sol alt bordürüne ismimin ve soyadımın baş harflerini özenle işlemiştim. Ola ki günün birinde, hiç ummadığım bir zaman diliminde, İşte! İşte! Bu benim dokuduğum, ilmik ilmik sabır, emek dokuduğum güzel halım, diyebilmek için. Halı desenlerinin, masalsı dünyasında zaman yolculuğuna çıkar, kah yedi başlı ejderhalarla savaşır, kah tavus kuşlarının gökkuşağı kanatlarında telek olur asılırsın… Ya da serpme desenlerinin dolambaçlarında kaybolup, daracık sokaklarında koşup yorulduktan sonra, sundurmalı evinizin üst katındaki sedire serili bin bir desen kırmızı halının üzerinde çocukluğunun bebekleriyle oynamaya koyulursun. Mis gibi tereyağlı bulgur pilavı ve yeşil soğan kokuları böler, en güzel yerinde masalı, yumuşak ama, kararlı bir ses: “-Kızım sofraya!” Dayanamazsın. Karışır birbirine kokular ve sesler. Neşe’nin en gözde ustalarından biri olmuştum. Aldığımız aylıklar hiç de küçümsenecek miktar değildi. Fakat yükün çoğunu çocuk yaştaki çıraklar; küçük parmaklar çekiyordu. İnce küçük parmakları ilmeklerin arasında hızlı hızlı gidip gelirken kıpkırmızı kesilir, nasırlaşıncaya kadar geçen zamanı yara bantlarıyla geçiştirirlerdi. O ince çözgüleri birbirinden ayıklayarak ilmek atabilmek için işaret parmağı ve başparmaklarının tırnakları uzun olması gerekiyordu. Bu yetişkinlerde belki diğer tırnaklarını da uzatırsa hoş durabilirdi. Oysa, minik parmaklarda uzun tırnak… Yemek tatillerini atölyenin arka bahçesinde, yakan top oynamaya ayıran çocuk kadınlar… Her halı bitiminde çalışanların geliştirdiği, bir halı kesim töreni yapılırdı. Halaylar çekilir, türküler söylenir, yalandan gülümsenen o günün anısına boy boy fotoğraf çektirilirdi. Gerçekte hiçbiri bu esirgedikleri, gözlerinin ışığı çocuklarını uğurlamak istemezdi. Onun için bir süre dinlenme izni verilirdi halısını bitiren usta ve çıraklara. Her usta, halısına sevdiği bir isimle dokunur, dokur, büyütürdü. Saraylı, Tavuslu, Serpme, Karanfil, Lalezar… Benim halım; açık yeşil zemin üzerine, kenarları siyahla belirginleştirilmiş, kabartmalı eflatun ve mor karışımlı menekşelerle bezeli, küçük bir bahçe görünümündeydi. Onun için Menekşe diyordum ona. Halısını, çözgüleri sık, kırkımı düz ve kusursuz, özürsüz, patlaksız tamamlayıp bitiren ustalar maaşla ödüllendirilirdi… Bu ödülün, o zaman Menekşe’yi satın almaya yetecek kadar olmasını nede çok istemiştim… Yıllarca ilmik ilmik, desen desen; umutlarınızı, düşlerinizi, sevinçlerinizi dokuduğunuz o gizemli dünyanızın, gün gelip, halı bitirilip de kesilme zamanı geldiğinde, elinizden alınarak, çözgülerinden ortadan ikiye kesilmesi içinizi burkar, öksüzleştirir sizi. Burnunuzun direği sızlar. Ve o koku… O koku işte… Zaman kalbur içinde, eler durur: Tak taka tak… tak taka tak… Neşe’yle dostluğumuz daha sonraları da sürdü. Şimdilerde dokuma tezgahları üzerindeki halılar yerine boy boy çocuklarını büyütüyor. Benim içinse, anlatma gereği bile duymadığım dokumacılık günleri çok gerilerde kalmış, zaman içinde yaşam farklı boyutlara taşınmış,bizi de sürüklemiş yol arkadaşlarımız değişmişti artık. İstediğim üniversiteyi kazanamamıştım belki ama, yaşam fırsatlarını esirgeyecek kadar da acımasız davranmamıştı bana. En azından kimi açılardan… Her açıdan eksizsiz yaşam, o kim de var ki? Üniversite mezunlarının bile işsiz dolaştığı günlerde, çok severek yapmasam da kimseye muhtaç olmadan, gelecek endişesi duymadan, yaşayacağım bir işim olmuştu. Dokuma tezgâhlarının, kirkit sesleriyle çocuk saçlarımıza asılan toz kokuları değildi artık zaman; saçlarımızdan savrularak geçen güz kokularıydı. Gün, artık kayalıkların tepesinde, portakal bahçeleri içine özenle yerleştirilmiş pansiyonun, hamarat aşçısından çupra yenilen, buz gibi viskiler yudumlanıp Akdeniz’in güz mavisine dalınan, geceleri ay ışığının gizemli harelerine yapışıp, antik kentlerin mistik atmosferini soluyarak yıldızlarla dans edilen, ilk gençlik dönemlerinde özgürce dolaşamadığımız yaşamın doruklarında dörtnala koşma günüydü. O yaz, yıllık iznimi arkadaşların düzenlediği bir Akdeniz turu ile değerlendirme düşüncesi çok sevimli gelmişti. “ Efsanevi kutsal Noel Baba, Patara’da doğmuş, bu günkü Kale’de yaşamış ve ölmüştür. Ege gibi, Akdeniz kıyıları da, antik kalıntılarla doludur. Antalya’nın doğusunda, eski adıyla Panfilya olarak bilinen kıyı ovasında Perge, Aspendos ve Side gibi antik kentler de yer alır…” diye ezberlediği bilgileri turist kafilesine zoraki anlatmaya çalışan otel görevlisi rehber, Aspendos’ta konser verecek olan ünlü bir şarkıcının konserine de bilet temin edebileceğini söylüyordu. Tur arkadaşlarım, kaşla göz arasında temin ettikleri konser biletlerinden bir tanesini tutuşturuvermişlerdi elime. Konser saatini büyük bir heyecanla bekleyip hazırlanan arkadaşlar, otel çıkışında benim aralarında olmadığımı fark etmemişlerdi bile… Derin bir nefes alıp bugünkü Akdeniz’ in ışıltılı sahil kentlerinin çarşılarına avare bıraktım kendimi. Meraklı olduğum onca o kadar mücevherat ve giysi mağazaları dururken, büyük ve bir o kadar da lüks halı mağazasının içinde duruyordum hesapsız. Çeşit çeşit el dokuması halılar; Bünyan, Ladik, Isparta, Hereke, Sivas… Bir bir anlatıyordu tezgâhtar, Sivas halılarının hapishanedeki mahkumlar tarafından dokunduğunu ve sahip olmak için sıraya girip, yıllarca beklendiğini, yine Hereke halılarının saf ipekten dokunup, ince çözgülerinin sağlamlığından, santimetrekaresinde bilmem ne kadar ilmek bulunduğundan ve büyük bir bölümünün ihraç edildiğinden, çok değerli olduğundan söz ediyordu ki, duvarda asılı duran bir ipek halının yanına taşıdı beni ayaklarım. Sanki bir yerden tanıyordum, sanki kan çekiyordu. Yabancı gelmiyordu hiç. Renkleri, deseni, yaldızlı kabartmaları… İyice yanaşıp parmaklarımı bebek teni kadar yumuşak halının üzerinde şefkatle gezdirirken halının sol alt bordürüne yıllar önce, ilmek ilmek, deseni bozarak dokuduğum, adım ve soyadımın baş harflerine çakılıp kalmıştı gözlerim. Donmuş sosis görünümünü saklamak için sıkı sıkı avucumun içine aldığım, nasırları çoktan sağalan işaret parmağım, yeniden zonklamaya başlamış; bir anda, içimin ürpertisi, zamanı başka bir boyuta taşıyarak dizlerimin bağını koparmıştı. Aynı anda çözgülerinden fırlamış binlerce ilmek, hep bir ağızdan Mee… neek… şeee! Mee… neeek… şee! diye bağırıp, kirkit seslerine tempo tutuyorlardı beynimin içinde: Tak taka tak… Tak taka tak tak… Burnumda yine o keskin koku. Zaman, kalbur içinde...

  • TAPINAK YAZILARI

    İsmail Hakkı Özsarı * Gürültü patırtının ortasında sükunetle dolaş, sessizliğin içinde huzur bulunduğunu unutma… Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe, herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık, unutmak olsun. Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma. İçten ol; telaşsız, kısa ve açık seçik konuş. Başkalarına da kulak ver, aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları, çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardır. Yalnız planlarının değil, başarılarının da tadını çıkarmaya çalış. İşin ne kadar küçük olursa olsun ilgilen, hayatta dayanağın odur. Seveceğin bir iş seçersen, yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. İşini öyle sev ki; başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken, verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış olacaksın. Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma. Çevrene önerilerde bulun, ama hükmetme. İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz. Ve unutma ki, insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri, sonsuz uzunlukta bir kumsaldaki tek bir kum taneciğinden fazla değildir. Aşka burun kıvırma sakın, o çöl ortasında yemyeşil bir bahçedir. O bahçeye layık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma. Kaybetmeyi, ahlaksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakacağın en büyük miras; dürüstlüktür. Yılların geçmesine öfkelenme, gençliğe yakışan şeyleri, gülümseyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin, yapabileceklerini engellemesine izin verme. Rüzgârın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgâra göre ayarla. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir. Ara sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkansızdır. Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendinle barış içinde ol. Hatırlar mısın doğduğun zamanları? Sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyordu. İşte öyle bir ömür geçir ki; herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlulukla gülümse. Sabırlı, sevecen, erdemli ol. Eninde sonunda bütün servetin sensin. Görmeye çalış ki; bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya, yine de insanoğlunun biricik güzel mekanıdır.

  • TALAT SAİT HALMAN

    (7 Temmuz 1931 - 5 Aralık 2014) * İSTANBUL Hangi ayazmadan su içsem Başında kaç batın Susuzluktan ölmüştür Irıpları çekmeyegör Boğazda her balığa Bir orospu gömülmüştür Dinmişse Saraylarda düğünler Harem ağası gülmüştür Yangın yerlerinde tekbir Yoksulların Canevinden dökülmüştür İstanbul Çağların görmekten korktuğu Düştür Talat Sait Halman maviADA'nın kuruluş yıllarında aramıza katılan şiirlerini ve çevirilerini okuduğumuz Talat Sait Halman, kültür sanat adamı olmasının yanında ilk kültür bakanımızdır da. Türk şair, yazar, çevirmen, akademisyen, diplomat, siyasetçi. 7 Temmuz 1931’de Kadıköy’de dünyaya geldi. Babası, İhtiyat Filosu Komutanı Tümamiral Sait Halman, annesi Nemlizade Tahsin Paşa’nın kızı Fatma İclal Hanım’dır. Aile, Sait Bey’in Trabzon’un Holamana Köyü’nden olması nedeniyle “Halman” soyadını almıştır. Türkçeye William Faulkner'in eserlerini, Shakespeare'in sonelerini; İngilizceye ise Dağlarca, Orhan Veli gibi şairlerin şiirlerini kazandırmış bir edebiyat adamı olan Halman, 1971’de Türkiye’nin Kültür Bakanlığı'nı kuran ve ilk Kültür Bakanı olarak yöneten kişidir. Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı ve Bilkent Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi dekanlığı yapmıştır. 'ın oğludur.

  • Hasret

    Memleket mi, Yıldızlar mı, Gençligim mi Daha Uzak?* * Orhan Veli, Ankara'da çalışırken İstanbul’u özleyip kendini başkentte yalnız hisseder. “ Yalnızlık” adlı şiirinde anlatır, "bir cana hasretliği"... “ Bilmezler yalnız yaşamayanlar, Nasıl korku verir sessizlik insana; İnsan nasıl konuşur kendisiyle , Nasıl koşar aynalara, Bir cana hasret, Bilmezler.” Yabancı bir ülkede yaşamaya zorlansaydı kim bilir neler anlatırdı? Hasret; özlem, bir şeyi çok isteyip de kavuşamama hali olarak tanımlanıyor? Sanki bir yerde eksik bu tanım. Memleket hasreti, sevgili hasreti, ana hasreti... Yani önce olması gerekir ki sonra özlensin. Zengin olmak, yat kat sahibi olmak gibi değil; onlar da insanı gerer ama onlar hırs, ihtiras; özlem değil ki. Yoksa farklı şeyler mi bunlar?.. Neyse, hepsinin ortak yanı, insanı çok acıtıyor. Memleket hasretinin bir hastalık olduğunu yurtdışında yaşarken doktorlardan ögrendim. Amerika'ya kaçak yollardan girip çalışan pek çok arkadaşım oldu. Memleket hasreti gelip benliğinize çöktüğünde çaresizlikten derin travmalara girenleri gördüm. Bu hasret hastalığının ilacının da olmadığını ancak yurtdışında yaşayanlar bilir. Hayatınız konforludur, ekonomik olarak kimseye muhtaç değilsinizdir ama, memleket özlemi üstünüze çöktü mü, insan kendini sarhoş gibi hisseder ve sokaklarda dolaşırken gördüğü kişileri memleketten birine benzetir. Yaşadığı yeri çaresizlikten terk edemez, gitse geri dönemez. Dikkat ettiniz mi, Nazım'ın bütün şiirleri buram buram hasret kokar. Ya sevgiliye ya ütopyasına ya da memleketine... Nasıl olmasın ki ömrü ya hapis damlarında, ya kaçak geçmiş. Bu derin hasreti çok yoğun yaşayan NAZIM HİKMET, bir şiirinde emsalsiz benzetmelerle özlemini şöyle ifade eder. “ Bir Üsküdar balkonunda gruba karşı demlenir gibi Bir akşamüstü, Laypzig'te, tramvay durağında Tadını çıkara çıkara, yudum yudum kederleniyorum. “ Nazım ustanın o duygu yoğunluğunu yaşayanlardansanız her sözcük bütün çağrışımlarıyla, anımsattıklarıyla diken gibi içinize çakılır yüreğinizde hissedersiniz. Sizler, yani memleket hasreti çekmeyenler onun şiirlerini zevkle okur anlarsınız, fakat bir gurbetçi gibi, bizim gibi hissedemezsiniz. Bu satırları okuyan bir gurbetçi düşünün... NevYork'tayken her dinleyişimde burnumun direği sızlardı. Mavi Liman Çok yorgunum, beni bekleme kaptan, Seyir defterini başkası yazsın. Çınarlı, kubbeli mavi bir liman, Beni o limana çıkaramazsın Vapur Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden, teper ha babam teper paralanmaz teper taşlı yolları. Bir vapur geçer Varna önünden, uy Karadeniz`in gümüş telleri, bir vapur geçer Bogaz`a doğru. Nazım usulcacik okşar vapuru, yanar elleri... Bir dostum bir gün bana” memlekete gitsem de bir ilgi görsem” demişti. O zamanlar yeni olduğumdan pek anlamamıştım. Yıllar geçtikçe özlemin, ilgi görmenin ne demek olduğunu ve Nazım ustanın derin hasretini anladım. “ Memleketim, memleketim, Ne kasketim kaldı senin ora işi Ne yollarını taşımış ayakkabım, Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan, Şile bezindendi. Sen şimdi yalnız saçımın akında, Enfarktında yüreğimin, Alnımın çizgilerindesin memleketim, Memleketim, Memleketim”… “Sen Sen esirliğim ve hürriyetimsin, Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, Sen memleketimsin. Sen ela gözlerinde yeşil hareler, Sen büyük, güzel ve muzaffer ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin...” Nazım Hikmet ustanın şiirlerini inceleyin her kelimesi memleket , İstanbul ve hasret kokar. “Memleketimden İnsan Manzaraları ve Kuvayi Milliye Destanı” emsalsiz ve benzersiz anlatımla bir şerit gibi tarihi ve yaşananları gözümüzün önünden akıtır. Bir ömür yaşanılan sıkıntıları birkaç satırla ve en gerçek kelimelerle ifade edebilmek ancak böyle bir ustanın eşsiz sanatında gizlidir. Yazımızı büyük ustanın derin hasretinin ancak ölümüyle sonlanacağını düşündüğü ünlü şiiriyle bitirelim. VASİYET Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü, ölürsem kurtuluştan önce yani, alıp götürün Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni. Hasan beyin vurdurduğu ırgat Osman yatsın yanımda ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda. Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın, seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu, tarlalar orta malı, kanallarda su, ne kuraklık, ne candarma korkusu. Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz, toprağın altında yatar upuzun, çürür kara dallar gibi ölüler, toprağın altında sağır, kör, dilsiz. Ama bu türküleri söylemişim ben daha onlar düzülmeden, duymuşum yanık benzin kokusunu traktörlerin resmi bile çizilmeden. Benim sessiz komşularıma gelince, şehit Ayşe'yle ırgat Osman çektiler büyük hasreti sağlıklarında belki de farkında bile olmadan. Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, -öyle gibi de görünüyor- Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa taş maş da istemez hani... * Işıklar içinde uyu büyük usta... * Nazım Hikmet'in Karlı Kayın Ormanında Siirinden

  • GEÇİM-SEÇİM

    Sakal üç günlük, saçlar uzamış Kuaför, berber boşuna bekler Giysi alma devri geçmişte kalmış Giyilen eskimiş, hepten renk atmış Cüzdanla poşetler atbaşı gider Cüzdan boşaldıkça boşalır poşetler Gezinti, eğlenmek en güzel hayal Kuyrukta beklemek en zevkli spor Otlarla beslenmek sağlık nedeni Sarınmak, örtünmek ısınma yolu Olursa tüm yaşam eziyet olur. Yanlış yapılırsa seçim Elbette zor olur geçim. Fuat ÖZGEN

bottom of page